İSLAMDA TİCARİ İLMİHAL BİLGİLERİ

         İSLAM’DA  AMEL   VE  NİYET İLİŞKİSİ

Amel sözcüğünün Arapça mastar anlamı; iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek, hareket etmek demektir. İsim olarak ise; iş, görev, meşgul olma, ibadet ve hayırlı iş anlamlarına gelir. Daha çok canlıların belli bir amaç için yaptıkları işe “amel” denir. Yapılan iş bir amaca yönelik değilse buna “fiil” adı verilir. Fiil Cenâb-ı Hakk’a isnâd edilince dilediğini yapması, yaratması anlamına gelir.

Amel iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisine “Salih amel”, diğerine ise “kötü veya sâlih olmayan amel” adı verilir. Kur’an-ı Kerim’de iyi ve güzel ameller “sâlih ve sâlihât” kelimeleri ile ifade buyurulmuş, güzel amel işleyenlerin âhiretteki ecirlerini bildiren pek çok âyet inmiştir. Ancak daima güzel amel imandan sonra zikredilmiş, imansız amelin insanı kurtuluşa erdiremeyeceği de açıkça belirtilmiştir. [1]Allahü Teâlâ, Nuh (a.s)’ın inanmayan ve bu nedenle suda boğulan oğlunun bu halini “iyi ve sâlih olmayan amel” olarak ifade buyurur. Olay Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Nuh (a.s) tufan sırasında Rabbine nida ederek: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ki oğlum ailemdendir. Sen’in ailemi helak etmeme va’din haktır. Sen de hükmedenlerin en adaletlisisin.’ dedi. Allah şöyle buyurdu: “Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” [2]

Tarih boyunca semavî dinler toplumlara iyi ve kötü amellerin neler olduğunu açıklamış, birincileri emir ve tavsiye ederken, kötü amelleri yasaklamıştır. İnsanın dünya üzerinde bir süre kalışı da iyi ve kötü ameller arasında bir imtihan devresi geçirmesi amacına yöneliktir. Dünya bu yönüyle insan için bir deney laboratuvarıdır. Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle dile getirir: “Hanginizin daha iyi amel işleyeceğinizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[3]  İnsanın yeryüzünde çeşitli sıkıntı ve musibetler yoluyla da imtihana tabi tutulabileceği şöyle açıklanır: “Şüphesiz sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet dokunduğu zaman; “Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O’na döneceğiz’ derler.” ( el-Bakara, 2/155-156)

İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih bir amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bunu yapan kimsenin mü’min olması ön şarttır. İman da; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı kapsamına alır. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın (ö.23/643) naklettiğine göre, Cebrail (a.s) insan suretinde gelerek Hz. Peygamber’e; imân, İslâm, ihsan ve kıyametin kopma zamanı gibi sorular sorarak Allah elçisinden aldığı cevapları “Doğru söyledin” diyerek tasdik etmiştir.[4]

Cenâb-ı Hak Asr sûresinde, insanın kurtuluşuna vesile olacak dört esası şöyle açıklar: “Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî-manevî büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”[5] Bu duruma göre, bir mü’minin, Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün rızasına uygun olan bütün iş, hareket, hayır ve hasenatı ile ferdî ve ahlâkî görevleri ve ibadetleri “sâlih amel” adını alır.

 

                       İSLAMDA AMELDE İHLASIN ÖNEMİ                                                        

İslâm bütün iyi işlerde ve başkalarıyla olan ilişkilerinde mü’minin samimi ve ihlâslı davranmasını ister, ihlâs amelin özüdür. Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün rızası gözetilmeyen amellerin ilâhî terazide bir ağırlığı bulunmaz. İman temelinden yoksun olan amellerin insana âhirette bir yarar sağlamayacağı Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirlenir: “İnkâr edip imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur.”[6]

Diğer yandan iman olmakla birlikte, niyet ve ihlâs eksikliği de amelin değerini düşürebilir. Medine-i Münevvere’ye hicret sırasında yaşanan şu olayı örnek verebiliriz:

Ashab-ı Kiram Medine’ye hicret ederlerken, Mekke müşriklerinin baskı ve işkencelerinden kurtulmak, Medine’de Hz. Peygamber (s.a)’e yardımcı olmak, böylece İslâm’ı cihana yaymak gibi düşünce ve niyetlerle dolu idiler. İçlerinden birisi nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. İşte Hz. Peygamber diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını bildirmiştir. Ha­diste şöyle buyurulur: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herbir kimse için, niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş olur. Kimin hicreti de dünyalık için ise ona kavuşur veya bir kadın içinse, onu nikâh eder. Onun hicreti de, hicret etdiği şey için olmuştur.” [7]

Uhud Gazvesi’nde en önde çarpışanlardan birisi olan Kuzman’ın cehennemlik olduğu haber verilmiştir. Çünkü o, kutsal bir cihâd niyetiyle değil, Medine’deki hurmalıklarına bir zarar gelir korkusuyla savaşa katılmıştı.[8]

Cenâb-ı Hak ihlâsı, sevdiği kullarının kalbine koyar. Bu ihlâsla kötülüklerden korunur. Çünkü şeytanın ihlâslı kişileri etkilemesi güçtür. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “İblis şöyle dedi: Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de, yeryüzünde Ademoğullarına, kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak kullarından ihlâslı olanlar bunun dışındadır.” [9]

Hz. Yusuf’un genç yaşında, çekici bir kadın olan Züleyha’nın isteklerini geri çevirmesi ihlâsı sayesinde olmuştur: “Şüphesiz ki, o kadın Yusuf’a yaklaşarak, onu baştan çıkarmak istemişti. Eğer Yusuf Rabbi’nin mucizesini gör-meseydi kadının arzularına uyabilirdi. Yusuf’u ihanetten ve fuhuştan alıkoymak için, Biz ona böyle yapmıştık. Çünkü o, ihlâslı kullarımızdandı.” [10]

Diğer yandan mü’min bazı durumlarda ameli işlemediği halde, niyet ve ihlâsı sayesinde işleyenlerle aynı ecri alır. Enes b. Mâlik (r.a)’ten rivayete göre, Rasûlullah (s.a) Tebük Gazvesi’ne çıkınca şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Medine’de bıraktığımız bir takım kimseler var ki, onlar geçtiğimiz her vadide, düşmanı kızdıracak bir yere ayak basışımızda, Allah yolunda harcadığımız herhangi bir malda veya karşılaştığımız açlıkta bize ortak olmaktadırlar.” Bunun sebebini soran bir sahabiye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: “Çünkü onları bu cihada katılmaktan özürleri alıkoymuştur.”[11]

Tebük Gazvesi dönüşünde bu sefere özürleri sebebiyle katılamayan seksen kadar sahabi Hz. Peygamber’e gelerek özür dilediler. Hz. Peygamber onların iç yüzlerini Yüce Allah’a havale ederek, özürlerini kabul etti ve onlar için Allah’a istiğfarda bulundu.

Ancak bunlardan Ka’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mirâre b. er-Rabî” (r. an-hüm) adlarındaki üç sahabe özürsüz olarak Tebük Seferi’ne katılmadıklarını bildirerek doğruyu söylediler. Hz. Peygamber, haklarında bir hüküm gelinceye kadar ashab-ı kiramın bu üç sahabî ile münasebetlerini kesmelerini bildirdi. Bu durum elli gün kadar sürdü. Kırk gün sonra hanımları da kendilerine hizmetten men edilmişti. Ancak Hilâl b. Ümeyye yaşlı olduğu için eşine sadece, ev işlerinde kendisine yardımcı olması için izin verilmiştir.[12] Elli gün sonra inen şu âyetle onların tevbeleri kabul edildi: “Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah’tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tevbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.”[13]

Sonuç olarak mü’minler bütün söz, fiil ve amellerinde Allahu Teâlâ’nın rızasını ön planda tutmalıdır. Amel ve davranışlarda ihlâs, fındığın ve cevizin içi gibi­dir. İç olmayınca kabuk ne işe yarar?

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın birliğine ve sıfatlarına yer verilen bir Sûrenin adı da “İhlâs”tır. Bu sûrede şöyle buyurulur: “Ey Muhammed! De ki: Allah birdir. Allah Samed’tir. Hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. O, ne doğurmuş, ne de doğurulmuştur. O’nun hiç bir dengi yoktur.” [14]

                   İSLAMDA MAL HIRSININ KÖTÜLENMESİ                           

Yüce Allah dünyayı, ayı, güneşi, gezegenleri ve diğer gök cisimlerini insanların yararlanması için yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Yeryüzünü size boyun eğecek şekilde yaratan O’dur. Öyleyse onun her yanında gezip dolaşın ve Allah’ın vermiş olduğu rızıklardan yeyin”[15]  Yararlanma şu ayette gök cisimlerini de kapsar: “O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Düşünen ve fikir üreten bir toplum için bunlarda nice ibret ve deliller vardır.”[16]

Mal ve çocuklarla uğraşırken Yüce Allah’a kulluk terkedilmemelidir. Aksi halde dünya ve âhirette en büyük zarara uğranılır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, onlar maddî ve manevî en büyük zarara uğrayanlardır.”[17] “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak birer imtihandır”[18] “İnsan kendisini zengin olmuş görünce mutlaka şımarır”[19] “Mal ve evlât çokluğu ile övünmek sizi oyaladı.”[20]

Diğer yandan malını helal yoldan kazanan, zekâtını verip, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür. Şu ayette Allah yolunda canını feda eden şehitlerle, malını Allah yolunda harcayan servet sahibi zenginler denk sayılmıştır: “Şüphesiz ki Allah, cihad eden mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.”[21]

Hz. Peygamber (s.a) de çeşitli hadislerinde insanın mal ve servet karşısındaki durumunu belirlemiştir. Temiz mü’minin elinde temiz servetin ne güzel bir mal olduğunu bildiren hadis[22] helâl kazanca ve dürüst insanlara dikkati çekmiştir. Başka bir hadis-i şerifte kişinin gerçek malının miktarı ve ölçüsü şöyle belirtilir: “Ademoğlu; “benim malım, benim malım” der. Senin yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden veya tasadduk edip devam ettirdiğinden başka malın var mıdır?”[23]

Yahya b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Para akrep gibidir. Eğer onu elinde usulüne göre tutamayacaksan sakın tutma, aksi halde seni ısırır ve zehiri ile öldürür.” Usulüne göre tutma (rukye) nedir? diye sorulunca; “kişinin helâl yoldan kazanıp, yerine harcamasıdır” diye cevap verdi. Diğer yandan Yahya b. Muaz, malın ölüm sırasındaki özelliğini şöyle belirlemiştir: “Malın hepsi ölenin elinden alınır, fakat kıyamet günü malın hepsinin hesabı kazanan bu kişiden sorulur”[24]

Ancak mal ve servetle ilgili bu gibi âyet, hadis ve tespitler İslâm’ın servet sahibi olmanın ve zenginliğin karşısında olduğu anlamına gelmez. Meşru yoldan kazanılan, zekâtı verilen ve başkalarını ezme, küçümseme, gurur ve kibir için kullanılmayan servetlerin “iyi mal iyi kişilerin elinde ne güzeldir” hadisinin şümulüne girdiğinde şüphe yoktur. Diğer yandan mal mülk edinirken ve bunu idare ederken, bu meşguliyetin mal sahibini yüce Allah’a ibadet ve itaatten alıkoymaması da gerekir. İslâm’ın Medine-i Münevvere’ye yayılması, müesseseleşmesi ve henüz bir devlet bütçesinin oluşmadığı devrelerde düşman karşısına büyük orduların çıkarılması Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman gibi varlıklı sahabîlerin yardımları sayesinde olmuştur. Burada servetler iyi insanların elinde iyi işlerde kullanılmış ve âhiret yatırımının sermayesini oluşturmuştur.[25]

                          İSLAMDA MEKRUH AKİTLER

 

Bazı akitler rükün, şart veya vasıflarında hiçbir eksiklik bulunmadığı halde, akdin kendisi dışında kalan bir sebepten ötürü yasaklanmış olabilir. Hanefîler bu gibi akitleri mekruh sayarken, çoğunluk mezhep müctehitleri haram kabul ederler.

Kendi dışında kalan bir sebeple yasaklanan başlıca muameleler şunlardır:

a) Neceş satışı: Bu, bir kimsenin gerçek alıcı olmadığı halde sırf müşteri kızıştırıp fiyatı yükseltmek amacıyla alış-verişe karışmasıdır. Hz. Peygamber (s.a); “Sırf müşteri kızıştırmak için satışa girmeyiniz”[26] buyurmuştur. Hanefilere göre, müşteri kızıştırma, eğer malın fiyatı gerçek değerini aşarsa mekruh olur. Eğer arttırma, mal değerini bulmadığı için yapılmışsa bunda bir sakınca bulunmaz. Burada adalet için yardımlaşılmış olur. Açık arttırma veya kapalı zarf usulü teklif olarak en yüksek fiyat verene malı satmak mümkün ve caizdir. Ancak açık arttırmaya da hile sokulmamalıdır[27].

b) Telakki’r-rukbân yasağı: Şehirdeki bazı kimselerin köyden veya dışardan mal getirenleri yolda karşılayıp malları elinden almasıdır. Burada, üreticinin şehirdeki günlük rayiç fiyatları öğrenmesi engellenmekte, şehirli tüccarın onun elinden ucuza aldığı malı piyasaya kontrollü ve pahalı olarak sürmesi veya karaborsaya düşürmesi söz konusu olmaktadır. Hadiste şöyle buyurulur:

“Hz. Peygamber binitlileri yolda karşılamayı, yani pazara gelmeden yüklerini satın almayı yasaklamıştır.[28] Hanefîlere göre, bu şekilde üretici veya malı dışarıdan getiren kimse ile tüketici arasına girmek eğer topluma zarar veriyorsa tahrîmen mekruhtur. Eğer sun’î fiyat artışına yol açmıyorsa bunda bir sakınca bulunmaz.

c) Şehirlinin köylü adına satış yapması: Şehirlinin köylüye ait ürünleri depolayıp, komisyoncu sıfatıyla piyasaya sürmesi yasaklanmıştır. Tavus’un, İbn Abbas (r.anhümâ)’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Hz. Peygam­ber, şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasaklamıştır. Tavus, İbn Abbas’tan böyle bir satışın şeklini sormuş, İbn Abbas; şehirli köylüye komisyonculuk (simsarlık) yapıp, onun malını satamaz, diye cevap vermiştir.[29]” Hz. Enes’ten nakledilen başka bir hadiste, köydeki mal sahibi ile şehirdeki komisyoncunun birbiri­nin oğlu veya babası bile olsa bunun caiz olmadığı belirtilir.[30]

Hanefîlere göre böyle bir komisyonculuk belde halkına zarar veriyorsa mekruh olur, aksi halde bunda bir sakınca bulunmaz. Mâlikîlere göre, neceş satışı gibi, bu şekil komisyonculuk da akdin feshini gerektirir.

d) Cuma namazı sırasında satış yapmak: Cuma namazı ile yükümlü olanların cuma saatinde işlerini bırakıp namaza koşmaları gerekir. Sadece cemaate gelmemek için özürlü olan erkeklerle, gayri müslimler, kadın ve çocuklar bunun dışındadır. İşte cuma namazı sırasında namaza gitmeyip de bir takım günlük muameleler, akitler yapılırsa bu akitler geçerli olmakla birlikte mekruhtur. Şâfiîlere göre ise böyle bir akit haram olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ın zikri olan namaza koşun, alış verişi bırakın”[31] buyurulmuştur.

Hanbelîlere göre bu sırada yapılan akitler geçerli olmaz, Mâlikîlerde meşhur olan görüşe göre ise akit feshedilir.

Cuma namazı vakti Hanefîlere göre ilk ezandan, çoğunluğa göre ise hatibin minbere çıkışından itibaren namazın sonuna kadar olan süredir.[32]

            İSLAMDAN ÖNCEKİ DİNLERDE TİCARET VE EKONOMİK              

            HAYAT

Eski çağlardan beri insanların ihtiyaçları çeşitli san’at ve mesleklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İlk insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)’in dokumacılık, İdris peygamberin terzilik, İbrahim (a.s)’in kumaş ticareti, Nuh ve Zekeriya peygamberlerin marangozluk, Hz. İsa’nın ise kunduracılık mesleğinin öncüleri olduğu nakledilmiştir. Yine Musa (a.s)’ın, Şuayb peygambere 8-10 yıl çobanlık yaptığı, birçok peygamber ve Allah dostu velîlerin de bu mesleği yaptıkları bilinmektedir.[33]

Demir endüstrisinin ilk kurucusu Davud (a.s)’dır. Demiri kalıba döküp, ona şekil verme san’atı ona yüce Allah tarafından vahyedilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Şüphesiz ki Biz, Davud’a nezdimizden bir üstünlük verdik: “Ey dağlar ve kuşlar! Davud’la birlikte teşbih edin” dedik. Ona demiri yumuşak kıldık. Biz Davud’a; Geniş zırhlar îmal et, dokumasını ölçülü ve sağlam yap, diye vahyettik. Davud’a ve ailesine şöyle dedik: Salih amellerde bulunun. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görüyorum.”[34] “Biz Davud’a, si­zi savaşta korumak için zırh yapma sanatı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?[35]

Hasan el-Basrî (0.110/728) ve Katâde (ö.117/735) Davud (as.)’ın demiri ateşe sokmağa ve çekiçle dövmeğe ihtiyaç duymadığını, onun demiri eliyle ip gibi dilediği şekilde büktüğünü söylemişlerdir. Zırhın ince ve sert telden örüldüğü düşünülürse, demire ölçülü su verme, onu kalıba dökerek şekil verme sanatının o dönemde ne kadar ileride olduğu anlaşılır. Davud (a.s) hem peygamber hem de bir hükümdardır.[36]

Süleyman (a.s)’a Yüce Allah tarafından büyük medeniyet ve saltanat verilmiştir. Mucize olarak rüzgar onun emrine verilmiş, cinleri işçi olarak çalıştırma imkânı tanınmış ve göz kamaştıran saraylar inşası onun saltanatının simgesi olmuştur. Nitekim Saba’ Melikesi Belkıs’ın Yemen’den Kudüs yöresine göz açıp kapayıncaya kadar getirilebilmesi bu medeniyetin ruh olarak itici gücünü gösterir.

Kur’an-ı Kerim’de o büyük saltanata şöyle yer verilir: “Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgar estiğinde, sabahleyin bir aylık yola gider, akşam olunca da bir aylık yoldan dönerdi. Süleyman için erimiş bakırı kaynağından su akar gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir bölümü, onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıysa ona alev alev yanan ateşin azabını tattıracağız. Cinler Süleyman’ın istediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı.”[37]

Allah Teâlâ ticaret ahlâkı bozulan, ölçü ve tartıda hile yapan Medyen halkının durumunu örnek olarak verir. Medyen’e peygamber olarak gönderilen Şuayb (a.s) şöyle der: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum.”[38] “Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmayın.”[39]

Medyen halkı puta tapan bir toplumdu. Şuayb (a,s) bunları tevhîd inancına çağırdı. Onlar ölçü ve tartılarıyla, silik, kesik, vezni eksik paralarıyla halkı aldatırlardı. Ashab-ı kiramdan Zeyd b. Eşlem (r.a)’den rivayete göre, Medyenli tüccarlar altın (dinar) ve gümüş (dirhem) parayı halka, etrafını keserek sayı ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile alırlardı.[40] Meselâ; dört gram olan altın paranın kenarlarından yarım gram kadar alındığı halde, sayı ile verilince yine tam altın lira olarak işlem gördürülür. Fakat geri alırken tartı yoluna gidilince satın alma gücü yarım gram eksilmiş olur. Böyle bir para piyasasının esnaf ve tüccar lehine haksız kazanç meydana getirdiği açıktır. Bu da enflasyonun benzeri bir olaydır.

Şuayb (a.s)’ın uyarılarına kulak asmayan Medyen toplumunun başına gelen felâketi Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir: “Şuayb şöyle dedi: Ey kavmim! Olduğunuz gibi devam edin. Ben de yoluma devam edeceğim. İleride alçaltıcı azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte bekliyorum. Azap emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise, korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar.”[41] “Sanki yeryüzünde yaşamamışlar gibi izleri silinip gitti. İyi bilin ki, daha önce Semud kavmi, Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen kavmi de, öylece uzaklaştı.”[42]

Sonuç olarak Medyen toplumunun başına gelen olayın iki etkeni vardı:

1) Allah’a ortak koşmaları,

2) Alış-verişlerinde hile yapıp halkı aldatmaları.

Kur’an-ı Kerim’de zulüm ve haksızlığın sembolü olarak gösterilen Karun da, toplumun problemleriyle ilgilenmeyen, yoksulları gözetmeyen zenginlere örnek teşkil eder. Karun, Musa (a.s)’ın kavminden büyük hazinelerin sahibi olan bir tüccardır. Hazinelerinin anahtarlarını büyük bir topluluk ancak taşıyabiliyordu. Karun; “Bu servet bana, ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir.” der, bütün nimet ve servetlerin Allah’ın rızkı genişletmesinden ibaret olduğunu düşünmezdi.[43] Karun büyük bir ihtişamla kavminin huzuruna çıkınca, dünya hayatını arzulayanlar; “Ne olurdu Karun’a verilenler gibi bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük şans sahibi bir insandır” derlerdi.[44] İlim sahipleri ise topluma yararı olmayan, sadece başkalarına karşı böbürlenmek, zulüm ve haksızlık yapmak üzere toplanan böyle bir servete özenmek gerekmediğini söylerlerdi.[45]

Karun’un sonu şöyle açıklanır: “Sonunda, Karun’u da, evini de yere geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek hiç bir topluluğu olmadı. O, kendisini de savunamadı. Daha dün onun yerinde olmayı arzulayanlar: “Demek ki, Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allah bize lutufta bulunmasaydı, bizi de yere geçirirdi. Demek ki, imansız kimseler, asla kurtuluş yolu bulmuyorlar.” demeye başladılar.”[46]

Yusuf (a.s) da Mısır hükümdarının mâlî ve ekonomik işlerini yürütmekle görevlendirilmişti. Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre hükümdar şöyle bir rüya görmüştü: “Ben rüyamda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya tabirini biliyorsanız, bu rüyamı tabir ediniz.” dedi.”[47] Başkalarının tabir edemediği bu rüyayı Yusuf (a.s) şöyle açıkladı: Mısır ve çevresinde yedi yıl bolluk olacak, ondan sonra da bunu yedi yıl kıtlık izleyecek. Yusuf (a.s) bu ekonomik bunalımlı yıllar için çare olarak da, bolluk yıllarında fazla ürünün depolanmasını, kıtlık yıllarında düzenli bir şekilde bunlarla ihtiyaçların karşılanmasını önermişti.[48] Ayrıca hükümdara şöyle bir teklifte bulunmuştu: “Beni ülkenin hazinelerinin başına getir. Çünkü ben, iyi muhafaza eden ve iyi bilen biriyim.” dedi.[49] Gerçekten Yusuf peygamber çeyrek yüzyılı içine alan bu çalkantılı dönemde adaletli bir ekonomik düzen kurmuş ve toplumu sıkıntılı yıllar için tasarruf yapmaya alıştırmıştır. Bu yüzden o, zenginlikle yoksulluk, bollukla darlık arasında dengeli bir ekonomik modelin uygulayıcısıdır.

Hatta bazı iktisat tarihçileri, arkasında standart değerler bulunan ilk kağıt para uygulamasını M.Ö. 1600 yıllarında Mısır yöresindeki bazı tecrübelere dayandırırlar. Bu ise Yusuf peygamberin dönemine rastlar. İktisat tarihçisi J. Dobretsberger [50]Mısır’da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedavül ettiğini söyler. Bu ülkede devlet hazine ve depolarının emanet kabul etmesi usuldendi. Halk, elindeki altın, mücevherat ve hububatı saklanmak üzere buralara tevdi eder ve kendilerine emanet bıraktıkları şeyin değerini belirten bir makbuz verilirdi. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki malı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hatta bu belgeler Fenike ve Mezopotamya’da da tedavül ediyordu.[51]

Diğer yandan ekonomik hayatta risk dengelerini ve maliyet unsurlarını bozarak haksız kazançlara yol açan faizin de İslâm’dan önceki toplumlarda ortaya çıktığı ve Yahudi toplumuna yasaklandığı görülür.[52]

Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim’den bazı örnekler sunmaya çalıştığımız eski toplumların ticaret ve ekonomik hayatları günümüze ışık tutmaktadır. Çünkü ekonomide toplum dengeleri, riziko, haksız kazanç, ölçü ve tartıda hile, aldatma, ekonomik gücünü kötüye kullanma gibi yapanı Yüce Allah’ın rızasından uzaklaştıran haller her dönemin ekonomik problemleridir. Vahye dayalı dinlerin yasakladığı bu noktalara dikkat etmek ve emredilen hususları yerine getirmek vahiy ve sünnetin bu konularda getirdiği esasları bilmeyi gerektirir. Diğer konularda olduğu gibi ticari ve ekonomik hayatla ilgili esasları bilmek de helal kazanç için önemlidir.

                        SATIM AKDİNİN DAYANDIĞI DELİLLER

 

Şartlarına uygun olarak yapılacak alış-verişin meşru oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır.

a) Kur’an’dan deliller:

Kur’an-ı Kerim’de alış-verişle ilgili çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helâldir.”[53] “Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”[54] “Alış-veriş yaptığınız zaman şahit tutun.”[55] “Hac mevsiminde, Rabbinizin fazlından ticaret istemeniz (alış-veriş ederek kazanç sağlamanız) size günah değildir.”[56] Ölçü ve tartıda hile yapanlarla ilgili olarak da şöyle buyurulur: “İnsanlardan bir şey ölçüp alırken, tam alan, onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken de eksik tutan hilekârların vay haline.”[57] Başka bir ayette de vadeli borçların yazıyla tesbit edilmesi istenir. (el-Bakara, 2/282)

 

b) Sünnetten deliller:

Hz. Peygamber (s.a)’in ticaret ve ekonomik hayatla ilgili bir çok söz, fiil veya takrirleri vardır.

Rasûlullah (s.a)’a hangi kazancın daha temiz olduğu sorulunca şöyle buyurmuştur: “Kişinin elinin emeğiyle ve mebrûr alış-verişle kazandığıdır.”[58] Dürüst yapılan, yalan yere yemin ve aldatma karışmayan satışa “mebrûr alış-veriş” denir.

Doğruluktan ayrılmayan esnaf ve tüccarın ahiretteki derecesi şöyle açıklanmıştır: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.”[59] Başka bir hadiste İslâm toplumu rayiç fiyatla alış-verişe teşvik edilerek şöyle buyurulur: “Bir kimse gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa, sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.”[60]

Allah elçisi bir defasında esnaf ve tüccarı şöyle uyarmıştır: “Ey tüccar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telafi ediniz.” [61]

Diğer yandan sözünde ve işinde doğru tüccarın ahiretteki birlikte olacağı kimseler şöyle belirlenmiştir: “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.”[62]

Hz. Peygamber kendisi de bizzat alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O, insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş ve onları ticaretlerinde serbest bırakmıştır. Ancak ticaret hayatında faiz, karaborsacılık, yalan, hile, gabin ve garar gibi haksız kazanca yol açabilen şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını alabildiği ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik sistem kurulmuştur.[63]

c) İcmâ ve akıl delili:

Müslümanlar alış-verişin meşruluğu konusunda görüş birliği içindedir. Akıl da bunu gerektirir. Çünkü insanın, başkasının elinde bulunan şeye ihtiyacı olur. O kimsenin de bu malı her zaman bedelsiz vermesi beklenemez. Bu durum insanları mal mübadelesine zorlar. İnsan, yaratılış bakımından medenî ilişkiler içinde bulunmaya elverişlidir. Bir çok muameleler gibi alış-veriş de toplum halinde yaşayışın bir gereğidir.

Alış-verişlerde asıl olan mübahlıktır. Kitap ve sünnette açıkça yasak bulunmayan konularda alış-veriş serbesttir. Yeter ki karşılıklı rıza olsun ve akit şartlarına uygun olarak yapılsın. Şu ayetlerin genel anlamı da bunu ifade eder: “Allah alış-verişi helal kılmıştır”[64] “Sizden karşılıklı rıza ile yapılan ticaret olması duru­mu müstesnadır”[65]  Diğer yandan yerde ve gökte olan herşeyin insan için yaratıldığını[66] ve Allah’ın helâl kıldığı şeylerin haram sayılamayacağını bildiren ayetlerin[67] genel anlamı da yasak bulunmayan konularda temel prensibin “mübahlık” olduğunu gösterir.

                      

 

 

 


 

                               KABZDAN ÖNCE SATIŞ YASAĞI

 

Bu yasak yalnız menkul (taşınabilir) malların satışında söz konusu olur. Çünkü Allah elçisi; “Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe başkasına satmasın”[68] buyurmuştur. Menkul malın kabzdan önce telef olması halinde, bunu teslim almadan satan kimse satım akdini ifaya güç yetiremez.

Gayri menkullerde ise telef olma nadir olarak vukubulduğu için bunların kabzdan (teslim almadan) önce satışı Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre caiz görülmüştür. Böylece taşınmazların niteliğine uygun olan özel satış şartları ortaya çıkmıştır.[69]

                       Sarf akdinde bedellerin peşin verilmesi:

 

Satım akdi altın, gümüş, para veya dövizin birbirleriyle mübadelesi gibi sarf akdi (sarrafın veya döviz alım-satımı yapanların muameleleri) niteliğinde olursa, taraflar birbirinden ayrılmadan önce iki bedelin de kabzedilmesi şarttır. Aksi halde faize düşülmüş olur. Meselâ; altın altınla, altın gümüşle veya bunlar nakit para ile mübadele edilmek istenince mübadelenin peşin olması gerekir. Bunlarda veresiye satış “nesîe ribasf’na yol açar. Delil sünnet ve sahabe uygulamasıdır. İleride sarf ve faiz konusunu geniş olarak açıklayacağız. Burada uygulamadan bir örnek vermekle yetineceğiz.

Ashab-ı kiramdan Mâlik b. Evs (r.a) şöyle demiştir: “Yüz dinar altın parayı (yaklaşık 400 gr. altın para), gümüş para olan dirhemle değiştirmek istedim. Tal-ha b. Ubeydillah (r.a) beni çağırdı, pazarlık edip anlaştık. Benden dinarları aldı ve çevirmeye başladı. Sonra hazinedarım ormandan gelince bedelini veririz, dedi. Hz. Ömer de yaptığımız bu muameleyi izliyordu. Bana hitaben; “Vallahi dirhemleri alıncaya kadar Talha’nın  yanından ayrılma. Çünkü Hz. Peygamber bunların mübadelesinin peşin yapılmasını emir buyurdu” dedi.

              Paradan başka alacakların kabzdan önce satılamaması:

 

Zimmette borç olarak sabit olan şeylerin başkasına satılabilmesi için kabz gerekir. Meselâ; para peşin, mal veresiye bir satış şekli olan selem’de; üç ayın sonunda teslimi şart koşulan standart bir malı, alacaklı teslim almadıkça başkasına satamaz. Yine alacaklının da alacağı karşılığında kabzetmeden önce, borçludan başkasından bir şey satın alması geçerli değildir. Ancak karşılıklı rıza ile bir para alacağının başkasına havalesi (ciro) de mümkün ve caizdir. Bu takdirde alacağı belgeleyen senet veya çek gibi belgelerin satıcıya ciro edilmesi, ona, alacağı gününde tahsil yetkisi vermektedir. Bu nedenle başkasından ciro yoluyla alınan bir senet veya çek karşılığında üçüncü kişilerden mal satın alınması ya da bunların, miktarı denk borçların ödenmesinde kullanılması mümkündür.

               ZİMMET  BORCU OLAN ŞEYLERİN SATIŞI

 

 

Zimmet borncuna “deyn” denir. Çoğulu “düyun”dur. Satılan bir malın bedeli (semeni), karz bedeli, kadının mehir alacağı, çalışma karşılığı olan ücret, yaralamanın tazminatı (erş), mala verilen zararların tazminatı, boşama karşılığında kocanın alacağı bedel (muhâlea bedeli) ve selem akdinde standart mal alacağı gibi borçlar “deyn” niteliğindedir. Zimmet borcunun başkasına devredilmesi halinde aşağıdaki hükümler söz konusu olur:

a) Borcun veresiye satılması:

Zimmet borcunun alacaklı tarafından vadeli olarak borçluya veya üçüncü bir kişiye satışı yasaklanmıştır. Çünkü; “Hz. Peygamber borca karşılık borcun (kâli’in kâli’e karşılık) satışını nehyetmiştir.”[70] Borcun borca karşılık satışının yasaklanması teslime güç yetmemesi, faizin gerçekleşmesi veya aldanma riskinin bulunması gibi nedenlere dayanır.

Borcun borçluya satılmasına şunu örnek verebiliriz. Bir kimse bir ay sonra teslim alacağı bir ton buğdayı parasını da bir ay sonra vermek üzere satın alsa, iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş olur. Burada bedellerin ikisi de vadeli olduğu için satım akdinden çok bir satış vadinden söz edilebilir. Taraflar verdikleri sözde durarak satışı gerçekleştirebilecekleri gibi, satış bağlayıcı olmadığı için uygulanmaması da mümkündür.

Borcun, borçludan başkasına satılması ise şöyle olur: Bir kimse başkasında olan bir ton buğday alacağını, bedeli bir ay sonra alınmak üzere belli bir para karşılığında başkasına satsa, burada da iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş bulunur.[71]

  b) Borcun peşin satılması:

Dört mezhep müctehitlerine göre alacaklı alacağını borçluya peşin olarak satabilir veya bağışlayabilir. Çünkü borcun borç karşılığında satışının yasaklanması teslimine güç yetirilememesi esasına dayanır. Borcun borçluya devredilmesi halinde ise teslime ihtiyaç olmaz, çünkü onun kendi zimmet borcu kendisine teslim edilmiş sayılır. Meselâ; bir kimse, karz olarak verdiği bir ton buğdayı geri almak yerine, ödünç alana belli bir para karşılığında satabilir veya bağışlayabilir. Burada buğdayı teslim hükmen yapılmış olur.[72] Zahirîlere göre, böyle bir satış aldanmaya (garar) yol açabileceği için caiz değildir.[73]

Diğer yandan borçlunun buğday yerine, karşılıklı rıza ile kıymetini vermesi de mümkündür.

Bir zimmet alacağının borçludan başkasına satılması geçerli değildir. Çünkü alacaklı bu takdirde borcu teslime güç yetiremez. Borçluya üçüncü bir kimseye teslimi şart koşsa bu da fasit bir şart olur ve satış geçerli olmaz. Meselâ; bir kimse ödünç verdiği bir ton buğdayı, başka birisine peşin para ile satsa, satıcının buğdayı teslim etmeye gücü yetmeyebilir. Para alacağını başka cins bir para ile peşin olarak satmak da böyledir. Nesîe faizinin meydana gelmemesi için borçlunun da peşin ödeme yapması gerekir. Ancak alacağını satan kimsenin borçludan bunu sarf meclisinde sattığı kimseye teslim etmesi gerekir ki buna gücü yetmez. Çünkü gücü yetecek olsa, önce alacağını teslim alır, ondan sonra başka cins paraya çevirebilir.[74]

c) Senet kırdırmak:

Bir kimse vadeli bir alacağını daha az bir bedel karşılığında başkasına satarsa, buna “senet kırdırma” denir. Eğer senet veya çek bedeli asıl borçluya vadesinden önce daha az bir bedelle devredilmiş olursa bunda bir sakınca bulunmaz. Meselâ; 10 milyon liralık 6 ay vadeli bir senedi, senet borçlusu vadenin dolmasına üç ay kala karşılıklı rıza ile 8 milyon lira ödeyerek senedi geri alsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bu senet veya çek üçüncü bir şahsa veya bankaya kırdırılırsa, 8 milyon, üç ay sonraki 10 milyon lira ile mübadele edilmiş olur ki, aradaki fark faiz olur.[75]

Mâlikîlere göre, bir zimmet borcunun aldanma (garar), riba veya kabzdan önce satış gibi şer’an sakıncalı bir durum söz konusu olmadıkça borçludan başkasına satılması caizdir.[76]

           

 

 

 


                  

               İSLAMA GÖRE SİGORTA NASIL OLMALIDIR

 

1. Birden çok kimseler her ay veya belli vadelerde para koymak suretiyle bir  yardımlaşma sigortası oluşturabilir. Bu para hiç çalıştırılmadan sağlam bir paraya veya altın gibi bir değere çevrilerek bekletilebilir. Yangın, sel, kaza, hırsızlık gibi kaçınılması imkânsız bir zarara uğrayan üyeye, zararın durumuna göre, o güne kadar ödediği primlerin bir kaç katı ödeme yapılır. Üyenin geri ödeme gücü tamamen ortadan kalkmış olursa bu meblağ bağış kabul edilir. Eğer ödeme gücü varsa belli taksitlerle bu yardımı geri iade eder. Bu takdirde darda kalan üyelere karz-ı hasen yardımı yapılmış olur.

Toplanan para ticaret yatırımlarında işletilerek geliri ana paraya eklenmeye devam eder, sigorta şirketi güçlenince aylık veya belli vadelerde ödenen primler azaltılır ve sonunda sıfıra kadar indirilebilir. Ortaklardan kimileri ek prim ödemek suretiyle, otomobil, fabrika, dükkân, iş hanı ve benzeri taşınır veya taşınmaz mallarını sigorta kapsamına aldırabilir.

Diğer yandan yalnız belli bir malı nakil veya belli bir yere kadar yolculuk süresi ile sınırlı olmak üzere, yatırılacak standart prim karşılığında geçici sigorta da mümkün olabilir.

Bir felâketle karşılaşan üyenin zararının büyük olması halinde verdiği, primden fazlasını alırsa, bu fazlalığı diğer sigortalılar ona bağışlamış, böyle bir zararın meydana gelmemesi halinde ise, sigortalı yardımlaşma kurumuna ödediği primleri bu kuruma bağışlamış sayılır. Böylece sigorta kuruluşu, başkalarını istismar aracı olarak değil bir yardımlaşma kurumu olarak meydana gelmiş bulunur.

2. Devletin organize edeceği sosyal güvenlik kuruluşu: Yukarıda özelliklerini belirttiğimiz sigorta kuruluşunu üst noktada İslâm Devleti’nin organize ve kontrol etmesi daha sağlam bir yoldur. Ancak burada da şirket kurucusu olan devletin bu işi kâr amacıyla yapmaması gerekir. Elde edilecek gelirler ana paraya eklenmeli, sigorta şirketi güçlendikçe eski ortakların prim oranı azaltılmalı, belirli dönem sonra prim ödemeden mal, can, organ vb. beklenmedik zararların bu kuruluşça karşılanması amaçlanmalıdır.

Sigortanın amacı tek kişinin altından kalkamayacağı ağır yükü mümkün olduğu kadar fazla sayıda kişilere yaymak ve böylece büyük zararları, kimseye ağır gelmeyecek bir yolla karşılamaktır. Bir mü’minin karşılaştığı sıkıntı ve zararı diğer mü’minlerin paylaşması kadar tabii bir şey olamaz. İflâsın eşiğinde olan bir mü’mini geri dönmeyecek bir maddî yardımla desteklemek güzel bir haslettir. Ancak insanların bu sıkıntı ve dayanılmaz acılarla dolu kaza, musibet ve felâket durumlarını istismar ederek büyük paralar toplamak bunun çok az bir bölümünü zararların tazmini için harcadıktan sonra geri kalan büyük gelirlerin sigorta şirketi sahibi bir kaç kişi arasında paylaşılması İslâm’ın öngördüğü bir yardımlaşma kurumu sayılamaz. Çünkü sigorta bir ortaklıksa bundan oraya prim veya aidat ödeyen her üyenin meydana gelecek kârdan payını alması gerekir. Ya da kâr ana paraya eklenerek yardımlaşmanın yaygınlaşması amaçlanmalıdır.

 Sonuç

Sonuç olarak sigorta konusunda şunları söyleyebiliriz:

1) İslâmî hükümlerin tam olarak uygulandığı bir ülkede ayrı bir sigorta sistemine ihtiyaç duyulmaz. Yangın, sel, kaza, iflâs gibi kişinin tek başına üstesinden gelemeyeceği büyük harcama ihtiyacı ortaya çıkarsa bu kimsenin ihtiyacı Devlet bütçesinin “zekât” fonundan karşılanır.

2) Kişiyi tamamen yoksul duruma düşürmemekle birlikte belli bir mal varlığını veya sağlığını bir anda yok edebilen rizikolara karşı da zirvesinde devlet organizesi bulunan yardımlaşma sigortası kurulabilir. Böyle bir sigortada kâr amacı güdülmez. Anapara işletilirse kâr anaparaya eklenir ve sistem güçlendikçe bu sisteme bağlı olanların ödeyeceği primler azaltılır ve giderek prim alınmaz olur. bu çeşit sigorta “karşılıklı olarak hibeleşiniz, birbirinizi seversiniz” hadisine uygun düşer.[77]

3) Tamamen, ticaret amacıyla kurulan ve finansmanlarını faizli bankalarda nemâlandıran sigorta teşkilatları ise, insanların sıkıntılı ve acılı anlarını istismar eden aracılar durumundadır. Çünkü böyle bir sigorta işlemi, ihtiyaç olmadığı halde, ileri derecede belirsizliği (garar) bünyesinde bulunduran bir bedelleşme (ivaz) akdidir. Hz. Peygamber gararı (aldanma riski bulunan işlemi) yasaklamıştır.

Ancak sosyal sigortalar kurumu, emekli sandığı ve bağ-kur teşkilatı gibi sosyal güvenlik kuruluşları, zirvesinde devlet organizesi bulunan ve sosyal yardımlaşma niteliği olan, kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Bunlar az prim ödeyip çok alma veya çok pirim ödeyip az alma durumlarında “İslâm’daki karşılıklı hibeleşme” prensibine göre yardımlaşma görevi yaparlar. Anaparaları meşru şekilde gelir getiren yatırımlarda kullanılabilir. Elde edilen gelirler anaparaya eklenerek büyüme sağlanır veya sistemin küçülmesi ya da zayıflaması önlenmiş olur. Anaparaları meşru şekilde nemâlandırılan böyle bir kuruluşa üye olmak, prim ödemek ve gerektiğinde hastalık, sakatlık, malûllük, dul, yetim, yaşlılık veya emeklilik gibi nedenlerle buralardan ikramiye, maaş ve benzeri yardımlar almak mümkün ve caiz olur.

           VADELİ SATTIĞI MALI PEŞİN PARA İLE GERİ ALMAK      (lyne Satışı):

 

İslâm’da para peşin mal veresiye veya mal peşin para veresiye satış yapmak caiz görülmüştür. Birincisi selem akdi adını alır, bunun standart (mislî) mallarda, teslim tarihi belirlenerek yapılabileceği sünnetle sabittir. Mal peşin para veresiye satışlar, vadeli satış adını alır. Bu da Kitap ve Sünnetle caiz görülmüştür. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinizle borçlandığınız zaman onu yazın.[78] Bu ayet genel anlamda peşin ve vadeli satışları da kapsamaktadır. Nitekim Rasûlullah (s.a) bir Yahudi’den veresiye yiyecek satın almış ve demirden zırhını rehin olarak bırakmıştır.

Diğer yandan veresiye satışlara kimi zaman finansman temin etmek için başvurulmaktadır. Meselâ; bir kişi bir başkasına vadeli bir satış bedeli karşılığında bir mal satsa, sonra aynı malı ondan peşin paraya satın alsa, bu durumda iki satış akdi gerçekleşmiş olur. Bir otomobili bir yıl vadeli yetmiş milyona satıp elli milyona geri almak gibi. Bunu alıcı bakımından düşünürsek, yetmiş milyona bir yıl vadeyle satın aldığı otomobili peşin olarak aynı kişiye elli milyona satmış olur ve böylece bir yıl süreyle kullanabileceği elli milyon lira finansman sağlanmış bulunur. Vadeli olarak aldığı bu aracı, üçüncü bir kimseye peşin parayla satması mümkündür. Bütün bu durumlarda her iki satım akdi de rükün ve şartları tam ol­duğu için dış görünüş bakımından geçerlidir. Bu tür satışlara Mâlikîler “büyûu’l-âcâl (vadeli satışlar)”, bazı bilginler ise “beyu’l-ıyne (lyne satışı)” adını verirler.

Gerçekte böyle bir satış, faizli kredinin yasak ve çirkin görüldüğü bir toplumda, faizi alış-veriş muamelesi içinde gizlemek amacıyla yapılmaktadır. Başka bir deyimle meşru bir muamele, meşru olmayan bir amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanılmış olur. Meselâ; bir kumaş tüccarı kendisinden üç ay süreyle on milyon lira ödünç para isteyen kimseye, bir top kumaşı üç ay vadeli on iki milyona satıp teslim ettikten sonra aynı kumaşı on milyon peşin para ile geri sa­tın alsa “lyne satışı” gerçekleşmiş olur. Burada paraya ihtiyacı olan kimse on milyonu almış, fakat üç ay sonrası için, veresiye kumaş satın alma işleminden doğan on iki milyonu borçlanmış bulunur. Burada iki milyon fazlalığın faize benzediğinde şüphe yoktur.[79]

Ebu Hanife’ye göre, üçüncü kişinin araya girmesi halinde lyne satışı caiz olur. Şöyle ki, meselâ; bir kimse kumaş tüccarından on milyon ödünç para ister. Tüccar para yerine ona on milyon lira tutarındaki bir top kumaşı üç ay vade ile 12 milyona satarak teslim eder. Bu kimse kumaşı üçüncü bir kişiye meselâ, on milyona satıp teslim eder, üçüncü kişi de kumaşı ilk satan tüccara alış fiyatı üzerinden yani on milyon lira peşin para ile satar. Sonunda paraya ihtiyacı olan kimse bu üçlü alış-veriş sonucunda on milyon nakit parayı almış ve üç ay sonrası için on iki milyon lirayı borçlanmış olur.

lyne satışı ile ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar dinar ve dirhem konusunda cimrilik gösterir, iyne satışı yapmaya dalar, ineklerin arkasından gider ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir bela indirir ve yeniden dinlerine dönünceye kadar bu belayı üzerlerinden kaldırmaz.[80] Diğer yandan  Zeyd İbn Erkam (ö.66/689)’ın Hz. Âişe (ö.57/676)ile kıssası da bunu desteklemektedir. Eyfa kızı el-Âliye dedi ki: “Zeyd b. Erkam’dan çocuğu olan cariye (ümmü veled) olarak ben ve Zeyd’in eşi, Hz. Aişe’nin yanına girdik. el-Âliye dedi ki: “Ben Zeyd b. Erkam adına bir köleyi Atâ’ya sekiz yüz dirheme sattım. Sonra ondan (peşin) altı yüz dirheme satın aldım.” Hz. Âişe dedi ki: Sattığın da, aldığın da ne kötü olmuş. Zeyd’e söyleyin. O, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a) ile birlikte katıldığı savaşta kazandığı sevabı kaçırmış olur, meğer ki akdi boza ve tevbe ede.”[81]

Ebu Yusuf’a göre Iyne satışı geçerlidir. İmam Muhammed, Şafiî ve Dâvud ez-Zâhirî (ö.270/883)’ye göre lyne satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Çünkü Şâfiîler yukarıdaki Zeyd b. Erkam’la ilgili olan hadis için “sabit değildir ayrıca Zeyd’in bu konuda Hz. Aişe’ye karşı çıktığı da belirlenmiştir. Sahabe arasında görüş ayrılığı bulununca bizim izleyeceğimiz yol kıyastır” demişlerdir. Diğer yandan böyle bir satış, dış görünüş bakımından rükün ve şartları tam olan bir akittir. Burada gizli olan niyete de itibar edilmez. Akdin bu yönü Allah’a havale edilir. Ancak İmam Muhammed’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu satım akdi kal­bime dağlar gibi oturmuştur, faiz yiyicilerin uydurduğu kötü bir adettir. Çünkü Hz. Peygamber bu çeşit satış yapanları yermiştir.”[82]

Ebu Hanife’ye göre iyne satışında satıcı ile alıcı arasına üçüncü bir kişi girmezse satım akdi fasit olur. Ancak araya üçüncü kişi girerse satış geçerli olur.[83]

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış bâtıldır. Delil seddu’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama) prensibidir. Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam (r.a) kıssası da bunu desteklemektedir.

Sonuç olarak vadeli satılan bir malın yeniden satıcısına peşin ve ucuz şekilde dönmesi yapmacık alış-verişlerin içinde faizi gizlemeye elverişli bulunmaktadır. Çünkü ayni malı iki kişinin karşılıklı olarak birbirine ıyne yoluyla satmasında faiz şüphesi vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında XV. yüzyıldan itibaren ekonomik hayatta önemli bir yer tutan para vakıflarının esnaf ve tüccara finansman olarak kullandırılmasında da ıyne yönteminden yararlanıldığı görülür. Hatta lynenin meşru şeklini bilmeyen mütevellilerin vakıf merkezinde bulundurdukları bazı eşyayı, işletmek üzere para isteyenlere vadeli pahalı satıp, o anda daha ucuz fiyatla peşin olarak geri aldıkları bilinmektedir.[84] Halbuki nakit paranın vakfedileceğine ilk fetvayı veren Hanefi müctehidi Züfer b. el-Huzeyl (0.158/774) bu paraların işletilme yöntemini de şöyle belirlemiştir: “Bir kimse dirhemleri, ölçü veya tartı ile satılan mislî menkulleri vakfetse bu caiz olur. O’na denildi ki; Bu nasıl olur? Dedi: Dirhemler (nakit para) mudârabe (emek-sermaye ortaklığı) yoluyla verilir, sonra kârı (ribh) vakfın hayır cihetine harcanır. Mislî menkuller ise önce satılır, satış bedeli dirhemlerdeki gibi mudârabe veya bidâa (vakıf parayı meccânen çalıştırıp anaparayı ve tüm kârı vakfa verme yöntemi) ile verilir. Meydana gelecek olan kâr, vakıf cihetine sarfedilir.”[85]

lyne satışında gerçekleşen iki veya üç muamele her ne kadar şekil bakımından tamam olsa bile, sonuçta satıcının amacının, veresiye pahalı olarak sattığı malı daha düşük peşin para ile geri alma olduğunda şüphe yoktur. Başka bir deyimle alış-veriş içinde faiz gizlenmeye çalışılmaktadır. Mecelle’de; “Akitlerde itibar lafza değil mânâyadır”[86] kuralı yer alır. Bir akit rükün ve şartları tam olsa bile, âhiretteki sorumluluğun niyet, anlam ve akdin iç yüzüne göre olacağını unutmamak gerekir. Bütün ibadet ve muamelelerde niyetin önemi büyüktür. Niyetin bunların bazısında farz, bazılarında sünnet veya müstehap olması amelin faziletinin niyetteki samimiyete göre belirleneceği gerçeğini değiştirmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Her bir kişi için niyet ettiği şey vardır…”[87]

Günümüzde vadeli olarak satın alman bazı mallar, nakit sıkıntısı yüzünden, satın alındığı fiyatın altında bir bedelle peşin olarak satılmaktadır. Böyle bir alım-satım yapan kimse de faize düşmüş olur mu? Burada ucuza satılan mal, satın alınan kişiye değil, üçüncü bir kişiye satıldığı için muamelede “lyne satışı” niteliği yoktur. Meselâ; bir kimse bedelini altı ay sonra vermek üzere bir otomobili seksen milyon liraya satın alsa, ancak paraya olan ihtiyacı nedeniyle bunu altmış milyon peşin para ile üçüncü bir kişiye satsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bunu bir kredi kaynağı olarak kullanıp, borçlarını ya da ödeyemediği çeklerini bu yolla kapatmaya çalışmak bu kimseyi kısa sürede çıkmaza sürükler. Çünkü borçların vadeleri geldiğinde, peşin satışlardan elde ettiği paranın fazlasını ödemek zorunda kalacağı için büyüyen farkı kapatması mümkün olmaz. Bu yüzden yüksek fiyatla vadeli mal alıp, zararına peşin fiyatla satış yoluna gidenlerin çoğunun bir süre sonra iflasla karşılaştıkları görülmektedir. Böyle bir satış şekli, unsurları bakımından tam görünse bile sürekli olarak başvurulacak bir yol değildir. Burada da zamana bağlı olarak ortaya çıkan fazlalığı karşılayamamak kişiyi sıkıntıya sokmaktadır. Ayrıca veresiye pahalı alınan malı peşin olarak alış fiyatının altında bir fiyatla satarken “hiç kârsız veya zararına satış” yapıldığını ilân etmek de yanıltıcı bir yoldur. Çünkü böyle bir mal peşin fiyatla satın alınsaydı, yine peşin fiyatla satışında kâr olacaktı. Kârın olmayışı, veresiye yüzünden vuku bulduğu için, bu kimsenin kârsız satış iddiası dayanaksız kalmaktadır. Eğer zararına satış yapıldığını ileri sürerse, bunun yanında malı vadeli aldığını da açıklamalıdır. Böylece alıcıyı yanıltmamış ve ona doğru bilgi vermiş olur. Ancak serbest pazarlıkla yapılan alış-verişte (musâvemeli satış) satıcı alış fiyatını veya maliyeti ya da kâr oranını alıcıya açıklamak zorunda değildir. Ancak açıkladığı takdirde de verdiği bilgilerin doğru olması, bu konuda alıcıyı yanıltmaması ve etki altında bırakmaması gerekir.

        


 

       MEYVA VE EKİNLERİN HASATTAN ÖNCE SATILMASI

Günümüzde bir takım meyvelerin çiçeğinde veya daha olgunlaşmadan dalında iken, ağaç başına veya bahçenin bütünü için bir satış bedeli belirlenerek satıldığı görülmektedir. Ekinlerin de başağında iken satışı söz konusu olabilmektedir. Burada satıştan amaç meyvenin veya ekinin kendisi olduğu için bunlarda meydana gelmeme rizikosu “garar’ı (aldanma satışı)” akla getirmektedir.

Çiftçilikle uğraşanların, ya da sebze ve meyve ticareti yapanların çokça karşılaştığı bu gibi, muameleleri aşağıda açıklamağa çalışacağız.

İslâm bilginleri henüz meydana gelmemiş olan meyvenin dalında satışının geçerli olmayacağı üzerinde görüş birliği içindedir. Çünkü bu, mevcut olmayan bir şeyin (ma’dum) satışı veya belli bir ağacın bir kaç yıllık meyvesinin peşin para ile satışı anlamına gelir. Bunların her ikisi de hadisle yasaklanmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Hakîm b. Hizâm’a; “Sahip olmadığın birşeyi satma”[88] buyurmuştur. Yine Allah elçisi Medîne’ye geldiklerinde, orada meyveler için bir veya iki yıllığına selem (para peşin, hasat zamanı elde edilecek tüm meyveyi satın alma) sözleşmesi yaptıklarını gördü. Onların bu şekilde meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan bir şey üzerinde bir kaç yılı kapsayabilen satışını Hz. Peygamber (s.a) yasakladı. Hadiste; “Hz. Peygamber ağaçları yıllar boyu satmayı nehyetti.”[89] buyurulur. Bu satışın yasaklanma nedeni, satışa konu olan şeyin akit sırasında mevcut olmaması ve daha sonra da meydana gelmeme rizikosunun bulunmasıdır. Bu durum garar hali olup, Hz. Peygamber garar’ı yasaklamıştır.[90] Garar; yukarıda açıkladığımız, gibi ne olduğu belli olmayan ve sonucu belirsiz olan demektir. Çiçeğinde iken satılan meyvelerin ve başağında yeşil iken satılan ekinlerin verim durumunun ne olacağını önceden belirlemenin güçlüğü açıktır.

İslâm belirsiz, nitelikteki ve miktardaki meyveler üzerinde selem yapmak yerine, nitelikleri belirli olan standart (mislî) şeylerin para peşin mal veresiye (selem) sözleşmesine konu olabileceği prensibini benimsemiştir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim para peşin mal veresiye selem sözleşmesi yaparsa, bunu belirli ölçüye veya belirli bir tartıya göre ve belirli süre tayin ederek yaparsın.[91] Bununla satıcı ve alıcının aldanma riski kaldırılmış bulunur.

Diğer yandan sebze, meyve ve ekinlerin hasat edildikten sonra ölçü, tartı veya sayı ile yahut da tahmin üzere toptan satışının da caiz olduğu konusunda görüş birliği vardır.

Sebze, meyve veya ekinlerin meydana geldikten sonra henüz dalında veya başağında iken satışlarının caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefîlere göre dalında veya başağında satılan bu maddelerin satışı konusunda aşağıdaki durumlar söz konusu olabilir:

          


 

             ALDANMA TEHLİKESİ BULUNAN (GARAR) SATIŞI

 

Meydana geleceği kesin olmayan ve bir taraf için aldanma tehlikesi bulunan satışa “garar satışı” denir. Garar, hadisle yasaklanmıştır. Gararlı satışların bir bölümü batıl satış çeşidine girerken bir bölümü de fasit satış grubunda yer alır. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre garar satışı çeşitleri bâtıl hükmünde bulunur.

Şu sözleşmelerde özellikle alıcı için aldanma rizikosu açıkça görülür. Balıkçıya; “Ağını suya bir defa at, ne kadar balık çıkarsa 200 bin liraya alıyorum” denilse, hiç balık çıkmaması halinde satış bedeli karşılıksız kalır. Yine bir dalgıca; “Bir dalışta çıkaracağın süngerleri 500 bin liraya alıyorum” denilse, dalgıcın hiç sünger çıkaramaması muhtemel olduğu gibi, alacağı para miktarı değişmeyeceği için kendisini fazla yormadan az miktarda süngerle yetinmesi de mümkündür.

Dalındaki meyveyle daha önce toplanmış meyveyi, başağındaki buğdayla hasat edilmiş buğdayı tahmin yoluyla trampa etmekte de garar söz konusudur. Çünkü aynı cinsten olan iki malın değişiminde aradaki fazlalık faiz olur. Ancak halkın yemelik taze hurma ihtiyacını karşılamak amacıyla az miktarda taze hurmanın kuru hurma ile değişimine (ariyye) Hz. Peygamber izin vermiştir.

İbn Cüzeyy hadis-i şeriflerle yasaklanan gararlı satışın 10 çeşidinin bulunduğunu tespit etmiştir. Bu çeşitler şunlardır:

  1. Malın teslim güçlüğü. Kaçıp gitmiş ve dönmemiş hayvanı veya hayvanın doğmamış olan yavrusunu yahut da yavrunun yavrusunu satmak gibi.
  2. Satılan malın veya satış bedelinin cinsinin bilinmemesi.
  3. Bedellerin niteliğinin bilinmemesi. “Evimdeki bir elbiseyi sana sattım” demek gibi.
  4. Satılanın veya satış bedelinin miktarının bilinmemesi. “Malı, günün rayiç bedeli ile satıyorum” demek gibi.
  5. Veresiye satışta vadenin belirlenmemesi veya belirsiz bir tarihin tespit edilmesi. Meselâ; “Şu malı Ali’nin yolculuktan dönüşüne kadar veya Mehmed’in öleceği tarihe kadar vadeli olmak üzere sana satıyorum” demek gibi.
  6. Bir satışta iki satış yapmak. Bu da farklı iki satış bedelinden birisi ile malı  satmak veya iki maldan birisini tek bir satış bedeli ile satmak şeklinde olur. “Ben sana şu elbiseyi peşin yüz, bir yıl vadeli iki yüze satıyorum” deyip satışın ikisinden birisi hakkında bağlayıcı olmasıdır. Ancak alıcı bu iki fiyattan birisini tercih  ederse satım akdi bu fiyat üzerinde kesinleşmiş olur. “Ben sana şu iki maldan birisini şu fiyata satıyorum” denilmesi halinde de satılan malda belirsizlik vardır ve satış fasit olur. Ancak satış meclisinde alıcı tercihini bildirerek satışı geçerli hale getirebilir. Aksi halde tarafların satışı bozma hakkı doğar.
  7. İslahı veya iyileşmesi umulmayan şeyin satışı. Çürümüş malı veya hasta olup iyileşmesi umulmayan hayvanı satmak gibi.
  8. Elindeki çakıl taşını atıp isabet ettirdiği malın satılmış sayılması.
  9. Münâbeze satışı. Bu, satıcının elindeki kumaşı alıcıya atması sonucunda satışın meydana gelmesi yoluyla yapılan bir satış türüdür.
  10. Mülâmese satışı: Bu, alıcının satın alacağı mala dokunması ile satışın bağlayıcı olmasıdır. Burada malı inceleme, eline alıp bakma fırsatı verilmediği için alıcının aldanma ihtimali vardır. İşte bu on çeşit satış aldanma rizikosu bulunduğu ve bir takım belirsizlikleri bünyesinde bulundurduğu için “garar satışı” sayılır ve Rasûlullah (s.a)’ın hadisle yasakladığı kapsama girer.

 

                                  KABZDAN ÖNCE SATIŞ

 

Hanefîlere göre taşınabilir şeylerin kabzdan önce satışı caiz değildir. Çünkü böyle bir satış sünnetle yasaklanmıştır.[92] Fakat taşınmazların kabzdan önce satışı caiz görülmüştür. Çünkü bunların satış süresi ile teslim tarihi arasında bir değişikliğe uğraması ender rastlanan bir durumdur. Bu yüzden gayri menkullerin kabzdan önce alıcı tarafından başkasına satılması halinde satım akdini ye­rine getirmede güçlük doğmaz.

Şâfiîlere göre ise kabzdan önce satış yasağı genel anlam ifade eder, menkul ve gayri menkul tüm malları kapsamına alır. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Hz. Peygamber malların satın alındıkları yerde satışını, tüccar onları kendi yükleri arasına götürünceye kadar yasaklamıştır.”[93] Mâlikîler bu konudaki yasağı yalnız yiyecek maddelerine, Hanbelîler ise ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeylere ait kabul etmişlerdir. Hadiste şöyle buyurulur: “Bir yiyecek satın aldığın vakit, onu tam olarak eline geçirmedikçe başkasına satma.”[94]

 


 


 

               ŞEHİRLİNİN KÖYLÜ ADINA SATIŞ YAPMASI

               (Hâzırın Bâdî İçin Satış Yapması):

Sebze, meyve ve taneli bitkileri üretenlerin bunları pazarlaması sırasında aldanmamaları için İslâm’da birtakım önlemler alınmıştır. Çünkü tarımla uğraşan çiftçi ve köylü çoğu zaman piyasa fiyatlarını izleyemez, esnaf ve tüccarın bu konudaki tecrübeleri karşısında aldanmaya maruz kalır. Diğer yandan dışarıdan mal getirenleri belli sayıda kişilerin karşılayıp ellerinden mallarını alması ve onlar adına satış yapması tekelleşmeye yol açar. Aynı cins malı satan az sayıda kişilerin ise kendi aralarında anlaşarak fiyatları sun’î olarak yükseltmeleri ve bu­nun topluma zarar vermesi her zaman söz konusu olabilir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Nebi (s.a) şehirlinin köylü adına satışını yasaklamıştır. İsterse bunlar onun babası veya kardeşi olsunlar.”[95] Bununla yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerinin belirli ellerde toplanıp, piyasaya kontrollü biçimde sürülmesi ve bu yolla fiyatların sun’î olarak yükselmesi önlenmek istenmiştir.

İslâm, dış müdahalelerden uzak, kendi içinde serbest rekabete açık, akıcı ve şeffaf bir ticaret piyasası amaçlamıştır. Câbir b. Abdillah (r.a)’ın naklettiği aşağıdaki hadis bu amacı açıkça belirlemektedir: “Şehirli köylü adına satış yapamaz. İnsanları kendi haline bırakınız, Allah onlardan bir bölümünü diğerleri sebebiyle rızıklandırır.”[96]

Dıştan mal getirenle yerleşim merkezinde bulunan tüccar arasında şöyle bir sözleşme söz konusu olur. Şehirli satıcı köylüye veya dışarıdan mal getirene; “Sen bu malı bana bırak; ben onu senin adına tedricen satayım.” Bunun genel olarak şehre giren bütün mallar için başvurulan bir yöntem olduğu düşünülürse o yörede belli tekeller oluşur ve toplum bundan zarar görür.

Hanefîlere göre böyle bir satış belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur. Şafiî ve Hanbelîlere göre burada yasaklanan husus köylünün elinden malın günlük fiyatın üstünde bir fiyatla peyderpey satmak üzere şehirli tarafından alınmasıdır. Fiyatı bilmeyen şehirliler de bu kapsama girer. Böyle bir satışta mu­hayyerlik hakkı söz konusu olur. Mâlikîlere göre ise şehir dışından gelen (bâdî) ifadesi hadiste bir kayıt olup, bununla piyasa fiyatlarını bilmeyen kimseler kastedilmiştir. Malların ve piyasanın fiyatlarını bilen şehir ve köy halkı ise bu kapsama girmez. Fiyatları bilmeyen kimsenin bu şekilde satışı ile fesih hakkı doğar.[97]

               

KAFİLELERİ YOLDA KARŞILAMA YASAĞI

(Telakkı’r-Rukbân)

 

Bu, şehirde satmak üzere yiyecek maddesi getirenlerin yolda karşılanıp yüklerinin satın alınmasıdır. Tavus’un İbn Abbas (r. anmuhâ)’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:

“Allah’ın Rasûlü binitlileri yolda karşılamayı (pazara gelmeden yüklerini almayı) ve şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasaklamıştır. Tavus, İbn Ab-bas’tan; şehirlinin köylü adına satışının anlamı nedir? diye sormuş, o da; “şehirli köylüye komisyoncu (simsar) olup onun adına malını satamaz” şeklinde cevap vermiştir.[98]

Hadis-i şerifte dışarıdan mal getirenler genellikle binitli olarak geldikleri için kafilelerden söz edilmiştir. Mal getirenlerin binitli olması ile yaya bulunması veya bir kişi olmasıyla kalabalık bulunması arasında bir fark yoktur.

Hanefîlere göre binitlilerin yolda karşılanıp yüklerinin alınması belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur. Mal sahibi piyasa fiyatlarını öğrenince aldandığını anlarsa satış akdini bozabilir. Çünkü buradaki yasaklama satışın dışında kalan bir nedene dayanır. Nitekim hadis-i şerifte böyle bir durumda satıcıyı korumak üzere şöyle buyurulmuştur:

“Malın sahibi bu durumda pazara vardığı zaman muhayyerlik hakkına sahiptir.”[99] Burada satışın geçerli olduğuna da işaret vardır.

Mâlikîlere göre pazar esnafının hakkı nedeniyle caiz değildir, fasittir. Şafiî ve Hanbelîlere göre aldanma halinde muhayyerlik hakkı söz konusu olur.

Günümüzde tarımla uğraşan çiftçi ve köylülerin ürünleri henüz gerçek piyasa fiyatları oluşmadan ürün hasat edilir edilmez, özel sektör ve devlet sektörü tarafından ilân edilen fiyatlarla satın alınmaktadır. Çiftçi daha önceden özendirilen banka ve tüccar kredileriyle borçlandırıldığı için ürününü belli bir süre içinde satmak zorunda bırakılmaktadır. Buğday, arpa, çay, fındık gibi önemli tarım ürünleri belli sayıda devlet veya özel sektör kuruluşunun eline geçtikten sonra arz ve talep dengesi sonucunda ya da piyasaya kontrollü arz yapılarak fiyatlar yükselmektedir. Böylece tarım ürünlerinden asıl büyük kârı bu kuruluşlar sağlamaktadır. Yukarıdaki hadiste belirtilen şehir kenarında karşılanan ve piyasa fiyatlarını öğrenemeden malları ellerinden alman üreticilerle, günümüzdeki daha gerçek piyasanın oluşmasına fırsat bırakılmadan köylünün elinden ürününün alınması arasında büyük benzerlik vardır. Burada yine köylünün arz talep dengesiyle fiyatların oluşması konusundaki piyasa fiyatlarını izleyememesi, büyük sermaye çevrelerinin ise bu konuda geniş tecrübe sahibi olmalarının önemli rolü vardır.

Kanaatimizce bu konuda devletin üreticiyi ezdirmeyecek, onları borç yükü altına sokarak, meselâ her yıl Eylül ayı içinde ürününü hasat eder etmez satmak zorunda kalmayacakları bir düzenleme yapması gerekir. Tarımla uğraşanların kendi ürününü depolayıp daha düzenli olarak piyasaya sürmesi ve hakkı olan kârı alması amaçlanmalıdır. Bir İslâm toplumunda İslâm ekonomisinin dengeleri içinde tarımla uğraşanların da bu dengeden payına düşeni alacaklarında şüphe yoktur.


 

    MÜŞTERİ KIZIŞTIRILARAK FİATLARIN YÜKSELTİLMESİ

    (Neceş Satışı)

 

Bazen gerçek alıcı olmadığı halde, müşteri kızıştırmak için alıcı gibi davranan ve bu yolla fiyatı sun’î olarak yükselten kimseler olur. Müşteri kızıştıran kişi, satıcı ile anlaşarak bu işi yapar. Ya ona satışta ortaktır, ya da ondan satış başına bir komisyon alır.

Hz. Peygamber (s.a); “Müşteri kızıştırmayınız”[100] buyurarak bunu yasaklamıştır.

Necş bir terim olarak satış bedelindeki sun’î artışı ifade eder. Bu artış satıcının anlaşması sonucu gerçek alıcı olmayan fakat alıcı gibi davranan kişi tara­fından sağlanır. Bunlar her ikisi de günahta ortak olurlar.

Günümüzde özellikle açık arttırmalarda bu yola çokça başvurulduğu görülür. Gerçek alıcı olmadığı halde satışa giren bazı kimseler kimi zaman fiyatın yükselmesini sağlarken kimi zaman da bir menfaat karşılığında açık arttırmadan çekilerek malın çok ucuza satılmasını sağlamaktadır. Bu son durumda da satıcı yerine alıcı lehine menfaat sağlanmaktadır. İslâm’da açık arttırma yoluyla satış caiz görülmüş, bizzat Hz. Peygamber tarafından da bu gibi satışa başvurulduğu olmuştur. Meselâ; yoksul bir sahabenin bir eşyası açık arttırma sonucu en yüksek fiyatı verene satılmıştır.

Ancak açık arttırmaya fesat karıştırılmaması gerekir. İslâm bilginleri neceş yapanın âsî olduğu konusunda görüş birliği içindedir.

Neceş satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Bu kerahet malın gerçek değerinden daha yüksek bir fiyata satılması halinde söz konusu olur. Bir kimse alıcı olmadığı halde malın gerçek değerine kadar fiyatı yükseltmeye devam etse bunda bir sakınca bulunmaz. Çünkü bu, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olur. Diğer yandan açık arttırma ile satış en yüksek fiyatı verene malı satmak anlamına geldiği için sonuçta satım akdi gerçekleşir. Dışarıdan fiyatı hileli yollarla aşırı yükseltmeye veya aşırı düşük tutmaya çalışanlar ise günah yükü altına girmiş olurlar.

 

 


 

           CUMA NAMAZI SIRASINDA ALIŞ-VERİŞ YAPMAK

 

Cuma namazı için ezan okunduğu zaman, çevrede bulunan bütün ergin mü’min erkeklerin toplu olarak namaza katılmaları gerekir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah’ın zikri olan namaza koşun. Alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılıp Allah’ın lutfundan nasibinizi arayın, Allah’ı çokça anın ki kurtuluşa eresiniz.”[101]

Cuma günü nöbette bulunan güvenlik görevlisi, bekçi, nöbetçi, hasta, sakat, hastabakıcı gibi özürlü olanlar dışında[102] cuma namazı kılınan yöredeki tüm ergin müslüman erkeklerin alış-verişi veya başka işlerini bırakarak cuma namazına gitmeleri farz-ı ayn’dır. Bu, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğünün de bir gereğidir, işi bırakıp cuma namazına gidiş ve dönüş süresi Ebu Hanife’ye göre ilk ezandan cuma namazının farzını kılıncaya kadar olan süredir. Diğer müctehitlere göre ise bu süre imam hutbe için minbere çıktığı andan itibaren başlar ve farzın sonuna kadar sürer.

Hanefilere göre bu süre içinde alış-veriş yapmak tahrimen mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Şâfiîlere göre haram, Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise feshedilebilir niteliktedir. Hanbelîlere göre bu süre içinde yapılacak alış-veriş prensip olarak geçerli değildir.[103]

               


 

                ŞARAP FABRİKASINA ÜZÜM SATMAK

 

Bir kimsenin doğrudan şarap üreticisine üzüm satması Hanefîlere ve Şâfiîlere göre sonuç doğurur ve fakat hükmü mekruhtur. Çünkü dış görünüş bakımından satım akdi rükün ve şartlarına uyularak yapılmıştır. Satışın günah oluşu ise bu konudaki fasit niyet veya meşru olmayan amaç yüzündendir. İslâm toplumunun aleyhinde ya da zulüm, kargaşa ve haksızlık yolunda kullanacağı açık olan yere silah satışı veya haramın yayılmasına yardımcı olacak kumar eğlence vb. âletlerin üretilmesi ve satışı da bu niteliktedir. İslâm Devleti bu konuda gerekli tedbirleri alır, topluma zarar verecek üretim ve dağıtımı engeller.

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise kötülüğe giden yolu kapamak (seddü’z-zerâyi’) amacıyla bu gibi satışlar batıl kabul edilmiştir. Fitne döneminde veya yol kesenlere silah satmak gibi. Faize yol açabilen “lyne satışı” da bu niteliktedir. Çünkü haramın kendisi gibi, bu harama götüren, yol da niyet şeklinde bile olsa haramdır.

Sonuç olarak mü’minin harama veya haramın güçlenip yayılmasına yol açacak üretim veya ticaret çeşitlerinden sakınması gerekir.

 


 

                        SATIŞ ÜSTÜNE SATIŞ YAPMAK

 

İslâm’da alış-verişler mü’minlerin birbirine zarar vermemesi, anlaşmazlığa yol açmaması veya akdin taraflarından birisine ek bir yarar sağlamaması esaslarına dayanır. Bu yüzden satıcı ve alıcı belli bir mal ve satış bedeli üzerinde anlaştıktan sonra başkasının araya girerek bu alış-verişi bozması ve bu arada alıcıya kendi malını satmaya kalkışması mü’minler arasında menfaat çatışmalarına yol açar.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbir kimse kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın”[104] Başkasının satışını engelleme ya pazarlık sırasında ya da muhayyerlik bulunan satışlarda muhayyerlik süresi içinde söz konusu olur. Pazarlık sırasında satıcı ve alıcı satış üzerinde karar vermekle birlikte henüz akit tamamlanmadan önce bir başkası gelip satıcıya; “Ben bunu senden daha yüksek fiyatla alırım” diyerek sonuçlanmak üzere bulunan satışı bozar. Muhayyerlik halinde ise, bir kimse meselâ; üç gün muhayyer olmak üzere bir malı satın alır, ona bu süre içinde başka birisi gelerek; “Sen bu satışı feshet, ben sana onun benzerini daha ucuza vereyim veya ondan daha iyisini satayım” diyerek önceki satışı bozdurur. Ya da bu kimse yine muhayyerlik süresi içinde satıcıya gidip; “Bu satışı feshet, ben bu malı senden daha yüksek fiyata satın alırım” demesiyle gerçekleşir.

İslâm fakihleri bütün bu şekillerin haram olduğu ve bunu yapanların âsî bulunduğu konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz “satış üstüne satış yasağı” ifadesinden “mü’min kardeşliği” anlaşılır. Satış üstüne satışın hükmüne gelince; Hanefî ve Şâfiîlere göre bu tür satış günah olmakla birlikte sonuç doğurur. Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış fasittir.[105]

              GÜVENE DAYANAN SATIŞLAR

 

A) Serbest Pazarlıkla Satış (Müsâvemeli Satış):

Müşteriye alış fiyatı veya maliyet açıklanmaksızın bir satış bedeli üzerinde serbest pazarlıkla yapılan satışa musâvemeli satış denir. Burada pazarlık satıcının belirlediği bedel üzerinde olur. Fiyatların güvenilir olduğu piyasada satıcı­nın teklif ettiği bedel üzerinden pazarlıksız satış da yapılır. İslâm fıkhında bey’ (satış) denilince daha çok bu çeşit alışverişler hatıra gelir. Yalan ve aldatma karışma ihtimalini azalttığı için İslâm fakihlerinin çoğu musâvemeli satış şeklini daha uygun bulurlar.

Meselâ; bir kimse yüz bin liraya mal olan bir malı, bu maliyeti açıklamaksızın 120 bin liraya satsa bu musâvemeli satış olur. Alıcının pazarlıkla bu fiyattan indirim yaptırması da mümkündür. Böyle bir satışta, miktarı alıcıya açıklanmayan kâr da vardır.[106]

B) Murabaha Satışı (Kâr Miktarı Açıklanan Satış):

Alış fiyatının veya maliyetin misline bir kâr eklemek suretiyle yapılan satıştır. Burada malın sahibi, alıcıya, malı kaça aldığını ve ne miktar kâr eklediğini açıklar. Kârın miktarı yüz bin lira gibi maktu olabileceği gibi, yüzde on veya onda iki gibi oranlı da olabilir. İleride murabahalı satışın özelliklerini ayrıca açıklayacağız.

 

C) Tevliye Satışı (Kârsız Satış):

Bir malı alış fiyatına veya maliyetine satmaya tevliye satışı denir. Satıcı bazan malı elinden çıkarmak, para darlığı yüzünden onu nakde çevirmek, malın modasının geçmekte olması, mevsim sonunun gelmesi gibi nedenlerle hiç kârsız satış yapabilir. İslâm’da bir malın kârsız satışı da mümkün ve caizdir. Hz. Peygamber (s.a.) Medîne’ye hicret etmek isteyince, Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) iki tane deve satın alıp, birisini Allah elçisine bağışlamak istedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Bu iki deveden birisini bana aldığın fiyatla devret.[107] Hz. Peygamberin burada deveyi kârsız olarak satın alma teklifinde bu­lunması, bunun caiz olduğunu gösterir.

Tevliye’nin bir çeşidi olan beylu’l-işrâk başka birisini satışa ortak etmek demektir. Bu ortaklık alış fiyatı veya maliyet üzerinden olacağı için muamele kısmî tevliye niteliğindedir, nitekim Hz. Ebû Bekir Mekke’de köle statüsünde bulunan Bilâl b. Rabah el-Habeşî’yi (ö.20/641) satın alıp hürriyetine kavuşturmuştu. Hz. Peygamber, Bilâl (r.a.)’in satış bedeline ortak olmak isteyince de, Ebû Bekir (r.a) O’nu azat ettiğini bildirdi. Eğer satın alınan bir şeye, alış fiyatı üzerinden başka birisinin ortak olması caiz bulunmasaydı, bunu Allah elçisinin de istememesi gerekirdi.[108]

D) Vazîa Satışı (Zararına Satış):

Bir malı alış fiyatından veya maliyetinden daha düşük bir bedelle satışa “zararına satış” denir. Bir kimse malını belirli bir kârla satabileceği gibi, hiç kârsız hatta zararına da satabilir, hiç bedelsiz bağışlama yetkisi bile bulunduğuna göre, az veya çok bedelle satışı öncelikle caiz olur.

Ancak darda kalan kimsenin malını aşırı düşük fiyatla satın almaktan sakınmak gerekir Hz. Ali (r.a.)’ten şöyle dediği nakledilmiştir: İleride sıkıcı devirler gelecek ve zenginler ellerindeki servete sımsıkı sarılacak. Halbuki onlar bununla emrolunmadılar. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Aranızdaki iyiliği unutmayın.[109] Darda kalan kimselerle alış-veriş yapılır. Halbuki Nebî (s.a.) darda kalanın satışını, aldatma bulunan satışı ve olgunlaşmadan önce meyvelerin satışını yasaklamıştır.[110]

Ebû Davud’un Sünen’ini şerheden ebû Süleyman el-Hattâbî (ö. 388/998) darda kalanın (muzdar) satışını şöyle açıklar: Kişi ya tehdit ve korkutma ile malını satmak zorunda kalır ki böyle bir satış fasittir. Ya da ağır bir borç yükü yüzünden, zaruret nedeniyle malını ucuza satmak zorunda bulunur. Böyle bir kimsenin malını ucuza almak yerine ona yardımcı olmalı, ödünç para verme yoluna gidilmeli veya borcu, ödeyebileceği zamana kadar ertelenmelidir. Ancak bununla birlikte zaruret halinde yapılacak satış geçerli olup feshedilemez. Âlimlerin bü­yük çoğunluğu darda kalanın satışını mekruh saymıştır.[111]

İslâm her muamelede en güzel usul ve yöntemlerin yerleşmesini amaç edinmiştir. Alış-verişlerde de birbirinin sözüne, malla ilgili olan açıklamalara güvenen taraflar etki altında kalır. Sonradan aldatıldığını anlayan kimsenin insanlara ve topluma karşı güveni sarsılır. Bu yüzden ticarette güveni sarsacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Çünkü ticaret güven demektir.

Ashab-ı kiram, aleyhlerinde bile olsa ticarette doğru sözlülükten ayrılmazdı. Buna Cerîr b. Abdillah el-Becelî’yi (ö.51/671) örnek verebiliriz. Cerîr (r.a.), bir at satın almak ister. Beğendiği ata, sahibi 500 dirhem (o dönemde 5 dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir) ister. Alıcı Cerîr, ata 600 dirhem verebileceğini, ancak atın değerinin daha da yüksek olduğunu ve fiyatı 800 dirheme kadar artırabileceğini söyler. Atın gerçek değerinin farkında olmayan satıcı; Atın gerçekten bu kadar değerli midir? diye sorunca Cerîr; At, belki 800 dirhemden de fazla edebilir. Fakat ben daha fazla veremem diye cevap verir. Bu sırada çevrede bulunanlar Cerîr’e; Atı 500 dirheme satın alman mümkün iken fiyatı niçin bu kadar yükselttin? diye sorarlar. Cerîr şu cevabı verir: Biz alış-verişlerimizde hile yapmayacağımız ve bildiğimiz şeyleri söyleyeceğimiz konusunda Allah’ın Rasûlüne söz verdik. [112]


 

 

          MÜŞTERİYE VERİLMESİ GEREKEN BİLGİLER

 

A) Verilen Bilgilerin Doğru Olması:

Kâr miktarı açıklanarak veya kârsız satış yapıldığı bildirilerek yapılan satışlar “emânet (güvene dayalı) satışlaradır. Çünkü alıcı, satıcının alış fiyatı veya maliyet konusunda verdiği bilgilere bir belge veya yemin istemeksizin güvenmiştir. Bu yüzden onun bu güveninin kötüye kullanılmaması ve etki altında bırakılarak aldatılmaması gerekir. İslâmda yalan, hile ve aldatma yasaklanmıştır.

Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulur. Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hainlik etmeyiniz. [113]Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmuştur: Hile yapan bizden değildir.[114]

Helâl açıktır, haram da açıktır. Bu ikisi arasında şüpheli bir takım işler vardır. Bu yüzden kalbine şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap.[115] Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ederse itham altında kalabileceği yerlerde dolaşmasın.[116]

Malda sonradan bir ayıp meydana gelse, satıcı kâr miktarını açıklayarak satış yapmak istediği takdirde bu ayıbı açıklamak zorunda mıdır? Açıklamadığı takdirde yalancı durumuna düşer mi?

Eğer ayıp semavî bir âfet sonucu veya alıcı tarafından yahut canlı hayvanın kendi fiili ile meydana gelmişse Hanefîlerin çoğunluğuna göre, böyle bir mal, ayıbı açıklanmaksızın satış bedelinin tamamı ile murabahalı (kâr miktarı açıklanan) yolla satılabilir. Çünkü ayıplı cüze, satış bedelinin herhangi bir parçası karşılık sayılmaz. O, elindeki malı ulaştığı son durumla satmış olur.[117]

İmam Şafii (ö. 204/819) ve Züfer (ö. 158/775)e göre ise yalan şüphesini kaldırmak için sonradan meydana gelen ayıbın murabahalı satış türünde alıcıya açıklanması gerekir. Çünkü ayıp malın değerini eksiltir.[118]

Ayıp, satıcının veya üçüncü bir kimsenin fiili ile meydana gelmişse, bu durum açıklanmadıkça mal murabahalı olarak satılamaz. Bu konuda görüş birliği vardır.[119]

Malda, satıcının elinde iken doğum, meyve, yün ve süt gibi ziyadeler meydana gelse, bu durum müşteriye açıklanmadıkça murabahalı yolla satılamaz. Çünkü Hanefîlere göre satılacak malın kendisinden meydana gelen artışlar mal hükmünde olup satış kapsamına girer ve âdeten tek satış bedeli bildirmekle yetinilir.[120]

Ancak bir malı satın alan veya üreten kimse yeniden satıncaya kadar kira geliri elde etse bunu müşteriye açıklamaksızın kar miktarı açıklanan yolla satabilir. Çünkü burada ziyade (artış) malın kendinden meydana gelmiş olmaz ve bu yüzden de kira geliri murabahalı satışta satış kapsamına girmez.

Veresiye satın alınan bir mal, bu durum müşteriye açıklanmadıkça kâr miktarı açıklanan yolla (murabaha) satılamaz. Çünkü vadeli satış çoğu zaman satış bedelinin yüksek tutulmasına neden olur. Malı peşin parayla satın alan kimse fiyatta indirim, yaptırma imkânı bulur. Bu yüzden genellikle peşin veya veresiye alma durumuna göre alış fiyatı farklı olur[121] İlende veresiye satış ve vade farkının hükmü üzerinde ayrıca duracağız. Ancak malı vadeli almak bir fiyat farkına yol açmamışsa, bu takdirde bunun murabaha yoluyla satışta alıcıya açıklanması gerekmez.

Veresiye satın alınan bir mal, bu durum açıklanmaksızın, kâr miktarı açıklanan yolla satılsa ve alıcı bunu sonradan öğrense, malı tüketmediği sürece seçimlik hakka sahip olur. Dilerse satım akdini bozar, dilerse tasdik eder.[122]

İlk alıcı malı bir alacağı karşılığında satın almışsa, bu durumu açıklamaksızın güvene dayanan bir akitle satış yapabilir. Burada ilk alıcının etki altında kalarak malı borçlusundan pahalı alma ihtimali söz konusu olmaz. Ancak mal bir alacak karşılığında sulh yoluyla satın alınmış olursa, bu durumun kâr miktarı açıklanan bir yolla satışında açıklanması gerekir. Çünkü sulh, indirim yapma ve kolaylık gösterme sonucunu doğurur. Bu yüzden malı ikinci müşteriye satarken alış fiyatında bir müsamaha olup olmadığını açıklamak gerekir. Alacaklı alacağını bir an önce alabilmek veya alınamayan bir alacağını elde etmek için, bunun karşılığında malı yüksek fiyatla kabul etmek zorunda kalmış olabilir, ikinci satışta bu durum müşteriye açıklanmalı ki, malın gerçek değeri konusunda yanılmasın.[123]

Satın alınan bir mal, alıcının elinde iken değerlense, yeni değer üzerinden belirlenecek fiyatın üzerine belli bir kâr eklenerek murabaha yoluyla satılabilir. Bu durumun yeni alıcıya açıklanmaması aldatma sayılmaz. Çünkü satıcı yeni değere eklediği kâr miktarını açıklamakla dürüst davranmış olur. Ancak artık bu malı şu fiyata aldım demez, belki malın yeni değeri şudur der. Bu ilk alış fiyatı ile yeni değer arasında fark olduğu zaman böyledir. Eğer bunlar birbirine eşit olursa, hıyanet söz konusu olur ve yeni alıcı durumu öğrenince muhayyerlik hakkına sahip bulunur.

Yine bir kimsenin miras, vasiyet veya bağış yoluyla mâlik olduğu bir mala, adaletli bir bilirkişi değer koysa, sonra malik bu malı kâr miktarı açıklanan (murabahalı) yolla satsa caiz olur. Çünkü o, sözünde doğru söylemiştir.[124]


 

             KAR VE FAİZ ARASINDA NE FARK VARDIR

Kâr satın alınan veya üretilen bir malın maliyetine satış için eklenen bir fazlalıktır. Ticarette kâr, zarara katlanmayı göze alma karşılığında meşru kılınmıştır. Burada riziko sermayenin üzerindedir. Faizli muamelede ise riziko sermayeyi kullanana yükletilmiştir. Faizle kredi kullanan kişi veya kuruluş vade sonunda ‘ anaparayı ve kararlaştırılan faizi ödemeyi taahhüt eder. Sermayeyi kullanırken zarar da etse bu taahhüdünü yerine getirmek zorunda bulunur. Buna göre faizli bankacılıkta mevduat sahipleri ile banka arasında tek yönlü işleyen riziko vardır. Çünkü banka zarar etse bile, gerektiğinde gayri menkullerini satarak anapara ve faiz borçlarını ödemeye zorlanabilecektir. Diğer yandan banka ile faizli kredi kul­lanan kişi ve kuruluşlar arasındaki riziko da tek yanlıdır. Çünkü banka kefil veya ipotek karşılığında kredi dağıtmakla, kendi üzerindeki rizikoyu faizli kredi kullananlara aktarmaktadır. Böylece faizli bir banka mevduat sahipleri ile kredi kullanan esnaf, tüccar, sanayici ve diğer müteşebbisler arasında bir aracı konumundadır. Tasarruf sahibi ile müteşebbisin (işletmeci) güçlerini doğrudan birleştirmesini engelleyen bir unsurdur.

İslâm’daki Mudârabe (emek-Sermaye ortaklığı) modeli ise sermaye sahipleri ile, bunu çalıştıracak olan işletmeciyi (mudarib) doğrudan bir araya getirir ve rizikoyu sermaye üstlenir. Kâr çok olursa bundan iki taraf da anlaşmaya göre payını alır. Zarar olursa bu önce kârdan karşılanır, bu yeterli olmazsa, anaparadan giderilir. Ancak böyle bir durumda işletmeci de kârdan pay alamayacağı için emeği karşılıksız kalır.

İslâm bankacılığı da temelde emek-sermaye (Mudârabe) ortaklığına dayanır. Burada faizli bankanın aksine zarar rizikosu sermaye sahiplerinin üzerindedir. İşletmeci durumunda bulunan İslâm bankası emeğinin karşılığı olarak dönem veya yıl sonu kârlarından anlaşmada belirlenen oranda pay alır. Günümüzde kârın paylaşımı % 20 işletmecinin, % 80de sermaye sahiplerinin olmak üzere yapılmaktadır. Ancak zarar önce kârdan karşılanacağı için, zarar hâlinde İslâm bankasının o dönemdeki bütün emeği karşılıksız kalır. Zararı kâr karşılamazsa anaparadan karşılanır ve zarar büyük olunca anaparanın tamamı da gidebilir. Buna göre, İslâm’ın asıl riski sermaye sahiplerine yaydığı ve bu yolla bankacılığı güçlendirdiği söylenebilir. Kâr ve faiz, her ikisi de alan bakımından bir gelirdir, fakat Allah kârı helal faizi ise haram kılmıştır. (el-Bakara, 2/275).

 


 

                           KARIN MEŞRULUĞU VE SINIRI

 

İslâm’da ticaret meşru olunca, kâr elde etmenin de meşru olması tabiidir. Çünkü kâr, mal mübadelesinin semeresi olup, onsuz ekonomik bir hayat düşünülemez. Bu yüzden İslâm kârı yasaklamamıştır. Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli prensiplere uyularak, kendi tabii kuralları içinde yürümesi amaçlanmıştır. Kârın tabiî ve ahlaki ölçüler içinde ve serbest rekabet ortamında oluşması esas alınmıştır. Ancak bu prensibi korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için bir takım tedbirler öngörülmüştür. Ribanın yasaklanması, haksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha başvurulması bunlar arasında sayılabilir.

Alış-verişlerde yalan, hile, aldatma, satılan şeyin ayıbını gizleme veya onu mevcut olmayan niteliklerle övme yasaklanmış; açık, gerçekçi ve makul ölçüler konulmuştur: Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızaya dayanan, meşru bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnadır.[125] Allah alış-verişi helâl, ribayı ise haram kılmıştır.[126]

Bir satım akdinde kâr miktarını belirleyebilmek için her şeyden önce bu malın alış fiyatının veya maliyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Malın bu ilk değerine anapara (re’sü’l-mâl) denir. Bu, ilk alıcının akitle ödemeyi üstlendiği bedeldir. Başka bir deyimle, mala kendisiyle mâlik olunan ve akitle ödenmesi üstlenilen bedeldir. Hanefîlerde alış fiyatına eklenip eklenmeyecek masrafların belirlenmesinde tüccar arasındaki örfe ağırlık verilmiştir. Bu konuda temel prensip malın kendisinde veya değerinde artış meydana getiren harcamaların alış fiyatına eklenmesi, bu niteliği taşımayan harcamaların ise eklenmemesidir.[127]

İslâm’da net maliyet hesabı güvene dayanan bir satış niteliğindeki karlı (murabaha), kârsız (tevliye) ve zararına (vazîa) satışlarda gereklidir. Satıcı kendi alış fiyatını ve eklediği kâr miktarını alıcıya açıklamaksızın, belirleyeceği bir satış bedeliyle de malını satabilir. Hatta eskiden kalan mala, piyasadaki rayiç fiyatları ölçü alarak, yeni bir değer koyup, bunun da üzerine kâr ekleyerek satış yapmak da mümkün ve caizdir. Yeter ki, alıcıyı yanıltacak ve onu etki altında bırakacak yanlış bilgiler verilmesin. Kârın meşru ve güzel kazanç (tîb) olması için, satıcının iyi niyet kurallarından ayrılmaması ve alıcıya doğru bilgiler vermesi gerekir. Aksi halde aldatma ile aşırı kâr bir araya gelirse alıcı lehine bir takım haklar doğar. Aşağıda fahiş gabin halini ayrıca inceleyeceğiz.

Bu duruma göre İslâm’da, alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Eğer çeşitli mallara belirli oranda kâr haddi uygulaması getirilseydi, ekonomik hayat zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak o malın alış fiyatını veya maliyetini tam olarak bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanamaz ve satışa hile karışabilir. Diğer yandan ayni cins ve kalitedeki malın maliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin para ile çok ve ucuz mal satın alır, kendi araçları ile nakleder ve işyerine kira ödemez. Bütün bu nedenlerle malı ucuza mâl eder. Başka bir tüccarda bu imkânlar bulunmadığı için maliyetleri yüksek olabilir. Üretimdeki maliyetler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Ayni cins ve miktarda bir çok malın maliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilâvesiyle oluşacak satış bedelleri de farklı olacaktır.

İşte bu ve benzeri sakıncalar yüzünden Rasûlullah (s.a.s.) piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için başvuran sahabilere şöyle cevap vermiştir: Şüphesiz, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allahtır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem.[128]

          FİATLARDA EMSAL GÖZETİLMESİYLE İLGİLİ DELİLLER

İslâm’da bir malın değerini belirlemek için, kendi cinsinin günlük rayiç fiyatına başvurulur. Böylece o malın emsaline göre değeri ve fiyatı ortaya çıkmış olur.

Allah Rasûlünün Medine piyasasında zaman zaman yükselen fiyatlara müdahale etmesi istendiği halde, müdahale etmemesi ve ashab-ı kiramı serbest rekabet şartları içinde dürüst ticarete teşvik etmesi, piyasa fiyatının ölçü alınışına delildir.[129]

İslama göre, başkasının standart (mislî) malına zarar veren kimse bunu misliyle tazmin eder. Telef edilen mal; hayvan, akar, kullanılmış nakil aracı gibi kıyemî mal niteliğinde ise, aynısı temin edilemeyeceği için değeri ile tazmin edilir, işte bu gibi malların değerini bilirkişi piyasada bulunan benzerlerinin rayiç bedellerini dikkate alarak belirler.[130]

Ticaret mallarının zekâtı kırkta bir olarak kendi cinsinden verilebileceği gibi, malın değerinin kırkta biri de verilebilir. Zekât yükümlüsü bu konuda tercih hakkına sahiptir. İşte malın zekâtı değeri üzerinden para veya başka cins bir mal olarak verilmek istenirse bu mallara piyasa değerleri dikkate alınarak bilirkişi tarafından kıymet konulacaktır.[131] Hz. Ömer hilafeti sırasında yaptığı bir piyasa kontrolünde üzüm tüccarı, Hâtib b. Ebî Beltea’nın fiyatlarını düşük bulur ve kendisine şöyle der:

“Taif’ten üzüm yüklü bir kervanın gelmekte olduğunu haber aldım. Onlar istemeyerek senin bu fiyatını rayiç bedel olarak kabul ederler. O halde, onların za­rar görmemesi için ya fiyatını arttır, ya da malını topla, pazardan git. istediğin yerde, dilediğin fiyata sat.”[132] Ancak daha sonra Hz. Ömer’in, Hâtıb (r.a.)ın evine giderek; Sana söylediklerim ne emirdir, ne de hüküm; sadece halkın iyiliğini istediğim için söylediğim sözlerdir. Nerede ve nasıl istersen satabilirsin dediği nakledilir. Burada Hz. Ömer’in sonradan Hatıb’ı, serbest bırakması mal arzının artması üzerine fiyatların düşmesi sonucunu doğuracak niteliktedir. Diğer yandan bu durum ayni cins ve kalitedeki mallarda bazı fiyat farklılıklarının da olabileceğini gösterir.

Ünlü Mâlikî hukukçularından el-Bâcî (ö. 474/1081) çoğunluğun fiyatlarını, piyasa fiyatı olarak kabul eder. O, el-Muvatta şerhinde şöyle der: Bir kişi veya az sayıda bir grup, büyük çoğunluğa muhalefet ederek fiyatları düşürseler; onlara, ya büyük çoğunluğun sattığı fiyattan satış yapmaları, aksi halde alış-verişi terketmeleri bildirilir. Ancak bir kişi veya az sayıda kişiler fiyatları yükseltse çoğun­luğa, bu zamlı fiyattan satış yapmaları veya alış-verişi terketmeleri emredilmez.[133]

Günün rayiç bedeli ile satış yapmanın caiz olduğunu gösteren başka bir delil Ashab-ı kiramdan Hakîm b. Hizam (r.a)ın, Rasûlullah (s.a.) adına yaptığı şu alış-veriştir. Hz. Peygamber, adı geçen sababeye bir dînar para (yaklaşık dört gr. ağırlığında altın lira) vererek kendisi için bir kurbanlık koyun satın almasını ister. Bu para ile iki koyun satın alan Hakîm (r.a.), henüz pazar yerinden ayrılmadan hayvanların pahalanması üzerine bu iki koyundan birisini bir dînara satar ve elinde bir dinar, yedeğinde de bir koyunla Allah elçisine gelir. Hz. Peygamber parayı ve koyunu kabul eder ve Hakîm için hayır duada bulunur.[134] Günümüzde kurban bayramı öncesinde bu çeşit satışlara rastlanır. Sabahtan hayvanların çokluğu buna karşılık alıcı azlığı yüzünden fiyatlar düşük iken, akşam üzeri hayvan azalır, alıcı çoğalırsa fiyatlar iki katına kadar çıkabilir. Bu da gösteriyor ki, başkalarının satış yaptığı fiyattan satan kimse bazı durumlarda yüzde yüzün üstünde de kâr yapmış olabilir. Eskiden kalmış ve çok ucuza alınmış olan bazı malları da yeni alınanları ile birlikte satarken bazan çok yüksek kâr yapıldığı düşünülür. Gerçekte malın satış yapıldığı tarihteki günlük değeri, asıldır. Çünkü mal satıldığında yerine yenisi satın alınırken yeni fiyatlar üzerinden alınacaktır. Bu durumda eski mallar önceki fiyatları ile satılırsa, tüccar için sermaye kaybı söz konusu olur. Ancak belki böyle bir malı satarken şu fiyata aldım denilmemeli, malın değeri budur denilmelidir. Aksi halde alıcı yanıltılmış olur.

Eskiden kalma malın yeni fiyatlar üzerinden maliyet veya kâr miktarı açıklanmaksızın satışı mümkün ve caizdir. Ancak alıcıya kâr miktarı açıklandığı takdirde doğru sözlü olmalıdır. Büyük Hanefî fakîhi es-Serahsî (ö. 490/1097), el-Mebsût isimli eserinde şöyle der: Bir kimse satın aldığı bir mala, alış fiyatından daha yüksek bir değer belirleyerek, bunun üzerine de belli bir kâr eklemek suretiyle murabaha yolu ile satsa caiz olur. artık bu durumda alıcıya karşı; Bu mal bana şu fiyata mal oldu veya bu malı şu fiyata aldım diyemez. Aksi halde yalana düşer. Burada yalana ruhsat yoktur. Alıcıya şöyle diyebilir: Bu malın değeri şudur veya bu malı şu kadar kârla satıyorum.[135]

Ebû Yûsuf’a göre, yukarıdaki durumda alıcı; tüccar ve esnafın mala alış fiyatının üstünde yeni bir fiyat uyguladıklarını biliyorsa satım akdi geçerli olur. bunu bilmiyorsa, satıcı müşteriyi yanıltmış sayılır ve onun, durumu öğrenince akdi bozma hakkı doğar. Bu, ihtiyaten böyledir. Çünkü murabaha satışında ihtiyatlı davranmak gerekir. Hatta bu yeni fiyat ayarlaması, insanların bildikleri takdirde alış-verişe razı olmayacakları derecede yüksek olursa, başka bir deyimle fahiş gabin derecesinde bulunursa, durum alıcıya açıklanmaksızın murabahalı satış yapılamaz.[136]

Sonuç olarak İslâm, miktarı belirli bir kâr haddinden çok serbest rekabetle oluşacak piyasa fiyatları içinde yer alan kârı meşru kılmıştır. Ancak bu fiyatın da İslâmî ölçüler içinde işleyen bir ticaret piyasasında oluşması gerekir. Piyasanın sağlıklı işleyebilmesi için İslâm’ın öngördüğü tedbirleri ve getirdiği yasaklamaları ileride açıklayacağız. Ancak önce aşırı fiyat veya fahiş gabin nedir? Ölçü ve sınırları neden ibarettir? Bunu belirlemeye çalışacağız.

                    AŞIRI VEYA FAHİŞ FİYAT

 

Fahiş Veya Yesir Gabn (Çok veya Az Aldanma):

Gabn; alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelir. Bir fıkıh terimi olarak gabn; alış-verişlerde, malın normal değerinin üstünde veya altında olmak üzere bedeller arasındaki eşitsizliği ifade eder. İslâm’da kâr için belli bir sınır konulmamakla birlikte alış-verişlerde yalan, hile, satılan malın ayıbını gizleme, malı kendisinde bulunmayan nitelikle övme yasaklanmıştır. Böylece alış-veriş yapanların hileli yollarla birbirini aldatması ve bu yolla malın çok yüksek veya çok düşük fiyatlarla satılması meşru görülmemiştir.

Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki o mallar, sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı ola.”[137]  Burada ticaret bir bedel karşılığında yapılan bütün muameleleri kapsamına alır. Ancak bâtıl yolla başkasının malını yeme yasaklanmıştır. Buna göre, bedelin faiz oluşu, meçhul bırakılması veya şarap, domuz eti gibi meşru olmayan şeylerin bedel kılınması gibi durumlar ticaret sayılmakla birlikte meşru olmaz.[138]

Başka âyetlerde şöyle buyurulur: “Onlar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar.”[139] “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar.”[140] “Tartıda taşkınlık yapıp, dengeyi bozmayın, tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.”[141]

Enes b. Mâlik (r.a.)ten rivayete göre, ashab-ı kiramdan Habban b. Münkız (r.a.) alış-verişlerinde aldatılıyordu. Hz. Peygamber kendisine şu tavsiyede bulunmuştur: “Alış-veriş yaptığın zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır.”[142]

Ebû Hüreyre (r.a.)ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahîre yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahîrenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan bizden değildir.”[143] imam en-Nevevî (ö. 676/1277) bu hadisin son kısmını şöyle açıklamıştır: “Hile yapan benim yolumda gidenlerden; ilim, amel ve yoluma uyanlardan değildir.” Diğer yandan İslâm’ın ilk yüzyılında tabiî müctehitlerinden Süfyan b. Uyeyne (ö. 198/813) gibi bilginler bu hadisi tefsir etmeyi uygun bulmamışlar ve tevîlden (uygun olan başka bir anlama hamletme yolu) çekinmişlerdir.[144]

Gabn; fahiş (çok aldatma) ve yesîr (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır. Fahiş sözcüğü, fuhuş mastarından ism-i fail olup, kök anlamı; söz veya işin çok çirkin olması, haddi ve ölçüyü aşmak, yüz kızartıcı iş yapmak demektir, böylece fahiş fiyat bir malın normal piyasa değerinin çok üstünde veya altında satılmasını ifade eder. Çünkü haksız ve ölçüsüz olarak fiyat yükselten kimse insanların mallarını haksız yemiş ve onları Allah’ın mubah kıldığı şeylerden mahrum etmiş olur.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm kesin bir kâr sınırı getirmeyince, belli bir piyasadaki fiyatların esneklik alanı içinde satış caiz olur. Çok aldatma, başka bir ifadeyle fahiş fiyat normal fiyatın ne kadar üstüne çıkılırsa teşekkül eder? Fahiş fiyatın miktarını ve kesin olarak ölçüsünü belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Konu genel esaslara ve tüccar örfüne dayanarak içtihatla çözümlenir. Hanefilerin yaygın tarifine göre fahiş gabn; herhangi bir malı o malın fiyatı hakkında bilirkişilerin belirleyeceği fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satma veya bu ölçüde düşük bir fiyatla satın almadır. Yesîr gabn ise; bu derece yüksek veya düşük olmayan, insanların aldanma saymakla birlikte müsamaha ile karşıladıkları bir bedelle satış yapmaktır. Buna göre, meselâ, bir mal 900 bin lira ile bir milyon lira arasında peşin satılıyorsa, malın normal piyasa değeri budur. Bu alanın dışına çıkılınca gabn hali başlar ve nisbet yükseldikçe de sorumluluk artar. Ancak bu fazlalığın sonuç meydana getirmesi aldatmanın da bulunması halinde söz konusu olur.[145]

Diğer yandan Belh fakîhlerinden Hanefî mezhebine bağlı Nusayr b. Yahya (ö. 268/881), satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fahiş gabni; gayri menkullerde % 20, hayvanlarda % 10 ve menkul eşyada % 5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatı aşılarak bu oranların üstünde bir fiyatla satışın fahiş gabin derecesinde olduğunu belirtmiştir.[146] Osmanlılarda bu oranlar Mecelle’nin 165nci maddesiyle kanunlaştırılmıştır. Maddenin sadeleşmiş şekli şöyledir: “Fahiş gabin; menkul mallarda beşte bir, hayvanlarda onda bir ve gayri menkullerde beşte bir miktarı ve daha çok aldanmaktır.”

Bu oranlar uygulama ile ilgilidir. Günlük hayatta çokça yapılan alış-verişlerde aldanma ihtimali azalırken, nâdir olarak yapılanlarda çoğalır. Bu yüzden Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) birden çok fazla para çeşidinin tedavülde bulunduğu bir piyasada para mübadelesinde fahiş gabin oranını % 2,5 olarak belirlemiştir. Çünkü çok sık yapılan muameleler fiyatların hatırda kalmasını sağlar ve aldanmalar daha az olur.[147]

Yukarıda belirlenen oranların altında, piyasa fiyatı dışına çıkmalar ise “yesir gabn” niteliğinde olup, bu müsamaha ile karşılanmıştır.

İmam Mâlik’e (ö. 179/795) göre fahiş gabn terimiyle ifade edilen çok aldanma, malın değerinin üçte birinden daha yüksek bir fiyatla satış yapmaktır. Bu ölçüde düşük fiyatla satış yapmak da aynı niteliktedir.[148] Dayandıkları delil Hz. Ebu Bekir’in uygulamasıdır. Ebu Bekir (r.a) halife iken valilerine yaptığı bildirimde fahiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Daha sonra Malikilerde fahiş gabin oranı için bir rakam vermek yerine şu tarif yaygınlaşmıştır: “Gabn; bir malın, değerinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya eksiklik açık olduğu zaman fahiş gabn meydana gelir.”[149]

Hanbelilerden bir kısmı, Malikiler gibi malın değerinin üçte birinden fazla bir fiyatla satışı fahiş gabin sayarken, bir bölümü Hanefilerle aynı görüştedir.[150]

Sonuç olarak, kanaatımızca İslâm’ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir sınır getirmeyişinin amacı, nisbetlerin tesbitini beldelerin örflerine bırakmak içindir. Mezhep müctehidlerinin birbirinden farklı tesbitler yapmaları da bunu gösterir. Gerçekten ekonomik bakımdan kalkınmış, paranın değerini korumayı, hatta sürekli olarak yükseltmeyi başarmış olan ülkelerde fiyatlar çoğu zaman istikrarlıdır. Toplum böyle bir ekonomide, uzun süre, bazen yıllarca aynı düzeyde kalan piyasa fiyatlarının dışına çıkılmasına razı olmaz. Fakat paranın sık sık değer kaybettiği ve eşya fiyatlarının sürekli olarak arttığı bir ekonomide, insanlar fiyat değişikliklerine alışırlar; bu yüzden mesela; %5 olan menkul eşya fahiş gabn oranı önemini kaybedebilir. Çünkü 90 bin lira ile 100 bin lira arasında satılmakta olan bir malın, meselâ 106 bin liraya satılmış olması toplum tarafından önemsenmeyen bir aldanma sayılabilir. Çünkü sık sık fiyat değişiklikleri toplumda alışkanlık meydana getirir. Halbuki yıllarca 100 bin lira dolaylarında satı lan bir malın istikrarlı bir piyasada birden 106 bin liraya yükselmesi dikkati çeker ve insanların razı olamayacağı “aşırı kâr” oranını oluşturabilir.

Diğer yandan piyasa fiyatı veya rayiç bedel konusunda kendi başına özelliği olan ve piyasa oluşturan belde, şehir, kasaba, köy veya bir şehrin farklı piyasa özellikleri bulunan çarşı, pazar, semt, galeri, süpermarketler, hal, borsa ve benzeri piyasalar kendi içinde değerlendirilmelidir. Çünkü bir mal işportacıların veya düşük kira ödeyen barakaların yaygın olduğu bir pazarda ucuz fiyatla satılırken, aynı mal varlıklı kesimin alış-veriş yaptığı, yüksek kiraların ödendiği mağaza ve konfeksiyoncularda dikkati çekecek ölçüde pahalı olabilir. Böyle bir semtte ticaret yapan esnaf ve tüccarın maliyet masraflarının da yüksek olduğu açıktır.

Peşin satışlarla vadeli satışları da kendi içinde değerlendirmelidir. Çünkü vadeli satışta kâr oranının yüksek tutulduğu bilinmektedir. Bu vade farkına önemli ölçüde yüksek enflasyon sebep olduğu da bilinmektedir. Çünkü altın veya enflasyona uğramayan bir dövizle yapılan vadeli satış veya kira sözleşmelerinde bir farkın ve zaman içinde bir zammın istenmemesi bunu göstermektedir (bk. “Veresiye Satışlar”).

(İPTAL EDİLEBİLİR)

 

ÇOK ALDANMAYA KARŞI KORUMA ALTINA ALINAN MALLAR

 

İslâm’da yetim malı ve bu hükümde olan vakıf veya beytülmale ait malların satışı veya bunlar adına mal satın alınması yahut da bu malların kiraya verilmesi özel bir statüye bağlanmıştır. Gerek bu malları idare eden temsilcilerin töhmetten kurtulması ve gerekse usulsüzlük yapıldığı takdirde hakları koruyabilmek için alınan tedbirleri şu şekilde açıklayabiliriz:

 

a) Yetim malı:

Yetimin mallarını yöneten veli veya vâsî yetime ait malı aşırı aldanma sayılan düşük bir bedelle satamayacağı gibi, yetim adına bu derece yüksek fiyatla da alım yapamaz. Aksi halde satım akdi yetim bakımından bâtıl olur. Burada satışta hile ve aldatmanın bulunup bulunmaması da sonucu değiştirmez. Hatta küçük, erginlik çağına girip icazet verse bile akit geçerlilik kazanamaz.

Ancak temsil olunan adına, fahiş gabinle satın alınan mal, veli veya vâsî hakkında geçerli olur ve mal onun mülkiyetine geçer. Bu durumda satış bedelini veli veya vâsînin ödemesi gerektiğinde şüphe yoktur. Çünkü genel olarak bir vekilin, müvekkili adına aldığı mal, eğer temsil olunan için yürürlük kazanmazsa, vekil için yürürlük kazanır ve bağlayıcı olur.[151]

b) Vakıf malı:

Vakıf malının usulüne göre hakim tarafından karar verilse bile, yetim malında olduğu gibi çok aldanma ölçüsünde düşük bir fiyatla satılması halinde satım akdi batıl olur. Burada da çok aldanmanın hile ve aldatma ile birlikte bulunması şart değildir. [152]

Hanefilere göre vakfedilmiş bir malın satışı “istibdâl (mal yerine mal satın alma)” yoluyla olur. Bunu, vakfeden şart koşmuşsa, rayiç bedelle satılır ve yerine başka bir vakıf gayri menkul alınır. Eğer vakıfnamede böyle bir şart yoksa mescid olmayan akarın satışına zaruret halinde hakim karar verir. Bu kararın geçerli olması için şu altı şartın gerçekleşmesi gerekir:

1)           Satılacak vakıf akarın tamamen yararlanılabilir olmaktan çıkması,

2)           Vakfın onarılmasında hiçbir yararın bulunmaması,

3)           Satışın çok aldanma (fahiş gabin) ile yapılmaması,

4)           Satış kararını veren hakimin ilim ve amel sahibi olması, istihdafın müslümanların yaptığı vakıflara zarar vermemesi için bu gereklidir.

5)           Akar yerine yine akarın alınması, akarın paraya dönüştürülmemesi,

6)           Hakimin vakıf akarı, lehine şahitlik geçerli olmayan ana-baba, çocuk ve eş gibi yakınlarına veya borçlu olduğu kimselere satmaması. Yukarıdaki şartlar tam olarak bulunmadığı zaman vakfın satışı fâsid değil bâtıl olur.[153]

Vakfa fahiş gabin derecesinde yüksek fiyatla mal alınması halinde de akit bâtıl olur. Bu durumda mal, onu fahiş gabinle satın alan temsilcinin üzerinde kalır ve bedelini onun ödemesi gerekir.[154]

c) Beytülmale ait mallar:

Beytülmale ait mallar da yetim malı hükmünde olup, topluma ait olan mülkler maslahata dayalı olarak ve ancak rayiç bedelle satılabilir. Bu duruma göre devlete ait mallar fahiş gabin ölçüsünde ucuz satılsa veya bu kadar bir fazlalıkla devlete mülk satın alınsa bu gibi alış-verişler batıl olur. Bunların ya rayiç bedel üzerinden yenilenmesi, ya da bedelin geri verilerek, satılan veya satın alınan malın iadesi gerekir. Bu satım akdinde de ayrıca hile ve aldatmanın (tağrir) bulunması şart değildir.[155]

Yukarıda belirtilen bu üç çeşit malın kiraya verilmesi de rayiç bedel üzerinden olmalıdır. Kira bedeli fahiş gabin ölçüsünde düşük olursa akit batıl olur. Kiracıdan ya farkı tamamlaması veya kiralanan yeri boşaltması istenir. Zaruret olmadıkça yetim, vakıf ve beytülmale ait gayri menkullerden dükkan, mesken ve benzerlerinin bir yıllığına, arazilerin ise en fazla üç yıllığına kiraya verilmesi asıldır. Vakfın ve ayni hükme tabi olan malların korunması ve amaca uygun gelir sağlanabilmesi için bu sınırlamalara gerek duyulmuştur. Hanefilerde fetvaya esas olan görüş budur. Ancak vakfın onarılması için acele paraya ihtiyaç olursa, kira süresi, kira bedeli peşin alınarak uzatılabilir.[156]

Günümüzde vakıf gayri menkullerin; hazine, özel idare, belediyeler, emekli sandığı, sosyal sigortalar kurumu gibi devlet kurum ve kuruluşlarına ait emlakın satımı veya kiraya verilmesi de İslâmî açıdan aynı hükümlere tabidir. Ancak bu kuruluşlara ait iş hanı, otel, santral, garaj, iş yeri vb tesisler araştırıldığında rayiç bedelin çok altında bir bedelle kiraya verildikleri ve özellikle pek çok vakıf gayri menkullerin çeşitli devirlerde “istibdal” esasları gözetilmeden özel şahıs mülkiyetine intikal ettirildikleri görülür. Bunlar topluma ait mülkler olduğu için, maslahat gözetilmeksizin yapılan bu gibi tasarrufların, tasarruf sahipleri için uhrevi bakımdan ne kadar riskli olduğu açıktır. Devletin yönetim velayetini üzerine aldığı toplum mülklerine satış veya kira halinde “rayiç bedel” prensibinin uygulanması; vakfiyelerde yer alan hayır hizmetlerinin gerçekleşmesini; memur, işçi ve emeklilerin refaha kavuşmasını sağlayacak güçtedir.

Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) Mecelle’nin 58. maddesinin şerhinde, toplum işlerini üstlenen idarecilerin sorumluluklarını şöyle belirler: 58. madde: “Raiyye yani tebea üzerine tasarruf maslahata bağlıdır.” Bu madde; âmme işlerini idare eden bütün memurları kapsamına alır. Devlet başkanı, ondan yetki alan bakanlar, valiler, hakimler, veli, vasi ve kayyımlar bunlardandır. Bunların bütün tasarrufları “maslahata” dayanmalıdır. Bu konuda şeriata aykırı olan işlerde emre itaat sorumluluktan kurtulmaya yetmez. Bu sayılan idarecilerin tasarrufları özet olarak şu örneklerle açıklanır:

Devlet başkanının tasarrufları: Devlet başkanı, öşür, zekâtını borçluya terk etse bu caiz olur. Borçlunun yoksul veya zengin olması sonucu değiştirmez. Ancak öşrün kendisine bırakıldığı kimse zengin olursa, devlet başkanının bunu tazmin etmesi gerekir. Yine devlet başkanının emriyle, şahsa ait olan yerler gerçek değeri ödenerek yola katılabilir.

Bakanların tasarrufu: Beytülmale ait olan bir yeri maliye bakanı fahiş gabin derecesinde düşük fiyatla satsa, bu akit sahih olmaz, yani batıl olur.

Valilerin tasarrufu: Bir köy veya kasaba halkına bırakılmış olan bir yeri, vali bir şahsa verse bu sahih olmaz. Daha sonra burası geri alınıp, eski haline döndürülür.

Hakimlerin tasarrufu: Hakimin toplum işleriyle ilgili olarak vereceği kararın geçerli olması, toplum yararına olması şartına bağlıdır. Topluma zararlı bir kararsa geçerli olmaz. Böyle bir hakimin emrinin varlığı ile yokluğu birdir. Meselâ; hakim bir kimseye beytülmalin malını istihlâk (tüketme) için izin verse, bu izni geçerli olmadığı gibi, kendisi böyle bir malı istihlâk etse tazmin etmesi gerekir.

Diğer yandan hakimin yetim ve vakıf malları üzerindeki tasarrufu da maslahata dayanmalıdır. Bu yüzden, mesela, onun, küçük çocuğun malını bir kimseye bağışlaması geçerli olmaz.

Veli veya vasinin tasarrufları: Bir çocuğun davasından velisi sulh yoluyla vazgeçse, bu sulh küçüğe açık bir şekilde zararlı ise geçerli olmaz. Açık bir zarar yoksa geçerli olur.[157]

                            TRÖST, KARTEL VE HOLDİNG

Tröst müteşebbise mal sahibi adına hareket etme ve onu temsil etme yetki­si veren bir vekalet sistemidir. Tröstün çıkış yeri Birleşik Amerika’dır. Tröst fikri XIX. yüzyılın büyük işadamlarından Rockfeller’in avukatı T. Dood’un bir buluşudur. T. Dood Amerika’da petrol kuyularını işleten ayrı ve bağımsız kuruluşları bir idare altında toplamayı düşündü. Bu amaçla “Standart Oil Company” adında bir sendika kurdu. Bu mâlî sendika ellerinde petrol kuyularına ait hisse senetleri bulunanların, bu senetleri kendisine tevdi etmelerini istedi ve daha yüksek bir sermaye geliri vadetti. Böylece Rockfeller, akaryakıt piyasası üzerinde hakimiyet kurarken, petrol arzını ve fiyatları en uygun şartlarla tanzim ve tesbit etmeyi de tekeline geçirmiş oldu. Burada müteşebbis piyasaya hakim olmak için büyük bir sermaye rizikosu altına girmemekte ve hissedarlardan aldığı vekâlet sayesinde bu imkânı elde etmektedir. Kendilerine rehberlik eden iş adamlarının tecrübe ve becerisi sayesinde daha fazla gelir kazanacaklarına inanan mal sahipleri ise hisse senetlerini teslim etmek suretiyle tröstlere katılmaktadırlar.

Tröst sistemi tek bir idare altında toplanan işletmelerin piyasalarda tekelcilikler meydana getirmesine yol açmıştır. Bunun üzerine devlet makamları tröst sistemi aleyhine cephe almak gereğini duymuşlardır. ABD’de 1890′da çıkarılan Sherman kanunu, mal sahibinin rey hakkını üçüncü bir kişiye devretmesi sonucunda oluşan tröstleri (voting trust) dağıtmıştır.

Tröstlerin kanunla yasaklanması üzerine hukukçular aynı amacı gerçekleştirecek yeni formüller bulmuşlardır. Tröste bağlı müesseseler feshedilince, bunları aynı hukuki bünye altında toplayan büyük şirketler kurulmuştur. Feshe uğrayan müesseselerin hissedarlarına yeni şirketin hisse senetleri verilmiştir Çeşitli şirketlerin bu şekilde tek bir şirket halinde birleştirilmesine kaynaşma (fusion) adı verilmiştir.

Ancak Rockfeller ve Carnegie gibi büyük müteşebbisler “kaynaşma sistemi”ni külfetli bulmuşlardır. Kaynaşma sisteminin formalitelere yol açması, masraflı muameleleri gerektirmesi ve vergi ödemeye sebebiyet vermesi sakıncalı görülmüştür. Bu yüzden iş adamlarının, kaynaşma (fusion) sisteminden vazgeçerek “holding” denilen başka bir tipe yöneldikleri görülmüştür.

Holding; başka şirketlere ait hisse senetlerini elinde tutan bir şirkettir. Holding, başka şirketlerin genel kurulunda çoğunluk sağlayacak kadar hisse senedi toplayarak onların yönetimine hakim olmaktadır. Bu şekilde ortaya çıkan tröst, eski şirketlerin hukuki durumlarında ve görünüşlerinde bir değişiklik meydana getirmemektedir. Holdinge bağlı her kuruluş bağımsızlığını kaybetmekle birlikte aynı isim ve statü ile faaliyetini sürdürmektedir. Bu müesseselerin dizginlerini elinde tutan holding, tek bir menfaati temsil ettiğinden, müesseseler arasındaki rekabet kalkmaktadır. Böylece aynı çeşit üretim yapan müesseseler holding çatısı altında birleşince o çeşit malın fiyatlarında bir tekelcilik söz konusu olmaktadır. Başka bir tekelcilik sistemi de “kartel” adını alır.

Kartel; çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar etmek üzere kurdukları bir birliktir. Kartellerin meydana gelmesi ve de­vam etmesi için, belirli bir ticaret eşyasının tekelciliği zaruri bir şarttır. Bunlar satış şartlarını birleştirme, sürüm pazarlarını aralarında bölüşme, ortak büro açma ve asgari bir satış bedeli belirleme gibi amaçlarla kurulur.[158]

Tröstlerin yıkıcı rekabeti şu şekilde cereyan eder. Tröstler önce piyasaya yüksek fiyatla mal sürerler. Bu durum küçük rakip firmalara cesaret verir ve onları fazla miktarda üretim ve stok yapmaya sevkeder. Bunlar tüketicilerin rağbetine güvenerek mal arzını genişletir ve mali taahhütlerini arttırırlar. Tröst rakiplerin piyasaya çok açıldığı anı kollar ve zamanı gelince fiyatları birdenbire ve önemli ölçüde düşürerek, küçük firmaları mal satamaz ve bonolarını ödeyemez duruma düşürür. Bunun sonucunda, piyasada dürüst kalmak isteyen iş adamı ya iflasla karşı karşıya kalır ya da tröste katılmak zorunda bırakılır.

İşte adı tröst, kartel, kaynaşma veya başka olsun, bir piyasada kendi aralarında gizil veya açık anlaşarak tekelcilik oluşturmak ve bu yolla topluma ya da dürüst ticaret yapmaya çalışan esnaf ve tüccar kesimine zarar vermek serbest piyasa ekonomisinin aşması gereken bir engeldir. Bu yüzden aşağıda İslâm’ın yıkıcı rekabetle veya topluma zarar vermeye yönelik tekelcilikle ilgili esaslarını belirlemeye çalışacağız.

                             İSLAM VE YIKICI REKABET

İslâm, toplumla ilgili konularda daima maslahat prensibinden hareket etmiştir. Maslahat da en geniş anlamıyla; toplum için yararlı olanı almak, zararlı olanı da terketmek olarak tarif edilebilir. Ekonomi ve ticaret hayatında bir muamele eğer sonuçta toplum zararına bir sonuç doğuracaksa bu muamele işin başında yasaklanarak toplum korunmuştur. Faizin, karaborsacılığın, şehirlinin köylü adına satış yapmasının ve yine dışardan mal getirenlerin şehir kenarında karşılanıp mallarının alınmasının yasaklanması bu amaca yöneliktir. Hz. Peygamber; “Sizden bazınız mü’min kardeşinin satışı üstüne satış yapmasın”[159] buyurmuştur. Buna göre, ticaretle uğraşan her şahıs veya müessese serbest hareket edebilmeli ve dış müdahalelerden korunmalıdır.

İmam Malik’e göre piyasa fiyatının ne altında ve ne de üstünde bir fiyatla satış yapılmamalıdır. Piyasa fiyatı ticaret yapanların büyük çoğunluğunun serbest rekabetle oluşturduğu satış bedelleridir. Bu görüşün dayandığı delil Hz. Ömer’in, Hâtıb b. Ebi Beltea’ya söylediği narh’la ilgili sözlerle, Ömer b. Abdila-ziz’in (ö.101/720) uygulamasıdır. İkinci Ömer olarak ün yapan bu halife döneminde bir bölge halkı, diğer bölge halkını engellemek üzere fiyatlarında indirim yapmışlardı. Halife, fiyatların Allah’ın elinde olduğunu belirterek, kendilerinden bu duruma son vermelerini istemiştir.[160] Fiyatların Allah’ın elinde oluşu; piyasanın suni dış etkiler olmaksızın kendi rekabet kuralları içinde çalışması ve böylece fiyatların tabii oluşumu anlamına gelir.

Maliki fakihlerden el-Bâcî (ö.403/1100), piyasa fiyatı dışına çıkanlar hakkında şöyle der: “Bir kişi veya küçük bir grup tüccar, büyük çoğunluğa muhalefet ederek fiyatları düşürmüşlerse; onlara çoğunluğun sattığı fiyattan satmaları, aksi halde alış-verişi terketmeleri emredilir. Ancak bir kişi veya küçük bir grup, fiyatları yükseltirlerse, çoğunluğa bu yüksek fiyattan satış yapmaları emredilmez.”[161]

Normal işleyen bir piyasada sırf rakipleri zarara sokmak veya onların piyasadan çekilmesini sağlamak amacıyla fiyatların bazı kişi veya müesseselerce önemli ölçüde indirilmesi kısa vadede toplum yararına gibi görünüyorsa da, rakipler piyasadan çekilince, daha önce fiyat düşüren firmaların bu defa fiyatları aşırı yükseltmeleri söz konusu olur. Çünkü karşılarında fiyatları dengelemede etkili olacak rakip firma kalmamıştır.

Ebu Hanife yıkıcı rekabet konusuna dolaylı yoldan temas etmiştir. Şöyle ki; bir menkul veya gayri menkulü paylaşma hakkına sahip olanların, sırf malın değerini yükselterek fiyatı arttırmak amacıyla aralarında anlaşıp ortaklık kurmaları caiz değildir. İbn Teymiyye (728/1327) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.750/1350) bu esası daha geniş bir tüccar kesimine teşmil ederek şöyle demişlerdir: “Belli bir mal çeşidini alıp satmakta olan bir grup tüccar piyasa fiyatından daha düşük olan ve kendi kararlaştırdıkları bir fiyatla satın alarak zulüm ederlerse ve sattıklarını da piyasa fiyatından daha yüksek bir fiyata satar ve aralarında ortaklık kurup elde ettiklerini bölüşürlerse, bu işten menedilirler.”[162]

Sonuç olarak bir İslâm toplumunda piyasa normal işlediği, arz-talep dengesi kurulabildiği ve fiyatlar serbest rekabetle güvenli bir ortamda oluştuğu sürece devlet müdahaleci olmamalıdır. Ancak tröst ve kartel benzeri tekelcilikler oluşur ve toplum bunlardan zarar görmeye başlarsa, devlet bunların üzerine cesaretle gitmeli ve tabii piyasa şartları oluşuncaya kadar esnaf, tüccar ve sanayici üzerinde varlığını hissettirmelidir. Devlet bunu yaparken İslâm’ın “iyiliği emir ve kötülükten nehiy”[163] prensibini uygulamış olur.

                 


 

                 VERESİYE SATIŞTA VADE FARKI CAİZMİDİR

Peşin alış-verişte kâr meşru olduğu gibi, vadeli satışta da meşrudur. Hatta vadeli satışta, borcu ödeme süresi dikkate alınarak peşinden daha yüksek kâr oranı uygulandığı görülür. Her devirde veresiye satışlara vade farkı eklendiği olmuştur.

Çoğunluk fakihlere göre veresiye satışlarda vade farkı eklemek caizdir.[164]

Ancak peşin olursa şu fiyata, vadeli olursa bu fiyata diye iki fiyat üzerinde pazarlık yapılır ve hangi fiyatın tercih edildiği belirtilmezse, satış bedelinin miktarı belirsiz olacağı için böyle bir satışın fasit hükmünü alacağında açıklık vardır. Çünkü hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Hz. Peygamber bir satış içinde iki satış yapmayı yasakladı.”[165] “Hem ödünç, hem satış ve bir satış içinde iki şart helâl değildir.”[166] “Hz. Peygamber bir akit (safka) içinde iki akit yapmayı yasakladı. Simâk dedi: Bu, satıcının peşin alırsan bu fiyat, veresiye alırsan şu fiyat demesidir.”[167] Ebu Davud’un Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa satıcı için ya bu iki fiyattan az olanı, yahut da riba vardır.”[168]

Yukarıda verilen hadisler peşin ve vadeli fiyat arasında tercih yapılmadan satım akdinin yapılmış olması ile ilgili görülmüştür. Bu konuda ünlü fakihlerden bazılarının açıklamalarını vereceğiz.

Hanefî hukukçularından es-Serahsî (0.490/1097) şöyle der: “Satış; şu vadeye kadar şu fiyata, peşin olursa şu fiyata yahut bir ay vade ile şu fiyata iki ay vade ile şu fiyata denilerek yapılırsa fasit olur. Çünkü bu durumda satım akdi belirli bir fiyat karşılığında yapılmamıştır. Hz. Peygamber bir satış içinde iki şartı yasaklamıştır. Bu örnek, bir satış içinde iki şartın tefsiridir. Şer’î akitlerde mutlak yasaklama fesadı gerektirir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli tesbit etmeden ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde satışı bitirirlerse bu caizdir. Çünkü bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine getirmiş olurlar.”[169]

el-Kâsânî (0.587/1191) el-Bedâyi adlı eserinde şöyle der: “Şunu sana bir ölçek buğday veya iki ölçek arpa ile sattım.” Yahut “şu malı sana bir yıl vade ile bin dirheme veya iki yıl vade ile bin beşyüz dirheme sattım” derse satış bedeli belirsiz olduğu için böyle alış-veriş caiz değildir ve fasittir.[170] EI-Merginani (ö.593/1197) el-Hidaye adlı eserinde bir akit içinde iki akit hadisini naklettikten sonra şu örneğe yer verir: “Satıcının bir ay kullanmak şartıyla bir malı, içinde bir süre oturmak şartıyla evini satması veya alıcının kendisine, bir hediye ya da ödünç para vermesini şart koşmasıdır. el-Hidâye’yi şerheden İbnü’l-Hümâm (ö.861/1457), hadisin tahrîcini yaptıktan sonra şu sonuca ulaşmaktadır: “Bir malın fiyatının peşin bin, veresiye iki bin olmasının faizle (ribâ) bir ilgisi yoktur. Bunun aksine satıcının kullanma veya sattığı evde bir süre oturmayı şart koşması ise faiz niteliğindedir.”[171]

İbn Âbidin (ö.1252/1836) aynı konuyu “Sattığı evde oturma, hediye veya ödünç verme şartıyla satış yapmak” şeklinde açıklamış, el-Fetâvâ’l-Hindiyye’de ise vadeli satışa “şartlı satış” konusu içinde yer verilerek şöyle denilmiştir: “Bir kimse peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata yahut bir ay vadeli şu fiyata iki ay vadeli şu fiyata diyerek satış yapsa, bu caiz değildir ve satış fasit olur.”[172]

Sonuç olarak Hanefilerde “bir satış içinde iki satış veya iki şart” hadisleri “satış bedelinin belirsiz kaldığı” veya “satışla birlikte ödünç isteme veya sattığı evde bir süre oturma şartı gibi, bir taraf lehine üstün yarar sağlayan bir şartı öne sürerek satış yapma” olarak değerlendirilmiştir. Bu duruma göre, satıcı müşterinin hangi şartlarla alabileceğini öğrendikten sonra vade durumuna göre tek fiyat söyler ve pazarlık bunun üzerinde yapılırsa hile ve aldatma ile birlikte fahiş fiyat söz konusu olmadıkça satış geçerli olur. Bu durumda vadeli fiyatın peşin fiyatına göre farklı olmasında bir sakınca bulunmaz. Satıcı peşin ve vade durumlarına göre iki veya daha fazla fiyat söylerse, bu takdirde alıcı bu bedellerden birisi üzerinde pazarlığını kesinleştirince satış bu bedelle yapılmış olur. Burada da vadeli fiyat tercih edilmiş olur ve bu da peşinden yüksek bulunursa yine bir sakınca doğmaz. Ancak burada satıcı, peşin fiyatı esas kabul ederek, bunun üzerine kâr oranını yükseltmek yerine, banka faiz oranlarını esas alarak ilave yapmaktan sakınmalıdır. Çünkü bu durum İslâm’ın meşru kıldığı ve miktarına kesin bir sınırlama da getirmediği kâr (ribh) yerine faiz (riba) kalıplarının zihinlere ve tüccar örfüne girmesine yol açabilir. Bunun yerine enflasyon oranı, paranın değer kaybı, satılan malın yeniden satın alınmasında pahalanma yüzünden ortaya çıkacak sermaye kaybı gibi unsurlar dikkate alınarak makul ve insaflı bir vade farkı İslâm’ın meşru saydığı kârın bir tamamlayıcısı sayılmalıdır. Nitekim satış bedelinin emsalin üstünde fahiş gabin (çok aldanma) ölçüsünde yüksek olması, buna ek olarak hile ve aldatmanın da bulunması halinde alıcıya satım akdini bozma hakkı verir. Alıcı fiyatı bilerek razı olmuşsa böyle bir fesih hakkı da bulunmaz.

İmam Mâlik’e göre peşin ve veresiye iki fiyatla yapılan satışta, taraflar iki fiyattan birisini tercihte muhayyerlik hakkına sahip olmadıkça satış caiz olmaz. Delil “sedd-i zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama)” prensibi ile Abdullah b. Ömer’in (ö.73/692) ve tabiîlerden el-Kasım b. Muhammed’in (ö.107/722) böyle bir satışı mekruh saydıklarını bildiren rivayettir.[173]

Diğer yandan banka faizlerinin ve buna paralel olarak esnaf ve tüccarın veresiye satışlarda eklediği “vade farkı”nın fiyatların sürekli olarak artmasına yol açtığı ve bunun “fasit bir daire (kısır döngü)” meydana getirdiği de bir gerçektir. Bu yüzden önemli ölçüde kâğıt paranın sürekli değer kaybetmesinden yani enflasyondan meydana gelen bu durumun da kontrol altına alınması gerekir. Bu yüzden böyle bir ticaret hayatında peşin alıp peşin satma veya belli vadelere kadar bir fark eklemeyip bu yolla “sürümü arttırma” ve peşin parayla iş görülen tica­ret kollarına yönelme bu konuda ilk akla gelebilen tedbirlerdendir.

            BORÇLARIN VADESİNDE ÖDENMESİNİN ÖNEMİ

İslâm’da verilen sözün veya yapılan taahhüdün süresi içinde yerine getirilmesi önemlidir. Ticaret itibar ve güvene dayanır. Tüccarın senedi kadar, sözü senet olmalıdır. Mü’min prensip olarak sanat ve ticaretine yalan karıştırmamayı amaç edinmelidir. Hz. Peygamber (s.a)’e ümmetinin durumu sorulunca; “zina etmiş olabilir, hırsızlık yapmış olabilir, fakat ümmetim asla yalan söylemez” diye cevap vermesi mü’minin önemli bir hasletine dikkat çekmek içindir. Ticarî hayatta verilen sözlerin yerine getirilmesinde ve vadesi belirlenen borçların süresi içe­risinde ödenmesinde titizlik gösterilmesi mü’minin şiarı olmalıdır.

Borcun vadesinde ödenmemesi alacaklıyı çeşitli bakımlardan sıkıntıya düşürür. O, kendi ihtiyaçları için harcama imkânını kaybedebileceği gibi, çoğu zaman hesaplarını alacağının vadesinde ödeneceğini düşünerek yapar. Bir borcun zamanında ödenmemesi zincirleme birçok kimsenin sıkıntıya düşmesine yol açar. Alacaklı kendi borçlarını ödemek, yeni mal almak veya yatırımlarını genişletmek için alacaklarını bir karşılık olarak düşünür. Borçlunun sözünde durmaması, alacaklıyı da taahhütlerini yerine getiremeyen kimse durumuna düşü­rür. Bu durum karşısında alacaklılar da, alacağa güvenerek verdikleri sözlerinde daha dikkatli ve itinalı olmalıdırlar.

Diğer yandan borçlu sözünde durabilmek için elindeki bütün imkânları kullanmalıdır. Önce tedbir olarak “yedek akçe” bulundurmalı, ödünç para (karz) bulmaya çalışmalı, elinin altında döviz, altın, otomobil gibi kısa sürede paraya çevrilebilecek değerler bulundurmalı, fiyat düşürdüğü takdirde paraya çevirebileceği ihtiyaç fazlası gayri menkulü varsa bunları satmayı denemelidir. Bunlar borcun miktarına ve alacaklının tavrına göre başvurulabilecek çarelerdir.

Varlıklı olan ve ödeme gücü bulunan kimsenin borcunu ertelemesi caiz değildir. Nitekim Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Zenginin borcunu erteleyip geciktirmesi zulümdür.”[174] Bu yüzden alacaklı kötü niyetli olan varlıklı borçludan

alacağını gerektiğinde malına hacz, ipotek vb. tedbirler koydurarak mahkeme yoluyla zorla alabilir. Bu arada mahkeme masraflarını ve alacağını tahsil için yapmak zorunda kaldığı diğer harcamaları alacağın üzerine ekleyebilir.

Diğer yandan borçlu, darlık içinde bulunuyorsa ona bir takım kolaylıkların gösterilmesi de gerekir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet verin. Alacağı sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz.”[175]

KURTUBİ’NİN BORÇ ERTELEMEYİ DÜZENLEYEN AYETİ TEFSİRİ

Büyük müfessir el-Kurtubî (ö.671/1273) borçların ertelenme esaslarını belirleyen Bakara Suresi 280. âyeti şu şekilde açıklamıştır:

  1. Bu ayet, faizli kredilerle yalnız anaparanın alınabileceğini bildiren ayetin uygulanmasında, krediyi alanın ödeme gücü varsa hemen ödemesini, darlık içindeyse genişlik zamanına kadar borcun ertelenmesini öngörmektedir. Nitekim faiz yasağı geldiği zaman Sakîf toplumu, Mugîre Oğullarında olan alacaklarını isteyince; Mugîre Oğulları darlık içinde olduklarını, borcu ödeme imkânlarının bulunmadığını bildirdiler ve hasat zamanına kadar süre istediler. İşte yukarıdaki ayetin nüzul (iniş) sebebi budur.[176]
  2. Faizli bir muamelede yalnız anaparanın alınabileceğini bildiren Bakara Suresi 279. ayetle, ödeme güçlüğü içinde olan borçluya süre verilmesini hükme bağlayan 280. ayet, gerektiğinde ödeme gücü olan borçludan alacağın zorla alınabileceğine işaret etmektedir. Diğer yandan ödeme imkânı varken borcunu ödemeyip vadesinden sonra geciktirenin “zalim” olduğu hadisle bildirilmiştir.
  3. Bazı bilginlere göre, cahiliyye devrinde borcunu ödeyemeyen kişinin, borcu karşılığında satılması uygulaması bu ayetle kaldırılmıştır. Çoğunluk fakihler, ayetin faizli kredilerin tasfiyesi yanında diğer bütün borç ve muameleleri de kapsamına aldığı görüşündedir. Bunlardan darda olana aynı kolaylıkların gösterilmesi gerekir. Ancak İbn Abbas ve Kadî Şurayh’a göre ayet, yalnız faizli kredilerle ilgili olup, diğer borç ve muamelelerde borçluya süre tanıma gerekmez. Borçlu borcunu öder ya da ödeyinceye  kadar hapsedilir. İbrahim en-Nehâî de aynı görüştedir. Dayandıkları delil şu ayettir: “Şüphesiz Allah, emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.”[177] Ancak İbn Atıyye borçlunun açıkça darda olduğu bilinince, ona zarurî olarak süre vermek gerektiğini söylemiştir.
  4. Borç çok olur ve alacaklılar bütün alacaklarını isterlerse, hakim borçlunun zarurî olan malları dışında herşeyini alacaklılara verebilir. Ancak böyle bir durumda diğer mü’minlerin darda kalana yardımcı olması gerekir. Nitekim Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayete göre Hz. Peygamber döneminde bir adam satın aldığı ürünlerden zarar etmiş ve büyük bir borç yükü altına girmişti. Hz. Peygamber, ashab-ı kirama, borçluya tasaddukta bulunmalarını bildirince, bağışlar yapılmış, ancak bunlar da borcu ödemeye yeterli olmamıştı. Bunun üzerine Allah elçisi alacaklılara; “Borçlunun elinde bulduklarınızı alın. Sizin için bunun dışında bir şey yoktur” buyurmuştur.[178]
  5. Ebû Hanife, Şafiî, Mâlik ve diğer fakihlere göre iflâs eden kimse, darda olduğu anlaşılıncaya kadar hapsedilir. İmam Mâlik’e göre, malını saklamakla itham edilmediği sürece hapsedilmez. Borçlu darda olduğu anlaşılınca serbest bırakılır.
  6. İflâs masasında toplanan mal varlığı, hak sahiplerine ulaştırılmadan ve satılmadan önce telef olsa, iflâs edenin tazmin sorumluluğu devam eder. Çünkü alacaklar onun üzerinde zimmet borcudur. Ancak hakim tarafından mallar satılıp satış bedelleri alındıktan sonra fakat alacaklılara ödeme yapılmazdan önce telef olsa, artık iflâs edenin tazmin sorumluluğu bulunmaz.
  7. Alacağı borçluya bağışlamanın hayırlı olduğu ayette bildirilmekle, alacağı bağışlamanın, borçluya süre vermekten daha hayırlı olduğu belirlenmiştir. Ancak bu bağışlama darda olan borçlu içindir. Varlıklı borçluyu kapsamaz.[179]

 

Darda olanın borcunu ertelemeyi teşvik eden pekçok hadis nakledilmiştir. Bazıları şunlardır: Büreyde b. el-Huseyb (r.a) demiştir ki; Hz. Peygamber: “Kim darda olan borçluya süre verirse, kendisi için her gün için bir sadaka ecri vardır” buyurdu. Ben: “Hergün borcun misli kadar bir sadaka ecri mi?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Borcun vadesi gelinceye kadar her gün için bir sadaka, borcun vadesinden sonra erteleme halinde ise her bir gün için borcun misli kadar sadaka ecri vardır.”[180]

Başka bir hadiste şöyle buyurulur: “Sizden önceki ümmetlerden bir adam hesaba çekildi. Hayır olarak hiç birşeyi yoktu. Yalnız, insanların arasına girer, adamlarına darda olanların borçtan kurtarılmasını emrederdi. Allahu Teâlâ bu kimse hakkında şöyle buyurdu: “Biz darda olanı sıkıntıdan kurtarmaya daha fazla hak sahibiyiz. Bu kulun sıkıntısını kaldırınız”[181] “Darda kalanın borcunu erteleyen veya borcu silen kimseyi Yüce Allah kendi gölgesinde gölgelendirir.”[182]

Hz. Peygamber borçlu olarak ölenin cenaze namazını kılmazdı. Bir gün bir cenaze getirildi. Allah elçisi; borcu olup olmadığını sordu. “İki dinar borcu var” dediler. “Arkadaşınızın namazını kılın” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Katâde (r.a); “O iki dinarı ben üstleniyorum” deyince Hz. Peygamber adamın namazını kıldı.”[183]

Diğer yandan borcunu ödeyemeyecek derecede işleri bozulan, geliri kesilen ve darlık içinde bunalan kimse bir İslâm toplumunda devletin çeşitli kaynaklarından da destek görür. Zekât fonu bunların başındadır. Nitekim, fetihler başlayıp, beytülmâle gelir akışı artınca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım. Kim borç bırakırsa onu öderim. Kim de mal bırakırsa o mirasçılarına aittir.”[184]

 SELEM AKDİ

(PARA PEŞİN MAL VERESİYE SATIŞ)

Selemin Tarifi ve Dayandığı Deliller:

Selem veya selef akdi; peşin parayı standart (mislî) bir malla vadeli olarak mübadele etmektir. Selemin konusu olan mal; nitelikleri tam olarak belirlenebilen ve zimmet borcu olabilen standart şeylerdir. Buğday, arpa, standart kumaş gibi. Başka bir deyimle selem; hazır bir bedeli zimmette nitelikleri belirli bir bedel karşılığında belli bir vadeye kadar satmaktır. Burada anapara peşin verilir, zimmet borcu olan mal ise veresiye olur.[185] Şafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise şöyledir: Selem; akit meclisinde kabzedilen peşin bir bedelle, zimmette nitelikleri belli bir malı vadeli olarak satmaktır.[186]

Selem’in meşru oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Belli bir vadeye kadar borç verdiğiniz zaman onu yazın.”[187]  İbn Abbas (r. anhümâ) selem akdinin Allah’ın kitabı ile helal kılındığını söylemiş ve delil olarak da bu ayeti zikretmiştir.[188] Yine İbn Abbas’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah (s.a) Medine’ye hicret ettiği zaman, Medineliler meyvelerde bir, iki hatta üç yıllığına selef (selem) akdi yapıyorlardı. Hz. Peygamber selemin esaslarını şöyle belirledi: Bir şeyde selem yapacak olan kimse belirli ölçüde, belirli tartıda belirli zamana kadar yapsın.”[189]

İbnü’l-Münzir, selemin caiz olduğu konusunda görüş birliği olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Çünkü selem, insanların muhtaç olduğu bir muâmeledir.  Zira; tarım, meyvecilik veya ticaretle uğraşanların çeşitli zamanlarda krediye ihtiyacı olur. İşte selem onlara muhtaç oldukları bu finansmanı sağlamış olur.

Diğer yandan selem, bulunmayan şeyin (madûm) satışı yasağının bir istisnasıdır. Bu istisna; ihtiyaç, ekonomik maslahat ve hadise dayalı istihsan yoluyla yapılmıştır.[190]

Selemin rüknü icap ve kabuldür. Satım akdi icap ve kabul ile meydana geldiği gibi, selem de icap ve kabul ile meydana gelir. Meselâ; alıcı satıcıya sulama ile üretilen yüz kile Kanada cinsi buğdayı üç ayın sonunda filan yerde bana teslim etmek üzere şu kadar peşin para ile selem yapmak istiyorum dese, satıcı bu teklifi kabul edince selem akdi meydana gelmiş olur.

Selem “satış (bey1)” sözcüğü ile de yapılabilir. Meselâ; bir kimse “şu kadar şu cins buğdayı sana selem yoluyla sattım” dese, alıcı da kabul edince satım akdi değil selem meydana gelir. Satış gibi selemin hükmü de iki bedelde mülkiyet hakkının sabit olmasıdır. Yani alıcı selem konusu malda, belirlenen tarihte; satıcı ise anaparada (satış bedeli) derhal mülkiyet hakkına sahip olur. Fakat selem fasit olduğu takdirde alıcının, selem konusu şeyi alma hakkı yoktur. Ancak satıcıdan, vermiş olduğu bedeli geri alabilir.[191]

 


 

 

                            İSLAMDA DÖVİZ TİCARETİ

 

Altın ve gümüşün gerek zinet ve gerekse sikkeli para olarak birbiriyle mübadelesi caiz olduğu gibi, diğer madeni paraların veya temsili para olarak kullanılan banknotların ya da satın alma gücünü devletlerin ekonomik gücünden alan kağıt paraların birbiriyle mübadelesi caizdir. Ancak bu konuda bir takım esaslara uyulması öngörülmüştür. Kısaca altın, gümüş veya fels adı verilen bakır, nikel karışımı paraların alım-satımı ile ilgili hükümler bunların yerine geçen diğer para birimlerine de uygulanmıştır. Buna göre;

Döviz alım-satımının peşin yapılması gerekir. Eğer vadeli satış yapılırsa “nesîe faizi” meydana gelir. Ashab-ı kiramdan Mâlik b. Evs (r.a) yüz dinar altın parayı, gümüş para dirhemle değiştirmek istemişti. Talha b. Ubeydillah ile pazarlık yapıp anlaştılar ve Mâlik, dinarları ona teslim etti. Diğeri yanında dirhem bulunmadığı için bedelini akşam üzeri verebileceğini bildirdi. Bu alış-verişi izleyen Hz. Ömer tarafların birbirinden ayrılmadan önce bedelleri peşin vermesi gerektiğini söyledi ve Hz. Peygamber’in “Altın altınla, gümüş gümüşle., peşin olarak ve misli misline (alıp-satılır)”[192] hadisini nakletti.

İslâm para mübadelesinde ve faiz cereyan eden diğer malların kendi cinsiyle veya başka cinsle trampasında “peşin değişim” esasını getirmekle bunların ticaretini sınırlamayı ve bunların haksız kazanç aracı haline getirilmesini önlemeyi amaçlamıştır.

Döviz ticareti yapan kimse teslim aldığı bir paranın döviz karşılığını ertesi gün verebileceğini söylemişse, alıcının parayı geri alıp ertesi gün alım yapması gerekir. Ancak satıcıya kolaylık göstermek için parayı onda bırakmak istiyorsa, karz-ı hasen olarak bırakabilir. Döviz hesabı ertesi günün kur fiyatı üzerinden hesaplanarak sonuçlandırılmalıdır. Adam göndererek veya telefonla döviz bağlantısı kurmalarda eğer iki tarafın bedelleri karşılıklı teslim aldıkları gün veya saatte bir kur değişikliği olmamışsa şer’î bir sakınca ortaya çıkmaz. Fakat bu arada kur değişmişse asıl döviz muamelesinin gerçekleştiği gün veya saatteki kur esas alınır. Meselâ; sabahtan İstanbul’a telefonla elli bin mark bağlantısı kuran kimse, bunun bedeli o sırada 250 milyon Türk lirası olsa, bu parayı İstanbul’a götürüp teslim edeceği sırada mark düşmüş veya yükselmişse yeni kur üzerinden hesap görülmesi gerekir. Böylece taraflardan herhangi birisi aldanmış olmaz.

Ancak bağlayıcı olmamakla birlikte satıcı telefonda bildirdiği fiyat üzerinden hesap görse, eğer döviz değer kazanmışsa bilerek kendi fazla alma hakkından vazgeçmiş olur. Çünkü iki cinsin birbirine göre satışında bedelin düşük veya yüksek tutulması aldatma, hile ve fahiş gabin bulunmamak şartıyla caizdir.

Altın ticareti için de aynı esaslar söz konusudur. Emanetçinin götürdüğü kullanılmış altın teslim edildikten sonra darphaneden veya kuyumcudan yeni altının alınması, bir mecliste gerçekleşiyorsa, o saatteki altın fiyatları üzerinden işlem yapılır. Yeni altına standart bir işçilik takdir edilerek başka cins bir para ile değerlendirmede, bunun esas alınması altın piyasasında fiyat standardına yardımcı olur.

Altın, gümüş veya para mübadelelerinde günlük rayiç bedel üzerinden işlem yapılınca borçların ödenmesinde bunlardan birisinin yerine diğerinin verilmesi mümkündür. Meselâ; bin dolar borcu olan kimse ödeme sırasında bunun yerine o günkü kurda denk olan iki bin mark veya 9,5 milyon Türk lirası verebilir. Karşılıklı rıza bulununca bu mümkün ve caizdir.

Abdullah b. Ömer (r. anhümâ)’in şöyle dediği nakledilmiştir:

“Hz. Peygamberin yanına vardım ve şöyle dedim: “Ben Bakî’de deve satıyorum. Dinar karşılığında satıp dirhem alıyorum; dirhem karşılığında satıp dinar alıyorum. “Allah elçisi şöyle buyurdu: “Ayrılırken aranızda alacak verecek kalmamak üzere günün fiyatı ile (dinar veya dirhem) almanda bir sakınca yoktur.[193]

ÇAĞDAŞ EKONOMİK PROBLEMLER VE İSLÂMÎ YAKLAŞIMLAR

 

 GÜNÜMÜZDE UYGULANAN BAŞLICA EKONOMİK SİSTEMLER

Ekonomi ve İktisat Terimleri:

İktisat kelimesi arapça “kasada” kökünden “iftial” vezninde bir mastar olup; mu’tedil davranmak, adaletle hükmetmek, israf etmemek, ifrat ve tefritten sakınmak, orta yolu tutmak anlamlarına gelir. Ekonomi ve iktisad eş anlamlı sözcüklerdir. Halk arasında eskiden beri hesaplı ve tutumlu bir davranışı belirtmek üzere bu kelimeler kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de “kasd” ve “iktisad” kökünden türemiş lafızlar “tutumlu olma”, “orta yolu izleme”, “davranışında aşırılığa düşmeme” anlamlarına gelir.

Lokman (a.s) oğluna verdiği öğütde; “Yürüyüşünde ölçülü hareket et ve sesinin tonunu da düşür” demiştir.[194] Ehl-i kitaptan söz eden bir ayette; “Onların içinde orta yolu tutan bir ümmet vardır, fakat onlardan çoğu ne kötü işler yapı­yorlar”[195] buyurulur. Çeşitli hadis-i şeriflerde de “iktisat” ve ism-i faili olan “muktesid (orta yolu tutan)”; ölçülü davranmak, orta yolu izlemek anlamlarında kullanılır. “Ölçülü davrananlara gelince, onlar hesapları kolay görülenlerdir.”[196] “Ölçülü hareket etmek peygamberlikten bir cüzdür.”[197]

Ekonomi (oikonomia) kelimesi eski Yunanda ev ve çiftlik yönetimi ile ilgili kuralları ifade etmek üzere kullanılırdı. Kelimenin anlamı daha sonra genişlemiştir.

Günümüzde iktisat ilminin incelediği konular aile çemberini hatta ülke sınırlarını bir hayli aşmış bulunmaktadır. Artık serbest bölgeler, gümrük birliği, ortak pazar, ülkeler arası ekonomik işbirliği gibi problemler ekonominin ülkeler arası planda incelenmesini gerekli kılmıştır. Çünkü gerek iş adamları ve gerekse devlet planında ekonomik uygulamalar sürekli olarak büyümektedir. Bu yüzden sürekli gelişme içinde bulunan bu ilmin tarifinde iktisatçılar güçlük çekmiştir. Nitekim bazı iktisatçılar iktisadı “servet ve refah ilmi” olarak nitelerken, bazısı “mal ve hizmet mübadeleleri”ni tarife esas almış, bazıları da insan ihtiyaçlarının sınırsız oluşuna karşılık yararlanılan ekonomik kaynakların sınırlı oluşuna bakarak iktisat konularını belirlemeye çalışmışlardır.[198]

Yukarıdaki özellikler dikkate alınarak iktisat ilminin tarifi şöyle yapılmıştır: Sınırlı olan ekonomik kaynakların en verimli kullanım yollarını, ihtiyaçların karşılanmasında tercih sıra ve ölçülerini inceleyen bir ilim ve sanattır. Bu, genel bir tariftir. İslâm ekonomisi ise; bu ekonomik kaynakların aşırılığa düşmeden, israf ve saçıp-savurma olmadan meşru ve en verimli bir şekilde elde etme, üretme, dağıtma ve kullanma ölçü ve sınırlarını inceleyen bir ilimdir.

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

Biz aşağıda İslâm’ın ekonomik hayatla ilgili problemlerine geçmeden önce, günümüz beşer ekonomisinde meydana gelen sistemler üzerinde kısaca duracağız. Böylece, basın ve yayın organlarında ve toplum içinde çokça kullanılan kapitalizm, liberalizm, komünizm ve karma ekonomi sistemi gibi kavramlar da açıklık kazanmış olacaktır.


 

                                              KAPİTALİZM

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Kapital kelimesi eskiden beri bir şeyin önemini veya üstünlüğünü belirtmek için kullanılmıştır. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; istihsal aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.[199]

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Bir toplumda sermayenin bir güç haline gelebilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a)           Ferdî hak ve hürriyetler az-çok gelişmelidir.

b)          Kapitalist ekonomik sistemde üretim vasıtalarının mülkiyeti ve yönetimi özel kişilere ait bulunmalıdır.

c)           Toplumda adalet ve hürriyet anlayışı ileri bir merhaleye ulaşmış olmalıdır. Aksi halde yatırımcı çekingen hareket eder ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanamaz.

d)          Piyasada paranın hakim rol oynadığı ve finansman kaynaklarının rahat işlediği bir ortamın oluşması gerekir.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin temsil ettiği zihniyetin geçmişi çok eski olmakla birlikte sistemin asıl güç ve ihtişamı “birinci sanayi devriminin” üretim bünyesinde yaptığı değişikliklerden sonra meydana gelmiştir. 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin dış ticareti gelişmiş ve iş adamları makine kullanarak fazla kazanmanın mümkün olabileceğini anlamışlardır. Kömürün yakıt ve buharın hareket ettirici güç olarak kullanılması üretimde yeni ufuklar açmıştır. Ancak bununla birlikte sanayi kalkınması birtakım mücadeleleri gerekli kılmıştır. Çünkü bir taraftan işçiler ve diğer taraftan resmi makamlar makineleşme hareketini baltalamışlardır. Makine kullanan işçiler bir aralık kamuoyunda birer suçlu gibi gösterilmiştir. Devletin müdahaleci ekonomik politikası sermayedarları liberalizm davasını benimsemeye sevketmiştir.

Kapitalizmin özellikleri:

a)           Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b)          Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c)           Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d)          Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e)           Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f)            Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g)           Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı. [200]

                                     LİBERALİZM  

  

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith[201] devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. O, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Başka bir iktisatçılar grubu olan Fizyokratlar[202] ekonomide “tabii düzeni savunur. Onlara göre bu düzen dünyayı yaratan güç tarafından kurulmuş olup, devlet iktisadi hadiselerin akışına müdahale etmezse, herşey kendiliğinden ahenk ve düzen içinde yürür. İktisadın başlıca amacı, bu tabii düzenin kanunlarını incelemekten ibaret olmalıdır. Bunlar ayrıca tarıma ön sırada yer verirler.

Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, böyle ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.[203]

                             KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm)

 

Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve di­lediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mü­badele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir. [204]

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca müca­dele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.[205]

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

Yukarıda kısaca açıkladığımız bu sistemlerden ayrı olarak İslâm’ın da kendine mahsus bir ekonomik sistemi vardır. Biz aşağıda kısaca onun özelliklerinden söz edeceğiz.


 

                                   İSLAM EKONOMİSİ

 

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getiril mistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)               İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)              İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

c)               Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.[206]

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[207] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.[208]

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)              İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmış tır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir (bk. “Narh” konusu). Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

e)               İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”[209] Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[210] Aşağıda işçi işveren ilişkilerini ayrıca inceleye­ceğimiz için kısa geçiyoruz.

f)                İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,[211] yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

g)               İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

h)               Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

i)                 Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

j)                 İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.[212]

                                        


 

                           

                             İSLAMDA RİBA VE FAİZ TERİMLERİ

Riba sözcüğü Arapça olup; ziyade, fazlalık ve faiz demektir. Sözcüğün kökeninde “mutlak çoğalma” anlamı vardır. Bir fıkıh terimi olarak; bedelli akitlerde taraflardan birisi lehine şart koşulan fazlalığı ifade eder. Riba cereyan eden şeylerden birisinin peşin, diğerinin veresiye olması halinde miktarlar eşit bile olsa fazlalık hükmen var sayılır. Yüz gram altının 120 gram altınla peşin veya veresiye mübadele edilmesi halinde, 20 gram fazlalık riba olduğu gibi, 100 gram altın peşin verilerek, bedeli olan 100 gram altın bir ay sonra alınmak üzere sarf akdi yapılsa, burada fazlalık hükmen var kabul edilir ve “nesie ribası” meydana gelir.[213]

Riba kelimesi yerine Türkçede daha çok “faiz” terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen paradan alınan gelir anlamlarında kullanılır.[214] Elmalılı Hamdi Yazır (ö.1358/1939) riba ile faizin eş anlamlı olduklarını şöyle açıklar: “Riba; aslı sözlükte, ziyadelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur… Cahiliyye devrinde asıl borca “re’sü’l-mâl” ziyadesine ise “riba” adı verilirdi. Cihanın bugünkü faiz muamemeleri nitelik bakımından cahiliyye devrinin bu adetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muamelenin niteliğini değiştirmez. İşte Arap örfünde riba tam anlamıyla zamanımızdaki nükûdun (nakit paraların) faizi veya neması tabir olunan fazlasıdır. Karz ve (ödünç para) ve karzdan başka borçlar (duyûn) da tatbiki dahi böyledir. Şüphe yok ki lügatte bunun en uygun ismi riba, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nema tabirinin kullanılması “Alım-satım ancak riba gibidir”[215] ayetinin delaletiyle, alım-satım ve ticarete benzetilerek yalan bir kullanmadır.”[216]

Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişme sini gerektirmez. Böylece, ribanın hükümleri aynı hukuki özellikleri taşıyan faize de uygulanır. Bu, icare akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir.

                      İSLAMDA FAİZİN GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR

 

  1. Mi’rac Hadisinde Faiz Yiyenlerin Kınanması:

Ebu Hureyre (r.a)’den Hz. Peygamber (s.a)’in şöyle dediği nakledilmiştir:

“Miraç gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görülen yılanlar vardı. Cebrail (a.s)’e, bunların kimler olduğunu sorduğumda; “faiz yiyenlerdir” cevabını verdi.”[217] Hadisin ravileri arasında bulunan Ali b. Zeyd hakkında bazı tenkitler yapılmışsa da, Ebu Sa-id el-Hudri (r.a) ve başkalarının naklettiği miraç hadislerinde de ribadan söz edilmesi, yukarıdaki hadisi desteklemektedir.[218]

Miraç olayı 621 miladi yıllarında Mekke’de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır.

2. Faizin Malı Arttırmayacağının Bildirilmesi:

Faizle ilgili olarak nazil olan ilk ayette şöyle buyurulur:

“İnsanların mallarında artış olsun diye faiz cinsinden verdiğiniz şey (nakit para, mal, sadaka vb) Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını dileye­rek verdiğiniz zekât ise, işte sevaplarını kat kat arttıranlar onu verenlerdir.”[219]

Bu ayet, Mekke’de inmiştir. Ayette ribayı yasaklayan bir hüküm bulunmamakla birlikte, ribanın sevap kazandıran bir amel olmadığına ve onda Cenab-ı Hakk’ın buğzunun bulunduğuna işaret vardır.

3. Önceki Şeriatlarda Faiz Yasağı Bulunduğunun Haber Verilmesi:

Kur’an-ı kerim’de daha önceki dinlerde de faizin yasak kılındığı haber verilmiştir. Yahudilere yapılan faiz yasağından şöyle söz edilir: “Yahudilerin yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menedildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.”[220] Bu ayet Medine-i Münevvere’de inmiştir. Burada müminler faize karşı dolaylı yoldan uyarılmıştır. Çünkü Yahudilerin yasağa rağmen faiz almaları kötülenmiştir.

Toplumda görülen haksız kazançlara engel olmağa çalışan Şuayb peygambere kavminin verdiği şu cevapta da aynı anlam sezilir: “Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden veya mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor. Oysa sen yumuşak huylu, akıllı (bir insan)sın.” [221]

Günümüzde yahudilerin elinde bulunan Tevrat’ta faiz yasağı bulunmaktadır, ancak bu yasağın yalnız yahudiler arasında geçerli olduğu, yahudilerin yahudi olmayanlarla faizli muamele yapabilecekleri belirtilmiştir.[222]

Hıristiyanlıkta kilise M.S. 13. asrın ortalarına kadar faiz ve krediler aleyhinde tavır almıştır. Faizin mahkum edilmesi, başka bir deyişle “paranın para doğuramayacağı” prensibi Aristo’ya (384-322) kadar iniyordu.

Başlangıçta kilisenin ticaret hayatı ve kredi faaliyeti karşısında takındığı olumsuz tavır, Avrupa’da para ve finansman kaynaklarının Lombardiyalılar (faiz konusunda kilise görüşüne uymayan çoğu İtalyan olan ekol), Yahudiler ve Temple Şövalyeleri (1118 M.de kurulmuş askerî ve dinî bir tarikat olup, büyük servetler elde etmişlerdi) elinde toplanmasına yol açmıştı. Bu durum kilise topluluğunu uzun münakaşa ve kararsızlıklara düşürdü. Din adamları arasında iki görüş uzun süre çarpıştı. XI. yüzyılda kurulan Bolonya Üniversitesine mensup ekol hukukçuları Justinien kanunlarına dayanarak faizin lehinde görüş ortaya koydular. Sonunda kilisenin iktisadî doktrinine biraz esneklik vermek gereği duyulmuştur. Bu arada Papa Innocent III (1198-1216), bir tüccara tevdi edilmiş paranın kârından hisse almakla günah işlenmiş olmayacağını söylemiştir. Durumu Hıristiyanlıkla bağdaştırmak için bir çok formüllere başvurulmuştur. Faizin meşru ilan edilmesi Katoliklerin büyük simalarından Saint Thomas d’Aquin’in (1225-1274); ticaret ve kredi rizikosunu göze almış ve parasını tehlikeye atmış kimseler lehine kâr ve kazanç hakkı tanımanın gerektiğini söylemesiyle gerçekleşmiştir[223]

Ancak faizle ilgili bu ilk kilise görüşlerinde sermaye rizikosundan ve sermayeyi işleten tüccarın elde edeceği kârdan alınacak paydan söz edilmesi, sermayenin tüccara “kâr-zarar” ortaklığı çerçevesinde verildiğini gösterir. Aşağıda açıklayacağımız gibi, böyle bir sermaye geliri “faiz” değil “kâr/ribh)” niteliğinde olur. Nitekim önceleri kiliselerin, ellerinde toplanan sermayelerden çiftçilere kredi verdikleri ve faiz yerine çıkan üründen pay aldıkları nakledilmiştir.[224]

 

4. Katlanmış Faizin Yasaklanması:

Vade sonlarında anaparaya eklenen faize “basit faiz” anapara ve faiz toplamına yeniden faiz eklenmesine ise “mürekkep (bileşik)” veya “katlanmış faiz” denir. Cahiliyye toplumunda ve İslâm’ın ilk dönemlerinde borçluyu altından kalkamayacağı yük altına sokan bu sonuncu riba çeşidi olduğu için önce bu yasaklanmıştır.

Ayette şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin.”[225] Bu ayet Medine’de inmiştir. Buradaki “kat kat arttırılmış olarak…” ifadesi bir kayıt veya şart olmayıp, cahiliyye devrinde uygulanan fahiş riba olayına dikkati çekmek için kullanılmıştır. Ribanın azının da çoğunun da meşru olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Çünkü bir şeyin azı, çoğunu davet eder. İslâm’da; “seddü’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama)” prensibinden yola çıkılarak azı zarar veren şeyin çoğu da yasaklanır. Nitekim aşağıda açıklayacağımız kesin riba yasağı bildiren ayet ve hadisler azı ile çoğu arasında bir ayırım yapmaz.[226]

5) Kesin Faiz Yasağının Gelişi:

Faiz yasağı Kitap, Sünnet ve İcma delilleri ile sabittir. Haramlık hükmü sekizinci veya dokuzuncu hicret yılında gelmiştir.

a)               Kitaptan deliller: Allahü teâlâ şöyle buyurur: “Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”[227] “Faiz yiyenler kabirlerinden ancak kendilerini şeytan çarpmış kişi gibi kalkarlar.”[228] “Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve eğer gerçek müminler iseniz faizden (henüz alınmamış olup da) kalanı bırakınız. Eğer böyle yapmayacak olursanız Allah ve Peygamber ile savaş halinde olduğunuzu biliniz. Şayet tevbe ederseniz anaparalarınız yine sizindir. Böylelikle ne zulmetmiş ve ne de zulme uğratılmış olursunuz.” [229]

b)              Sünnet delili: Hz. Peygamber (s.a)’den faiz yasağını düzenleyen pek çok hadis nakledilmiştir. Bazılarını aşağıda vereceğiz:

“Yedi helak edici şeyden kaçınınız. Bunlar; Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, savaştan kaçmak, iffetli ve imanlı bir kadına zina iftirasında bulunmaktır.” [230] Bunlar büyük günahlardandır.

Allah’ın Rasûlü veda haccı sırasında faiz yasağı uygulamasına kendi yakınlarından başlayarak şöyle buyurmuştur:”Cahiliyye dönemine ait faiz kaldırılmıştır, ilk olarak da bizim (sülaleye ait) faizi, Abdülmuttalib’in oğlu Abbas’ın faizini kaldırıyorum. Artık faizin tamamı kaldırılmıştır.”[231] “Biliniz ki, cahiliyye döneminin bütün faiz çeşitleri kaldırılmıştır. Anaparalarınız ise sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa da uğramamış olursunuz.”[232]

Bir hadiste herkesin ileride faiz muameleleriyle karşı karşıya gelebileceğine işaret edilmiştir: “İnsanlara öyle bir devir gelecek ki, faiz yemeyen kimse kalmayacak. Yemeyenlere de buharından -başka bir rivayette tozundan- isabet edecektir.”[233]

Bazı hadislerde Hz. Peygamberin, faiz muamelesi ile ilişiği olan kişileri lanetlediği görülür. Bir hadiste; “Hz. Peygamber faiz yiyene ve yedirene lanet etti.” buyurulur. Başka bir rivayette buna; “faizi yazan, muameleye şahitlik yapan” ifadesi eklenir ve “bunların hepsi eşittir” denilir.[234]

Sünnet faizin kapsamını genişletmiş, bütün mislî mallarda fazlalık ve nesîe ricasının gerçekleşme şartlarını belirlemiş ve bu arada kaide dışı faiz çeşitleri de koymuştur.

Faiz cereyan eden standart şeylere altı madde örnek verilerek şöyle buyurulur: Ubâde b. es-Samit (r.a) Rasûlullah (s.a)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit olarak peşin satılırlar. Bu maddeler farklı cinsten olduğu zaman, peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.[235] Müslim’in rivayetinde şu ilave vardır:

“Kim fazla verir veya alırsa faize düşmüş olur. Bu konuda alan da veren de eşittir.”[236]

Bu maddelerin trampasının, cinsler değişik olsa bile peşin yapılması gerektiği şöyle belirlenir: “Altını gümüşle, gümüş fazla olsa bile, peşin olmak şartıyla satmanın sakıncası yoktur. Fakat veresiye yapılırsa olmaz. Buğdayı da arpa karşılığında, arpa fazla olarak, peşin olmak kaydıyla, satmanın bir sakıncası yoktur. Ancak veresiye yapılırsa olmaz.”[237]

İbn Hazm (ö.456/1063) faiz cereyan eden altı çeşit maddenin zikredildiği hadislerin rivayet bakımından tevatür derecesine ulaştığını belirtir.[238]

c) İcma delili: Faiz yasağı üzerinde görüş birliği vardır. Ancak faizin illeti, çeşitleri ve niteliği üzerinde bazı görüş ayrılıkları olmuştur.


 


 

                                   İSLAMDA RİBA ÇEŞİTLERİ

 

İslâm’ın yasakladığı faiz ikiye ayrılır. Fazlalık ribası ve nesîe (vadeye dayalı) ribası.

1 Fazlalık ribası: Ölçü ve tartı ile alınıp satılan şeyleri kendi cinsleriyle, peşin ve biri diğerinden fazla olarak mübadele etmektir. Aynı ayarda ve eşit miktardaki iki altını iki buçuk altına veya iki altın ve belli bir para ilavesi ile satıp, karşılıklı kabzetmekle bu çeşit faiz gerçekleşir. Yine bir kile buğdayı, bir buçuk kile buğdayla peşin satıp kabzetmek de bu niteliktedir. Ancak fazlalık ribası standart olup sayı ile veya metre hesabı ile satılan şeylerde cereyan etmez. Bu yüzden aynı cins olsa bile iki kumaş farklı metrelerle peşin olarak mübadele edilebileceği gibi, sayı ile satılan yumurtalar da peşin olarak farklı miktarda trampa edilebilir. Onbeş metre polyester kumaşı, yirmi metre polyester kumaşla, yine on yumurtayı daha küçük yapılı on beş yumurta ile veya on tane çiftlik yumurtasını, aynı büyüklükteki sekiz tane köy yumurtası ile peşin olarak mübadele etmek gibi.[239]

Ebu Hanife ile İmam Muhammed’e göre, Hz. Peygamber tarafından ağırlık ölçüsü ile (veznî) satılacağı belirtilmiş olan şeyler ebediyyen veznîdir. Hacim ölçüsü ile (keylî) satılacağı bildirilmiş olan şeyler de daima keylîdir. Hakkında nass bulunmayan, asrı saadette veznî mi, keylî mi olduğu bilinmeyen şeyler konusunda ise örfe göre amel edilir. Ebu Yusuf’a göre ise bir şeyin veznî veya keylî oluşu her devrin örflerine bakarak belirlenir.[240]

Diğer yandan fazlalık ribası iki üç avuç buğday veya bir iki elma yahut ayva gibi küçük parçalarda gerçekleşmez. Hatta ağırlığı yarım sâ’dan az olan miktarlara itibar edilmez.[241] Çünkü faizin söz konusu olması için miktarın İslâm’ın belirlediği şer’î ölçüden az olmaması gerekir. Küçük cüzler ise şer’î ölçü dışında sayılır.[242]

2. Veresiye satıştan doğan riba (Nesîe ribası): Standart şeylerin veresiye satışından doğan faizdir. Bu çeşit faiz; aynı cinsten iki şeyin birini diğeri karşı lığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup, hacim, ağırlık veya uzunluk ölçüsü ile veyahut da sayı ile satılma bakımından aynı özellikte olan iki şeyden birini diğeri karşılığında veresiye satmakla ortaya çıkar. Burada miktarların eşit veya fazlalıklı olması sonucu değiştirmez.

Buna göre iki ölçek buğdayı bir veya iki yahut üç ölçek buğday karşılığında veresiye olarak satmak caiz olmadığı gibi iki ölçek buğdayı da bir veya iki yahut üç ölçek arpa karşılığında veresiye olarak satmak caiz olmaz. Yine bir metre Bursa kumaşını aynı cinsten bir veya iki metre Bursa kumaşı karışlığında veresiye olarak satmak da caiz değildir. Yüz yumurtayı, yüz veya yüz yirmi yumurta karşılığında veresiye olarak satmak da bu niteliktedir.

Cinsleri bir olan, aralarında hacim veya ağırlık ölçüsüyle satılma bakımından da birlik bulunan iki şeyin biri diğeri karşılığında eşit ve peşin olarak, cinsler ayrı olunca ise eşit veya fazlalıklı fakat yine peşin olarak satılması halinde ise, faiz söz konusu olmaz.

Aralarında faiz cereyan eden iki şeyden birinin peşin diğerinin veresiye olması halinde, miktarları eşit bile olsa hükmen bir fazlalık var sayılır. Aynı cinsin veresiye satışında miktarlar eşit olduğu halde, muamelenin yasaklanma sebebi değerdeki fazlalıktır. Çünkü peşin olarak verilen bedel, gelecekte ödenecek olan bedelden, cins ve miktarları bir olsa bile daha üstündür. Genellikle peşin olan vadeli olandan fazla olur. Nitekim ayn olarak teslim edilen şey zimmet borcu olan (deyn)den üstündür. Zira borçlu borcunu vadesinde ödemeyebilir, kimi zaman üzerinde anlaşma yapılan şartlara uymayabilir.”[243]

Faiz cereyan eden şeylerin aynı cinsleri mübadele edilirken kalite farkı dikkate alınmaz. Kaliteli tohumluk buğdayla kalitesiz yemelik buğdayı trampa yapmak isteyenler ya eşit miktarda ve peşin olarak mübadele etmelidir ya da başka cins bir mal yahut para ile kıymetlendirerek satışı gerçekleştirmelidirler.


FAİZ ÇEŞİTLERİNDE ÖZEL DURUMLAR

 

1. Bir satış içinde iki satışın yasaklanması:

Ebu Hureyre (r.a) Rasulullah (s.a)’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa, bu satış bedellerinden az olanını alması gerekir, aksi halde faiz almış olur.”[244] Bu hadis Tirmizi ve Nesai’nin rivayetinde; “Rasulullah (s.a) bir satışta iki satış yapmayı menetti” şeklinde olup, sonundaki ilave yoktur.”[245] Bir mal; “peşin şu fiyata, veresiye bu fiyata” denilerek satılsa, alıcı tercih yapmadan malı alsa, satış fasit olur. “Senin arsanı bana satman şartıyla dairemi sana satarım” gibi iç içe satışlarda ise taraflardan birisi için şart koşulan üstün menfaat faiz niteliğindedir.

2. Borçludan alınacak hediyenin faiz sayılması:

İslâm’da güçlünün zayıfı ezmemesi, darda bulunanın bu durumunun istismar edilmemesi için alınan ekonomik tedbirler yanında, birtakım sosyal ve psikolojik tedbirler de alınmıştır. Alacaklının borçlarından, âmirin veya hakimin menfaat ilişkisi olan memur ve kişilerden hediye almasının yasaklanması bunlar arasında sayılabilir.

Hz. Peygamber’den bu konuda çeşitli hadisler rivayet edilmiştir. Ebu Bürde (r.anhüma), Medine-i Münevvere’ye gelince Abdullah b. Selam kendisine şöyle demiştir: “Sen faizin yaygın olduğu bir beldede bulunuyorsun. Birisinde alacağın varsa, borçlun sana bir yük saman, arpa veya yonca (gibi basit şeyler) hediye etse kabul etmemelisin. Çünkü bu faiz olur.”[246]

Ebu Umame (r.a)’ın naklettiği bir hadiste bir müslümana yardımcı olan kimsenin ondan alacağı hediyenin faiz kapsamına girdiği belirtilir: “Bir kimse müslüman kardeşi, için aracılık yapsa, o da ona bir hediye verse, diğeri de kabul etse, faiz kapılarından büyük bir kapıdan içeri girmiş olur.”[247]

Şu hadis bu konuda genel prensibi belirler:

“Bir menfaat sağlayan her ödünç (karz) faizdir.”[248]  Bu hadis gerek ravileri ve gerekse manası bakımından tenkid edilmiştir. Hanefiler bunun ödünç verme sırasında yararlanmayı şart koşma veya yararlanma konusunda örfün bulunması halinde söz konusu olabileceğini söylemişlerdir.[249]

Diğer yandan Hanefilere göre menfaat ilişkisi bulunan kişiden böyle bir hediye alınması mekruh olur. Ancak taraflar akrabalık, samimi dost ve arkadaşlık gibi nedenlerle her zaman birbirine benzer hediye ve ikramda bulunan kimselerden olursa sakınca kalkar.

3. Müslümanla zımmî veya harbî arasındaki faiz:   

Müslümanların yönetime hakim olmadığı ve gayri müslimlerin hükümran bulunduğu ülkeye “dâru’l-harb” denir. Böyle bir beldede İslâm’ın temel yönetimi ile ilgili hükümlerini uygulatmaya İslâm toplumunun gücü yetmeyeceği için had cezaları düşer ve harbiden hırsızlık, gasp gibi bir yolla ele geçirilmemiş olan kumar ve faiz alacakları müslümana mubah olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Müslümanla harbî arasında daru’l-harbte faiz cereyan etmez.”[250]

Şa’bi, Hz. Peygamber (s.a)’in Necranlı Hıristiyanlara şöyle yazdığını söylemiştir: “Sizden biriniz faizle satış yaparsa, onun zimmeti kalkmış olur.”[251] Buna göre, müslüman ile zimmî arasında riba cereyan eder.

4. Aralarında faiz cereyan etmeyen diğer kimseler:

Faizin gerçekleşme şartlarından birisi de her iki bedelin, dokunulmazlığı bulunan (masum) bir mal olmasıdır. Ayrıca telef edilince tazmin edilmesi gereken mallardan olması da gerekir. Meselâ; bir esirin veya müslüman bir tüccarın, düşman ülkesindeki harbînin veya hicret etmeyip orada yaşamakta olan bir müslümanın malını aynı cins malla fazlalıklı yani faiz cereyan edecek şekilde satın alması caiz olur. Çünkü bu mal, dokunulmazlığı olan bir mal değildir.

Diğer yandan her iki bedelin bir kişiye ait olmaması da gerekir. Bu yüzden köle ile efendisi arasında Ebu Hanife ve İmam Şafiî’ye göre faiz cereyan etmeyeceği gibi, bazı âlimlere göre baba ile oğul arasında da cereyan etmez. Nitekim Cabir b. Abdillah’tan “Baba ile oğul arasında faiz cereyan etmez” dediği nakledilmiştir.[252]

Mufavada  ve inan şirketinde bir ortak karz muamelesinde her iki bedele de ortak durumda olursa yine faiz cereyan etmez.[253]

5. Selem ile ilgili faiz:

Para peşin mal veresiye yapılan satışa “selem” denir. Veresiye olan malın tesliminde güçlük veya imkânsızlık doğmaması için, satılan bu malın mislî olması ve zimmet borcu olarak belirlenmesi istenmiştir (bk “Selem” konusu).

İşte bu nitelikleri taşımayan ve malı teslim güçlüğü doğurabilecek bazı bozuk selem çeşitleri hadislerde “faiz” olarak nitelendirilmiştir. İbn Abbas (r. anhü-ma)’dan Nebi (s.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Gebe olan devenin, dişi doğacak olan yavrusunun yavrusunu, ceninini satmakta faiz vardır.”[254]

Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince, o sırada Medineliler meyvelerde bir veya iki yıllığına para peşin meyveler veresiye selem (selef) akdi yapıyorlar di. Bunun üzerine Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Kim meyvesini bu şekildeki bir selem satışı ile satarsa bu faiz olur. Ancak belirli bir ölçekle ve belirli bir vadeye kadar satış yaparsa bu durum müstesnadır.”[255]

                   İSLAMDA MUFAVADA ORTAKLIĞI

Tanımı:

Bu, eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir. Sermaye miktarlarının eşit olması, kâr ve zararın paylaşılmasının da eşitlik esasına göre çözümlenmesi gerekir. Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefili durumundadırlar. Ortakların şirket sermayesi olabilecek özel mülkleri bulunmaz. Özellikle tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü bulunmayan, tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu gruba girebilir. Bir bakıma ortakların sorumluluğuna tüm mal varlıkları girdiği için dışa karşı güçlü bir ortaklık söz konusu olur.

İbn Mace’nin naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Üç ticaret muamelesinde bereket vardır. Bunlar: Va’deli satış, mufavada ortaklığı ve satmak için değil de yemek için buğdayla arpayı karıştırmaktır.” [256]

Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa, bu ortaklık “inan şirketi”ne dönüşür. Mufavada şirketini Hanefi ve Mâlikîler caiz görürken, Şafiî mezhebi bunu uygulama bakımından mümkün görmemiştir. Hanbelilerde Şâfiilergibi düşünür.[257] Bunlara göre mufavadada eşitlik, istenilen anlamda gerçekleşmez.

Şartları:

1)           Her ortağın vekâlet ve kefalet ehliyetine sahip olması gerekir. Bu da onların hür, akıllı, ergin ve reşid olmalarını gerektirir. Çünkü burada her ortağın yapacağı tasarruf diğerlerini bağlar.

2)           Başta ve sonda miktar ve değer olarak sermayelerin eşit olması gerekir. Bu eşitlik bozulursa ortaklık şekil değiştirir ve inana dönüşür.

3)           Ortaklardan herbirinin sahip olduğu ve şirket malı olmaya elverişli bulunan mallarının ortaklığa dahil edilmesi gerekir. Altın, gümüş, nakit para gibi. Ancak ticaret malı (uruz), gayri menkul, alacak ve kayıp mal gibi müfavada sermayesi olmağa elverişli bulunmayan şeylerde ortaklık bağlayıcı olmaz.

4)           Müfavada, kârda eşitlik prensibi gözetilmelidir. Eğer bir ortak için eşitliği bozan kâr konuşulmuşsa müfavada bozulur.

5)           Müfavada bütün ticaret işlerinde eşitliği gerektirir. Bu yüzden bir ortak diğerlerinden ayrı olarak kendisine ait bir ticaret yapamaz. Buna göre Ebu Hanife ve İmam Muhammed böyle bir ortaklıkta bütün ortakların müslüman olmasını şart koşar. Onlara göre bir müslümanla gayri müslim arasında müfavada geçerli olmaz. Çünkü meselâ; zımmî olan bir gayri müslimin, müslümana caiz olmayan şarap ve domuz ticareti gibi bir ticareti yapması caizdir. Ebu Yusuf’a göre ise müslümanla gayri müslim arasında müfavada ortaklığı caizdir. Çünkü ehliyet, vekalet ve kefalet bakımından aralarında eşitlik vardır.[258]


 

                        İSLAMDA İNAN ORTAKLIĞI

 

A) Ortaklığın Tanımı:

İki ve daha çok kişinin sermaye koyarak ticaret yapmak ve elde edilecek kârı aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Burada sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak ortaklar zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar.

Burada ortaklar birbirinin yalnız vekili sayılır, kefili sayılmaz. Bu yüzden ticaret izni verilmiş küçük çocuk gibi, kefil olması geçerli bulunmayan kimse de inan şirketi ortağı olabilir.

inan ortaklığı her çeşit ticaret yapmak üzere genel olabileceği gibi tekstil, demir, inşaat malzemesi, taneli bitkiler gibi bazı ticaret türünde de özel olabilir. Diğer yandan inan şirketi müslümanla gayri müslim arasında da caizdir. Çünkü bu ortaklıkta eşitlik şartı yoktur.[259]

 

B) inan Ortaklığının Esasları:

1. Ortakların şirkette çalışma şartı:

İnan şirketinde, ortaklardan birisinin veya hepsinin şirket içinde çalışması şart koşulabilir. İki kişi belli bir sermaye ile ortaklık kursalar, işleri birisinin yürüteceği, diğerinin şirket işiyle hiç ilgilenmeyeceği kararlaştırılsa mümkün ve caizdir.

Ancak çalışmadan maksat, çalışmanın bizzat meydana gelmiş olması değildir. Çalışma şartı konulmakla yetinilir.[260]

2. Kârın paylaşılması:

İslâm’ın ortaklık anlayışında kâr, prensip olarak, yaygın bir cüz şeklinde belirlenir. Kârın %10, %20 veya %50′sini almak gibi. Kâr az olursa, bu oranların miktarı azalır, çok olursa yükselir. Hiç kâr olmazsa, bir şey alınmaz. Şirketten, miktarı önceden belirlenmiş maktu kâr almak faiz sayılır. Meselâ, şirkette 10 milyon sermayesi olan kimse, yıl sonunda kâr olsun veya olmasın, sermayesinin net %40′ı kadar maktu bir parayı şart koşsa, 4 milyon lira faiz olur. Böyle bir şirket %150 kâr elde etmiş olsa, bu ortağın sermayesine göre daha fazla kâr alması mümkün iken, başlangıçta kendisini %40′la sınırlaması zarara uğramasına yol açmıştır. Hiç kâr olmaması halinde, şirket ona, anaparadan 4 milyon lira ödemek zorunda kalacaktır. Bu da şirketin zararınadır. Buradan İslâm’ın, sermayeye maktu bir meblağın yani faizin belirlenmesini yasaklamasının sebebini anlamak mümkündür. Bir yıl önceden yıl sonunda net kârın miktarını tam olarak tesbit etmek mümkün olmadığı için, taraflardan birisi şu veya bu ölçüde belirsizlikle karşı karşıyadır. Normal kâr ortaklığı ölçüleri içinde alması gerekeni alamamakta veya almaması gerekeni fazla olarak almaktadır. Bu da “haksız kazanç”a neden olmaktadır. Bu duruma göre, gerçekte faizin illetinin “haksız kazanç” olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer yandan İmam Züfer (ö.158/775) dışında Hanefiler, çalışan ortağın kârdan fazla pay alması prensibini kabul etmişlerdir. Hatta bütün ortaklar çalışsa bile, aralarında, ustalık, sanat, beceri ve benzeri bakımlardan farklılık olabilece­ği için kârın da bu özellikler dikkate alınarak paylaştırılması mümkündür. Meselâ, iki kişi 5′er kg. 22 ayar altın sermaye ile bir fabrika kursalar, ortaklardan birisi mühendis olarak kuruluşu yönetse ve işin başına geçse, diğer ortak da ni­teliksiz işçi olarak çalışsa, sermayeler eşit olmakla birlikte, mühendis olan, %10 fazla kâr istese, bu fazlalık onun çalışması karşılığı olur. Çünkü kâra hak kazanma ya sermaye, ya çalışma ya da dımânı yüklenme sebeblerinden birisiyle olur.[261]

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kâr, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre paylaşılır. Zararın tazmini ise sermaye oranlarına göre olur.[262]

Bu hadis Hz. Ali’nin sözü olarak da nakledilmiştir.

Hanbeli ve Zeydiye mezhebleri de Hanefiler gibi düşünür. Yani onlara göre de ortakların sermayeleri eşit olmasına rağmen farklı kâr almaları mümkündür.

Şafiî, Mâlikî, Zahirî ve İmamiyye mezhebleri ile Hanefîlerden İmam Züfer’e göre, inan şirketinin sahih olması için, kâr ve zararın anaparadaki paylara göre olması gerekir. Çünkü kâr anaparanın geliri, zarar ise yine anaparanın eksilme-sidir. Bu ikisi anapara miktarlarına göre olur. Yani kâr zarara benzer. Ortaklardan birisinin zararın belli bir bölümünü yüklenmeyi şart koşmasının geçerli olma­ması gibi, kârdan anapara oranını aşan bir fazlalığı şart koşması da geçerli ol­maz.

Görüşlerin Değerlendirilmesi:

İkinci görüş sahipleri, ortakların çalışmasını kârda bir fazlalık sebebi kabul etmediğine göre, çalışanlara emeğine uygun bir ücret takdir etmek gerekecektir. Yani ortaklar ayrıca, kendi işyerinde “iş akdi” ile çalışabilir. Sözleşmeye göre maaşını da alır. Buna göre, işyeri zarar etse de maaşı almaya hak kazanırlar.

Hanefilere göre de, yıl sonunda alacağı kâra mahsuben, çalışan ortağın maaş alması mümkündür. Çalışma karşılığı %10 kâr tesbit edilmişse, aldığı ma­aşların tutarı %5 ise, fazlasını alır. Maaşlar %10′u aşarsa, diğer kârından mahsub yapılarak denkleştirilir. Ancak şirket kâr etmediği zaman, çalışan ortak hiç ücret alamayacak, şirkete meccânen çalışmış olacaktır. Bu takdirde de avans olarak aldığı maaşları, onun anaparasından kesilecektir. Diğer yandan özellikle şirketi yöneten, kendi şahsı itibariyle şirket adına zaman zaman büyük risklere giren ticarî hayatta manevi kredi ve itibarı bulunan ortağın bu özelliklerinin maaşın ötesinde bir hakka neden olabileceğini düşünmek gerekir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

                               İSLAMDA MUDARABE ORTAKLIĞI

 

Mudârabenin Tarifi ve Dayandığı Deliller:

Mudârabe “darb” kökünden, bir sözcük olup, kök anlamı; ticaret için yolculuk yapmak demektir. Emek-sermaye ortaklığına Irak yöresi “Mudârabe” adını verirken Hicaz yöresi “Kiraz (kredi)” terimini kullanmıştır. Bu ortaklığa “Muamele” adı da verilmiştir. Mudârabe şu şekilde tarif edilmiştir: Sermaye sahibinin belli miktar sermayeyi işletmeciye ticaret yapmak üzere vermesi ve elde edilecek kâra, belirledikleri şartlara göre ortak olmalarıdır. Zarar ise yalnız sermaye sahibine aittir. İşletmeci zarara katlanmaz, ancak emeği boşa gitmiş olur. Burada sermaye sahibi kâra sermaye sebebiyle, işletmeci (mudarib) ise emeği karşılı­ğında hak kazanır. Mudârabe kısaca; sermaye bir taraftan, bunu işletmek diğer taraftan olmak üzere kurulan “emek-sermaye ortaklığı” olarak da tarif edilmiştir.[263]

Başkasına sermaye verip kullandırmada kârın tamamının sermaye sahibine ait olacağı şart koşulursa, bu muamele “bidâa” adını alırken, kârın tümü işletmeciye şart koşulmuşsa “karz-ı hasen” muamelesi söz konusu olur.

Mudârabenin meşruluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ’ya dayanır.

Kitaptan deliller: Kur’an-ı Kerim’de Mudârabeden söz eden bir ayet olmamakla birlikte, yeryüzünde dolaşarak ticaret yapmanın meşru olduğunu bildiren ayetle, ticaretin genel olarak meşru bir kazanç yolu olduğunu ifade eden bazı ayetler Mudârabeyi de kapsamına alır.

Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah içinizden hastalar, yeryüzünde dolaşıp Allah’ın lutfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan başka insanlar bulunacağını bilmiştir.[264]

Artık namaz kılındımı yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan arayın.[265]Rabbinizin rızkından istemenizde size bir günah yoktur.”[266]

Sünnetten deliller: ibn Abbas (r. anhümâ) şöyle demiştir: Abbas (r.a) Mudârabe yoluyla sermaye verdiği zaman, ortağına bu sermaye ile deniz yolcu­luğuna çıkmamasını, bir vadide konaklamamasını ve canlı hayvan satın almamasını şart koşardı. Eğer bunları yapar ve zarar ederse anaparayı tazmin edecekti. Onun Mudârabede öne sürdüğü bu şartlar Allah elçisine ulaşmış ve o buna izin vermiştir.”[267] Hakim b. Hızam(r.a) da Mudârabe yoluyla sermaye verince benzer şartlar öne sürmüştür.

Diğer yandan Hz. Ömer’in yetimlere ait malı, Hz. Osman’ın ise kendi malını Mudârabeye verdiği, Cabir (r.a)’in Mudârabe ortaklığında bir sakınca görmediği nakledilmiştir.[268]

Suhayb (r.a) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Üç şeyde bereket vardır. Vadeli satış, Mukaraza (Mudârabe) ve satmak için değil, evde yemek üzere arpa ile buğdayı karıştırmak.”[269]

İbn Hazm şöyle demiştir: Kitap ve sünnette Mudârabeyi belirleyen doğrudan bir delil bulunmamakla, birlikte bu konuda açık icma (görüş birliği) vardır. Çünkü biz Hz. Peygamber döneminde Mudârabe’nin uygulandığını ve Allah elçisinin de bunu takrir buyurduğunu kesin olarak biliyoruz. Eğer böyle olmasaydı, Mudârabe caiz olmazdı.”[270]

Bu konuda başka bir uygulama da Hz. Ömer’in halifeliği sırasında olmuştur. Ömer (r.a)’in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah Irak ordusuna katılırlar. Ancak dönüş için paraları kalmayınca, vali Ebu Musa el-Eş’ari’ye (0.44/664) başvururlar.

Ebu Musa şöyle der: “Size beytülmalden kredi vereyim. Buradan mal alıp, Medine’de satarsınız. Anaparayı müminlerin Emirine verirsiniz, kârı da aranızda paylaşırsınız.” Abdullah ve Ubeydullah Irak’tan aldıkları malları Medine’de sattılar ve kâr elde ettiler. Anaparayı Hz. Ömer’e getirince, o şöyle dedi:

- Ebu Musa, sizin gibi bütün orduya da kredi dağıttı mı? Hayır, cevabını alınca da;

- Anaparayı ve elde ettiğiniz kârı beytü’l-mâle teslim ediniz, dedi. Ubeydullah şöyle dedi:

- Mal yolda helak olsaydı tazmin edecektik. Bu arada diğer bir sahabi söz alarak şöyle dedi:

- Ey Ömer, bu sermayeyi kredi olarak kabul etseniz, yani bunu Mudârabe şirketi olarak değerlendirseniz. Buna göre, anaparanın tümü ve kârın yarısı beytü’l-mâle, kârın diğer yarısı da Hz. Ömer’in iki oğluna verilecektir. Ömer (r.a) buna razı oldu ve hüküm uygulandı.[271]

İslâm’da Mudârabe ortaklığı uzun veya kısa vadeli herçeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklık çeşididir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, Mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir, ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık tamamen güvene dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene layık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir.

  Mudârabede Kârın Paylaşılması:

Mudârabe için sermaye verilirken, kârın paylaşılma şartlarının da belirlenmesi gerekir. Kâr, sermaye sahibi ile işletmeci arasında 1/2,1/3, 2/3 gibi şayi bir cüz olarak belirlenir. Gelir çok olursa tarafların alacağı kâr payı da büyümüş olur. Mudârabede akdin konusunu kâr teşkil ettiği için, bunun bilinmemesi akdin fesadını gerektirir.[272] Mudârabe sözleşmesinde, kârın taraflar arasında ortak olduğu belirtilmekle yetinilse Mudârabe ortaklığı geçerli olur. Ancak bu takdirde kâr aralarında yarı yarıya paylaşılır. Çünkü ortaklık, aksi kararlaştırılmadığı sürece, prensip olarak eşitliği gerektirir.[273]

Mudârabede maktu bir kârın şart koşulması geçerli değildir. Böyle bir şart Mudârabeyi de fasit kılar. Çünkü Mudârabe kârda ortaklığı gerektirir, işletmeci­nin, yalnız belirlenen maktu kâr kadar gelir sağlaması halinde karşı taraf bir şey alamaz. Bu nedenle de ortaklık gerçekleşmez. Meselâ; bir kimse bir kg. 22 ayar altını %40 maktu kâr almak üzere Mudârabe yoluyla işletmeciye verse, yıl sonunda bütün kâr 400 gr. altından ibaret olsa, işletmecinin emeği karşılıksız kalır. Yüzde yüz elli kâr edilmesi halinde de sermaye sahibi anaparanın %40′ını az bulabilir. Diğer yandan anaparanın %40′ı denilince bu faiz olur. Burada Mudârabe muamelesi fasit olacağından bütün kârı sermaye sahibi alırken, işlet­meci yalnız çalışmasının karşılığını (ecr-i misil) alabilir[274]

 

İşletmecinin Kâra Mahsuben Maaş Alması: 

 

Mudârabe akdinde, işletmecinin yıl sonunda elde edilecek kâra mahsuben belli ücreti avans olarak alması kararlaştırılabilir. İslâm hukukçularının çoğunluğu, işletmecinin özellikle şirketle ilgili dış seyahatlerindeki şahsî masraflarını da ortaklıktan alabileceği görüşünü benimsemiştir. Yeme, içme, giyim ve diğer normal masraflar bunlar arasındadır.

İşletmecinin gerek şahsı için yapacağı harcamalar ve gerekse avans olarak aldığı meblağlar, yıl sonunda kârın kendi hissesine düşen kısmından mahsub edilir. Eğer kâr bu harcamaları karşılamazsa, yalnız nafaka kapsamına giren şahsı ile ilgili harcamaları anaparadan karşılanır. Şâfiîlerin en meşhur görü­şüne göre, sermaye sahibinin izni olmadıkça, işletmeci şirket malından ne hazarda ve ne de seferde kendi nafakasını sağlayamaz.[275]

Alt Mudârabe ve Banka Sistemine Geçiş:

 

İşletmecinin sermayeyi bizzat işletmesi şart değildir. İşleri yürütürken başkalarını çalıştırması mümkün olduğu gibi, sermayeyi daha iyi çalıştıracak başka birisine vermesi de mümkündür. Böylece alt Mudârabe meydana gelmiş olur. Sermaye sahibine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati haleldar olmaz. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. Meselâ; hastalanan ve uzunca süre tedavi görmesi gereken bir sarraf, 20 kg. 22 ayar altını Mudârabe yoluyla işletmesi için, dükkanını A’ya teslim etse, yıl sonlarında net kârı yarı yarı­ya paylaşmak üzere anlaşsalar, A daha sonra sarraflık işinde çok yetenekli olan, fakat sermayesi bulunmayan B ile, yıl sonlarında kendi hissesi olan %50 kârının %30′unu vermek üzere, ikinci bir Mudârabe sözleşmesi yapıp, dükkânı devretse, bu mümkün ve caizdir. Yıl sonunda beş kg. 22 ayar altın net kâr olarak meydana gelmişse 2,5 kg.’ı sermaye sahibinin, 1 kg.’ı A’nın, %30 olan 1,5 kg.’ı da B’nin olur. Burada A belki hiç çalışmadığı halde, sermaye sahibine karşı riske girmesi, sermayeyi, bu konuda yetenekli bir işletmeciye teslim edip, fazla kâr elde edilmesine katkıda bulunması nedeniyle 1 kg. altını hak etmiş bulunur.[276]

A’nın yaptığı işi daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa, sermayeleri ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği ve dürüst, yetenekli işletmecileri bulmada aracılık ettiği için ilk Mudârabe anlaşmasında belirlenen kârı almaya hak kazanır. Bunu bir İslam Bankası olarak şu tarzda düşünmek mümkündür: Bir yıl vadeli yatırılan mevduatı tek hesapta toplayarak, en geç bir yıl içinde sonuç alınacak işlerde bizzat kullanmak suretiyle işletebilir. Bir yıl sonunda net kârdan anlaşmadaki payını aldıktan sonra kalanını mevduat sahiplerine dağıtır. Bu bir “kâr-zarar ortaklığı” olur.

İkinci bir yol, bu bir yıllık mevduatı, banka bizzat kendisi işletme imkânı bulamazsa, Mudârabe akitleriyle, piyasada dürüst iş yapan, yetenekli işletmecilere dağıtabilir. Bu şekilde paraya daha fazla devir sağlayarak kâr marjını yükseltebilir. Ancak böyle bir İslâm Bankasına para yatıran mevduat sahipleri, işin gidişini kontrol etmek, imkânından mahrum olduğu için, muameleler mutlak güvene dayanır, işletmenin net kâr hesabının doğru olduğu kabul edilir. Banka güveni sarsıcı işlem ve davranışlardan kaçınır. Aksi halde kâr miktarının önceden belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir. Faiz lehine prim yaratılmış olur.

Kısaca kâr-zarar ortaklığı biçiminde çalışan bir bankaya yatırılan tüm vadeli mevduatı, vadesine göre gruplara ayırarak, Mudârabe akdiyle işletmek mümkündür. Banka bizzat işletmesi veya işletecek olanları bulması nedeniyle, akitte belirlenecek “işletme kârı”na hak kazanır. Geri kalan kârı da sermaye oranlarına göre mevduat sahiplerine dağıtır.


 

                          BİR İSLAM BANKASININ ÇALIŞMA SİSTEMİ

 

a) Sistemin fon toplama yöntemleri:

 

Özel cari hesaplar: TL. veya döviz cinsinden açtırılan, istenildiği her an kısmen veya tamamen geri çekilebilen, karşılığında “faiz” veya “kâr” ödenmeyen gerçek veya tüzel kişilere ait vadesiz hesaplardır. Geri çekilmeler, hesabın açtırıldığı para cinsinden olur. Bu hesap sahiplerine her türlü bankacılık hizmetleri sağlanır, fon kullandırmada öncelik tanınır. Bunlar, Kurum’un teminat ve garantisi altındadır.

 

Katılma hesapları: En çok 5 yıl veya daha uzun vadeli TL. veya döviz cinsinden yatırılan fonların Kurumca kullandırılmasından doğacak kâr veya zararlara katılmayı öngören hesaplardır. Katılma hesapları vadelerine göre; üç aylık, altı aylık, 1 yıllık ve 1 yıldan uzun vadeli katılma hesapları olmak üzere gruplara ayrılır. Döviz cinsinden katılma hesaplarının kâr ve zarar payı da açıldığı döviz cinsinden ödenir. Bu hesaplarda, hesap sahiplerine “faiz” ödenmediği gibi, sabit bir gelir taahhüdünde de bulunulmaz. Anaparanın aynen geri ödeneceği garantisi de verilmez. Hesapların işletilmesiyle ilgili tüm masraflar kurumca karşılanır.

Kurumun katılma hesaplarının işletmesinden doğacak kâr veya zarardan alacağı pay genel olarak %20 dolaylarında olur.

Başlangıçta hesap sahipleri ile Kurum arasında “Kâr ve Zarara Katılma Akdi” diye bir sözleşme imzalanır. Burada katılma hesabı sahibinin hakları ve risk­leri belirtilmiştir

b) Fon kullandırma yöntemleri:

aa) Kâr ve zarara katılma yöntemleri:

Kurum topladığı fonları, uzman birimlerinin yapacağı inceleme ve değerlendirmeleri esas alarak, gerçek veya tüzel kişilere, yapılacak olan bir “Kâr ve Zarara Katılma Yatırım Akdi” çerçevesinde kullandırır. Bu yolla, bir ticari işletme­nin tüm faaliyetlerine veya faaliyetlerinin bir bölümüne, ya da yalnız bir parti malın alım satımına finansman sağlanabilir. Kurum karşı taraftan kârı sözleşmeye göre alır. Zarara ise, en fazla o işe tahsis ettiği meblağ kadar katlanır

 

bb) Üretim desteği sağlama yöntemi:

Bu yöntem, işletmeler için gayri menkul, ham ve yarı mamul maddeler ile teçhizat ve makine temini amacıyle başvuranlara, bunları üçüncü şahıslardan peşin satın alıp, üzerinde anlaşılan fiyattan vadeli satmak şeklinde uygulanır. Bu işlem “Alım Satım Akdi” ile yapılır

 

cc) Kiralama yöntemi (leasing):

Mal ve hizmet üretiminde kullanılacak teçhizatın, mülkiyet Kurum’da kalmak şartiyle, sözleşme serbestliği içinde, işletmelere kiralanması şeklinde uygulanan bir yöntemdir. Taraflar arasında “Kira Akdi” imzalanır. Akdin bitiminde, mülkiyetin kiracıya devri için anlaşmak da mümkündür.

 

dd) Vesaikin alım satımı yoluyla fon kullandırma yöntemi:

İthal konusu mal ve vesaikin devir yoluyla Kurum’ca peşin satın alınıp vadeli olarak satılması ve ihraç malını temsil eden vesaikin Kurum’a devri suretiyle ihracatçıya mal bedelinin hemen ödenmesi şeklinde uygulanır.

Kurum, yukarıda belirtilenler dışında ayrıca döviz alım satımı, poliçe, emre muharrer senet, temettü belgesi, çek, konişmento, tahvil ve diğer vesikaları keşide etmek, akreditif açmak, teyid etmek, gelen akreditiflerin uygulanmasını sağlamak ve benzeri banka faaliyetlerini yürütür.[277]

MUDARABE YÖNTEMİ VE RİSK SERMAYESİ (Venture Capital)

 

Risk sermayesinin mahiyeti:

Mudârabe ortaklığı yöntemi X. M. yüzyıldan itibaren “Commenda” adı ile Avrupa’ya geçmiş ve Avrupa ticaret hukukunda diğer ortaklık çeşitlerine de öncülük etmiştir.[278] Emek-sermaye ortaklığının 20. yüzyılda en önemli halkası risk sermayesi ile tamamlanmıştır.

Risk sermayesi 1970′li yıllardan bu yana özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde büyük ölçüde başvurulan ve en son teknolojik yeniliklere yönelip, bu tip projelerin finansmanını sağlayan bir finansman kullanma yöntemidir. Venture Capital adı verilen bu modelin ortaya çıkışı şöyle olmuştur: ABD ve diğer gelişmiş bazı ülkelerde bilim adamları keşif ve icat sayılan ve patent hakkı doğuran projelerini önceleri belirli bir bedel karşılığında sermaye sahiplerine satarken 1950′lerden sonra, satış yerine “emek-sermaye ortaklığı” teşkil etmeye başlamışlardır. Keşif ve icadın sahibi olan bilim adamı beyaz eşya, motor, elektronik alet vb. projesini sürekli olarak geliştirmeyi üstlenerek ortaklığın “emek” tarafını teşkil etmiş, bu projelere yatırım yapıp üretimini sağlayan sermaye sahipleri de sermaye tarafını (rabbu’l-mal) oluşturmuştur. Böylece ABD, İngiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde risk sermayesi modeli ileri teknolojiyi geliştiren itici bir güç olmuştur. Çünkü bilanço kârından %20 dolaylarında pay alan bilim adamı için, risk sermayesi yöntemi, hergün yüzlerce yeni proje üretilmesinin etkeni olmuştur.

ABD’de emek-sermaye ortaklığının öncüsü sayılan Harvard Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekan Yardımcısı General Doriot şöyle der: “Yaratıcı ve uzak görüşlü genç insanları arayınız. Bu insanların proje ve fikirlerine sermaye ile, hatta sermayeden de önemli olarak, onların teknoloji üretme vasıflarına duyacağınız saygı ile hayat veriniz. Amacımız yeni keşif ve icat yapabilen insanlar ve bu insanların şirketlerini yoktan var etmek olmalıdır. Kâr, amacımız değil mükâfatımızdır…” Doriot’un yönettiği risk sermayesi şirketi (ARDC), 1957’de Digital Equipment Co. (D.E.C) isimli girişimci şirketi desteklemeye karar verir. Desteklenecek şirket, başlangıçta yalnız fikir ve proje üreten yoksul fakat yetenekli iki mühendisten ibarettir. Doriot’un şirketi, girişimci şirketin (D.E.C) %78 hissesini 70 bin dolar karşılığında almış, 15 yıl sonra yani 1972′de kâr payı olarak 350 milyon dolar kazanmıştır. Bu, anaparanın dolar hesabıyla beş bin katına yükseldiği anlamına gelir.[279]

Risk sermayesi şirketleriyle İslâm’daki Mudarabe arasında büyük bir benzerlik vardır. Risk sermayesi şirketi kamu veya özel sektörden sermayeyi, titizlikle seçeceği projelere yatırır. Buna göre iç içe çalışan üçlü bir şirket yapısı ortaya çıkar. Risk sermayesi şirketi mudarib (işletmeci), proje üreten girişimci şirket alt mudarib (2. işletmeci), finansman sağlayan kamu veya özel sektör de sermaye sahibi (rabbu’l-mal) durumundadır. Günümüzde bir İslâm bankası da, tasarruf sahiplerinin mevduatını toplamada Mudarib (ticarete emeği ile ortak olan işletmeci), bu mevduatı Mudarebe veya Müşâreke (sermaye ortaklığı) yoluyla girişimcilere sermaye olarak verirken ise sermaye sahibi (Rabbu’l-mal) durumundadır. Böyle bir ekonomik modelde girişimci yani alt veya 2. Mudarib des­teklenir ve elde edilen kâr sözleşme esaslarına göre paylaşılır. Ancak İslam bankası kâr-zarar hesabı katılma fonlarını kullanırken Mudarabe veya Müşâreke muamelesi yerine murabaha (peşin parayla mal alıp veresiye satma) yöntemini uygularsa, bu ikili kimlik gerçekleşmez. Çünkü Murabaha muamelesinde emek-sermaye ortaklığı oluşmaz. Bu takdirde yalnız mevduat sahipleriyle, İslâm bankası arasında, Mudarabe devam eder. Meydana gelecek zarara ise Mudârab de de, risk sermayesinde de sermaye sahipleri katlanır. Proje üreten şirket, kendisi sermaye koymamışsa, meydana gelecek zarara sadece emeğinin karşılığını alamamak şeklinde katlanır.

Risk sermayesinde, Demokles’in kılıcı gibi daima zarar etme ihtimalinin bulunması, onu faizli kredilerden ayırır. Nitekim ABD’de Venture Capital sektörünün gelişmesi faizli kredi kullanan şirketler eliyle değil, özellikle emekli sandığı fonlarının doğrudan doğruya risk sermayesi şirketlerinin yatırım fonlarına katılmasıyla gerçekleşmiştir. Risk sermayesi şirketinin, faizli krediyi, belli bir zamanda faiziyle birlikte geri ödeme zorunda olması, uzun dönemli, ancak büyük kâr potansiyeli olan projeleri finanse etmesine engel oluyordu.

Yapılan bir araştırmaya göre; ABD’de 400′den fazla yüksek teknolojiye yönelik Risk Sermayesi şirketi bulunmaktadır. Büyük sermaye ihtiyaçları bu şirketleri birleşmeye zorlamış, önce yatırım havuzları kurulmuş, bu da yetmeyince Risk Sermayesi şirketleri, anonim ortaklıklar haline gelerek, borsaya kaydolmuş ve halka açılmışlardır. Bu yolla şirketlerden her biri 15 ila 800 milyon dolar arasında sermaye toplamıştır.[280]

Kanada’da, devlet Risk Sermayesi şirketlerine faizli kredi vermek yerine Canadian Development Corporation (CDC)’un %48 hissesini satın alarak bu büyük şirkete ortak olmuş, CDC’de doğrudan doğruya girişimci şirketlerin hisse senetlerini satın alarak bu şirketlere faizsiz finansman sağlamıştır.

Proje üreten ve emeği ile şirket ortağı olan girişimci şirket faizli kredi ile yatırım yapmaya kalkışırsa, Almanya örneğinde olduğu gibi olumlu sonuç elde edemez. Çünkü emeğinden ve hazırladığı projelerden başka sermayesi bulunmayan girişimci şirket ortağı bilim adamlarının, projenin gecikmesi halinde, vadesi gelen faizli kredileri ödeme imkânları bulunmaz. İşte gerçek Risk Sermayesinde zarar halinde riziko yalnız sermayeye aittir. Emeği ile ortak olan Girişimci kişi veya şirket ise, zarar halinde yalnız emeğinin karşılığını alamamış olur. Aynı özellikler Mudârabe’de de bulunmaktadır.

İngiltere, Japonya, Almanya, İsveç ve Hollanda’da risk sermayesi uygulaması faizli krediler karşısında önemli bir finans kaynağı olarak uygulanmakta olup, olumlu sonuçlar elde edildiği belirlenmiştir.[281]


 

       İSLAM EKONOMİSİNDE RİSK SERMAYESİ KULLANIMI

 

Bir İslâm bankasının Mudârabe (emek-sermaye) veya müşarekeye (sermaye ortaklığı) yönelmesi halinde, kısa vadeli katılım hesabı fonlarının uzun süreli yatırımlarda nasıl kullanılacağı veya henüz projenin sonucu alınmadan kredinin vadesinin gelmesi halinde nasıl hareket edileceği problemi ortaya çıkmaktadır.

İslâm’da Mudârabe ortaklığının sona ermesi için, akit süresinin bitmesi yanında, anapara ve kârın nakit para cinsinden olması, başka bir deyimle anaparanın yatırıldığı projenin sonucunun alınmış olması da şarttır. Çünkü anapara ve kârı ayırmak başka türlü mümkün olmaz. Bu takdirde Mudaribe (işletmeci) ek süre verilerek, projeyi sonuca bağlaması beklenir.[282]

İslâm bankasının çıkaracağı kâr-zarar tahvili ve benzeri yöntemlerle de uzun vadeli projelere, risk sermayesi desteği sağlanabilir. Tasarruf sahipleri de girişimci şirketin hisse senedini satın alarak risk sermayesine katılabilirler. Hisse senedi para ihtiyacı olunca başkasına devredilebilir. Çünkü İslâm’da bir şirketin belli bir hissesini satın almayı, dilediği zaman da, bunu başkasına satmayı engelleyen bir hüküm yoktur. Ortaklıklarda kârın anlaşma esaslarına göre paylaşılması, zarara sermaye oranlarına göre katlanma, Mudârabe’de zarara yalnız sermaye sahibinin katlanması, vücuh (kredi) şirketinde kârı, tazmini göze aldıkları zarar oranında paylaşma gibi düzenleyici ve bağlayıcı prensipler dışında, ortakların şirket anasözleşmesinde belirleyecekleri şartlar geçerli ve bağlayıcı olur. Çünkü Hz. Peygamber; “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartla­ra uyarlar. Ancak helali haram, haramı helal kılan şart müstesnadır” buyurmuştur.[283]

Sonuç olarak, ekonomik bakımdan kalkınmış ülkeler yeni dünya düzeninde faizli kredilerin yerine, risk sermayesi yöntemine yönelmiş bulunmaktadır. Bu model İslâm’ın asırlar önce uyguladığı emek-sermaye ortaklığından (Mudârabe) başka bir şey değildir.

Buna göre günümüz bilim ve teknolojisinin gelişmesinde İslâm’ın Mudârabe modelinin itici bir güç olduğunu söyleyebiliriz. İslâm ülkelerinin de bu öz değerlerine sahip çıkması ve pratiğe yönelmesi gerekir. Çünkü 21. yüzyılın paranın parayı doğurmayacağı, ancak paranın bir mübadele aracı olarak algılanacağı bir asır olması beklenir.

       KİTAP VE SÜNNETTE İŞ HAYATI İLE İLGİLİ DELİLLER

 

Kur’an-ı Kerim’de çalışma ve iş hayatı ile ilgili çeşitli ayetler vardır. Yusuf peygamberin Mısır Meliki’nin isteği üzerine hazine ve ekonomik işleri düzenlemeyi üstlenmesi ve böylece ortadoğuda vuku bulan kıtlık yıllarının hafif atlatılması, Hz. Musa’nın da Şuayb peygamberin işinde ücretle 8 veya 10 yıllık süreyle çalışması bunlar arasında sayılabilir. Bu hizmetlerden Hz. Yusufunki devlet hizmetinde bir “memurluk”, Musa (a.s)’ın çalışması ise “işçilik” olarak kabul edilebilir. Biz bu ikincisi üzerinde kısaca duracağız. Hz. Musa, Peygamberliğinden önce Mısır’dan ayrılarak Şuayb peygamberin yurdu olan Medyen’e gider. Şehir kenarında Şuayb (a.s)’ın iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Derken iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa’nın yanına geldi ve şöyle dedi: Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor. ”

“O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır. “[284]

“Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik yapmak üzere- sana nikahlamak istiyorum.”[285] İslâm’dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkid ve kötüleme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur.[286]

Diğer bazı ayetlerde işçilikten söz edilir: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”[287] “İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin.”[288] “Eğer boşadığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz”[289] “Musa (a.s) ile Hızır, yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere bulunan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde olduklarından Musa (a.s) ona şöyle der: “Eğersen isteseydin bu işe karşılık ücret alırdın.”[290]

Yukarıdaki ayetler, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşru olduğunu gösterir. Diğer yandan geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder.

Hz. Peygamber’in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır. “İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz. “[291] “Bir işçi çalıştıran kimse, ona vereceği ücreti bildirsin.”[292] Kudsi bir hadiste de şöyle buyurulur: “Üç kimse, kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır. Benim adımı verip haksızlık eden; hür insanı satıp paras         ını yiyen; bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen. “[293]

Hz. Peygamber eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir: “Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, Allah katında en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye karar verirler. İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle dua eder: Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ödedim. Ancak işçilerden birisi ücretini almadan gitti, onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Bir çok malı oldu. Bir süre sonra gelerek ücretini istedi. Ben, gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi dedim. Benimle alay etme diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp gitti, hiç bir şey bırakmadı. Ey Rabbim; bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi bu mağaradan kurtar!” Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar.”[294]

İslâm’da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiştir. Bugün uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar aynı hükümlere tabi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuş tur. Sadece işin bir kişiye veya birden çok kişilere yapılmasına göre bir ayırım yoluna gidilmiştir. Aşağıda vereceğimiz işçi çeşitleri böyle bir ayırımdan ibarettir.

İSLAM EKONOMİSİNDE ÜCRET VE MAAŞ MİKTARI

 

a) Genel değerlendirme:

İslâm’da, çeşitli iş ve meslek gruplarına ücret veya maaş miktarlarını belirleyen doğrudan bir ayet veya hadis yoktur. Nass’larda işçi ücretinin temiz bir kazanç olduğu, işçiye ücretinin eksiksiz olarak ve zamanında ödenmesi gerektiği belirtilmiş bu arada işçi için bir yaşam standardına işaret edilmiştir. Problemi doğrudan çözen bir nass (ayet-hadis) bulunmayınca bu konuda İslâm’ın genel prensiblerine, adalet ve nısfet (insaflılık) ölçülerine başvurmak gerekir.

Ayetlerde şöyle buyurulur: “Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder.”[295] “Ölçü ve tartıyı tam yapın insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.”[296] “Şüphesiz, Allah adaleti, iyiliği ve yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder.”[297]

Bütün iş ve meslekler eşit emek ve yetenek gerektirmediği için, ücret ve maaşların da eşit tutulması gerekmez.

Meselâ; bir inşaat işçisi özel eğitim ve yeteneğe muhtaç olmaksızın çalışabilir. Aynı inşaatın mühendisi ise uzun eğitim sonucu bu mesleği elde etmiş ve özel yetenekler kazanmıştır. Bir doktor ise, daha uzun ve yorucu bir eğitim ve tecrübeyle meslek edinmiştir. Bu üç meslekte 8 saatlik mesaiye eşit ücret takdir etmek uygun bir değerlendirme olmaz. Adalet, herkese hak ettiğini ve layık olduğunu mümkün olduğu ölçüde vermeye çalışmaktır. Eşit ehliyet ve yetenekle eşit hizmet görenlere aynı ücreti takdir etmek ne kadar âdil ise, farklı ehliyet, yetenek ve emeğe değişik ücret takdir etmek o kadar âdildir.

İslâm’da çeşitli iş ve mesleklere göre belirli ücret ve maaş miktarları önceden tespit edilmemekle birlikte, bunu işçi ile işverenin ilk iş sözleşmesi yapıldığı sırada belirlemesi istenmiştir. Bu yüzden işe girme sırasında verilecek ücret konuşulmamışsa işçi emsal ücrete hak kazanır. Meselâ; bir inşaat ustası ücret konuşulmadan çalışsa, çalıştığı günler için benzer inşaat ustalarının aldığı kadar yevmiyeye hak kazanır. Aynı esası aylık veya yıllık ücretle çalışanlara da uygulamak mümkündür.

 

b) Ücret veya maaşın miktarı:

Bir beldede eşya fiyatları arz ve talep dengesine göre, serbest rekabet sonucunda oluştuğu gibi, emeğin fiyatı da işgücünün arz ve talebi sonucunda oluşur. Satım akdinde, fiyatların karaborsacılık yoluyla veya tröst ya da kartel gibi gizli anlaşmalarla suni olarak yükseltilmiş olması mümkündür. İşçinin emek değerinin, başka bir deyimle işçi ücretlerinin suni olarak olumsuz yönde etkilenmesi daha kolaydır. İşçi zayıf durumda bulunduğu için, özellikle ilk işe girişte eşit şartlarla pazarlık yapabilme şansı azdır. Yaygın işsizlikten yararlanarak, ücret ve maaşların çok düşük tutulmuş olması da muhtemeldir.

Diğer yandan işçilerin sendika çevresinde güçlenmesi ve bu gücün kötüye kullanılması sonucunda kimi zaman işçi ücretlerinin normalin üstünde artması da mümkündür. Emek bedelinin bu şekilde aşırı yükselmesi üretilen malların maliyetine ve dolayısıyla piyasa fiyatlarına yansıyacağı için paranın satın alma gücü düşer. Bu durum da sonuçta işçi ücretlerini ve memur maaşlarını olumsuz yönde etkiler.

İşte bir İslâm toplumunda adaletli bir ücret ve maaş anlayışı işverenlerde oluşuncaya kadar ücret konusunun devletçe alınacak tedbirlerle düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Bu konuda eşit ehliyet ve yetenekle çalışanlar için bir taban ücret (maaş)belirlemek, farklı iş ve meslekler arasında adaletli bir denge kurulduktan sonra, aynı dengeleri yapılacak zamlarla da korumak amaçlanmalıdır.

Belirlenecek temel ücret veya maaşta ise; çalışan işçi veya memurun kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler için yapmak zorunda olduğu masraflar ve ailenin içinde yaşadığı sosyal çevre dikkate alınmalıdır. Çünkü İslâm’a göre evli bir erkek; eşinin ve henüz iş ve meslek edinmemiş olan küçük çocuklarının geçim masraflarını karşılamak zorundadır. Bazı durumlarda yaşlı veya hasta olan yoksul anne-baba ve diğer bazı hısımlar da bu bakım çevresine girebilir. Çalışan bir işçi veya memurun temel ücreti yalnız kendi geçimi ölçüsünde alınırsa, eş ve çocukları için başka bir kaynak bulmak zarureti ortaya çıkar. Halbuki İslâm’da kadın gelir getiren bir işte çalışmaya zorlanamadığı gibi, ona miras, bağı, vb. yollarla gelen malını da kocasına veya çocuklarının masraflarına harcamaya zorlanamaz. Çalışan ve kazanan bir aile reisi varken, bu nafaka yükümlülüğünü devlete yüklemek de mümkün olmaz.[298] Durum böyle olunca, işçinin ücret miktarı ne olursa olsun bunu, çalışmayan aile fertleri ile paylaşmak zorunda olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi işçinin geliri yeterli olmaz ve yoksul durumda bulunursa zekât alması caiz olur. Ancak işçi ve memuru zekâtla desteklemek yerine, sürekli bir çözüm için, onun gelirini zekâta muhtaç olmayacak bir seviyeye çıkarmak daha uygundur. Gerçekte bir işletme işçilerine ödediği ücretleri ürettiği malın maliyetlerine yansıtır, bu mallar satılınca da ücretlerin toplamı yeniden işletmeye döner.

Bir İslâm toplumunda emeği ile geçimini sağlayanlar için öngörülen hayat standardı bir hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir:

“Kim bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o hilekârdır yahut hırsız.”[299] Buna göre, işçi ve memurlar maaşlarından yapacağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlenebilmen, sosyal çevresi hizmetçi istihdamını gerektiren bir meslekte çalışıyorsa hizmetçi edinebilmeli ve gerektiğinde bir araç satın alabilmelidir. İşçilerin bu belirtilenler dışında aşırı istekte bulunması, ya işverenleri iflâsa sürükler veya piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açar. Bu ise uzun vadede emeği ile geçimini sağlayanların da aleyhine olur.

Diğer yandan hadiste belirlenen standarda ulaşıncaya kadar işçi ve memurlara ev yerine “kira yardımı” veya “lojman” sağlanması, evlenme yardımı yapılması, binit yerine servis aracı veya seyahat imkânlarının temin edilmesi, hizmetçi yerine de çocuklar için kreş, ana okulu veya eğitim hizmetlerine işverence yapılacak katkılar da bu konuda atılan olumlu adımlar sayılabilir.

Emevi Halifelerinden Ömer b. Abdülaziz’in (ö.101/720) geçimini maaşla sağlayanlara söylediği şu sözler yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir. “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip bulunmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[300]

Hz. Peygamber bir hadisinde işçi-işveren ayırımı yapmaksızın mü’minin dünya ve ahiret mutluluğunu yakından ilgilendiren unsurlara şöyle işaret etmiştir: “Üç şey müminin mutluluk kaynağıdır. Geniş ev, iyi bir binit ve iyi bir eş.”[301]

    MAAŞ MİKTARINI BELİRLEMEDE ESAS ALINAN KRİTERLER

 

İşçi ve memurlara temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar maaş ödenmesi gerektiğinde açıklık vardır. Nitekim Rasulullah (s.a)’in memurlara; evlenip yuva kurabilecekleri, ev ve binit satın alabilecekleri ve gerektiğinde hizmetçi istihdam edebilecekleri bir miktarda maaş bağlanmasını öngördüğünü yukarıda belirtmiştik.

Diğer yandan Allah’ın Rasûlü, Afrika ve Avrupa’da köleleştirilen insanların işkence altında ezildiği bir dönemde, köle-efendi arasındaki ilişkiyi; “onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onlara ‘oğlum’, ‘kızım’ diye hitab edin.”[302] buyurarak bu sınıfa tarihte ilk defa insanca haklar tanımıştır.

Bu duruma göre temel ihtiyaçların karşılanmasında işçi ve memurlar arasında eşitlik ilkesi söz konusu olur. Maaş farkı iş ve meslekler arasındaki nitelik farkından, bilgi ve beceri gerektirip gerektirmemesi, veya sorumluluk bakımından ortaya çıkar. Bu yüzden devlet çeşitli mesleklerde olanlara farklı maaş verebilir. Çünkü emeğin değerini belirlemek ve bu konudaki haksızlıkları önlemek devlete ait bir hak ve görevdir.

Bu konuda Ebu Yusuf (ö. 182/798), Harun Reşid’e şöyle demiştir: “Valilere, maliye memurlarına ve kadılara verilecek olan maaşların miktarını belirlemek size ait bir haktır. Özel durumlarını dikkate alarak kimilerine az, kimilerine de daha fazla maaş bağlamak sizin yetki alanınıza girer. İslâm toplumunu iyiye götüreceğine kanaat getirdiğin şeyleri geciktirmeden hemen yerine getir.”[303]

Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Ömer b. Abdilaziz’e maaş belirlenirken “yeterli miktarda olması” esas alınmış, hakimlerin maaşlarında da aynı kritere uyulmakla birlikte “hakim tarafsızlığını korumak için onlara ayrıca ilave tahsisatlar da verilmiştir. Nitekim Hz. Ömer, Şam’da bulunan Ebu Ubeyde’ye ve Muaz b. Cebel’e yazdığı yazıda; ehil kişileri hakim tayin etmelerini ve bunlara yüksek maaş ver­melerini emretmiştir.[304]

Bu dönemde hakimlere birden çok görev verilerek her görev için ayrıca maaş ödenmek suretiyle yüksek ücret alması sağlanıyordu. Buna hicri 69-83 yılları arasında Mısır kadılığı yapan Abdullah b. Huceyre’yi örnek verebiliriz. el-Kindî (213-350H.), O’na sağlanan üç çeşit ödeneği şöyle belirtir:

“İbn Huceyre, kadılık görevinden yılda 200 dinar, kısas (diyet) ile ilgili görevinden 200, beytülmal yöneticiliğinden de 200 dinar alıyordu. O’nun divandan aldığı atıyye miktarı da 200 dinar idi. Ayrıca 200 dinar da caize alıyor ve böylece o, toplam olarak yılda 1000 dinar almaktaydı.”[305] Bir dinara (4 gr. altın para) en iyisinden bir tane koyunun satın alınabildiği ekonomik şartlarda üst düzey devlet görevlilerine tanınan bu imkânlar günümüz standartlarının çok üstündedir. Bu gibi memurlara sorumluluklar verilmiş, görev istenmiş ve buna karşılık onlara başkasının malına muhtaç olmayacağı ölçüde maaş verilmiştir.

Ücret ve maaşların devlet bütçesini veya özel sektörü sarsacak yükseklikte olmaması yanında, emeği ile geçimini sağlayanları hırsızlık.rüşvet ve hıyanete sevkedecek derecede düşük de olmaması gerekir. Nitekim Hz. Ömer Devlet başkanlığı sırasında maaşları arttırmanın kendisine düşen bir görev olduğunu bildirmiş[306], Ubeyde b. el-Cerrâh’ın maaşı düşük olan memurların yan gelir temini için çirkin işlere başvurabileceği uyarısına şu cevabı vermiştir: “Ben memur tayin ettiklerime, onları başkasına muhtaç bırakmayacak ölçüde bir atıyye (bütçe fazlası paradan karşılıksız verilen para) ve bir maaş veriyorum.”[307]

Diğer yandan Hz. Ali’nin valisi Malik b. Eşter’e yazdığı bir yazıda, memurlarına; yeterli ölçüde ve emanetlere hıyanet etmeyecekleri bir miktarda maaş vermesini istemiş, II. Ömer de aynı düşünceyle memurlarına kendi aldığından daha yüksek maaş ödemiştir.

Ahmed b. Hanbel’e (0.241/855) göre, maaş yeterince takdir edilse bile işverenin geliri arttıkça, onu da arttırmak caiz olur.[308]

                          İŞÇİNİN İŞİNİ SAĞLAM VE İYİ YAPMASI

 

İşçinin işini mümkün olduğu ölçüde iyi ve sağlam yapması gerekir. Çünkü o hem İslâm’ın ve hem de toplumun kontrolü altındadır. Müslüman işçi üzerinde ilahi murakabe, çalışma verimini yükseltecek önemli bir etkendir. Eksik çalışma, eksik ve kusurlu iş yapma, ücret hakkını etkilediği ve uhrevî sorumluluğu gerek­tirdiği için işçi oto-kontrol altındadır.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur:

“Biriniz bir iş yapınca, onu en sağlam ve en iyi şekilde yapması Allah’ın sevdiği bir davranıştır.”[309] yine;

“Allah mesleğinde becerikli olan sanatkârı sever.”[310]

“İki günü eşit olan aldanmıştır.”[311] hadisleri de işi sürekli geliştirmeyi ve yeni teknolojiler uygulamayı öngörmektedir. Kaliteli ve sağlam mal, piyasada uzun vadede kabul görür ve sürümü süreklilik arzeder. Batı ekonomilerinde marka ve patent hakkını koruyarak yüzyılın üzerinde piyasaya kaliteyi düşürmeden mal süren ve bu yolla dünya pazarlarını tutan firmaların sayısı az değildir. Bu ekonomik gücün İslâm toplumunda gerçekleşmesi İslâm ahlâkının gereğidir.

Ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler, Allah’a ve Rasulüne hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emanetlerinize de hainlik etmeyiniz.”[312]

İşçinin yapmayı üzerine aldığı iş, onun üzerinde bir emanettir. Onu en güzel ve eksiksiz bir biçimde yapması gerekir.

Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Hile yapan benden değildir.”[313]


 

                 ÇEK KIRDIRMA FAİZLİ BİR MUAMELE MİDİR?

 

Soru: Babam, bir arkadaşının 15 milyonluk çekini 12 milyon nakit vererek bozdu. Bunun hükmü nedir? Bu parayı bana veya evimize sarfederse ne yapmalıyım?

Cevap : Çek veya senedin vadesinden önce paraya çevrilmesine “kırdırma” denir. Bu iki duruma göre düşünmek gerekir. Eğer asıl borçlu vadesinden önce borcunu erken ödemek isterse bu mümkün ve caizdir. Alacaklı bu erken ödemeden dolayı bir miktar indirim de yapabilir. Çünkü bir alacağın tamamını bile almama, bağışlama hakkına sahip olan alacaklının bunun bir bölümünü almama hakkının da bulunduğunda şüphe yoktur.

Ancak-çekin bedelini üçüncü bir kişi, vadesinden önce öder ve alacaklı, çek bedelinde indirim yapmış olursa, bu zimmet borcu olan bir alacağı (deyn) miktarı farklı başka bir deyn’le veresiye mübadele etmek olur ki, aradaki fark “faiz” olur. Buna göre soruda belirtilen iki milyon TL. fark faizdir. Çocukların bu konuda ebeveyn’ini uyarma ve gerçeği söyleme hakkı vardır. Ancak böyle bir muameleyi düzeltme imkanı olmazsa, babanın mal varlığı çok olduğu takdirde helal olan çoğunluk servetten yararlanmak mubah olur (ayrıntı için bk. “Zimmet borcu olan şeylerin satışı” konusu).

FİNANS KURUMLARININ DAĞITTIĞI KAR, FAİZ NİTELİĞİNDE MİDİR?

Soru: “Faizsiz finans kurumları”nın işlemleri İslâm’ın faiz yasağı içine girer mi? Dağıttıkları kâr nisbetleri hemen hemen faiz oranları ile aynı çizgide devam ediyor. Sonra kâr ve zarar ortaklığı tam değilmiş gibi bir durum var. Bunların bütün işlemleri faiz dışı mıdır? Bunlar, İslâm ekonomisinin finans problemini çözebilecek bir çare midir?

Cevap: Faizsiz finans kurumları tasarruf sahipleri ile işletme arasındaki muamele bakımından İslâm’daki “Mudarabe (Emek-Sermaye Ortaklığı)” esasına dayanır. Finans kurumu işletmeci (mudarib), bu işletmelerin kâr-zarar katılım fonlarına para yatıranlar ise, sermaye sahibi (re’sülmal) tarafını oluşturur.

İşletme çeşitli vadelerde yatırılan sermayeleri, vadesine göre 3 veya 6ay, 1 yıl, 3 yıl gibi kâr-zarar katılım fonlarında toplar ve bunların vade sonundan önce geri dönecek şekilde finansman olarak müteşebbislere kullandırır. İşte bütün finans kuruluşlarının para kullandırma yöntemleri şunlardır. Mudarabe, Muşareke, Murabaha ve Leasing (kiralama).


[1] bk. Muhammed Fud Abdulbâki, el-Mu’cemu’l-Müfehres Li Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerim, “Sâlih” ve “Sâlihât” mad., s. 410-412.

[2] Hûd, 11/45, 46.

[3] el-Mülk, 67/2; el-Enbiyâ, 21/35.

[4] Buhârî, İmân 37; Müslim, İmân 5, 7; Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam ilmihali, İstanbul, 1991, s. 66.

[5] el-Asr, 103/ 1-3.

[6] Âlü imrân, 3/91,

[7] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, l; Müslim, imâre 155.

[8] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, Beyrut 1969, IV, 342.

[9] el-Hıcr, 15/39, 40.

[10] Yûsuf, 12/24.

[11] Buhârî, Cihâd 35, Meğâzî, 81; Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbn Mâce, Cihâd 6; Ahmed b. Hanbel, III, 103; bk. et-Tevbe, 9/120-122.

[12] İbn Kesir, Muhtasar Tefsîru İbn Kesir, Tahk. Muhammed Alî es-Sâbûnî, 7. baskı Beyrut 1402/1981, II, 175-177.

[13] et-Tevbe, 9/118.

[14] el-ihlâs, 112/1-4.

[15] el-Mülk, 67/15

[16] el-Câsiye, 45/13.

[17] el-Münâfikûn 63/9.

[18] et-Teğâbün, 64/15.

[19] el-Alak, 96/6.

[20] et-Tekâsür, 102/1.

[21] et-Tevbe, 9/111.

[22] Ahmed b. Hanbel, IV, 197, 202.

[23] Müslim, Zühd 3; Tirmizi, Zühd 31, Tefsirû Sûre 102/1; Nesâî, Vesâyâ 1.

[24] İmam Gazali, Zübdetü’l-İhyâ tere. Ali Özek, İstanbul 1969, s. 408.

[25] Ahmed b. Hanbel, IV, 197, 202.

[26] Buhârî, Büyü, 58, 64, 70, Şurut, 8;Müslim, Nikah 8.

[27] Buhârî, Büyü, 59; İbn Mâce, Ticârât, 25.

[28] Buhârî, Büyü, 72, icâre, 11,19; Nesâi, Büyü, 18.

[29] Buhârî, Büyü, 72, icâre, 11,19.

[30] Müslim, Büyü, 21; Ebû Dâvud, Büyü, 45.

[31] el-Cuma, 62/9.

[32] bk. İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 239, vd; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 139; Zeylâi, Tebyînü’l-Hakâik,  IV, 67; İbn Rüşd, a.g.e, II, 164 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 212 vd; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 239 vd.

[33] el-Kasas, 28/27, 28; Aliyyü’l-Kâri Aynü’l-ilm Şerhi, l, 192.

[34] Sebe’, 34/10, 11.

[35] el-Enbiya, 21/80.

[36] İbn Kesir. Muhtasâru Tefsiri İbn Kesir, tahk., M. Ali es-Sâbûnî. 7. Baskı, Beyrut, 1402/1981, III, 122.

[37] Sebe’. 34/12, 13; bk. el-Enbiya, 21/81.

[38] Hûd, 11/84.

[39] Hûd, 11/85.

[40] ez-Zebîdî a.g.e, VII, 294, 295 vd.

[41] Hûd, 11/93, 94.

[42] Hûd, 11/95; bk. âyet 86, 92.

[43] el-Kasas, 28/76-78.

[44] el-Kasas 28/79.

[45] el-Kasas 28/80.

[46] el-Kasas 28/81, 82.

[47] Yusuf, 12/43.

[48] Yusuf, 12/47-49.

[49] Yusuf 12/55.

[50] Avusturyalı bir ekonomi profesörü olup bir ara İ.Ü. İktisat Fakültesi’nde hocalık yapmıştır.

[51] Feridun Ergin a.g.e, s. 569.

[52] bk. en-Nisa. 4/160, 161: Tevrat, Levililer, XXV, 35, 36, 37, Yeremya, XV, 10 .Tesniye, XXIII. 19-20.

[53] en-Nisa, 4/29.

[54] el-Bakara, 2/275

[55] el-Bakara 2/282.

[56] El-Bakara, 2/198

[57] El-Mutaffifin 83/1-3.

[58] Ahmet b.Hanbel, III,466,IV,141.

[59] İbn Mace, Ticaret, 1.

[60] İbn Mâce, Ruhun 16.

[61] EbuDâvud, Büyü, 1.

[62] Tirmizi, Büyü, 4; İbn Mâce, Ticârât, 1; Dârimî, Büyü 8.

[63] es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, XII, 108.

[64] el-Bakara, 2/275.

[65] en-Nisa 4/29.

[66] el-Bakara, 2/29; el-Câsiye, 45/13; Lokman 31/20; el-Hacc 22/65; el-Mülk 67/15.

[67] el-Mâide 5/87.

[68] Buhârî, Büyü, 54, 55; Müslim, Büyü 30, 35, 36; Ebu Dâvud, Büyü 65; Nesâî, Büyü 55.

[69] ez-Zühaylî, a.g.e, IV. 382.

[70] Bu hadisi Dârekutnî İbn Ömer’den, Taberânîde Rafı’ b. Hadîc’den rivayet etmiştir. Hadis  zayıftır.

[71] es-San’ânî, Sübülü’s-Selâm, 2. baskı, III, 45; eş-Şevkânî, a.g.e, V, 156; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, l, 262; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 432, 433.

[72] el-Kâsânî, a.g.e, V, 148; İbn Âbidin, a.g.e, Tekmile, II, 336; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, IV, 366 İbn Kudâme, a.g.e, IV, 120.

[73] İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır, t.y, IX, 7vd.

[74] el-Kâsânî, a.g.e, V, 148; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 7 vd.

[75] bk. ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 435.

[76] İbn Rüşd, a.g.e, II, 146; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 434, 435.

[77] Malik, Muvatta, Husnü’l-Huluk, 16

[78] El-Bakara, 2/282.

[79] el-Kâsâni, a.g.e, VI, 141, 305; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 186; İbn Abidin, ag.e, IV, 105, 108.

[80] Ebû Dâvud, Büyü 54; Ahmed b. Hanbel, II, 84; eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 206; ez-Zühaylî,  a.g.e, IV, 469.

[81] Ahmed b. Hanbel, IV, 180; el-Kâsânî, a.g.e, V, 198, 199.

[82] İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 207, 208; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 255, 291; Zeylâî, a.g.e, IV, 16,17.

[83]İbnü’l-Kayyim, i’lâmu’l-Muvakkıîn, l, 106 vd; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 207; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 130-132,170, 171.

[84]Ahmet Akgündüz, islâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988,s. 160 vd.

[85] el-Fetâvâ’l-Hîndiyye, el-Hindiyye, kenarında, Mısır 1310/1892, VI, 311, 312; bk. Hamdi Döndüren, “İslâm Bankacılığı ve Risk Sermayesi”, islâmî Araştırmalar D. VI, 1/1992, s. 17vd.

[86] es-Süyûtî, el-Eşbâh, ve’n-Nezâir, Mısır 1378/1959, s.8 vd; Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, l, 35 vd, Mecelle, Mad. 3.

[87] Buhârî, İman 41, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, imare 155; Ebû Dâvud, Talak 11.

[88] Ebu Davud, Büyu 70.

[89] bk. Müslim, Büyü 85, Müsâkât 127; Ebû Dâvûd, Büyü 33, 55; Tirmizi, Büyü 70, 72; Nesâî, Büyü 74; Ahmed b. Hanbel, III, 313, 356, 364.

[90] Müslim, Büyü 4; Ebû Dâvud, Büyü 24, 25; Tirmizi, Büyü 17; Nesâî, Büyü 27; İbn Mâce, Ticârât 23; Mâlik, Muvatta, Büyü 75.

[91] Müslim, Müsâkât, 128; Buhari, Selem 1, 2, 7; Ebu Dâvud, Büyü 55.

[92] bk. Ebû Dâvud, 68; Tirmizi, Büyü 19; Nesâi, Büyü 60.

[93] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 157.

[94] eş-Şevkânî, a.g.e, V, 157.

[95] Müslim, Büyü’ 21; Ebu Davud, Büyü1 45; Nesai, Büyü’ 17.

[96] Buhârî, Büyü’ 58, 64, 68-71, icâre 14, ŞurutS; Müslim, Büyü’ 11, 16, 18-21; Ebû Dâvud, Büyü’ 45; Tirmizi, Büyü’ 17, 18.

[97] ez-Zühayli, a.g.e, IV, 509, 510.

[98] Buharı, Büyü’, 72, İcâre, 11,19; Nesâî, Büyü 18.

[99] Ebû Dâvud, Büyü, 43; Tirmizi, Büyü1 12; Ahmed b. Hanbel, II, 403.

[100] Buhârî, Büyü’ 58, 64, 70, Şurut 8; Müslim, Nikah 52, Büyü’ 11 ,’Birr 30- 32; Ebû Dâvud, Büyü’ 44; Tirmizi, Büyü’ 65; Nesâi, Nikah 70, Büyü’ 18,19, 21; İbn Mâce, Ticârât 14.

[101] el-Cum’a 62/9-10.

[102] es-Serahsî, el-Mebsût, II, 22, 23; İbnü’l-Hümâm, a.ge., l, 417; Hamdi Döndüren Delilleriyle islâm ilmihali, İstanbul 1991, s.,323, 324.

[103] ez-Zühayli, a.g.e, IV, 512.

[104] Buhârî, Büyü’, 58, 64, 70, 71, Şurut 8, Nikâh 45; Müslim, Nikah 49, Büyü’ 7, 8,11, Birr 29, 32; Ebu Dâvud, Nikah 17, Büyü’ 43, 46; Tirmizi, Nikah 38, Büyü1 57.

[105] eş-Şevkânî, a.g.e, V, 167 vd; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 513.

[106] el-Kâsânî, el-Bedâyî’, Beyrut 1394/1974, V, 134; bk. Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm Şerhu mecelleti’l-Ahkâmjstanbul 1330/1912, l, 469, Mecelle, Mad. 298.

[107] el-Kâsanî, a.g.e., V, 220

[108] el-Kasânî, a.g.e, V, 220.

[109] el-Bakara, 2/237.

[110] Ebû Dâvud, Büyü, 25; Ahmed b. Hanbel, l, 116.

[111] el-Hattâbî, maâlimü’s-Sünen, Beyrut 1400/1980, V, 47, Ebû Davud’un Sünen’i ile bir arada.

[112] İbn Hazm, ei-Muhallâ, Mısır 1389, Mesele: 1464, IX, 454 vd.

[113] el-Enfal, 8/27.

[114] Müslim, iman 164; Ebû Dâvud, Büyü 50; Tirmizi, Büyü 72.

[115] Buhari, Büyü 3; Tirmizi, Kıyame 60; Nesai, Kada 11.

[116] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223.

[117] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 163.

[118] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223; eş-Şirazi, el-Mühezzeb, l, 289; İbn Kudame, el-Muğni, IV, 182.

[119] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223.

[120] es-Serahsi, a.g.e, XIII, 80; el-Kâsânî, a..g.e, V, 224.

[121] el-Kâsânî, a.g.e, V, 224; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna göre Alım-satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 119 vd.

[122] el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 163.

[123] el-Kâsânî, a.g.e, V, 224.

[124] es-Serahsî, a.g.e, XIII, 90; el-Kâsânî, a.g.e, V, 224; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 155.

[125] en-Nisa, 4/29.

[126] el-Bakara, 2/275.

[127] bk. es-Serahsi, el-Mebsut, XIII, 80, 91; el-Kâsânî, el-Bedayi’, V, 223; el-Fetâvâ’l-Hindiyye III, 162; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 155; Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm, l, 598.

[128] Ebu Davud, Büyü 49; Tirmizi, Büyü 73; İbn Mace, Ticârât 27; Ahmed b. Hanbel, II, 327, l 85, 106,286.

[129] bk. Ebu Davud, Büyü 49; Tirmizi, Büyü 73; eş-Şevkani, a.g.e, V, 219.

[130] ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, IV, 45, 51, 54.

[131] el-Kâsânî, a.g.e, II, 21; İbn Kudame, a.g.e, III, 31; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 518, 519.

[132] İbn Kudame, el-Muğni, 3. baskı, Mısır 1367, IV, 240.

[133] El-Bâcî, el-Müntekâ, Beyrut 1332 H. V, 17.

[134] Ebû Dâvûd, Büyü 27; el-Kâsânî, a.g.e, V, 149; eş-Şevkânî, a.g.e, Mısır ty VI, 5.

[135] es-Serahsi, a.g.e, XIII, 90.

[136] es-Serahsi, a.g.e, XIII, 90; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 161.

[137] en-Nisa, 4/29.

[138] el-Kurtubi, el-Cami li Ahkâmi’l-Kur’an, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, III, 100.

[139] el-Bakara, 2/9

[140] el-Mutaffifin, 83/1-3.

[141] er-Rahman, 55/8, 9.

[142] Buharı, Büyü 48; Müslim, Büyü 48.

[143] Müslim, iman 164; Ebû Dâvud, Büyü 50; Tirmizi, Büyü 72.

[144] el-Askalânî, Büluğu’l-Meram, Tere. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1967, ,55.

[145] İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 159.

[146] İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Mısır 1334, VII, 169.

[147] Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm, İstanbul 1330, l, 165, 166.

[148] el-Cezeri, el-Fıkh ale’l-Mezahibi’l-Erbaa, 6. Baskı, Mısır, t.y. II, 284; İbn Kudame el-Muğni III, 585.

[149] el-Cezeri, a.g.e, II, 284.

[150] el-Cezeri, a.g.e, II, 265; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1961-1973, VI, 425

[151] Ali Haydar, a.g.e, l, 588, 589.

[152] Ali Haydar, a.g.e, l, 589.

[153] İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 58 vd; İbn Abidin, a.g.e, III, 406 vd; ez-Zühayli, el-Fıkhu’l- İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1405/1985, XIII, 219, 220.

[154] Ali Haydar, a.g.e, l, 589.

[155] Ali Haydar, a.g.e, l, 589; Mecelle, Mad. 58, 256, 356.

[156] İbn Abidin, a.g.e, III, 414 vd, 434-440; ez-Zühayli, a.g.e, 233, 234.

[157] Ali Haydar, a.g.e, l, 128-130; Mecelle, Mad. 58,1216,1317,1540.

[158] Ergin, iktisat, s. 308-315.

[159] Buhari, Büyü 58, 64, 70, 71, Şurut 8; Nikâh 45; Müslim, Nikah 49, Büyü 7, 8, 11; Ebu Davud, Nikah 17.

[160] el-Bâcî, el-Münteka, V, 17, 18; Celal Yeniçeri, islâm iktisadının Esasları, s. 356.

[161] el-Bâcî, a.g.e.V, 17.

[162] İbn Teymiyye, el-Hisbe, y.y, 1967, s. 16 vd.

[163] bk. el-Maide, 54,105; Alu imran, 3/110; el-A’raf, 7/181; et-Tevbe, 9/71, Hacc, 22/41; İbrahim, 14/19,20

[164] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 153.

es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 7, 8; bk. XIV, 36

[165] Ahmed b. Hanbel, I, 394; Nesâî, VII, 295; Mâlik, Muvatta, II, 663.

[166] Buhârî, Büyü’ 73; Tirmîzi, Büyü’ 19; Nesâî, Büyü’ 60, 71, 72.

[167] Ahmed b. Hanbel, l, 398; eş-Şevkânî, a.g.e, V, 171.

[168] Ebu Dâvûd, Büyü’ 53; Abdurrazzak, VIII, 137.

[169] es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 7, 8; bk. XIV, 36

[170] el-Kâsânî, el-Bedayî, V, 158.

[171] jbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kâdir, 1 baskı, Mısır, 1316/1898, V, 215-218.

[172] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, Beyrut, t.y, IV, 122 vd.

[173] el-Bâcî, el-Müntekâ, V, 38-40; Sahnûn, el-Müdevvene, Mısır 1323, IX, 151; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 134.

[174] Buhârî, Havale, 1, 2, istikraz, 12; Müslim, Müsâkât, 33; Ebû Dâvûd, Büyü’ 10; Tirmîzi, Büyü’ 68.

[175] el-Bakara, 2/280.

[176] el-Kurtubî, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, lII, 239 vd; bk. el-Bakara, 2/279, 280.

[177] en-Nisa, 4/58.

[178] el-Kurtubi, a.g.e, III, 240.

[179] el-Kurtubi, a.g.e, III, 240, 241.

[180] Buhârî, Büyü’ 18; Müslim, Zühd 74; Tirmîzi, Büyü’ 65; İbn Mace, Sadakat 14; Ahmed b. Hanbel, l, 327, III, 427, IV, 443.

[181] Müslim, Müsâkât, 30; Tirmîzi, Büyü’ 65; Ahmed b. Hanbel, IV, 120.

[182] Müslim, Zühd, 74; Tirmizî, Buyu, 67; Dârinnî, Buyu, 50.

[183] Buhâri, Havâlât  3,6.

[184] Buharı, Ferâiz 15; Müslim, Ferâiz 16; Ebû Dâvûd, Büyü’ 9; Tirmîzi, Cenâiz 69.

[185] es-Serahsi, el-Mebsût, XII, 124; el-Kâsânî, el-Bedayi, V, 201; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadir, V, 323; İbn Âbidin Reddü’l-Muhtar, IV, 213; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II, 199.

[186] eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, Mısır, t.y., II, 102.

[187] el-Bakara, 2/282

[188] ez-Zeylâi, Nasbu’r-Raye, IV, 44.

[189] Müslim, Müsâkât 128; Buhârî, Selem 1, 2, 7; Ebû Dâvûd, Büyü’ 55; Tirmîzi, Büyü’ 68; Nesai, Büyü’ 63; İbn Mace, Ticârât 59; Ahmed b. Hanbel, l, 217.

[190] es-Serahsî, a.g.e, XII, 124; el-Kâsânî, a.g.e, V, 201; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 323.

[191]el-Kâsânî, a.g.e, V, 201; eş-Şirazi, el-Mühezzeb, l, 297; eş-Şirbini, Muğni’l-Muhtac, l 102; Ali Haydar, a.g.e, l, 642; Mecele, Mad. 370.

[192] Buharı, Büyü1 53, 76; Ahmed b. Hanbel, IV, 19, 20.

[193] Ebû Dâvûd, Büyü’ 14; Nesai, Büyü’ 50, 52; Darimi, Büyü’ 43.

[194] Lokman, 19/31.

[195] el-Maide 5/66; bk. et-Tevbe, 9/42; Fâtır, 35/32.

[196] Ahmed b. Hanbel Müsned, V, 198, VI, 444.

[197] Ebu Dâvud, Edeb 2; Tirmizi, Birr 66.

[198] Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s. 1 vd; Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, İstanbul 1986, s. 78 vd.

[199] Ergin, a.g.e, s. 169, 261, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.

[200] 4/c. Ergin, a.g.e, s. 169 vd; 174-177.

[201] 4/d. Adam Smith (1723-1790) iktisat ilminin ve klasik ekolün kurucusu.

[202] Bunların temsilcisi François Ouesnay (1694-1774) çiftlik sahibi bir avukatın oğludur. Kendisi saray hekimi idi. 1758′de telif ettiği “iktisadi Tablo” büyük ilgi toplamış ve birçok tartışmalara yol açmıştır.

[203] Ergin, a.g.e, s. 59 vd.

[204] Ergin, a.g.e, s. 233-243.

[205] John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin a.g.e, s. 243.

[206] Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191.

[207] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.

Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle ispanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Samda Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.

[208] Ergin, a.g.e, s. 40.

[209] Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.

[210] Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556.

[211] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.

[212] Ergin a.g.e, s. 40.

[213] İbnü’l-Hümam, Fethül’-Kadir, V, 277; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 117; el-Cassâs, Ahkâmu’l- Kur’an, Kahire, t.y. II, 183.

[214] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 2. baskı İstanbul 1971 III,35.

[215] el-Bakara, 2/275.

[216] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 2. baskı, İstanbul 1960, II, 952. 953.

[217] İbn Mace, Ticârât, 58; Ahmet b. Hanbel, II, 353, 363

[218] Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IV, 117.

[219] er-Rum, 30/39.

[220] en-Nisa, 4/160, 161.

[221] Hûd, 11/87.

[222] bk. Çıkış, XXII/26; Levililer, XXV/35-37; Yeremya, XV/10; Tesniye, XXIII/19, 20.

[223] Ergin, iktisat, s. 38, 39.

[224] Ergin, a.g.e, s. 38.

[225] Alü imran, 3/130.

[226] el-Kurtubi, el-Cami Li Ahkâmi’l-Kur’an, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, IV, 130; es-Sâbûnî, Tefsîru Âyâti’l-Ahkâm, 2. baskı, Dımaşk 1397/1977, l, 393; el-Bakara, 2/275 vd.

[227] el-Bakara, 2/275.

[228] el-Bakara, 2/275.

[229] el-Bakara, 2/278, 279

[230] Buhari, Vesâyâ, 23; Müslim, iman, 38; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10.

[231] Müslim, Hac 147; Ebu Davud, Menasik 56.

[232] Ebu Davud, Büyü 5; Tirmizi, Tefsir sure 9 (Tevbe 2).

[233] Ebû Davud, büyü 13; A. b. Hanbel, II, 494; Nesai, Büyü 12; İbn Mace, Ticârât 58.

[234] Müslim, Müsâkât 105,106; bk. Nesai, Zinet 25, Talak 13; Ahmed b. Hanbel, l, 409, 448, 465.

[235] Müslim, Müsakat, 81; Ebu Davud, Büyü, 18; A. b. Hanbel, V, 314, 320.

[236] Müslim, Müsâkât, 82; bk. A. b. Hanbel, III, 49, 66, 97.

[237] Ebu Davud, Büyü 12.

[238] İbn Hazm, el-Muhalla, Kahire 1347-1351/1928-1932, IX, 542.

[239] el-Kurtubi, a.g.e, III, 226, 227; İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar tere., XI, 112 vd; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, VI, 404, 405.

[240] Bilmen, a.g.e, VI, 106.

[241] Bir sa’; şer’î dirheme göre 2,917 kg, örfî dirheme göre ise 3,333 kg. tutarında bir ağırlık öl­çüsüdür.

[242] Bilmen, a.g.e, VI, 106.

[243] el-Kâsânî, a.g.e, V, 183; İbn Abidin Reddü’l-Muhtar, IV, 184 vd; eş-Şatıbi, el-Muvafakat, IV, 42; ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, IV, 672, 673.

[244] Ebu Davud, Büyü 53.

[245] Tirmizi, Büyü 18; Nesai, Büyü 71; Tirmizi Ebu Hureyre hadisi için “Hasen-sahihtir” demiştir, İbn Hazm da bu haberin sahih olduğunu söyler, bk. el-Muhalla, IX, 628, 629.

[246] Buhari, Menakibu’l-ensar, 19. Hadisin senedi muttasıl, ravileri mutemettir.

[247] Ebu Davud, Büyü 82; A. b. Hanbel, V, 261; Hadisin ravisi olan Abdurrahman oğlu Kasım’ı, İbn Hanbel, İbn Hibban ve Yakub b. Şeybe zayıf sayarken, Tirmizi ve İbn Main mutemet olduğunu söylemiştir.

[248] İbn Hacer, Metalib, l, 411. Bu haberi Busûri ve Suyûti zayıf saymış, Beyhaki Fudale b.Ubeyd’in sözü olarak rivayet etmiştir.

[249] ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî fi uslubihi’l-cedid, 2. baskı, Dımaşk, t.y. l, 504.

[250] Zeylai, Nasbu’r-Râye, IV, 44. Beyhaki Marife’de naklettiği bu hadise mürsel demiş imam Şafii “bu haber sabit değildir” demiş, İbnü’l-Hümam, “Garib” olduğunu söylemiştir. Mekhul bunu Hz. Peygamber’den nakletmiştir. Halbuki kendisi tabiilerdendir, bk. Başaran a.g.e, s. 57, 58.

[251] İbn Ebî Şeybe’den naklen el-Hindî, M. Kenzi’l-UImmâl, II, 239.

[252] bk. İbn Ebi Halim, İlelü’l-Hadis, l, 387; Bilmen, a.g.e, VI, 108, 109; İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtar, tere, XI, 112.

[253] İbn Âbidin, a.g. tere. XI, 112, el-Kâsâni’nin Bedâyiu’s-Sanâyi isimli eserinden naklen.

[254] Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 240; Bu hadisin Kütüb-i Sitte’deki meşhur rivayetlerinde “faiz” ifadesi yer almamış, böyle bir satışın yasaklandığı bildirilmekle yetinilmiştir.

[255] Abdurrezzak, Musannef VIII, 4, Bu nakil Zuhri’ye ait olup mürseldir. Muttasıl rivayetlerde Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai “bu faiz olur” lafzı dışında bu hadisi nakletmişlerdir. Başaran, a.g.e, s. 60.

[256] İbn Mace, Ticârât, 83.

[257] ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 797 vd.

[258] b. el-Kâsânî, a.g.e, VI, 60 vd; İbn Abidin a.g.e, l 316. l, 369 vd; ez-Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, l

[259] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 62; İbn Abidin, a.g.e, III, 373.

[260] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 62, vd; İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 21.

[261] İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 21; el-Kasani, a.g.e, VI, 62 vd; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 815 vd.

[262] ez-Zeylai, Nasbu’r-Raye, III, 475.

[263] es-Serahsi, a.g.e, XXII, 18; İbnü’l-Hümam, a.ge., VII, 57 vd; İbn Abidin, ag.e, IV, 504; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 836 vd.

[264] el-Müzzemmil, 73/20

[265] el-Cuma, 62/10.

[266] el-Bakara, 2/198.

[267] ez-Zeylai, a.g.e, IV, 114; el-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IV, 161.

[268] ez-Zeylai, a.g.e, IV, 114, 115.

[269] ez-Zeylai, a.g.e, III, 475; es-San’ânî, Sübülü’sSelâm, III- 76. Bu hadisin isnadı zayıftır. Başka bir rivayette “Mukaraza” yerine “Mufavaza (Mutlak eşitliğe dayalı ortaklık)” ifadesi vardır.

[270] ez-Zühayli, a.g.e IV, 838.

[271] Malık, Muvatta, Kiraz, 1; ez-Zeylai. a.g.e, IV, 113.

[272] es-Serahsi, a.g.e, XXII, 27; el-Kâsânî, a.g.e, VI, 85; İbn Rüşd, a.g.e, II, 234: eş-Şirazi, a.g.e. l, 385; İbn Kudame. a.g.e, V, 30; İbn Abidin, a.ge, IV, 505.

[273]  Nisa, 4/12.

[274] es-Serahsı, a.ge, XXII, 27; el-Kâsânî, VI, 85 vd.

[275] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 105; İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 81; es-Serahsi, a.g.e, XXII, 63; İbn Rüşd, a.g.e, II, 238; İbn Abidin, a.g.e, IV, 512.

[276] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 96; es-Serahsi, a.g.e, XXII, 98; İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 70 vd.

[277] Faisal Finans Kurumu Ana Sözleşmesi: el-Baraka Türk Kurumu’nun çalışma sistemi de buna benzer durumdadır. Ülkemizde yeni bazı finans kuruluşları da doğmuştur. Bunlarda da önemsiz ayrıntılar dışında aynı nitelikleri görmek mümkündür.

[278] bk. Tansu Çiller-Murat Çizakça, Türk Finans Kesiminde Sorunlar ve Reform Önerileri neşr. İSO, İstanbul 1989, s.152.

[279] Hamdi Döndüren, “İslâm Bankacılığı ve Reform Önerileri”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c.  I, sy, 1 yıl, 1992; Çiller-Çizakça, a.g.e, s. 128, 129.

[280] Çiller-Çizakça, a.g.e, s. 173.

[281] bk. Sarıaslan, a.g rapor, s. 9 vd.

[282] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 112; İbnü’l-Hümam, a.g.e, VII, 74 vd

[283] Buhari, İcare, 14, 50; Tirmizi, Ahkam 17.

[284] el-Kasas, 28/25, 26.

[285] el-Kasas, 28/27.

[286] Ali Haydar, a.g.e, l, 673.

[287] en-Necm, 53/39.

[288] el-Araf, 7/85.

[289] et-Talak, 65/16.

[290] el-Kehf, 18/77.

[291] ez-Zeylai, Nasbu’r-Raye, IV, 129.

[292] Nesai, Eyman, 44.

[293] Buhâri, Büyü 106; icare 12, 15;İbn Mace, Rehin, 4; A. b. Hanbel, II, 292.

[294] Buhârî, İcare, 12; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tere. VII, 37 vd.

[295] en-Nisa, 4/58.

[296] el-Araf, 7/85.

[297] en-Nahl, 16/90.

[298] bk. İbnü’l-Hümam, a.g.e, III, 345 vd; el-Kasani, a.g.e, IV, 30 vd; el-Fetava’l-Hindiyye, l  558 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islam Hukuku 2. baskı, İstanbul 1983, s. 294-320; 1333/1915 tarihli Osmanlı dönemine ait “Kitabu’n-Nafakat” Mad. 1-634.

[299] Ebu Davud, imare, 10; A. b. Hanbel, Müsned, IV, 229.

[300] Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, s. 556.

[301] Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 168

[302] Buhârî, iman, 22, Edeb 44; Müslim; Eyman, 38, 40; Ebu Davud, Edeb 124.

[303] Ebu Yusuf, el-Harac, Kahire, 1397H. s. 202.

[304] Yeniçeri, a.g.e, s. 313, Sadru’ş-Şehid, Serhu Âdâbi’l-Kadi, (yz) Süleymaniye/Hafız Ahmed Paşa No: 14 v. 36/a-b’den naklen.

[305] el-kindi, el-Vulat ve’l-Kudat, Beyrut, London, 1908-1912, s.317.

[306] Ebu Yusuf, el-Harac, 122, 127

[307] bk.Müslim, Libas 2; Ebu Yusuf, a.g.e, s. 87; Ferra, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, Mısır 1356/1958, s. 12; İbn Haldun, Mukaddime, (tere. Zakir Kadiri Ugan), İstanbul 1968,11, 134; Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Beyrut 1969, s. 336, No: 327.

[308] Ferrâ, a.ge., s. 227.

[309] Süyuti, el-Camiu’s-Saığır, II, 286.

[310] a.g.e, II, 290.

[311] Acluni, Keşfü’l-Hafa, II, 233.

[312] el-Enfal, 8/27.

[313] Müslim, iman 164; Ebu Davud, Büyü 50.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

RÜŞVET

Bir ülkenin ticaret için mevcut doğal kapasitesi,  o ülkedeki rüşvet[2] oranının en belirleyici unsurudur.

                        Rüşvetin ekonomik etkileri hakkında son zamanlarda yapılan araştırma patlaması akla yumurta-tavuk bilmecesini getiriyor. Bu konuda yazılan artan sayıdaki hemen hemen her yazı, ilk önce hangisinin geldiğini ele alıyor: Bozulma ya da rüşvet mi önce başlıyor, yoksa rüşvetin bağlantılı olduğu ekonomik olaylar mı bozulmanın başlangıcını oluşturuyor ?

                        Örneğin, rüşvet ve uluslararası ticaret arasındaki bağı ele alalım. Bir ülkeye gelmek isteyen yabancılar, rüşvet peşindeki gümrük memurları ve güven vermeyen bürokrasilerle uğraşmamayı tercih edeceklerinden o ülkede rüşvetin ticareti olumsuz etkileyebileceği görüşü mantıklı görünüyor. Diğer taraftan, az miktarda dış ticaret yapan ülkelerin rüşveti frenlemek için yaptıkları çalışmalarla elde edebildiklerinin az olması, yukarıdaki görüşü haklı gösteriyor. Her türlü durumda da, dış ticaretin hacmi ile rüşvetin seviyesi arasında bir bağlantı bulunmaktadır: Sonuç olarak, ne kadar çok rüşvet varsa, dış ticaret de o kadar az olacaktır. Fakat    asıl sorun nedensellik bağının hangi yöne doğru akmakta olduğudur.

                        Harvard Üniversitesi’nden Shang-Jin Wei tarafından yapılan yeni bir çalışma “doğal sınırların açıklığı”nı  gözönünde bulundurarak bilmeceyi çözmeye çalışıyor. Wei, düşük ticaret hacminin rüşvete yol açan sebeplerden biri olmasından ziyade, rüşvetin düşük ticarete yol açtığı iddiasını analiz ediyor. Bunu, bir ülkenin açıklığını (yani o ülkenin kendi Gayri Safi Yurt İçi Hasılasına göre oluşan yıllık ihracat ve ithalat akışını ) iki bölüme ayırarak yapıyor. Birincisi ülkenin içinde bulunduğu coğrafya, konuşulan diller ve nüfus oranı gibi büyük ölçüde değiştirilemez faktörlerle açıklanabilecek olan açıklığın bir bölümüdür ki; bu “doğal” açıklıktır. Geri kalanı ise Wei, ‘yapısal açıklık’ olarak adlandırıyor.

                        Wei’ye göre, deneysel testler, bu açıklık tanımlamasında ülkeden ülkeye farklılık gösterecek değişkenlerin hemen hemen % 60’ının “doğal faktörler”le açıklanabileceğini gösteriyor. İngilizce konuşmak en önemli faktörler arasında; diğer yönlerden benzerlikleri olan iki ülkeden, sanayicileri ingilizceyi anlayan ülkenin, Gayri Safi Yurt İçi Hasılası tarafından belirlenen dış ticaret hacminin % 17 kadar daha yüksek olması beklenir. Geleneksel bir anlayışa sahip olmak, The Economist’i  okumak gibi başka şeyler için halkın İngilizce’yi kullanıp kullanmadıkları önemli değildir. Asıl mesele bunların hiçbirinin “bozulma” tarafından ağır bir şekilde etkilenmemiş olmasıdır.

                        Yazarın hipotezi, dünyanın diğer ülkeleriyle ticaret yapabilmek için doğal bir coğrafi yapısı olan (yani, hemen hemen tamamen doğal açıklığı bulunan) ülkelerin nispeten daha farklı soyutlanmış şeylerle uğraşmaktansa rüşveti durdurmakla çok daha fazla şey kazanacağıdır. Yerli mallar tüketenlerin, yurtdışından ithal mal getirebilenlerden daha az seçenekleri vardır; bunlar ayrıca mal veya herhangibir eşya alırken daha az resmiyetle uğraşırlar. Bu nedenle, ithalat oranı az olan soyutlanmış yalnız ülkeler, rüşvetin yayılmasına izin vererek dış ticarete daha açık olan diğer ülkelerden daha az riske girerler. Fakat bu bağlantı ters yönde çalışacak gibi görünüyor; Rüşvet verilen milyonlarca dolar bile denize kıyısı olan ülkelerin korunmasını sağlayamıyor.

                        Deneysel sonuçlar bu hipotezi doğruluyor. Wei, ilk olarak; 80’lerin başlarında (şu anda The Economist Grubu’nun bir parçası olan) “Uluslararası İş Konseyi” ve 1998’de özel bir organizasyon olan “Uluslararası Şeffaflık[3] Konseyi” tarafından derlenen, rüşvet ölçümlemesinde ‘doğal’ ve ‘yapısal’ açıklığın etkilerini tanımlıyor. Her iki durumda da daha fazla doğal açıklık rüşvetin esasen daha düşük seviyeleriyle birleşmektedir. ‘Yapısal açıklığın’; tavuk – yumurta,  yumurta – tavuk problemine  benzeyen bu konu üzerinde ilave bir etkisi yoktur, ancak yine de, diğer bazı faktörler, bariz bir ölçülebilir fark meydana getirirler: Örneğin, kamu harcamaları ve vergi toplamanın yetki dağıtılması (ademi merkeziyet) sistemiyle yapılması rüşvetle daha az ilişkilidir. Diğer yandan demokratik müesseseler ve etnik farklılıklar rüşvette çok az bir değişiklik yapıyor görünüyor.

                        Wei, ayrıca hipotezini, rüşvet seviyesinin ölçülmesinde ‘kamu çalışanları maaşlarını, o ülkedeki yaygın maaş ortalamalarına oranlayıp’ bunu bir girdi olarak kullanarak da analiz ediyor: Daha çok ücret alan işçilerin daha az rüşvet alma gereksinmesinin pek çok nedeni vardır. Eğer maaşlar daha yüksek olursa, işçiler rüşvet alarak daha çok şey risk ederler ve eğer yakalanırlarsa işlerini bile kaybedebilirler. Ayrıca, daha fazla net gelirle, kötü kazançların marjinal değeri azalacaktır. Bir ülkedeki toplam gelir seviyesini ele alınca, yazar, kamu görevlilerine daha yüksek maaş verilmesi ile daha fazla ‘doğal’ ve ‘yapısal açıklık’ arasında bir bağ olduğunu bulur. Ancak bu sonuçlar sadece 29 ülkeyi kapsar.

                        YAPILMASI GEREKENLER

 

                        Wei’in araştırmasını gözönünde bulundurarak net bir politika reçetesi çizmek kolay değildir. Hükümet politikalarının bazı kontrolleri üzerinde uygulayabileceği açıklık  olan ‘yapısal açıklık’ın rüşvet seviyesiyle çok az bir bağlantısının olması nedeniyle ‘doğal açıklık’tan yoksun ülkelerin geleceği umutsuz gibi görünebilir. ‘Çifte uğursuzlar’ denilen hilebaz bürokratlar ve bastırılan ticaretten sonsuza kadar zarar görmeye mahkum olmuş Slovakya ve Laos gibi popüler bir dilden yoksun olan ve tamamen karayla kuşatılmış çevrili yerlerin kaderi de aynı mıdır?

                        Tam olarak değil. Wei, ‘doğal açıklığı’ belirleyen faktörlerin, açıkça gözönünde bulundurduklarından sayıca çok daha fazla olduğunu söylüyor. Global liberalleşme ve teknolojik ilerleme yoluyla ticaret yapmak için diğer temel sınırların engellerin azaltılmasının rüşveti azaltabileceği tahmininde bulunuyor. Bu erdemli bir döngü  başlatabilir: daha az hileli tavuklar artan ticaretin altın yumurtalarını yumurtlayacaktır. Döngü  ve erdemin devamını sağlamak için hükümetler, işletme kredileri yoluyla sınırlar arası elektronik ticaretin gelişmesini ve bazı internete dayalı ithalatlar için gerekli ayrıcalıklı tarife ve muafiyetleri destekleyebilir ve cesaretlendirebilirler. Ya da nüfuslarına İngilizce öğretmek için daha fazla para harcayabilirler.

                        ‘Doğal açıklık’ daima kelimenin tam anlamıyla bir avantaj değildir. Değerli doğal kaynakların çokluğu gibi bazı faktörler bir gün tükenecektir. Suudi Arabistan gibi doğal açıklığını, sahil kıyısına sahip olması yanında petrolüne borçlu olan bir ülke için durum dehşet vericidir. Wei’in hipotezi siyah hammadde suyunu çektiği zaman sadece ticaret hacminin çökeceğini değil, ayrıca işlerin rüşvete dönüşebileceğini de söylüyor.

DEĞERLENDİRME :

Yukarıda 29 ülkeyi kapsayan bir çalışmanın sonuçları yer alıyor.Ülke bazında kaldırılmış engeller ve kolaylaştırılmış bir ticaretin rüşveti azaltabileceği bu çerçevede elektronik ticaretin de buna yardımcı olarak erdemli bir döngüye aracılık edebileceği düşünülüyor.

Çalışan insan yönünden ele alınan konu ise kişinin makul bir ücret almasının onu rüşvetten alıkoyabileceği şeklinde .

Gerçekten gerek ülke için ticari şartlardaki dengenin korunması ve gerekse insan için gelir-gider dengesinin gözetilmesi ortam ya da  kişiden makul bir davranış beklemenin ön şartı.Bunun alt ve üst sınırlarındaki elastikiyet ise toplumsal ve kişisel ahlakın dayanıklılığı ile ilgili.

Bu ahlaki yapılanma içinde geleneksel davranışlar  , kültür ve din en önemli unsurları oluşturuyor.Kişisel yönden ise gelir-gider dengesinin korunması çok önemli.Dar gelirli olmak  ya da üst gelir diliminde yer almak pek durumu değiştirmiyor.

Dar gelirli için belki normal bir yaşamın gerektirdiği gidere uygun bir gelir uydurma zorluğu varsa , üst gelir diliminde ise farklı saiklerle gelir gider dengesizliği oluşuyor. Saiklerin farklılığına rağmen ortak nokta ortada bir gelir gider dengesizliğinin bulunmasıdır.

İnsan erdemleri arasında yer alan “kanaat” tanımlaması , gerçekten en çok ihtiyaç duyduğumuz kavram haline geldi.

İnsan kendi vicdani yapısı ve aldığı eğitimle bu erdemi tek başına yakalaması zor görünüyor. Buna ilave olarak ortam ve toplumsal davranışlardaki iyileşmelere de ihtiyaç var. En üst ahlaki kurum ise “din”.

Kişinin gelir gider dengesinin korunmasında ihtiyaçları belirlemek ve karşılamak kadar neyin ihtiyaç olduğunun belirlenmesindeki kişisel yaklaşımlar da çok önemli.O halde fiziki ihtiyaçlarla belirlenecek makul bir baraj aşıldıktan sonra “şunu almasam da olur” deme cesaretini gösterecek nefsi bir yapılanmaya ihtiyaç var.Neden fiatların hep   sonu ..99’lu belirleniyor ? Hiç düşündünüz mü? İnsan satın almak istediğinde ona kendi nefsi  yalan söylüyor. Örneğin satın almak istediğiniz bir eşyada  fiyatı 99.000.000 TL olarak gördüğünüzde sizin bunu algılamanız 90 olacaktır. Al-tüket zihniyetine itilen insanların bu zaafı günümüzde çok iyi kullanılıyor.

Artık iktisadi teoriler değişti. “Talebe göre arz” düşüncesinin yerini “her mal kendi talebini oluşturur.” fikri aldı.

İnsanlara bu sahnede kibarcası “liberal” olan anlayışın piyonları olarak yer verilirken , hürriyeti elinden alınıyor. Birer tüketim köleleri haline getirilmeye çalışılıyor. Kim bana TV veya diğer reklamların insanları şartlandırmadığını söyleyebilir?

Ülke kapitalizmi gelişirken bir taraftan da dünya kapitalizmi kapıya dayandı. Uluslararası şirketler diğer şirketleri birer birer yutuyor. Örneğin ; Time Warner-AOL birleşmesinin birleşme değeri 181 milyar dolar . Bu rakam Türkiye’nin 1 yıllık GSMH’sına eşit. Yakın bir gelecekte Dünya’nın 15 şirket tarafından yönetileceği ifade ediliyor. Büyük marketler küçük esnaf diye birşey bırakmadı.. “Gel bende işçi ol” diyor.

Globalleşme adı verilen vahşi bir gerçek bizi sarmal sarmal sarmalıyor. Kendine köle ülkeler ve onların köleleşmiş insanlarını arıyor.

 İstediğini yap , istediğin gibi yaşa , adı demokrasi olan çarpıklığın gerçek bir demokrasi ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok. Ortalıkta sadace köleler ve onların efendileri olacak .

Bütün bu gelişmelere karşılık dini öğütlerin , öncelikle insanı tanımlayarak alt gelir gruplarını korumaya çalışması, üst gelir gruplarını törpülemeye çalışması ve hepsine birden ; isteklerinizi kontrol edin , emin misiniz ? son kararınız mı? gibi soruları sordurması kişiyi kazançta doğruluk ve harcamada en sıkı “ihtiyaç” tanımlaması ile karşı karşıya bırakması…Basit görünen bu çğütlerin ekonomik yansımaları üzerinde düşünen insanları akıllı saymak gerek.

Galiba gerek ülkeler ve gerekse insan , yaklaşmakta olan bu fırtınadan korunacak bir sipere ihtiyacı olacak.Aksi halde büyük ülkelerin ve sermayelerinin köleleri ile nefislerinin köleleri olan insanlardan bir çok “Dünya Köle Cumhuriyetleri” oluşacak. Sahi siz ahirete inanıyor muydunuz? Gerçekten ve kesin olarak mı inanıyorsunuz? Eğer cevabınız “evet” ise tüketim ve eğlencede fren yapabilirsiniz ve iyi biri olmanız da beklenebilir. Yok , cevabınız hayır veya şeklen inanıyor fakat bu inanç, davranışlarınıza yön vermiyorsa, ideal köle adayısınız demektir. Eğer bu söze kızdıysanız sanki siz değil de nefsiniz kızmış gibi …

İhtiyaçsızlığımızı önce kendinize anlatabilirsek, önce kendi palangalarımızı kırmış oluruz. Ülkeler de öyle. Hepimize kolay gelsin.


[1] The economist Dergisi, 9 Eylül 2000 Sayısı, Sh. 108, Çeviren: Ahmet Atik, Baş Hesap Uzmanı.

[2] Anlatılmak istenen genel bir bozulma olmasına rağmen, bozulmanın en belirgin simgesi olarak  burada rüşvet kelimesi kullanılacaktır.

[3] Bir anlamda ‘rüşvetle mücadele’ olarak anlaşılabilir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM İKTİSADININ GAYE VE MAHİYETİ

 

“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim,

üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size

din olarak Müslümanlığı (verip ondan)

hoşnud oldum”[2]

Bu ayet-i kerime Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Veda Haccı esnasında ve hayatının son günlerinde nazil olmuştur.[3] Müslümanlar asırlar boyunca bunu şöyle tefsir etmişlerdir: “İslam, insan hayatının bütün yönlerini idare eden tam bir hayat nizamıdır.” İslam’ı böyle tarif edince, o zaman şu sorular meydana çıkıyor: Eğer İslam mükemmel bir hayat nizamı ise, kendine has müstakil bir iktisad nizamı var mıdır? Eğer varsa, bugün cari olan kapitalizm ve sosyalizm gibi sistemlerden hangi bariz vasıflarla ayrılmıştır?.

Bu kitap, İslam iktisadının bazı hususiyetlerini belirtmeye ve İslam’ın kapitalizm ile sosyalizmden ayrılan önemli taraflarını tebarüz ettirmeye çalışır. Burada İslam iktisadını incelerken hep Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere müracaat ettik. Çünkü bu iki menba, İslam ideolojisinin iki temel kaynağıdır. Gerektiği yerlerde ayet ve hadislerden başka, fıkıh kitaplarına da başvurduk. Kur’an ve Sünnet’in, İslam’ın iktisad nizamını en ince teferruatına kadar açıklamadığı, ancak her cemiyete ve bütün zaman ve hale uyacak şekilde temel kaidelerle uğraştığı malûmdur. Kur’an-ı Kerim tefsirleri ile Hadis-i Şerif şerhlerine ve bunlardan çıkartılan hükümlere başvurmadan, modern inceleme usulleri ile İslam iktisadını tedkik etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. İslam, açık bir nass’a karşı aykırı hareket edilmediği ve tebligatının umûmi çerçevesi dışına çıkılmadığı takdirde, ayet ve hadislerden ve onların tefsir ve şerhlerinden hükümler çıkarmak için tetebbuda bulunmaya şüphesiz ki; müsaade etmiştir.

Kur’an ve Sünnet’teki, iktisadi hayatımızı düzenleyen hükümler başlıca iki bölüme ayrılırlar: Birinci bölümdekiler, İslam’ın, Müslümanlara getirdiği gaye ve hedeflerle alakalıdır. Bu hedefler, zekat, miras ve faizin haram oluşu gibi emir ve hükümlerle bina edilerek İslam’ın siyasi ve içtimai nizamını meydana getirmektedir. İkinci kısımdaki hükümler de, bu gaye ve hedeflere nasıl varılacağını gösteren birtakım çarelerden ibarettir. Biz çalışmalarımızı birinci kısma hasrettik. Son kısma da, lüzumlu yerlerde kısaca atıflar yaptık.

Aşağıdaki birinci bölümde İslam iktisadının gaye ve hedefleri, müteakip bölümde de bu gayenin mahiyeti incelenmektedir. Böyle bir sıra takip etmeye sebep şudur: Herhangi bir iktisadi sistemin ne olduğunu öğrenmek için onun gayesine bakmak lazımdır. Aynı şekilde İslam’-ın iktisadi sistemini bilmek için de onun gaye ve hedeflerini bilmek lazımdır.

İslam, dünyaya sırt çeviren bir din değildir.[4]  O, “Allah’ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları”[5]

Müslümanlara haram etmez. İslam’ın hayat görüşü müsbettir İnsanın günahkar olduğunu kabul etmez. Üstelik insanın, Allah’ın yeryüzünde halifesi olduğunu kabul eder.[6] İslam’a göre yeryüzünde her şey insan için yaratılmıştır.[7] Binaenaleyh inanları Allah’ın nimetlerinden mahrut etmek fazilet değildir. Fazilet, “Hak yolda yaşamak” gayesiyle insanları bu nimetlerden faydalandırmaktadır. İslam’ın cemiyeti yükseltme usûlü işte budur.

İslam’ın öğrettiği yaşayışın bazı değer ve kıymetleri vardır ki; insan hayatının bütün yönlerine hakim olmuştur. İslam’a göre, hayatın tamamen dünya ile alakalı hiçbir tarafı yoktur. İslam’ın gaye ve değerlerine uygun düştüğü müddetçe iktisad dahil, insanın her sahadaki işlerinin manevi bir tarafı vardır. İslam’ın iktisad nizamını ortaya koyan, aslında bu gaye ve değerlerdir. İslam iktisadını gözler önünde canlandırmak için bunların iyi anlaşılması çok önemlidir. Bu gayeler şunlardır:

a)      İslam ahlakı içinde iktisadi kalkınma,

b)      Cihanşümul kardeşlik ve adalet,

c)      Gelirin adilane dağıtımı,

d)      İktisadi refah içinde şahsın hürriyeti.

Bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Ancak bunlar, İslam iktisadını anlatmak ve İslam iktisadının kapitalizm ile sosyalizmden ayrıldığı tarafları belirtmek için malzeme temin etmeye kafidirler.

I — İSLAM AHLAKI İÇİNDE İKTİSADİ KALKINMA

“Allah’ın rızkından yeyin için (Fakat) yeryüzünde fesadcılar olarak taşkınlık yapmayın”[8]  “Ey insanlar, yerdeki şeylerden helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın”[9] “Ey iman edenler, Allah’ın size helal ettiği o en temiz ve güzel şeyleri (nefsinize) haram kılmayın. Haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Allah’ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden helal ve tertemiz olarak yeyin. Siz, kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’dan korkun”[10] “Bu ve benzeri ayet-i kerimeler,[11] iktisadi sahada Kur’an’ın önem verdiği en mühim mes’elelere işaret etmektedirler. İslam Müslümanlara, Allah’ın nimetlerinden faydalanmayı emreder ve islami bir cemiyetin maddi gelişmesine hiçbir hudud tanımaz. Hatta maddi refahı bir fazilet sayar: “Artık o namaz kılınınca yer yüzüne dağılın, Allah’ın fazlından (nasib) arayın”[12] “Eğer Allah sizden birine ma’işetini kazanmak üzere bir imkan verirse onu sonuna kadar kullansın”[13]  “Bir mü’min bir ağaç diker veya bir tarlayı işler de ondan herhangi bir kuş, insan veya bir hayvan faydalanırsa bu ameli •onun için bir sadakadır”.[14] “Ailesine bakmak,  komşusuna lütufkar davranmak ve dilencilikten uzak kalmak için kim meşru yoldan rızkını ararsa, o mehtap gibi bir çehre ile Allah’ın huzuruna çıkacaktır”[15]

İslam bu vadide daha da ileri gider. Müslümanlara, tabiatın sırlarını öğrenmeyi emreder. Çünkü Kur’an’a göre, yerde ve gökteki bütün nimetler insanların menfaati için yaratılmışlardır.[16]

Resule Ekrem (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde “Allah’ın devasını yaratmadığı hiçbir hastalık yoktur,” buyurmuşlardır. Bundan çıkan netice şudur: İktisadi üstünlüğe sahip olmak, Müslüman bir cemiyetin gayesidir. Çünkü Allah’ın insanları yaşatmak ve onları tekamül ettirmek için halkettiği nimet ve vasıtalar bu maksatla tetkik edilmekte ve bu vesile ile yapılan teknik ilerleme sayesinde insanlığın yaradılış gayesine hizmet edilmektedir.

İslam, dilenciliği menetmiş ve Müslümanlara kendi maişetlerini kazanmayı emretmiştir.[17]  Demek oluyor ki, Müslüman bir cemiyetin iktisadi hedeflerinden biri de, iş arayan ve çalışmaya muhtaç olanlar için kabiliyetlerine göre iş sahaları açmaktır. Eğer bunda muvaffak olunmazsa, Müslüman cemiyet yüce gayesine erişemez. Çünkü işsizler, ya son derece müşkül bir duruma düşerler veya iane, dilencilik ve gayr-i meşru yollarla hayatlarını kazanmaya mecbur olurlar. Halbuki dilencilik ve gayr-i meşru yollar, İslam’ın ruhuna taban tabana zıttır. İslam’ın iktisadi gelişmişliğe verdiği bu önem, onun tebligatının mahiyetinden ileri gelmektedir İslam, insanlığa bir nimet olarak gönderilmiştir. Gayesi, hayatı fakirleştirmek ve zorlaştırmak değil, zengin ve yaşanmaya değer bir hale sokmaktır. Kur’an-ı Kerim’”de şöyle buyruluyor. “Biz seni (Habibim) alemlere (başka bir şey için değil) ancak rahmet için gönderdik”[18]  “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüd, gönüllerde olan derdlere bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir”[19] “Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez”[20] “Allah (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmıştır”[21] “Allah, sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez, fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki nimetinin tamanlanmasını diler. Taki şükredesiniz”[22]

Müslüman hukukçular, Kur’an-ı Kerim’in bu ayetlerine dayanarak, Şeriatın esas gayesinin insanların menfaatlerini korumak ve onları meşakkatlerden kurtarmak olduğunda ittifak etmişlerdir[23]  Büyük sûfi, filozof ve ıslahatçı Gazali iddia eder ki, Şeriatın hedefi, halkın refah seviyesini yükseltmektir; bu ise onların imanını, hayat, akıl, zürriyet ve mallarını korumakla mümkün olur. Binaenaleyh, bu beş unsurun muhafazasını garanti eden her teşebbüs bir amme hizmetidir ve mergubdür.[24]  İbn Kayyım da şunu demiştir. “Şeri’atın temeli hikmet ve insanların bu ve öteki dünyada refahıdır. Bu refah tam bir adalet, merhamet, saadet ve akılla tahakkuk eder. Adaletten zulme, merhametten vahşete, saadetten sefalete götüren hiçbir şeyin Şeri’atle alakası yoktur”[25]- İktisaden müreffeh böyle bir cemiyette bir Müslümanın, manevi değerlere omuz silkerek hatta kendileri sayesinde maişetini temin ettiği ve servet sahibi olduğu kimselere haksızlık yaparak, son derece ileri gitmesi ve fevkalade maddi bir refaha kavuşması mümkündür. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim Müslümanlara bu tehlikeyi açıkça gösterir, ve İslam “pak” bir hayatı emreder: “Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın, Allah’ın fazlından (nasıyb) arayın. Allah’ı çok zikredin, Taki umduğunuza kavuşasınız”[26] Müslüman alimlerin çoğu, “Allah’ı çok zikretme”nin, insanın çok namaz kılması ve fazlaca teşbih çekmesi şeklinde bir manaya geldiğine değil, fakat İslami ölçüler içinde yaşayan ve vazifesini müdrik, ahlaklı bir insan hayatına işaret edildiğine hükmetmişlerdir.[27] Bu hayat, batıl felsefe ve düzenler terkedilerek sadece meşru yollarla kazanılır.[28]  Böyle bir hayat içinde kazanılan servet, hesabı Allah’a verilen bir emanet olarak telakki edilir.[29] Şimdi bu makamda, dünya ve dünya malının değersizliğini bildiren ayet ve hadisleri anlamak daha kolaydır.[30] Bu değersizlik hakiki manada değildir, yalnız manevi değerlerle alakalıdır. Eğer dünya serveti, manevi gayretler gösterilmeden kazandırsa, o zaman onları tasadduk etmekte hiçbir fazilet yoktur. Aşağıdaki Hadis-i Şerif buna bir delildir: “Allah’dan korkan için servetinde hiçbir beis yoktur”[31] Eğer bir ihtilaf varsa, o vakit insan, az da olsa helal kazandığı ile yetinmelidir. Buna Kur’an-ı Kerim şöyle işaret etmektedir: “De ki: -murdarın çokluğu hoşunuza gitse bile- (hiçbir zaman) murdarla temiz bir olmaz. Onun için ey selim akıl sahipleri, (murdarı ihtiyar etmek hususunda) Allah’tan korkun (temiz olun). Olur ki kurtuluşa erersiniz”[32] İslamın ebedi değerlerini geçici dünya zevklerine tercih eden bir kimse bı fedakarlığı yapmakta tereddüt etmez. Çünkü Hz. Peygambe: (s.a.v.)’in şu Hadis-i Şerifle ne demek istediklerini anlar ve takdir eder: “Dünya muhabbeti bütün kötülüklerin anasıdır”[33]  ve “Kim dünyayı severse ahiretini tehlikeye düşürmüş olur, kim ahireti severse o da dünyada muvakkat bir gerilemeye uğrar. O halde ebedi olanı fani olana tercih edin.”[34]  Aşağıdaki ayet-i kerimeler İslamın madde ile ahlak arasında meydana getirdiği ahengi izah ederler. Bu ahenk, Müslümanları maddi refah için çalışmaya teşvik etmekle beraber aynı zamanda onlara bu çalışmalarım ahlaki bir temele de oturtmalarını hatırlatarak maddi teşebbüslere manevi bir yön verdiren ilahi emirler sayesinde hasıl olmaktadır: “Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara sadaka vererek) ihsanda bulun Yeryüzünde fesad arama. Çünkü Allah fesadcıları sevmez”[35] “Müslümanların en hayırlısı hem dünya hem de ahiret için çalışandır” [36]

“Sizin en hayırlınız ne ahiret için dünyayı, ne de dünya için ahireti terkedendir. En hayırlınız dünya ve ahiretten nasibini alandır” [37]

Hayatın maddi ve manevi taraflarına aynı anda ehemmiyet verişi, İslam iktisadiyatının kendine has bir hususiyetidir. Onda madde ile mana birbirine sıkı sıkıya kenetlenip biri diğerinin mesnedi olmuş ve insanlığın tam bir refahı için zengin bir kaynak haline gelmişlerdir. Eğer insan, hayatın bu iki unsurundan birini ihmal ederse hakiki saadete nail olamaz. Sadece maddi refaha ehemmiyet verilirse o zaman bunu ahlaki tefessüh ve kültürel inkıraz takip eder. İçtimai çöküntünün bütün alametleri meydana çıkar. Fertlerin ne derece bedbaht olduğunu gösteren, hüsran cinayet, içki, yakın akraba arası evlilik, boşanma, delilik ve intihar gibi felaketler artar. Hayatın manevi tarafına ehemmiyet verildiği zaman da insanların çoğu bunu zor ve mantıksız zannedeceklerdir. Böylece maddi ve manevi değerler arasında ihtilaf ve parçalanma meydana gelecek ve bu hal, cemiyetteki bütün değerleri imha ile tehdid edecektir.

Sosyalizm ve Kapitalizm gibi iktisadi sistemlerde, madde ve mananın sentezi yoktur. Bunların ikisi de laiktir. İkisinin de ahlaki tarafı yoktur, ahlaki bakımdan nötürdürler. Kapitalist düzenin hayat seviyesini yükseltmedeki maharetini ve çalıştırdığı mekanizmasının üstün muvaffakiyetini hiç kimse inkar edemez. Aynı şekilde, sosyalist sistemin iktisadi gelişmedeki hızını da hiç kimse görmemezlikten gelemez. Fakat, kapitalist ve sosyalist sistemlerinin ikisi de insan şahsiyetinin manevi ihtiyacını ihmal etmişlerdir.

II — BEYNELMİLEL KARDEŞLİK VE ADALET

 

“Ey insanlar!.. Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır” [38]

“Sizin Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Siz Ademin çocuklarısınız. Adem topraktan yaratılmıştır. Ne bir Arabın Arab olmayana, ne de bir kırmızı derilinin siyah derili üzerine, takvadan başka üstünlüğü vardır”[39] “İnsanoğlu Adem ve Havva’dandır. Onlardan türeme bakımından hepiniz eşitsiniz. Hesap gününde Allah sizin asıl soyunuzdan veya sülalelerinizden hesap sormıyacaktır. O gün Allah indinde en şerefliniz mütteki olanlarınızdır”[40]

Tek olan Allah’ın bir çift insandan yarattığı aile fertleri gibi, içinde bütün insanların muhabbet ve kardeşlik bağlan ile kaynaştıkları bir içtimai düzeni getirmeyi İslamiyet gaye edinmiştir. Bu kardeşlik, cihanşümuldur: Sadece bir bölge ve memlekete aid değildir. Coğrafi hudutlarla sınırlanmamıştır. Bütün insanlığı içine alır. Herhangi meşhur bir gruba, kabile veya ırka münhasır değildir. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki: (Habibim) de ki: “Ey insanlar, şüphesiz ben göklerin ve yerin mülk (-ü tasarruf) una malik olan, kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği pey­gamberim”[41] Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdu: “Kırmızı ve siyah fark gözetilmeksizin hepinize gönderildim”[42]

Bu cihanşümul kardeşliğin tabii neticesi karşılıklı yardım ve tesanüdtür. Bilhassa Müslümanlar arasındaki müşterek ideolojidir. Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi, “kendi aralarında merhametlidir”[43] ve “din kardeşidirler”[44] Öteki insanlarla da aynı kaynaktan geldiklerin için birlik halindedirler. Peygamberimiz buyurdular ki: “İnsanoğlu Allah’a mensub bir ailenin ferdidir. Allah’ın, nezdinde insanların en sevimlisi O’nun ailesine karşı en iyi davranandır”[45] “Yeryüzündekilere karşı müşfik olursan, semada olanlar da sana müşfik olacaklardır”[46] “Mü’minler karşılıklı olarak sevme, şefkat ve merhamet etmekde bir vücut gibidirler. Eğer bir tarafı ağrırsa, bütün vücûd, bir uyanıklık ve hararetle mukabele eder”[47]  “Mü’min mü’minin kardeşidir. Biri diğerine ne zulmeder ne yardımsız bırakır, ne de birbirlerini terzil ederler”[48] Kardeşlik fikri, İslam’ın ayrılmaz unsurudur ve onun adalete ne kadar ehemmiyet verdiğini gösterir. Adaletin yeryüzünde tesisi, Hz. Muhammed (s.a.v.) dahil, bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen en mühim gayelerden biridir. Bunu Kur’an-ı Kerim açık açık beyan etmiştir.[49]

Adaletsizliğe bulaşmış imanı, Allah tasvib etmez. Onun için Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “İman edenler, bununla beraber imanlarını haksızlıkla da bulaştırmayanlar, işte (ancak) onlardır ki (korkudan emin olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir”[50]  Adaletin var olması için Müslümanlara Kur’an-ı Kerim sadece öğüt vermekle kalmamış, onları, aynı zamanda adaleti yaşatmakla da mükellef tutmuştur. “Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği (hususiyle) akrabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emreder”[51] ve “insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenizi emreder” [52]

Adalet tevzi etmek işi İslamda çok mühim bir yer işgal eder. Bu itibarla, adil olmak, dindarlığın ve muttekiliğin en zaruri şartlarından biri olarak kabul edilmiştir. Mutteküik ve dindarlık, bir Müslümanın en mümtaz tarafıdır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hakimler, insanlar, adaletle şahidlik eden (kimse) ler olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adalet yapmamanıza sevk etmesin. Adalet yapın ki o, takvaya en çok yakın olandır”[53] Adalet tatbik edildiği zaman eğer bu, bir kimsenin kendi veya yakınlarının menfaatine dokunsa ondan yine vazgeçilmiyecektir: “Söz söylediğiniz vakit -leh ve aleyhinde söyliyeceğiniz (kimse) hısım dahi olsa- adaleti gözetin”[54] ve “Ey insanlar, adaleti titizlikle ayakta tutan (hakimler) ve Allah’a şahidlik eden (insanlar) olun. (O hükmünüz veya şahidliğiniz) velevki kendinizin veya ana ve babalarınızın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz (hakdan) dönerek (keyf-ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğib büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır” [55]

Aşağıda içtimai ve iktisadi adalet incelendiği zaman, adaletin İslamdaki mevkii ve tatbiki daha da vuzuha kavuşacaktır.

Sosyal adalet

İslam, bütün insanlığı bir aile olarak kabul eder. Bu ailenin fertleri, Allah’ın indinde ve O’nun vahyedilen kanunu önünde eşittirler. Siyahla beyaz, zenginle fakir ve yüksekteki ile alttaki arasında hiçbir fark yoktur. Rütbe, ırk ve renk sebebiyle hiçbir şekilde tefrik yapılmaz. İnsan değerini ölçen tek kıstas, ahlakı, kabiliyeti ve insanlığa hizmetidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah muhakkak ki sizin cemalinize ve zenginliğinize bakmaz. Sizin kalbinize ve amellerinize bakar”[56] “En şerefliniz, ahlakı en iyi olandır”[57]  Resûlullah (s.a.v.) daha da ileri giderek, bir şahsa veya bir millete karşı kanun önünde farklı muamele ve adaletsizlik yapmanın feci neticelerini de ikaz etmişlerdir: “Sizden önceki milletler dalalete düştüler. Çünkü onlar soylu birini hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakırlar. Fakat fakir biri yapınca da onu mahkûm ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsa Muhammed onun ellerini keser.”[58]  ”İmkanlarının azlığı veya.fakirliği sebebiyle kadın veya erkek herhangi bir Müslümanı tahkir eden yahut zillete duçar eden kimseyi Allah Hesab Gününde terzil edecektir” [59]

İkinci Halife Hz. Ömer (r.a.), kendi valilerinden biri olan Ebû Mûsa’l-Eş’ari’ye şunu yazdı: “Huzuruna gelen herkese hürmet etmekte eşit muamele yap. Taki zayıf senin adaletinden ümitsizliğe düşmesin. Kuvvetli de, haketmediği bir nimeti elde etmeye hayaline kapılmasın.”[60]

İşte sosyal adaletin böylesi, ilk dört halife zamanında ve kısa süreli olmakla beraber sonraki devirlerde, baştan başa bütün İslam aleminde cari idi. Ve muhtelif vesilelerle varlığını izhar ediyordu. Meşhur hukukçu Ebû Yusuf un Halife Harunu’r-Reşid’e yazdığı mektubu burada zikretmek çok yerinde olacaktır; Ebû Yusuf der ki: “Sana yakınlığı bulunsun bulunmasın herkese aynı muameleyip yap” ve “senin teb’anın refahı, ancak İlahi Hukuku tatbik adaletsizliği bertaraf etmenle mümkündür”[61]

İktisadi adalet

Kardeşlik fikrinin, cemiyette ve kanun önünde bütün fertlere eşit muamele yapmanın, iktisadi adalet olmadıkça hiçbir manası yoktur. O halde her fert, cemiyete ve ictimai istihsale yaptığı yardım karşılığında hakkını alacak ve bir şahsın diğerini istismar etmesine meydan verilmiyecektir. Kur’an-ı Kerim’in Müslümanlara ve husustaki öğüdü şudur: “İnsanların haklarından biri şeyi kısmayın”[62]  Burada işaret edilen mana, her şahsın sadece hak ettiğine sahip olması, başkalarının hakkına tecavüz etmemesidir. Peygamberimiz ne güzel buyurmuşlardır: “Adaletsizlikten kendinizi koruyunuz. Çünkü o, Hesap Günündeki zulme denktir.”[63]

Haksızlığa ve istismara karşı vaki olan bu ikaz, müstahsil, müstehlik, kabzımal, işçi ve işveren gibi cemiyetteki bütün fertlerin haklarım korumak ve umumun refahını temin etmek için yapılmıştır. Umûmun refahını temin ise İslamın nihai gayesidir.

Şimdi, husûsi bir ehemmiyeti olan bir başka mesele de işçi ile iş veren arasındaki münasebettir. Bu meseleyi İslam, hakiki yerine oturtmuştur: işçi ve işverenin karşılıklı hareket tarzlarını tayin ederek aralarında adaletin kurulmasını sağlamıştır. Bir işçi istihsale yaptığı yardım sebebiyle adil bir ücrete hak kazanmıştır. Bir Müslüman işverenin, işçinin haklarını çiğnemesi gayr-i meşrudur. Hz. Peygamber (s.a.v.) hesab gününde üç kişinin Allah’ın istiskali ile karşılacağını beyan buyurmuşlardır: “Allah’a olan va’dini yerine getirmeyen kimse ile hür bir insani satarak parasını kullanan kişi ve bir işçiyi çalıştırarak ondan umduğu işi aldığı halde işçinin ücretini ödemeyen insan”[64] Bu Hadis-i Şerif, emeğin sûistimalini hür bir insanı köle yapmak gibi bir hataya benzetmekle, emeğin karşılığının verilmemesinden İslam’da nasıl karşısına çıkıldığını göstermektedir.

“Adil” ücret nedir ve işin istismarını tayin nasıl olur? Bunlar, Kur’an ve Sünnet ışığı altında aydınlığa kavuşacak meselelerdir[65] İslam, sadece emek mahsûlü istihsale değil, imalat komisyoncularının meydana getirdiği istihsale bile yardım etmeyi benimser. Bundan dolayı İslamda bir işin istismar edilme düşüncesi ile Marks’ın ileri sürdüğü “artık değer” nazariyesi arasında hiçbir münasebet yoktur. “Adil” ücretin, bir işçinin üretime yapacağı yardım nispetinde olması lazımdır. Fakat bu mesele tartışılabilir. Çünkü bu, ücretleri tayin edebilmek için hep pratik bir yol değildir hem de zordur. Diğer taraftan, öyle Hadis-i Şerifler vardır ki, onlarla, en az ve en ideal ücretleri hakkıyle tespit etmek mümkündür. Hz. Peygamber’e göre, “kadın olsun erkek olsun bir işçi en az, normal gıda ve giyinmeye ve yapamayacağı işten mesul tutulmamaya hak kazanmıştır[66] Bu Hadis-i Şeriften, asgari ücretin ne olabileceğini anlıyoruz: Asgari ücret muhakkak ki, işçinin fazla yük omuzlamadan, kendisi ve ailesi için normal giyim ve gıdasını temin edecek miktarda olmalıdır. Bu miktar, Ashab-ı Kiram tarafından Müslüman bir cemiyetin manevi değerlerini koruman gayesiyle, en az bir ölçü olarak kabul edilmiştir. İkinci Halife Hz. Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilir: “Hayatını kazanmakta olan ve kalifiye sayılmayan bir kadın işçiye, gücünün yettiğinden fazlasını yaptırma. Zira böyle yaptığımız takdirde o, belki meşru olmayan yollara baş vuracaktır. Keza alt kademedeki bir erkek işçiye de yapamayacağı işi emretme. Çünkü öyle yaparsanız belki o da hırsızlığa meyledecektir. İşçilerinize karşı makul ve mülayim davranırsanız Allah da size karşı müşfik muamele edecektir. Onlara meşru ve iyi gıda temin etmek üzerinize vazifedir” [67]

Aşağıdaki Hadis-i Şerif e göre, asgari ücret gibi ideal ücret de tarif edilebilir. Ücretin bu türlüsü ile bir işçi, tam bir patron gibi yer içer ve onun gibi giyinir: “İşçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Allah onları size yardımcı yapmıştır. O halde, herkes idaresinde bulunan kardeşine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin”[68]

Onun için “âdil” ücret, “asgarî” ücretten aşağı olamaz. Şüphesiz ki, asgarî ücretten beklenilen seviyenin “İdeal” ücrete çok yakın olması lâzımdır. Böylece işçi ile patronun yaşama şartları arasındaki gedik kapanmış olacak ve gelirlerindeki eşitsizlik en küçük miktara düşmüş bulunacaktır. Bu gedik ve eşitsizliktir ki, “sahip olanlar” ve “sahip olmayanlar” diye iki ayrı sınıfın doğmasına sebep olmakta ve sonunda da İslâm toplumunun temel unsuru olan kardeşlik bağlarının çözülmesine âmil olmaktadır. O halde, mezkûr iki ücret arasındaki hakîki miktar nasıl anlaşılacaktır? Bu, taleb ve arzın birbirine tesirinden başka iktisadî kalkınma, İslâmî cemiyetteki ahlâk-ı şuur ve devletin vazifesini yapabilmesi ile belli olur.

İslâm işçiye, en azından “asgarî” ücreti ve tercihen de “ideal” ücreti ödemeyi âmir olduktan başka işçilerin, çok çalıştırılmamalarını, onların maişet temin edici ve aile hayatlarını devam ettirici kabiliyetlerini zayıflatacak ve sıhhatlerini tehlikeye düşürecek şartlar altında bulundurulmamalarını emreder [69]- Eğer onlar kabiliyetlerinin ötesinde bir iş yapmaya zorlanırsa o zaman, yersiz güçlüklere maruz kalmadan işi bitirmeleri için desteklenmelidirler. Yukarıya iktibas edilen ve Hz. Peygamber (s.a.v.) in işçiyi kardeş saymayı tenbih eden Hadîs-i Şerîfi’nde devamla şöyle buyuruluyor: “… ve onları ezecek fazla yük taşıtmayın. Eğer öyle yaparsanız onlara yardım edin.”[70]  Bu Hadîs-i Şerife göre, çalışma saatlerinin en uzun olarak tesbiti, iyi çalışma saatlerinin hazırlanması, ve sanayi tehlikelerine karşı ihtiyatî tedbirlerin alınması İslâm tebligatının ruhu ile tamamen tevâfuk halindedir. Bir iş verenin, işçisine karşı yapacağı muamele bu olduğu halde, İslâm, adaletin yaşamasını kendi üstüne bir vazife edinmiş olduğundan, işçinin üzerine muayyen  bazı mükellefiyetler yüklemek suretiyle iş vereni de korumuştur. İlk mükellefiyet, işi şuurlu, canla başla ve mümkün olan en üstün itina ve özenle yapmaktır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah size iyilik yapmayı emretti” [71] ve “Allah, sizden biriniz işini iyi yaptığı zaman ondan razı olur”.[72]  Hiç şüphesiz, İslâmın lüzumunu açıkça teyid ettiği içtimaî ve iktisadî adalet, bir kimsenin yapmaya memur edildiği işin en mükemmel surette icra edilmesini gerektirir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir vesiyle ile de şöyle buyurdular: “Efendisine karşı üzerine düşen vazifeyi yapan, samîmi, itaatkâr ve Allah’a sonsuz muhabbeti olan bir işçi (köle) için iki misli mükâfat vardır.” [73]

İşçiye yüklenen ikinci mükellefiyet, şerefli ve itimatkâr olmaktır. Kur’ân-ı Kerîm, ücretle çalıştırılacak insanların en liyakatlilerinin, kuvvetli ve emin kimseler arasından seçilmesini emretmektedir.[74] Peygamberimiz de şöyle buyurmaktadırlar: “Kendisini bir işe koyduğunuz ve maişetini temin ettiğiniz bir kimse, sonra bunun dışında ne elde ederse onu meşru olmayan usullerle kazanmıştır, dememektir”[75] Eğer İslâm iş verene böylece birçok mes’uliyetler yüklemişse, buna mukabil işçiye de işini, vicdanlı ve canlı bir şekilde yapmasını, ayrıca, emin ve şerefli olmasını emretmiştir. Maksat, bütün iktisadî münâsebetlerde işçi ile iş veren arasındaki adalet temin etmektedir. İşte iki tarafın münâsebetlerini böyle muvazeneli bir şekilde tanzim eden, tarafların tesânüd içinde olmalarını, vazifelerini kardeşlik, adalet ve ahlâkî değerlerin atmosferi, içinde dürüstlükle yapılmasını emreden sadece bu mevzuat sayesindedir ki, endüstriyel sulh tesis edilebilir, işçi-patron ihtilâf ve münakaşaları bertaraf edilebilir.

III —GELİRİN ÂDİL BİR ŞEKİLDE TEVZİİ

İnsanî kardeşliğe, iktisadî ve içtimaî adalete İslâmın kendisini böylesine ve benzeri olmayacak şekilde vakfetmesi, servet ve gelir arasındaki büyük dengesizliklere İslâmın ne kadar zıd olduğunu göstermektedir. Dengesizlik ve adaletsizlikler, İslâmın meydana getirmek istediği kardeşlik bağlarının tahkimi yerine, imhasından başka bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerîm, “Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O “dur”,[76]  buyuruyor. O halde, o servetin birkaç elde temerküz etmesine hiçbir sebep yoktur. Binaenaleyh İslâm, herkese şâmil bir adaletin önemi üzerinde durur. Gelir ve servetin tekrar tevziini yapabilmek için, kendi sistemine göre bir program yapar. Böylece her ferdin hayat standardı garanti edilmiş olur ve bu insanîdir, muhteremdir ve insan haysiyeti ile tevafuk halindedir. İslâm’dan öğrendiğimize göre insan, ‘Allah’ın yeryüzünde halîfesidir.’[77] Böyle bir insanî hayat seviyesini temin edemeyen Müslüman bir topluluk, bu isme lâyık değildir. Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Komşusu açken tıka basa yiyen hakîkî Müslüman değildir”[78]

İkinci Halîfe Hz. Ömer (r.a.) umûma hitaben yaptığı bir konuşmasında, İslâm’da herkese şâmil bir adaletin ne olduğunu izah etmişti. Bu izaha göre herkes cemiyetteki servetten eşit şekilde hakkını alacaktır. Kendisi dahil hiçbir kimse, ondan fazla pay elde edemeyecektir. Eğer halîfe uzun ömürlü olursa, San’a Dağı’ndaki bir çobanın bile bu servetten hakkını aldığını görmek isteyecektir.[79] Halîfe Hz. Ali (r.a.)nin de şöyle dediği rivayet edilir: ” Kendilerine kâfi gelen maldan, fakire vermeyi Allah zengin üzerine vâcib kıldı. Eğer fakir aç çıplak veya darlık içinde ise, bu, zenginin ona hakkını vermemesinden dolayıdır. Bu yüzden onları muhakeme etmek ve cezalandırmak Allah’a yaraşır.”[80] İslâm hukukçuları ittifakla şu hükme varmışlardır: Fakirin belli başlı ihtiyaçlarını karşılamak, umûmî olarak Müslüman topluluğun, fakat bilhassa zenginlerin vazifesidir. Eğer zengin, imkânlarına rağmen mes’ûliyetinin icabını yapmazsa, devlet onu icbar eder. Hatta devlet onları zorlamaya mecburdur.[81]

Tekrar tevziat hakkında olan İslâmî program, üç kısımdan ibarettir: Birincisi, yukarıda izah edildiği gibi İslâmın işsizlere ve iş arayanlara dolgun ücretli iş bulmakta yardım etmeyi ve âdil ücret ödemeyi emretmesi hakkındadır. İkincisi, zekâttır. İslâm, zenginin gelirinin tekrar tevzii için, onun zekât olarak fakire ödenmesini emreder[82] Fakir, aklî veya fizikî arızası yüzünden veya işsizlik gibi haricî âmiller sebebiyle kendi kabiliyetini kullanarak mütevâzi bir hayat seviyesine nail olamıyan kimsedir. Zekâtın işte böylelerine verilmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerîm lisânı ile: “(bu mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın”.[83]  Üçüncüsü, ölü kimsenin mülkünün muayyen formüllere göre muhtelif şahıslar arasında paylaşılmasıdır. Bu suretle servetin cemiyette tevzii çoğalmış ve hızlandırılmış olacaktır. Diğer taraftan, İslâmın ne iktisadî adalet fikri, ne de servet ve gelirin tevziindeki adalet düşüncesi, herkesin cemiyete yaptığı hizmet hesaba katılmadan eşit şekilde mükâfatlandırılacağı mânâsına gelmez. İslâm, gelirdeki müsavatsızlığı müsamaha ile karşılar. Çünkü bütün insanlar kabiliyet, karakter ve cemiyete hizmet bakımından müsavi değildirler.[84]  Bundan dolayı İslâm cemiyetindeki adalet tevzii, zekât müessesesi sayesinde cemiyetin bütün fertlerine insanî bir hayat seviyesini garanti etmekte, sonra da kazançtaki böyle farklılıkları makul görmektedir. Tıpkı, yapılan yardım ve hizmetin değerindeki farklılık gibi ki her fert, cemiyete yaptığı hizmetin içtimaî değeri kadar bir gelir elde etmektedir.

İslâmın adalet tevziine verdiği ehemmiyet o kadar büyüktür ki, bu yüzden Müslümanların çoğu, servette mutlak bir eşitlik olması lâzım geldiğine inanmışlardır. Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in ashabından olan Ebû Zer (r.a.), bir Müslümanın, ailesinin zarurî ihtiyaçlarının dışında bir zenginliğe sahip bulunmasının meşru olmıyacağı kanaatindeydi. Fakat ashabın çoğu, onun bu müfrit görüşüne iştirak etmediler ve bu düşünceden onu vaz geçirmek için iknaya çalıştılar.[85] Mamafih Ebû Zer de, gelirin eşitliğini iddia edenlerin öncüsü değildi. O, birikmiş servetin müsavatına taraftardı. Bu tahakkuku için gelirin, zarurî masraflar karşılandıktan sonra elde kalan artık kısmını, herkesin fakir kardeşlerine harcaması lâzımdır, diyordu.

İcmâ-ı Ümmet, adalet tevziini hararetle müdafaa etmesine rağmen şu görüştedir: Eğer bir Müslüman, meşru yollardan kazanıp cemiyetin refahı için kendi gelir ve servetinden zekâtını verir ve öteki gerekli yardımlarını da yaparsa onun, bir Müslüman kardeşinden daha fazla servet sahibi olmasında hiçbir beis yoktur.[86]

Bununla beraber, eğer İslâmın servet sahibi olmaktaki helâl ve haram emirleri hakîkaten dinlenir, işçi ve tüketicilere adaletin hükümleri tatbik edilip, gelir ve servetin tevziine müteallik tâlîmât icra edilir ve İslâmın miras hukuku da tatbik edilirse, o zaman Müslüman bir cemiyette hiçbir şekilde muazzam bir gelir ve servet müsavatsızlığı olamaz.

IV — İÇTİMAÎ REFAH İÇİNDE ŞAHSIN HÜRRİYETİ

 

İslâm itikadının en ehemmiyetli temellerinden biri, insanın, Allah tarafından yaratıldığına ve sadece O’na kulluk yapılacağına inanmaktır.[87] Bu inanç, hürriyete İslâmî bir karakter kazandırmakta ve onu bütün esaretlerden kurtarmaktadır. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (s.a.v.) in peygamberliğinin en ehemmiyetli hedeflerinden biri olarak “Onların (insanların) ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor”[88] diye buyurmaktadır. İşte hürriyetin bu halidir ki, ikinci Halîfe Hz. Ömer (r.a.)’e şunu dedirtmiştir: “Anaları hür doğurduğu halde siz insanları köle yaptınız”[89] Şâfi’i mezhebinin kurucusu olan İmam Şâfi’i de, “Allah seni hür yarattı, o halde hür yaşa”[90] dediği zaman aynı mânâyı kastedmiştir. Çünkü insan hür doğmuştur. Hiç kimse, hatta devlet bile onun bu hürriyetini elinden almaya ve hayatını sıkı bir siyâsî murakabeye mâruz bırakmaya selâhiyetli değildir. Akıllı, baliğ ve hür bir insana, tahdid konulamaz diye fukahanın icmâ’ı vardır. Hanefî mezhebinin kurucusu olan Ebû Hanifi daha da ileri gider ve o kanaate varır ki, kendi ifadesiyle: “Parasını gayesiz bir şekilde harcayarak” âkil, baliğ ve hür bir kimse kendi menfaatleri hilâfına hareket etse bile ona hürriyetini kısıtlayıcı muamele yapılamaz. İmam-ı Azam hazretlerinin bunun için ileri sürdüğü sebep şudur: Onu seçme hürriyetinden bırakmak “onun şahsiyetini rezil etmek ve ona hayvan muamelesi yapmak” demektir. “Onu bu şekilde incitmek ise onun müsrifliğinden daha dehşetlidir. Küçük bir kaybı bertaraf etmek için insan, daha büyük bir kayba duçar edemez”[91]

Mamafih bu görüş ayrılığı sadece, bir şahsın İslâmın ahlâk umdelerini çiğnemeksizin kendi menfaatlerine zarar verirse o vakit onun hürriyetinin kısıtlanabileceği hakkında hiçbir ihtilâf yoktur.

Başkasına yapılan zararı önlediği veya umumun menfaatini ko­rumaya yardımcı olduğu zaman kısıtlamayı, bütün fukaha kabul etmektedir. Keza İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’ye göre, eğer şahsın hürriyeti üzerine konan bu tahditler, kısıtlamalar “acemi bir doktor, dikkatsiz bir hâkim veya müflis bir patron kontrol edilmek istenince tatbik safhasına konur. Çünkü böyle bir kontrol, küçük bir zararla büyük bir zararın önlenmesini sağlar”[92] İçtimaî refahın, İslâmda çok mühim bir yeri vardır. Ferdî hürriyet, birinci derecede ehemmiyetli olduğu halde yine de içtimaî hürriyetin dışında ve müstakil değildir.

Bir kimsenin bir başka şahısla veya cemiyetle aralarında olan haklan hakkıyle izah edebilmek için, hukukçular aşağıdaki ana kaideleri vaz etmişlerdir:[93]

1)      Cemiyetin menfaati daha büyük olduğu için, fertlerin menfaatinin önüne geçer.

2)      “Güçlükleri hafifletmek” ile “fayda sağlamak” Şerîatin en ehemmiyetli gayeleri arasında bulunduğu halde birinci ikincisine tercih edilir.

3)      Küçük bir kaybı telâfi için daha büyük bir kayıp yapılamaz, veya büyük bir fayda, daha küçüğü için feda edilemez. Aksine küçük bir zarar, daha büyüğünü önlemek için yapılabilir veya küçük bir fayda daha büyük bir fayda için feda edilebilir.

Bundan dolayı ferdî hürriyet, İslâm ahlâkının hudutları içinde kaldığı ve cemiyetin menfaatleri ile çarpışmadığı yahut, başkalarının haklarına tecâvüz etmediği müddetçe kutsidir.

İKİNCİ BÖLÜM

İSLÂM İKTİSÂDININ ESASI

 

İslâm iktisadî sisteminin tedkîki göstermiştir ki, sarsılmaz manevî temeller üzerine oturtulan maddî refah, İslâm iktisâd felsefesinin en ehemmiyetli bir rüknünü teşkil etmektedir. Kapitalizm ile sosyalizmin ikisi de, dünyaya bağlı olan ve manevî değerleri hedef almayan iktisadî düzenlerdir. İslâm, bunlarla temelden ayrı olduğu için tabiatiyle, zirvede de onlardan farklıdır. İslâm iktisâdı, kapitalizm ve sosyalizm, üç ayrı iktisadî sistemlerdir. İslâm iktisâdı, kapitalizm ve sosyalizm, öteki iki sistemden herhangi biri ile mukayese edip aralarında bir benzerlik bulunduğunu göstermeye çalışmak, üç iktisadî sistemin birbirinden tamamen farklı olan bariz taraflarını anlamamış olmayı ilân etmekten başka bir şey değildir.

İslâmî sistem, serapa insanî kardeşliğe tahsis edilmiş ve içtimaî ve iktisadî adalet, gelirin müsâvî şekilde tevzii ve sosyal refah içinde ferdî hürriyet gibi esaslarla tezyin edilmiştir. Ehemmiyetle ifâde edelim ki, bu tahsis manevî bir hedefe yönelmiş, ve İslâmın iktisadî ve içtimaî kaideleri ile mükemmel bir şekilde örülmüştür. Halbuki modern kapitalizmin hedefi, bunun tersinedir. Kapitalizmde içtimaî ve iktisadî adalet ve gelirin müsâvî bir şekilde tevzii gibi hususlar, sadece bir tarafın menfaatinedir ve bir grubun tazyiki ile meydana gelmiştir. Kapitalizm, insanî kardeşliği tesis etmek gibi bir ulvî gayeden doğmamıştır. Bundan dolayı böyle bir gaye, onun umumî felsefesinin bölünmez bir parçasını teşkil etmez. Diğer taraftan sosyalizm de, hakikatte, manidar bir gayeye sahip değildir. Gerçi bu, gayesinin kendi temel felsefesinden doğduğunu söyler. Sosyalizmin iddialarında bir mâna olmayışının sebebleri vardır. Evvelâ o, kendini insanî kardeşliğe adamamıştır. Adalet ve müsavat için, mânevi temellere dayalı âdil ve tarafsız bir kıstası yoktur. Nihayet onda, ferdî vakar ve şahsiyet mevcut değildir, çünkü insanın temel ihtiyacı olan hürriyet inkâr edilmiştir.

İslâmın, ferdî hürriyete büyük ehemmiyet verişi, onu, sosyalizmden veya şahsî hürriyeti fesheden herhangi bir sistemden bariz bir şekilde ayırd etmektedir. İslâm amelî mezheplerine göre, satıcı ve alıcının karşılıklı ve hür olarak rıza göstermeleri, herhangi bir muamelenin en lüzumlu şartıdır.[94] Bu şart Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyet-i kerîmesinden neşet etmektedir: “Ey îman edenler, birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola”[95] Hz. Peygamber’den de şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanları yalnız bırakınız. Çünkü Allah onlara birbirleri sayesinde rızık verir”[96] İslâmî hayattaki hürriyet fikrine uygun tek sistem, malların tevzii ve hizmet gibi işlerle istihsâlin büyük bir kısmının idaresinin fertlere veya ihtiyarî olarak teşekkül eden gruplara terkedildiği sistemdir. Bu sistemde her fert, satıcı ve alıcının tasvib edeceği bir fiyatla satma ve satın almaya müsaade edilmiştir. Sosyalizmin aksine olarak, teşebbüs hürriyeti, böyle bir imkânı bahşeder ve islâm bunu, kendi ana unsurları yanında saymıştır. Bu unsurlar, hususî mülk ve ticari pazarlama mekanizmasıdır. Şahsî ve ticarî malların tasarruf ve temenini, ticarî eşyanın alış ve satışım, hatta miras ve zekât müesseselerini, Kur’ân-ı Kerîm ile Hadîs-i Şerîfler ve Fıkıh kitapları, en ince teferruatına kadar izah etmişlerdir. Eğer İslâm, münbit kaynakların şahıslar tarafından mâlikiyetini tanımasaydı, bu kadar tafsilâta lüzum kalmazdı. Keza Müslümanlar, bütün tarih boyunca, pek istisnaları hâriç, büyük bir ekseriyet ile bu prensibi kabul ve muhafaza etmişlerdir. İstisnalar da İslâmî tefekkür cereyanından sayılmamıştır. Bundan dolayı husûsî mülk edinme hakkının inkârı İslâmın tebligatı ile tevâfuk hâlinde değildir.

Pazarlama mekanizmasını da İslâm iktisâdının bölünmez bir parçası olarak kabul etmek lâzımdır. Çünkü, husûsî mülk müessesesi, o olmadan çalışamaz. Diğer taraftan o, tüketiciye bir imkân kazandırır. Zira tüketiciler bu imkân sayesinde tercih ve ücretini ödemeyi kabul ettikleri bir malın üretimini arzuladıklarını ifade etmek fırsatını buluyorlar. Keza pazarlama mekanizması, mâlî kaynağı olanlara, istedikleri gibi bu kaynakları satma imkânını vermektedir.

İslâm, kâr gayesini de tanır. Çünkü kâr, hür teşebbüsle alâkalı herhangi bir sistemin muvaffakiyetle çalışabilmesi için zarurîdir. Dört mezhebin fıkhı hakkındaki meşhur eserinde Cezîrî şöyle der: “Alış-verişe Şerî’at müsâade etmiştir. Böylece insanlar karşılıklı kâr ederler. Bunun yine bir adaletsizlik kaynağı olabileceğinde de şüphe yoktur. Çünkü satıcı ve müşteri her ikisi de daha çok kâr yapmak ister. Sâri’ ne kârı haram etmiş ve ne de ona bir sınır koymuştur. Bununla beraber O malı, hile, dolandırıcılık ve uydurma vasıflarla satmayı men etmiştir”.[97] Çünkü kâr, Allah’ın verdiği mâlî kaynaklan kullanmak için lâzım olan liyâkat ve teşviki sağlar. Bu mâlî vâsıtaların, erbabına tahsîsi ise, sağlam ve istikrarlı bir cemiyet hayatı için bir temel unsurdur. Fakat, kârı bir vâsıta olmaktan çıkarıp, birçok iktisadî ve içtimaî marazlara yol açan bir mecraya sokmak mümkündür. Onun için îslâm, bu teşebbüsü muayyen bazı ahlâkî emirlerle sınırlamıştır. Bu ahlâkî emirler içtimaî hayattaki ferdî menfaatleri beslemekle beraber “servetin ve gelirin müsâvî şekilde tevzii” ve “içtimaî ve iktisadî adalet” gibi İslâmî prensipleri çiğnemez.

İslâmın, kâr gayesini ve şahsî mülk müessesesini kabul etmesi, İslâmî sistemin kapitalizme benzediği mânâsına gelmez. Kapitalizm, teşebbüs hürriyetine dayalıdır, İslam ile aralarındaki fark iki sebep yüzündendir ve çok mühimdir. Birincisi şudur: İslami sisteme göre herkesin mal-mülk, sahibi olması mümkündür. Ancak bu mal-mülk, Allah’ın insanlara bir emânetidir. İnsan, Allah’ın yeryüzünde bir halîfesi olduğu için, onların mülkiyet hakkına sadece emanetçi olarak sahiptir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Göklerde ne var, yer ne varsa (hepsi) Allah’ındır”[98] “(Sen, Habîbim, onlara) de ki: ‘Kimindir o yer ve ondaki (bütün mahlûk) lar, biliyor musunuz?’ “Allah’ındır” diyecekler. ‘O halde iyiden iyi düşünüp de ibret almaz mısınız siz?’ de.”[99] ” “Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin”[100]

İslâm iktisadiyatım kapitalizmden ayıran ikinci fark şudur: İnsan, Allah’ın halîfesidir de sahip olduğu servet ve Allah’ın ona bir emanetidir. Onun için insan, emanetin şartları ile mükelleftir, yani, İslâmın ahlâkî değerleri, bilhassa helâl ve haram hükümleri, kardeşlik, içtimaî ve iktisadî adalet, gelir ve servetin müsâvî şekilde tevziî ve umumun hayrına çalışmak gibi mes’uliyetler altındadır. İnsanın sahip olduğu mal ve mülk, mutlaka İslâmî ölçüler içinde kazanılmak ve servet muhakkak yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: “Bu servet şüphesiz yeşil ve tatlı (iğfal edici ve ayartıcı) dır. Fakat kim onu hakkıyle kazanır ve hakkıyle harcarsa, o, sahibi için en mükemmel bir yardımcıdır. Halbuki kim onu meşru olmayan usullerle kazanırsa, o kimse, hep yiyen fakat hiç doymayan insan gibidir”.[101] Biri mal ve mülkü Allah’ın emâneti olarak muhafaza etmek öteki de manevî mükellefiyetler olan, iki cins faktörün meydana getirdiği fark, kapitalist mehazlara göre, pazar usûlü hakkındaki tahditler incelenirken meydana çıkacaktır:

a) Evvelâ, pazar sistemi bir plebisiti temsil eder. Plebisitin olduğu yerde, şahıslar tarafından harcanan her kuruş, oy demektir. Burada millî gelir kaynaklan çeşitli ihtiyaçlara ve şahısların oylarının bütününe göre otomatik olarak tevzi edilmiştir. Meselâ, liköre sütten daha fazla para harcanıyorsa, bu liköre olan daha âcil bir arzu yüzündendir. Bundan dolayı millî kaynakların daha çok likör istihsâline tahsis edilmesi lâzım ge­lecektir. Fiyat sistemine göre, bu, millî kaynakların en güzel şekilde tahsisine sebep olur. Bundan dolayı pazar sistemi, ahlâkî balamdan tarafsız olan bir hâkimdir. Hâkim hükmünü, sadece bu plebisitin neticelerine göre vermektedir. Halbuki İslâm iktisadî sisteminin ahlâkî bakımdan tarafsız olması için bazı şartlar vardır: İslâm’da mâlî ve tabiî kaynakların tahsis ediliş şekli, evvelâ İslâmî ölçülere uygun düşer, sonra da tüketicinin tercihine muvafık olursa işte o zaman en mükemmel bir değerlendirme yapılmış olur. Hakîki bir Müslüman, cemiyette bu ikisi arasında bir ihtilâf olması muhtemel değildir. Eğer böyle ihtilâf zuhur ederse o zaman da devlet seyirci kalamaz. Halk efkârını İslâm efkârına göre hazırlaması, onlara önder olması, ayrıca istihsal ve tevzi mekanizmasını idare etmesi ve böylece kaynakların tahsisini İslâmi gayelere göre tekemmül et­tirmesi devletin birer vazifesidir. Burada şu sual akla gelebilir: Gelir kaynaklarının tahsisinin İslama göre olup olmadığı nasıl bilinecektir? Bunu ortaya koymak, herhangi organize edilmiş hiyerarşik bir teşkilât veya din amirliğinin işi değildir ve böyle bir teşkilâtı da İslâm tesis etmemiştir. Fakat bu iş ancak, İslâmın tâlim ettiği siyasetin neticesi bulunan demokratik karar verme usûlü ile belli olur.

b) Sonra pazar sistemi, fiyatlarla bir mukayese yapılarak muhtelif fertlerin ihtiyaçlarının ve bunların ehemmiyetinin ortaya konabileceğini farzeder. Çünkü, tedavüldeki her para bir oyu temsil eder. Fertlerin müsavi miktarda para sarfına istekli olmaları ile aynı nispetteki ihtiyaçlarına işaret edildiği sanılmıştır. Hatta isteklerin hangisine öncelik tanınacağı şahıslar arasında mukayese edilebilse bile, kaynakların matlûba uygun tarzda tahsîsî için pazar düzeninin serbest çalışması iktisadda, gelirin müsavi surette tevziînin mevcut olduğunu gösterir. Gelirin böyle müsavi surette tevzii usulünün yokluğu halinde ise pazar sistemi tarafından meydana konacak olan mâlî kaynakların tahsisi işlemi, belki tüketicilerin büyük bir kısmı tarafından istenmeyebilir. Pazar sistemi, yüksek geliri olan insanlara, millî gelirden, kendi sayılarına kıyasla fevkalâde büyük bir hisse almak suretiyle, zaten pek az olan millî kaynaklan tamamen kendi oylarının ağırlığı sayesinde, içtimaî bakımdan çok düşük sayılan bir istihsâle çevirmeye fırsat vermektedir. Bundan dolayı, neticede tahsis edilen gelir kaynakları da içtimaî bakımdan az taleb edilir vaziyette olmaktadır. Burada fiyat sistemi, şahısların ne kadar oy aldığıyla uğraşmaz. O, sadece herhangi bir servis veya iyinin tercih ettiği tarafla alâkalı bulunan oyların toplamı ile ilgilenir. Binâenaleyh, İslâm iktisadiyatının gayelerinden biri olan, “gelirin müsâvî şekilde tevzii” prensibi, fiyat sistemini tatbik ederek matlûba uygun bir şekilde kaynakların tahsisini yapabilmek için bir zarurettir.

c) Üçüncüsü, pazar sistemindeki kuvvetlerin faaliyetleri kusurlu olabilir. Bu kusurlar inhisarcılar sebebiyle meydana geldiği gibi maliyet ve menfaati aksettirmeyen fiyatlar yüzünden de olabilir. Hizmet ve malın fiyatı, hem gereğinden fazla olabilir, hem de mâlî kaynaklara sahib olanlara yapılan ödeme, kendilerinin istihsâle yaptıkları yardımın üstünde veya altında olabilir, içtimaî refah yönünde çok mühim olduğu halde, değil sadece hizmet ve malın fiyatı, fakat aynı zamanda içtimaî maliyet ve menfaatler de fertler tarafından kendi hesaplarının dışında bırakılabilirler. O içtimaî refah ki, İslâmî sistemde çok mühim bir ağırlığa sahiptir. Kendi kendini ıslah temayülünde olan fiyat sistemi, hususî ve içtimaî menfaatler arasındaki ağırlığı bertaraf etmek ister. Fakat bu tahammül edilemeyecek kadar çok zaman alır. Sebebi de, pazarcılık idaresinde şahıs ve firmaların daima görüşlerinde bulunan kusurlardır. Böyle kusurlar meyanında, bazı mevzuatın rehberliği ve sıhhatli bir hükümetin kontrol olmadan, pazar sisteminin yalnız başına mâlî kaynakların en güzel şekilde tahsisini tahakkuk ettirmesi mümkün değildir.

d) Dördüncüsü: Kapitalist bir pazar sisteminde şahıs, kendi mallarının tek sahibi olduğu için, onları istediği şekilde kullanır. Bu nizamda istihsâlin imhasına karşı hiçbir ahlâkî müeyyide yoktur. Fiyatları yükseltmek veya yüksek bir seviyede tutmak için, adam malım isterse yakar, isterse okyanuslara döker. Fakat İslâmî nizamda, bütün mal-mülk Allah’ın bir emâneti olduğu için, böyle yapmak büyük bir cinayettir. Kur’ân-ı Kerîm, mülk ve hayatın bu şekilde imha edilişini, dünyada fitne ve fesat çıkarmakla bir saymıştır.[102] Kur’ân’ın bu talimatıdır ki, birinci halîfe Hz. Ebû Bekir’e, kendi kumandanı Yezid b. Ebû Süfyan’a harbe giderken şu talimatı vermeye mecbur kılmıştır: “Düşman toprağında bile olsan, gelişi güzel öldürme. Ekinleri ve hayvanları imha etme”.[103] Buna harpte bile müsaade edilmezse hiç sulh zamanında müsaade edilir mi? Böyle bir hareketin içtimaî mâhiyeti hayli yüksektir ve İslâm devleti buna müsaade edemez.

e) Beşincisi: Rekabet, pazarcılık sisteminin doğru çalışabilmesi için onun ayrılmaz bir unsurudur. Bu sistem sıhhatli bir rekabet şartları altında bile iktisadî mes’eleleri çözecek tabiî bir temayül göstermemiştir. Bu mes’eleler, işsizlik fiyat istikrarsızlığı ve içtimaî geliri müsâvî şekilde tevzi edebilmek, gibi meselelerdir. Onun için iddialı bir devlet tarafından vaz edilmiş bazı mevzuat ve talimatın bulunması lâzımdır.

f) Altıncısı: Rekâbetli bir mücâdelede, muvaffakiyet, bir takım usullerle mümkündür, ki, bu usuller belki hem ahlâkî bakımdan münâkaşa mevzuudur, hem de içtimâi ve iktisadî adalet ve gelirin müsâvî şekilde tevzii gibi prensiplerle ihtilâl halindedir. Bundan dolayı şahıslar üzerinde ahlâkî kontrol tesis  etmeden yapılan rekabet, bk faaliyeti, içtimaî bakımdan faydalı olsa bile mükâfatlandıramaz; içtimaî ve iktisadî adalet ibka ve kifayetsizliği bertaraf edemez; nihayet, gelirin müsavi şekilde tevziini tahakkuk ettiremez. Ayrıca mezkûr ahlâkî kontrolün, müessir bk mevzuat ve ahlâkî hedefi belli olan bir devlet tarafından da desteklenmesi lâzımdır.

Fertlere sunduğu hürriyet sebebiyle pazarcılık sistemini, İslâm’ın tanınmış olmasına rağmen bu sistemi mukaddes ve değişmekten müstağni olarak düşünmek mümkün değildir. Mühim olan, Müslüman bir cemiyetin gayeleridir. Pazarcılık sistemi, bu gayelere giden yollardan sadece biridir. O da, ferdî hürriyete götüren gaye ve hedeftir. Şu halde, İslâmî gayelerle mümkün olduğu kadar uyabilmesi için pazarcılık sistemini tâdil etmek lâzımdır. Pazarcılık sisteminin tatbikinde zarurî değişikliği yapmak için İslâm devleti faal bir rol almasını ister. Fakat sadece devletin müdâhalesi pazarcılık sisteminin bazı tahditlerini bertaraf etmesine rağmen içtimaî refah ve adalete müteveccih sıhhatli bir pazar iktisadiyâtı meydana getirmeye kâfi değildir. Pazar sisteminin öteki hususları da sadece mükemmel bir içtimaî sağlamlığın elde edilmesi ile giderilebilir. İçtimaî sağlamlık ise, iktisadî bk sistem ile ahlâk felsefesinin kenetlenmesi sayesinde elde edilir. Bu ahlâk felsefesi de içtimaî ve iktisadî adalet kaidelerini, içtimaî refahı, servet ve gelirin müsâvî şekilde tevziini bünyesinde taşır. Artık diye-biliriz ki, İslâm ile kapitalizm arasındaki bariz fark ikincisinin, devletin iktisadiyatta rolünü kabul etmesine rağmen, aslında laik olması, umûmun refahı, içtimaî ve iktisadî adalet için ahlâkî esaslara dayalı bk felsefenin bulunmayışıdır.

Bu hüküm, iki mühim meseleyi ortaya koyar. Bunlardan birincisi, İslâm iktisâd sisteminin manevî tarafıdır, ikincisi de, devletin, Müslüman cemiyetin iktisadî işlerindeki rolüdür. Bu iki meseleden birincisinin üzerinde durmak mevzuumuzun dışındadır. Mamafih, hayatın iktisadî yönünü tesiri altında bulunduran esaslar üzerinde kısaca durmak zarurîdir. Bu arada İslâmî iktisâd sistemi ile alâkalı olarak devletin rolü de muhtasar olarak gözden geçirilecektir.

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MANEVÎ DEĞERLER VE İSLÂMDA İKTİSÂD

NİZÂMI

 

 

İslâmın en bariz vasıflarından biri, onun beşerî faaliyetlerin her sahasında güzel huy ve ahlâkî mes’ûliyetlere çok ehemmiyet vermiş olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruluyor: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için, hem ölümü, hem hayatı icad eden O’dur.”[104]

Hz. Peygamber (s.a.v.) de yanı mevzuya muhtelif vesilelerle temas etmiş ve risâletine âid en mühim vazifelerden birinin “ahlâkın en güzelini tamamlamak” olduğunu beyan etmiştir.[105] En mükemmel Müslüman, ahlâkı en güzel olandır” buyumuşlardır[106]‘ İmanın dil ile ikan şarttır. Fakat, bir Müslümanın kıyamet gününde tamamen selâmette kalabilmesi için kâfi değildir. İnancın bir mâna ifâde etmesi için onun kendi samimiyetini ispat etmesi lâzımdır. Daha açık bir ifade ile, iman sahibinin, İslâmın tâlim ettiklerini tatbik etmesi lâzımdır. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm ne zaman îmandan bahsetse, hemen akabinden “âmâl-i sâliha” yi zikreder. Müminlere, yapmadıkları işleri başkalarına nasihat olarak söylememelerini ihtar eder. Çünkü Allah, söz ile amel arasındaki ihtilâfı, sözü başka işi başka olmayı sevmez.[107] Hz. Peygamber (s.a.v.), amel ile îmanın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ve biri olmadan diğerinin Allah tarafından kabul edilmeyeceğini beyan buyurmuşlardır.[108] İnanç ile vazife arasındaki âhenge İslâmın bu derece ehemmiyet verişi, Resûlullah efendimize şu mealdeki bir açıklamayı yaptırmıştır: İçki, zina ve hırsızlık gibi günahlardan herhangi biriyle İslâmın cemiyet nizâmını çiğneyen bir Müslüman, bu fiilleri işlediği anda, hakîki mânâda mü’min sayılmaz. Niçin? Çünkü, bir Müslüman Allah’ın rızasına teslim olan kimse demektir. Müslüman, inandıklarını dili ile söylediği halde, fiil ve hareketleri ile yaşamazsa o, hakikî Müslüman sayılmaz. Bu dünyada İslâmın istediği hayatı, ancak mükemmel inanç temellerine dayalı müstakim bir yaşayış, yahut güzel ahlâk sayesinde elde etmek mümkündür. Hakîki bir Müslüman cemiyeti, ancak şer’î emir ve nizamlara göre yaşayan insanlar tarafından tesis edilebilir.

İslâm tebligatının gayelerinden biri, ahlaken mükemmel fertlerin sayısını çoğaltmak ve mes’ud bir cemiyet meydana getirmektir. Hatta beş vakit namaz, oruç, hac ve zekât gibi farz ibâdetler, İslâm’da müstakil birer değere sahip olmalarına rağmen netice itibariyle fertleri tathîr etme ve onlarda ahlâkî şuur ve değerleri tekemmül ettirme gayesini güderler. Böylece insanları “müstakim bir yaşayış”a götürürler: “Namazı da dosdoğru kıl (ve kıldır). Çünkü namaz edebsizlikten ve akıl ve Şerî’ata uymayan her şeyden alıkoyar”[109] “Ey îman edenler, sizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi sizin üzerinizde de oruç yazıldı (farz edildi.) Tâki korunasmız”[110]. yalan söylemeyi terketmeyen ve yalan söylemeye devam edenin yeme ve içmekten vazgeçmesine Allah’ın ihtiyâcı yoktur”[111] “Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendisine) farz eder (ihrama girer) se artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac seferinize yetecek miktarda) azıklarının. Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekten, insanlara yük olmaktan) kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri, benden korkun”[112]“Onların ne (sadaka edilen) etleri, ne kanları hiçbir zaman Allah’a (yükselip) erişmez. Fakat sizden O’na (yalnız) takvaa ulaşır”[113] “Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onları (n hasenatını) bereketlendirmiş (kendilerini muhlisler mertebesine yükseltmiş) olasın”[114] Hatta, Hz. Peygamber (s.a.v.) cihâdı, insanın kendi içindeki şer temayüllere karşı esaslı bir mücâdeledir, diye tarif etmiştir[115] Çünkü bu çeşit temayülleri yenmeden, Ebû Zehra’nın dediği gibi “Cemiyet mensupları için sefalet veya musibet menbaı değil, fakat cemiyet için saadet kaynağı olan”[116] fertleri yetiştirmek mümkün olmaz. Bunun için önce şunu kabul etmek lâzımdır: Fazilet, yalnız farz ibâdetlerin ifa edilmesine denmez. Fazilet, Allah’a karşı olan kulluk, kendimize karşı olan şahsî ve bütün insanlara karşı olan insanî ve ahlâkî vazifelerimizin samîmi olarak yerine getirilmesine denir. İşte böylece, hayırlı ve hakîkî bir refah devletinin tesisi için adım atılmış oluyor. Bu tesis, içtimaî gayenin tatbikidir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruluyor: “(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz: bir (taat bu) değildir. Fakat bir, Allah’a âhıret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden, malı (m Allah) sevgisiyle (yahud: mala olan sevgisine rağmen) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalmış misafirlere,) dilenenlere ve köle ve esirler (i kurtarmay) a veren (kimselerin), ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler (in), sıkıntıda ve hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabr-u metanet gösterenler (in birridir). Onlar (yok mu? îmanlarında ve birr-ü taat iddiasında) sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin de ta kendileridir”.[117]

Bu, Kur’ânî emre uygun yaşamak yanında zikre değer bir başka nokta da, gerçekten insanın, dünyevî bir otorite tarafından kontrol edilmek ve cezalandırılmak tehlikesi olmadan, ahlâkın tesiriyle karar vermesi ve yanlışı reddetmesidir. Neden? Çünkü, ilâhî otorite, her şeyi gören ve bilendir. İnsan, dünyevî otoritenin elinden kurtulsa bile Âlemlerin Rabbı’ndan kurtulamaz. İlâhî Hukuk, hakkıyla yaşanmalıdır. İnsanın niyet ve amelleri medenî hukuku çiğnemeye matuf olmasa, fakat sadece yüksek ahlâk nizâmını çiğnemeye mütemayil olsa yine telin edilmeye mahkûmdur. İnsanların nazarında, o belki, günahsızdır. Fakat Allah indinde suçludur. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak soruyor: “O, kendisini hiçbir gören olmadığını mı sanıyor?”[118] ve buyuruyor ki, “Nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücâdele etme. Çünkü Allah hâinlikde ileri gitmiş günahkârları sevmez. İnsanlardan gizlerler de Allah’dan gizlemezler… Allah (m ilmi) yapacakları her şeyi kuşatıcıdır”.[119]

Bu kitabın esas mevzuu olan, iktisadî sahadaki doğruluğa gelince, bu, iktisadî gayretleri ahlâkî bir temele oturtmakla tahakkuk eder. Bu kısaca şu demektir: Gelir; sahih bir kaynaktan elde edilecektir. Harcama da, yerine ve meşru maksatlarla olacak ve insanlara yardım gayesi ile yapılacaktır. Bir Hadîs-i Şerifte bu ne güzel anlatılmıştır.: “Kıyamet günü insan, şu dört soru sorulmadan yerinden kıpırdayamıyacaktır: 1) İlmiyle ne kadar âmil oldu, 2) Zamanını nasıl harcadı, 3) Servetini nasıl kazandı ve nerede kullandı, 4) Vücûdunu nasıl bitirdi?”.[120]

Binaenaleyh, Müslümanların kazanma ve harcama faaliyetlerini nizama koyan İslâmın ahlâkî umdelerini kısa da olsa burada incelemek lâzımdır.

Kazanç

Dünyada bir kazanç ve mülk sahibi olmak için İslâm, yüksek ahlâkî ölçüler ortaya koyar. Yukarıda işaret edildiği gibi, bunlara itaat ve mucibince amel etmek bir Müslüman için farzdır. Hz. Peygamber (s.a.v.), her Müslümanın “bu meslekte mütevâzi olmasını” nasihat ettiler ve devamla, bunun ne mânaya geldiği anlattılar: “Helâlinden almak, haramından kaçınmak”, diye beyan buyurdular.[121] Kur’ân ile Hadîs, ikisi de bu meselenin üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Aşağıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler bu mevzuyu daha çok aydınlatmaktadırlar:

“Ey îman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticâret (malı) ola”[122] “Doğru ve namuslu bir iş adamı, Kıyamet Günü’nde peygamberler, sâlihler ve şehitlerle beraber olacaktır”.[123] “Hakkı olmadığı halde kim bir parça toprağı mülkiyetine geçirirse, o kimse Kıyamet Günü yedi kat yerin dibine batırılacaktır”.[124] “Haram yemektense, insanın ağzını tozla doldurması daha iyidir”.[125]

Meşru olmayan kazanç yolları men edilmiştir. Meşru bir usulle kazanılmış olan bir meblağ tesadduk gayesi ile harcanmalıdır. Çünkü “Allah iyidir ve iyiliği kabul eder”.[126] Ayrıca “Allah sadakayı meşru bir kazançtan verilmiş olmadıkça kabul etmez”.[127] Meşru olmayan kazanç yollarına karşı ikazda bulunurken Resûlullah (s.a.v.) teyidli olarak şöyle buyurdular: “Giymi (ve yiyim) işi ahlâkî bakımdan şüpheli olan kaynaklardan elde eden insanın namaz ve orucunu bu kaynaklardan vaz geçmedikçe Allah kabul etmez”.[128] Bir gün, “ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyin”[129] mealindeki âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra Resûlullah (s.a.v) beliğ ifadelerle şöyle buyurdular: “Yediği, içtiği ve giydiği hep haram yollardan elde edilen ve kendisi haram ile beslenmiş olan bir kimse, uzun bir yolculuktan sonra (hac için gelip), tozlu ve dantenalı bir elbise içinde ellerini semaya kaldırır, “ya Allah ya Allah,” diye niyaz ederse hiç onun ibadetleri Allah katında kabule karin olur mu?”.[130]

Demek ki kesin ve açık olan şey, iş ticâret ahlâkına olan ihtiyaçtır. Onun için bir Müslüman, “ticâret ticârettir”, “din din­dir” bunların birbiri ile alıp vereceği yoktur diyemez. Dünyevilik ile uhrevîlik, aralarında münasebet olmayan, su sızmaz iki ayrı kompartıman değildir. İslâm cemiyetindeki iş ve ticâret, mutlaka İslâmın yüksek ahlâkî değerlerine istinad ettirilmelidir. Bu takdirde o cemiyette ne bir ihtilâf, ne de bir uzlaştırma bahis mevzuu olur.

Bir Müslümana, yaptığı kontrat veya vaadleri yerine getirmesi vaciptir. Verdiği garantilere sâdık kalması şarttır. İsterse bu şerefli vazife onun için büyük bir maddî kayba sebep olsun. İnsanın yapmayı tekeffül ettiğini kasden ihmâl etmesi, imanında samîmi olmamasına işarettir. Keza para veya mülkün, ken­dilerinden emânet olarak alınan kimselere halisane iadesi de bir vecîbedir. En makbul hareketlerden biri, senin emânetine hıyanet edildiği halde senin başkasının emânetine hıyanet etmemendir:

“Ey îman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin”.[131] “Allah’a ve o peygambere hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken kendi emânetlerinize hainlik eder misiniz?”.[132] “Münafığın alâmetleri üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman vaadinde durmaz ve kendisine emânet edildiği zaman ona hıyanet eder”.[133] “Emânetleri onları emânet olarak bırakanlara sadâkatle iade ediniz ve sizi aldatanı siz de aldatmayınız”.[134] Ahlâkî olmayan usullerle veya ahlâksızlığı yaymak suretiyle gelir temin etmek yine aynı şekilde haramdır. Ahlâkî ölçülere zıd olan ve suç sayılan fiillerle eşyaların satışı da keza memnû’dur:

“De ki: ‘Rabbin ancak hayâsızlıkları, onların açığını, gizlisini, bununla beraber (her türlü) günahı, haksız isyanı, Allah’a – hiçbir zaman bir burhan indirmediği – herhangi bir şeyi eş tutmanızı, Allah’a bilmeyeceğiniz şeyleri isnad etmenizi haram etmiştir”.[135] “Kötü sözlerin iman edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler (yok mu?) Dünyada da, âhırette de onlar için pek acıklı bir azab vardır”.[136]

Çalmak, kandırmak, hile ve sahtekârlık yolu ile gelir temin etmek veya servet sahibi olmak ahlâksızlıktır. Bunun yanında, bir Müslüman iş adamının malını satmak için şaşırtıcı bir ifâde veya hilekâr bir lisan kullanması ve meslekdaşının iş ve istihsâlini haksız olarak küçültmesi de haramdır. Müşterilere sunduğu mal hakkında dürüstlükle bilgi vermeli ve ticâret metâının maddî hakikatlerini ortaya koymalıdır. Aksi halde müşteri yanıltılmış olur:

“Kim böyle hainlik eder (ganimet ve ammeye âid hâsılattan bir şey aşırır, gizler) se kıyamet günü hainlik ettiği o şey (in günahını) yüklenerek gelir. Sonra herkes ne etti, ne kazandıysa (mücâzat ve mükâfatı) eksiksiz ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar”.[137] “Kim Allah’ın hürmet (edilmesini emreylediği şey) lere ta’zimde bulunursa bu Rabb indinde kendisi için (mazh-ı) hayırdır”.[138]

“Namus olmayanda îman yoktur”.[139] “Meşru olmayan yollarla kazanan cennete giremez”.[140] “Hırsızlık ânında îmanı olan kimse hırsızlık yapmaz”.[141] “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Kusurlu bir malın kusurunu söylemedikçe ona o malı satmak caiz olmaz”.[142]

Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif yerlerde Müslümanların ahlâkî emirlere uymaları emredilmiştir. Müslüman, ölçüde ve tartıda vicdanlı olacaktır. Cenâb-ı Hak, ahlâkî emirlere uymamayı, dünyada fesat çıkarmaya eşit saymıştır:

“Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk etmeyin”.[143] “Ölçek de ve tartıda hileye sapanların vay haline. Ki onlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman (haklarını) taslaman alanlar, onlar (insanlara) ölçekle yahud tartı ile verdikleri zaman ise eksiltenlerdir. Sahiden onlar (öldükten sonra) diriltileceklerini sanmıyor(lar) mı, büyük bir günde, âlemlerin Rabbı (olan Allah’ın hükmü) için insanların (kabirlerinden) kakacağı günde?”[144]

Malın kalitesi, methedildiği gibi veya umûmî arzuya muvafık şekilde olmalıdır. Bu da ahlâkî bir vazifedir. Gıda maddelerinin kalitesini düşürmek ahlaken suçtur. Ticarî emtianın böyle kalitesiz şekilde satılışı da hatadır. Zira kalitesiz mal ve gıda umûmun sıhhat ve saadetine zarardır. Binâenaleyh, “Aldatan kimse bizden değildir”.[145] Ayrıca: “Yemin, malın satışını belki daha iyi yapar fakat işin bereketini giderir”. [146] “Müslümanı inciten ve aldatan kimse tel’in edilmiştir”[147] “Kim başkasını incitirse Allah da onu incitir, kim başkasına zorluk çıkarırsa Allah da ona zorluk çıkarır”.[148]

Para, mevki, iş veya mukavele yapmak gibi avantajlar sağlamak için baştaki âmir ve insanlara rüşvet veren kimseler, rüşveti kabul eden ve aracılık yapanlarla beraber aynı şekilde takbih edilmişlerdir. Hatta memurun halktan hediye alması bile men edilmiştir.

“Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını günah (ı mucib suretler) le yemeniz için onları (o malları) hâkimlere aktarma etmeyin”.[149] “Resûlullah (s.a.v.), rüşveti alanı, vereni ve ikisi arasında tavassut edeni takbih etti”.[150]

“Tayin ettiğim bir vali nasıl olur da bu Beytü’l malindir, bu da hediye olarak benimdir diyebilir? Niçin o, ebeveyninin evinde oturmaz ve bu hediyeleri orada da alıp almayacağına bakmaz. Eli Muhammed’in üzerinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden herhangi biriniz haksız olarak Beytü’1-male âid olandan bir şey alırsa, hesap gününde o, onun boynuna geçirilecektir”, Resûlullah sonra ellerini kaldırdı ve iki defa şöyle dedi: “Ya Rab, tebliğ ettim mi?”[151]

Bir başka yasak da, fiyatları yükseltmek maksadıyle, mal istifçiliği ve inhisarcılığı yapmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Kim, Müslümanlara karşı fiyatları yükseltmek niyetiyle istif yaparsa, o kimse günahkârdır”.[152] Hidâye müellifine göre bunun mânâsı şudur: “Malı tüketicilere vermek -istifçilik yapmak- demek, tüketicileri haklarından mahrum bırakmak ve onların yaşayışlarını zorlaştırmak demektir”. Mamafih şunu da ilâve etmiştir: “Eğer istifçilik umumun menfaatini rencide etmezse, o zaman onu muzır kabul etmemelidir”.[153]

Ebû Hanîfe hazretleri, istifçiliği tarif ederken onu sadece gıda maddelerine tahsis etmiştir. Ona göre istifçilik, uzun müddet erzakın elde tutulması ve böylece umumun menfaatinin zarar görmesidir. Fakat talebesi Ebû Yusuf meseleyi daha geniş ele aldı. Satıştan alıkonma suretiyle umumun menfaatini zedeleyen ve hayatın devamı için ister lüzumlu isterse lüzumsuz olsun, her çeşit ticaret malını, Ebû Yûsuf istifçiliğe dâhil etti.[154] Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf un görüşlerinin tahlilinden şu netice çıkıyor: Bu iki imamın da maksadı, umûmî menfaatlerin korunmasıdır. Piyasanın mühim maddelerinin mühim bir kaynağı üzerinde istif ve inhisarcılık yolu ile kontrol sahibi olmayı ve böylece piyasada taleb arttırılarak malın fiyatını değerinden daha fazla çıkartmayı, her iki imam iltifatla mekruh saymıştır. Diğer taraftan Ebû Yûsuf, bunu umûma teşmil ederek daha da ileri gitti. Her çeşit malda, istifçilik ve inhisarcılık yapmanın mekruh olduğunu söyledi. Bu mallar piyasadaki talebe göre is­ter eksilip artan cinsten olsun isterse olmasın. Yeter ki umûmun menfaati bu istifçilik veya tekelcilikle incinmiş bulunsun. Ebû Hanîfe’nin bunu her mala teşmil etmekteki isteksizliği, yukarıda işaret edildiği gibi, belki de onun ferdî hürriyeti tahdîd ederim endişesinden ileri gelmektedir. Çünkü şahsın hürriyeti, sadece içtimaî menfaat zarar gördüğü zaman kısıtlanmaktadır. Büyük çaptaki işlerin umûmileştiği modern dünyada tekeller, ki ne normaldirler ve ne de iktisadî bir ölçüleri vardır, mutlaka tahdid edilmelidirler. Çünkü onlar, fiatları rekabet edebilecek bir seviyenin üzerinde tutmak ve gelişen iş kabiliyetleri ile büyüyen istihsalden zarar görürüz endişesiyle istihsâli en normal seviyeden daha aşağı bir mertebede bulundurmak temayülünde olduklarından umûmî menfaate zarar vermektedirler. Mamafih, amme hizmetlerine yarayan bazı tabiî inhisarlar (meselâ, hava gazı, elektrik ve su işletmesi gibi) ve tartı iktisadiyâtı sebebiyle olan tekellere mutlaka müsâade edilmelidir. Çünkü bunlar, amme menfaati içindir. Yeter ki, istihsâlin veya onun tevziinin en âlâ mertebede olduğunu takip ve yüksek tekel fiyatlarının tatbik edilmediğini kontrol edebilecek devletin yeterli bir mevzuatı bulunsun.

İslâm, içtimaî ve iktisadî bir devlet tesis etmekle bir şahsı diğerine istismar ettiren bütün yollan kapatmaktadır. Bu istismar, patronun işçiyi, kapitalistin müteahhidi, tüketicinin üretici ve komisyoncuyu, istismarıdır veya aksine, birincilerin onuncular tarafından sömürülmesidir. Ne eksik ne de fazla, herkes sadece hak ettiğini alacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “insanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesadcılar olarak bozgunculuk etmeyin”[155] diye buyurulmaktadır. Adaleti ibka ve istismarı imha eden böyle bir düzen içinde Kur’ân, ribâyı (faizi), başka bir deyişle, iş riskine iştirak etmeksizin kapitale ilâve edilen bir mikdân almayı haram kılmıştır. Çünkü bu, İslâmın içtimaî ve iktisadî adalet düşünceleri ile ihtilâf halinde bulunmaktadır. Eğer kapitale ilâve edilen o mikdar, işin hem iflâsına hem de kârına iştirak edildiği zaman kazandırsa bu takdirde onu alması caizdir.[156]

Bir Müslüman, meşru olmayan kazanç yollarını bertaraf edip, iyi bir iş ve meslek sahibi olarak kazancını temin edebilir. Bu yol ve usullerin hepsi yukarıda zikredilmemiştir. İyi bir iş veya mesleği Cezîrî şöyle tarif eder: “O, insanın başkalarını aldatmadan, ahidleri ve vaadleri bozmadan veya Allah’a-’ meydan okumadan yapılan bir iştir”.[157] İdeal bir Müslüman iş adamı, “(öyle adamlar) vardır ki onları ne bir ticâret, ne de bir alış veriş Allah’ı zikretmekden, dosdoğru namaz kılmakdan, zekâtı vermekten alıkoymaz”,[158] diye Kur’ân-ı Kerîm’de tarif edilen kimsedir, ve o “satın aldığı, sattığı ve borcunu istediği zaman (hep) mütevâzîdir”.[159] Servet, ik­tidar ve itibar hırsı insanı kazanç için meşru ve ahlâkî olmayan yollara sürüklediği için Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu takbih etmiştir. Ve iman ile temanın bir arada olamayacaklarını kesinlikle beyân etmişlerdir.[160] Buyurdular ki: “Koyun sürüsü içine bırakılan iki kurt, servet ve ikbâl hırsının îmana yaptığı zarar kadar zarar yapamaz”.[161] Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kimsenin hırs ve tamahdan uzak kalması için onun hayat şartlarının daha iyi bir seviyeye yükseltilmesini zarurî görmüşler[162] ve bir kimsenin hayat şartlarını. iyileştirmeye çalıştırmasının dünya muhabbeti ile aynı olmadığım söylemişlerdir. İslâmın iş ahlâkında “doğru” veya “yanhş”ın nasıl anlaşılacağı meselesi üzerinde daha fazla tafsilâta girmeye lüzum yoktur. Bunların nasıl tespit edileceğini bildiren âyet-i kerîme hadîs-i şeriflerde açık emirler vardır. Fıkıh külliyâtı, keza bu mevzuda bir hayli zengindir. Bununla beraber, ticarî sahada şerî’atın beyanları olmayan meseleler de zuhur edebilir. İslâm tebligatının ruhunu anlamış olan zevat, böyle hallerde, kendi vicdanlarına baş vurarak yanlışı doğruyu birbirinden fark edebilirler. Tıpkı Peygamberimizin, sahabe-i kiramdan Vâbisâ’nın bir sorusuna verdiği cevapta olduğu gibi:

“Ey Vâbisâ, kendi kendine sor. Fazilet, seni mutmain eden ve sana rahatsızlık hissettiren şeydir. Redâet de, halk ona iyi dese bile seni rahatsız ve kedernâk eden haldir”.[163]

Öte yandan öyle haller olur ki, insan nenin helâl olduğunu kestiremez. O takdirde aşağıdaki mütevâtir hadîs bir rehber olacaktır. Fakîhler bu Hadîs-i Şerifi, Hz. Peygamberin ahlâka müteallik tebligatınının esaslarından biri olarak kabul ederler. Hadîs-i Şerif şudur:

“Helâl da belli haram da bellidir. Bu ikisi arasında kalan meseleler insanların çoğunun hakkında kesin bilgi elde edemedikleri meselelerdir. Kim ki şüpheli işlerden kendini muhafaza ederse, îmanını ve şerefini korumuş olur.”[164]

Harcama

Ahlâk dışı usullere baş vurmadan hakkıyla kazanılan bir servet, Allah’ın emâneti olduğu için ne istif edilebilir ne de. işletmekten alıkonulabilir. Havaî maksatlarla israfı ise hiç mümkün değildir. Meşru tüketim, amme menfaati veya yatırım için servet ve gelir kaynaklarını kullanmamayı, saklayıp stok yapmayı İslâm tel’in etmiştir. Çünkü insanın kendisi ile başkalarının menfaati için kaynakların çalıştırılması lâzımdır. Ancak bu takdirde onlar yaratılış gayelerine göre kullanılmış olacaklardır: “Altını ve gümüşü yığıb ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek acıklı azabı muştula”[165] Hz. Peygamber (s.a.v.) bir kimsenin münbit arazisini sürmemesini hoş görmediler ve buyurdular ki: “Arazi sahibi arazisini kendisi sürsün, eğer kendisi vazgeçerse kardeşi sürsün”. Halîfe Ömer’in de halka şöyle gediği mervîdir: “Kimin parası varsa onu işletsin. Tarlası olan da onu sürsün”.[166] İslâmın bu talimatının incelediğini kavrayan İbn Haldun şu izahda bulunmuşdur: “Bil ki servet, emniyet içinde saklanmak için istif etmekle çoğalmaz. Bil ki, o, halkın refahı ve kullanıldığı ve insanlara hakları bahsedildiği ve sıkıntıları giderildiği zaman çoğalır ve kendi kendisini tathîr eder. Böylece insanlar müstefid olur ve devlet kuvvetlenir”.[167]

Tüketim masrafına gelince, “vasat” olmak İslâm talimatının özüdür. Bu hususda Kur’ân-ı Kerîm şöyle emrediyor: “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez”.[168]  Bir başka âyet-i kerîmede şöyle beyân buyuruluyor: “Onlar ki (hakîki mü’minler) harcadıkları vakit ne israf ne de sıkılık yapmazlar; (harcamaları) ikisi arası ortalama olur”.[169]

Çünkü İslâm münzevî bir din değildir. Hattâ Hz. Peygamber (s.a.v.) Müslümanları, hayatın bütün konfor ve neş’esinden faydalanmaya teşvik etmiştir: “Siz kendinize ve ailenize karşı bir mes’ûliyet taşıyorsunuz”[170] ve “takva, kendinizi bu dünyada meşru olandan uzak tutmada değildir”.[171] Halîfe Ömer de şu öğütte bulunmuştur: “Allah size cömertlikte bulunduğuna göre, size de kendi kendinize cömert davrandığınızdan emîn olunuz.”[172]

İslâm mes’eleleri aklî bir açıdan ele alırken harcama ile alâkalı olarak sadece rehber mahiyetindeki kaideleri ortaya koyar. Tıpkı şahsî tüketimin zaman ve zemine göre olan masraflarının, ferdî gelir ve durumlara, umûmî servete ve Müslüman bir cemiyetin yaşama şartlarına göre belirtilmesi gibi. Tabiî bu masrafın ahlaken şuurlu ve kalben mütevâzî olan bir şahsın hayatı ile mütenâsib olması lâzımdır. Müslüman, servetini kendi konforu veya verimini artırmak için harcamaya zorlanmasına rağmen, gururlu, haşmetli ve şatafatlı bir gösteriş yapmak maksadiyle gelir kaynaklarını dikkati çekici bir tüketim için harcamasına müsaade edilmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Allah, çalım satmak için giyinenlere bakmaz”[173]  ve “Allah, size mütevazı olmayı öğretmeyi bana vahyetti. Hiç kimse başkasına karşı üstün görünmesin ve hiç kimse bir diğeri önünde böbürlenmesin”.[174] Bundan başka bir Müslüman, içkiye kumara, fuhşa veya ahlâksızlığın bütün nev’ilerine ve İslâmın tasvîp etmediği hallere para harcamaktan men edilmiştir:[175] “Ey îman edenler, içki kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza eresiniz”.[176]

“De ki: Rabbim ancak hayâsızlıkları, onların açığını, gizlisini bununla beraber (her türlü) günahı, haksız isyanı, Allah’a (hiçbir zaman bir burhan indirmediği) herhangi bir şeyi eş tutmanızı, Allah’a bilmiyeceğiniz şeyleri isnad etmenizi haram etmiştir”[177]

“O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten neh-yediyor, onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri helâl, (helâl kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor”[178]

Kendisini kardeşlik ve adalete adamış bir cemiyeti meydana getirmek için İslâm, zengin ve fakir arasındaki muazzam servet ve gelir dengesizliği yüzünden meydan gelen içtimaî ihtilâfları bertaraf etmeyi kendine gaye edinmiştir. İslâm, hukûku’l-ibâda çok önem verir ve oldukça konforlu bir hayatın icab’ ettirdiğinden daha fazla kazanan bir Müslümana, kul hakkı dolayısıyla fakir kardeşlerine yardım etmesini dinî bir vazife sayar. Kur’ân-ı Kerîm kat’î olarak bildiriyor ki, namazlarına devam eden zengin mü’minlerin “mallarında sâil ve mahrum için belli bir hak vardır”.[179] Ayrıca şu emrediliyor: “Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin”[180] “Sadaka fakir için bir lütuf olarak düşünülmemelidir. O, fakirin zenginin malından olan hakîki bir istihkakıdır” demekle halife Ömer Kur’ân’ın bu emrini tefsir etmiştir.[181] İdeal olan amel, başkalarına gelirin sadece masraflar dışında kalan artık kısmından vermek değildir. Diğerlerinin ihtiyâcı çok âcil olduğu anlarda bağış ve fedâkârlıklarda da bulunmak lâzımdır: “Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz mallarından daha üstün tutarlar”.[182] “Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) har-cayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-ü taat etmiş) olmazsınız”.[183] Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuşlardır: “Bir mü’min kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe hakîki mümin sayılmaz”;[184] “Komşusu açken, doyuncaya kadar yiyen mü’min sayılmaz”,[185] “Kim bu dünyada bir mü’minin müşkilini giderirse Allah da hesap gününde onun müşkilini giderir”[186]

Başkaları için olan bu yardımın ard düşüncelerle değil, sadece Allah rızasını kazanmak ve insanın kendisini ıslah etmek gayesiyle yapılması lâzımdır. İslâm dini bunun üzerinde ısrarla durur.[187] Kur’ân-ı Kerîm, bir kimsenin kendi cömertliğini teşhir etmesini men etmiştir. İnsana yapılan yardımı başa kakmak ve onu rezil edip gücendirmek de yasaktır:

“İyi (güzel ve tatlı) bir söz ve bir ayıp örtme; ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Ey îman edenler, sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah’a ve âhıret gününe inanmayan bir kimse gibi- başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin”.[188]

Karşılıklı yardımlaşma ile muhtaçların ihtiyaçların giderildiği ve servetin mütesâviyen tevzi edildiği bir aile yuvasına benzeyen İslâmî bir topluluk meydana getirmek için İslâm mükemmel bir sosyal güvenlik sistemi kurmuş ve buna dînî bir kudsiyet atfetmiştir. Bu nizamın bir başka çeşidi yeryüzünde mevcut değildir. Bir Müslümanın zekât veya sosyal – güvenlik fonuna servetinin yüzde 2,5 nisbetinde yardım etmesi dinî bir vecibedir.[189] İslâm’da böyle büyük ehemmiyeti olan müessese zekât müessesesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, mü’minlere ne zaman namaz kılın diye emredilse hemen ardından zekâtlarınızı verin emri gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.), “kim namaz kılar da zekât vermezse, onun ibâdetleri nafiledir” buyurmuşlardır.[190]

İslâm dini, Müslüman bir devlet mevcut olduğu zaman zekâtın toplatılmasını devlete bırakmayı tercih etmiştir. Bu tatbikat, Hz. Peygamber zamanında ve ilk iki halife Hz. Ebûbekir ile Hz. Ömer devirlerinde carî olan icraattır. Hatta Hz. Ebûbekir, devlete zekât ödemeyenlere karşı harb bile açmıştır.

İhtiyaç içinde olanlara zekâtı doğrudan doğruya almaya müsaade eden, üçüncü halife Hz. Osman’dır.

Meşhur müfessir Ebûbekir el-Cessas, aşağıdaki âyet-i kerimeye dayanarak, zekâtın doğrudan doğruya muhtaç olanlara değil, sadece devlete ödenmesi lâzım geldiği fikrini müdâfaa etmektedir. “Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini (günahlardan) temizlemiş, bununla onları (n hasenatını) bereketlendirmiş, (kendilerini muhlisler mertebesine yükseltmiş) olasın”.[191] Emredilen ve İslâm devleti tarafından tahsil edilen yalnız zekât değildir. Eğer devletin sosyal güvenlik fonuna akan zekât, Müslüman bir cemiyetin gereken sosyal güvenliğini gözetmeye kâfi gelmezse, o zaman zekât adı altında yapılan ödemelere ilâveten yeni bir para daha toplanır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Sizin servetinizde, zekâtın ötesinde daha mükellefiyetler vardır”.[192] Zekât, modern bir devletin aldığı vergi ile karıştırılmamalıdır. Aynı vergi, devletin muhtelif masraflarını karşılamak için İslâm devleti tarafından da toplanır. Zekât hususi bir Sosyal-güvenlik vergisidir. Zengine farzdır ve cemiyetteki bütün fertlere en asgarî bir hayat seviyesini garanti etmek için muhtaç ve fakir olanlara dağıtılır. Böylece gelirlerdeki eşitsizlik, toleranslı ve sıhhatli bir seviyeye düşürülür.

İslâmın, gelirin müsavi şekilde taksimi hakkındaki ideali, bir şahıs öldüğü zaman tam bir şekilde gerçekleşmektedir. Ölünün vasiyeti, ancak mülkünün üçte biri üzerinde geçerlidir. Kalan üçte iki, Kur’ân ve Sünnet’in İslâmî bir cemiyette servetin müsâvî şekilde dağıtımı için emrettikleri dengeli bir programa göre tevzi edilmektedir. Şahsın vasiyet etme hakkı olan üçte bir nisbetindeki miktar, keza kendisi tarafından İslâmî gayelerin ta­hakkuku için dağıtılmaktadır. Bununla muayyen kimselerin veya İslâm cemiyetinin ihtiyaç ve eksikleri giderilir. Çünkü bunlar miras hukuku tarafından tekeffül edilmemiştir. Geliri tevzi eden ve sosyal güvenliği sağlayan böyle bir sistemi ge­tirmekle İslâm, tembelliği teşvik veya çok çalışmayı men etmiş değildir. İnsanın sıkı çalışması ile kendi maişetini kendisinin kazanması hakkındaki İslâmî emri Hz. Ömer (r.a.) şu sözü ile sembolize etmiştir: “Hiçbiriniz, ‘Ya Rab bana rızık ver’ diyerek maişeti için çalışmaktan geri kalamaz. Muhakkak ki gök yüzü altın ve gümüş yağdırmaz.[193] Allah’ın lütfunu ara ve başkalarına yük olma”.[194] Hatta, zekât fonunun dağıtımı ile vazifeli cemiyete hükümete âid müesseselerin, fakiri iyi bir eleman olarak yetiştirmek için bir siyâset takip etmeleri daha akıllıca olur. Fakir bu takdirde lüzumlu vasıflarla teçhiz edilir, kendisine münasip bir iş bulunur ve neticede İslâmın istediği şekilde kendilerini idare edebilecek duruma gelmiş olurlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) in hayatından bir misâl de bunu teyid eder: Resûlullah (s.a.v.), Ansardan birini dilenirken gördüler. Ona, sadaka vermeyip, maişetini kazanacak münasip bir hal tarzı gösterdiler. Hayatı bu şekilde kazanmanın dilenmekten daha hayırlı olduğunu beyan ettiler.[195] Bu hâdise bize şunu öğretiyor: İslâm, işsiz, dul, ihtiyar, hasta ve iktidasız olan talihsiz insanlara yardımı teşvik etmektedir. Hakîki ihtiyaç sahibi olmayan sağlam ve sıhhatli olan kimselerin dilenmeleri Peygamberimizce men edilmiştir.[196]

İçtimaî yardım ve tesânüd için yapılacak harcamalara rağmen, gayesiz masraflar sebebiyle veya gösteriş için yapılan tüketimden uzak kalınarak muazzam bir fazlalık elde edilir. 8u meblâğın, istif edilmesine veya başıboş bırakılmasına müsaade edilmeyeceğinden, onun mutlaka, içtimaî balamdan matlûb olan eşyayı imâl etmek, vazife ve iş imkânlarını artırmak üzere yatırımlar için sarfedilmesi şarttır. Allah’ın yerde ve gökte halkettiği tabiî kaynaklan yatırımlar sayesinde insanlığın iyiliği için işletmek demek, İslâm cemiyetini gayesine erdirmek demektir. Zira bu takdirde tam bir istihdam ve yüksek bir iktisadî gelişme elde edilerek fakirlik nispeti azaltılmakla ve herkese şâmil bir refah seviyesi ve gelirin müsavi tarzda tevzii haline ulaşılmaktadır. Binâenaleyh, lüzumsuz tüketimi kontrol ederek daha büyük bir biriktirme ile daha geniş bir yatırım yapmak, İslâmî gayelerin tatbikine yardım ettiği için bu aynı zamanda faziletli bir ameldir. Peygamberimiz (s.a.v.), bilhassa aşağıdaki nasihatleriyle yatırım yapmayı hoş karşılamamışlardır: “Kim bir ev satar da, kârını aynı işe yatırmazsa, Allah o kârı mübarek kılmaz”.[197] Yine, “İhtiyacı olmaksızın kim bir ev satarsa, Allah onun israf edilmesine müsâade eder ve o da israf edilir”[198]

Bu bölümün hulâsası şudur:

İslâm manevî değerlere fevkalâde büyük bir ehemmiyet vermektedir. İktisadî düzeni ise kuvvetli bir ahlâkî temele dayandırmaktadır. Varlıklar içinde yüzen bir Müslüman kendi nihâî selâmeti için, İslâmın koyduğu yüksek ahlâkî emirlere uymak mecburiyetindedir. Bu çerçeve içinde kazanılan bu- servet asla muattal bırakılmayacaktır. Ayrıca Müslüman cemiyetin iktisadî gayelerini beslemek için yatırımlarda harcanacak ve başkalarının menfaati için kullanılacaktır. Karşılıklı yardım ve dostluk ruhu içinde olan ve ahlâkî şuura sahip bir cemiyetin hedefine varması için, bu değerleri genç dimağlara aşılayacak bir maarifi nizamına da sahip bulunması şarttır. Böyle bir eğitim programını ciddiyet ve samimiyetle yüklenmek İslâm devletinin zaruri bir vazifesi ve Müslüman cemiyetin ahlâkî bir borcudur.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

DEVLETİN ROLÜ

İslâmın iktisadî nizamı devlet inkıraza uğradığı zaman Komünizmin ideal durum olarak kabul ettiğini çare olarak seçmez. İslâm, anarşiyi kat’î olarak reddeder, nizam ve düzeni korur. Kur’ân-ı Kerîm, nizamsızlık ve anarşiyi açık olarak tel’in etmektedir.[199] Hz. Peygamber (s.a.v.) de İslâm cemiyetindeki nizam ve otoritenin lüzumunu belirtmişler ve hatta beraber seyahatte bulunan üç Müslümandan birinin kendilerine başkan seçilmesini nasihat etmişlerdir.[200] Yine buyurmuşlardır ki: “Kendisinden Allah’a karşı gelmesi istenmedikçe bir Müslümanın, sevse de sevmese de âmirini dinlemesi ve ona itaat etmesi şarttır”.[201] İkincisi halife Ömer de, siyâsî bir otoritenin lüzumunu belirtmiş, düzenli bir cemiyet bulunmadan İslâmın yaşamayacağını, bir lider bulunmadan da düzenli bir cemiyetin olamayacağını ve itaat olmadıkça da liderin mevcut olamayacağını söylemiştir.[202]

İmamı Şâfi’î yaşadığı (Hicrî 150 – 204) asrın hâlini şöyle anlatır: “Müslümanlar arasında icma’ vardır. O halde Müslümanların da başında bir halifenin bulunması şarttır.”[203]

İktidar ve nizâma karşı İslâmın bu tavrı, Haricîler hâriç, bütün Müslüman siyâsî efkârını devamlı olarak tesiri altında tutmuştur. Hicrî birinci asrın ilk yansında, Bağdad’da birbirinin muasırı olan ve her biri ideal bir devletin bariz hususiyetleri hakkında yazı yazan meşhur iki hukukçu, Ebû Ya’lâ ile Mâverdî, hükümranlığın mutlak bir zaruret olduğunu teyid etmişlerdir.[204] Hatta Ebû Ya’lâ, fakîh ve muhaddis olan Ahmed ibn Hanbel’in şu sözünü nakleder: “İnsanların işlerini idare edecek bir hükümdar bulunmadığı vakit ortada ni­zamsızlıktan başka bir şey yoktur.”[205] Mâverdi’ye göre: “Hükümdarın mevcudiyeti, ilim tahsili ve hak mücâdelesi kadar zarurîdir”.[206]

Mamafih İslâm, siyâsî otorite mevzuunda orta yolu tutmuştur. Otoritenin kullanılması, ne diktatör bir devletteki gibi sıkıdır, ne de hükümetin sanayi ve ticâret işlerine karışmadığı devletlerde olduğu gibi gevşektir. Devlet, İslâmî gayelerin tatbiki için bir vasıta olarak çalışmaktadır. O,’şahsın hürriyetine hürmet eder; İslâmın ahlâkî değerlerini zerk etmek için salâhiyetini kâfi derecede kullanır. İçtimaî ve iktisadî adaleti takbik eder ve nihayet gelirin müsâvî tarzda tevziini tahakkuk ettirir.

Devlet, kendisine tam bir İslâm devletidir hükmü verilmeden muayyen bazı şartları – yerine getirmesi lâzımdır. O, evvelâ bütün işlerde Allah’ın hâkimiyetini tanımak ve tesis etmek mecburiyetindedir; sonra demokratik olmalıdır ve kendisini refahın sağlanmasına vakfetmelidir.

Hâkimiyet Allah’ındır. Bu dünyada câri olan, sadece O’nun iradesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Haberiniz olsun ki yaratmak da, emretmek de O’na mahsus”[207] “Hüküm AHah’dan başkasının değildir”[208] “Rabbinizden size indirilen (Kur’ân-ı Kerîm)e uygun, ondan başka(larını) velîler (edinip de kendilerin) uymayın”. [209]

Allah’ın hâkimiyeti ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’te izah edildiği veçhile, Ahlâk Kanununun hâkimiyetini ifade eder. İnsan Ahlâk Kanununu ne yapabilir, ne de bozabilir. Çünkü o değiştirilemez, insan ona sâdece teslim olur.

Allah’ın hâkimiyetinin kayıdsız şartsız kabulü sebebiyle İslâm devleti, bazıları tarafından yanlış olarak teokratik diye isimlendirilmiştir. Binâenaleyh o, teokratik değildir. Batılı mânâda da, şüphesiz, öyle değildir. İşaret edildiği gibi, Allah’ın hâkimiyeti ilâhî hukukun veya ahlâkî değerlerin yüceliğini mutazammındır. Yoksa herhangi bir kimsenin, ferd veya grubun diktatörlüğü demek değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar Allah’ın halîfesidir.[210] Binâenaleyh hepsi de İlâhî Hukukun tatbikinde eşit hisseye sahiptirler. Kur’ân-ı Kerîm Sünnet’te açıklandığı gibi İslâm Devleti, Ahlâk kaidelerine dayalı demokratik bir çatı iktisâb etmektedir. Bir kere Allah’ın hâkimiyeti kabul edildi mi artık otorite bütün ümmetin üzere havale edilmiştir. Karar verme işi de ümmet veya onun hakîki temsilcilerine demokratik usullerle danışarak yerine getirilmektedir.

Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyuruluyor: “İş hususunda onlarla müşavere et”.[211] “O kimselerdir ki, Rablerine itaate icabet etmişler ve namazı gereği üzere kılmışlardır. İşleri de hep aralarında danışıklıdır”. [212]

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İstişareye müracaat eden bir millet en doğru usûlü bulmuş demektir”.[213] Peygamber olarak kendileri de yukarıdaki Kur’ânî emre göre yaşamışlar hattâ bu yaşayış, ashabından Ebû Hüreyre’nin şunu nakletmesine vesîle olmuştur: “Hiçbir kimseyi Resûlullah kadar başkaları ile istişare ederken görmedim”.[214]  Bir defasında Hz. Ali (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.) e, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Şerîfe’de işaret bulunmayan bir mesele hakkında nasıl karar verileceğini sordu. O da şu karşılığı verdi: “Mü’minler arasında müttekîleri topla, onlara danış ve bir kişinin görüşüne dayanarak hüküm verme”.[215] Bu demokratik ruhu Hz. Peygamber’den ahzeden ikinci Halîfe Hz. Ömer, istişareye yer vermeden Halifeliğin olamıyacağını söylemiştir.”[216]

İslâm devletinin mühim üçüncü bariz vasfı, onun müreffeh bir devlet olmasıdır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki: “Mü’minlerin işleri ile mükellef olan fakat onların refahı için samimiyetle çalışmayan bir devlet reîsi, onlarla beraber asla cennete giremez”;[217] “Âdil bir devlet reisinin, teb’asının (refahı) için bir günlük çalışması, bir âbidin ailesi içinde yüz sene ibâdet etmesinden daha hayırlıdır”.[218]

İlk Halîfelerin sözleri ve valilerine verdikleri talimat devletin bu vazifesinin ashâb-ı kiram tarafından nasıl ve ne derece anlaşıldığına delâlet eder. Hz. Ömer’in Ebû Musa’ya yazdığı bir mektup vardır. Ebû Musa, vilâyetlerden birine vali tayin edilmiştir. Mektupda deniyor ki: İktidarda olan idarecilerin en hayırlısı, idaresi altındaki halkın müreffeh olduğu kimsedir, en fenası da idaresindeki halkın zorluklarla karşılaştığı kimsedir”.[219] Halîfe Hârünü’r-Reşid’e, Baş Kadı’sı Ebû Yûsuf tarafından yazılan mektupda da keza, İslâm devletinin refah fikri telkin edilmiştir.[220] Aynı telkin, Mâverdî ve Ebû Ya’lâ gibi Ortaçağ’da yaşamış Müslüman siyâsî mütefekkirlerinin yazılarında da görülür.[221]

İslâm devletinin müreffeh manzarasını görebilmek için mevzuyu, İslâm devletinin iktisâdi düzeni ile alâkalı aşağıdaki beş vazifenin çerçevesi dahilinde incelemek lâzımdır:

a)      Kanun ve nizâmı korumak ve bütün fertlerin can ve mal emniyetini muhafaza etmek,

b)      İslâmın iş ahlâkını tatbik etmek,

c)      Bütün   fertlerin   menfaatine   olarak  pazar  teşkilâtını mükemmel şekilde çalıştırmak,

d)      Fizikî ve içtimaî masrafları karşılayan kapitali temin etmek,

e)      Sosyal güvenliği sağlamak.

Şimdi bunları sıra ile açıklayalım:

1— Kanun ve nizâmın korunması, can ve mal emniyeti

Devletin bu vazifesi umum tarafından kabul edilmiştir. Onun için bu vazifenin ehemmiyetini lüzumundan fazla teyid etmeye hacet yoktur. Bu böyledir, çünkü, bir cemiyette hukuk ve nizâmın değeri, can ve mal emniyeti, oradaki istikrar ile iktisadî gelişmenin ve fertlerin manevî saadetlerinin esas ölçülerinden biridir.

İçinde İslâmın birçok içtimaî, iktisadî esaslarını salâhiyetle beyân buyurdukları, o fevkalâde vecîz fakat son derece kudretli “Veda Haccı” hutbesinde Resûlullah (s.a.v.) söyle dediler: “Mallarınız ve canlarınız, bu hacc günü gibi mukaddestir”.[222] Başka bir vesile ile de şöyle buyurdular: “Bir Müslümanın mâlik olduğu can, mal ve servet öteki Müslümana haramdır”. [223]Bu esasa dayanarak Müslüman hukukçular, İslâm devletinin kendi hudutları dahilindeki bütün fertlerin can ve mal emniyetini korumakla vazifeli olduğunu ittifakla teyid etmişlerdir.[224]  Resûl-i Ekrem (s.a.v.) in sözlerinde bu vazife şöyledir.: “Hîra’dan Kâ’be’ye tek başına seyahat eden bir kadın öyle bir emniyet içinde olmalıdır ki yolda. Allah’dan başka korkacak kimse bulunmasın”[225]

2— Devlet ve İslâmın iş ahlâkı

İslâm, ahlâkî değerlere müstesna bir kıymet verdiğinden İslâm devleti memleketin ahlâkî manzarasına karşı hareketsiz kalamaz. Bütün Müslüman siyâsî mütefekkirler ve hukukçular, ahlâkî esasların tatbikî üzerinde durmuşlardır. Tabiî bu, İslâm devletinin bir polis devleti olduğu ve halkı zorla muayyen bazı mecralara ittiği mânasına gelmez. Kapitalizm dâhil bütün sistemler, kendi esaslarını öğretmek isterler ve İslâm bundan müstesna değildir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, İslâmî sistem, ferdî hürriyete büyük bir değer vermesine rağmen düşünce ve hareketlerin aşırı gruplara bölünmesine müsaade etmez, buna mukabil maarife kıymet verir ve İslâmın ahlâkî değerlerinin yaşandığı bir vasatın meydana gelmesinde ısrarla durur. Böyle bir çevre içinde İslâmın iktisâd sistemi te’sfs edilmiş olmaktadır. İslâm devleti bunu hakikat hâline getirmek için üç mühim istikâmette çalışır.

Birincisi, devletin, yetişen nesle lüzumlu ahlâkî terbiyeyi verecek yuvalan tesis etmesidir. İster kalabalık isterse az olsun İslâm bir aile fertleri arasında karşılıklı yardım, tesânüd, sevgi ve şefkatin temini için numuneler bulur. Bu, çocukların mükemmel yetiştirilmeleri için münâsib bir çâredir, ikincisi, Devletin, eğitimini İslâm’a göre yapmasıdır ki, mektepler ve kolejler İslâm ideali ile meşbû gençler yetiştirsinler. Üçüncüsü, Devletin, İslâmın fikir ve değerlerini kanunlaştırarak tatbik etmesidir. Sonra, mevzuatı çiğneyenleri âdil cezalara çarptırman ve bu, sonraki kanun çiğneyenlere göz dağı olmalıdır.

3 — Devlet ve İktisadî Hayat

İktisadî istikrar, yüksek seviyede iktisadî gelişme, servet ve gelirin müsâvî şekilde taksîmi, içtimaî ve iktisadî adalet gibi birçok iktisadî gayelerin, iktisadî hayatta devletin rolü olmadan ve sadece piyasanın faaliyeti ile tahakkuk ettirilmesi mümkün değildir. Bu itibarla hükümet, lüzumlu gördüğü yerlerde fiyat sistemini tanzim etmeli, iktisadî balomdan mühim bir rol oynamalıdır ki, İslâm iktisâd sisteminin gayesine ulaşmasına yardım etmiş olsun.

Ferdî hürriyetin, devletin iktisadî hayatta oynadığı rolün ehemmiyetiyle ters bir şekilde değiştiğini düşünmek hatâdır. Devletin rolünün, ferdî hürriyeti zapturapt altına almak veya ko­laylaştırmak iddiasında olup olmadığım anlamak için devletin aşağıdaki rollerini göz önünde bulundurmalıyız: Bir karşı koyma kuvveti olarak devletin hürriyetleri muhafaza rolü; ferdî ve içtimaî refah ile ahlaken yetişmedeki rolü; devletin, mesuliyetlerini yerine getirirken takındığı tavır ve olgunluk. Binâenaleyh, devletin oynadığı daha da büyük bir rol, mutlaka despotluk mânâsına gelmez. Fakat bununla, beraber, eğer devlet ahlâkî temellere dayanmak ve İslâmın ferdî hürriyetleri muhafaza etmek üzere ona tahmil ettiği hududlara riâyet etmezse, o zaman devlet kuvveti müstebitliğe dönüşür.

Şimdi mesele şudur: İslâmî devletin tatbik edeceği mevzuat veya kontrol ne kadar olmalı ve iktisadî hayatta ne gibi rol oynamalıdır? Bunun açık cevâbı şudur: Devletin bu husustaki tek vazifesi, İslâm iktisâdının gayelerini tatbik safhasına koymaktır. Bu gayeler şunlardır: Tam gün çalışma, iktisadî iktidar ve mükemmel bir iktisadî gelişme; daha mühimi, içtimaî ve iktisadî adalet ve gelirin müsâvî şekilde ve ferdî hürriyete zarar vermeden dağıtımıdır. Dikkate değer bir mesele de, ahlâkî ölçüler içinde fertlerin menfaat sahibi olmalarıdır. Bu takdirde ferd, cemiyetin menfaatini kendi lehine suistimal etmemiş olur. Kendi miras haklanın kısıtlandığı, iş ve emeğinden elde ettiği meşru kazancını istediği gibi harcayamadığı zaman cemiyetin suistimâline karşı korunmuş olur. Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.) in talimatı yerine getirilmiş bulunmaktadır: “Kişi, başkasına, başkası da ona zarar vermemelidir”.[226] Fiyat kontrolü, gasp, vergi, millîleştirme ve plânlama gibi muayyen bazı mevzular, aşağıda misâllerle izah edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.), normal şartlar altında fiyatların kontrol edilmesini teşvik etmemişlerdir. Asr-ı Saadette, bir gün Medine’de fiyatlar yükseldi. Ashabdan, bazısı, O’nun fiyatları dondurmasını istedi. O, bunu kabul etmedi. Zira, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, hiçbir kimsenin can veya paraya müteallik bir adaletsizlikten şikâyette bulunmadığı bir anda Rab’bine kavuşmayı arzu ediyordu.[227] Tekelcilik veya istifçilik yüzünden meydana gelen sun’î bir kıtlığın müstahsil ve müvezzîlerin hâkim olmadığı bir vasatta sabit fiyatların dengeli bir seviyenin altında bulunması, bayiler için hem bir adaletsizlik, hem de bu hal istihsalin artışına bir engeldir. Fiyatları dondurmak, aynı zamanda nadir bulunan eşyanın müsrifâne kullanılmasına da sebep olur. Karaborsayı ve başıbozukluğu kamçılar. Çünkü tüketici için lâzım gelen müessir bir miktarın temini normal olarak zordur. Fakat bu bizi, İslâmın içtimaî ve iktisadî talimatından habersiz bırakmasın, ki üreticiye olduğu gibi tüketiciye de hitâbeder ve mutlaka onlara da tatbiki zaruridir. Eğer fiyat artışı, sun’î bir yokluktan olup, tabiî haler yüzünden olmazsa bizzat adaletin kendisi fiyatların kontrolünü ister. Müslüman hukukçulara göre, eğer fiyat artışı tekelcilik veya istifçilik yüzünden olursa dondurmak üzere, devlet fiyatlara müdahale etmelidir, yahut is-tifciden, istif ettiği mallan satmasını istemeli veya fiyat artışını önlemek için tekelcinin istihsali arttırmasını sağlamalıdır. Böylece halka yapılan haksızlık tamir edilmelidir.[228] Hanefî fakîhi, Burhâ-ne’d-Dîn Margınânî tarafından ifâde edilen kaide şudur:

“Bir idareci için fiyatları dondurmak doğru değildir. Çünkü eşyanın fiyatını tayin etmek bâyinin hakkıdır ve mutlaka ona râci olmalıdır. Bâyinin bu salâhiyetine idarecinin müdâhale etmeye hakkı yoktur. Ancak halka yapılan bir hileyi bertaraf etmek için fiyatları dondurmanın elzem olduğu zaman müstesna. Eğer gıda maddelerinin bayii, fiyatları dondurmada adalet ölçüsünü despotça çiğnerse ve idareci de, fiyatları dondurmakdıkça halkın hakları korumanın imkânsız olduğunu görürse, o zaman mahzurlu değildir.[229]

Eğer fiyatların yükselişi sun’i bir yolduktan değil de, harb, kıtlık ve hükümetin üreticilere mallarının çoğalttırmadığı haller gibi bazı millî bayramlar yüzünden olursa, o vakit umumun menfaatini muhafaza etmek için hiç olmazsa zarurî maddeleri karne ile vermek suretiyle fiyat kontrolünü yapmak mecburî olur.

Bu izahın mânâsı şudur. Normal şartlar altında fiyat kontrolü yapılmaz. Eğer kontrol, umûmî menfaati korumak ve içtimaî adaleti temin etmek için yapılırsa o zaman temkinle, ve arz ve talep kânununa karşı peşin hüküm taşımaksızın yapılmalıdır. Umûmî menfaat ve içtimaî adaletin fiyat kontrolünü gerektirdiği normal şartlar altında bir fiyat kontrolü yapılamaz demek, münâsip tahdidlerin konulamayacağı mânâsına gelmez. Devletin, tüketicinin hakkını korumak için satılan malların kalitesini ve samîmi olup olunmadığını anlamak için de reklâmları kontrol etmesi, ayrıca, yatırım yapanların menfaatini korumak üzere şirketlerin mukavelelerini teftiş etmesi tamamen yerinde bir icraattır. Hakikatte devlet bunları yapmazsa, vazifesini ifa etmemiş olur. Bu mesele ile alâkalı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) in hayatında geçmiş meşhur bir hadise vardır. Resûlullah (s.a.v.), bir gün bir pazardan geçiyordu. Yığın yığın hububat satan bir tüccar gördü. Ekinler dışardan bakınca kuru görünüyordu. Fakat Resûlullah (s.a.v.) elini içeri daldırınca onların yaş olduğunu gördü. Sonra içinin neden yaş olduğunu sordu. Tüccar, yağmur sebebiyle yaş kaldığını söyledi ve kendini mazur göstermeye çalıştı. O zaman Efendimiz Hazretleri, neden yaş olanların dışarıya çıkarılmadığım ve böylece müşterilere kusuru görmeye neden meydan verilmediğini sordu. Neticede, kim aldatırsa onun kendi ümmetinden olmıyacağını beyân buyurdular.[230]

Bunun gibi, işçi sınıfının haklarım korumak ve emeğin suis-timâlini önlemek için asgarî ücretin tespitini mümkün kılacak uygun çalışma şartlarının temininde ve sanayileşme müşkül­lerinin azaltılmasında devletin müdâhalesi şarttır. Belli bir ölçüde toprak sahibi olmayı veya şirketlerin hisse senedlerini almayı sınırlamak, yine devletin bir vazifesidir. Çünkü böylece devlet, gelir kaynaklarından herkesin hisse sahibi olmasına yardım edecektir. Sonra sosyal adalet ve gelir ve servetin müsâvî şekilde tevzii gibi İslâmî gayeleri daha da ileriye götürmüş olacaktır. İçtimaî ve iktisadî adaletsizliği gidermek maksadıyle devletin sadece müdâhalesi değil hatta kuvvet kullanması bile haklı bir hareket olur. Hz. Ebûbekir (r.a.), Halîfe seçildikten sonra ilk hitabesinde halka programını açıklarken şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, benim nazarımda aranızdaki kuvvetli, kendisinden zayıfın hakkını alacağım ana kadar zayıftır ve bana göre aranızdaki zayıf, ben kendisine hakkını elde edinceye kadar kuvvetlidir.”.[231] Halife Ömer de açıkça şöyle dedi: “Hiç kimseye adaletsizlik yaptırmayacak ve hiç kimsenin hakkının çiğnenmesine müsaade etmeyeceğim. Eğer böyle yapan olursa, onu yanağı üzerine yere yatırıp başkasının hakkını ödetinceye kadar öteki yanağını tepeleyeceğim”. [232]

Bir de, devletin, firma ve şahıslara âid mülkü gasbetme meselesi vardır. Hiç, İslâm devleti böyle bir kuvveti kullanır mı? Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri’nde ortaya koyduğu esaslara göre böyle bir gasb merduttur. Bir Müslümanın haklı olmadan veya sahibinin rızası bulunmadan başkasının malını elde etmeye kalkması doğru değildir ve bu mesele yukarda İslâmî numuneleri bahsinde geçmiştir. Müslüman hukukçulara göre şu misâl devlete de şâmildir: “Devlet, bir şahsın mülkü olan malı, tesis edilmiş meşru usuller dışında zorla hiçbir şekilde alamaz”.[233]

Bununla beraber devlet, eğer umûmî menfaat icab ettiriyorsa, zorla bir şahıstan bir miktar mal alabilir. Fakat yalnız, bu tazminat ödendikten sonra olacaktır.[234]

Bu, devletin zorla vergi alamayacağı mânâsına gelmez. Vergi, mâhiyet itibariyle halkın devlete verdiği mecburî bir ödemedir. Bazı vergiler muayyen maksatlar içindir. Bunlardan bilhassa sosyal güvenlik, Kur’ân ve Sünnet tarafından emredilmiştir. İslâm devleti tarafından belki daha fazla vergi konabilir. Fakat, vergiler, muayyen bazı prensiplere uygun düşmelidir. Aksi halde İslâm devleti için tekeffül ettiği çeşitli vazifeler yerine getirmek hemen hemen imkânsız hale gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) in, “sizin servetinizde, zekâtın dışında vecibeleriniz vardır” dediği rivayet edilmiştir.[235] İslâm devletinin vergi toplama hakkı, daha önce zikredilen, “büyük bir menfaat için daha küçük menfaat esirgenmez; daha büyük fedâkârlığı önlemek için küçük fedakârlık feda edilir” sözü fetvâsınca müdafaa edilebilir.

Vergi sisteminin zalimane olmayıp âdilâne olması hâlinde, hukukçular, amme menfaati için devletin vergi toplaması hakkını umumiyetle kabul etmişlerdir. Eğer devletin tabiî kaynakları kâfi değilse o zaman,  Margınâniye göre devlet, amme menfaatine hizmet etmek için halktan sermaye toplaya bilir, çünkü kâr, halkın lehine olunca, masrafı çekmek de halkın üzerine bir vecibedir.[236] İman Ebû Yusuf da, iktidar sahibinin, halkın tahammül kudretine göre, vergiyi azaltma veya artırma salâhiyeti olduğunu müdafaa etmektedir.[237] Mamafih sadece âdil ve mülayim bir vergi sistemi İslâmın ruhu ile mutabakat halindedir. Zalimane bir vergi sistemi, halkın taşıma gücüne göre çok ağır olduğundan daima kınanmıştır. Hulefâ-i Râşi-dîn’in hepsi, bilhassa Ömer, Ali ve Ömer b. Abdülâziz’in vergiyi adalet ve merhametle toplamayı, halkın ödeme kudretlerinin dışında vergi olmamasını, hayatın zarurî ihtiyaçlarından halkın mahrum bırakılmamalannı emrettikleri mervîdir.[238]

Memleketi kalkındıran ve vergi tahsilini çoğaltan, ancak âdil bir vergi sistemidir, demekle İmâm Yusuf çok isabet etmiştir. [239]            Mâverdî de şunu teyid etmiştir.: Halkın hakkı göz önüne getirilince çok vergi almak bir haksızlıktır. Devlet hazinesinin hakkı göz önüne getirilince de az vergi olmak bir adaletsizliktir.[240]         Vergi yükünün hafifletilmesindeki adalet hakkında, zamanının fikir cereyanlarını İbn Haldun, Tâhir b. el-Huseyn’in vali olan oğluna yazdığı mektuptan aldığı şu parça ile ne güzel anlatmaktadır: “Halktan vergiyi mâlî durumlarına göre, adalet ve insafla al. Hepsine şâmil kıl. Kimseyi zenginliğe veya serveti yüzünden hâriç tutma. Hatta kendi memurlarım, saray mensuplarını ve muakkiplerini bile ayırma. Hiç kimseye ödeyemeyeceği vergiyi yükleme”.[241]

Adaletin hedefleri ve gelirin eşit dağıtımı muvacehesinde, mütekâmil bir vergi sistemi, İslâmın gayeleri ile tamamen tevâfuk hâlinde bulunmaktadır. Kür’ân ve Sünnetin emrettiği sadakalar ve zekâttan ayrı olan vergi mevzuunda hukukçuların tetkiklerine dayanarak belirtmek gerekir ki, îslâm devletinin adaletle vergi toplama hakkı, modem çağ nokta-i nazarından makûl bir esastır. Sadece hukukçuların müzâkere ettiği vergilerin toplanması lâzım geldiğini düşünmek doğru değildir. Zaman değişti ve vergi usûlünün İslâmın gayelerine göre tanzim edilmesi lâzımdır, İslami mânâda müreffeh bir devlet olarak vazifelerini yapabilmesi için, modern İslâm devletine ancak bu sayede bir varidat temin edilmiş olmaktadır.

Muayyen istihsâl yollarını İslâm devleti millîleştirebilir mi? Eğer bunu, umûmun menfaati icâb ettiriyorsa, evet. Bazı istihsâl usûllerini şahsî mülkiyete devredip etmemek hususunda fıkıh kitaplarında çeşitli görüşler vardır.[242] Hz. Peygamber (s.a.v.) in hayatında vuku bulmuş meşhur bir misâl, Me’ârib’in tuz misâlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun imtiyaz hakkını Ab-yad ibn Hammâl’a verdi. Fakat sahabeden biri, o tuzu işletmenin çok kolay olduğunu, bundan dolayı onun mülkiyetini bir şahsa vermenin umumun menfaatine aykırı olduğunu bildirdi. Neticede Hz. Peygamber imtiyazı geri aldı.[243] Fukaha, bu hâdise ile benzerlerinden umûmî olarak şu neticeye varmışlardır: Açık madenler gibi kolaylıkla işletilebilen kaynaklarda mülkiyet husûsî ellere geçtiği ve ammenin menfaati zarar gördüğü takdirde, o zaman o kaynak umûmun mülkü olarak kalmakta devam eder. Fıkıh kitaplarında iktisadî kaynakların husûsî ve umûmî işletmeye tahsisi hakkında modern şartlara göre yapılmış, bunun dışında pek az izahat vardır. Bu tabiîdir. Son zamanlarda zuhur etmiş ve ehemmiyet kazanmış mes’eleler hakkında fıkıh kitaplarında izahat aramak gayr-i makul olur. Bununla beraber İslâmî gayelerin ve Şerî’atın müessese prensiplerinin ışığı altında bu gibi meseleler hakkında bir hükme varmak mümkündür. İktisadî kaynakların husûsî ve umûmî sektöre tahsisi hakkında birkaç kaide vaz edilmiştir:

a)      Devletin hakkıyle yürütebileceği hizmetlerde hükümetin iş teşebbüsü lâzımdır.

b)      Yüksek içtimaî kazançları yüzünden lüzumlu olan fakat husûsî teşebbüsleri cezbetmeyen projelerde hükümetin teşebbüsü yine lâzımdır. Husûsî teşebbüsü cezbetmiyor, çünkü nakdî karşılık çok düşük veya iş riski çok yüksektir. Diğer taraftan hükümet, zahirî mâdenlerin umûmun mülkü olması fikrine dayanarak, istihsal mamullerini, bilhassa mâdenleri, millîleştirebilir. O zaman muhtemel risk ve istihsâlin maliyeti çok düşük olur. Binâenaleyh nakdî karşılığın değeri elden çıkan değere göre çok yüksek olur. Kâr fazlalığının büyük bir kısmının, amme refahı işleri için hazineye devri hakkında sağlam bir teminât sağlanınca, bunları husûsî mülkler hâlinde de vermek mümkündür, îşlemesi zor olan bâtınî mâdenler hakkında da bir teminât söz konusu olabilir. Şüphesiz bu takdirde teminât oldukça zayıftır.

c)      Hükümetin iş teşebbüs sahasında haklı görülebilir. Çünkü husûsî teşebbüsün neticeleri, müsavat ve içtimaî refah bakımından belki biraz daha az tatminkârdır. Amme sektörünün hacmi hem sosyal adaletin, hem de ferdî hürriyetin gayeleri ile mütenâsib olan refah sayesinde mümkündür.

İslâm devletinde plânlama ne demektir? Plânlama adı altında iktisadiyatın murakabesi ve gaddar bir hükümetin müdâhalesi, İslâm devletinde gayr-ı mutasavverdir. Fakat İslâm, devleti iktisadî işlere ciddî bir alâka göstermeye teşvik eder. Bu meyanda, plânlama sayesinde iktisadiyatın nâdir kaynaklarını ve öncelik sırasına göre en matlûb mecralara şuurlu bir şekilde yöneltecek ve öylece İslâm devletinin gayelerine hizmet edecek bir teşebbüsü sadece mazur görmüyor, aynı zamanda şart kılıyor.

4 — Devlet ve Umûmî Masraflar

İktisadiyatın gelişmesi ve sıhhatli bir kalkınma ve müreffeh bir cemiyet için, fizikî içtimaî ve umûmî kapital tarzında muayyen bir alt yapının mevcudiyeti, umumiyetle mutlak bir zaruret olarak kabul edilmiştir. Birçok yatırımlar, fizikî kapital olarak iktisadî gelişmeye öncülük eder. Böyle bir kapital, husûsî teşebbüslere şâmil değildir. Çünkü yatırım yapanlar için doğrudan doğruya olan nakdî karşılıklar çok azdır ve lüzumlu olan kapital de onların kudretlerinin dışındadır. Fakat mademki, içtimaî faydalar, husîsî faydalardan daha çoktur. O halde bir İslâm devletinin kalkınma plânının bu bölümlerindeki yatırımlar herhangi gelişen bir iktisadiyatın kalkınma plânında olduğu gibi daha kabarık olmalıdır. İslâmî literatüre bir bakışta bunlar hemen görülürler.

Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlere ne çeşit kuvvetleri olursa olsun her an hazır bulundurmalarını emrediyor.[244] Buradaki ‘kuvvet’ sadece askerî kuvvet değildir. Bu aynı zamanda iktisadî bir kuvvettir ki, başka kuvvetlerle beraber askerî kuvvetin temelinde yatmaktadır. İktisadî kuvvetin mühim bir parçasını, yol ve caddelerin tekâmül ve genişletilmesi köprü, baraj ve sulama tesisleri yapımı ile dahilî iktisadiyata yapılan öteki hizmetler teşkil etmektedir. Devletin rolünün burada fevkalâde mühim olduğu bedîhîdir. Onun için, her ne zaman Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir vali tayin etse ona, halkın müşkilâtı için değil onların refahı için çalışmasını emrederdi.[245] Devletin halk için yapacağı refahın esaslarından biri lüzumlu alt yapıyı temin etmektir.

Bundan dolayı halk hizmeti programları, Hz. Ömer zamanında çok ehemmiyet kazandı. Yollar yapıldı, kanallar açıldı, kuyular kazıldı ve su kıtlığı mühim nispette azaltıldı.[246] İmam Mâverdî diyor ki: Devlet reisini muktedir yapmak ve sevdirmek için mutlaka yerine getirilmesi lâzım gelen muhtelif vazifelerden biri de yol ve caddelerin inşâ ve tekâmülü gibi memleketi kalkındıracak bütün tedbirlerin alınmasıdır.[247] Ebû Yûsuf, Halîfe Hârünü’r-Reşîd’e şöyle tavsiyede bulunmuştur. İstihsalde ve bundan dolayı da vergi tahsilinde bir artış ihtimâli varsa o zaman devlet kanallar açarak sulama işlerini ileriye götürür ve bu kanalların masrafını tamamen veya kısmen devlet hazinesinden temin eder.[248] İmam Serahsî, Hanefî fıkhı üzerine olan meşhur el-Mebsûd adlı eserinde şöyle diyor: Köprü, dinlenme evleri ve kanallar yapmak için amme fonlarını kullanması devletin üzerine bir vazifedir ve bunu münâsib şartlar içinde muhafaza etmesi lâzımdır.[249] El-Mergınânî, devletin umûmî vergi tahsillerini halkın refahı için şöyle yerlerde harcama zorunda olduğunu söyler: Sınırların müdafaası, köprülerin inşası, hâkimlere, vali ve âlimlere kâfi miktarda maaş verilmesi ve silâhlı kuvvetlerdeki subayların çocuklarına burs bağlanması.[250]

İçtimaî kapitalin, eğitim, halk sağlığı gibi sahalarda gördüğü hizmetler, İslâm devletinin münakaşa götürmez faaliyet sahalarından biridir. Maarif hakkındaki umûmî durum malûmdur ve kısmen yukarıda izah edilmiştir. Çünkü Peygamberimize göre “İlim tahsili her müslüman için mecburîdir”.[251]

Binâenaleyh maarif için umûmî bir yatırım şarttır. Bunun, Hz. Ömer ve öteki halifeler devrinde birçok misâli vardır. Halifeler, muhtelif muallimler tayin etmiş ve onları maarifi yaymak için memleketin çeşitli bölgelerine göndermişlerdir.[252]

Fakat maarif çalışmaları, okuma yazma sayısını artırma teşebbüslerinin ötesine geçirilmelidir. Çünkü okuma yazma hakîkî maarifin sadece bir parçasıdır. İslânıî bir cemiyette maarifin umûmî gayesi Kur’ân ve Sünnetin tasvir ettiği örnek Müslümanların yetiştirilmesidir. İslâmî bir muhit meydana getirmek için içtimaî değişikliği umûmîleştirmek, yeni kabiliyetler yetiştirmek, tavziat ve istihsal için yeni teknik ve araştırmalar yapmaya teşvik etmek ve böylece iktisadî gelişmeyi hızlandırmak maarifin en mühim gayelerindendir. Belki, maarifin bu geniş hedefleri yüzündendir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da maarifin ehemmiyetine işaret buyrulmuştur: “Kim öğrenmenin sonu vardır diye düşünürse, o öğrenmenin değerini küçültmüş ve Allah’ın ilme verdiği mertebeyi düşürmüş olur”.[253]

Eğer maarif, hükümetin müsbet adımlar atacağı umûmî masraf sahalarından biri ise, öteki de sağlık hizmetleridir. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allah katında, kuvvetli bir Müslüman zayıf olandan, daha iyi ve daha sevgilidir”[254] ve “temizlik îmânın yarısıdır”.[255] Binaenaleyh buradan şu neticeyi çıkarmak mümkündür: Lüzumlu tıbbî cihaz ve imkânları elde etmek ve böylece halkı mübtelâ olduğu hastalıklardan kurtarmak, onların sıhhat ve verimlerini iyileştirmek, hem tek tek, hem de topluca bütün Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Hatta biraz daha ileri gidip, kirli ve mikrop yuvası olan sulan bertaraf edip temiz ve emniyetli sular temin etmek, kanalizasyon tertibatı kurmak, mezbelelikleri te­mizleyerek modern meskenler yapmak da bu vecîbelerin arasındadır diyebiliriz.

5 — Devlet ve Sosyal Güvenlik

İslâm iktisâdının hedeflerinden biri, umumun hayat seviyesini yükseltmek ve gelirin müsâvî şekilde dağıtımını sağlamak olduğundan İslâm devletin tam gün çalışma ve yetişme imkânlarını temin ile beraber, muhtaçlara işsizlere, öksüzlere, dullara, yaşlılara, kötürümlere ve yardıma muhtaçlarla kendi kendini idare edecek lüzumlu kabiliyet veya kâfi kaynaklara sahip olmayanlara yardım elini uzatması şarttır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Mü’minlerin belli işlerine Allah’ın, kendisini idareci yaptığı kimse, onların ihtiyaç ve yoksulluklarına kayıtsız kalırsa Allah da onun ihtiyaç ve fakirliğine kayıtsız kalır”.[256] “Kim arkasında yardıma muhtaç kimseler bırakırsa onlar bizim mes’ûli-yetimiz altındadır”.[257] “Kendisinin hiçbir desteği olmayan kimsenin, devlet destekçisidir”.[258] Bunlar ve benzeri hadîs-i şerifler, sosyal güvenlik sahasında İslâm tebligatının en esaslı unsurlandır. Hz. Ömer (r.a.), birçok hitabelerinde hiçbir kimsenin arzusunun yerine getirilmemiş olmasını arzu etmediğini söylemiştir.[259] Hatta, müşkül durumda olanların meselelerini halletmeleri için, valilerine emirler vermiştir.[260] Kendisine hakkıyle hürmet edilen müttekî Halife Ömer bin Abdülaziz, hicrî birinci asım sonunda şöyle demiştir. Eğer sizden birinin ihtiyaç içinde olduğunu bilirsem, onun ihtiyacını yerine getirinceye kadar elimden gelen her şeyi yaparım.[261] Meşhur İslâm hukukçusu Nevevî’ye göre’, açları doyurmak ve çıplakları giyindirmek İslâm cemiyetinin vazifesidir.[262] İbn Haldun da, sosyal güvenlik için devletin yapması gereken masrafları, “Fakirlerin, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını gidermek; onlara devlet hazinesinden maaş bağlamak… Kur’ân-ı Kerîm öğreten ve ezberleyenlere, âmâlara haklarını vermek… hazineye fazla yük olmamak şartıyla Müslümanlar arasındaki hastalar için, içinde hastaları tedavi edecek doktorların ve nâzik personelin bulunduğu hastaneler yaptırmak”[263] gibi hizmetlere yapılan harcamalar olarak gösterir.

Hangi ihtiyaçlar ne nisbette yerine getirilecektir? Fıkıh kitaplarını da bu mesele hakkında uzun uzadıya izahat verilmiştir. İmâmı Şâfi’ye göre, hazinenin ihtiyaçtan fazla kaynaklan olsa bile sadece hayatın zarurî ihtiyaçları karşılanmalıdır. Çünkü umûmî fonlar hayatî ihtiyaçlardan başkasına kullanılmamalıdır. Bununla beraber İmâmı Ebû Hanife, kaynakların mebzul olması halinde daha çok tedârikte bulunulabilir, görüşündedir.[264] Mamafih bu soruya hiçbir muayyen cevap verilemez. İslâm devleti, hangi ihtiyaçların karşılanacağını, kendi durumunu göz önünde bulundurarak karar vermektedir. Mükemmel beslenme, giyim, mesken, hıfzıssıhha, nihayet tahsil, herkes için zarurî ihtiyaçlardır. Fakat İslâm devleti, yapılmasını çok arzu etmesine rağmen, elverişli kaynakların eksikliği yüzünden bütün bunları ihtiyaç sahibi herkese temin edemez. Bununla beraber İslâm devleti, kendi kaynaklarını muhasebe eder, yardımdan mahrum olanlarla ihtiyaç sahiplerini bir öncelik sırasına koyar.

Hülâsa, İslâmî devlet, aslında demokratik bir refah devletidir. Ahlâkî temeller üzerine kurulmuştur. Halkın maddî refah ve ahlâkî bakımdan farklı olmasında, aşın derecede müsamahakâr değildir. Müstebit de değildir. Onun faaliyet sahası, İslâmî sistemin hedefleri ile tayin edilmiştir. Bu hedefler şunlardır: Ahlâkî değerlerin yüceliği, iktisadî üstünlük, içtimaî ve iktisadî adalet, servet ve gelirin müsâvî şekilde dağıtımı ve içtimaî refah çatısı altında şahsın hürriyetidir. Devletin vazifelerini yapabilmesi için İslâmî değerlere bağlı kalması lâzımdır. Bu değerlerin tatbiki ise kutsî bir vazifedir. Devletin edeceği usul, zorla idare değil, eğitim ve terbiye ile tebasını yetiştirmektir. Zorla hükmetmeyi Kur’ân-ı Kerîm şu âyet-i kerîmesi ile takbih etmiştir.

“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüdle da’vet et. Onlarla mücâdeleni en güzel (tarîk) hangisi ise onunla yap”.[265]

İslâm devletini, kapitalist ve sosyalist devletlerden ayırd eden en bariz farklar, İslâm devletinin, ahlâka sarsılmaz bir adâkatle bağlanması, adalet, içtimaî refaha ve gelirin müsâvî şekilde tevzî esaslarına kendini adamış olmasıdır.

NETİCE

Onun için İslâm, kendi değerleri üzerine kurulmuş müstesna bir iktisadî sisteme sahiptir. İslâmın gayeleri, bu sistemin rehberidir. İslâm, iktisadî gelişmeyi teşvik eder. Fakat Müslümanları, maddî gayretlerini ahlâkî temeller üzerine oturtmaya mecbur kılar… îslâmî sistemin manevî değerler üzerine dayanması, İslâmın bir taraftan kapitalizm diğer taraftan da sosyalizm ile ayrıldığı ilk farktır. Çünkü son iki sistem ya lâiktir, veya gayr-i ahlâkîdir. Üstelik, insan üstü değerlerden de ilham almamışlardır. Ayrıca İslâm, içtimaî müsavat ve iktisadî adaletle beraber, ahlâkî tebligatının en mühim tarafı olarak kardeşlik nizâmını getirir. İslâmın, bu, benzeri olmayan bariz bir hususiyetidir. Ahlâkî ölçüleri hedef almadan, ne lâik ve ne de gayr-i ahlâkî ideolojilerin İslama bu vâdîde hakkıyle uygun düşmesi mümkün değildir. İslâmî sistemde, kardeşlik ve adalet fikirleri, gelir ve servetin müsâvî şekilde dağıtımına ehemmiyet verilerek daha da takviye edilmiştir. Müslüman bir cemiyet, eğer halkına en düşük bir hayat seviyesini bile garanti edemezse o cemiyet hakiki mânâda İslâmî değildir. İslâmî sistem şahsın hürriyetine de ehemmiyet vermiştir. Fakat bu hürriyet, sosyal refah programı çatısı altında ahlâkî sınırlarla ihata edilmiştir. İslâmın ahlâkî değerlere, içtimaî ve iktisadî adalete, gelir ve servetin eşit şekilde dağıtımına ve içtimaî – ahlâkî münâsebetlerde ferdî hürriyete bu derece yer vermiş olması, İslama mahsus bir eşsizlik ve onu, kapitalizm ile sosyalizmden ayıran en açık farklardır. Muhakkak ki kapitalizm de ferdî hürriyete yer vermektedir. Fakat İslâmın, içtimaî ahlâkî ölçüleri içinde değildir. Şüphesiz sosyalizm de iktisadî adaleti ve gelirin müsâvî şekilde dağıtımını gaye edinir. Fakat o, İslâmın, insanî kardeşlik ve manevî değerlere sonsuz himmeti ile neşvü nema bulmuş olan tarafsızlık ölçüsünden mahrumdur.

Hülâsa, İslâm ile kapitalizmin ferdî hürriyet üzerindeki müşterek tarafı, bu iki sistemi birbirine akraba yapmaz. Keza İslâm ile sosyalizmin müştereken, iktisadî adalet ve gelirin eşit şekilde dağıtımı üzerinde durmaları da, bu iki sistemi birbirinin simetriği yapmaz. Çünkü kökleri ayrıdır, tabiatiyle, mahsulleri de farklı olacaktır.

“Rabbinizden size indirilen (Kur’ân-ı Kerîm) e uyun, ondan başka (larını) velîler (edinib de kendilerin) e uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz”.[266]

“İyilik yapan (bir insan) olarak, (tanı bir hulûs ile) kendisini Allah’a teslim eden, İbrahim’in Allah’ı bir tanıyıcı dînine tâbi olan kimseden daha güzel dinli kimdir? Allah İbrahim’i bir dost edinmiştir”.[267]

“Artık o insanlardan kimi ‘Ey Rabbimiz, bize (nasibimizi) dünyâda ver’ der ki onun âhiretten nasibi yoktur. Kimi de, ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hat ver ve bizi o ateş (cehennem) azabından koru’ der. İşte onların kazandıklarından nâsibleri vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir”.[268]


[1] Bu eseri hazırlarken Suudi Arabistan Mali İşler Umum Müdürü Enver Ali ile yaptığım görüşmelerden tahminlerin fevkinde istifade ettim. Ona müteşekkirim. Keza, daha eser müsvedde halindeyken, kendilerinin yapıcı tenkidlerinden ve eserin son şekliyle takdimindeki yardımlarından dolayı, Dr. Zafer İshak Ensâri, Çovdari Gulam Muhammed ve Muhammed Uzeyr’e de medyunum. Müsveddenin hazırlanmasındaki büyük emekleri  sebebiyle  Mükerrem   Ali  ve Semim Eşrefe ise en derin hürmetlerimi ifade etmek isterim.

[2] Kur’ân-ı Kerim, el-Mâide Sûresi, 3.

[3] Âyetin tefsiri için bakınız: Mahmud b. Ömer el-Zemahşeri, el-Keşşâf, c. l, s. 605; Ebu’1-Fidâ İbn Kesir, Tefsirul’l-Kur’âni’l-Azim, c. 2, s. 12 – 14. Bu âyet-i kerime, hicretin 10. ydmda, Zilhicce’nin 9′una ve cumaya rastlayan bir arefe günü akşam üzeri ve Hz. Peygamber (s.av.)’ın Refik-ı ‘Âlâya vusulünden seksen bir gün önce nazil oluştur, bk.: İbn Hişâm, Siret., c. 2, s. 655; Seyyid S. Nedvi Siret., c. 2, s. 173 – 4. Bu âyetten sonra Hz. Peygambere haram ve helâl ile alâkalı hiçbir emir nazil olmamıştır: E. İbn Kesir c. 2, s. 12.

[4] Kur’âri-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Onların (yeni bir âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince:) Onu üzerlerine biz farzetmedik”, el-Hadid sûresi, 27.

Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) kıyametin pek yakında kopacağı ve Allah’a karşı mes’ûliyetlerimiz hakkında va’az ve nasihatta bulunmuşlardı. O zaman sahabeden bazıları Osman b. Maz’un’un evinde toplandılar ve her gün oruç tutmaya, geceleri uyumayıp ibâdet etmeye, kadınlara yaklaşmamaya et ve yağ yememeye, koku sürünmemeye, kaba elbiseler giyinmeye, hasılı dünyayı reddetmeye başladılar. Resûlullah bunu duyunca onlara şunu dedi: “Bu şekilde yaşamanızı Allah bana emretmedi. Şüphesiz, bedeninizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Onun için’ bazen oruç tutun, bazen de tutmayın. Geceleri namaz kılın, fakat yine de uyuyun. Bana bakınız: Geceleri ibâdet ederim ve uyurum. Oruç tutarım, fakat bazen tutmam. Et yerim, yağ yerim, keza evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir.” Mâide sûresinin 87. âyetinin tefsiri için bk.: Keşşaf, I 67; İbn Kesir, II, 87 – 8; Buhâri, IH, 49 – 50; Müslim, II, 812 – 818; Dârimi, II, 133.

[5] – el-Âraf sûresi, 32.

[6] – el-Bakara, 30.

[7] – el-Bakara, 29.

[8] Kur’ân-ı Kerim, Bakara, 60.

[9]  Kur’ân-ı Kerim, Bakara, 168.

[10] Kur’ân-ı Kerim, Mâide, 87 – 88.

[11] Bk.: Bakara, 172; En’am, 142; Â’raf, 31 ve 160; Nahl, 114; Tâ Ha, 81; Mü’minûn, 51; Sebe’,15; ve 67: 15.

[12] Kur’ân-ı Kerim, Cum’a, 10.

[13] Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvini, Sünnen-i İbn Mâce, II, 727: 2148.

[14] Muhammed b. İsmail el-Buhâri, el-Câmi’u's-Sahih, III, 128; Ebû’l-Huseyn Müslim el-Nisâbûri, Sahih-i Müslim, III, 1189: 12; Muhammed b. ‘İsa el-Tirmizi, el-Câmi’u's-Sahih, III, 666: 1382.

[15] – Veliyü’d-Din el-Tebrizi, Mişkâtü’l-Mesâbih, II, 658: 5207, Beyhaki’nin Şu’abü’l-iman’ından nakletmiştir

[16] Kur’ân-ı Kerim’de buyuruluyor ki: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah’ın muhakkak sizin için musahhar kıldığı, açık ve gizli,  birçok nimetlerin  sizin  üzerinizde  bol  bol  tamamladığını görmediniz mi?”: Lokman, 20. Aynı mânâda daha bir çok âyet-i kerimeler vardır. Meselâ: ibrahim, 32 – 33; Nahl, 12 – 14; Hacc, 65; Cesiye, 12.

[17] “İnsanlardan hiçbir şey dilenme”: Ebû Dâvud el-Sicistâni, Sünen-i   Ebû   Dâvud,   I,   382;   “Veren   el,   alan   elden   daha hayırlıdır”: Buhâri, el-Câmi’u's-Sahih, II, 133, ve Ebû Abdu’r-Rahmân b. Şu’ayb el-Nisâi, Sünnem-i el-Nisâi, v, 45 – 46; ve “İnsan kendi el emeğinden  daha  hayırlı   bir  gelir  kazanmamıştır”:  İbn Mâce, Sünen, II, 723: 2138, el-Nisâi, Sünen., VII, 212.

[18] Enbiyâ, 107.

[19] Yunus, 57.

[20] Bakara, 185.

[21] Nisa, 28.

[22] Mâide,6.

[23] Bk.: Muhammed Ebû Zehra, Usûlü’1-Fıkh, s. 335.

[24] M. el-Gazâli, el-Mustesfâ, I, s. 139 -140.

[25] İbn Kayyım, A’lâm, III. 14.  

[26] Cum’a, 10.

[27] İbn Kesir, bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle der: “Allah’ı çok zikredin” demek, satarken, satın alırken, alır veya verirken Allah’ı o kadar çok zikredin ki böyle dünya meşguliyetleri size âhıret menfaatlerini unutturmasın, (Ebul’1-Fida İ. İbn Kesir, Tefsir, IV. 367.

[28] Hz. Peygamber buyurdu ki, “Allah’dan korkun ve servet sahibi olmakta mütevazi yolu seçin helâlini alın. Haramım terkedin”: Muhammed b.Y. İbn Mâce, Sünen-i İbn Nâce, II. s. 725: 2144.

[29] Kur’ân-ı Kerim, Hadid, 7.

[30] “(Onlara) de ki: ‘Dünyânın fâidesi pek azdır. Âhıret ise sakınanlar için elbette daha hayırlıdır’”, Nisa sûresi, 77. Keza bk.: Ankebût, 64, ve Hadid, 20-21. “Bu dünyâda bir yolcu veya bir ya­bancı gibi yaşa ve kendini mezarda farzet”, M. Y. İbn Mâce, Sünen., II. s. 1378: 4114. “Âhırete kıyasla bu dünyâ nedir ki? Parmağım okvanusa daldır ve ne alabildiğine bak”: Veliyü’d-DinTebrizi, Mişkât., II, 648: 5156, Sahih-i Müslim’den nakletmiştir. “Dünyâya bağlanma, Allah seni sevecektir. İnsanlardakine bel bağlama, o zaman da insanlar seni sevecektir”: Mişkât., II, s. 654:5187, Tirmizi ve İbn Mâce’den alınmıştır.

[31] Ebû A.M.b.İ. el-Buhâri, el-Edebü’l-Müfred, s. 113: 301

[32] Mâide, 100.

[33] V. el-Tebrizi, Mişkât., II, s. 659: 5213. ‘..

[34] a.g.e.II,s.652:5179.

[35] – Kur’ân -ı Kerim, Kasas, 77.

[36] M.b.Y.b Mâce Sünen-i İbn Mâce, II. s. 725: 2143.

[37] Bu Hadis-i Şerif, Ebû’l-Hasan A.b.M. el-Mâverdi, tarafından nak-delmiştir. (Edebü’d-Dünya ve’d-Din, s. 117) Keza, Celâlü’d-Din Süyûti de (el-Câmi’üs-Sağir, II. s. 135) İbn Asâkir’e istinaden fakat biraz değişik bir ifade ile zikretmiştir.

[38] Kur’an-ı Kerim, Hucurat, 13.

[39] Nûreddin el-Heytemi, Mecmau’l,  Zevaid., VIII, s. 84, el-Tabarani’nin naklettiği bir hadistir. Burada iki hadis-i şerif birleştirilmiştir.

[40] Ebû’1-Fida İ.b. Kesir, Tefsiru’l-Kur’an., IV, s. 218 Hucurat sûresinin 13. ayetinin tefsirine bakınız.

[41] A’raf,158.

[42] Ebû İshak el-Şatibi, el-Muvafikat n usûli’ş-Şeri’at II, s. 224.

[43] Tevbe, 11. Keza bk., Ahzab, 5, ve Hucurat, 10.

[44] Feth, 29.

[45] Veliyüd’d-Din el-Tebrizi Mişkat’ül-Mesabih, II, s. 613: 4998.

[46] a.g.e. s. 608: 4969.

[47] M.b.l. el-Buhari, Sahih, VIII, s. 12; Müslim, IV, s. 1999:66.

[48] Ebu’l-Huseyn Müslim en-Nisabûri, Sahih-i Müslim, IV, s. 1986:

[49] Hadid sureti, 25.

[50] En’am sûresi, 82.

[51] Nahl sûresi, 90.

[52] Nisa sûresi, 58.

[53] Maide sûresi, 8.

[54] En’am sûresi, 152.

[55] Nisa sûresi, 135.

[56] Ebû’l. H. Müslim., Sahih-i Müslim, IV, s. 1987: 34.

[57] M.b.İ. Buhari, ‘S-Sahih, VIII s. 15.

[58] Buhari, el-Cami’u's-Sahih, VIII, s. 15.

[59] Müsnedü’l-İmam Zeyd., s. 474.

[60] a.g.e., s. 4 ve 6.

[61] Ebû Yusuf, Kitabü’l-Haraç, s. 117.

[62] Şuara sûresi, 183. Keza bakınız: Muhtaffıfin sûresi, l – 3 ” Veyl o mutaffifine ki nas üzerinden kendilerine ölçtükleri

[63] Celalü’d-Din Süyûti, el-Cami’u's-Sağir, I, s. 8.zaman tam basarlar. Onlara ölçtükleri ve tarttıkları vakit ise eksiltirler”.

[64] Buhari, a.g.e. III, s. 112.

[65] Bu incelemede, kölelerle ilgili bazı Hadis-i Şerif ve diğer iktibaslardan   istifade   edilmiştir.   Fakat tercümede   “işçiler”   tabiri   kullanılmıştır. Eğer kölelere yapılacak muamele mutlaka insanî ve âdilâne ola­caksa, işçilere yapılacak olanın da elbette ondan daha iyi olması lâzımdır.

[66] Ebû A. Mâlik b. Enes, el-Muvatta, II, s. 980: 40.

[67] Ebû ‘A Mâlik b. Enes, el-Muvatta, II, s. 981: 42.

[68] M.b.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sağir, I, s. 15 ve III, s. 185; Ebû’l-Huseyn Müslim., Sahîh-i Müslim, III, s. 1283: 38.

[69] “Ama sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın” dedi. Kur’ân-ı Kerîm, Kasas sûresi, âyet, 27. Şuayb aleyhisselâmın Hz. Musa’yı çalıştırırken söylediği bu ifadesi, Kur’ân’ın bütün iş verenlere şâmil olmak üzere bir emridir..

[70] M.B.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sahîh, III, s. 1282: 38, ve 40.

[71] Ebû’l-Huseyn Müslim., Sahîh-i Müslim, III, s. 1548: 57.

[72] Celâlü’d-Dîn Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, I, s. 75.

[73] Buhârî, a.g.e., III, s. 186.

[74] Kasas sûresi, âyet, 26.

[75] Ebû Dâvud el-Sicistânî, Sünen-i Ebû Dâvud, II, s. 121.

[76] Bakara sûresi, âyet, 29.

[77] Aynı sûre, âyet, 30.

[78] Ebû Abdullah M.b.İ. el-Buhârî, el-Edebü’1-Müfred, s. 52: 112.

[79] M. Hüseyin Heykel, el-Fâruk Ömer, II, s. 233.

[80] Ebû Ubeyd b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl. s. 595:1909.

[81] Daha fazla bilgi için bk., M. Necâtul’l-lah Sıddîkî, İslâm., 272-9

[82] Peygamberimiz, Mu’az’ı Yemen Valisi tayin ettiği zaman ona, ya­pacağı işlerin listesini vermişti. Bu işlerden biri de şu idi: “İnsanlara, Allah’ın zekâtı farz kıldığını ve onun zenginlerden alıp fakirlere verileceğini öğretmek” idi. (Buhâri, Sahîh, II, s. 124; Tirmizî, Sahih, III, s. 21: 625, ve Nisâ’î, v.s. 3 ve 41).

[83] Haşr sûresi, âyet, 7.

[84] Karşılaştırınız: En’âm sûresi, âyet, 165; Saf.71; Zuhruf, 32.

[85] Tevbe sûresinin 34. âyetinin tefsiri için bk, İbn Kesîr, Tefsir., II, s. 352; Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 130.

[86] Bk: İbn Kesîr, Tefsîrü’1-Kur’âni’l-azîm, II, s. 350 – 353.

[87] Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d sûresi, âyet, 36; ve Lokman, âyet, 22.

[88] A’raf sûresi, âyet, 157.

[89] Aliyül, ve Nâcü’l-Tantâvî, Ahbâru Ömer, s. 268.

[90] M. Yûsufuddîn, İslâm ke Ma’âşî Nazariyye, s. 140. ana kaynağı zikretmeden iktibas etmiştir.

[91] Ebu’l-Hasan Ali el-Margınânî, el-Hidâye, III, s. 281; Abdurrahmân el-Cezîrî, Kitâbü’l Fıkh alâ’l-Mezâhibi’l-Erba’a, II, s. 349.

[92] Margınânî, Hidâye, III, s. 281; Cezîrî, a.g.e., s. 349

[93] Muhammed Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkıh, s. 350 – 264; Muhammed M. el-Devâlîbî, el-Medhal ilâ İlmi Usûlü’I-Fıkıh, s. 477 – 479.

[94] Abdurrahmân el-Cezîrî, Kitâbü’I-Fıkh âlâ Mezâhibi’l-Erba’a, II, s. 153 -168.

[95] Nisa sûresi, âyet, 29.

[96] M. ibn RUşd el-Kurtubî, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 167.

[97] Abdurrahmân el-Cezîrî, Kitâbü’1-Fıkh., II, s. 283 – 284.

[98] Bakara sûresi, âyet, 284.

[99] Mü’minûn sûresi, âyet, 84-85.

[100] Nur sûresi, âyet, 33.

[101] Ebû’l-Huseyn Müslim en-Nisâbûrî, Sahîh-i Müslim, II, s. 728:122.

[102] Bakara sûresi, âyet, 205.

[103] Ebû Abdullah Mâlik b. Enes, el-Muvatta, H, s. 448: 10; keza bk.: Ebû’l-Hasan A.b.M. el-Mâverdi, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 34.

[104] Mülk sûresi, âyet, 2.

[105] Veliyü’d-Dîn Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, II, s. 632: 5096.

[106] a.g.e., s. 632:5101.

[107] Saf sûresi, âyet, 2-3.

[108] Celâlü’d-Dîn Süyûti, el-Câmi’u's-Sağıîr, I, s. 124; Nûreddîn el-Heytemî, Mecme’a'-Zevâid ve Menbe’a'l-Fevâid, I, 35.

[109] Kur’ân-ı Kerîm, Ankebût, 45.

[110] Bakara sûresi, 183.

[111] M.b. İsmâü el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sağîr, III. s. 32.

[112] Bakara sûresi, 197.

[113] Hacc sûresi, âyet, 37,

[114] Tevbe sûresi, 103.

[115] S.S. Nedvî, Sîretü’n-Nebî, v, 410.

[116] M. Ebû Zehra, Usûlü’1-Fıkh, s. 350

[117] Bakara, âyet, 117. Bu âyeti kerîme büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Çünkü Kur’ân terbiyesinin esâsını tebarüz ettirmektedir. Bir gün Resulü Ekrem (s.a.v.) e biri üç defa, “îman nedir?” diye sordu. Cevaplardan ikisinde Resûlullah (s.a.v.) bu âyetî kerîmeyi okudular. Üçüncü cevapta da buyurdular ki: “Eğer hayır işlerseniz o sizi memnun eder, eğer şer işlerseniz o da sizi kederlendirir”. Kur’ân’ın bu âyetini tefsir ederken İbn Abbas demiştir ki: “Fâzîlet, ibâdet ve amelde değildir”. el-Dahhak da şunu demiştir: “Fazîlet, insanın vazifesini hakkıyle yapmasıdır”. Mücâhid de şunu söyledi: “Fazîlet, Al­lah’a karşı itaate azimli olmaktır”,  (Ebû’1-Fidâ t.  İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’I-Azim, I, s. 207.

[118] Beled sûresi, 7.

[119] Nisa sûresi, 107-108.

[120] Ebû Yusuf, Kitâbül’l-Haraç, s. 4; biraz farklı bir metin için bk.: Abdullah b. Abdurrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârimî, I, s. 131.

[121] M.b. Yezid b. Mâce, Sünen-i İbn Mâce, II, s. 725: 2144; Şâfi’i, Risâ 3.

[122] Nisa, âyet, 29.

[123] Tirmizî, III, 515: 1209; Dârimî, II, 247.

[124] Buhârî, III, 162; Müslim, II, 1230: 137 ve 138.

[125] Süyûtî, CâmiVs-Sağîr, II, s. 122.

[126] Bu Hadîs, İbn Kesîr tarafından kendi tefsirinde, Bakara sûresinin 172. âyetinin tefsiri dolayısıyle zikredilmiştir (c. Is. 205).

[127] Buhârî, el-Câmi’u's-Sahth, II, s. 128; Nisâ’î, Sünen., V, s. 43.

[128] A. Cezîrî, Mezâhıbü’l-Erbaa, II, s. 9

[129] Bakara, âyet, 172.

[130] İbn Kesîr, Tefsîrü’1-Kur’âni’l-Azîm, I, s. 205.

[131] Kur’ân-ı Kerîm, Mâide, 1.

[132] Enfâl,27.

[133] Buhârî, el-Câmi’u's-Sahîh, I, s. 16.

[134]Ebû Dâvud, Sünen-i Ebû Dâvud, II, s. 260; Abdullah b.A. Dârimî, Sünen-i Dârimî, 11, s. 264.

[135] Kur’ân-ı Kerîm, A’raf, 33.

[136] Nur sûresi, 19.

[137] Kur’ân-ı Kerîm, Âli İmrân, 161.

[138] Hacc, âyet, 30.

[139] Celâlüddin Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, ü, s. 128.

[140] Ebû Dâvud, Sünen-i Ebû Dâvud, II, s. 120.

[141] M.b.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sagîr, VIII, s. 196; Ebû Dâvud, II, 524; Nisâ’i, VIII 58.

[142] M.b.Y.b. Mâce, Sünen-i İbn Mâce, II, s. 755: 2746.

[143] Kur’ân-ı Kerîm, Şuarâ, 181 -183.

[144] Kur’ân-ı Kerîm, Mutaffıfîn, l – 6. Keza bk.: En’am, 153, A’raf, 85, Hûd, 84 – 85, İsrâ, 35, Rahman, 9.

[145] Ebu’l-Huseyn Müslim, I, s. 99: 164; Ebû Dâvud, Sünen., II, 244.

[146] M.b.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sahîh, III, s. 74; Ebû Abdurrahmân b.Ş. el-Nisâî, Sünen el-Nisâî el-Müctebâ, VII, s. 216.

[147] Celâlüddîn Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, II, s. 156.

[148] C. Süyûtî, a.g.e. II, s. 175.

[149] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 188.

[150] Abdü’s-Selâm ibn Teymiyye, el-Muntekâ., 11, s. 935: 6967; Tirmizî, III, s. 623:1337; Ebû Dâvud, 11, 270; İbn Mâce, II, s. 775: 2313.

[151] Müslim, III, s. 1463: 26; Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, I, s. 13.

[152] İbn Teymiyye, a.g.e. cild, I, s. 354: 2949; Müslim, III, s. 1227: 129;İbn Mâce, II, s. 728: 2154.

[153] Ebû’l-Hasen Ali el-Margınânî, el-Hidâye, IV, s. 92; Kudûrî, 119

[154] Ebû’l-Hasen, el-Hidâye, s. 92 – 93.

[155] Şuarâ, âyet, 183.

[156] Ribânın bu kısa izahı, her ne kadar iktisâdla ilgili İslâmın mühim bir ahlâkî tebligatını belirtmekte kâfi ise de, şüphesiz mevzuun ehemmiyeti ve modern iktisadiyatı faizden kurtarma mes’eleleri bakımından kâfi değildir. Burada daha geniş bir tafsilât vermek mümkün değildir. Yine de teyid etmek lâzımdır ki, ribânın men’i, İslâm iktisâdının en mühim değer unsurlarından sa­dece biridir. Onun için ribâyı men etme teşebbüsü, İslâmın öteki değerlerini tecrîd etmetsizin ne muvaffak olur ve ne de o bir mânâ ifade eder. Ribâ, İslâmın içtimaî iktisadî değerlerini tesis etmeden ortadan kaldırılamaz. Tafsilât için bk., Reşid Rıza, Ribâ., Mevdûdî, Sûd.

[157] Cezîrî, II, 154.

[158] Nur, 37.

[159] İbnMâce, II,742.

[160] Kurtubî, Cami’., 1171.

[161] Veliyii’d-Dîn Tebrîzî, Meşkâtü’I-Mesâbîh, II, s. 652: 518.

[162] Celâlii’d-Dîn Süyûti, el-Câmi’u's-Sağîr, II, s. 158.

[163] Abdullah b. Abdurrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârimî, II, s. 246.

[164] Müslim, Sahîh-i Müslim, III, s. 2119: 107; Buhârî, III, s. 66.

[165] Tevbe sûresi, âyet, 34.

[166] M. Huseyn Heykel, el-Fâruk Ömer, II, s. 229.

[167] A. İbu Haldun, Mukaddime, s. 306. Tâhir ibn Huseyn’in oğlu Abdullah’a yazdığı mektubdan iktibas edilmiştir. Mektub, Me’mun tarafından Abdullah bir vilâyete vali olarak tayin edildiği zaman yazılmıştır.

[168] A’raf sûresi, âyet, 31.

[169] Furkân, âyet, 67.

[170] Buhârî, m, 550; Müslim, II, 813:182.

[171] İbn Mâce, ü, 1373: 4100.

[172] İmam Mâlik, Muvatta, H, 911: 3.

[173] Buhârî, VII, 182; Müslim, İÜ, 1651: 42; ve 1653: 48; İmam Mâlik, Muvatta, II, 914: 9; tbn Mâce, 1192: 3606.

[174] Ebû Dâvud,II,572.

[175] Kur’ân-ı Kerîm, Nur, 2; Enbiyâ, 33.

[176] Mâide, âyet, 90.

[177] A’raf,33.

[178] A’raf, 157.

[179] Meâric,24-25.

[180] Nur sûresi, âyet, 33.

[181] Buharı, I, s. 11; Müslim I, s. 67: 71; Nisâf VIII, s. 101. İki âyetin de lisânına dikkat ediniz. Bütün servet hakîkaten Allah’a aittir. O, onu bazısına az bazısına çok olarak insanoğluna verdi. Onun için zenginler onu sadece ken­dileri için değil aynı zamanda fakir kardeşleri için de harcamak mec­buriyetindedirler. Çünkü fakirin zenginin malında hakkı vardır.

[182] Haşr sûresi, âyet, 9.   

[183] Âl-i imrân, âyet, 92.

[184] Buhârî, I, 11; Müslim, I, 67: 71; Nisâî VIII, s. 101. İki âyetin de lisânına dikkat ediniz. Bütün servet hakîkaten Allah’a aittir. O, onu (bazısına az, bazısına çok olarak) insan oğluna verdi. Onun için zenginler onu sadece kendileri için değil aynı zamanda fakir kardeşleri için de harcamak mecburiyetindedirler. Çünkü fakirin zenginin malında hakkı vardır.

[185] Ebû A. Buhârî, el-Edeb, 52:11.

[186] Ebû Dâvud,II, 584.

[187] Leyi sûresi, 17-21.

[188] Bakara, 263-4.

[189] Muayyen mallar üzerindeki mikdar, % 10 veya % 20 dir. Ayrıca zekât fonu Kur’ânî emirlere uygun olarak sosyal güvenlikten ayrı bir şekilde belli masraflar adı altında da harcanabilir. Muhtasar olmamız icab ettiğinden tafsilâta girilmedi.

[190] Ebû Ubeyd K.b. Sellâm Kitâbü’l-Emvâl, s. 354: 919.

[191] Tevbe sûresi, 103; Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 190 -192. Tevbe sûresinin 103. âyetinin tefsirine bakınız.

[192] Abdullah b. A. Dârimî, Sünen-i Dârimî, I, s. 385.

[193] Ali el-Tantâvî ve Naci el-Tantâvî, Ahbâru Ömer, s. 268.

[194] Yûsuf b. Abdu’1-Berr el-Kurtubî, Cami1 Beyân el-İlm., 11,15.

[195] Ebû Dâvud el-Sicistânî, Sünen-i Ebû Dâvud, I, s. 381 – 382.

[196] M.b.Y.b. Mâce, Sünen-i İbn Mâce, I, s. 589: 1839; Ebû Dâvud., Sünen., I. s. 395; Abdullah b. Abduırahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârîmî I, s. 386; Ebû Abdurrahmân b. Şuayb el-Nisâî, Sünen., V, s. 74.

[197] Celâlüddîn el-Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, II, s. 167; Abdullah b. Abdurrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârimî, s. 83: 264.

[198] Süyûtî,a.g.e.,

[199] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 205.

[200] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 205.

[201] Ebû Dâvud el-Sicistânî, Sünen-i Ebî Dâvud, II, s. 34.

[202] Veliyyüddî el Tebrî/î, Mişkâtü’l-Mesâbih, II, s. 316.

[203] M.b. İdrîs el-Şâfî’i, el-Risâle, s. 419:1159.

[204] Ebû Ya’lâ M.b. el-Huseyn el-Ferâ, Ahkâm., 3; Mâverdî, Ahkâm., 5

[205] EbûYâ’lâ,a.g.e.,s. 3.

[206] Mâverdî, a.g.e., s. 5.

[207] A’raf sûresi, 54.

[208] Yûsuf sûresi, 40.

[209] A’raf, 3.

[210] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara sûresi, âyet, 20; Fâtır, 39.

[211] Âl-iİmrân,159

[212] Eş-Şuara, âyet, 38.

[213] M.b. Ömer el-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, s.432.

[214] Zemahşerî, gös. yer; M.H. Heykel, el-Fâruk Ömer, H. s. 208.

[215] Kurtubî, n, s. 59. Davâhilî, el-Medhal ilâ ilm-ı Usûl-i Fıkıh, s.333. Kurtubî de “muttekî, Davâlibî*de de “âlim kelimesi vardır. Hakikatte takva ve ilim, ikisi de zaruridir. İlmi olmayanın fetva vermemesini peygamberimiz men etmiştir. (Kurtubî II, s. 63.).

[216] Mevdûdî, Hilâfet ve Mülûkiyyât, s. 70.

[217] Müslim, I. s. 126: 226; keza bk., IH, s. 1458: 18 vd; Buhârî, IX, s.80; Ebû Dâvud, II, s. 6: 14.

[218] EbûDâvud,s.6:14.

[219] Ebû Ubeyd K. Sellâm, Kitâb., s. 6:14.

[220] Ebû Yûsuf, Kitabtt’l-Haraç, s. 14 -15.

[221] Mâverdi, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 123; Ebû Yala, Ahkamu’s-Sultaniyye, s. 11.

[222] Müslim, II, s. 889: 147; İbn Mâce, II, 1297: 3931. Keza bk., İbn Hişam, II, s. 603; Heykel, s. 489.

[223] Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud II, 568.

[224] Ebû Ya’lâ, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 11; Ebû’l-Hasan Mâverdi, El-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 16; Ebû’l-Hasan el-Mergınânî, el-Hidâye, ii. s. 88 ve 132.

[225] Buhârî, IV,s. 239.

[226] Ebû İshak el-Şâtibî, el-Muvâfikât., c. II, s. 349; Y. Â. Kureşî, Kitâbü’l-Haraç, s. 97: 303

[227] İbn Mâce, II, s. 741: 2200; Ebû Dâvud, II, 224: Dârimî, II, 249.

[228] Bu mes’elenin daha fazla izahı için bk.: Ebû’l-Hasan Ali el-Margınânî, el-Hidâye, IV, 92

[229] el-Hidâye, IV, s. 93.

[230] Müslim, I, s. 90: 164; Ebû Dâvud, II, s. 244; Dârimî, II, 248.

[231] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm Kitâbü’l-Emvâl, s. 5: 8.

[232] Ebû Yûsuf., Kitâbü’l-Haraç, s. 117.

[233] Ebû Yûsuf, a.g.e. 65.

[234] Hz. Ömer, umûmî menfaat icâbı, şahıslardan bir miktar toprak parçası almış, fakat onun için tazminatını ödemişti, (bk., M, Yusufuddin, İslâm., I, s. 322.)

[235] A.b. Abdurrrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dâritnî, I, s. 385.

[236] Ebû’l-Hasan el-Mergınânî, el-Hidâye, IV, s. 105.

[237] Ebû Yusuf., Kit|bü’l-Haraç, s. 85.

[238] Ebû Yûsuf., a.g.e. s. 14,15 ve 86.

[239] Ebû Yûsuf., a.g.e. s. 111.

[240] Ebû’l-Hasan Ali b.M. el-Mâverdî, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 209.

[241] Abdurrahmân İbn Haldun, Mukaddime, s. 308.

[242] Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Haraç, s. 94 -105; Mâverdî, Ahkâm., s. 185 – 198; Manâzır., İslâmî s. 363 – 395.

[243] Abdü’s-Selâm İbn Teymiyye, el-Müntekâ min ahbâri’l-Mustafâ, II, s. 401: 3126. Bu Hadîs-i Şerifin daha tafsilâtlı metni için bk., Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 197.

[244] Kur’ân-ı Kerîm, Enfâl sûresi, âyet: 60.

[245] Müslim, III, s. 1358: 6; Ebû Dâvud, s. 559.

[246] M. Hıfzırrahmân Sevharvî, İslâm ki İktisâd Nizâm, s. 227.

[247] Ebû’l-Hasan el-Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 123; aynı müellif, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 245.

[248] Ebû Yûsuf; Kitâbü’l-Haraç, s. 109 – 110.

[249] M. Hıfzurrahmân Sevharvî, İslâm., s. 227.

[250] Margınânî, Hidâye, II, s. 164.

[251] İbn Mâce, I, s. 81: 224; Kurtubî, Cami’ Beyânü’l-İlm., I, s. 3 – 13

[252] M. Necâtul-lah Sıddîkî, “İslâmî Riyaset ki.,”, s. 49.

[253] Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, s. 27.

[254] îbnMâce,I,s.31:79.

[255] Müslim, I, s. 203:1

[256] Ebû Dâvud, H, s. 122; Tirmizî, H, s. 619:1332.

[257] EbûDâvud,H,s. 124.

[258] EbûDâvud, I, s. 481.

[259] A. Tantâvî, Ahbâru Ömer, 279,271.

[260] Aynı eser, s. 709 – 280 ve 271.

[261] M.N. Sıddîkî, “İslâm.,”, s. 43.

[262] Aynı eser, s. 51.

[263] İbn Haldun, Mukaddime, s. 309, Tahir ibn Hüseyn’in, oğluna yazdığı mektupdan iktibas etmiştir

[264] Mâverdî, Ahkâmü’s-Sultâniyye, 205.

[265] Nahl sûresi, âyet, 125.

[266] Kur’ân-ı Kerîm, ‘Araf sûresi, âyet, 3.

[267] Nisa sûresi, 125.

[268] Bakara sûresi, 200 – 202.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM VE HRİSTİYANLIĞIN KARŞILAŞTIRILMASI

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Dini Kavramlar Sözlüğü’nde, “Din” kavramı “d-y-n” kökünden türeyen bir isimdir. Arap dilinde çok geniş bir anlamı vardır. Aynı zamanda bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Sözlükte ceza/mukafat, adet/durum, itaat/isyan, hesap, zül, inkiyat, hüküm/kaza, galebe, kahr, isti’la, mülk, ferman, tevhid, ibadet, millet, şeriat, vera, takva, hizmet, ihsan, ikrah” gibi anlamlar gelir. Hamdi Yazır, “din” kelimesini tanımlarken “siyaset” anlamını da zikretmiştir.

Terim olarak “din”; akıl sahiplerini kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahi bir nizam, Allah tarafından konulmuş ve insanları O’na ulaştıran bir yoldur. İman ve amel konusu olarak akıl ve ihtiyara (iradeye) teklif olunacak hak ve hayır kanunlarının bütününe denir.”  İfadeleri yer alır.

Yine, bu kaynağın verdiği bilgilere göre Kur’an da 95 defa geçen din kelimesi, din kavramı, bilindiği gibi ilk insanla birlikte var olagelmiştir. Plan ve programlı bir tasarım ve düzenin ürünü olduğu açık ve belli olan tüm eşya ve hadiseler karşısında, bir tür olarak Adem’in yeryüzüne ayak basması ile birlikte, insanoğlu, kendisini fizikötesi bir kaygı, ilahi bir kudret ve yaratıcının varlık zaruriyetiyle yüz yüze hissetmiştir. İşte bizi yaratan ve adil olan Allah, bu fıtratımıza bir cevap ve sınav karşılığı bir mükafat olsun diye, Hak dinin ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber Adem’den itibaren bize göndermeye başlamıştır. Kendi heveslerimize değil, Allah’ı birleyen ve adı “İslam” olan bu tevhid akidesine uymamızı bizden istemiştir. Elbette ki meleklere, resul ve nebiler ile bunlara gönderdiği kitap ve mesajlara, bir hesap gününe, hayır ve şerrin kendisinin koyduğu takdir ölçüsü içinde cereyan ettiğini ve bu anlamda kadere inanmamızı da hatırlatmıştır. Yine şahadetle birlikte namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetlerden de bizi sorumlu tutmuştur. Bu sorumluluk, muamelata taalluk eden, bazı kurallar hariç tarihsel süreçteki tüm İslam ümmetlerine aittir.

Ancak, insanoğlunun zaman zaman tarihsel hafızasını kaybettiğine, seküler, yani dünyacı bir hayata heveslendiğine ve böylece hak ile batılı biribirine karıştırdığına şahit oluyoruz. İşte bunun içindir ki Allah hak ve tek olan dini yeniden ihya etmek için denk zamanlarda peygamberler göndermiştir. Fakat bu süreç de, Hz. Muhammed’le son bulmuştur. Bugün, kendisi aramızda olmasa da, O’na inen vahiylerin toplamından ibaret olan Kur’an ise, sapasağlam elimizdedir. Onun, insan eli veya ihmaliyle tahrif edilmediği veya edilemediğini de, bu konunun uzmanı olan tüm Doğu ve Batılı bilginler teyit ederler.

Ama ne yazık ki çağımız, İslam dini konusunda büyük bir cehaletle karşı karşıyadır. Bu konudaki ilmi ve ahlaki tutarsızlık, dünyamızı yeni bir tehlike ve maceraya sürükleyebilir. Özellikle ırkçı siyonistler  ile ABD’deki Neocon’lar, sürekli bir İslam tehlikesini gündemde tutuyorlar. Biz Müslümanlara düşen ise, tahriklere kapılmadan tüm insanlık için rahmet olan İslam’ı insanlara tebliğ etmektir. İşte tevhid ve barış dini olan İslam’la Hıristiyanlık arasındaki fark:

1-     İslam, peygamberler arasında bir ayırım yapmaz ve onlara gelen vahiylere de iman etmeyi esas alır: “Biz, Allah’a ve indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve eşbata indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” deyin” (Bakara: 136). Hıristiyanlık ise, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Kur’an’ı kabul etmezler.

2-     Hıristiyanlıkta, teslis (üçleme) inancı var. İslam’da ise, tevhid akidesi esastır: “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’dir” diyenler andolsun ki kafir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir. Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir” (Maide 17)

3-     Bir din adamı sınıfını ve dolayısıyla teokratik bir dünya görüşünü esas alan Hıristiyanlıkta, papaz ve rahiplerin günah çıkarma ve affetme yetkileri var. bir din adamı sınıfını ve teokrasiyi reddeden İslam’da ise, akıl ve tevhid akidesiyle hayatlarına yön vermeleri gereken insanların günahlarını, yalnız Allah bağışlar.

4-     İnsanın, doğuştan günahkar olduğuna inanan Hıristiyanlık, işte bu nedenle günahtan aranması için vaftiz edilmesi gereğine inanır. İslam ise, her insanın temiz bir fıkrat üzerinde doğduğunu söyler ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini vurgular: “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur…” (Rumi: 30)

5-     Hıristiyanlığa göre İsa çarmıha gerildi. İslam ise, ölümlü olan her beşer gibi, onun da ölmüş olarak Allah katında olduğuna inanır; “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım”(Al-i İmran: 55).

6-     Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın sözlerini Allah kelamı olarak kabul eder. İsa’yı da bir peygamber kabul eden İslam ise, ilahi emirlerin vahiy yoluyla ve Cebrail aracılığı ile peygamberlere iletildiğine inanır.

7-     Hıristiyanların, kendi dinlerini son din olarak kabul etmelerinin hiçbir ilmi dayanağı yoktur. Bütün peygamberleri, tevhid dini olan İslam’ın peygamberleri olarak kabul eden İslam’da ise, en son peygamber Hz.Muhammed’tir. Bu açıdandır ki yine İslam, “Semavi Dinler” gibi vahyi çağrıştıran çoğul bir din kavramını da kabul etmez. Allah katında, peygamberler silsilesini içine alan yegane ve tek din, İslam’dır: “Allah nezdinde hak din İslamdır…” (Al-i İmran:19). Yine, “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır” (Al-i İmran: 85).

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM, GÜZEL AHLAK VE BARIŞ

S-l-m kökünden gelen, İslâm”, barış demektir. İslâm, insanlara Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı sunmaktadır. İnsanların, yeryüzünde öfke, kin, nefret ve şiddetin karşısında merhamet, şefkat, hoşgörü ve barış içerisinde yaşayabilecekleri güzel ahlâk ve fazilet kurallarını içerir. Onları hem dünya ve hem de ahirette mutlu etmeyi ilke edinir. Nitekim Cenâb-ı Hak;

“Rızasını arayanı Allah onunla barış yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, selâm (barış) yollarına iletir” (Mâide,5/16) buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerim’de, barış anlamına gelen “silm” ve “selâm” kelimelerine onlarca ayet-i Kerimede yer verilmiş, barış temel esaslardan biri sayılmıştır. Bunlardan bazılarına burada temas etmekte yarar vardır.

Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri, barış anlamına gelen “selâm”dır. Kur’an-ı Kerim’de;

“O, öyle bir Allah ‘tır ki, O ‘ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten çok uzaktır, barış ve güven verendir… “(Haşr,59/23) buyurulur.

Barış anlamına gelen selâm kelimesinin Allah’ın isimlerinden biri olması, İslâm’da barışın önemini ifade etmek bakımından çok anlamlıdır. Bu, anlaşıldığı ve özümsendiği zaman İslâm Dininin barışa verdiği önem, daha iyi anlaşılacaktır.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de bütün inananların barışa girmelerini istemiş ve;

“Ey inananlar! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır” (Bakara, 2/208) buyurmuştur.

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah, bütün inananları kesin bir ifade ile barışa çağırmakta, barışın dışında bir yola başvurmanın düşman olan şeytanın peşinden gitmek olduğuna işaret etmekte ve inananların şeytanın peşinden gitmemelerini istemektedir. Barışın lüzumuna inanarak barış yapmanın yanında sadece Yüce Allah’ın emri olduğu için inanan insanların bu emri yerine getirmesinin bir vecibe olması açısından bir değerlendirme yapıldığı zaman barış yapmak sade, tabiî, külfetsiz ve kolay bir iş olacaktır. Zira barış, bir Müslüman’ın inandığı, ibadet kabul ettiği ve meleke edinmiş olduğu bir iş olarak kolaylıkla yaptığı ve yaşattığı en önemli özelliklerinden biridir. Artık insanda yeni tanıştığı bir şeyi yapmanın zorluk ve sıkıntısı yoktur.

İslâm’da barış, kuru bir dava değil, her vicdanda yerini bulmuş, insanın yönünü tayin eden ulaşmayı ve yaşatmayı hedeflediği bir değerdir. Bu nedenle bütün inananları barışa çağırarak ve barışı beşerî münasebetlerde vazgeçilmez temel esas kabul edip onu bir ahlâk ve bir meleke olarak insan hayatına sokan tek din İslâm’dır.

Kur’an-ı Kerim’ de Yüce Allah, kullarını ve bazı peygamberleri barış anlamına gelen “selâm” kelimesiyle selâmlamaktadır. Birkaç örnek verelim:

“Onlara (cennetliklere) merhametli Rabbin söylediği selâm vardır. ” (Yâsîn, 36/58)

“Bütün âlemlerde Nuh ‘a selâm olsun! ” (Saffât, 37/79)

 İbrahim ‘e selâm! dedik. ” (Saffât, 37/109)

“Sonra gelenler içinde, Musa ve Harun ‘a selâm olsun, diye (iyi bir nam) bıraktık. ” (Saffât, 37/119-120)

“Sonra gelenler içinde, kendisine bir ün bıraktık. ‘İlyas ‘a selâm! ‘dedik. ”

(Saffât, 37/129-130)

Yüce Yaratanın insanları selâmlaması, kulun Rabbi ile münasebetlerinin barış zemini üzerine oturmuş olduğuna işaret etmesi bakımından son derece anlamlıdır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’ de bazı peygamberlerin isimleri belirtilerek onlara Yüce Allah’ın barış anlamında olan “Selâm” kelimesiyle hitap etmiş olmasının bu zevatın görevleri icabı barışa hizmet ettiklerini anımsatarak Yüce Allah’ın sevdiği insanlar olduğuna da işaret etmektedir. Böylece barışa inanan bir kişiyi sevdiğini, Yüce Allah, onu selâmlayarak hem kendisine hem de başkalarına bildirmiş olur. Yüce Allah’a gönül veren herkesin, Mevlâ’sının sevgisine mazhar olması, en büyük hedefidir.

Müslümanlar, karşılaştıkları ve ayrıldıkları zaman “Selâmün aleyküm” diyerek selâm verir; “aleyküm selâm” diyerek selâm alırlar. Bu şekilde selâm vermek sünnet ve selâm almak farz olarak genel kabul görmüştür. Selâm, Müslümanların Müslüman olduğunun bir alameti ve Müslümanların bir şiarıdır. Peygamber Efendimiz, selâm vermenin Müslümanların birbiri üzerinde olan haklarından olduğunu şöyle açıklamıştır:

Ebû Hüreyre, “Resûlullah’ı şöyle söylerken işittim” dedi: “Müslüman’ın, Müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Bunlar, selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenaze törenine katılmak, daveti kabul etmek ve hapşıran kimseye ‘Allah, rahmet etsin ‘ demektir. ” (Buhârî, Cenâiz, 2, 11/70)

Böylece barış anlamına gelen “selâm” kelimesini kullanarak selamlaşma sadece iki insan arasında cereyan eden bir olay olmanın ötesinde, iyi bir Müslüman olmak için yapılması gereken bir kulluk görevi olmaktadır. Dinî bir inancın ve ahlâkî bir faziletin gereği olarak insanlar arasında güzel münasebetlerin tesis edilmesi ve devamının sağlanması, karşılıklı her türlü maddî menfaatin üzerinde yüksek seviyede bir anlayışın mahsulü mukaddes bir olaydır. Böyle bir anlayışın göstergesi olarak “barış” bir Müslüman’ın Müslüman olarak sosyal hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Selâm, yeryüzündeki Müslümanların birbirleriyle her karşılaşma ve ayrılmalarında binlerce defa tekrarlanmaktadır. Bu şekilde “barış”ı, İslâm, âdeta bir “slogan” hâline getirmiştir. Müslümanlar, selâmlaşarak insanlığın hasretini çektiği üstün bir gayeye hizmet etmektedirler. Bu gaye, barışın bütün kâinata hâkim olmasıdır. Böylece de İslâm, bütün kâinata barış getirmeyi amaç edinen bir dindir.

Dünyada olduğu gibi cennettekiler de cennette “Selâm” kelimesini kullanarak selâmlaşacaklardır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

“Kendisine kavuştukları gün, Allah ‘in onlara iltifatı, “selâm “dır. Allah onlara çok değerli mükâfat hazırlamıştır. ” (Ahzâb, 33/44)

“(Melekler;) Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! (derler). ” (Ra’d, 13/24)

Cennet, kin, nefret, şiddet ve adavet yeri değil, barış yurdudur. Orası imtihan yeri değil, ödül yeridir. Böyle bir mekânda barış anlamım taşıyan bir kelime ile selamlaşmanın o yere özgü farklı bir anlamı olması gerekir. Barış kavramının, görünen dünyayı aşan ve ahirete uzanan geniş bir tatbikat alanına sahip olduğunu ifade etmenin yanında cennete girmeye hak kazandıran güzel amellerin başında “barış”ın geldiği, bundan dolayı şükran vesilesi olarak cennette de aynı özelliğin devam ettirildiği düşünülebilir. Her ne olursa olsun İslâm dininde “barış” sadece dünyada değil, her iki cihanda da lüzumludur.

Yüce Allah, cennete “Güvenlik ve Barış Yurdu” adını vermiş, cennetin barış yapılarak kazanılabileceğine imada bulunmuştur. Bunun yanında cennetin kendine özgü özellikleri itibariyle barış yurdu olarak nitelenmesi, dünyada barışın mahiyetini tanıtmak açısından da fevkalâde önemi haiz bir ifadedir. Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyurulmaktadır:

“Allah, kullarım barış yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola İletir. ” (Yunus, 10/25)

“Rab’leri katında onlara barış yurdu (cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur. ” (En’âm, 6/127)

Yüce Mevlâ, cennete girecek olan kullarının barışı simgeleyen selâm sözüyle selâmlanarak karşılanacaklarını beyan buyurmaktadır:

“Takva sahipleri mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır. ‘Oraya emniyet ve selâmetle girin ‘ (denilir, onlara). ” (Hicr, 15/45-46)

“Oraya selâmetle girin. İşte bu, ebedi yaşamanın başladığı gündür. ” (Kâf, 50/34)

“Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz.Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler. ” (Zümer, 39/73)

 ”(Onlar,) meleklerin, ‘Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin ‘ diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdi”(Nahl,16/32)

Yüce Allah’ın kendilerinden razı ve memnun olduğu kimselere vereceği ödül, “Barış Yolu”nu göstermek olacaktır. Barış yolu ise insanı dünya ve ahirette mutlu edecek olan İslâm’dır. Böylece Cenab-ı Mevlâ, İslâm’ın barış dernek olduğuna işaret etmektedir. Bir ayet-i Kerimede Cenâb-ı Hak;

“Rızasını arayanı Allah onunla barış yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir… ” (Mâıde, 5/16) buyurur.

Müslümanların barış anlayışı, barışı sadece inanan insanlarla sınırlı tutmak değil, aksine onu bütün insanlığa sunmaktır. Onlar, kendileriyle barışık olmayan insanlara, bilgisiz hatta inançsız olanlarla bile barışık olduklarını ve kendilerine güvenebileceklerini söyleyen Yüce Allah’ın “kulum” diyerek sahiplendiği insanlardır. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurur:

“Rahman ‘in (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘selâm ‘derler (geçerler). ” (Furkan, 25/63)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve; ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm (barış) olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz ‘, derler. ” (Kasas, 28/55)

“(Resûlullah ‘m) Ya Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah; Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selâm olsun de. Yakında bilecekler T (Zuhrûf, 43/88-89) buyurdu.

Müslümanlar, kıldıkları her namazın sonunda “es-selâmu aleyküm ve rahmetullâh” derler. Orada olan ve olmayan; görünen ve görünmeyen varlıkları selâmlayarak onlarla barışık olduklarını ilan ederler. Namaz ibadetinin bu şekilde bitirilmesi anlamlıdır. Kulun sırf Allah ile münasebette bulunduğu ibadetini bitirirken diğer yaratıklarla münasebete geçeceği bir zamanda onları selâmlayarak işe başlaması, onun diğer yaratıklara karşı iyi niyetini ifade etmenin yanında barışa ne denli önem verdiğinin bir başka kanıtıdır. Aynı zamanda barışın, ibadet ederken yaşanılan manevî duygularla yüklü olgun bir insanın ulaştığı bir hâsıla olarak da değerlendirilmesi mümkündür. Çünkü barışı gerçek anlamda yaşamak, yüksek değerlerle beslenip olgunlaşmış olmakla yakından ilgilidir.

Bütün bu ve benzeri ayet ve hadislerden çıkacak olan netice özetlenecek olursa denilebilir ki; İslâm’ın bulunduğu her yerde ve her gönülde barış vardır Barış gerçek bir Müslüman’ın karakter ve şahsiyetinin simgesidir. Barış, İslâm dininin kendisidir.

Kâinata bir göz attığımız zaman bütün varlıkların kendi yaratılış gayelerine yönelik ve bununla kayıtlı olarak bir fonksiyon icra ettik1 erini görürüz. Bununla birlikte her varlık, kâinatta var olan denge ve düzenin oluşması ve devam etmesi hususunda kendisine düşen görevi de yapar. Çünkü bu denge ve ahenk, tek bir varlığın veya birkaç varlığın oluşturduğu ve devam ettirdiği bir olgu değil, aksine bütün varlıkların hep birlikte ortaya koyduğu, düzenli, ölçülü, disiplinli ve devamlı bir mesâinin sonucu bir olgudur. Bunu gerçekleştirirken aynı gayeye yönelik işbirliği akıllara durgunluk verecek mahiyettedir. Zira bu birlik ve uyum olmasaydı, doğadaki denge ve ahenk sağlanamayacak ve bu, bütün varlıkların sonu olacaktı. Nitekim Yüce Mevlâ, Kur’an-ı Kerim’de;

“De ki, suyunuz çekiliverse söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?” (Mülk, 67/30) buyurur.

Böylece bütün varlıklar bu ilâhî denge ve ahenge muhtaç ve bunun temini için birbiriyle uyumlu bir şekilde işbirliği yapmak zorundadırlar. Buna “Ekolojik Barış” demek mümkündür. Bu barışın ekolojik denge ve düzenin sağlanması ve devamı için önemi ne ise bütün yönleriyle insan yaşamının dengeli ve ahenkli olması ve devam etmesi için de insanların kendileri ve dış dünya ile barışık olmasının önemi odur.

İslâm, barışın temini ve devamı için önemli temel kurallar getirmiştir. Bunlardan bir kısmım şöyle özetlemek mümkündür:

l- Hak ve Hukuka Riayet 

İslâm, toplumda hak ve hukuka riayet edilmesini ister. İslâm dini ile tanışmış, Kur” an’ la kucaklaşmış bir Müslüman, haksızlık yapamaz ve herkesin hakkını gözetir. Barışın sağlanması için karşılıklı olarak hak ve hukuka riayet etmek şarttır. Allah’ın Resulü şöyle buyurur:

“Mü ‘min mü ‘minin kardeşidir. Ne ona zulüm eder, ne de onu zalimlere teslim eder. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar” (Buhârî, el-Mezâlim ve’1-Gadab, 3, 111/98)

2- Adalet ve güzel muamele

İnsanların hayatının dengeli ve düzenli olabilmesi için aralarında eşitliğin sağlanması ve adaletin gerçekleştirilmesi gerekir. Barışın sağlanması için bu hususun önemi büyüktür. İnsanlara karşı farklı muamele yapmak, onlara eşit muamele etmemek, aralarında adaleti sağlayamamak kin ve nefreti, şiddeti ve birtakım tepkileri beraberinde getirir. Hele vicdanlara hiç hâkim olunamaz. Böyle bir ortamda ise barıştan söz etmek mümkün değildir. Adalet ve güzel muamele olmaksızın barışı sağlamak zordur. Oysa Cenâb-ı Allah, adaletli olmayı ve güzel iş yapmayı emretmiştir:

“Muhakkak ki Allah, adaleti, yararlı amelleri en güzel biçimde yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp futasınız diye size öğüt veriyor. ” (Nahl, 16/90)

3-Güzel ahlâk

İslâm, güzel ahlâktan ibarettir. Bu ahlâk, Kur ‘an ahlâkıdır. İnsanın kemali ve dünyanın düzeni güzel ahlâk üzerine kurulmuştur. Barış ortamının oluşması ve yaşaması için güzel ahlâk büyük önemi haizdir. Yüce Allah, her türlü iyiliği emretmiş; bunun yanında kötülük yapmayı, küfrü, fışkı, isyanı, zulmü, zorbalığı ve her türlü bozgunculuğu yasaklamış ve bu tür bir eylem içinde olanları lanetlemiştir. Kur’ an’ m getirdiği güzel ahlâkla yetişen bir Müslüman, herkese İslâm’ın öngördüğü sevgiyle yaklaşır; her türlü fikre karşı saygılıdır; olaylar karşısında her zaman uzlaştırıcı, gerilimi azaltan, kucaklayıcı, itidalli davranışlar sergiler. Hülasa barışa hizmet eder.

4-İnanç ve düşünce hürriyeti

İnsanların fikir ve ifade özgürlüğünü güvence altına alan İslâm, gerginliğe, anlaşmazlığa sebep olacak işler yapılmasını, insanların serbest düşüncelerine karşı baskı kurulmasını yasaklamıştır. İnsanların bir dine inanmaya zorlanması, İslâm’ın özüne ters düşer. Çünkü İslâm, kişilerin özgür iradeleriyle inanmalarını ve ibadet etmelerini şart koşar. Yalnız Allah rızasını temin etmek için hür iradeyle inanmanın ve ibadet etmenin değeri vardır. Hür iradeye dayalı olmayan inancın ve ibadetin kıymeti yoktur. Yüce Allah;

“Dinde zorlama yoktur. Doğru yanlıştan kesin olarak ayrılmıştır. ” (Bakara, 2/256) “Onlara  ‘zor ve baskı ‘ kullanacak değilsin. ” (Gaşiye, 88/22) buyurur.

5- Hayat Hakkına Saygılı Olmak

“…Kim bir nefsi, bîr başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. ” (Mâide, 5/32)

6-Şefkatli ve Merhametli olmak

“Sonra iman eden, birbirlerine sabrı tavsiye eden, birbirlerine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır, işte bunlar, sağdakilerdir. ” (Beled, 90/17-18)

7-Affedici olmak

Allah, affedici olmayı emretmiştir. “Affedicilik” kavramı, İslâm dininin temel kaidelerinden birini oluşturur. Gerçek anlamda Müslümanlara mahsus olan affedicilik, Kur’ an’ in emrettiği doğrultuda uygulandığı zaman bütün dünyaya barış ve esenlik getirir. Kur’an-ı Kerim’ de;

” (Resulüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir” (A’raf7/199) buyurulur.

Savaş Son Çaredir

Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke devrinde İslâm’a davet etmeye başlamasıyla birlikte çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya gelmişti. Onun davetini kabul edip İslâm’a giren ashabı da sırf inançlarından dolayı ciddî sıkıntılara maruz bırakılmışlardı. Bazılarına işkence edilmiş, öldürülmüş; bir kısmı Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmıştı. Bu insanlar, inançlarından dolayı kendilerine düşman olan müşriklerin yaptıkları eza ve cefaya aynı şekilde karşılık vermek için Hz. Peygamber (s.a.s.)’den izin istemişlerdir. Ancak henüz Yüce Allah tarafından savaşa izin verilmemiş olmasından dolayı bu izni alamamışlardır. Müşrikler yaptıkları işkence, eza ve cefalarını Hz. Peygamber Efendimizi öldürmeye karar verecek kadar ileri götürdüler. Hz. Peygamber Efendimiz, yine savaş yoluna başvurmadı ve Medine’ye hicret etti. Müşrikler durmadılar. Etraftaki kabileleri kışkırttılar ve Hz. Peygamber Efendimizin İslâm’a davetine engel olmak ve onu öldürmek hususunda birleştiler. Artık Yüce Mevla da savaşa izin verdi. Mekke devrinde dinlerini rahatça yaşamalarına izin verilmemiş, onlar ağır işkencelere maruz bırakılmışlardı.

İnançlarından dolayı vatanlarından çıkarılan ve canlarına kastedilen Müslümanların, barış yapma yollarını sonuna kadar aradıkları hâlde barış yapmaya muvaffak olamadıklarını, yurtlarını ve canlarını korumak için kendileri ile savaşan müşriklere karşı son çare olarak savaşmalarına izin verildiğini görüyoruz. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki, Allah ‘in onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah ‘m, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirlerdi. Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir. ” (Hacc, 22/39-40)

Bu ayetlerden ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından anlıyoruz ki İslâm’da izin verilen savaş (cihad) savunma savaşıdır. Çünkü İslâm’da barış esastır, öldürmek bir yana hiçbir canlının incitilmemesi İslâm’da genel prensiptir. Ayrıca inanç hürriyeti vardır ve dinde zorlama da yoktur.

İslâm dininde izin verilen savaştan maksat, İslâm Dinini kabul etmeye zorlamak olmadığı gibi ülke coğrafyasını genişletmek, ganimet elde etmek, başkalarının ekonomik değerlerine ve gelir kaynaklarına el koymak, başkalarına üstünlük sağlamak gibi hususlar da değildir. Savaş ‘in temel amacı savunma ve dini tebliğ görevinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Savaşmak istemeyenlerle de savaşılmaz. Yüce Allah, şöyle buyurur:

457

 

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın; ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. ” (Bakara, 2/190-193)

Bu ayetlerde de, İslâm’da savaşın, savaşanlara karşı savaşmak, savaşma-yanlarla savaşmamak, savaşılacaksa Allah yolunda yani insanlık adına savaşmak, savaşta aşırı gitmemek, karşı taraf savaşa son verir ve haksızlıktan vazgeçerse Müslümanların da savaşa son vermeleri ve düşmanlık etmemeleri gerektiği gibi çok önemli kayıtlara tabi olduğu açıkça ifade edilmektedir. Böylece İslâm dininin savaş değil, barış dini olduğu anlatılmış olmaktadır.

Müslüman, kendisiyle; çevresi ve bütün yaratıklarla barışık olan insandır. O, dinin emrettikleri şeyleri yapar, yasak ettiği şeyleri yapmaz. Hak sahibine hakkını verir, düşmanlık yapmaz. İnsan diğer canlılar, fert ile toplum, beyaz ile siyah ve tüm insanlar arasında barışın sağlanması için çalışır çabalar. İslâm, sevgiye dayalı bir inançtır. Bütün insanların barış içerisinde yaşamalarını ister. O kuru bir barış sloganıyla yetinmez, insanlığın mutluluğunu engelleyecek, huzurunu kaçıracak şeyleri de yasaklar. O, toplumda barışı sağlamak için gerekli bütün ön tedbirleri almıştır. Bu güne kadar insanlık tesis etmek istediği barışa ulaşamamıştır. Burada sözü sevgili Peygamberimize bırakarak son verelim:

“Allah ‘im! Sen barış ve esenliksin, barış ve esenliği de yalnız sen verirsin. Ey celâl ve ikram sahibi! Senin rahmet ve bereketin boldu. “

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM EKONOMİSİ

 İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getiril mistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)               İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)              İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

c)               Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.[1]

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[2] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.[3]

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)              İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmış tır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir (bk. “Narh” konusu). Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

e)               İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”[4] Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[5] Aşağıda işçi işveren ilişkilerini ayrıca inceleye­ceğimiz için kısa geçiyoruz.

f)                İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,[6] yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

g)               İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

h)               Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

i)                 Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

j)                 İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.[7]


[1] Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191.

[2] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.

Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle ispanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Samda Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.

[3] Ergin, a.g.e, s. 40.

[4] Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.

[5] Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556.

[6] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.

[7] Ergin a.g.e, s. 40.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İMAN VE SALİH AMEL

 İnsanların dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmasını amaç edinen yüce dinimiz islam, bu amacın gerçekleşmesi için imandan sonra çalışmayı emretmiştir. Kuran’ı Kerim, temel ibadetlerin yanında çalışmayı da ibadet kapsamında ele alarak yararlı işler yapmanın önemini vurgulamıştır. Böylece, insanın yüce Allah’a kulluğu tek bir şekil, belirli şekil ve mekanla sınırlandırılmamış, ibadetin, yaratıcı ile insan arasında hiç kesilmeyen bir bağ ve hayatın her anını kuşatan davranışlar bütünü olduğu vurgulanmıştır. Bu çerçevede “kişinin mümin kardeşinin yüzüne tebessümle bakması” bile salih amel olarak nitelendirilmiştir.

İmanın, insanın davranışlarına yansıyan biçimi olan salih amel, ibadet kapsamında ele alınmış ve yüce yaratıcının hoşnutluğunu kazanmak için yapılan, fert ve topluma yararlı her iş olarak tanımlanmıştır. Salih amel işleyenlerle ilgili olarak Kuran’ı Kerim’de “Muhakkak ki iman edip salih amel işleyenler yaratılanların en hayırlılarıdırlar.”( Beyyine 7) buyurulmaktadır. Diğer taraftan başka bir ayette ise “Erkek veya kadın, kim mümin olarak faydalı işler yaparsa, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve karşılığını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”(Nahl 97) denilerek faydalı işler yapanlar övülmüştür. “İman edip salih amel işleyenleri iyilerin arasına koyarız” (Ankebut 9) ayetiyle de onların iyilik ehli oldukları bildirilmiştir. İman ve dolayısıyla islamın şartlarının bir özeti niteliğindeki Bakara suresinin 177. ayeti ise, salih amellerin çerçevesini şöyle çizmektedir: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Gerçekte iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve söz verdiğinde sözünde duranlar ile, zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.” 

İnsana gerçek değerini kazandıran ilim, fikir ve kültüre hizmet etmek de hayatı anlamlandıran en kıymetli ibadetlerdendir. İslam, ilme çok önem vermiş, “alimleri peygamberlerin varisleri” olarak tanımlamıştır. Peygamberimizin hayatı salih amelin en güzel örnekleriyle doludur. Sevgili peygamberimiz insan yetiştirmeyi, ilme ve insanlığa hizmet etmeyi sevabı hiç kesilmeyen salih ameller olarak nitelendirmiştir. Bu manadaki bir hadisi şerifleri şöyledir: “İnsan ölünce ardından amel defteri kapanır. Ancak üç şey müstesnadır ki, onlar sebebiyle kişiye iyilik yazılmaya devam eder. Bunlar: sadaka-i cariye; istifade edilen ilim ve kişinin ardından duacı olacak salih evlattır.”(Müslim, Vasiyet 14)

Salih amel imanı sulayıp besleyen bir su gibidir. Onsuz imanın karşılaşacağı küfür, zulüm  ve hayatın diğer zorluklarına dayanması mümkün değildir. Bu yüzden iyi bir müslümanın, imanını salih amellerle ibadet anlayışı içinde bütünleştirmesi gerekir.

Zamanın insanın zararına işlediğini bu yüzden insanın iman ve salih amel olarak birşeyler yapması gerektiğini belirten Asr suresi ile konuyu noktalıyalım: “Asr’a yemin olsun ki, hiç şüphesiz insanlık hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenlerle, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

NEDEN FAKİRLİK, NEDEN ZEKAT?

A) NEDEN FAKİRLİK? ALLAH FARKLILIĞI DİLEDİ, FAKİRLİĞİ DEĞİL.

Fakirlik insanoğlunun varlığından beri olan bir olgudur. İnsanları Allah eşit yaratmamıştır. Bu fiziksel özelliklerinde olduğu gibi onun rızkında da sözkonusudur. Fiziksel özelliklerindeki farklılıklar, Allah’ın kudretinin delillerindendir. Öyle ki hiç bir insan bir başka insana benzemez. Bu ta, DNA ve RNA’dan gelen bir özelliktir. Allah ben rızkı dilediğime, ilmi ise isteyene veririm buyurmuştur. Yine bir ayette şayet Allah rızkı herkese bol bol verseydi şüphesiz bir kısmı azardı buyurmaktadır. Yine ayetle sabit olduğu üzere Allah’ın bu farklılığı yaratmasından bir başka maksat da, insanların birbirine iş görmesini sağlamaktır. Eğer herkes patron olursa işi kim yapacaktır? Madende kim çalışacaktır? Çöpleri kim alacaktır? Bu çerçevede akıl ve kabiliyet de farklı farklı ölçülerde verilmiştir. Bu sayede kimi ilim yaparak buluşlara imza atmış ve bunu insanların istifadesine sunmuştur. Biraz akıllılar toplum yönetimine talib olmuştur. Bu sayede toplumun çeşitli olan ihtiyaçları yine farklı kabiliyete sahib kişilerce sağlanmıştır. Allah’ü Teala bütün bu farklılıkları bir kenara atar, değer vermez ve yalnızca kişinin kalbine, niyetine bakarak, takvasının insanlar arasında farklılık yaratacağını bildirir. Camide bile bütün insanlar, zengini fakiri, amiri memuru, hep aynı saftadır ve farklılık yoktur. Öyle ki sabreden bir fakir, zengine göre Allah’a daha sevimli gelir ve Allah fakirleri cennete zenginden 500 sene önce koyacağını bildirmiştir.

Bütün bunlara itiraz ederek mutlak bir eşitliği savunmak anlamsız ve ütopiktir. Bir başlangıç eşitliği diğer adıyla fırsat eşitliği sağlasanız bile, çalışkanlıklardaki, yahut kabiliyetteki yahut mizaçlardaki farklılıklar bu eşitliği kısa sürede tekrar bozar. Eğer kabiliyet ve çalışkanlığa prim vermezseniz bu kez verim azalır istenen fayda sağlanmaz. İşte son yüzyıllarda uygulama alanı bulan ancak 70 senede fıtrata uymadığı için çöken komünizm Karl Marks’ın mutlak eşitliğe yakın bir kuramının ürünüdür ve iflas etmiştir.

Onun karşı tarafında diyebileceğimiz kapitalizm ise verimi dikkate alarak mülkiyeti öngörmüş olmasına rağmen bu kez patronu frenleyen bir şey olmadığı için bir başka zülüm olarak karşımıza çıkmıştır. Üretim araçlarının sahibliği ona artı bir değer kazandırmakta ve   bu değer belli ellerde toplanmakta, toplumun diğer kesimi bu refah arışından yeterince istifade edememektedir.

İşte İslam, ifrat ve tefritin tam ortasında yer alarak mülkiyete evet derken diğer taraftan hakça bölüşümü emreder. Bu noktada hem ahiretlik emirler serdederken bir taraftan da bu gelir farklılığına, yani fakirliğe çözüm olarak Zekat müessesesini getirmiş ve bunu fakirin hakkı olarak ilan ederek zenginin o artı değeri fakire aktarmasını mecbur tutmuştur. Bütün semavi dinlerde zekat vardır. Hz Musa’da, İsa’da, İbrahim’de v.s. Ancak son din olarak İslam’da uğrunda savaşılacak kadar ciddi tutulmuştur. Bir yıl bekleme şartı, bir ataleti cezalandırma olarak düşünüldüğünde onu üretime katılmaya mecbur tutması, onu ekonomik bir tedbir olarak karşımıza çıkarır. Manevi olarak da malın bereketlenmesine, artmasına ve korunmasına vesile olur. Verilmediği zaman da bu dünyada malın bereketi ve korunması kalkar. Ahirette verilmeyen altın ve gümüşün zekatı için, o madenler kızdırılarak kişinin alın ve sırtının dağlanacağı belirtilir. Hayvanların zekatı verilmemişse, o hayvanlar sahibini toslar ve çiğner. Hakça bölüşümde de işçi ücreti konusu gündeme gelir ve aşağıda belirtileceği üzere geçimine yetecek bir ücreti mecbur tutar.

 

 

B) ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLERİN DURUMU;

İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.

İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:

Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.

Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek birşey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmıyan ve açlığı gidermiyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında birşey bırakmıyordu.

On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.

Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.

İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.

Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.

Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.

Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.

Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.

Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili olmadı. Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.

Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azad etmeyi sevaba bağlayarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve kölelerde istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur. Fakat bunun yerine işçinin hakkının verilmemesi bir çeşit modern kölelik olarak zamanımızda zuhur etmiştir.

Biz aşağıda konuyu ta sistem boyutundan ele alalım dedik ve sistemleri birbiri ile kıyaslıyarak üstünlüklerini ortaya koyalım ve zekatın daha iyi anlaşılmasına yardım edelim dedik.

C) KAPİTALİZM (= HIRSIN GALİBİYETİ)

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; üretim aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.( Ergin, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.)

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Bir toplumda sermayenin bir güç haline gelebilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a)            Ferdî hak ve hürriyetler az-çok gelişmelidir.

b)            Kapitalist ekonomik sistemde üretim vasıtalarının mülkiyeti ve yönetimi özel kişilere ait bulunmalıdır.

c)            Toplumda adalet ve hürriyet anlayışı ileri bir merhaleye ulaşmış olmalıdır. Aksi halde yatırımcı çekingen hareket eder ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanamaz.

d)            Piyasada paranın hakim rol oynadığı ve finansman kaynaklarının rahat işlediği bir ortamın oluşması gerekir.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin temsil ettiği zihniyetin geçmişi çok eski olmakla birlikte sistemin asıl güç ve ihtişamı “birinci sanayi devriminin” üretim bünyesinde yaptığı değişikliklerden sonra meydana gelmiştir. 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin dış ticareti gelişmiş ve iş adamları makine kullanarak fazla kazanmanın mümkün olabileceğini anlamışlardır. Kömürün yakıt ve buharın hareket ettirici güç olarak kullanılması üretimde yeni ufuklar açmıştır. Ancak bununla birlikte sanayi kalkınması birtakım mücadeleleri gerekli kılmıştır. Çünkü bir taraftan işçiler ve diğer taraftan resmi makamlar makineleşme hareketini baltalamışlardır. Makine kullanan işçiler bir aralık kamuoyunda birer suçlu gibi gösterilmiştir. Devletin müdahaleci ekonomik politikası sermayedarları liberalizm davasını benimsemeye sevketmiştir.

Kapitalizmin özellikleri:

a)            Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b)            Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c)            Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d)            Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e)            Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f)              Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g)            Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı.

D) LİBERALİZM  (=HIRSIN GALİBİYETİ)

  

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith, devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. İnsanı “homo economicus” olarak tanımlar ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Başka bir iktisatçılar grubu olan Fizyokratlar(Bunların temsilcisi François Ouesnay (1694-1774)  1758′de telif ettiği “iktisadi Tablo” büyük ilgi toplamış ve birçok tartışmalara yol açmıştır) ekonomide “tabii düzeni savunur. Onlara göre bu düzen dünyayı yaratan güç tarafından kurulmuş olup, devlet iktisadi hadiselerin akışına müdahale etmezse, herşey kendiliğinden ahenk ve düzen içinde yürür. İktisadın başlıca amacı, bu tabii düzenin kanunlarını incelemekten ibaret olmalıdır. Bunlar ayrıca tarıma ön sırada yer verirler.

Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, böyle ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.

E) KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm) (=HASEDİN GALİBİYETİ)

 

Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve di­lediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mü­badele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir.

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca müca­dele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.( John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin )

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

F) KARL MARKS VE ARTI DEĞER KAVRAMI

Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Almanya – 14 Mart 1883 Londra) 19. yüzyılda yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto‘nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.  Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de “devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı” siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.

Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır.

Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir. ( Alman İdeolojisi)

Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya’da Ekim Devrimi‘ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir.

Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx’ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx’ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.

Eleştiriler

Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels’in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx’ın emek değer kuramını eleştirir. [26]Ayrıca Sovyetler Birliği‘nin çöküşü, Berlin Duvarı‘nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.

Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler “Üretim biçimi nereden gelir?” biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der “Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir.” [27] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:”Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.” [28] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın “kendi iradelerine bağlı olmayan” bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar. Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi‘nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır.” olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi “üretim ilişkilerine bağlı olarak” ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır

Komünizm veya Ortakçılık, sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komünizm, sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx‘ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir.Komünizm’in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için “ütopya” olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır.

Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“, Karl Marx`ın 1875 tarihli Gotha Programı’nın Eleştirisi çalışmasında yer alan dize, komünizmin önemli sloganlarından biridir. Bu düşünce özet olarak, komünist sistemde, her bireyin yeteneğine göre üreteceğini ve her bireyin yeteneğine bakılmaksızın bu üretimden faydalanacağını söyler. Gelişmiş bir komünist toplumda, burjuva mülkiyeti ortadan kalktığı için mal ve hizmetler bu düzende birbirinden ayrılabilir. Böylece herkes ihtiyacına göre olabildiğince memnun edilmiş olur.

Marks iktisadi görüşlerine üst yapıyı da katarak, üst yapıyı üretim ilişkilerinin belirlediğini söyler ve bu bağlamda insanın dini ve dolayısıyla Allah’ı kendisinin yarattığını iddia eder. Bu yönüyle bakıldığında bir dinsizlik projesi olarak karşımıza çıkar. Bu ise insanda var olan üstün bir güce inanma ihtiyacına aykırı olarak kabul edilir. Yani Marks’ın görüşlerinin bir artı değer kavramından yola çıkması, bir insanın deneme yanılma ya da düşünerek bazı şeyleri tesbit edebileceğini göstermekte fakat vardığı nokta bir aşırılık, hasedden gelen  ütopik bir mutlak adalete varma isteği, insanda varolan fitri özellikleri inkar ederek temelsiz bir ilişkiler bütününde toplumu boğmuştur. Zaten sonuç da 70 yılda iflas etmiştir. Fakat milyonlarca insanı da inancından etmiş ve ateizmin kucağına itmiştir.

G) ARTI DEĞER KAVRAMI

Artı-değer kavramı Marks’tan önce keşfedilmiş ve zaten kullanılan bir kavramdır. Genel anlamda, gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamındadır. Klasik İktisatçılar olarak bilinen Adam Smith ve David Ricardo gibi isimlerde bu kavramın kullanımda olduğu görülür. Ancak Marx’a gelindiğinde, bütün klasik iktisadın kavramlarına yapıldığı gibi bu kavramda da tamamen başka bir yol izlenmeye başlandığı görülür. Nitekim Marks, bu Klasik İktisatcılara olan borcunu reddetmemekle birlikte onların neden ve nasıl burjuva düşünüş biçimi içinde kaldıklarını açıklar ve buna bağlı olarak ekonomi-politiğin kapitalist sistemin bir ögesi olarak kaldığını belirtir.

Marx’a göre, kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi, “emek-deger yasası“dır; bunun anlamı ise, toplumun temelini oluşturan ögenin canlı emek gücü olmasıdır. Artı-değer burada, başkaları tarafından el konulmak üzere, emek gücünün gerekli-zorunlu-ürünün ötesinde, belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında, emek gücünü satabiliyor olmak için, artı-ürün ya da artı-değer üretmek durumundadır.

İşçiye, yalnızca yaşaması (çünkü ertesi gün yine çalışacak birine ihtiyaç vardır) için gerekli olan ürün verilir, artı-değere ise elkonulur. Dolayısıyla, artı-değerin nasil üretildiği, kimler tarafından nasıl el konulduğu, ve sonra neye dönüştüğü meselesi, belli bir anda belirli bir toplumsal yapının niteliğini gösterir.

Gerekli olan ürün ya da üretimin fazlası anlamında artı-değer kavramı, Marks’ın bu ekonomi-politik elestirişinin ana noktalarından birisidir.

 

H) İSLAM EKONOMİSİ

 

 

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

 

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getirilmistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)                Vahiyle gelen İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)                İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.(Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191)

c)  Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (1332-1406 Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmıştır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir. Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

e)             Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”(Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556)

İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,( [1] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.) yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

f)              İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

g)            Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

h)            Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

i)              İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.

k) islamın ekeonomideki insan davranışları tamamen ayet ve hadislerle desteklenen islam ahlakına dayanır. Bu ahlakın gerçekleşmesi için namaz, ve zekat temel unsurlardır. Allah korkusu ve kul hakkı esası asıl mihenk taşını oluşturur. Dengelerdeki bozulmalarda devletin

müdahalesi de sözkonusu olabilir.

l) İslam toplumunda zengin ve fakir ayrımı vardır. Allah’ü Teala insanlara birbirine iş gördürebilmek için bu farklılıkların varlığını kabul eder ancak sermaye sahiblerinin artı bir değer kazandıkları fikrinden hareketle bu farkın zekat olarak fakirin hakkı şeklinde belirleme yapar ve ona ayağında ödenmesini zengine şart koşar.

I) GENEL DEĞERLENDİRME VE ZEKAT

Yukarıda görüleceği üzere toplumlar ilk olarak ilkel  ve geleneksel üretim ve toplum yapılarından gelişerek bu günkü ikili komünizm ve kapitalizm olan sistemlere kadar dayanmıştır. Bunlardan mülkiyeti kişiselden ortak mülkiyete ve merkezi planlamaya getiren kominizm, en büyük temsilcisinin (Sovyetlerin) özellikle verimsizlik nedeniyle çökmesiyle büyük darbe yemiştir. Ancak 70 yıl dayanabilen bu sistem insan tabiatındaki çalışmanın temel müşevviklerinden olan mülk edinme esasını ortadan kaldırması, insanın tembelleşmesi veya verimsizleşmesi ile sonuçlanmış, ihtiyaçların merkezi olarak planlanması ise bir ekonomide sürekli olarak dengesizlikler yaratmıştır. Prim esasına dayanan fabrika üretimlerinde primin miktara göre ayarlanması kolay üretilen örneğin büyük boy çivilerin üretimini, sayıya göre ayarlanması küçük boy çivilerin sınırsız üretimini ve atıl stokları gündeme getirmiştir. Talebe dayanmayan bu durum, zamanla merkezden artık yönetilemez hale gelmiştir. İnsanlar sahibi olmadıkları bir işi, nasıl olsa alacağı maaş değişmeyeceği için  umursamamış ve verimlilikleri çok aşağılara inmiş ve gayri safi hasıla düşmüştür.

Komünizmin felsefesinde bulunan üretim ilişkilerinin üst yapıyı belirlediği savı, uç noktada Allah’ı da insanın yarattığı fikrine götürmüş ve insanın tabiatında var olan üstün bir güce inanma isteği de karşılanamamıştır. Genel olarak insanlar bu sistemden memnun olmamışlar, ancak sisteme itiraz eden milyonlarca insan Lenin ve Stalin dönemlerinde öldürülmüşlerdir. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışların temelinde de bu memnuniyetsizlik vardır ve Berlin Duvarının yıkılmasıyla sistemin çöküşü tescillenmiştir. Bazı cumhuriyetlerin ayrılması da herşeye rağmen ırki özelliklerin korunduğunu göstermektedir. Bu özellik de siyasi bir çöküş olarak parçalanma şeklinde kendini göstermiştir. Hırıstiyanlık ve müslümanlık da yavaş yavaş parlamaya başlamış olmakla beraber misyonerlerin yanlış olan Hırıstiyanlığı yaymaktaki gayretleri onbinlerce misyonerle had safhaya ulaşmış ve bugün müslüman olan bir Türk veya Kazak iki ay sonra Hırıstiyan oldum diyebilmektedir. Müslümanların gerek devlet olarak ve gerekse fert olarak pek bir şey yaptıklarından sözetmek mümkün değildir. Kısmen sivil toplum kuruluşu olarak cemaatlerin yurt ve okul çalışmalarından bahsedebiliriz.

Komünizmi insan tabiatı yönünden incelersek, 18. yüzyılda sanayi devriminin had safhaya ulaştığı, işcilerin bu gelişmeden fazla bir pay alamadığı ve kötü çalışma ve hayat şartları ve düşük ücretlerin verildiği bir döneme rastlaması, bir tepki olarak oluştuğunu, bir diğer adla  da “HASET” duygusunun öne çıktığı görülür. Ancak bu haset duygusu olduğu yerde kalmamış, kuramsal felsefesini oluşturan Yahudi Karl Marks, yine bir Yahudi olup M. S. 325 yılında İznik Konseyinde İsa’yı ilahlaştırıp insanları şirke düşüren Pavlus gibi, üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi, Allah’ı da insan yarattı diyerek milyonlarca insanı ateizmin kucağına itmiştir.

Sovyetler Birliğinin yıkılması, temelde, İran gibi dini bir karşı çıkış şeklinde olmamış, insanlar mideleri doymadığı için verimsizliklerini ortaya koyarak pasif bir direniş yapmış sayılabilirler. Bu da ahlakın, midenin doymasından sonra olabileceğini göstermesi açısından ilginç bir gelişmedir. Türkiye’de de esnaf ilk defa yaklaşık onbeş sene önce meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle, yani mideleri için yürüyüş yapmışlardır. Halbuki İslam temelde vahiy için cihadı emreder. Bu yüzden insanların inanışlarında cennet sevgisi ve cehennem korkusu için iman ettiklerini söylemek pek de yanlış olmaz. İnsanların, Allah’ın emrinin üstün tutulması diye bir sorunu yoktur. Hayır yaparken bile ahirette alacağı karşılığı düşünür. Böylesine menfaate dayalı bir din anlayışı toplumun uyuştuğunun da bir göstergesidir. Tarihte İmamlar, saltanatın İslam’a uygun olmadığını söyleyerek, İslam hukuku için canlarını vermişlerdir. İmam-ı Azam da bunların başında gelir. Tarihte dinlere ilk inananlar da ilginç bir şekilde fakirler olmuşlardır. İlahi dinler, çünkü adalet getirirler ve o adalete en çok ihtiyacı olanlar da fakirler ve ezilmişlerdir.

Yukarıda belirttiğimiz üzere İslam, özel mülkiyeti kabul eder. Ancak asıl mülkün sahibi Allah’tır. O zaman geriye mülkiyetin, emanet olarak yani zilyed olarak kullanılması kalmaktadır. Her ne kadar tapuda adınıza bir gayrimenkul tescil ettirmeniz mümkünse de bunu emanet olarak bilmek ve tasarrufunda istediğiniz gibi hareket etme imkanınız yoktur. En yararlı bir şekilde israf etmeden kullanmak ve zekatını vermek zorundasınız. Bu malda, elbisede, ev eşyasında, arabada hatta oğullarda da böyledir. Emanet ve koruma görevi. İsraftan uzak bir sorumluluk. Bu bilinci ilimle bütünleşmiş bir iman ve salih ameller kavi hale getirebilir.

İslam’da üretim araçlarındaki bu mülkiyetin getirdiği üstünlük, ya da iktisadi adıyla artı değerin, zekat olarak fakire bir hak olarak iade edilmesi zorunluluğu, esasta sermaye gücünün bir üstünlüğünün kabulü anlamına gelir. İşte bunu İslam artı değer olarak tanımlamaz fakat bunu bir hak olarak nitelemesi aynı anlama gelir. Karşı taraf işci olarak gözükse de asıl ihtiyaç sahibi fakirdir ve asgari ücretli bir işciye de bugün zekat verilebilir. Bununla Allah’ın insanları bilerek farklı kabiliyet ve özellikte yaratması ile dünya işlerini birbirine gördürmeye çalışması bir zorunluluk olmakla bereber, sonuçta fakirliği de beraberinde getirir. Fakat buna ilişkin kesin çözümü de yine kendisi zekat olarak emreder, şartlarını özellikle kime verileceğini belirler ve mecbur tutar, dünyalık ve ahiretlik cezalarla uymaya zorlar. İslam’da zekat dikkatle incelendiğinde fakirliği geçici olarak geçiştirme amacında olmadığı, tam tersine fakiri üretir hale getirmeyi amaçladığı görülecektir. Belli bir deve sayısının zekatı verilirken bir dişi deve vermeyi şart koşması, onun sütünden de yararlanma ve doğurganlığından istifade ettirmeyi amaçlar.

Liberalizm ya da bir diğer adıyla kapitalizm, yukarıda uzun uzun bahsedildiği üzere özel mülkiyeti kabul eder fakat buna bir sınırlama getirmez. Kişinin “benim” demesi kendinde var olan menfaat ve sahiblenme duygusunu körükler ve ihtiyaç duyulan verimliliğin de kaynağı olur esasında. Fakat bu duygu frenlenmezse rekabetin öngörüldüğü piyasa şartlarının da olumsuz olması durumunda işçilerin aleyhine, hatta fiatların belirlenmesinde bütün toplumun aleyhine bir hal alabilir. Yani hakem görmezse ortamda müsaitse serbest. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de önceki yıllarda küçük beyaz kare fayanslar maliyetinin dokuz katı fiatına satılmıştır. Fayanscılar bu sayede kazançlarını ona yüze katlamışlardır. Sermaye sahibleri paranın verdiği hakimiyet gücü ile siyaseti de etkileyerek yasaları kendi lehlerine çıkarmakta ve daha da haksız bir düzen kurmaktadırlar. Demokrasi de halkın kendi kendini parlementerler aracılığı ile yönetimi olmasına rağmen, onlar belli kesimlerin dalkavukları olarak parlementoya girmekte ve hukukun ustünlüğü kenarda kalmakta ve siyasi partiler yoluyla toplum birbirine düşman kamplara ayrılmaktadır.

Kalkınmanın sermaye birikimi ile olabileceği fikri bir devlet politikası olarak yerleşmekte ve zengin daha da zengin yapılmaya çalışılmaktadır. Halbuki İslam haksızlık noktasında adaletten yana bir tavır alır ve zenginin kayırılmasına karşı çıkarak, üretim kadar hakça bölüşümü de savunur. Hakça bölüşüm, temelde fakirin harcama oranının yüksekliği nedeniyle alım gücü olarak ortaya çıkar ve ticari canlılığı da beraberinde getirir. Üretimin %90’ı bugün KOBİ’ler tarafından sağlanmaktadır. İlla büyük sermaye oluşturulmak isteniyorsa borsaya açılmış ortaklıklar şeklinde sermayenin tabana yayılmasının yolları denenmelidir. Japonların SONY firması böyle bir kuruluştur. Büyük şirket kuruluşuna devlet de öncülük edebilir ve zamanla bunu halka açabilir.

Kamu harcamaları için vergi kanunları vardır fakat teşvik anlaşılabilir bir şey olmasına rağmen optimal faydadan ziyade israf noktasına kadar gider ve haksız bir sermaye birikimi de sağlar. Bir taraftan özelleştirme yapılırken diğer taraftan bunun ücreti kredi olarak devlet tarafından ilgili özel kişi yada kuruluşun diğer cebine verilir.  

İşte İslam, sermayenin ona üstünlük sağlayan artı değerini ondan alıp, yanında daha zayıf olan işçi ve fakir kesimlere aktararak hem onları korumak, hem tükettirerek yine zenginlerin mallarının alımını sağlamak, kişisel olarak da veren kişiyi cimrilik gibi bir hastalıktan koruyarak toplumsal yardımlaşma ve dayanışma fikri ile fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülemek ve böylece toplumsal barış ve huzuru sağlıyarak bir çok amacı birlikte gerçekleştirmek ister. 

İslam bu arada şehirlinin köylüyü yolda karşılamasını yasaklamasıyla da (hadis) borsayı işaret eder.

Bir malı aldığında onu teslim almadan satma diyerek (hadis) hem riski bertaraf eder ve hem de düzenli bir alışverişi öğütler.

Faizi yasaklayarak riskin tek kişide kalmasını ortadan kaldırarak, riski kullanana değil sermaye sahibine yükler ve ortaklıklara önem verir. Parası olup bilgisi olmayanla, bilgili müteşebbisi %80 sermaye, %20 emek şeklinde mudaraba ortaklığı olarak bir araya getirir, bu yolla kredi sağlar ve ticari hayatı canlandırır.

Zaten zekat, temelde üzerinden bir yıl geçme şartı getirerek iktisadi kıymetlerin atıl kalmasını cezalandırır ve onları ekonomiye katılmaya, bir şeyler yapmaya zorlar. Ayette yetimlerin mallarını dürüstlükle çalıştırın buyrulmuştur. Şayet olduğu gibi kalırsa her yıl %2,5 eriyecektir.

Faizin yasak olması aynı zamanda para arzı ile talebi arasında da bir denge kurar. Çünkü kimse sizin elinize para tutuşturmaz. Sadece mal veya makine alacaksanız bu vadeli olarak bankalarca karşılanabilir. Dolayısıyla talep fazlalığı aşırı likidite olmayacağı için enflasyon da olmaz. İslam’da para bir mübadele aracıdır, meta değildir. Meta olduğu zaman kirası sözkonusu olur ki yasak olan da budur ve adı faizdir. Ayrıca faizin yasak olması ve teslim almadan satış yapılamaması, bugün borsalarda açıktan mal alma ve satma olarak nitelenen hayali satışları da engeller. Çünkü faizle verilen fazla krediler ve açıktan satışlar bir likidite fazlası ve suni talep meydana getirir ve fiatların manupile edilmesine yani suni fiat artışlarına yol açar. Batı’nın 2008 krizi bir likit sorunundan kaynaklanmıştır. Onlar bu durumu, “Kumarhane Kapitalizmi” olarak değerlendirerek bir özeleştiri de yapmaktadırlar. Almanya buna önlem olarak açıktan satışları yasakladı ve askeri ve bürokratik harcamaları = israfı disiplin altına aldı. Bu aslında deneme yanılma yoluyla bir devletin İslami bir tedbiri uygulaması anlamına gelir. İşte birilerinin, hem siyasilerin ve hem de ilim adamlarının, yazarların bunu çıkıp söylemesi gerekiyor!

Aslında kapitalizm sürekli kriz geçirmektedir. Faturası da çalışanlara ve devlet yoluyla tüm vergi mükelleflerine yüklenmektedir. Alternatif artık İslam’dır. Fakat onun inanç sistemini de içermesi işi din noktasına getirmekte ve makamını kaybedeceğini düşünen kardinaller, papazlar bu işe engel olmaktadırlar. İslam, ilimde kendini kanıtladığı gibi (bing beng teorisi) ekonomide de kanıtlayacaktır. İşletmeler ya da patronlar artık işçilerine servetini dağıtarak onların kin tutmadan daha verimli çalışmasını sağlamanın yollarını aramaktadırlar.

Bu arada Marks’ın iddia ettiği işçinin ürettiği artı değere, ona sadece yarın tekrar gelebilmesi için asgari bir tutarın verilip geri kalanına el konulduğu ifadesine İslam ne cevap verebilir acaba?

İslam’da işcinin hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiği hadislerde ifade edilir. Burada hem bir zamanlama ile işçinin zaruri ihtiyacının bir an önce karşılanması ve hem de miktarı üzerinde bir haktan sözedilmektedir. Ancak hakkın ne olduğu konusunda bir hadisi şerife rastladık bunu alıyoruz (yukarıda D) e) bölümünde mevcuttur):

“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

İşci ücreti konusundaki bu hadis bir işçi ücretinin ne olması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Bugün uygulanan asgari ücretle bu faydaların hepsinin sağlanabilmesi hemen hemen imakansızdır. Bu yüzden bir işletmenin bilançosu değerlendirilirken yalnızca kar hanesine bakılmamalı, çalıştırdığı işçinin evlenmesi halinde hatırı sayılır bir yardımı yapabilmeli, ev almasında işçi koopertif parasını ödeyebilmelidir. Yani şu kadar kişiye iş vermek ve üretimle şu ihtiyacı karşılıyoruz diyerek toplumsal faydayı öne çıkarabilmek de başarılar arasına dahil edilmelidir. Bugün bu ücreti bürokrasi kendi çıkarını kollayarak almakta ve onlar da alsın denildiğinde “benim okumam nereye gidecek” diyerek yaklaşık da olsa bir eşitliği kabul etmemektedir. Halbuki fiziki ihtiyaçlar bellidir ve üç aşağı beş yukarı eşittir. İşte burada da yani yönetimde din ve ahlak (özellikle adalet) gerekli olmakta ve kişinin yüreği başkası için, hizmet için çarpabilmelidir.

Batı’da işçi sınıfı ücretin belirlenmesinde grev ve lokavt esaslı çatışma esasını esas almıştır. Fakat İslam toplumlarında işçi sınıfının olmaması bu çatışma ortamını tam olarak oluşturamamış, fakat din, devlete ve işverene işçi hakkının ödenmesini bir uzlaşı olarak şart koşmuştur. Yeni anayasa değişikliklerine bu konuda bazı maddelerin konulması eksik de olsa olumlu bir gelişme olarak algılanmalıdır. Ne devlet ne de özel sektör dinin tam içinde olmadığı için mecburen Batının çatışma esasına yönelinmektedir. İslam’da ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız prensibi hatırlanıldığında çatışma esası şimdilik çıkar bir yol olarak kanaatimizce pek de aykırı bir yol olarak görünmemektedir.

İ) SONUÇ

Fikirlerin serbest ortamlarda çarpışması halinde ayak bağlarından kurtulan aklı selim, çarpışan fikirlerden sağlam temellere oturanı, bir başka deyişle fıtrata uygun olanı tercih edecektir.

Her krizden bir İslami tedbirin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Fakat İslam’ın kendine has bir iktisadi ve ahlak nizamının olması, onu kendi şartlarında düşünmeye mecbur eder. Bu yüzden ana mihenk taşlarında biz bir kıyaslama yaparak da olsa temelde İslam’ı tevhidden sonra adalet ve ahlak üzerine oturtarak bir değerlendirme yapmaya çalıştık ve diğer sistemlere olan üstünlüğünü kanıtladık. Kapitalizmi hırsın galibiyeti, komünizmi ise hasedin galibiyeti olarak gören görüşü çok yerinde bularak katıldık[1]. Ancak ikisi de zaten İslam’da yasaklanan şeyler olduğu gibi temelde insan fıtratına uymadıklarını, birinin ifrata diğerinin de tefrite yol açtığını ortaya koyduk. Ancak iktisadın felsefi boyutunda dinin de olması, işi din boyutuna getirmektedir. Krizlerden İslam’ın çıkması, siyasiler ve ilim adamları ve yazarlar tarafından da dile getirilmelidir. Din değiştirmede ayak bağı olarak ırk, dini yöneticiler- papazlar, kardinaller- ana babalar ve onların etkisinden gelen din anlayışı bir türlü aşılamamaktadır. Fakat gene de İslam zamanla hem iktisadi sistem olarak hem sosyal bir barış fikri olarak kendini kanıtlayacak ve insanların hem dünya ve hem de ahiret kurtuluşuna vesile olacaktır. Bunun için de bir müslümanın imanının içini iyi doldurması,  yaşaması, ve iddia etmesi yani cihad etmesi, kalemiyle, basınıyla, parasal yardımıyla v.s. gerekir. Üstün olan tevhid olmalıdır. Maddi ve manevi mutluluk ise sonra gelecektir eminiz.

Zekat, İslam’da fakirliği kökten ortadan kaldırmaya yönelik toplumsal bir barış projesidir. Dünya ve ahiret sevap ve cezalarıyla desteklenmekte ve büyük önem verilmektedir. Hikmetinin iyi anlaşılması buna itaati de kolaylaştıracaktır eminiz. Biz ise Cenab-ı Allah’ın emirlerinin hikmetini öğrenir ve ona aşık oluruz zaten. Çünkü tam teslim olmuşuzdur. Allah’a teslim olan Allah dışında her şeyden hür olur, hürriyetini kazanır, fakat Allah dışında başka şeyleri seven herşeye kul köle olur, esir olur ve hürriyeti kalmamıştır, herşeyden korkar kale gelir.

Hürriyet güzel şey.                             


[1] Bu görüş, İsparta ve Antalya’da mukim Nakşibendi, Ehli Sünnet alimi İsmail Çetin Hoca efendinin bir tanımlamasıdır.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İBADET VE ÖNEMİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

“Bir insana bir vakit bile olsa namaz kıldırmak onu ateşten kurtarmak demektir. Bir insanın ateşte yandığını görseniz elinizi uzatıp onu ateşten kurtarsanız, bu ne kadar mühim bir iştir. İşte bir insanın namaz kılmasına vesile olmak daha da mühimdir. Çünkü bilerek, tembellikle, namaz kılmayan kişiyi Allah [celle celâluh] affetmezse bir rivayete göre beş yüz sene, bir rivayete göre de yetmiş bin sene ona cehennem azabı vardır.”

Gavs-ı Sâni [kaddesallahu sırrahu]

 

 

ÖNSÖZ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adı ile…

Mümine göz aydınlığı olarak namazı farz kılan Allah’a [celle celâluh] hamdolsun. Salât ve selâm nebiler serveri Hz. Muhammed Mustafa’ya [sallallahu aleyhi ve sellem] ve onun edebiyle edeplenen âl ve ashabına olsun.

İslâm’ın beş temel şartından biri olan namaz, diğer şartlar arasında kelime-i şehadetden sonra en faziletli olanıdır. Kur’ân-ı Kerîmin birçok âyetinde namazın fazilet ve önemine işaret edilerek, kılınması emredilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu emrini yerine getirmek için, her müslümanın beş vakit namazı kılması dinî bir görevdir. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, nefse darbe vuran keskin bir kılıç ve günahların affına vesile olan Rabbânî bir ikramdır.

Namaz, dinin direği olması yönüyle ibadetlerin şeref ve faziletçe en üstünüdür. Şükrün yerine getirilmesinde de büyük önem arzetmektedir.

Bütün bunların yanında, imana şahitlik eden, kulu Allah’a [celle celâluh] yaklaştıran, insanı her türlü kötülükten alıkoyan ve kişinin cennete girmesine vesile olan yine namazdır. Şu halde namazın, dünya ve ahirete yönelik sayısız hikmet ve faydası vardır.

Hikmet, insanı iyi ve güzele yönlendiren, neticesinde de faydalı amele sevkeden doğru bilgi olduğu için, namaz kılmayanların namaza başlaması, namaz kılanların ise kıldığı namazın önemini kavraması açısından, bu mütevazi çalışmamızı Namazın Hikmetleri olarak isimlendirdik. Her ne kadar namazın hikmetleri konusu üç beş sayfaya sığdırılamayacak kadar önemli ve hacimli bir mesele olsa da, içlerinden en mühim gördüğümüz hikmetleri, siz değerli okuyucularımıza aktarmaya çalıştık. Temennimiz bu kitabın hayırlara vesile olmasıdır.

Çalışma bizden tevfik Allah’tandır.

İBADET ve ÖNEMİ

 

İbadetin Manası

İbadet, kulun Cenâb-ı Hak karşısındaki kusur, acziyet ve fakrını görerek O’na yönelmesi, O’nun eşsiz kemali ve kudreti karşısında boyun eğmesidir.

İnsan, kendisine verilen akıl nimetiyle üstün özelliklere sahip olmasına karşılık, son derece zayıf yaratılmış bir varlıktır. Bir sinekten âciz olacak kadar zayıf…

O halde kul acziyetini bilmeli ve haddini aşmamalıdır. Âlemlerin Rabbi ve ceza (ahiret) gününün mâliki olan Allah’ın [celle celâluh] emrine boyun eğmelidir. Yalnız O’na ibadet etmeli ve yalnız O’ndan yardım dilemelidir. Yaratılış gayesini ve kime niçin ibadet etmesi gerektiğini bilmelidir.

İbadet, her insanın fıtratında var olan tabiî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın gereği olarak Hak Sübhânehû ve Teâlâ peygamberler göndermiştir. Onların görevi insanları Cenâb-ı Hakk’a ibadete davet etmek ve insanlara O’na nasıl kullukta bulunulacağını öğretmektir. Bu risâlet görevi, ilk peygamber Hz. Âdem [aleyhisselâm] ile başlamış, son peygamber Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] ile son bulmuştur.

Şu halde İslâm’ın emir ve yasaklarına riayet ederek yalnızca Allah’a [celle celâluh] ibadet eden kul, ibadetten maksadın ne olduğunu anlar ve fıtratında var olan yaratana kulluğun zevkini tadar. İslâm dinini kabul etmeyen kimse ise, kime niçin ibadet ettiğinin farkına varmadan dalâlet içerisinde yaşar gider.

İbadetin Gayesi

İbadetin en önemli maksadı, yüce Mevlâ’nın sevgi ve rızasını kazanmaya vesile olmasıdır. Sırf bu maksat bile bizim ibadetlerde başka gaye aramamızın önünü keser. Şu halde kul, Rabb’ine gönülden yönelmeli, ibadetlerini O’nun rızasını kazanmak için, halis niyetle yapmalıdır.

Bir  gün   Süfyân-ı   Sevrî  [kaddesallahu sırrahu], Râbia el-Adeviyye’nin, “Her kulun bir ölçüsü, her imanın bir hakikati vardır; senin imanının hakikati nedir?” diye sorduğunda, Râbia,

“Ben, Allah’a O’ndan korktuğum için ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibinden korktuğu için çalışan hizmetçi gibi olurdum. Ben, O’na cennet sevgisiyle de ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibi kendisine bir şey verince çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Ben, Rabbim’e ancak O’nu sevdiğim ve kendisine kavuşmak istediğim için ibadet ediyorum”[1] diye cevap vermiştir.

Bedîüzzaman Said Nursi de [rahmetullahi aleyh] bu konuda,

“İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i ilâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz faydasız olur”[2] demiştir.

Bedenini beslemeye, onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorsun. Ruhunu beslemek için de çalış!

Bedenini beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin var, bir mesleğin var. Ruhunu beslemek için de din sanatını öğrenmeye çalış![3]

Hz. Mevlânâ

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?

Kâinatta hiçbir varlık boş yere yaratılmış değildir. Her varlığın bir yaratılış gayesi ve hikmeti vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakiler! boş yere yaratmadık’ (Sâd 38/27) buyurmaktadır.

Demek ki kâinat lüzumsuz yere değil, denge ve düzen içerisinde belli bir amaca hizmet için yaratılmıştır. O amaç bizatihi insanoğludur. Şöyle ki, Allah’ın [celle celâluh] kudretine delil teşkil eden varlıkların yaratılmasında insana yönelik sayısız hikmetler ve faydalar vardır. Mesela hava, su ve toprak, insanın hayatını idame ettirebilmesi için gerekli olan önemli unsurlardandır. Yine etinden, sütünde, yağından, peynirinden, derisinden istifade edilen inekler, koyunlar, keçiler; balından istifade edilen arılar vb. bütün hayvanlar insanoğluna hizmet etmektedir. Ve hepsi de kendilerine verilen vazifeleri en güzel şekilde eksiksiz yerine getirmektedir.

Her varlığın bir vazifesi ve yaratılış gayesi olduğu gibi biz insanoğlunun da bir vazifesi ve yaratılış gayesi vardır. Hiçbir varlık boşuna yaratılmadığı gibi eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanoğlu da boşuna yaratılmamıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Sizi boşuna, amaçsız yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115) buyurmaktadır.

O halde nedir insanın yaratılış gayesi? Çalışıp çabalasın, yesin, içsin, gününü gün etsin diye mi yaratılmıştır? Hayır, insan ne oyun ve eğlence için yaratılmıştır ne de yiyip içmek için … İnsanın yaratılış gayesi, kendisini yoktan var eden ve sayısız nimetler veren Allah Teâlâ’yı tanımak ve O’na ibadet etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56) buyurmaktadır.

Şu halde insan dünyevî işlerini ve geçim derdini bahane ederek Rabb’ine ibadetten geri dur­mamalıdır. Unutulmamalıdır ki ibadet insanın en birinci vazifesidir. Bedîüzzaman Said Nursi [rahmetullahi aleyh] bunu şöyle izah etmiştir:

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki gevşekliğin ve namazdaki kusurun dünya meşgalelerinin çokluğundan mıdır? Veyahut geçim derdiyle uğraşmaktan vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarfediyorsun?

Sen yaratılış itibariyle bütün hayvanatın fevkinde (derece bakımından üstünde) olduğunu ve dünya hayatının gereksinimlerini tedarikte güç yetirme cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki? Asıl vazifen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi devamlı ve sonu olmayan bir hayat için çalışıp çabalamaktır.”[4]

Sonuç olarak diyebiliriz ki insan, bu dünyaya gönderiliş gayesini iyice düşünüp ona göre yaşamalıdır. Aksi halde dönüşü olmayan ebedî ahiret yurdunda hüsrana uğrayanlardan olacağını unutmamalıdır.

Seyyid Muhammed Raşid hazretleri [kaddesallahu sırrahu] anlatıyor:

Bir köyde, yaşlı bir kadın ve onun genç kızı varmış. Yazın hasat vakti olunca köylüler sabahtan akşama kadar çalışır, kış için hazırlık yaparlarmış. Yaşlı kadınla genç kızı ise çalışmaz, yan gelip yatarlarmış. Köylüler, yaşlı kadınla kızına,

“Siz niye çalışmıyorsunuz? Bakın önümüzde kış var. Sonra kışın yiyecek ekmek bulamaz aç kalırsınız” dediklerinde, yaşlı kadın onlara,

“Siz bizim için tasalanmayın. Ben yaşımı aldım. Kışa çıkıp çıkmayacağım belli değil. Kızıma gelince o da evlenir, kocaya varır. Onun için bizim kış hazırlığına ihtiyacımız yok” der.

Günler geçer hasat vakti biter. Kış kapıya dayanır. Yaşlı kadın ölmez, kızı da evlenip kocaya gitmez. Kışa hazırlık yapmadıkları için de evlerinde yiyecek bir şeyleri kalmaz. Yiyecek bulmak için dışarı çıkalım derler, fakat her taraf diz boyu kar olduğu için kapıdan dışarı adım atamazlar.

Seyyid Muhammed Raşid hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bu menkıbeyi anlattıktan sonra,

“İşte bu dünya da bizim için bir hasat yeridir. Hasat vakti geçip gitmeden bu zamanı iyi de­ğerlendirmeli, ahiret hazırlığımızı iyi yapmalıyız” demiştir.

Niçin İbadet Ederiz?

Her varlığın bir görevi bulunduğunu ve hepsinin de üzerine düşeni eksiksiz olarak yerine ge­tirdiğini, insanın görevinin ise Allah’a [celle celâluh] kulluk etmek olduğunu yukarıda belirtmiştik.

O halde kendimize, “Beni bir insan olarak yaratan ve bana sayısız nimetler veren Allah’a [celle celâluh] şükretmem ve O’na kulluk etmem gerekmez mi?” diye sormalıyız. Bu soruya vereceğimiz cevap niçin ibadet etmemiz gerektiğinin de yanıtı olacaktır. Zira Cenâb-ı Hak insanı yoktan var etmiş ve sayısız nimetler bahsetmiştir. Dolayısıyla nimeti verene şükretmek insanın en başta gelen görevi olmalıdır. Şükrün gereği olarak da Cenâb-ı Hakk’a ibadet etmek gerekmektedir. Çünkü Allah’a [celle celâluh] hiçbir şeyi ortak koşmayıp O’na ibadet etmek Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.”[5]

Allah’ın kulları üzerinde böyle bir hakkı varsa, ibadetle mükellef olan herkesin bu hakkı yerine getirmesi gerekmektedir. Aksi halde insan, kendisine sayısız nimetler veren Allah’a [celle celâluh] nankörlük etmiş olur. Halbuki nimeti verene nankörlük değil şükretmek/teşekkür etmek gerekir. Bu ise ancak nimeti verene âsi olmamak ve onun emirlerini yerine getirmekle mümkündür.

Nasıl ki insan kendisine bir iyiliği dokunan dostunu unutmaz, ona teşekkürü bir borç bilirse, kendisine bir değil, binlerce iyiliği dokunan Cenâb-ı Hakk’ı da unutmamalı ve O’na şükrü/teşekkürü bir borç bilmelidir ki, Allah’ın [celle celâluh] hakkını yerine getirmiş olabilsin.

Bu durumda insan şükrün gereği olarak Allah’a [celle celâluh] ibadet ve kulluk etmekle yükümlüdür. Her ne kadar yaptığı amelle, verilen onca nimetin şükrünü eda edemese de … Nitekim Câbir b. Abdullah’tan [radıyallahu anh] rivayet edilen hadis-i şerifte, yapılan amellerin Allah’ın verdiği nimetlere karşılık gelmeyeceği haber verilmektedir. Hadiste anlatıldığına göre, geçmiş ümmetlerden, bir kulun yaptığı beş yüz senelik ibadet, Allah’ın o kula verdiği nimetlerden yalnız görme nimetine karşılık gelir. Vücudunun diğer azaları şükürsüz kalır. Kul ise ancak Allah’ın rahmetiyle cennete girer.[6]

Kısaca insan ne kadar çok amel ederse etsin verilen nimetlerin şükrünü yerine getirmekten âcizdir. Bu sebeple ameline güvenmemelidir. Amelsiz ise Allah’ın [celle celâluh] rahmetini kazanamayacağını bilmelidir. Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmeli, kısa olan şu dünya hayatını kendisi için fırsat bilip ahiret azığını dünyada iken hazırlamalıdır.

Hem Allah’ın [celle celâluh] kullarının ibadetine ihtiyacı yoktur. Kulun yaptığı ibadet ve taatin Cenâb-ı Hakk’a ne bir faydası, ne de bir zararı vardır. Zira O, insanın tasavvur ettiği her şeyden yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ’dır. Namazdaki ilk tekbir, Hak Teâlâ’nın, kulların ibadetine ve namaz kılanların namazına ihtiyacı olmadığına ve büyüklüğüne işaret etmektedir.

Şu durumda ibadet ve kulluğa ihtiyacı olan Cenâb-ı Hak değil, zayıf bir varlık olarak yaratılan insanoğludur. Meselâ bir doktor, hastasına bazı ilaçları mutlaka kullanması gerektiğini söylese, hasta o doktora,

“Bu ilaçları benim kullanmama senin ne ihtiyacın var diyebilir mi? Diyemez. Çünkü o ilaçlara doktorun değil bizzat hastanın ihtiyacı vardır. Aynı bunun gibi ibâdetlere de hâşâ Allah’ın [celle celâluh] değil biz kulların ihtiyacı vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yapmamızı istediği her ibadet dünyevî ve uhrevî birçok fayda ihtiva etmektedir.

Kulun İbadetle Mükellef Kılınmasının Hikmeti

Atâullah İskender? [kaddesallahu sırrahu] Hikem-i Atâiyye’de Cenâb-ı Hakk’ın ibadetleri zorunlu kılmasının hikmetini şöyle izah etmiştir:

“Allah [celle celâluh] kulların ibadetlere karşı olan tembelliklerini bildiği için onlara ibadeti vacip (zorunlu) kıldı. Böylece onları mecburiyet zinciriyle kendine yöneltti. ‘Zincirlerle cennete çekilen kavme Rabb’in hayret etti.[7] Sana itaati vacip kılarken aslında cennete girmeni vacip kıldı.”

Bu sözden anlaşıldığı üzere Allah’ın [celle celâluh] kullarını ibadetle mükellef kılmasının hikmeti, yine kullarına iyilik etmek içindir. Çünkü kullarına karşı son derece şefkatli ve merhametli olan Cenâb-ı Hak, kullar af ve rahmetine yaklaşıp cennete ve içindeki nimetlere kavuşsunlar, diye ibadetleri vacip kılmıştır. Vacip kılmasaydı belki de kullar tembellik ederek bu ibadetleri işlemeyecek ve nimetlere kavuşamayacaklardı. Kul, ibadetlere kendini zorluyor ama çektiği sıkıntı onu cennete götürüyor.

Atâullah İskenderî [rahmetullahi aleyh] burada temsilen bir hadis-i şerif zikretmiştir. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] Bedir Savaş’ında zincirlerle bağlı olarak getirilen müslüman esirleri gördüğünde kutsî hadiste şöyle buyurdu: “Zincirlerle cennete çekilen kavme Rabb’in hayret etti. “[8]

Mevlâ [celle celâluh] kullarını o kadar çok seviyor ve ihsan etmek istiyor ki zorla onları cennetine sevkediyor. Onlara taati vacip kılmakla aslında cennete girmelerini vacip kılıyor.

Niçin Namaz?

Kulun yapmakla mükellef olduğu ibadetlerin başında namaz gelmektedir. Çünkü namaz Allah’ın verdiği sayısız nimetlere karşı bir şükür olmak üzere farz kılınmıştır. Namazın insana pek çok faydası vardır. Ancak namaz, her şeyden önce sırf Cenâb-ı Hakk’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Kur’an’ın birçok âyetinde bu emir, “Namazı kılın, zekâtı veriri’ şeklinde geçmektedir. Allah’ın [celle celâluh] emrini yerine getirmek için kılınan namaz insana, yüce Mevlâ’nın sevgi ve rızasına kazandırır. Namazın asıl gayesi de budur zaten.

Kelime-i şehadet getirerek iman dairesine giren her müslüman, İslâm’ın beş şartından biri olan namazı kılmakla yükümlüdür. Oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek de namaz gibi İslâm’ın şartlarındandır. Ancak bunların yerine getirilmesi belli şartlara bağlanmıştır. Oysa namaz böyle değildir. O aklî dengesi yerinde olmayan kimse dışında bulûğ çağına eren her müslümana farzdır. Öyle ki fıkıh âlimleri elleri ve ayakları kesilmiş, yüzünde da yara olan kimse hakkında, “Abdest ve teyemmüm almaksızın namazını kılar ve (yüzü iyileştiğinde de) namazını iade etmez”[9] demişlerdir.

Görüldüğü gibi diğer bazı ibadetlere has kılınan şartlar, namazda aranmamaktadır. Namazı akıllı ve baliğ olan her müslüman kılmak zorundadır. Bu onun üzerine bir farzdır.

Bu nedenle Allah dostları namaza büyük önem vermişlerdir. Kendilerinden nasihat isteyenlere ilk nasihatleri, “Namazlarınızı kılın, onu ihmal etmeyin” olmuştur.

Gavs-ı Sâni hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bir sohbetinde,

“Tarikat, şeriatın üstünde kurulmuş takva makamıdır. Şeriatsız tarikat olmaz. Bir evin yapımında temelde kullanılan demir ve beton eksik olursa bina sağlam olmaz, çabuk çöker. Tarikatın temeli de şeriattır. Temeli sağlam olmayan tarikat ehli de çabuk yoldan çıkar. Bir kişinin müslüman olması için ilk önce kelime-i şehadet getirmesi gerekir. Ondan sonra imanın şartlarını kabul etmesi gerekir, ondan sonra da İslâm’ın beş şartını yapması lazımdır. Bunlardan hac, zekât, oruç belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz âkil baliğ olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken bir ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz, bazı âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa, hareket edemeyecek olsa bile ima ile de olsa, namazını kılmak zorundadır”[10] demiştir.

Beş vakit namazını kılmayan bir kimse, içinde bulunduğu hali iyi mülahaza etmelidir. Unutmamalıdır ki, şeytan [aleyhillâne] Allah’ın [cellecelâluh] bir tek emrini yerine getirmediği için huzurdan kovul-muştur. Buna göre, namaz kılmayarak günde beş defa Allah’ın emrini yerine getirmeyen kimsenin durumunu varın siz düşünün …

Hasan-ı Basrî [kaddesallahu sırrahu] bir sözünde,

“Ey âdemoğlu, namazın senin yanında bir önemi yoksa sana dininden başka neyin değerli olabilir ki! Oysa namaz kılmayan kimse, Allah [celle celâluh] katında en değersiz kimsedir”[11] demiştir.

Kim, yüce Allah’ın katında değersiz bir kimse olarak anılmak ister ki? Elbette hiç kimse bunu istemez. Ancak insanın nefsin arzu ve isteklerine uyarak namazını terketmesi onun Cenâb-ı Hak katında basit bir kimse olarak anılmasına sebebiyet vermektedir.

Şu halde kul, nefsinin değil Allah’ın [celle celâluh] kulu olduğunun farkına vararak namazlarını kılmalıdır. Yoksa kendisine sayısız nimetler veren Cenâb-ı Hakk’a şükretmesi gerekirken, O’na nankörlük etmiş olur.

Peygamber Efendimiz’in namaza göstermiş olduğu hassasiyet bize bu noktada örnek teşkil etmektedir. O ki mübarek ayakları şişinceye kadar Rabb’inin huzurunda durur ibadet ederdi.

Hatta Hz. Âişe validemiz bir gece Allah Resûlü’nün kendisinden izin alarak ayakları şişinceye kadar ibadet ettiğini görüp de,

“Ey Allah’ın Resulü, Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışladığı halde niçin bu kadar kendini ibadete zorluyorsun?” dediğinde Allah’ın Resulü [aleyhissalâtü ve's-selâm],

“Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”[12] cevabını vermiştir.

Namaz, insana insan olduğunu hatırlatan ve Allah’a hakkıyla nasıl kulluk edilmesi gerektiğini öğreten ulvî bir vazifedir. Aynı zamanda nefis düşmanını kahrederek kötülükleri iyiliklere çeviren en güzel salih ameldir.

Yeter ki kul, tövbesine Allah dostunu şahit tutarak, “Yâ Rabbi, yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım, keşke yapmasaydım, inşallah bir daha ben yapmayacağım” diyerek gereği gibi tövbe edip namazlarını aksatmadan kılsın … Çünkü

Furkan sûresi 70. âyet-i kerimede, tövbe ve iman edip güzel amel işleyenlerin kötülükleri iyiliklere çevrileceği müjdesi verilmektedir.

Şu halde yapılan samimi bir tövbeden sonra, şalin amellerin başında gelen beş vakit namazın kılınması gerekmektedir. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, nefse darbe vuran keskin bir kılıç ve günahların affına vesile olan Rabbani bir ikramdır.

Günahların affına vesile olan namaz, insanın hem dünyasını hem de ahiretini kurtaran bir ibadettir. Namazını eksiksiz kılan müminin cennete girmesi hususunda Allah’ın [celle celâluh] vaadi vardır. Hatta mümin kıyamet günü imandan sonra ilk olarak namazından hesaba çekilecektir. Eğer namazın hesabını verebilirse diğer amelleri de kabul edilerek doğrudan cennete girecektir. Bu, namazını hakkıyla kılanlar için Cenâb-ı Hakk’ın bir İkramıdır. Resul-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] bununla ilgili olarak,

“Kıyamet gününde kulun bütün amellerinden evvel namazlarına bakılır. Eğer namazı tam gö­rülürse hem namazı ve hem de bütün amelleri kabul olunur. Şayet namazı eksik görülürse namazı reddolunduğu gibi diğer amelleri de reddolunur”[13] buyurmuştur.

Amelleri reddolunan kimsenin durumu ise Allah’ın [celle celâluh] dilemesine kalmıştır. Dilerse onu affeder, dilerse de azabına uğratır. Böyle bir duruma düşmemek için beş vakit namazı eksiksiz olarak, vaktinde eda etmek gerekir. Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Beş vakit namaz vardır ki Allah Teâlâ onları kullarına farz kılmıştır. Bu namazların hakkını hafife almayarak ve hiçbirini zayi etmeyerek eda eden kimse için, cennete girmesi hususunda Allah’ın vaadi vardır. Bu beş vakit namazı eda etmeyen kimse içinse Allah nezdinde herhangi bir vaat yoktur. Allah onu dilerse azaba duçar eder, dilerse de cennete dahil eyler”[14] buyurmuştur.

Namazın insana dünyada kurtuluş vesilesi olmasına gelince, Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı ve vicdanın kabul etmediği ne kadar kötülük ve ahlâksızlık varsa namaz sayesinde ortadan kalkacak, bunların yerini iyilik ve güzel ahlâk alacaktır. Böylece toplumda herkes huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayacaktır. Tıpkı Asr-ı saadet dönemi gibi… O dönemin güzide insanları sahâbe-i kiram efendilerimiz namazla huzur buldukları için onların bu huzuru, yaşadıkları döneme aksetmiştir. Asr-ı saâdet’te herkes birbirinin hakkına riayet etmiş kimse kimsenin malına, canına, ırzına, namusuna göz dikmemiştir. Çünkü onlar, insanı her türlü fuhşiyat ve kötülükten alıkoyan namazı hakkıyla kılan kimselerdi.

Günümüzde ise, üzülerek söylemek gerekir ki, toplumun büyük bir kısmı ya hiç namaz kılma­dığından veyahut hakkıyla kılamadığından dolayı sosyal huzursuzluk başını alıp gitmiş, insanlar birbirlerinin malına, canına, namusuna göz diker hale gelmiştir.

Şu halde bir kimse, içinde yaşadığı toplumun huzur ve refahını istiyorsa öncelikle kendisi na­mazlarını şartlarına uygun olarak kılmalı, ardından da aile fertlerine namaz kılmaları yolunda telkinlerde bulunmalıdır. Bu aile reisinin en başta gelen görevidir.

Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] Ebu Hüreyre’ye [radıyallahu anh],

“Ey Ebû Hüreyre! Aile efradına namaz kılmalarını emret. Çünkü (böyle yaparsan) Allah sana ummadığın yerden rızık verir”[15] buyurmuştur.

Kısaca, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmak başta olmak üzere, toplumun huzur ve refahı için müslümanım diyen herkesin namaz kılması ve insanlara namaz kılmanın önemini anlatması gerekmektedir.

Gavs-ı Sâni hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bir sohbetinde,

“Bakıyoruz dünya küfrün denizi olmuş. İnsan hem kendini hem de insanları kurtarmaya çalışsın. Bütün dünyanın hidayetine vesile olsa kendisi hidayete ermese bir şey yapmış olmaz. Bir insan bir kimsenin namaz kılmasına, hidayetine sebep olmuş olsa, onun sevabı kadar kendisi de sevap kazanır. Bu büyük bir kazançtır. Büyük bir fabrikadır. Gece de gündüz de çalışmak lazım” dedikten sonra şu menkıbeyi anlatmıştır:

Abdurrahman Tâhî [kaddesallahu sırrahu] akarsuyun üzerine bir köprü yaptırır. Vali de teşekkür etmek için Abdurrahman Tâhî hazretlerinin yanına gelir. Namaz vakti olunca Abdurrahman Tâhî hazretleri valiye,

“Kalk, abdestini al da namaz kılacağız” der. O da tamam deyip kalkar. (Bunun üzerine halifesi) Şeyh Fethullah [kaddesallahu sırrahu] şöyle der: “Kurban, bu belki de ömründe ne namaz kılmış ne abdest almıştır.”

Abdurrahman Tâhî de [kaddesallahu sırrahu] Şeyh Fethullah’a,

“Belki böylece namaza başlamış olur da bundan sonra hiç bırakmaz” buyurur.

Anlatıldığına göre o vali de bu namazı kıldıktan sonra namazını devamlı kılar. Siz de bir insana bir vakit bile olsa namaz kıldırın belki devam eder.

NAMAZ ve NAMAZA DAİR HİKMETLER

Namazın Manası

Namaz Farsça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Arapça’da karşılığı “salâftır. Sözlükte, “zikir, dua ve boyun eğmek” anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, tekbirle başlayıp selâmla biten, belirli hareket ve sözlerden oluşan bedenî ibadete verilen bir isimdir.

Namaz, dinin direğidir.[16] Bu sebeple ibadetlerin şeref ve faziletçe en üstünü, sevapça en büyüğüdür. Çünkü nefsin ıslahında namazın büyük etkisi vardır.

Namaz, Cenâb-ı Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzih edip O’nu yücelterek verdiği nimetlere şükretmektir.

Namaz, ruh ve bedeni saran dünya sevgisinden arınıp Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve rızasına talip olmaktır. Kulun bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna durup O’na niyazda bulunmasıdır. Verdiği nimetler için huzurda eğilip, başını secdeye koymasıdır.

İmam Sühreverdî [kaddesallahu sırrahu], Avârifü’l-Maârif adlı eserinde, namazın manasını izah ederken,

“Salât, ‘ateşe tutulmak’ manasına gelen ‘salye’ kökünden türemiştir. Eğri (yaş) bir ağaç dalı düzeltilmek istendiği zaman önce bir ateşe tutulur, sonra düzeltilir. İnsanda da (ağaç misali) nefs-i emmârenin varlığından kaynaklanan birtakım eğrilikler (kötü huylar) vardır. Bunlar ancak Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî nuruyla düzeltilebilir. Zira nur, kötü hasletleri yakıp kül etme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla (hakikatini anlayarak) namaz kılan bir kimse namaz sayesinde tecelli eden ilâhî nurla nefsindeki eğrilikleri yakıp kül eder. Böylelikle manevi mi’racını da gerçekleştirmiş olur”[17] demiştir.

Namazın Tarihçesi

Namaz sadece ümmet-i Muhammed’e farz kılınmış bir ibadet değildir. Âyet-i kerimlerden, namazın önceki ümmetlere de farz kılınmış olduğu anlaşılmaktadır.[18] Ancak geçmiş ümmetlere namazın kaç vakit ve kaç rekât farz kılındığı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır.

İlgili âyetler için bk. Bakara 2/83; Mâide 5/12; Meryem 19/55-59; Âl-i İmrân 3/39; Enbiyâ 21/73; Lokman 31/17; En’âm 6/162;İbrahim 14/40; Tâhâ 20/14.

Namazın Farz Oluşunun Delili

Kurân-ı Kerîm’de namazın farz olduğuna delil teşkil edecek birden çok âyet bulunmakta­dır. Bunlar içerisinde namazın müminler üzerine farz olduğunu açık bir ifadeyle beyan eden âyet, Nisa sûresi 103. âyet-i kerimedir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimede,

 

“Namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır” buyurmuştur (Nisa 4/103).

Kur’ân-ı Kerîm’de namaz vakitleri, açık biçimde veya işaret yoluyla belirtilmiştir. Örneğin, Nur sûresi 58. âyet-i kerimede, sabah ve yatsı namazları ismen zikredilirken, Rûm sûresinin 17 ve 18. âyetleri ile İsrâ sûresinin 78. ve Hûd sûresinin 114. âyet-i kerimelerinde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları işaret yoluyla zikredilmiştir.

Namazın farz oluşunun sünnetten delili ise İbn Ömer’den [radıyallahu anh] rivayet edilen şu hadistir. Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte,

“İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah’ın evi Kabe’yi haccetmek ve ramazan orucunu tutmak”[19] buyurmuştur.

İslâm’da İlk Namaz

Beş vakit namaz bugün bilinen şekliyle hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi’rac gecesinde farz kılınmıştır. Ancak, vahyin başlangıcından itibaren namaz ibadetinin mevcut olduğu, sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit kılındığı bilinmektedir. Zira Cebrail [aleyhisselâm] ilk vahyin akabinde Peygamber Efendimiz’! Mekke’nin yakınlarındaki bir vadiye götürmüş, vadinin bir köşesine gelince aya­ğını yere vurmuş, oradan fışkıran su ile önce kendisi, sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] abdest almıştır. Ardından da Resûlullah’a [salât ve selâm üzerine olsun] iki rekât namaz kıldırmış ve işte namaz böyle kılınır, demiştir.[20]

Namazın Mi’rac Gecesi Farz Kılınmasının Hikmeti

Namazın Mi’rac gecesinde farz kılınmasının hikmeti hakkında İbn Hacer el-Askalânî şu bilgiyi vermektedir:

“Beş vakit namazın Mi’rac gecesinde farz kılınmasının hikmeti, Cebrail’in [aleyhisselâm] o gece Resûl-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] göğsünü yarıp onu zemzem suyuyla zahiren ve bâtınen yıkadıktan sonra iman ve hikmetle doldurmasıdır. Binaenaleyh temizlik namazın ön şartı olduğu için Peygamber Efendimiz’in göğsünün mi’raca çıkmadan önce zahiren ve bâtınen temizlenmesi ile namazın bu halde iken farz kılınması arasında bir ilişki görülmektedir.”[21]

Hücvîrî [rahmetullahi aleyh] ise namazın Mi’rac gecesi farz kılınmasının hikmeti hakkında şöyle demektedir:

“Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] “Göz aydınlığım namazda kılınmıştır”[22] buyurmakla benim bütün rahatım namazdadır, demek istemişlerdir. Çünkü istikamet ehlinin manevi haz kaynağı namazdır. Resul-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] bu sözü Mi’rac hadisesine dayanır. Şöyle ki Peygamber Efendimiz, mi’raca çıkarıldığı zaman, kurb (Cenâb-ı Hakk’a yakın olma) derecesine ulaştırıldı. O zaman nefsi varlıkla ilgili her işten kesildi ve esasen kalbinin bulunduğu dereceye ulaştı .. (Orada ona sayısız ikram ve ihsanlarda bulunuldu). Öyle ki Cenâb-ı Hakk’ın yanında kalmanın özlem ve hasretiyle,

‘Yâ ilâhî! Beni ikinci kez bela yurdu olan dünyaya gönderme, tabiat ve hevâ ağına düşürme!’ dediği zaman,

‘Hükmümüz şöyledir ki, burada sana verdiğimiz şeylerin aynısını orada (namaz) da vereceğimiz için dini ikame etmek üzere tekrar dünyaya döneceksin’ denildi.

Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] dünyaya dönünce ne zaman o yüce ve yüksek makamın iştiyakını ve özlemini duysa,

‘Ey Bilâl, kalk namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat’[23] “buyururdu. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] her namazı, onun için bir yakınlık ve mi’rac olmuştu. İnsanlar onu namaz kılarken görürlerdi. Oysa onun ruhu namazda, gönlü niyazda, sırrı yükselişte, nefsi erime halinde idi. O derece ki namaz onun göz nuru haline gelmişti. O namazda iken, bedeni mülk âleminde, ruhu melekût âleminde, idi. Bedeni insî, yani beşerî idi ama ruhu üns (Allah [celle celâluh] ile sohbet) mahallinde idi.”[24]

Hücvîrî’nin bu sözünden yola çıkarak namazın Mi’rac gecesi farz kılınmasının hikmeti hakkında şunu Söyleyebiliriz: Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] Cenâb-ı Hak’tan kurb halinin ve ilâhî cemali temaşa saadetinin devamını isteyince, Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz ve onun ümmeti için bir nevi mi’rac sayılan namazı farz kılmıştır. En iyisini Allah bilir.

Namazın Beş Vakit Oluşunun Hikmeti

Namazın beş vakte tahsis edilmesinin hikmeti hakkında İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] şu bilgileri vermektedir:

“Âlimlerden bazıları demişlerdir ki; namazın gece ve gündüz beş vakte tahsis edilmesinin hikmeti insanın havâss-ı hamseye[25] (beş duyuya) sahip olmasındandır. Çünkü kul  havâss-ı hamse ile günah işlemektedir. Gece ve gündüz bu beş duyu ile işlediği günahlara kefaret olsun diye de namaz beş vakte tahsis edilmiştir. Zira Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] buna işaretle,

‘Beş vakit namaz tıpkı herhangi birinizin kapısının önünden akan gür ve tatlı bir nehir gibidir. Bu kişi günde beş vakit, kapısının önünden akan bu nehre dalarak yıkansa, sizce bedeninde kirden iz kalır mı?’ diye sormuş, ashâb-ı kiram,

‘Hayır, ey Allah’ın Resulü! Hiçbir şey kalmaz’ deyince Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem],

İşte suyun kiri götürmesi gibi, beş vakit namaz da insanın bütün günahlarını siler süpürür’[26]  buyurmuştur.

Bazı âlimler de demişlerdir ki; namazın beş vakit olarak tayin edilmesinin hikmeti, ted’îf sırrını[27] açığa çıkarmak içindir. Çünkü Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

‘Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır’ (En’âm 6/160) buyurmuştur. Buna göre beş vakit namazın sevabı, hafifleştirilmeden önce Mi’rac gecesinde farz kılınan elli vakit namazın sevabına denk olmaktadır.”[28]

Ezan ve Kametin Hikmeti

Cenâb-ı Hak dünya işleriyle meşgul olan kulunu ezan ile günde beş defa huzuruna davet etmektedir. Bu yönüyle ezan bir uyarı ve uyanıştır. İnsanlara âlemlerin Rabbi olan Allah’ın [celle celâluh] onların büyük bildiği her şeyden daha büyük olduğunu hatırlatır. Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed Mustafa’nın [sallallahu aleyhi ve sellem] âlemlere rahmet olarak gönderilmiş son peygamber olduğunu ilan eder. Sonra, asıl huzur ve kurtuluşun son din İslâm’da ve dinin direği olan namazda olduğunu bildirir.

Buna göre, ezanın en önemli hikmeti, insanlara namaz vaktini ve namaz kılınacak yeri bildirmesinin yanı sıra, İslâm’ın şiarı olan kelime-i şehadeti kalplere nakşederek insanları kurtuluşa davet etmektir.

Şu durumda, “Ben müslümanım” diyen herkesin bu davete icabet etmesi gerekmektedir. Bu imanın bir gereğidir.

Gelelim ezan okunurken neyi düşünmemiz gerektiğine … İmam Gazâlî [rahmetullahi aleyh] bu hususta şöyle der:

“Ezanı işittiğin zaman kıyamet günündeki davetin dehşetini düşün. Ezana icabet etmek için bir an önce zahir ve bâtınınla namaza hazırlan. Çünkü ezana dünyada hemen icabet edenler o büyük günde lütuf ile davet edilirler. Kendini bu çağrıya (ezana) göre ölç! Eğer okunan ezanı rağbet ve sevinçle karşılıyorsan o ceza gününde kulaklarında çınlayacak olan davet müjde ve kurtuluş nidasıdır.”[29]

Ezandan sonra getirilen kametin hikmeti ise, imamın arkasında namaza durmayı bekleyen cemaati hazır ola geçirmektir. Bu sebeple ezanla verilmek istenen mesaj kametle bir kez daha verilir ki Hakk’ın huzuruna durmadan önce kalplerde O’ndan gayri ne varsa silinip atılsın … Kalpler mâsivadan arındıktan sonra müezzin, “kad kâmeti’s-salâh” (Namaza durma vakti yaklaştı) diyerek imamın namaza duracağını insanlara bildirir.

Tek başına namaz kılan kimsenin kamet getirmesinin hikmeti ise her an kendisiyle beraber olan Kirâmen Kâtibîn ve koruyucu meleklere imam olmasındandır. Nitekim Said

b. Müseyyeb [rahmetullahi aleyh] bir sözünde,

“Çölde namaz kılanın sağında ve solunda birer melek namaz kılar. Eğer aynı zat namaza ezan okuyup kamet ederek durursa dağlar misali melekler onun ardında saf tutarlar ve ona uyarak namaz kılarlar”[30] demiştir.

“Allah’a [celle celâluh] kulluk dünya işi kadar zor ve yorucu değildir. İnsan yirmi dört saatte bir saat yüzünü Allah’a çeviremez mi? Yirmi dört saatte beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş (on) dakika sürer. Yapamaz mı bunu insan?”[31]

Seyyid Abdülhakim Hüseynî [kaddesallahu sırrahu]

NAMAZA HAZIRLIK ve HİKMETLERİ

Makbul ve mükemmel bir namazın kılınabilmesi için namaz öncesinde birtakım hususlara dikkat edilmesi gerekmektedir. Bunlara namazın şartları denir.

Bu şartların başında namazın tahareti![32] bir şekilde kılınması gelir. Namaz gibi dinin direği olan bir ibadeti yerine getirirken temizlik büyük bir önem arzeder. Çünkü temizlik namazın anahtarı hükmündedir.

Hadesten Taharetin Hikmeti

Abdestsiz veya cünüp olan kimsenin abdest ve gusül alarak hükmî pisliklerden temizlenmesine hadesten taharet denir.

Namaza hem zahiren hem bâtınen temiz girmek gerekir. Abdest ve gusül bu iki temizliği de içeren bir ibadettir. Böyle olduğu için dinimiz abdesti, namazın ön şartı saymıştır. Zahirî açıdan bakıldığında, mikrobun en kolay ürediği el, yüz ve ayaklar, abdest vesilesiyle günde beş defa yıkanmakta, vücut, bulaşıcı hastalıklara karşı koruma altına alınmaktadır. Gerek vücudu mikroplara karşı koruma altına alarak, gerekse kan dolaşımının düzenlenmesine yardımcı olarak beden sağlığını koruyan abdest, (küçük) günahların affına vesile olmasıyla da kalbi zulmet kirinden temizleyip manevi sağlığı temin etmektedir.

İnsanın yaratılış gayesi olan Allah’a [celle celâluh] kulluk böyle bir temizlenme ameliyesi ile başlayınca insana vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuz olur.

İşte namazdan önce alınan abdestin aklen bilinen hikmeti budur. En iyisini Allah bilir.

Necasetten Taharetin Hikmeti

Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin, namazın sahih olmasına engel olacak maddi pisliklerden temizlenmesine necasetten taharet denir.

Namaz, Allah’a [celle celâluh] duyulan saygı ve sevginin bir göstergesi olduğu için namaz kılan kimsenin hadesten taharet gibi necasetten taharete de dikkat etmesi gerekmektedir. Değil necaset, dinen sakıncası olmayan en ufak kirin dahi temizlenmesine gayret edilmelidir.

İlâhî huzura çıkarken bedeninin, elbisesinin ve namaz kılacağı yerin temiz olmasına özen gösteren kimse, Allah’ın sevgisini kazanır. Çünkü Resul-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Allah temizdir, temizliği seve?[33] buyurmuştur.

Allah Resulü’nün [aleyhissalâtü vesselam] bu ve buna benzer hadislerinde geçen temizlikten murad sadece zahirî temizlik değildir. Aynı zamanda kalbi kötü ahlâktan ve Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemek olan bâtınî temizlik de kastedilmektedir. Dolayısıyla namaz kılacak kimsenin bedenini, elbisesini ve namaz kılacağı yeri necasetten temizlemesi gerektiği gibi bâtınını da (kalbini de) namazın hakikatine aykırı olan şeylerden temizlemesi gerekir. Mademki namaz kılmaktan maksat Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve rızasını kazanmaktır, öyleyse kalbi Allah’ın dışındaki şeylerin sevgisinden temizlemelidir. Zira kalp ancak temiz kaldığı zaman Allah’ın rızasını kazanmaya kabiliyet kazanır.

Öte yandan beden ve elbise temizliğine önem göstermek, kişiye kendine ve çevresine karşı saygı duyma öğretisi kazandırır.

Setr-i Avretin Hikmeti

Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Bu yerlerin örtülmesine setr-i avret denir. Erkeklerin avret yerleri, göbek altından diz kapağı altına kadar olan kısımdır. Kadınların ise el ve yüzleri hariç bütün bedenleri avrettir.

Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir. Bunun hikmeti, örtünmenin aklın ve fıtratın bir gereği olmasındandır. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın yasak meyveden yedikten sonra avret yerlerinin görünmesi üzerine hemen cennet yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye çalışmaları bunun en güzel kanıtıdır (bk. Tâhâ 20/121).

Örtünmek aklın ve fıtratın bir gereği olduğu halde özellikle namazda avret yerlerini örtmenin farz olmasındaki hikmet, Câhiliye dönemindeki Araplar’ın düştüğü hataya düşmemek içindir.

Çünkü, “Ey âdemoğulları! Her mescidde ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin)’ (A’râf 7/31) âyeti Arap kabilelerinin Câhiliye devrinde Kabe’yi çıplak olarak tavaf etmeleri hakkında inmiştir. Onlar, “Biz içlerinde günah işlediğimiz ve günahlarla kirlettiğimiz elbiseler içinde Kabe’yi tavaf etmeyiz” derlerdi. Erkekler gündüz, kadınlar da geceleyin çıplak olarak tavaf ederlerdi. Allah Teâlâ onlara ister namaz, ister tavaf için olsun her mescide gittiklerinde elbiselerini giymelerini emretmiş ve soyunmalarını yasaklamıştır.[34]

Hadislerde belirtilen avret yerleri[35] dışında in­sanın başkaları tarafından bilinmesini istemediği gizli haller ve günahlar da bir nevi avret sayılır. İnsan bunları kimsenin bilmediğini zannetse de gizlinin de gizlisini bilen Allah [celle celâluh] insanın yaptığı her şeyi bilmektedir. Şu halde insan, avret yerleri örtülü olarak ibadetlerin en şereflisi olan namaza durmadan önce,

“Yâ Rabbi! Gizli hallerim ve günahlarım çoktur. Ben bunları insanlardan gizlesem de senden gizlemem mümkün değildir. Settâr isminin ve kıldığım şu namazın hürmetine dünyada ve ahirette gizli hallerimi açığa çıkarıp beni rezil rüsva etme” diyerek kalben pişmanlık ve mahcubiyet duymalıdır.

 

İstikbâl-i Kıblenin Hikmeti

Namaz esnasında kişinin, yönünü diğer cihetlerden ayırıp, kıbleye yöneltmesine istikbâl-i kıble denir. Kıbleden maksat Kabe’dir. Kabe, müslümanların kıblesidir. Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için kullarına lutufta bulunarak kendisini temsil eden Kâbe-i Muazzama’ya yönelmelerini istemiştir.

Bu sebeple namazda kıbleye yönelmenin en önemli hikmeti, dünyaya iltifat etmeyip tam bir yönelişle Hakk’a yönelmektir. Bunun için insan, nasıl ki bedenini zahiren Kabe’nin bulunduğu istikamete çeviriyorsa kalbini de bâtınen Hakk’a çevirmesi gerekmektedir. İnsan ancak bu şekilde, kalbini Allah’ın [celle celâluh] dışındaki şeylerden temizleyip Cenâb-ı Hakk’a yönelebilir.

İmam Gazâlî hazretleri bununla ilgili olarak,

“Bilmiş ol ki, bedenin Kabe’ye yönelmesi için diğer yönlerden ayrılması zaruri olduğu gibi, kalbin de Allah’a yönelmesi için mâsivadan ayrılması şarttır”[36] demiştir.

İstikbal-i kıblenin bir diğer hikmeti ise, insanoğlunu batıl yollara sapmaktan kurtararak dağınıklığı önlemek ve insanları tevhid inancı etrafında toplamaktır.

Vaktin Hikmeti

Her namazı vaktinde kılmak namazın şartlarındandır. İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] namaz için belli vakitler tayin edilmesinin hikmeti hakkında şöyle demiştir:

“Şerhu’l-Hikemi’l-Atâiyye’de geçtiğine göre, Allah Teâlâ kullarında amelleri yerine getirmelerine engel olacak derecede usanç ve bıkkınlığa sebep olan hırsın varlığını bildiğinden ibadetler için vakitler tayin etti. Hem kullarına olan rahmeti hem de onlara kulluğu kolaylaştırmak için günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, 200′de 5 (iki yüzde beş) zekâtı[37] ve ömürde bir defa Kabe’yi ziyareti farz kıldı.

Allah Teâlâ ibadetleri belirli vakitlerle sınırlama-saydı, ileride yapacağım düşüncesi onları ibadetten alıkoyar ve o zaman görmezlikten gelerek, şımararak, tembellik yapıp nefislerine uyarak kulluk muamelesini terkederlerdi. Vakitleri geniş kılması ise kullarına tercih hakkı vererek onlara bir kolaylık sağlamak içindir. İşte vaktin hikmeti budur.”[38]

Niyetin Hikmeti

Niyet, namaz kılacak kimsenin namazı Allah [celle celâluh] için kılmayı istemesi ve hangi namazı kılacağını bilmesidir. Başka bir ifadeyle kişinin namazı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kılacağına söz vermesidir.

Namazın farzlarından olan niyetin hikmeti, namaz ile Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve rızasını kazanmayı istemektir. Bunun için ise halis bir niyete sahip olmak gerekmektedir. Çünkü niyet, amel ve ihlâs arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunlardan niyet ayrıca bir öneme sahiptir. Allah Teâlâ insanın her işinde kalbindeki niyetine bakmaktadır. Bir hadis-i şerifte,

“Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize (suretlerinize, şekillerinize) bakmaz, ancak kalpleriniz(d) e (ki niyete) bakar”[39] buyrulmuştur.

Niyetin halis olması, kılınan namazın ve yapılan amelin kabul edileceği anlamına gelir.

Bu itibarla, kalbi dünyevî bağlardan koparıp ihlâs ve samimiyetle huzura durmak namazın kabul olmasının ön şartlarındandır.

Farzlardan Önce Sünnet Kılmanın Hikmeti

İmam Sühreverdî [rahmetullahi aleyh] farzlardan önce sünnet kılmanın hikmeti hakkında şöyle demiştir:

“Namaz vakti girince, (farz namazdan) önce sünnet (namaz) kılınır. Bunun hikmeti şudur: Kulun, sürekli insanlarla muhatap olması, geçim derdiyle uğraşması, tabiatı gereği bir hataya düşmesi ve belli zamanlarda yeme içme gibi tabii ihtiyaçlarına yönelmesi sebebiyle başına gelen sıkıntılardan kalbi karmakarışık bir hal alır. Farz namazdan önce sünnet kılındığı zaman kalp, namazın etki alanına girer ve Cenâb-ı Hak ile münâcâta hazırlanır. Dolayısıyla kılınan sünnet ile kulun kalbinden gaflet gider ve kalp safiyet kazanır. Böylece kul farz namaz için hazır bir hale gelir. En doğrusunu Allah bilir.”[40]

Anlatıldığına göre, Hâtem-i Esam [rahmetullahi aleyh], kendisine namazı nasıl kılıyorsun, diye soranlara,

“Namaz vakti gelince biri zahirî, diğeri bâtınî olmak üzere abdestimi alırım (Zahirî abdest su ile bâtınî abdest ise tövbe ile aldığım abdesttir). Sonra namaz kılacağım yere giderim. (Orada oturur, zihnimi toparlar, sonra namaz için ayağa kalkarım.) Mescid-i Harâm’ı kendime şahit tutarım. Makâm-ı İbrahim’i iki kaşımın arasında, sıratı ayaklarımın altında, cenneti sağımda, cehennemi solumda, ölüm meleği Azrail’i [aleyhisselâm] ise arkamda kabul ederim. O an âlemlerin Rabbi’nin huzuruna durur, tazim ile tekbir alır, ağır ağır ve manasını düşünerek Kur’an okur, tevazu ile rükû eder, huşu ile secdeye kapanırım. Sonra vakarla teşehhüd için oturur, şükür ile selâm veririm (Namazımı bu şekilde ihlâs ile kılarım. Ancak kabul olup olmadığını bilmediğim için ümit ile korku arasında yaşarım)” diye cevap vermiştir.[41]

 

NAMAZIN RUHU ve İÇİNDEKİ HİKMETLER

Namazın sıhhati için namaz öncesi birtakım hususlara dikkat etmek gerektiği gibi namaz kılarken de belli hususlara dikkat etmek gerekmektedir. Namaz içinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus namazın huşu ile kılınmasıdır. Çünkü namaz, belli söz ve hareketlerden ibaret ruhsuz bir ibadet değildir. Kalbin ameli olan huşu namazın ruhu kabul edilmiştir.

Huşu, Allah’ın [celle celâluh] azameti karşısında kulun sükûnet ve tevazu içinde bulunma halidir. Namazın fert ve topluma fayda sağlaması huşu ile kılınmasına bağlıdır. Âyet-i kerimede,

 

“Namazlarında huşu içinde olan müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir” (Mü’minûn 23/1-2) buyrulmuş olması namazdaki huşûun önemini göstermektedir.

Peygamber Efendimiz de [sallallahu aleyhi ve sellem] namazdaki huşûun önemine işaretle,

“Bir kul namaz kılmak için ayağa kalktığı zaman, nefsi, yüzü ve kalbi ile Azîz ve Celîl olan Allah’a yönelirse, Allah da ona rahmetiyle yönelir ve dine muhalif bir iş yapmadıkça ondan rahmetini geri çevirmez”[42] buyurmuştur.

Namazdaki huşu, kulun sağında ve solunda kimlerin bulunduğunu bilmeyecek derecede kendini ibadete vermesidir. Şu kadar var ki, her müslümanın namazda kalp huzurunu sürekli muhafaza etmesi mümkün değildir. Bu sebeple fıkıh âlimleri huşûu namazın şartlarından değil, kemalini sağlayan sünnetlerden saymışlardır. Tasavvuf ehline gelince onlar, kalp huzurunu namaz için temel şart olarak kabul etmişler ve bu şekilde kılınmayan namazın hakkıyla yerine getirilmiş olmayacağını söylemişlerdir. Zira tasavvuf ehline göre Allah [celle celâluh] ile kul arasındaki perdelerin kalkması namazın kalp huzuru ile kılınmasına bağlıdır. Onlar günlük yaşamın her safhasında kalp huzurunu muhafaza ettikleri için namazda gibidirler.

Tasavvuf ehlinin bu halini Ebû Nasr es-Serrâc [kaddesallahu sırrahu] şöyle ifade etmiştir:

“Sûfîlerin (mutasavvufların) namazdan önceki edepleri, devamlı Allah’ı [celle celâluh] düşünmeleri ve kalplerini Allah’ın zikri dışında her faydasız zikirden korumalarıdır. Onlar, (bu şekilde) kalp huzuru ile namaza kalktıkları zaman, bir namazdan diğerine kalkmış gibidirler. Çünkü niyet ve tekbir getirerek girdikleri namazdan (selâm vererek) çıktıklarında yine (asıl halleri olan) kalp huzuruna devam ederler. Bu durumda onlar, her ne kadar namazdan çıksalar da devamlı namazda gibidirler. İşte namazın edebi budur.”[43]

Bu edebin yani huşûun elde edilebilmesi için öncelikle mürşid terbiyesi altına girmek gerekmektedir. Çünkü huşu kalbin amelidir. Huşûun kazanılması için kibir, gurur, riya, haset gibi kalbî hastalıkların ıslahı gerekir. Bu ise mürşid-i kâmilin (Allah dostlarının) görevidir.[44]

Namazı huşu ile kılabilmek için mürşid terbiyesi yanında namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve edeplerini de hakkıyla yerine getirmek gerekir. İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu] bu hususa şöyle dikkat çeker:

“Bu fakire göre namazın tam ve mükemmel olması için, fıkıh kitaplarında ayrıntılı olarak açıklanan namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve müstehaplarını yerine getirmek gerekir. Bu dört hususun dışında namazın tam olmasını etkileyecek beşinci bir şey yoktur. Namazdaki huşu da bu dört konunun içindedir. Kalbin haşyeti de bunlara bağlıdır. Bazıları bu dört konuyu yalnızca bilmekle yetinmişler, bunları uygulamada gevşek ve ihmalkâr davranmışlardır. Kuşkusuz namazın üstünlük ve faziletinden böylelerinin paylarına düşecek olan şey çok az olacaktır. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte,

‘Namaz ancak kalp huzuru ile olur’[45] buyurmuştur.

Burada bildirilen huzurdan maksat, yukarıdaki dört hususla birlikte olan kalp huzurudur. Bu dört esastan birinin yerine getirilmesinde herhangi bir gevşeklik olmaması için böyle anlaşılması gerekir. Bu fakir, bunun ötesinde bir şeyle namazdaki huzurun sağlanabileceğini düşünemiyor.”[46]

Namazı huşu ve huzur içerisinde kılabilmenin bir diğer yolu, kazancın helâl yoldan kazanılmasıdır. Bu hususta Şah-ı Nakşibend [kaddesallahu sırrahu] şöyle demiştir:

“Bir kimse yemeğini helâlinden yer, Allah’ın her yerde hâzır ve nazır olduğunu bilir, abdest alırken ve namaza dururken kendisini yüce Allah’ın huzurunda bilirse, namazda huzuru elde edebilir.”

Huşu ile namaz kılan kişi namazın rükünleri olan iftitah tekbirini, kıyamı, kıraati, rükûyu, sücûdu (secdeyi) ve kâde-i ahîrede (son oturuş) teşehhüd miktarı oturmayı tam bir şuur ve ihlâsla yerine getirir.

İftitah Tekbirinin Hikmeti

Namaza duracak kişinin (niyetten sonra) ayakta[47] ve kendisinin işitebileceği bir sesle “Allahü ekber” diyerek namaza durmasına “iftitah tekbiri” (başlangıç tekbiri) denir.

İftitah tekbirine “tahrime” (yasaklama ve saygı duyma tekbiri) de denilmiştir. Çünkü “Allahüekber” diyerek yüce Allah’ın huzuruna duran kimse saygı ve hürmet göstermesi gereken bir konumdadır. Tıpkı bir askerin komutanına tekmil vererek saygı duruşuna geçmesi gibi… Bu sebeple namaz kılan kimse, Cenâb-ı Hakk’a duyulan hürmetin gereği olarak, kalbi ile Allah’ın [celle celâluh] dışında kalan şeylere meyletmeyi ve yemek, içmek, konuşmak gibi namaz dışında mubah sayılan bazı şeyleri tahrime tekbiri ile kendisine haram kılar. Böylece huşu içerisinde namaza girmiş ve dünya ile ilgisini kesmiş olur.

EbÛ Süleyman Dârânî [kaddesallahu sırrahu] bir sözünde,

“Kul namaza durduğu zaman, Allah Teâlâ meleklerine, ‘Benimle kulum arasındaki perdeyi kaldırın’ buyurur. Kul, Hak’tan kopup başka tarafa iltifat edince de, ‘Benimle onun arasındaki perdeyi indirin. Onu tercih ettiği şeyle baş başa bırakın’ buyurur” demiştir.[48]

Namazda elleri kaldırarak tekbir almanın (Allahü ekber demenin) hikmeti, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyden büyük ve üstün olduğunu bilerek O’nun ibadet ve kulluğa layık tek ilâh olduğunu kabul etmek, O’nun hükmüne teslim olmaktır. Bunun alameti ise kalpten Hak’tan gayri her şeyi çıkarıp elin tersiyle arkaya atmaktır.

Şu halde namaza duran insan, “Acaba kalbim gerçekten yerleri ve gökleri yaratan Allah’a mı yöneldi? Yoksa hâlâ dünya işleriyle mi meşgul?” diyerek kalbini şöyle bir yoklamalıdır.

Kıyamın Hikmeti

Namazda ayakta durmaya kıyam denir. Ayakta durmaya gücü yeten kimsenin oturarak farz ve vacip namaz kılması caiz değildir. Rahatsızlığı sebebiyle ayakta duramayan kimse ise, hangi hal üzere namazını kılabiliyorsa o hal üzere namazını kılmalıdır.

Kıyam, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda saygı ile ayakta durmanın adıdır. Allah’ın [celle celâluh] büyüklüğünü hakkı ile bilen bir kul, O’nun huzurunda edep ve saygı ile durur. Örneğin kendi ailemizden salih bir kimse bizim nasıl namaz kıldığımızı öğrenmek için bize baksa, (huşudan yoksun bir namaz kıldığımızı düşünmesinden çekinerek) kalbimizi huzura, azalarımızı da sükûna erdiririz.

Bu durumda nefsimize dönüp, “Ey zalim nefsim! Kendisinden ne bir fayda ne de bir zarar gelecek olan Allah’ın [celle celâluh] kullarından hakir bir kula huşu ile namaz kılıyormuş gibi gözükerek namazını güzel kıldın. Böyle yapmakla seni yaratan, sana nimetler veren yüce Mevlâ’ndan utanmaz mısın?” dedikten sonra,

“Sen ki, Allah’ın [celle celâluh] bütün hallerine vâkıf olduğunu bildiğin halde, O’nun azametinden korkmuyorsun. Şimdi söyle, Allah mı [celle celâluh] seninle beraber, yoksa Allah’ın [celle celâluh] kullarından bir kul mu seninle beraber? Senin bu isyanın ve cahilliğin ne kötüdür. Kendine ne büyük düşmanlık ediyorsun!” diyerek nefsimizi muhasebe etmeliyiz.[49]

Buna göre kıyamın hikmeti, kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek O’na duyduğu saygı ve tazimi ayakta hareketsiz durmak suretiyle göstermesidir. Bunun en büyük alameti, tekbir alıp dünya ile ilişkisini kesen kulun sağ elini sol elinin üzerine koyarak Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda el pençe divan durmasıdır. Çünkü bu şekilde durmak, saygı ve tevazua işarettir.

Kıyamın bir diğer hikmeti ise kıyamet günü kabirlerden kalkıp mahşer yerine gelerek Allah’ın huzurunda ayakta durmayı ve O’na hesap vermeyi insana hatırlatmasıdır.

Kıraatin Hikmeti

Bir kimsenin, namazda -kendi işitebileceği bir sesle- bir miktar Kur’an okumasına kıraat denir. Namazda okunması zorunlu olan en az kıraat miktarı, üç kısa âyet veya buna denk bir uzun âyettir.

Kur’an okumak bizzat Allah [celle celâluh] ile konuşmak demektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın kelâm-ı mübînidir. Kur’an ağır ağır manaları tefekkür edilerek okunmalıdır. Zira namazda yapılan tefekkür, namazın dışındakinden daha faziletlidir. Çünkü namaz, müminin mi’racı ve gözünün nuru olduğu için namazla huzura duran kul, Allah’ın emir ve yasaklarından muradın ne olduğunu daha iyi anlar ve idrak eder.

Buna göre kıraat, kulun Allah [celle celâluh] ile yaptığı özel bir konuşma şeklini ifade eder. Bu konuşmayı her namazda okunan Fatiha sûresinde açıkça görmek mümkündür. Nitekim bir hadis-i kutside şöyle buyrulmuştur:

“Namazda okunan her Fâtiha’yı (kulum ve kendim arasında) iki kısma ayırdım. Kul,

‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ dediği zaman, Cenâb-ı Hak ona mukabil olarak,

‘Kulum beni andı’ der. Kul,

‘Elhamdülillah! Rabbi’l-âlemîn’ (Bütün hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) deyince, Allah [celle celâluh],

‘Kulum bana hamdetti’ buyurur. Kul,

‘Errahmânirrahîm’ (O, çok merhamet edicidir) dediği zaman, Allah [cette celâluh]

‘Kulum beni övdü’ der. Kul,

‘Mâliki yevmi’d-dîn’ (O, hesap gününün tek sahibi ve hâkimidir) deyince, Allah Teâlâ,

‘Kulum işini bana havale etti’ der.

(Buraya kadar olan kısım Allah içindir). Kul,

“İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn (Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz) dediği zaman, Allah Teâlâ,

‘Bu, kulumla benim dramdadır’der. Kul,

İhdina’s-sırâta’l-müstakim … (Allahım bizi, kendilerine ilâhî nimet ve faziletler ihsan ettiğin sevdiklerinin yolu olan sırât-ı müstakime ulaştır Kendilerine gazap ettiğin ve hak yoldan sapmışların yoluna sevketme!) diyerek sonuna kadar okuduğu zaman, Allah Teâlâ,

‘Bu (kısım), kulum içindir, kuluma istediği verilecektir’buyurur.”[50]

Anlatıldığına göre, Süfyân-ı Sevrî [kaddesallahu sırrahu] akşam namazında bir cemaate imam olur. Fâtiha’yı okurken, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz” âyetine gelince bayılıp düşer. Kendine geldiğinde bayılmasının sebebini soranlara,

“Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz” deyince, ‘Öyleyse niye doktorların ve sultanların kapısına koşup duruyorsun?’ denilmesinden korktum” diye cevap verir.[51]

Kıraati Gizli ve Açıktan Okumanın Hikmeti

Namazda kıraati gizli ve açıktan okumanın hikmeti şu hadiseye dayanır:

Kıraat, namazın farzlarından biri olduğu için Peygamber  Efendimiz  [sallallahu aleyhi ve sellem] İslâm’ın ilk dönemlerinde kıldığı bütün namazlarda kıraati gizli değil, açıktan okuyordu. Tâ ki müşrikler Kur’an hakkında yanlış ve kötü sözler söyleyene kadar… Müşriklerin Kur’an’a olan bu saygısızlığını duyan Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] öğle ve ikindi namazlarında kıraati gizliden okumaya başladı. Çünkü müşrikler, bu vakitlerde müslümanlara olan eza ve cefalarını artırıyorlardı. Cuma ve bayram namazları ise hicretten sonra meşru kılındığı için kıraat açıktan okunmuştur. Medine’ye hicretten sonra müşriklerin müslümanlara eziyet etme gibi bir durumları olmadığı halde öğle ve ikindi namazlarında kıraatin gizliden okunmaya devam edilmesi Peygamber Efendimiz’in Mekke’de yaptığı uygulamanın devamı niteliğinde olmasındandır. Tıpkı Resûl-i Ekrem’in hatırasını yaşamak ve yaşatmak için tavaf esnasında remel[52] yapmak gibi.

Kıraati gizli açıktan okumanın bir diğer hikmeti ise şudur:

Namazda Kur’an okumak, Allah [celle celâluh] ile yapılan özel bir konuşma olduğu için araya başka ses ve konuşmaların girmemesi gerekmektedir. Halbuki gündüz vakti, ses ve gürültünün hâkim olduğu bir zaman dilimidir. Bu sebeple gündüz kılınan namazlarda imama ve tek başına namaz kılan kimseye kıraati gizli okumak vacip kılındı ki, Kur’an’ın o tatlı lafzı ve manası insanların konuşma ve gürültülerine karışmasın … Çünkü ancak bu sayede istenilen kalbî tefekkür elde edilebilir.

Gece vaktine gelecek olursak o, gündüzün tersine, sessizlik ve sükûnetin hâkim olduğu bir zaman dilimidir. Dolayısıyla Allah’ın [celle celâluh] kelâmının diğer ses ve gürültülere karışma ihtimali çok düşüktür. Bu sebeple tek başına namaz kılan kişi, sabah, akşam ve yatsı namazlarında açıktan okumakla gizli okumak arasında serbest bırakılmışken, cemaatin okunan âyetleri tefekkür edebilmeleri için imamın açıktan okuması vacip kılınmıştır. Çünkü ancak bu sayede, okunan Kur’an’ın lafız ve manasındaki tatlılık kalbe tesir etmektedir.[53]

Rükûnun Hikmeti

Rükû sözlükte eğilmek demektir. Namazın farzlarından olan rükû, kıraatten sonra dizleri ellerle kavrayarak öne doğru eğilmekten ibarettir. Rükûda baş ve sırt dümdüz olacak şekilde eğilmek, rükûnun sünnete uygun olan şeklidir.

Rükûnun hikmeti, kulun Allah’ın [celle celâluh] büyüklüğü karşısında ne kadar âciz ve zelil olduğunu itiraf ederek, huzurunda tevazu ile boyun eğişinin fiilî bir göstergesi olmasıdır. Bu şuurla yapılan rükûnun karşılığı cennet nimetleri ve en önemlisi cennette Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede etmektir.

Allah’ın [celle celâluh] huzurunda eğilip kulluğun sadece O’na ait olduğunu bilen bir kul rükû da, “sübhâne rabbiye’l-azîm” (Mm olan Rabbim’i yaratılmışlara ait bütün eksikliklerden ve kusurlardan tenzih ederim) diyerek kendisinin ne kadar âciz, yüce Mevlâ’nın ise ne kadar büyük olduğunu itiraf etmek suretiyle kalben Cenâb-ı Hak’tan hata ve kusurlarının affını diler. Tıpkı kıyamet günü Allah’ın huzurunda hesaba çekilirken sorulan sorular karşısında utancından ayakta duramayıp rükûa giderek Allah’tan bağışlanma dilemesi gibi…

Secdenin Hikmeti

Secde sözlükte, teslimiyet, tevazu içinde yere kapanmak ve yüzü yere sürmek demektir. Namazın farzlarından olan secde, rükûdan sonra ayak parmaklarıyla birlikte alın ve burnu yere koymaktan ibarettir. Bununla beraber secdenin yedi âza üzerine yapılması sünnettir. Nitekim Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem], hadis-i şerifte,

“Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlarda, (burunla birlikte) alın, iki el, iki diz ve iki ayaktır”[54] buyurmuştur.

Secdenin bilinen en önemli hikmeti, kulun Allah’ın [celle celâluh] kendisine verdiği nimetleri düşünüp “Allahüekber” (Yüceler yücesi Allah benim tasavvur ettiğim her şeyden kat kat büyüktür) diyerek vücudun en kıymetli organı olan başı ile secdeye kapanmasıdır. Çünkü kul böyle yapmakla hem nimeti verene şükretmiş hem de kötülüğü emreden nefsi ayaklar altına alarak Allah’a [celle celâluh] yaklaşmış olur. Zira kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır. Buna en güzel delil Alak sûresinin 18 ve 19. âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın kendisine secde edilerek yaklaşılmasını emretmesidir.

Ukbe b. Müslim [rahmetullahi aleyh] bir sözünde, “Allah Teâlâ’nın bir kulda en çok beğendiği haslet, kulun Allah’a [celle celâluh] kavuşma arzusudur. Kulun da Allah’a en yakın olduğu an, onun yaratıcısına secdeye kapandığı andır”[55] demiştir.

Secdenin bir diğer önemli hikmeti ise insana topraktan yaratıldığını ve yine toprağa döneceğini hatırlatarak kalbin hastalıklarından olan kibrin belini kırmasıdır.

İki Defa Secde Etmenin Hikmeti

Yüce Allah bu şuurla kendisine secde eden kuluna manevi ikramlarda bulunur. Bunu bilen ve hisseden kul, birinci secdede aldığı ilâhî tecellilerin daha fazlasını almak için ikinci secdeye gider. Çünkü kul nefsini ayaklar altına alarak onu ne kadar çok zelil ederse, o derece ilâhî rahmete nail olur. Bu sebeple kul, nefsini hor ve hakir görerek secdeye kapandıkça Allah’ın da [celle celâluh] o kula olan ikram ve ihsanı o derece artar. İşte bu, namazda iki defa secde etmenin hikmetidir.[56]

Kâde-i Ahîrede Teşehhüd Miktarı Oturmanın Hikmeti

Kâde-i ahîrede teşehhüd miktarı oturmak, namazın son oturuşunda “Tahiyyat” duasını okuyacak kadar oturup beklemek demektir. Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi ve sellem] Abdullah b. Mesud’a [radıyallahu anh] “Tahiyyat” duasını öğretirken buyurduğu,

“Bunu söylediğin veya yaptığın zaman nama­zın kabul olmuştur”[57] hadisi son oturuşta teşehhüd miktarı oturmanın farz oluşuna delildir.

Kâde-i ahîrede teşehhüd miktarı oturmanın hikmeti, kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek bedenî ve malî bütün ibadetlerin, Allah’a ait olduğunu dile getirdikten sonra “esselâmü aleyke eyyü-hennebiyyü” (selâm senin üzerine olsun ey nebî) ve Tahiyyat’ın sonunda “Eşhedü ellâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek Resûl-i Ekrem’e [sallallahu aleyhi ve sellem] karşı olan biatini günde beş vakit tekrarlamasıdır.

İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu], namazın bazı mana ve sırları hakkında şöyle demiştir:

“Bilesin ki namazdaki ilk tekbir, Allah Teâlâ’nın, kulların ibadetine ve namaz kılanların namazına ihtiyacı olmadığına ve büyüklüğüne işaret etmektedir. Her rüknün peşindeki diğer tekbirler, Cenâb-ı Hakk’a ibadet yapılırken rükünleri eda etme liyakatine sahip olunmadığının işaretleri ve alametleridir.

Rükûda okunan teşbihin içinde tekbir manası da düşünüldüğü için, rükûdan doğrulurken tekbir emredilmemiştir. Ancak secdeler böyle değildir. Teşbihler secdelerde de bulunduğu halde, secdelerin hem başında hem de sonunda tekbir vardır.

Secde, aşağılanma ve tevazuun sonu, zillet ve boyun bükmenin zirvesi olduğu için bazıları burada, hakkıyla ibadet ettiği yanılgısına kapılabilir. Bu vehmin önüne geçmek için secdelerin başında ve sonunda tekbir emredilmiş, ayrıca secdede okunan teşbihin içine ‘a’lâ’ (en yüce) lafzı konulmuştur. Tekbiri tekrarlamak da sünnet olmuştur.

Namaz müminin mi’racı olduğu için, Mi’rac gecesi Resulullah Efendimiz’i [sallallahu aleyhi ve sellem] şereflendiren kelimelerin namazın sonunda okunması emredilmiştir. O halde namaz kılan kişi, namazını mi’raca çevirmeli ve Allah Teâlâ’ya son derece yakın olmayı namazda murat etmelidir.

Resulullah Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] şöyle buyurmuştur:

‘Kulun Rabb’ine en yakın bulunduğu an (namazda) secdede olduğu andır.’[58]

Namaz kılan kişi Rabb’i ile münâcât halinde olup azametini ve celâlini müşahede ettiği için kendisinde korku ve heybet hali zuhur etmelidir. Bu hal karşısında namaz kılanın sükûnet bulması için namazın sonunda iki defa selâm vermek emredilmiştir.”[59]

Namaz Tesbihatının Hikmeti

Namaz tesbihatı Peygamber Efendimizin [sallallahu aleyhi ve sellem] devamlı surette yaptığı, bizlere de faziletini bildirerek yapılmasını tavsiye ettiği zikirlerden ibarettir. Allah Resûlü’nün devamlı yaptığı zikirler olması hasebiyle namaz tesbihatının önemi büyüktür.

Tesbihat yapmanın en önemli hikmeti namaz içindeki eksiklikleri bir nevi telafi etmek ve namazın manasını pekiştirmektir. Nitekim İmâm-ı Rabbani [kaddesallahu sırrahu] namazdan sonra tesbihat yapmanın hikmeti hakkında,

“Resulullah Efendimiz’den [sallallahu aleyhi ve sellem] rivayet edildiği üzere farz namazın edasından sonra toplam yüz defa teşbih (sübhânellah), hamd (elhamdülillah), tekbir (Allahüekber) ve (bir defa) tehlîl (la ilahe illallah) okunmasının sırrı, bu fakire göre, namaz içindeki eksiklikleri tekbir ve teşbihle telafi etmek, bu ibadeti layıkıyla ve tam olarak yerine getiremediğini itiraf etmektir”[60] demiştir.

Yine namazdan sonra tesbihat yapmanın bir diğer önemli hikmeti, her bir zikrin insan için birer sadaka hükmünde olmasıdır.[61]

Rekât Sayılarındaki Hikmet

Allah Teâlâ’nın insana namazı belli şekil ve suret üzere farz kılmasında sayısız fayda ve hikmetler vardır. Her ne kadar, “Allah’ın [celle celâluh] hikmetinden sual olunmaz; O kendisine böyle ibadet edilmesini istediği için namazı bu şekil üzere kılınmasını emretti” diyenler doğru söylese de namazın insana olan faydaları ve hikmetleri de görmezden gelinemez. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın insanı ibadetle mükellef kılmasının en önemli hikmeti insanın dünya ve ahiret saadetini elde etmesini istemesidir. Dolayısıyla başta namaz olmak üzere yapılan bütün ibadetlerin insana yönelik birçok faydası vardır. Buna göre, namazın belli şekil ve suret üzere farz kılınmasının en önemli hikmeti, insanın terbiye edilip kemale erdirilmesidir. Buna göre insan, tedaviye ihtiyacı olan hasta, Cenâb-ı Hak ise insanın hastalığını ve tedavisini bilen tabip konumundadır. İnsanın iyileşmesini namazın kılınış şekline bağlamıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ, uykunun etkisi üzerinden atamayan insana sabah namazını iki, öğle ve ikindi vaktinde zinde olduğu için bu namazları dört, akşam vakti günün üçte biri olduğu için, akşam namazını üç, yatsı vaktinde ise genellikle dünya işleriyle meşgul olmadığı için yatsı namazını dört rekât olarak farz kılmıştır. Bundan daha fazlasıyla insanı yükümlü tutmamıştır.

Namazın ikişer, üçer ve dörder rekât olarak farz kılınmasının hikmeti hakkında, İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] şu bilgileri vermektedir:

“Rivayet edildiğine göre, sabah namazını ilk kılan peygamber, Hz. Âdem [aleyhisselâm] olmuştur. Çünkü cennetten dünyaya indirildiği zaman gecenin karanlığı üzerine çökmüştü. Daha önce hiç böyle bir karanlık görmediği için çok korkmuştu. Fecr doğduğu zaman, kendisini gecenin karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Allah’a [celle celâluh] şükretmek için iki rekât namaz kıldı.

Zevalden sonra (öğle vaktinde) ilk namaz kılan peygamber, Hz. İbrahim [aleyhisselâm] olmuştur. Zira öğle vaktinde oğlunu kurban edeceği zaman, Cenâb-ı Hak tarafından (oğlunun yerine kesilmek üzere) bir kurban gönderilmişti. Böylece hem oğlunun üzüntü ve tasası gitmiş hem de, ‘Gördüğü rüyanın hükmünü yerine getirerek’ (Sâffât 37/105) Allah’ın rızasını kazanmıştı. Babasının kendisini kurban edeceğini bilen Hz. İsmail de [aleyhisselâm] bu olay karşısında büyük bir sabır göstermişti. İşte İbrahim [aleyhisselâm] bu nimetlere mukabil dört rekât namaz kıldı.

İkindi namazını ilk kılan peygamber de Hz. Yunus [aleyhisselâm] olmuştur. Zira Allah Teâlâ onu hatasından, gecenin karanlığından, sudan ve balığın karnından kurtarmıştı. Hz. Yunus da [aleyhisselâm] kendisini bu sıkıntılardan kurtaran Allah’a şükretmek için her nimete mukabil dört rekât namaz kıldı.

Akşam namazını ilk kılan peygamber ise Hz. İsa [aleyhisselâm] olmuştur. Birinci rekâtı kendisine isnat edilen ilâhlık iddiasını nefyetmek için, ikinci rekâtı yine annesi Hz. Meryem’e isnat edilen ilâhlık iddiasını ortadan kaldırmak için, üçüncü rekâtı ise ulûhiyyetin Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu ispat etmek için kılmıştır.

Yatsı namazını ilk kılan peygamber, Hz. Musa [aleyhisselâm] olmuştur. Zira Hz. Musa Medyen’den çıktığı zaman yolunu kaybetmişti. Bu sebeple hanımını, kardeşi Harun’u [aleyhisselâm], evlatlarını ve düşmanı olan Firavun’u düşünüyordu. Allah Teâlâ kendisini bütün bu endişelerden kurtarınca, dört rekât namaz kıldı.”[62]

Kıssa: Hz. Adem’in Adını Yazarız

Anlatıldığına göre, 60′lı yıllarda, evrimciliğin iyice alevlendiği günlerde bir grup turist Süleymaniye Camii’nin imamı Hacı Nafiz Çelebi’ye birkaç soru sorarlar. Kimi, insanın maymundan gelip gelmediğini öğrenmek ister, kimi de, “Kıldığınız namazda niçin ayakta duruyor, eğiliyor, sonra da başınızı yere koyuyorsunuz? Bunun ne manası var?” diye sorar.

Hacı Nazif Çelebi evrimci turistlere dönerek,

Biz namazda önce ayakta durur, sonra rükûa gider, sonra da secdeye kapanırız. Bunların hikmet ve manalarından biri:

Ayakta iken ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in elifini (ا ) yazarız. Bunun için elif   (ا ) harfi gibi dimdik dururuz.

Sonra rükûa eğiliriz. Bununla da Âdem’in [aleyhisselâm] dalini (د) (Âdem ismindeki “dal” harfini) yazmış oluruz. Geriye mim ( م ) kalır. Onu da yere başımızı koyar, mim (f) gibi olur, öyle yazarız.

Böylece her namazda babamız Âdem’in (ادم  ) [aleyhisselâm] adını yazar, maymundan geldiğimizi iddia edenleri fiilen reddetmiş oluruz. Bunun için evrim iddiası bizde tutunamaz. İkincisine gelince:

Namaza başladığımızda ayakta iken Rabbimiz’in üzerimizde tecelli eden sayısız nimetlerini düşünür, sonra bu nimetleri verenin huzurunda minnet ve şükranla rükûa eğiliriz. Ancak bu eğilmeyi de yeterli görmeyiz, sonra kalkıp başımızı secdeye koyar, başımızla da minnetimizi dile getirmiş oluruz.

Başımızı şunun için secdeye koyarız: Baş bedenin tümünü idare eden en yüce varlığımız, en kıymetli organımızdır.

Bununla şunu kastederiz:

“Ey Rabbimiz, varlığımızın en kıymetli kısmı başımızdır. İşte huzurunda başımızı dahi yerlere sü­rüyor, sana olan minnet ve şükrümüzü en kıymetli varlığımızı yerlere koymakla ifade ediyoruz. Şayet başımızdan daha kıymetli bir organımız olsaydı onu da huzurunda iftiharla yerlere serer, minnet ve şükrümüzü onunla da ifade etmek isterdik.”

Bu açıklamalardan sonra gruba rehberlik eden turist,

“Tamam, bu kadar yeterli … Biraz daha anlatırsan grubumuza burada namaz kıldıracaksın” der. Bu sırada turistin biri Hacı Nazif Çelebi’nin yanına yaklaşır ve,

“Bundan sonraki namazınız saat kaçta olacak? Anlattığınız manada bir namazı ben de aranıza karışıp kılmak istiyorum. Bana çok uygun geldi bu anlayış içinde ayakta durmak, eğilmek, başı yerlere koyup Yaratan’a minnettarlığını ifade etmek. Bence de ibadet budur” diyerek müslüman olur.[63]

Mevlânâ [rahmetullahi aleyh] namazdaki hareketleri ifade ettiği manaları Mesnevî’sinde şöyle anlatıyor:

Ey imam, namaza başlarken Allahü ekber demenin manası şudur:

“Allahım, biz senin huzurunda kurban olduk.” Kurban keserken Allahüekber dersin işte, öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can da Halil İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin neva ve hevesini kesmek için tekbir getirince beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda “bismillahirrahmânirrahîm” demekle kurban olur gider.

Namaz kılanlar, kıyamette olduğu gibi, Allah’ın huzurunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar. Namazda göz yaşı dökerken ayakta durmak, kıyamet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allah’ın huzurunda ayakta durmaya benzer. Cenâb-ı Hak, “Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın ve bana ne getirdin?” diyecek.

“Ömrünü ne gibi işlerle, ne gibi ibadetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nurunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın? Gözünü, kulağını, aklını, iradeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular?” Allah’ın huzurunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.

Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur, rükûa varır. Utancından ayakta durmaya gücü kalmaz, rükûda, “sübhâne rabbiye’l-azîm” diyerek Allah’ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler. Sonra o kula Hak’tan ferman gelir.

“Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver” denir. Kul utana utana başını rükûdan kaldırır, fakat dayanamaz; o günahkâr, utancından yine yüz üstü yere kapanır. Ona tekrar, “Secdeden başını kaldır da yaptıklarından haber ver” diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama dayanamaz, yine yılan gibi yüz üstü düşer. Cenâb-ı Hak, “Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım” diye buyurur. Allah’ın heybetli hitabı, onun ruhuna tesir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden kadeye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hak ise, “Haydi söyle, anlat” diye buyurur. “Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.” Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin ruhlarına ve meleklere selâm verir. Onlara niyazda bulunur da der ki: “Ey mana padişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkârın ayağı da, örtüsü de çamura battı.” Peygamberler selâm veren kula derler ki:

“Çare ve yardım günü geçti, gitti. Çare dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibadet etmedin, öğünler geçti. Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.” Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona, “Sus” derler. “Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevabını Allah’a kendin ver” derler. Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çare bulamayınca, o çaresiz kulun gönlü, yüz parça olur. O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duaya başlar.

“Allahım! herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sen­sin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.”

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla… Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yani namazdan manen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allah’ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.[64]

NAMAZIN BÜTÜNÜNDEKİ HİKMETLER

İbadetlerin başında gelen namazın insana sayısız faydaları ve hikmetleri vardır. Bunlardan en önemlisi, dünya ve ahiret saadetini kazanmaya vesile olmasıdır. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, insanı her türlü fuhşiyat ve kötülükten alıkoyarak fert ve toplumun huzurunu sağladığı için dünyada; Allah’ın [cellecelâluh] rızasını kazanmaya sebep olduğu için de ahirette ebedî saadete vesiledir.

Âyet-i kerime, hadis-i şerif ve evliyaullahın sözlerinden öğrendiğimiz kadarıyla namazın diğer başlıca hikmet ve faydaları şunlardır:

Namaz, Dinin Direğidir

Allah’ın sevgi ve rızasını celbeden namaz İslâm’ın direği ve temelidir. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Namaz, dinin direğidir’[65] buyurmuştur.

Dinin, Allah’a [celle celâluh] imandan sonra biri İslâm’ın şartlarını yerine getirmek, diğeri Allah’ın [celle celâluh] yasak kıldığı işleri yapmayı terketmek şeklinde iki direk üzere inşa edilmiş olduğunu düşünecek olursak, namaz bu iki direğin koruyucusu hükmündedir.

Bunun sebebi namazın İslâm’ın diğer şartlarına göre ayrı bir öneme sahip olmasındadır. Çünkü beş vakit namaz zengin, fakir, hasta, yaşlı demeden müslümanım diyen herkesin, günün belirli vakitlerinde yerine getirmesi gereken bir farzdır. İslâm’ın diğer şartlarından olan oruç, zekât ve hac ise belli zaman ve şartlara bağlanmıştır. Bu nedenle diğer bütün amellerin başında gelmektedir. Dolayısıyla namazını kılan bir kimse Allah’ın [celle celâluh] farz kıldığı diğer emirleri de yapmaktan geri kalmayacaktır.

Yine namaz, günün her devresinde insana, Allah’ı [celle celâluh] hatırlatan bir ibadet olduğu için kula Cenâb-ı Hakk’ın her an kendisini gördüğü şuurunu kazandırır. Böylece kul, Allah’ın [celle celâluh] yapılmasını haram kıldığı işlerden uzak durmaya, emrettiklerini de yerine getirmeye çalışarak dininin direklerini muhafazaya çalışır.

Namaz, İmanın Şahididir

İman, Allah’ın [celle celâluh] varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed Mustafa’nın [sallallahu aleyhi ve sellem] O’nun kulu ve peygamberi olduğunu kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Böyle bir imanın alameti, dini, emir ve yasaklarına riayet ederek yaşamaktır. Dolayısıyla yapılan bütün şalin ameller kalpteki imanın birer göstergesi ve ezelde Allah’a verilen sözün şahitleridir.

İbadet, kulun Allah’ı [celle celâluh], Allah’ın da kulu anmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım” (Bakara 2/1 52) buyurmuştur.

Allah’ı [celle celâluh] anma vesilesi olan namaz, kulun “kâlû belâda” Allah’a verdiği sözde durduğunun en güzel kanıtıdır. Kâlû bela; Allah’ın [celle celâluh] ezelde bütün insanların ruhlarına, nefislerine karşı onları şahit tutarak, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorması üzerine, ruhların, “Evet, sen bizim Rabbimiz’sin, şahit olduk” (A’râf 7/172) demelerine verilen isimdir.

Şu halde bir mümin dinin direği olan beş vakit namaz başta olmak üzere, İslâm’ın diğer bütün emirlerini yerine getirerek kâlû belâda Allah’a [celle celâluh] verdiği sözü tuttuğunu ispat etmelidir. Çünkü ahirette ikrarımıza sadık kaldığımıza ancak bu şekilde hükmedilecektir.

Namaz, Amellerin En Faziletlisidir

İmandan sonra en faziletli amel vaktinde kılınan namazdır. Nitekim Peygamber Efendimiz’e [sallallahu aleyhi ve sellem], “Amellerin hangisi daha faziletlidir?” diye sorulduğunda,

“Vaktinde kılınan namazdır”[66] buyurmuşlardır.

Bu hadisin şuurunda olan bir mümin her namaz vaktinde, “Varlığın başlangıcından, içinde bulunduğum şu ana kadar yaşamış olsaydım beş vakit namazımı mutlaka yine vaktinde kılardım” niyetinde olmalıdır. Zira bu niyet ona dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ibadet sevabı kazandıracaktır.[67]

Namaz, Bütün İbadet Çeşitlerini İçine Almaktadır

Namaz, ilk bakışta tek başına, bağımsız bir ibadet gibi görünse de aslında o, bir ibadetler bütünüdür. Bütün zikir ve ibadet çeşitlerini içeren bir ibadettir. Çünkü namazda huşu, zikir, dua, tövbe, ihlâs, tekbir, teşbih, hamd, salât, muhabbet, tevazu gibi birçok zikir ve ibadet çeşidini görmek mümkündür. Bu nedenle Peygamber Efendimiz

[sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte,

“Namaz huşudur, yalvarmadır, âciz ve zayıf görünmedir, (selâmdan sonra) elleri kaldırıp dua etmektir”[68] buyurmuştur.

Yine İslâm’ın şartlarından olan oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek gibi ibadetler na­mazın mana ve muhtevasında gizli olan ibadetlerdendir.

Örneğin namazda bir şeyin yenilip içilmesi namazı bozan durumlardandır. Bu nedenle namaz kılan bir kimse namazın başından sonuna kadar ne bir şey yer ne de içer. İşte bu yönüyle namaz mümin için bir oruç hükmündedir.

Allah Teâlâ insanoğlunun bedeninde, yirmi dört saat kesintisiz hizmet eden üç yüz altmış organ yaratmıştır.[69] İnsanın kendisine hizmet eden bu organların zekâtını ödemesi en aslî görevidir. İşte kılınan beş vakit namaz bu organların zekâtı yerine geçmektedir.

Müminlerin kıblesi olan Kabe, hacıların etrafında tavaf ederek ziyaret ettikleri kutsal mekânlardan biridir. Bu sebeple her mümin, Kabe’yi ziyaret ederek hacı olmanın hasret ve özlemini çeker. İşte insanın içerisindeki bu hasret ve özlemi gideren tek ibadet namazdır. Çünkü mümin Kabe’ye yönelerek namaz kıldığı zaman kendisini o kutsal mekânlardaymış gibi hisseder. Bu yönüyle de namaz mümin için bir hac hükmündedir.

İmâm-l Rabbânî hazretleri [kaddesallahu sırrahu] namazın bütün ibadet çeşitlerini içinde toplayan bir ibadet olduğunun şu sözleriyle açıklıyor:

“Aziz kardeşim! Şunu bilesin ki namaz İslâm’ın ikinci rüknü olup bütün ibadetleri içeren bir ibadettir.

Her ne kadar cüz’î ise de bu toplayıcılık vasfı sebebiyle namaza küllîlik hükmü verilmiştir. Bu yüzden de namazın Hak Teâlâ’ya yaklaştıran bütün ibadetlerin üstünde bir yeri vardır.”[70]

Namaz, Allah’a Yaklaşmadır

Namaz, kulun Allah’a [celle celâluh] yaklaşmak için yaptığı bir yolculuktur. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i Şerifte,

“Namaza durduğun zaman dünyaya veda eden bir kimse gibi ol”[71] buyurmuştur.

Şu halde dünya nevasına ve Allah’tan gayri her şeye veda ederek namaz kılan, kalbi ile Rabb’ine doğru yolculuğa çıkmış demektir.

Bu sebeple namaz için ayağa kalkan kul bütün benliğiyle Allah’ın [celle celâluh] huzurunda olduğunu hissetmelidir. Kılacağı namazla yüce Allah’a yakınlaşmayı istemelidir. Sevdiği ve nefret ettiği her şeyi elinin tersi ile arkaya ittikten sonra her şeyden büyük olduğunu ifade ettiği yaratanına yönelmelidir. Ancak bu şekilde kılacağı namazla Allah’a [celle celâluh] yakınlaşabilir.

Ebû Saîd el-Harrâz hazretlerine [rahmetullahi aleyh], namaza nasıl girileceği sorulunca,

“Kendini kıyamet günü Allah’ın huzurundaymışsın gibi kabul et. Rabb’inle aranda hiçbir tercüman olmadan, huzurunda bulunduğunu ve O’nun sana yönelmiş olarak nazar ettiğini; senin de O’na münâcâtta bulunduğunu düşün. En büyük melikin huzurunda durduğunu unutma”[72] demiştir.

Namaz, Bir Duadır

Namaz kelimesinin Arapça’sı olan “salât” aynı zamanda, Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, insanlardan dua manasına da gelir. Bu demektir ki namaz kılan kimse için Allah’ın [celle celâluh], meleklerin ve müminlerin salâtı bulunmaktadır. Allah’ın [celle celâluh], namaz kılan müminlere salâtı, kılınan namaz ile onların hata, kusur ve günahlarını affetmesiyledir. Meleklerin salâtı, namaz kılanların bağışlanmasını dilemeleriyledir. Müminlerin salâtı ise namaz vesilesiyle birbirlerine duada bulunmaları ve bağışlanma dilemeleriyledir.

Nitekim namaz kılan kişi “(Rabbim!); Bizi doğru yola ilet (Fatiha 1/6); “EyRabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmız’sın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 2/92); “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! (Bakara 2/201); “Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana babamı ve inananları bağışla” (İbrahim 14/41) diye duada bulunmaktadır.

Namaz bu yönleriyle bir çeşit dua olsa da müminin istediği zaman yaptığı bir dua çeşidi değildir. Dolayısıyla insanın normal zamanlarda yaptığı duanın namazın yerini tutacağı söylenemez.

Namaz, Yardım Dilemektir

Müminin namaz kılarak Cenâb-ı Hak’tan yardım istemesi, isteklerine karşılık verilinceye ve musibetlerden kurtuluncaya kadar namazı vesile kılarak Allah’a [celle celâluh] sığınması demektir. Bu hususta Allah Teâlâ âyet-i kerimede,

 

“Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah’a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir” (Bakara 2/45) buyurmaktadır.

Âyet-i kerimede nefsin arzularını terketmek ve günahlardan kaçınmak gibi nefse ağır gelen ko­nularda sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dilenilmesi istenmektedir. Çünkü insan namaz kılarak Allah [celle celâluh] ile olan bağını, sabırla da irade ve özgüvenini sağlamlaştırarak nefse ağır gelen durumlar karşısında azimli ve dayanıklı olduğu sürece Allah’ın yardımı onunla beraber olacaktır.

Rivayet olunduğuna göre Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bir şey kendisine ağır geldiğinde hemen namaza durur ve,

 

“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki Al­lah sabredenlerle beraberdir” (Bakara 2/153) âyetini okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi.[73]

Namaz, Beden ve Ruh Sağlığını Korur

İnsan beden ve ruhtan ibaret bir varlıktır. Dolayısıyla ruh ve beden birbirini etkilemektedir. Ruhun güzelliği ve temizliği bedene, bedenin sağlık ve sıhhati de ruha yansımaktadır. Bu nedenle Allah [celle celâluh] ve Resûlü’nün yapılmasını emrettiği her ibadetin, beden ve ruha etkisi vardır. İbadetler bir yönüyle ruh sağlığını koruduğu gibi, bir yönüyle de beden sağlığını korumaktadır.

Beden ve ruh sağlığını koruyan ibadetlerin başında huşu ve huzur ile kılınan beş vakit namaz gelir. Şöyle ki:

İnsan, dünyada huzurlu ve mutlu bir hayatı olsun ister. Bunun için gecesini gündüzüne katarak çalışır. Her türlü maddi imkâna ulaşır. Tam mutluluğu yakaladığını zannederken ansızın malına veya canına gelen bir zarar bütün huzurunu kaçırır. Mutluluğun yerini endişe ve korku alır. Dünya bütün genişliğiyle kendisine dar gelir. Bunun sebebi insanın kalp huzuruna sahip olmayışıdır. Çünkü gönlü Allah [celle celâluh] ile huzur bulan bir insan başına gelen bela ve musibete sabreder. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine razı olur. Haline şükreder. Gönlü her halükârda huzurla dolar. Hiçbir şeyden endişe ve korku duymaz.

Gönlün Allah ile huzur bulması O’nu çok zikretmeye bağlıdır. Zira kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. O’nu anmanın en güzel yolu namazdır. Çünkü namaz Allah’tan gafil olmamak, O’nu daima hatırda tutmak için yapılan bir ibadettir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Beni anmak için namaz kıl” (Tâhâ 20/14) buyurmuştur.

Günlük hayatın yoğun meşguliyetleri içinde Allah’ı unutmamanın ve O’nu sürekli hatırda tutmanın en güzel yolu beş vakit namaza devam etmektir. İnsan namaz sayesinde Allah Teâlâ’nın her an kendisini gördüğünü ve yaptıklarından haberdar olduğunu bilir. Böylece kendisini isyana sevkedecek en ufak bir günahı bile işlemekten çekinir. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Bu sebeple insanların hem sevgisini hem de güvenini kazanır. Kendisi namaz ile huzur bulduğu gibi, çevresindeki insanlara da huzur verir.

Namaz, sadece ruhun değil bedenin de huzur ve saadet kaynağıdır. Zira her gün belirli vakitlerde eda edilen namaz, insan sağlığını koruyan en önemli ibadettir. Çünkü namaz kılabilmek için bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması şart koşulmuştur. Dolayısıyla her gün düzenli olarak beden ve elbise temizliğine dikkat eden bir kimsenin hastalığa yakalanma ihtimali çok düşüktür. Yine namaz, vücut organlarının hareket etmesine, eklemlerin ve kasların gerilip gevşemesine imkân sağladığı için vücudun zinde kalmasını sağlayan bir ibadettir.

Halbuki namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün ömür sermayesini, ahirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette bâkileştirir.[74]

Bedîüzzaman Said Nursi [rahmetullahi aleyh]

 

Namaz, Ahlâkı Güzelleştirir

Şuurla kılınan namazın, ahlâkın güzelleşmesinde büyük etkisi vardır. Çünkü huşu ve huzur içerisinde günde beş defa Allah’ın huzuruna duran bir mümin başkalarına zarar vermekten haya eder. Her türlü fühşiyat ve kötülükten uzak durur.

Bunun hikmeti müminin namaz sayesinde ihsan mertebesini elde etmesidir.

İhsan nedir? İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk etmektir. Çünkü her ne kadar biz O’nu görmesek de O bizi görmektedir.[75]

Bu mertebeye ulaşmış bir mümin her an Allah ile beraberdir. Böyle bir kimseden, değil bir insana, karıncaya bile zarar gelmez. Elinden ve dilinden bir zarar gelmeyeceği hususunda insanlar güvende olur. İşte şuurla kılınan namazın neticesinde elde edilen güzel ahlâk bu olsa gerektir.

Namaz, Koruyucu Kalkandır

Namaz insanı dinin çirkin gördüğü bütün kötülüklerden koruyan bir ibadettir. Cenâb-ı Hak namaza böyle bir hususiyet vermiştir. Nitekim yüce Mevlâ âyet-i kerimede,

 

“Şüphesiz namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor” (Ankebût 29/45) buyurmaktadır.

Namazın insanı her türlü kötülükten ve edep dışı hareketlerden alıkoyması, huşu ve huzur içerisinde kılınmasına bağlıdır. Ancak namaz, Cenâb-ı Hakk’ın kesin bir ifadeyle kılınmasını emrettiği bir ibadet olduğu için, huşu ve huzur içerisinde eda edilemese de terkedilmeksizin kılınmalıdır.

Rivayet edildiğine göre adamın biri Peygamber Efendimiz’e [sallallahu aleyhi ve sellem] gelerek,

“Yâ Resûlallah, falan adam gece namaz kılıyor, sabah olunca da hırsızlık yapıyor (Bu kişi hakkında ne dersiniz?)” diye sorduğunda,

Resül-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Merak etme, o namaz onu pek yakın bir zamanda söylediğin o günahtan kurtaracaktır” buyurdu. Nitekim öyle de oldu.[76]

Namaz, Günahlardan Arınmadır

Namaz, insanı her kötülükten alıkoymasına rağmen, insan nefsine ve şeytana uyarak yine günah işleyebilir. Bu durumda yapılması gereken tek şey abdest alıp namaz kılarak Cenâb-ı Hak’tan günahın affını dilemektir. Çünkü vaktinde ve şartlarına riayet edilerek kılınan beş vakit namaz günahlara kefarettir. Nitekim yüce Allah âyet-i kerimede,

 

” Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır” (Hûd 11/114) buyurmaktadır.

İnsan nasıl bedeni ve elbisesi kirlendiğinde, onları bol su ile yıkamak suretiyle temizliyorsa, bir günah işlediği zaman da namazla kalbini günah kirlerinden temizlemelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] herkesin bildiği ve kabul ettiği bu gerçekten hareketle namaz kılan mümini evinin önünde akan bir nehre günde beş defa girip yıkanan kimseye benzetmiştir.[77]

Enes b. Mâlik [radıyallahu anh] anlatıyor,

“Bir ara mescidde Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] ile birlikte oturuyordum. Bir adam Resûlullah’ın yanına gelerek,

“Ey Allah’ın Resulü, ben cezayı gerektirecek bir günah işledim, bana cezamı verin” dedi. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] o adama bir şey söylemedi. Sonra hep birlikte namaza durduk. Namazdan sonra aynı adam Resûlullah’ın yanına gelerek,

“Yâ Resûlallah, ben cezayı gerektiren bir iş yaptım, cezamı verin” dediğinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz ona,

“Bizimle birlikte namaz kıldın mı? buyurdu. Adam,

“Evet, yâ Resûllallah, kıldım” diye cevap verince, Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] ona,

“Şu halde, Allah senin günahını bağışlamıştı?[78] buyurdu.

Namazın günahlara kefaret olması huşu ve tâdil-i erkâna[79] riayet ile kılınmasına bağlıdır. Huşûdan maksat, namaz kılanın bütün benliğiyle Allah’a [celle celâluh] yönelmesidir. Bunun görünürdeki esası, namazın bütün rükünlerini hakkıyla yerine getirmektir.

Bir mümin, namazını huşu ile kılmaya devam ettiği ve büyük günahlardan uzak durduğu sürece kıldığı namaz günahlarına kefaret olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Bir müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşu içinde ve rükûunu da tam yaparak namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe, bu namaz önceki günahlarına kefaret olur. Bu her zaman böyledi[80]  buyurmuştur.

Büyük günahlar ile kul hakkı için ise, samimi bir tövbe ve hak sahibinden helâllik almak gerekmektedir.

Namaz, Müminin Mi’racıdır

İnsanı günahlardan arındırıp Allah’a [celle celâluh] yaklaştıran namaz, müminin mi’racıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazın müminin mi’racı olmasını şöyle izah etmiştir:

“Mi’rac gecesi cennette, âlemlerin efendisi Resûl-i Ekrem’e [sallallahu aleyhi ve sellem], bahşedilen rü’yet (Allah’ın cemâlini görme) nimeti, dünyaya indikten sonra, dünyanın haline uygun olarak namazda gerçekleşmiştir. Bu sebepledir ki Resulullah Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

‘Namaz müminin mi’racıdır’[81] buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’e gerçek anlamıyla tâbi olan büyükler de namazdayken bu dünyada rü’yet nimetinden bolca nasiplenirler. Rü’yete elverişli olmadığı için bu dünyada rü’yet mümkün olmasa da ondan nasiplenmeleri mümkün olmaktadır. Eğer Allah Sübhânehû namazı emretmeseydi maksudun yüzündeki perdeyi kim kaldırırdı! Maksuda ulaşma konusunda sâlike kim rehberlik ederdi!”[82]

Namaz, Hastalara Şifadır

Ebû Hüreyre [radıyaliahu anh] anlatıyor:

Bir defasında Allah Resulü [sallallahu aleyhi ve sellem] namaza erken kalkmıştı. Ben de ona uyarak erken kalktım ve (biraz) namaz kıldıktan sonra Oturdum. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem] bana dönerek,

“Karnın mı ağrıyor!” buyurdu. Ben de,

“Evet, yâ Resûlallah” deyince, Resûl-i Ekrem bana hitaben,

“Kalk namaz kıl, çünkü şüphesiz namazda şifa vardır” buyurdu.

İmam Sindî [rahmetullah aleyh] bu hadisin açıklamasında bizlere şu bilgiyi vermektedir:

“Namaz, çoğu zaman kalp, mide ve bağırsak hastalıklarını tedavi eder. Aynı zamanda insanı her türlü stres ve sıkıntıdan kurtarır. Bunun sebebi şu üç şeydir:

Birincisi, namaz, Allah’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Yani namaz feyiz ve bereketiyle hastalıkları defetmektedir.

İkincisi, namaza duran kişi, kendisini ibadete verdiği için hastalığın verdiği acıyı daha az hisseder (Bu onun için büyük bir moral kaynağı olur). Böylece kendisine bir kuvvet gelir. Zira uzuv ve organların kuvveti hastanın kendisini iyi hissetmesine bağlıdır. Bunun ise hastanın iyileşmesinde büyük etkisi vardır. Nitekim uzman doktorlar, zayıf organı kuvvetlendirerek, az çalışanı ise uyararak normal çalışmasına döndürmek için her yola başvururlar. Bazan hastayı sevindirip ferahlatmakla, bazan utandırıp mahcup etmekle ve korkutmakla, bazan da efkârını ve üzüntüsünü gidermek için geçici dünya hayatından sonra ebedî ahiret yurdunda daha mutlu olacağını hatırlatarak, onu daha önemli şeylerle meşgul etmekle tedavi ederler. İşte namazda bütün bunlar, hatta daha fazlası mevcuttur. Çünkü namaz kılan bir kimse (azap âyetlerinde) korkuyu, (rahmet âyetlerinde) ümidi ve (ahiretten haber veren âyetlerde) ahiretin hallerini müşahede eder. Birçok müzmin hastalık bu düşüncelerle şifa bulur. Kısaca namaz Allah’ın izniyle birçok hastalığa şifa olur.

Üçüncüsü, namazın hareketlerinden olan ayakta durmak, rükû yapmak, secde etmek ve oturmak gibi pozisyonlar birçok ekleminin hareket etmesini sağladığından vücut sağlığına büyük yararı vardır. Namazdaki hareketler sindirim sisteminin çalışmasına yardımcı olduğu gibi uzun tutulan secdenin nezleye ve burnun açılmasına faydalı olduğu da bilinmektedir. Diğer taraftan huzur ve huşu içinde ifa edilen namaz, birçok keder ve üzüntünün giderilmesine, evham ve zararlı kuruntuların dağıtılmasına, pis düşüncelerin ve kötü emellerin son bulmasına, öfke ateşinin sönmesine, manevi huzur ve gönül rahatlığına vesile olmaktadır.[83]

Namaz, Toplumu Birbirine Kaynaştırır

Namaz sadece ferdî boyutu olan bir ibadet değildir. Cemaatle kılınan farz namazlarla bayram namazlarının ırk, renk, dil ve sosyal statü ayrımı gözetmeksizin, her sınıf insanı bir araya getirerek Cenâb-ı Hakk’a kullukta aynı safta toplaması bunun en güzel kanıtıdır. Çünkü namazların cemaatle kılınması toplumda eşitlik ve İslâmî kardeşlik duygularını pekiştirir. Kimsenin kimseden üstün olmadığını, gerçek üstünlüğün ancak takva ile mümkün olduğunu ortaya koyar.

Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] namazı cemaatle kılmanın önemine işaret ederek,

“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederek söylüyorum, içimden öyle geçiyor ki, odun toplamayı emredeyim, odun yığılsın. Sonra namazı emredeyim, ezan okunsun. Daha sonra bir adama cemaate imam olmasını emredeyim. En sonunda cemaate gelmeyen adamlara gidip onlar içindeyken evlerini yakayım”[84] buyurmuştur.

Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] cemaatle namaz kılmaya bu kadar önem vermiştir. Çünkü namaz ile bir araya gelen müminler, birbirlerinin hal ve hatırlarını sorarlar. Sıkıntılarını konuşurlar. Sorunları halletmenin yollarını ararlar. Bu şekilde birbirlerinin dertleriyle dertlenir, sıkıntılarına ortak olurlar. En önemlisi Allah’ın yardım ve desteğini üzerlerine çekerler. Bu sebeple Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Allah’ın yardım ve desteği cemaattedir”[85] buyurmuştur.

İşte bir toplumun bütünleşip kaynaşmasının en güzel yolu beş vakit namazı cemaatle kılmalarından geçmektedir.

Hâtem-i Esam bir sözünde,

“Bir vakit cemaat ile namazı kaçırdığımda yalnız Ebû İshak Buhârî bana taziyeye geldi. Eğer bir çocuğum ölseydi en az beni yirmi bin kişi taziyeye gelirdi. Çünkü insanlar nezdinde dinî musibet dünyevî felaketten daha önemsizdir” demiştir.[86]

Namaz, Cennetin Anahtarıdır

Kıyamet günü müminin hesaba çekileceği ilk amel namazı olacaktır. Namazın hesabını veren bir mümin Allah’ın [celle celâluh] rahmetiyle cennete girecektir. Bu yönüyle namaz cennetin kapısını açan bir anahtar gibidir. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Namaz cennetin anahtarıdır”[87] buyurmuştur.

Şu halde namaz kılarak cennetin kapısını aralamak gerekir. Zira cennet öyle bir yerdir ki orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmeyecek nimetler yanında Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede vardır. Geçici dünya hayatında dahi hayat standartlarının yüksek olmasını isteyen insan bu ebedî nimetlere sahip olmak istemez mi?

Öyleyse Allah’a [celle celâluh] iman etmiş kimseler olarak, O’nun rızasını kazanmak ve cennette cemâlini görmek için namazlarımızı hakkını vererek kılmak durumundayız.

İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu], Mevlânâ Abdülhayy’a yazdığı mektupta İslâm’ın beş temel esasından biri olan namazın önemi hakkında şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ’nın, âyetlerin çoğunda cennete girmeye vesile kıldığı salih ameller ile ne kastedildiği konusunda bir tereddüdüm vardı. Yani bunlarla kastolunan bütün salih ameller midir yoksa bunların bazıları mıdır? Eğer hepsi kastolunuyorsa, bunu yerine getirmek gerçekten çok zordur. Çünkü salih amellerin hepsini yerine getirebilenlerin sayısı çok azdır. Şayet bir kısmı kastolunuyorsa, hangileri olduğu meçhuldür ve belirli değildir. Bu konuda bir tereddüt yaşıyordum.

Sonunda Cenâb-ı Hak inayetiyle bana şunu ilham etti. Salih amellerden maksat, İslâm’ın beş temel esasıdır. Bu beş esas layıkıyla yerine getirilirse kurtuluş ve felah umulur. Çünkü bu beş rükün bizatihi salih ameldir. Kötülük ve günahlara engeldir. Şu âyet-i kerime bu mananın açık delilidir:

 

“Hiç şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar”(Ankebût 29/45).

İnsanın bu beş esası yerine getirmiş olması durumunda şükür görevini de yerine getirmiş olması umulur. Şükür gerçekleşince de azaptan kurtuluş sağlanır.

 

“Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azap etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilendir” (Nisa 4/1 47).

O halde, insan bu beş esası yerine getirebilmek, özellikle de dinin direği olan namazı dosdoğru kılabilmek için bütün gücüyle çalışmalıdır. İmkân ölçüsünde, namazın en küçük bir edebini dahi terketmeyi hoş karşılamamalıdır.

Namaz ibadetini tam olarak yerine getiren kişi, İslâm’ın esaslarından büyük bir asla ulaşmış olur. Kurtuluş için sapasağlam ipe tutunarak selâmete çıkmış olur. Allah Sübhânehû başarıya ulaştırandır.[88]


[1]Siraceddin Önlüer, Kalp Alemi, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009,1/163.

[2] Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 2006, s. 31

[3] Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002, 2/453.

[4] Said Nursi, Sözler, İstanbul 2006, s. 245,

[5] İlgili hadis için bk. Buhârî, Cihad, 46; Müslim, İmân, 10.

[6] bk. Hâkim, Müstedrek, 4/250, 251. 18

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/302.

[8] Atâullah İskenderî, Hikem-i Atâiyye, İstanbul: Semerkand Ya­yınları, 2009, s.181.

[9] Şürünbülâlî, Nûrü’l-izâh, s. 43.

[10] Hasta olan bir kimse, namazda rükû ve secdeyi yapmaya gücü yetmezse, namazını oturduğu halde ve ima ile kılar. Yani, başı ile işaret ederek kılar ve başını secde için rükûdan biraz daha aşağı eğer. (Başı ile ima yapmaktan) âciz olan hastanın, gözü ile kalbi ile kaşı ile ima etmesi caiz olmaz. Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivayette ise, hasta olan kimsenin gözü ile veya kaşı ile imâ etmesi caizdir, İmam Züfer ise, o kimsenin kalbi ile ima etmesini de caiz görmüştür. İmam Şafiî’nin görüşü de bu yöndedir, (bk. İbrahim Halebî, Halebi Sagir, s. 168).

[11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, 2/194.

[12] Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikîn, 78, 79; Tirmizî, Salât, 187.

[13] Ebû Davud, Salât, 149; İbn Mâce, Salât, 241; Hâkim, Müstedrek, 1/262.

[14] Ebû Davud, Salât, 9; İbn Mâce, Salât, 233.

[15] Zebîdî, İthâfü’s-Sâde,3/17.

[16] Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr. 3611; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 18890.

[17] Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 178.

[18]

[19] Buhârî, İmân, 1,2; Müslim, İmân, 19, 22.

[20] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 1/207; Şeblencî, Nûrü’l-Ebsâr, s. 30; Abdülmecid Hâni, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 39.

[21] İbn Hacer, el-Askalânî, Fethu’l-Bâri, 2/4.

[22] Nesâî, Nisa 7/62 (nr. 3950).

[23] Ebû Davud, Edeb, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/364; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, nr. 6214.

[24] Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 544.

[25] Havâss-ı hamse olarak bilinen beş şey şunlardır: Basar (görmek), semi’ (işitmek), sem (koklamak), zevk (tatmak) ve lems (dokunmak).

[26] Buhârî, Mevâkîtü’s-Salât, 6; Müslim, Mesâcid, 51.

[27] Ted’îf sözlükte, “bir şeyi çoğaltmak, kat kat yapmak” demektir. Buna göre ted’îf sırrı, elli vakit namazın sevabını beş vakit na­mazda açığa çıkarmaktır.

[28] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 5/154.

[29] Gazâlî, İhya, 1/381.

[30] Gazâlî, İhya, 1/341.

[31] Seyyid Abdülhakim Hüseynî, Sohbetler, İstanbul: Sey-Tac Ya­yınları, 2006.

[32] Taharetten maksat, namazın şartlarından olan hadesten taha­ret ile necasetten taharettir.

[33] 33 Tirmizî, Edeb, 41.

[34] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 3/197; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, 2/12.

[35] Konuyla ilgili hadisler için bk. ibn Mâce, Taharet, 132; Ebû Davud, Libas, 31

[36] Gazâlî, İhya, 1/382.

[37] Burada develerin zekâtı kastedilmektedir. Çünkü 145 deveden itibaren 224′e kadar beşer deve zekât verilir.

[38] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 2/336.

[39] Müslim, Birr ve Sıla, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/484-539.

[40] Sühreverdi, Avârifü’l-Maârif, s. 181.

[41] Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 542; Gazâlî, İhya, 1/351.

[42] Taberânî,   Mu’cemü’l-Kebîr,   17/915;  Taberânî,   Mu’cemü’l-Evsat, nr. 7943; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 3/222.

[43] Serrâc, el-Lüma’, s. 145.

[44] Peygamber Efendimiz’e iman etmiş müminlerin kalplerini kibirden, riyadan ve her türlü kötülükten temizleme ve ıslah etme özelliği verildiği gibi, onun vârisleri olan Allah dostlarına da bu özellik verilmiştir.

[45] Süyûtî, Câmiu’s-Sagîr, 1/145.

[46] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009,2/381.

[47] Ayakta duramayan kişi oturarak tekbir alabilir.

[48] Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 190.

[49] 49 Gazali, Bidâyetü’l-Hidâye, s. 79.

[50] Müslim, Salât, 38-40; Ebû Davud, Salât, 132; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 1;İbn Mâce, Edeb, 52.

[51] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 1/43.

[52] Remel, tavafın ilk üç şavtında, erkeklerin kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve hızlı yürümesine verilen isimdir.

[53] Cürcâvî, Hikmetü’t-Teşrî ve Felsefetühû, s. 82, 83.

[54] Buhârî, Ezan, 134; Müslim, Salât, 226.

[55] Gazali, Mükâşefetü’l-Kulûb, s. 261

[56] Şa’rânî, Fethu’l-Mübîn, s. 38.

[57] Ebû Davud, Salât, 182; Nesâî, Tatbik, 15. 60

[58] Müslim, Salât, 42

[59] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/376.

[60] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/376.

[61] İlgili hadis için bk. Müslim, Zekât, 53; Mesâcid, 142.

[62] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 5/154.

[63] Ahmed Şahin, Yeni Aile ilmihali, Cihan Yayınları

[64] Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002,3/188-190.

[65] Deylemî, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 3611; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl.nr. 18890.

[66] Buhârî, Mevâkîtü’s-Salât, 5; Müslim, İmân, 85; Tirmizî, Salât, 13; Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 1.

[67] Şa’rânî, Fethu’l-Mübln, s. 35.

[68] Tirmizî, Salât, 166.

[69] İlgili hadis için bk. Müslim, Zekât 54.

[70] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbânî, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009,2/70.

[71] İbn Mâce, Zühd, 15.

[72] Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 182; Serrâc, el-Lüma’, s. 143.

[73] Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/206-268.

[74] Said Nursi, Sözler, İstanbul, 2006, s. 26-27.

[75] Müslim, imân, 1,5.

[76] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/447; İbn Hibbân, Sahih, nr. 2560; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 2991.

[77] Buharı, Mevâkîtü’s-Salât, 6; Müslim, Mesâcid, 51.

[78] Buhârî, Hudûd, 27.

[79] Tâdil-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve dü­zenli yapmak demektir.

[80] Müslim, Taharet, 7.

[81] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/497; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 8/134; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 1/266.

[82] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/70.

[83] Sindî, Şerhu Sûnen-i İbn Mâce, 4/98.

[84] Buhârî, Ahkâm, 52.

[85] Ali el-Müttakî, Kentü’l-Ummâl, nr. 1031-1032.

[86] Gazali, ihya, 1/346

[87] Tirmizî, Taharet, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/340.

[88] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/376.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

HUTBE DUALARI

Elhamdülillahi rabbil alemin. Essalatü ves selamü ala rasülüna muhammedin  ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Neşhedü en la ilahe illalahü vahdehü la şeriyke leh. Ve neşhedü enne seyyidina muhammedin abduhü ve rasulühü.

Usiykum bi takvallahi ve taatih. İnnellahe meallezinet tekav vellezine hüm muhsinun. Ve kalellahü teala fi kitabihil kerim.

Euzubillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim.

İlgili ayet.

(hutbe) Türkçe metin.

……………..

Ela inne ahsenel kelam ve eblegal nizam. Kelamullahil melikil azizil allam. Kema kalellahü teala fil kelam. Ve iza kuriel kuranu festemiuleh ve ensitu lealleküm turhamun.

Euzubillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim

İnned dine indellahil islam.

……..

Otur

…….

(sessizce) barekkallahu lena ve lekum ve lisairul mü’minine vel mü’minat vel müslimine vel müslimat el ahyaum minhüm vel emvat innehu  semiun karibun mucibut da’vat.

……….

Ayağa kalk

………

Elhamdulillahi hamdel kamiline vesselatu vessalamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Fe kalellahi teala. İnnellahe  ve melaiketehu yusallune alennebiy. Ya eyyühellezine  amenu sallu aleyh. Sallu aleyhi ve sellimu teslima.

(Hafifce)

Salli, barik.

Allahım islama ve müslümanlara yardım eyle. Vatanımızı ve milletimizi her türlü tehlikelere karşı koru. Bize dünyada ve ahirette iyilikler ve güzellikler ihsan eyle. Bizi, anne babanızı ve tüm inananları bağışla. Şüphesiz sen işiten ve duaları kabul edensin.

Euzubillahimineşşeytanirracim.

Bismillahirrahmanirrahim.

İnnallahe ye’muru bil adli vel ihsani ve iyta izil kurba ve yenha anil fahşai vel münker vel bağyi. Yaizukum leallekum tezekkerun.

Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği akrabaya yardım etmeyi emreder. Kötülüğü, çirkinliği ve fahişliği de yasaklar. Böylece düşünüp tutasınız diye öğütler verir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma