MERHAMET VE ADALET ŞARKISI

ÜLKE YÖNETİMİ VE DENETİMİNDE; ÇOK YÖNLÜ YETİŞTİRİLME, TEVAZU, AŞK İLE SEVMEK, TOPLUMU TANIMAK İÇİN YERE İNMEK, SORUMLULUK DUYARAK FİKİR ÜRETİMİ, ENGİN BİR MERHAMET VE ONUN HALİFESİ OLAN ADALET. SENİ MERHEM OLARAK SATSALAR DA HER YARALIYA SÜRSEM…

I-GİRİŞ

Kanunlar her zaman adaletli olmayabilirler. Hazırlandıklarında %kaç yaparsak adil oluruz denmiyor. Tam tersine kümesteki kazların sayısı belli. Dışardaki kazları kümese tıkarak kazların sayısını artırmak yerine içerdeki kazları %kaç oranında yolarsam ihtiyacımı karşılarım denilerek kanunlar hazırlanıyor (Gelir Politikaları Gn. Md’ne. sorulabilir) varın siz düşünün…

Devlette çalışan birisinin bu kanuni olma ile adil ve merhametli olma gibi iki zıtlığı birleştirebilmesi devleti satma anlamına gelir mi? Uygulamanın mutlaka merhametli yapılması gerektiğini bir devlet adamı kafasına koymalıdır. İki tarafı da üzmeden bir orta yolla hem kanuni olup hem ödenebilir bir makül ile adalet ve merhamet nasıl bulunabilir buna baktık.

II- MESLEK ŞOVENİZMİ KİŞİYİ ADALETTEN KOPARIYOR MU?

İnsanı ya da vergi inceleme elemanını bu çatışma noktasına getiren etkenlerin önemli ve belirleyici olanlarının araştırılması gerekir. Meslekte ilk yılların her rapordan not da alınmasının ve kişinin genç olmasının yarattığı, ideal duyguların çok keskin olması, emeğine ve mesleğine duyduğu aşırı sevgi bir bakış problemi olarak görünmektedir. Bu sevginin oluşmasında mesleki üstünlük düşüncesi, bunu, kurs veren üstadından, gurupta konuştuğu bütün  üstatlarına kadar hemen hemen herkes bu yönde telkinde bulunulmaktadır. Yetiştirilen kişiye meslek önem ve ciddiyetinin verilmesi güzel bir uygulama ve mesleki kişilik ve geleneklerin oluşturulmasına önemli katkılar sağlarken, bu mesleğin halka hizmet için var olduğu (birey odaklı) ve bu kişiye ilgili yasaları adalet ve merhamet kuralları içinde uygulaması gerektiği mesajında aksamalar olabiliyor. Şöyle veya böyle inceleme yaparak ve rapor yazarak kişi bir işe yaradığını hissederken (somut üretim) bunun kanuni olmakla adalet ve merhamet noktasını nasıl birleştireceğini gözden kaçırması, adalet ve olgunlaşmanın genelde mesleki çalışılan yıla göre “nasıl olsa zamanla fikirlerde yumuşama olur” gibi kesinliği tartışmalı bir kayıtsızlığa bağlanması, ileri ki yıllarda iş verimi zaten yavaşlayan inceleme elemanının etkisinin azaldığı düşünülürse, asıl çalışan elemanların genç  kadrolar olduğu, bu yüzden asıl onların eğitimlerinin üzerinde durularak bir an önce onların; adalet, uygunluk, yalnız devletçi değil, devlet ve işletme çıkarları arasında bir tenasübün sağlanmasına (makül) gayret edilmesi fikrine getirilmelerinin daha önemli olduğu mesajının verilmesinin gerektiği sonucuna varılacaktır. Yani burada; başarı ile erdem çatışmasında inceleme elemanı nerede yer alacaktır sorusu temel sorudur!

Eğitim sistemimizin sınava ve seçime dayalı bir seçkincilik üzerine olması, sistemin başarılı – başarısız ayrımında öğrenciyi değerlendirmesi, aileleri de aynı parelelde başarılı-başarısız ayrımıyla evladını değerlendirmeye itmekte ve erdemli – erdemsiz ayrımı olmadığı için yanlış mesajlar ileride iş sahibi olunduğunda da aynı davranış kalıbında iş yapmaya insanı götürüyor ve artık kişi kanuna uyarak farkında olmadan veya devlet adına haksızlık yapabiliyor.

II- AHİLİK ANLAYIŞININ IŞIĞI

İnsanın, kendisi ve yaşamı bir sanattır. Zenaat değil. Ahilik ise bilinen bir örgütlenmenin yanında bir insanlık sanatıdır da. Bu bu öz değerlerimizden nasıl istifade ederiz diye düşündük

Toplumun ya da zamanın neresinde olursanız olunuz, insan çalıştırmanın vazgeçilmez şifresi olarak mutlaka AHLAK’a ihtiyacınız olacak. Ahlak ise adalet olmadan gerçekleşmez. Bunun için devlet ile özel sektörün çıkarları arasında bir dengenin mutlaka sağlanması gerekir. Verginin kaçırılması yanlış olduğu kadar, verginin ve emeğin kutsallaştırılarak incelemelerin zülme dönüşmesi de yanlıştır.

Bir inceleme elemanının (veya herhangi bir yöneticinin) devletten bakarak halkı veya işletmeyi tanıması büyük bir eksikliktir. Bunun için incelemeyi yapanın da damdan düşmesi gerekir!

İşte bu empatiyi yapabilmek, onu anlayabilmek ve yasaları iki tarafa da merhamet ederek uygulayabilmek için onun gibi, işletmenin içinde bir müddet yaşamak gerekir.

III-BİR ÖNERİ

Önerimiz:

Merkezi denetim elemanlarının yetiştirilmesinde üstad – muavin şeklindeki uygulamalı eğitim ve öğrenimin yalnızca devlette olmaması, kime raporu yazacaksanız onun sorunlarını da idrak edebilmeniz için onun içine girmeniz gerektiği, yani özel sektörde de ikişer aylık iki uygulama şeklinde staj yapılmasının vergi inceleme elemanlarının adalet anlayışında çok şeyleri değiştireceği  düşünülmektedir.

Vergi inceleme elemanlarının muavinlik dönemlerinde iki defa ikişer ay büyük işletmelerde genel müdür muavinlerinin yanında dönüşümlü staj yapmaları, gerekliliğin de ötesinde bir elzemlik taşımaktadır. Bu onu anlama anlamında güzel bir damdan düşme olacaktır.

Genel bir ifadeyle, devleti yönetenler ya da bir şekilde görev alanlar da onlar gibi damdan düşmelidirler ki; üzerine karar aldıkları halkın ve işletmelerin sorunlarını, zorluklarını anlayıp birey merkezli adaletle hizmete yönelebilsinler.

IV- ÇOK YÖNLÜ YETİŞME VE TEVAZU İLE SEVMEK; TOPLUMU TANIMA, FİKİR ÜRETİMİ, MERHAMET VE ONUN HALİFESİ ADALET İÇİN OLMAZSA OLMAZ GÖRÜNÜYOR

Bir vergi inceleme elemanının ayrıldıktan sonar neden sürekli teknik kadrolarda kaldıklarının bir genel müdür yardımcısı veya genel müdür olamadıklarının gerekçesi buralarda yatmaktadır.

Verilen konferans ve eğitimler vergi mevzuatının dışına çıkmamaktadır. Halbuki işletme üretimden satışa, satıştan personel politikasına kadar onlarca yönü olan kompleks bir yapıdır.

Üretim, kar unsuru yanında bir üretim ahlakını da gerekli kılar. Tek yönlü yetişme dar bir alana inceleme elemanını sıkıştırıyor ve onu çok yönlü bir vizyondan mahrum ettiği gibi halkına karşı sosyal sorumluluklarından da uzaklaştırıyor. Maaşı devletten almak yanız ona helal ettirmek halka da kazık atmak olarak algılanıyor.

Halbuki olgun kişilikler daima bir konuda uzmanlaşsa bile ilgili diğer bütün dallar hakkında da fikir üretebilecek seviyede bir bilgi ve beceriyi gerekli kılar. Bu olmayınca denetim birimleri “vergi dairesi” gibi çalışır hale gelir ki sadece istatistik doldurulan birimler olurlar. Halbuki bu birimlerin ülke politikalarının oluşturulmasında aktif rol almaları bir sorumluluk ve görevdir onlar için. Gelir politikaları genel müdürlüğünün varlığı hiç kimsenin sorumluluğunu kaldırmaz. Bu genel müdürlüğü kim kurdu? Insanları ve kurumları sorumsuzlaştırıyor. Bu yazı ise buna bir isyandır…

Üst düzeyin her konuda iyi yetişmeleri gerekir. En temel sorun bilgiden ziyade sağlam ve pervasız bir kişilik ihtiyacı olarak görünüyor. Çok iyi pişmiş tuğlalarla bina yapılmaz. Onun harcının da iyi olması gerekir. O harc çok geniş bir kavram olan ahlakın içindeki tevazu, merhamet ve onun duracağı yer olan haifesi adalettir. Her mesleğin kanun sınırlarında bir oynama alanı vardır. Ve “çobanın canı isterse tekeden yağ çıkarır”

 Bir miktar istatistiğin yanına 5 gün ziyaret, 3 gün konferans, 5 gün belediye otobüsüne binme, insanlığı hatırlama diye yazılabilmelidir. Ayrı servis ve lojmanlar bir felaket toplumdan koparıcı unsurlar olarak görünüyor. Terkedeni öpeceğim..

Adalet konusunda %1, %3, %4 oranında üç ayrı fire oranı almış bir inceleme elemanının üçünün de karma bir ortalamasını alabilir elbette. Bu doğrudur ve yasaldır. Ancak adaletli olup olmadığı şüphelidir. İkinci olarak istatistikte alınacak ortalamalarda en düşük alt ve üst sınırlar ortalamaya dahil edilmezler. Bu yönteme uyduğunuzda %1’i dışarıda bırakırsınız ki kanunun bu konuda size yapacağı hiç bir şey yoktur ve siz devleti satmış da olmazsınız. Ama bu yöntem hem bir merhamettir hem de adalettir. Üstelik itiraz halinde de hukuken sağlam bir rapor olur.

İncelemenin derinliği konusu ise bambaşkadır. Büyük işletmelerde örnekleme yapmak zorunda olduğunuz gibi belli yüksekliğin üstündeki kalemleri seçme mecburiyetiniz de vardır. Rastladığınız belli ve önemli bir matrah farkını yeterli bulup incelemeyi bununla sonuçlandırmanızı hiç kimse ne anlar ne de anlasa bir şey der. Bunu bir merhamet olarak uyguladığınızda da ülkenizi satmış da olmazsınız.

Son olarak inceleme uzlaşma ve itirazıyla bir bütündür. Diyelim ki incelemede ulaştığınız rakamlar çok uçuk oldu. Örneğin takdir sonucunu yüksek hissediyorsunuz. Bunu uzlaşma komisyonu bilmez. İnceleme elemanı komisyon başkanının ziyaret edip “sayın üstadım, rakamlar şu şu nedenlerle yüksek geldi, ben de bir şey yapamadım, adalet ve merhamet için bir miktar vergiden de düşülmesinin uygun olacağını düşünüyorum” deme cesaretini ve inancını gösterebilmelidir. İşte bu hem adalettir hem de merhamettir. Kişilikler merhamet ve adaletle yoğrulursa halka hizmete dönüşür ki asıl kazancı helal ettirme budur. Devlete nalıncı keseri gibi tek taraflı yontmak ise bir helal değil zulmün kendisidir. Adalet ise insan davranışlarının en temel müşevvikidir. Siz adil olmayı bilin, vergi dairelerine değil mükellefe bir banka hesap numarası vermek yeter o zaman. Denetleyiciler de varsın işsiz kalsın..

V-SONUÇ; SAVCI MI HAKİM ROLÜ MÜ?

Davranışlara yön veren temel soru şudur; İnceleme elemanı savcı rolü mü oynamalıdır? Yoksa hakim rolü mü oynamalıdır?

Bize göre savcı rolü, zulmün ana kapısıdır. Hem savcı hem hakim rolü de anlamsızdır. Gerçek bir adalet ve uygulanabilir ya da “ödenebilir bir makul”e varmanın yolu hakim rolüne soyunmakla elde edilebilir.

İşte şimdi hakim rolüne soyunabilirsiniz.

Aksi halde her türlü uygulama istemeden de olsa dayatmayla sonuçlanmaktadır.

Devletten bakarak, halk ya da işletme anlaşılmaya çalışıldığı için;

-ya devlet,

-ya vergi,

-ya da emek putlaşmaktadır.

Bu ise yönetici ya da denetleyiciyi “halka hizmetten” uzaklaştırıp yukarıdaki hayali putlara hizmete yöneltmektedir. İşte zulüm bu yanlış anlayışlardan kaynaklanmaktadır.

Kastımız devlet ya da özel sektör taraflılığı değil elbet. Amacımız adil ve “ödenebilir makul”lerin yakalanabilmesinin alt yapısının nasıl oluşturulacağı noktasındadır. “Ahlaklı ol” demekle ahlaklı olunmayacağı gibi, “adil ol” demekle de adil olunmaz. Ahlakın ve adaletin alt yapısının oluşturulması için onun gibi yaşanması, aşkla sevilmesi ve iradi olarak ne yapabilirim denilmesi gerekir.

Sorun ise; Sizin karşı taraf gibi yaşayarak onun anlamaya çalışmanız ve onun ölçülerine göre davranmanız gerektiğini hissetmemenizdedir. Hala devletten halkı ve işletmeyi tanımaya çalışıyorsanız yamukluklar buralardan kaynaklanıyor!

Bu yazı Ahiliğin ışığında bu yamuklukların çözümü için kaleme alındı.

Adaletli, cesaretli ve kararlı yöneticilere çok ihtiyaç var.

İşte, insana ve onu yönetenlere bu ihtiyacını hissettirmek gerekiyor.

*

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

dulkadiroğluna güzelleme

senin ne işin var müdürlükte
kes ceza hep kaçakçılıkta
merhamet bırakır mı adamda
bu kalb nerdendir dulkadiroğlu

*

her kimse hoş değil hor görüyor
her bi şeyi alıp koparıyor
rızık ki Allah’tandır bilmiyor
bu darp nerdendir dulkadiroğlu

*

edep kalbin bir inceliğidir
ince latif söz ustalığıdır
hürmet geçmişimin sadıçıdır
bu harp nerdendir dulkadiroğlu

*

su denize kavşur enginleşir
gönül hakka kavşur sakinleşir
hak bilmeyen daim hırçınlaşır
bu sarp nerdendir dulkadiroğlu

*

bende yoksa onda da olmasın
haset mümin ruhu bir sarmasın
yer bitirir iyilik kalmasın
bu şer nerdendir dulkadiroğlu

*

“bizi geçen bizdendir” kim dedi
geçen dahi hazmetmek şiardı
Ahi Evran aleme sultandı
bu er nerdendir dulkadiroğlu

*

kul ahmet der ki sözüm bilene
RAHMAN diler ki, ine dilene
sözün özü HAK yolda olana
bu aşk nerdendir HAKKI’nın oğlu

*

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

şiirin siyaseti

islamda particilik yoktur

ırk üzre dahi olmaz durur

kim ümmetin birliğin terkeder

hak onu azaba düçar eder

*

millete evet milliyetçilike hayır

islam kabul etmez ..çilik nayır

bahçeli projesiz çoban seyir

halk onu gazaba düçar eder

*

metin çobanoğlunu onca yıl denedik

partisi ne ki kendisinden ne bekledik

fırsat verdik mafyaları ihalede gördük

halk sizi seraba düçar eder 

*

AKP ümmetin birleştiği yerdir

“ümmetim yanlışta ittifak etmez”hadistir

Allah “birleşin ayrılmayın” demiştir

HAK sizi hataya düçar eder

*

ehili doğruyu ahlakı bırakan

hemşehrinin kıçını kovalayan

hem Allah’ı rasulü darıltan

HAK sizi belaya duçar eder

*

belli ki kalpler parçalı

sözüm namaz ehline olmalı

ihlası olanlar AKP’de birleşmeli

HAK sizi salaya düçar eder

*

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

merhametin bittiği yerde insanlık ölmüştür

Sevgili Okurlar,

Peygamberimizin Bidat-ı Hasene olan Kutlu Doğum Haftasındayız. Rahmetten, merhametten sevgiden ve müslümanların halinden bahsedeceğiz.

Bir Allah ki, RAHMAN sıfatının eseri olarak yaratığı her şeye merhametini gizli ve açık zerketmiş. En çok neye ihtiyacımız varsa onu en fazla yaratmış. Örneğin hava ücretsiz ve her taraf hava dolu. Su ha keza. Ekmek ha keza. Et alamıyorsanız baklagiller aynı görevi görüyor. Diyeceksiniz ki bugün Afrika’daki açlar ne anlama geliyor. Bunlar modern ve bencil, herkesi düşman gördüğü için silahlanan insanlığın bütününün sorunu. Yani Allah veriyor fakat onu insan dağıtacak. Ortada haksız bir dağılım sorunu var.

O halde sorun düşmanlıksa modern hayat, gerek fert olarak ve gerekse ülkeler olarak sürekli düşmanlık üretiyor demektir. Bu sorunu nasıl aşacağız? Ağzı acılanana tatlı verirler. Düşmanlığın karşıtı sevgidir. Gerçekten herkesi düşman görerek silahlanıp yine herkesi öldürmeye çalışmaktansa, sevgi ile herkese güvenip bir kişinin ölmesine razı olmayı bilmemiz gerekmez mi?

Sevginin oluşabilmesi için insanların ya da halkların birbirini eşit düzeyde görmesi gerekir. Bunun adı ötekileştirmemektir. Her ötekileştirilen aşağı görülendir. Zenginlerin fakirleri, Türklerin Kürtleri, Sünnilerin Alevileri, şehirlerin kazalarını, zeki insanların aptalları, profösörlerin halkını, askerlerin siyasetçileri veya kalıba girmeyen halk kısmını ötekileştirmesi daima aşağı görmekten kaynaklanır.

Ayrı yaşamlar, örneğin ayrı servisler, ayrı lojmanlar, ayrı aidiyetler daima ben farklıyım düşüncesi oluşturur ve kibre yol açar. Kibirse suçların kapısıdır. (Tevazu ise iyiliğin kapısıdır) Bu yüzden bütün yönetici ve askerlerin halkın içinde yaşamaları, onların otobüslerine binmeleri, onlarla komşuluk ilişkilerinde bulunmaları, onların yediğinden yemeleri, onlar gibi giyinmeleri gerekir. Yani, ülkeyi idare edenlerin de halk gibi damdan düşmesi (aynı hayatı yaşaması) gerekir ki onu anlayabilsin ve ona çözüm üretebilsin. “Düşündüğünüz gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi düşünmeye başlarsınız” Hz. Ömer’in çok manidar bir sözüdür.

Onun için toplumsal farklılıkların giderilmesi gerekir. Hiç bir kuruluş mensubu diğerinden daha önemli olduğunu iddia edemez. Fakat 657 niye yamalıklı bohça gibi düşünmek gerekir.

Yapılacak olan bir başka şey de ortak bir paydada buluşmak zorunluluğudur. Törpülenerek değil de farklılıkları hoş görerek olmalı bu payda. Milliyetçilik tam bir kapsam sağlamaz ve daima birilerini dışarıda bırakır dinen de yasaktır. Vatandaşlık birliği de tam bir kardeşlik sağlamaz. Zira kimsenin görmediği yerde vatandaş kazık atar ya da hile yapar. “İyi insan” yetiştirmek ise ona “iyi ahlak”ı yaşama biçimi olarak verebilmekle olur . İyi ahlakı  ise dini bir tabana oturtamazsanız dayanaksız kalır. Dini tabanın iki temel unsuru ise: Allah’a iman ve Ahiret merkezli Allah Korkusudur.

Ahlakın temelinde iki temel unsur sevgi ve merhamettir. Sevgi makamı, makamların en üstünüdür. Ancak “Allah’ın oğlu” demek bir sevgi sapmasıdır. Yani aşırılık bir sapmadır. Bu “çok sevmek sapmadır” demek anlamına gelmez. Siz Allah’ı çok sevebilirsiniz buna bir engel yok. Peygamberi de Allah rızasının içinde olmak kaydıyla canınızdan çok sevebilirsiniz. Sorun olan şey, peygamberi haşa Allah yerine koymak ya da şeyhi peygamber yerine koymaktadır.

Cenabı Hakkın zatının sevgisi bütün mahlukata yansımıştır. Bir hadiste : “ben bir gizli hazine idim. Bilinmekten hoşlandım (ahbeptu-muhabbet besledim) mahlukatı yarattım ki bilineyim” buyuruluyor. Yunusu dinleyelim:

Çalab’ın dünyasında bin bir türlü sevgi var.

Kabul et kend’özüne gör hangisi layıktır.

Tarihte ilk yazılan kitaplar sevgi ile ilgilidir. Herkesin yaşadığı hal onun sevgisi olarak tanımlanır. Sevginin tanımı merhametle özdeştir. İnsan canlı hayvanata karşı sevgisini merhametle gösterir. Hangi merhameti ele alırsanız alınız o sizi sevgiye ulaştırır. Elektronlar bile sevgi sayesinde dönüyor ya da çekiyor. Muhabbetle aşk arasındaki farkı da iyi bilmek gerek.

Bir soru. Meşru sevgi ne acaba? Bunun iman ve ibadetle ilişkisi nasıl olabilir?

Cenabı Hak bazen bir kulunu kendine çekmek ister ve onun kalbine bir sevgi tohumu atar. Artık o kişi Allah’a aşık olarak cezbe içinde ibadet etmeye başlar, deli divane olur. Bu kişi yardım gördüğü için bunun derecesi çok yüksek sayılmayabilir. Bir de bir adam vardır ki hiç bir olağanüstü olay yaşamamıştır, perdeler açılmamıştır ve sakince kendi halinde ibadet eder durur. İşte bu adamın imanı öncekinden daha kıymetlidir ve derecesi yüksektir. Fecr suresinin son ayetlerinde sevginin yönü önce Allah’tan kula, sonra kuldan Allah’a diye tanımlanmıştır.

İnsan kendi kesbi ile de yol almaya çalışırsa da, Allah’a çok muhabbet duyabilen birisi bu yolu füze hızıyla kat eder ve ötekini geçer. Ancak temel olan meşru sevgi, kişinin cehdi gayreti ile ulaşacağı yer olarak tanımlanır. Bu mealde TAKVA’da kişinin elindedir. Ayette “Allah katında en üstün olanınız en takva olanınızdır” buyuruldu. İşte asıl yarışılacak alan budur. Bu, bir muhabbetin mukaddimesi gibidir. Zühd, sabır, tevekkül, rızık, nasib, kadere  rıza, günahtan kaçınma gibi hasletler gelip geçici olmayan hasletler olmalı ve kişi bunu daima bir “HAL” olarak yaşayabilmelidir. Bunlar ahlak ve edep olarak uygulanırken temeli Kuran ve Sünnete dayanmalıdır.

Hangi merhameti ele alırsanız alınız o sizi sevgiye ulaştırır demiştik. Her merhamet iyiyi, güzeli, doğruyu ortaya çıkarabilmelidir. Değilse tevhidi anlayışın dışında kalıyor demektir. Bu anlayış “Allah’ın hoşnutluğunu en büyük değer olarak kabul eden bir anlayışla olabilir ancak. “Demek ki takvadan gelen bir sevgi ve merhamet yapısına ulaşmış kişinin iyi bir müslüman veya mü’min olması beklenir.

Şu Hadis’e bir göz atalım: “Mü’min ülfet eden ve kendisiyle ülfet olunan kimsedir” İşte bu özellik, müslümanı canlı Kuran yapıyor. Şu kıymetli söze bakalım: “Mümin bulunduğu yerde İslam’ı temsil edendir”

Bir Hıristiyan ya da Yahudi, yahut bir ateist de fert olarak merhametli olabilir kuşkusuz. Bugünkü İncil’lerde veya  Tevrat’ta da merhametle ilgili ya da yardımlaşmayla ilgili konular hala var şüphesiz. Hatta Konfüçyüs dininde, yada Budizm’de de benzeri şeyler var. Ancak insanı merhamet seviyesine getirecek bir modelden yoksun oldukları için toplumsal bazda merhameti yakalayamıyorlar. Eğer merhamet gerçekten eğitimle öğretilebilir bir şey olsaydı bugün batıdaki suç oranlarındaki artışı nasıl açıklayacağız? I. Ve II. Dünya savaşlarında 15 ve 54 milyon insan öldü. Kamboçya’da Kızıl Kımer’lerin denetiminde Pol Pot yönetimi milyonlarca insanı öldürüyor, yetmedi yakıyor, yetmedi asıyor, yetmedi dövüyor… Nasıl bir insan tipi Allah aşkına! Düşünebiliyor musunuz?

Adam karısını bıçaklıyor, atılan bıçak sayısı bir önceki olayda 20, son olayda 51 idi. İki bıçak, bilemedin üç bıçak öldürmeğe yeter. Geriye kalanı hangi kin ve nefretle açıklayacağız? İşte bunlar insanlığın bittiği yerlerdir…Bunu yapanlar da sorsanız elhamdülillah müslümanım diyenlerdir.

Biraz eleştirelim şu müslümanları. Sünnet deyince neden sadece sağ tarafa yatmak, diş fırçalamak, sağ ayak ile camiye girmek akla geliyor da, neden merhametli olmak ya da yalan söylememek sünneti akla gelmiyor. Sorun ne? Neden din hayata geçmiyor? Dini anlama sorunumuz mu var? Merhamet diyoruz fakat merhametli olamıyoruz. Hadiste “din merhamettir” buyurulmadı mı?

Irak’ta  öldürülen bir milyon müslümanın bir kısmını işgal güçleri öldürdü fakat bir kısmını da müslümanlar kendi kendilerine yapmıyor mu? Afganistan’da Sovyet işgali varken birleştiler ve mücadele ettiler. Sonra birbirine düştüler. Düşman varsa iyi, yoksa kötü. Herkese bir şeytanı nerden bulacağız? Hazreti Ali’ye karşı çıkan Harici zihniyeti hala yaşamıyor mu? Ebu Cehil’ler ortalıkta hala gezmiyor mu?

Sonuç: Müslümanlar bir fetret devri geçiriyorlar. Merhameti, kalbi, aklı, tasarrufu, rızka razı olmayı, nasibi, beş vakit namazı, Allah’ı, peygamberi, unuttular. Dinin özünü, ne dediğini unuttular. Anlamak istediğini anlamak istiyorlar. Kapitalizmin kucağına oturarak dünyevileştiler. Ahiret çok uzaklarda kaldı. Kendi değil hep başkaları ölecek. Rızkı Allah değil kendi kopararak, sürekli risk alarak alacak. Sürekli risk alınca fakirlere bir şey kalmayacak. Ona da “onlar zaten tembeldir” diyecek ve bir gün burnunun üstüne çakılana kadar böylece gidecek.

İşte neden “ölmeden önce ölünüz” “ölmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” “İnsan mezarda uyanır” buyuruldu hadislerde?  İşte işi mezara bırakmayanların kurtulabileceği umulur. Bu yazıları sabah namazı için yüzünüze serpilmiş bir su kabul edin de birlikte uyanalım sevgili dostlar. Değilse çok geç olacak. Arkadaşı defnedip aynı hayata devam etmek, affedilmez bir hata olmaz mı?

*

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

insan; iyilik ve merhametle insan olur…

Bir “insan”ı yazana:

*

Aptallar bilgisizliğinden aptal olmazlar
Cesaretsizler ki aptal diye yazılırlar
Hak mı dedin şeytan mı gözledin sorulurlar
İnsan yazan insanların kölesi olayım
Allah beklesin…

*

“Bir insan” iken ölene:

Fevzi Paşa, bir paşaydı, er paşaydı beli
Dürttü çomakla kovanları ol cesaretti
Düzen bozuldu şeytan kimlere fısıldadı
insan ölen insanların tabutu olayım
İmam beklesin..

*

Bir insan arayan kul ahmet’e:

Maldı, mülktü, yaldı, uçkurdu, fitneye düştük
İyiler göçtü, hırsız ve katillerle kaldık
Merhametin, iyiliğin kapısın kapadık
İnsan oğlu insanın ellerini öpeyim
Kul ahmet şöyle dursun…

*

Herkes okur şöylece lakin kul ahmet görür
Onca haksızlığa isyan eder de dertlenir
Zulüm ahlak olmuş zalimler övülmektedir
İnsanı oğlu insanın, zikrini seveyim
Şeyh şöyle dursun…

*
Ma. Fevzi Çakmak’ın öldürüldüğünü savunan bir makale için yazıldı…

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

Taşlama; Debbağ (derici)’nin döktürdükleri…

Debbağ deriyi yere çalıyor Bakalım çalarken ne döktürüyor:

*

Ben döktürdüm şöyle söze
Herkes hakettiğin ala
Meydan bu, yok darılmaca
“İnsan”lara selam olsun

*

Ahi Kırşehir dedim alay ettiler
Böyle isim de olur muymuş dediler
Ahi Evran’a dua yeter dediler
Şu insanlık aptallara uğramazmış

*

Hakka göçmüş kabir ehliyle işim ne
Suret gitmiş siret kalmış günümüze
Ben yanarım onun şol insanlığına
Şu insanlık cahillere uğramazmış

*

Bencillik dünyevileşme ne olacak?
“Sen de aynısı yap” diyen boşanacak
Esnaflar rızkı risk olarak bilecek
Şu insanlık zenginlere uğramazmış

*

Kimse bilmiyor Ahi Evran ne dedi
Asgari tüket azami üret dahi
Hak ile sabır dileyen ha bizdendi
Şu insanlık AHİlere sorulmazmış

*

Yağcılık yok sakın ha Allah adı var
İster beğen ister at sözün dengi var
Nasibin yoksa Ahi Evren ne yapar
Şu insanlık nasibsize uğramazmış

*

İnan ya da inanma söz namusu var
İster haktan beli ister bilimden sor
Gez dolaş sonunda seni kabre koyar
Şu insanlık tabutlara girmezmiş

*

Adam ol demekle adam olunmaz ki
Ahlak okuyarak talim edilmez ki
Hak nazarına girmeyen seçilmez ki
Şu insanlık yitmeyince kıyamet kopmazmış

*

Sabır sabır dedim durdum bunca zaman
Gördüm hayrın bu sabrın günahım hazan
Dilsiz şeytanlar arasında bir insan
Şu insanlık insanlığa sığmazmış?

*

Alan alsın satan satsın bu sözlerden
İnsan olanı Hak saklasın kem gözden
Hala vazgeçmiyorsa ol inadından
Şu insanlık kıymetin bilinmezmiş

*

bu taşlama her fikrimizle alay etmeye kalkan Kırşehirli yazar Mehmet Altıparmak beyefendi için yapılmıştır.

*

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

namaz kılmayan bir doktorun önerileri ne kadar sağlıklı olabilir?

Sevgili Doktor Abdülkadir Beyefendi.

 

Geçtiğimiz Pazar günü bir televizyon kanalında suça iten sebepler konulu programa konuk olduğunuzu gördüm ve ilgiyle de izledim.

 

Suça iten sebepler konusunda aklın, tecrübe ve düşünerek tespit ettiği birikimlere saygılı olmak gerektiği açıktır. İlimler ilahi olduğu gibi kesbi olanı da vardır.

 

Ancak konuşmanızın hiç bir yerinde ne nedenlerden ve ne de çözümlerden bahsederken hiç bir dini ritüel, argüman, öngörü ve çözüm önerisine yer vermemenizi anlamak gerçekten çok zor.

 

Bir benzetme yapmak gerekirse, son referandum oylamasında bir çok insan, liderinin ya da ideolojisinin emirleri doğrultusunda hareket etmeyi yeğledi. Halbuki anayasa değişiklikleri bir çok özgürlükleri de beraberinde getiriyordu aslında. Ancak bu içeriğe bakarak karar verme özgüvenini bir kısım seçmenler göstermedi de değil. İşte bu seçmen kitlesi demokraside şarlatan bir politikacıyı dinlemeyerek isabetli seçim yapan ana kitle olup bunların da demokrasinin öz kütlesi olarak onun garantisini oluşturduklarını söyleyebiliriz (Doğan Cüceloğlu).

 

Bu benzetmeyi asıl maksadımıza uyarlarsak dinin suçlar için öngördüğü sebepler ve çözüm önerilerinde size göre hiç mi haklı yönleri yok ki bunlara hiç değinmiyorsunuz? Yoksa yetişmeniz buna uygun değildi ve siz de hiç araştırmadınız mı? Aynı parelelde sizin namaz kılmamanızın size bu ihtiyacı hem anlatmadığı hem de farkettirmediğinin etkisi de var mıydı? Modern çözüm önerileri size göre yeterli miydi? Gelen hastaya 10 dakikalık kısa bir öğüdün arkasından bastır ilacı sistemi gerçekten istenen sonuçları veriyor mu size göre? Geçelim öbür taraftan dinin insan mutluluğu ve dolayısıyla suçların önlenmesinde ne kadarlık bir önemi var? Bunu araştırdınız mı? Psikolojik bir hasta bu hastalıktan kurtulmak için günde kaç kez Rabbine yalvarır? Yani DUA’nın gerek iyileşmede gerekse stabil kalmadaki etkisi nedir. Duanın oluşturduğu manevi bağ ve arkasından güzel bir öğütle sebeplerin ulaştırılması gereken yer olan iman tevekkülünün, zorluklara karşı dayanıklılıktaki önemi nedir. Bir adım daha ileri gidersek duanın namaza çevrilmesiyle bu tevekkülün doruk noktasına çıkması mümkün mü? Ayrıca dinin fiziki emirleri arasında cinsel tacize ilişkin olarak çocukların 7 yaşında odalarını ayırın, dayı oğlu hala oğlu da olsa nikah düşen bir erkekle bir evde yada odada yalnızlaşmayın çünkü üçüncünüz şeytan olur emri, kadına kapan ve halhal da olsa sert yere vurup tahrik etme emri, zina yapmayınız değil de yaklaşmayınız emri neyi ifade ediyor? Erken evlendiriniz emri. Diğer suçlar konusunda babaya evde şefkatli davran ve zulüm yapma, kadına itaat et (ezilme fakat itaatkar ol diyerek bir düzen oluşturma) ve benim uzman olmadığım için hatırlayamadığım daha nice öğüt ve tedbirler ne anlam ifade ediyor? Yani fert, aile ve toplum sağlığı için daha o kadar çok düzenleme var ki burada anlatmak kafi gelmez.

 

Sonuç olarak İslam ilahi bir nizamdır ve yarattıklarının her türlü ihtiyacını rahman sıfatının tecellisi olarak merhametle yaratmış ve kullanım klavuzu olarak da Kuran-ı Kerim’i göndermiştir. “Ela yağlemu men halak” yaratan bilmez mi? Buyuruyor. Bu kaynakta o kadar çok şey var ki, siz eminim sadece ihtiyacınız için müslüman görünüyorsunuz. Halbuki hukukta da uygulanması gerektiği gibi ilimde de uygulanması gereken o kadar çok şey var.

 

Bakıyorsunuz İslam’da idam cezası caydırıcı bir unsur olarak tepede asılı durmasına rağmen 14 ayrı nedenle bir kişiyi idam etmeniz asla mümkün görünmüyor. Yani idam etmek çok zor. Sonra hak sahibine diyor ki “affedersen karşılığını ben veririm ve daha güzel olur”  Daha olmadı diyetini isteyebilirsin. Bunlar hakkı ve affı devlete değil hak sahibine veren ve toplumu nihayette barışa götüren önemli unsurlardır. Devletin affetmeye kalktığı, 10-15 senede dışarda gezen katiller mazlumların yüreğini sızlatıyor. Bu acıyı da bir insanlık olarak anlayışla karşılamamız gerekir. Sonuçta adalet kısası isteyebilme (İlla kısas değil, hak olarak) hakkına kadar dayanır. Bana bir tokat vuranı çekip vurma hakkım yoktur fakat bir tokat da ben vurabilirim. Din de aşırılığı kabul etmez ve ölçüyü aşmayın der.

 

Konuşmanızın bir yerinde kişinin aklını çalıştırarak suç işlememe yönünde gayret etmesi gerektiğinden bahsettiniz. Bu sözünüze, yaratanın bildirdiği bilgiyi tasnif eden İslam alimlerinin bilgi birikiminde aklımda kalan şu bir kaç kırıntıyı ilave etmek isterim.

 

“İnsan, şu üç unsurla insan olur. Bunlar; akıl, irade ve kudrettir. Akıl eğer ifsat olmamışsa ya da herhangi bir baskı altında değilse genellikle doğruyu bulabileceği beklenir. Allah Kuran’ı Kerim’de “ey akıl sahipleri” ya da “düşünmez misiniz”  “akletmez misiniz” diyerek zaten bir işi yapması gereken birisine hitap eder gibi hitap eder. Yani hiç düşünmediğini varsaymıyor da, “bu senin görevin neden yapmıyorsun” gibi bir hitap kullanıyor. Akıl biliyor fakat vahiy doğru olanın yapılmasını istiyor, tavsiye ediyor. Destek akla değil iradeyedir. Çünkü irade taraf tutabilir, nefsi zaaflarını ve şeytanı dinleyebilir. Ayette “seni sonsuz kerem sahibi rabbine karşı aldatan (caydıran) nedir?” buyurulur.

İkinci olan unsur ise iradedir. İnsan yanlış olduğunu bildiği halde nefsi istek ve korkularından ya da hırsından dolayı bile bile yanlış yapar ve suç işler. Yani ortaya konan doğruları kabul edip etmeyeceğini belirler. İrade kirlendiğinde Allah; “aklınıza sormuyor musunuz?” diye uyarır. Kuran’nın amacı iradeyi güçlendirmektir. O hep öğüt veriyor: Adalet, iyilik, fuhşiyattan uzaklaşma v.s. (Nahl 90) Bütün emir ve yasaklar aslında birer öğütten ibarettir. Yapılan bir araştırma, aslında bütün suçluların yaptıklarının yanlış olduğunu ve er geç bir ceza göreceklerini bildiklerini ancak irade zayıflığının da etkisiyle istediğini yaparak sonucu geciktirmeye çalıştıklarını ortaya koyuyor. İşte  Kuran, namazla, oruçla, zikirle, tefekkürle insan iradesini güçlendirmeyi amaçlar aslında. Nefsi terbiye etmek, kontrol edebilmeyi sağlamak beklenen sonuçlardır. İşte ibadetler bir mana itibariyle de hızla akan, özellikle modern hayattaki zamanı yavaşlatıyor. Bu size ahiret merkezli bir düşünebilme fırsatı da veriyor beraberinde. Ayette “namaz kötülüklerden alıkoyar” diye bunun için buyuruldu. Maun suresinde de “yazıklar olsun o namaz kılanlara” denilerek namazla disipline olamamış ve namazın içini boşaltmış (yüraune-görüntüde) şekle dönüştürmüş kişilere sert bir hitap var.

Geriye kudret kalıyor ki, o da, doğrunun yapılmasına imkan tanıyan insana verilmiş ilahi bir kuvvettir. Ne yaparsanız yapınız tevessülü tevekküle çevirerek sonucunu Allah’ın temin edeceğini idrakinize yerleştirmeniz ve bir inşallah diyebilmenizdir.

Bütün canlılarda irade ve kudret var. Fakat akıl sadece insanda var. Eğer akla göre davranmazsa hayvanlaşıyor. İnsan isteklerine gem vurarak insan olur. Tamah insanı basitleştiriyor. Cinsellik onurunu zedeliyor. Zevk ve mal her şeyi bitiriyor. Halbuki Allah “ Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” diyerek bütün ibadetlerin zamanı yavaşlatmasıyla önce hırsı yok ediyor, arkasından islam kardeşliği ile hasedi kaldırıyor, sükunete getirerek gazabı ve dolayısıyla suç işleme özelliğini zayıflatıyor, kullukla tevazuyu hissettiriyor, ahirette kul ve  Allah hakkı korkusu ile de tamamlıyor ve artık terbiyeli “iyi insan” lardan mükemmel toplum ortaya çıkıyor denilebilir. Bütün bunlara rağmen insan yine de önleyemediği korku ya da toplumsal baskılar nedeniyle suç işlemeye meyledebilir. Bu sefer de kısas gündeme gelir ki bu bir eşitlik, adalet ve caydırıcılık sopası olarak ortada sallanır. Gördüğü ceza da kul hakkından düşülür ki bu bile bir adalettir. Bu yüzden af ya da diyet ya da hak talebi hak sahibine verilmiştir.

Suçların sebepleri arasında; işsizlik gibi ekonomik sebepler, aile bütünlüğünün parçalanmasının doğurduğu sevgisizlik ve kontrol dışılık, toplumsal korkular, eğitim ve ahlakın birlikte verilmemesi, ben duygularının körüklenmesinin yarattığı eşitsizlik ve hataları kabullenmeme, toplumsal kibir (ve arkasından gelen dayatmalar), yanlış inanışların katı töre ve geleneklerin dini gibi algılanarak sert tavırlara konu olması, toplumsal hoşgörü eksikliği (sosyal baskılar-toplum içine çıkamama) eksik adaletin eksiğini mazlumların zalimleşerek tamamlamaya kalkması, kanunların halkın gelenek ve davranış yapısına uygun olmaması, siyasilerin şahsi sürtüşmelerinin toplumsal aşağılamaya dönüşmesi ve barışı zedelemesi v.s.

Sonuç olarak on tane zalime mi merhamet etmeliyiz, yoksa yolda yürüyen on milyon masum insana mı? Af yetkisi devletin mi hakkı, yoksa mazlumun mu? Herkesi tehdit olarak algılayıp silahlanmalı mıyız, yoksa herkesi sevgi ile kucaklayıp on tane kayba razı mı olmalıyız? Benim gibi düşünmeyen tehdittir anlayışı maalesef  20. yüzyılın son ayıbıdır. Ahlak dini olmalı, dinin de ahlaki tarafı öne çıkarılmalıdır. İbadet, tevhitten sonra güzel ahlak için vardır. Namaz kılıp suçta ısrar etmek namazın içinin boş olduğunu gösterir. Erkek yaratılış itibariyle dominanttır ve suça kadına göre daha yatkındır. Devlet bütün kanunlarıyla adil ve hizmete yönelik olmalı ve her aileye bir gelir girmenin yollarını bulmalıdır. Eğitimi dinin ibadet ve ahlak unsuruyla birlikte vermelidir. Dindarı rejim düşmanı ilan etmek de bir korku yaratarak dışlamak çabasına dönüşmektedir. Allah korkusu olmayan, dünya mahkemesinden kaçsa bile ahiret mahkemesinde hesap vereceğini bilen kişinin suç oranı daha düşüktür. Kişi rejime sadakat adına dinden uzak kalınca sisteme takılmadan teknik suç işlemenin yollarını arıyor. Eğitim suçun sonucunu düşünebilmeyi sağlıyor fakat bu sefer ben duygusu yükseldiği için sadece kendini düşünen, geleceğini güvencede görmediği için hırslanan, inanç duygusu zayıf olduğu için tatminsiz ve mutsuz oluyor ve bu fertlerden de şizofren bir toplum ortaya çıkıyor. Bu toplumun üçte biri şizofren diyor psikiyatri profesörü Abdülkadir Çevik.”

 

Sonuç olarak İslam ve Kuran sizin mesleğinizin çok önemli bir kaynağıdır. Ancak laiklik adına oluşturulan ideolojiler ve statüko  insanları sadece ihtiyaçları kadar bir müslümanlıkta bırakıyor. İnsanlar ya da bilim adamları bu kaynağı kullanmadıkları için insanı tanımadan ona çözüm önerileri sunmaya kalkmakta ve Yunus’un dediği “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendin bilmezsin, ha bir kuru emektir”e dönüşüyor. İnsanlar ilaçla mı iyileşiyor yoksa büyük oranda dua ile mi? bunu da kimse anlayamıyor. Çünkü aşılamayan “benlik” nalıncı keseri gibi “ben iyileştirdim”le kendine yontuyor. Şifa vereni unutuyor.

 

Yapılan araştırmalar dini okullardaki suç oranların az olduğunu ve dini ağırlıklı ailelerde de suç oranının azlığını işaret ediyor. Araştırmalar bunu gösteriyor. Allah korkusu ve kul hakkı olarak ödeşme şartı olmayan ve bu bilinci doğru iman ve onun amel dediğimiz ibadetleriyle irade güçlendirmesi yapmayan hiç bir ahlaki sistem başarılı olamaz. Eğitim seviyeleri yüksek olduğu ve maddi her türlü ihtiyaçların karşılandığı gelişmiş ülkelerdeki MUTSUZLUK (Amerika’da yapılan bir araştırma zengin ailelerin %70’nin mutsuz olduğunu söylüyor) ve SUÇ ORANLARINDAKİ ARTIŞ’ı neyle izah edeceğiz? Yani ahlak dinli olmalı, dinin de ahlaki yönleri öne çıkarılmalıdır. Dinin en temel argümanı namazdır. Dinin direği denmesinin anlamı nedir? Neden kılmayana 20 veya 40 sopa emredilmektedir? Çünkü namazsız fuhşiyattan korunmak ve Allah korkusunu canlı tutmak hemen hemen imkansızdır. Din; önce mali ihtiyaçların karşılanması, ailevi dengenin sağlanması, kişilik oluşumu, davranış güzelliği, 12 yaşında karar verme yetisi ve babaya ona danış emri, selamlaşma, islam kardeşi kılma, MERHAMET, yardımlaşma, faiz yasağıyla ortaklığa teşvik ve enflasyonu önleme, israf yerine tasarruf ve arkasından artan paradan kısmen biriktirme ve dağıtmayı öngörür. Her şeyi sağlayıp davranışları düzenleyip insanları bir sevgi ortamına getirdikten sonra artık sert cezaları koymaya hakkınız olabilir. Buna rağmen devlete değil hak sahibine af yetkisi vererek yarayı kapamaya  çalışmak artık kan davalarını da önleyebilir diyebiliriz.

 

Sonuç olarak demek istediğimiz şey; İslam’ı kendinize hizmet ettireceğinize onu ilminizin içine alarak hem cesaretle kullanın ve insanları da yararlandırın, hem de İslam’a hizmet edin ve onun adını bir konuşmada zikredebilin. Kuran, bütün ilimleri içinde barındıran tıp, sosyoloji, psikoloji, astronomi v.s. den onların kritik şifrelerini veren bir kitaptır. O sadece imamların ya da hafızların anlamadan ezberleyip durdukları bir ölü kitabı değildir. Canlıların kitabıdır. Hayatın kitabıdır. İşte ilmi imanla birlikte techiz edebilirseniz hem siz doğru teşhisler yapabilir ve doğru tedaviler de önerebilirsiniz ve sonucu da artık ALLAH sağladı ya da ŞİFA verdi diyebilirsiniz tevazuyla. Sebepsiz (ilaçsız) dua emre ve ilme itaatsizlik olur. Duasız (Allahın şifa vereceğini unutarak da) ilaç kullanılamaz. Eminim siz “ilaç içerken şifa Allah’tandır deyiniz” demeye utanırsınız ya da sizi tarikatçı zannederler diye çekinirsiniz. Çünkü üniversitede bir makamınız var ve onu korumak için böyle bir doğruluğu göze alamazsınız. Belki de meslekten atarlar irticacı derler. Daha geçenlerde İstanbul’da idim ve Kınalıada’daki kilisenin papazı müslüman olduğu için onu aforoz etmişlerdi. O, yeni dini için bunu göze almıştı. O insana maaşımdan bir miktar düzenli olarak ayırmak istedim fakat izini bulamadım.

 

Şüphesiz siz daha namaz kılmadan Allah için hiç bir cihad yapabilmeniz  zaten mümkün olamaz. Yerinden Allah için kalkmayan daha zor şeyleri göze alabilir mi?

 

Akıl akıl deyip duruyorsunuz. 28 şubattan sonraki 65 milyar dolarlık banka soygunlarını beyaz yakalılar yapmadı mı? Bazı suçların işlenmesinin nedeni cezasının ne kadar olduğunu bilememektendir denilebilir. Yani hem bilgiye ulaşmada ve işin sonucunu düşünmede akıl rehber olabilir kuşkusuz. Akıl boşuna yaratılmadı ve hitab edilmedi. Ancak gördüğünüz üzere yine de akıllılar suç işliyebiliyorlar hem de hamuduyla götürerek. Çünkü iman eksik, namaz yok,  Allah korkusu yok. Sonuç yine felaket.

 

Eğitim veriyorsunuz fakat ilimle ahlakı birlikte vermiyorsunuz. Dini vermiyorsunuz ki en temel yönü dini ahlaktır. “İyi insan” yetiştireceğinize rejime sadık “iyi yurttaş” yetiştirmeye kalkıyorsunuz. Sonuçlar ortada. Hepsi de işsiz. Eğit fakat işsiz olabilir. Meslek, sanayi rekabeti önemli değil. Atatürk’de önemli olan “zihniyettir”(Taha Akyol) dememiş miydi?

 

Bir hastanız geliyor ve 15 gün sonra yeniden gel göreceğim diyorsunuz. 300 lirayı yeniden bir daha alıyorsunuz. İşte bu mesleğinizin ya da sizin, kibar adıyla vazgeçilmezliği şekline bürünüyor. İnsanlar alıştığı bir doktordan duygusal sebeplerle kolay kolay vazgeçemiyorlar. Siz de bu iyi duyguları sömürüyorsunuz. 15 günde 600 lira bir fakirin bütçesinde ne demek siz biliyor musunuz? Aynı koyun can derdinde kasap et derdinde misali gibi. Siz dikemediğiniz dairelerin sayısını, onlarsa yiyecek ekmeği nasıl alacaklarını hesap ediyorlar. 5 liraya kart çektiriyorlar. İşte “bir işte merhamet olursa o iş ne güzel olur. Bir şeyden de çekilip alınırsa o iş ne kadar çirkinleşir” diyen peygamberimiz ne kadar haklıdır. Sorsam ümmetiyim diyeceksiniz. Fakat yaptığınızın dinle imanla hiç alakası yok. Makbuz da vermeyerek verginizi de vermiyorsunuz. İyi insan tiplemesinin içine giremediğiniz gibi verginizi vermediğiniz için Dürüst vatandaş da sayılmanız biraz zor. Kalkıyorsunuz toplumsal sorunlar hakkında görüş bildiriyorsunuz. Ne derler, “dinime küfreden müslüman olsa”

 

Yaklaşık 20 yıl önce ataç sokakta bir doktora gittim. İçeride kapının üstünde “kırığı ben sardım Allah iyileştirdi” yazıyordu. Müslüman bir doktora gittiğim için mutluluk ve güven verdi. Muayene ve filmden sonra sekretere kaç para dedim o da 7,5 lira dedi. “Bu çok” dedim. “o zaman ne kadar ödemek istersiniz”dedi. Ben de şöyle bir rayiç düşünüp “5 lira olabilir” dedim ve ödedim. Kız bir liste çıkardı ve oraya not etti. Muayene olanların listesinde hiç beş lira bile yoktu. 1,5 ; 2,5 ; 3 ; ve az olarak da 4,5 vardı. “Neden böyle” dedim. “Biz tarifemizi söyleriz, kim ne verirse onu alırız” dedi. Kulağınızda bulunsun.

 

İki anı: Elazığ’da bir esnafa öğrenciyken yurdun dolabının kilidini tamire götürdüm. İki saat uğraştı parça kullandı fakat yapamadı. “Kaç para” dedim. “Ne parası, yapamadık” ki dedi almadı.

Kayseri’de saatçiye gittim. Saatimi tamire uğraştı yarım saat. Fakat o da yapamadı. “Para gerekli mi” dedim. “Evet sizin için yarım saat uğraştık” dedi. Fakat bana hiç bir katkısı yoktu o meşguliyetin. Çaresiz verdim. Fakat içimden hiç de iyi şeyler söylemedim.

 

Madalyona gittim. Akşam doktorla görüştüm. “Böyle olmaz yarın eşinizle birlikte gelmelisiniz” dedi. Ertesi günde aynı parayı bir daha istedi. “Ben sizin için meşgul oluyorum” dedi. Ben de yukarıdaki iki anımı kendisine anlattım. Utanıp aşağıya talimat vermiş “almayın” diye.

 

Şu soru çok önemli. Meşguliyet mi, yarar mı önemli? Bir fabrika uğraştığı bozuk mallara da aynı parayı isteyebilir mi. Siz meşguliyet derken mesleği ve kendinizi putlaştırıyorsunuz. Beni ilgilendiren ise sadece yararı olması. 15 gün sonraki alınan paranın bendeki adı: SOYGUN. Tarife mi insanlık ve merhamet mi önemli? Meslek odaları örgüt üyelerinin çıkarlarına hizmet edip sosyal sorumluluklarını unutan çıkar örgütlerine dönüştüler. Hiç bir doktor “bıçak parası”ndan dolayı meslekten atılıyor mu? Ama bıçak parasına parayı veren ya da bir avukat küfrediyor. Muhasebeciler odası bu kadar vergi kaçırılmasında etkili olan üyelerine meslekten men cezası veriyor mu hiç? Şöförler odası Belediye ile anlaşıp fiatları halkın aleyhine bu kadar yüksek nasıl belirliyor? Yani ÖRGÜT İÇİ İLİŞKİLER HASTALIKLI, ÖRGÜT DIŞI İLİŞKİLER SAĞLIKLI. Siz ne kadar meşguliyetten yana iseniz, o kadar da insanlardan, onlara hizmetten uzaksınız demektir. Sadece toplumdan acısını çıkarıyorsunuz demektir. Kalbinizdeki para sevgisi, insan sevgisinden fazlayken insanları nasıl iyileştirmeye çalışıyorsunuz bunu anlayamıyorum? Burada bir terslik ve yalan yok mu acaba?

 

Söylediklerimin değil ama usulünün bir hatası varsa kusuruma bakmayınız. Dervişvari konuşmazsanız etkili olmuyor insan üzerinde gereken uyarıyı göstermiyor. 

 Selam ve saygılarımı sunuyorum.

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DUA İLE İNSAN OLUNUR

 Sevgili okurlar,

dua; dinimizde ibadetin özüdür, iliğidir. Bedenimizin yeme ve içmeye ihtiyacı olduğu gibi ruhen de dua etmeye, yalvarıp yakarmaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç yaratılıştan gelmektedir. Peygamberimiz (s.a.v) duayı; rahmet kapılarının anahtarı, müminin silahı, dinin direği (Salat=NAMAZ=DUA), ibadetin özü, olarak nitelendirmiştir. Kulluk ve manevi bağdır. Rabbimiz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.” Mü’min, 60 Duam kabul olmadı demek de çok yanlış olur. Hadis-i şerifte “Dua edenin ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür, yahut ahirette mükafatını bulur” buyruldu.

Bir hastanın ilaç kullanmadan: “Allah’ım şifa ver” diye dua etmesi de; ilaç kullandığını düşünerek Allah’tan şifa dilememesi de yanlış olur. Yani sebep ve dua birlikte yapılmalıdır. Yüce Allah:”Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin, O’na korku ve ümitle dua edin” (Ârâf, 55,56) diye buyurmaktadır. Bir ayette de “..duanız olmasa size niye değer versin” buyurmaktadır. Yukarıdaki ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere çok dua etmek, helal yemek, sebeplere uyarak korku ve ümit arasında dua etmek gerekmektedir. En tehlikeli olan şey de duanın tersi olan kişinin kendini müstağni görmesi yani ihtiyaçsız hissetmesidir. İşte Allah bu kişiye gazap eder.

Dua öylesine fitri bir şeydir ki, ateist biri de korktuğu bir gecede Allah’a inanmaya başlar ve dua eder. Dua ile kişi Allah’a yaklaşarak manevi bir bağ kurar ve yalnızlığını giderir. Psikolojik hastalıkların tevdisinde Müslüman ülkelerdeki bir çok doktor reçeteye “NAMAZ” diye yazmaktadır. Namaz = Salat = Dua’dır. Çok dua edenlerin psikolojileri daha sağlıklıdır. Namaz kılanlar namazda söz verdikleri şeyleri yapmadıkları için (verdiği sözde duran müslümandır) Maun 3’teki yüraune=görüntüde, içi boş ve şekilde kaldıkları için hastalıklıdırlar. Sağlam ve ihlaslı namaz, sağlam bir imanı işaret eder ki, o da sizi her türlü sıkıntıda dayanacak ve tevekkül edecek bir davranışla şizofren olmanızı önler. Bu yüzden Müslümanların çoğu Cuma müslümanıdır. Bu bile bir şeydir. Fakat 5 vakit olmadığı için zorluklara yeterli dayanıklılık vermez. Perişan bir dünya ve ahiret hayatı olur.

İşlerde ehil olmak adaletten önce gelir (Nisa 58) adalet de ibadetsiz sağlanamaz ve iyilikten önce gelir (Nahl 90) Amerika’da 79 yılında yapılan bir araştırmayla dayanıklı ailelerin ortak özelliklerinin ne olduğu araştırılmış ve önce dindar oldukları, sonra birbirlerini takdir etmekten çekinmedikleri ve son olarak da birbirlerine zaman ayırdıkları görülmüş. Manevi değerlere saygılı bir Hırıstiyanın yapacağı şey papazı dinlemek ve dua etmektir. Belirleyici olan dua etmeleridir. Kalabalıklaşan modern toplumumuzda yalnızlaşan insanın tek sığınağı Rabbidir ve bunu dua ile yapabilir ancak. Çok dua eden ihlaslı bir kimse hiçbir kimseye ihtiyaç duymaz. İnsanlarla diyaloğu ise selamla sağlayabilir. Bu yüzden dua ve selam iletişimin iki kapısıdır. Bir doktor bu iki şifreyi hastasına önerebilmelidir. Kuranı Kerim’de Allah (cc) “Ey müminler, Allaha karşı takvalı olun ve ona vesile arayın. Ve onun uğrunda cihad edin ki, felah bulasınız” der (5/35). Buradaki vesilenin, bir şey istemeye yüzünün olabilmesi için yapılacak ibadetler, hayır ve hasenat olduğu söylenir. Bunu anlatan bir ayeti kerime de vardır: “Ey müminler, Allah’tan sabır ve namazla yardım dileyin” (2/153) Demek ki, sabır ve namaz birer vesiledirler. Peygamber efendimiz her sıkıntıya düştüğünde bir miktar namaz kılar ve o sıkıntının kalkması ya da hayra dönüşmesi için dua ederdi.

Asıl tevessül, insanın kendi amelleriyle olur, bunda şüphe yok. Ama Hz. Peygamber’le onun hürmetine diye tevessül etmek de mümkündür. Ne var ki, istenen zat o değildir, Allah’tır. Kaldı ki, bunun kuru kuruya olmasının da bir anlamı olmaz. İnsan onun bir sünnetini yaşar, onun yolunda olup olmadığını gözden geçirir, ya da ona bolca salat ve selam okur, ondan sonra Allah’tan, onun hürmetine diye istemeye yüzü olur. Aksi halde onun hürmetine diye istemesinin bir anlamı olmaz. Diğer yönden hiç bir şey yapmadan, “falancanın hakkı için” diye dua etmek de meşru değildir ve bunun insanı şirke kadar götüreceği söylenmiştir. Bu ölçülerle ve istediğini sadece Allah’tan (c.c) istemesi şartıyla, Allah dostu olduğu bilinen birisiyle de tevessül edilebilir.

Ancak bazı sufiyyenin, “Yetiş ya seyyit, imdat ey gavs” gibi sözleri ve evliyanın bunları duyup imdada koşacağına inanmaları elbette şirktir, bunlardan Allah’a sığınırız. Ritüeller Peygamber bile ölüm halinde sadece duaya gelir. Ruhların yeşil sarıklarla savaşlarda, kazalarda ya da önemli diğer olaylarda nelere vesile kılındıkları hakkında bazı bilgilerin olduğu doğrudur. Çünkü “Ruh Rabbimin emrindedir”(Ayet) ve Rabb’de her işini bir vesileyle yapar. Bunların da dostlarından seçilmesi gerekmez mi? Etlik’te Aşağı Eğlence’de 95’lik maliye emeklisi babamın has dostu Rahmetli Arap Hızır amca’yı sağlığında yaralı olmadığı halde ayağında kanlarıyla fiziki gözle gören var. Hızır Amca bir arkadaşının Kıbrıs Savaşına Ankara’dan ilahi hikmetle katıldığını ancak Beş Parmak Dağlarında çiftleşme halindeki Rum askerle sevgilisinin üstüne kum atarak öldürdüğünü anlatır. Bu, cihadın dışındadır ve ilahi emre aykırıdır. Bu zat evden ayrılır ve bir daha geri dönmez. Bedir’de melekler, Mohaç’ta ve Çanakkale’de yeşil sarıklılar boş durmadı.

Kırşehir’de Mahsenli’li Ali Efendi’nin de bir çok yerde görüldüğü söyleniyor. Hatta 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda yakıtı bitmek üzere olduğu için bombayı atamayan pilotun yanına kanatların üstüne gelip “korkma devam et ve bombanı salla evladım” dedikten sonra kimliğini de söylediği ve pilotun bunu yaptıktan ve savaş bittikten sonra soruşturarak onun köyüne geldiği anlatılıyor. Mahsenli’li Ali Efendi Kırşehire geldiğinde Molla Osman Camii’nin odasında kalır ve müridleri Ama Hafız’ın Bekir ve Büyükbabam Hakkı Atik’in annesigile ve Aşçı Asım amcalara gider ve evlerde zikir yapılırmış. Büyük Dedem Hacı Mehmet, Mösürlerin Kapıcı Camii Müezzini Nuri Hoca, Kavağın Şıh Mehmet; Altınlıoğulların Hacı Kadir Amca, Kaypağın İbrahim Amca’da Çorumlu Mustafendinin Müritleriymiş ve Bizim eski evde de zikir yapılırmış. Babam anlattı. Yani Allah’ü Teala önemli bazı işlerde “haydi git bunu da sen yap” der gibi kendine yakın sevgili kullarını görevlendirdiği anlaşılıyor. Böyle bir görev ne kadar güzel bir görevdir. Ancak sizin derdinizi mutlaka Allah’a açmanız ve ondan dilemeniz gerekiyor. Artık O, kimi vesile kılacağına kendisi karar verecektir.

Belki sadece şöyle bir dua yapabilirsiniz: “Ya Rabbi, burada yatan sevgili Hacı Bayram/Ahi Evran/Aşık Paşa kulun sana ve dinine yaptığı güzel hizmetlerden dolayı onu ne güzel bir hatır ve güzelliklerle ödüllendirdin. Benim ibadetlerimi de kabul eyle ve şu……..sıkıntımı gider” diyebilirsiniz. Bütünüyle tevessülü şirk sayan alimler ve tarikatlar da vardır. Bütün tevessüllerin sonuçlarının tevekkülle Allah’a bağlanması gerektiği açıktır. Aksi halde çok açık bir şirk olur. Buna dikkat edilmelidir.

İslam’da BEN-SEN ilişkisi vardır. Yani Allah arşa istiva etmiştir ve biz de ellerimizi sünnet gereği göğe doğru açarız aslında. Fakat onun gökte nasıl yerleştiğini sormak bidattır ve doğru değildir. O zaman ona yer tayin etmiş ve sınırlandırmış oluruz ki bu yanlıştır. Şah damarından daha yakın olan kimdir? Dua edin icabet edeyim diyen kimdir? Allah kişi ile onun kalbi arasına girer diyen kimdir? Bütün bunlar bir sen-ben ilişkisini ifade etmiyor mu? Karşılıklı oturan iki kişi arasına başka birisi girebilir mi? İşte İslam’da aracı yoktur.

Hırıstiyanlar’daki gibi Ruhban sınıfı da yoktur. Vesileyi araya koymaya çalışmak şirkle sonuçlanan bir büyük günahtır. İnsan en güzel duayı en zorda olduğu zamanlarda yapar ve dini yalnızca Allah’a has kılar. Fırtınalı bir gecede bir gemicinin duası ne kadar temizdir. Sınava giren bir öğrencinin duası da çok içtendir. Ya da bir hasta düşünün ki kanser olmuş ve kurbanlık koyun gibi ölümü beklemektedir. Artık sadece imanlı gitme derdi kalmıştır. Onun tam teslimiyet göstereceğinden hiç kuşku duyulmamalı. Allah “siz beni anın ben de sizi anayım” derken; O, bizim O’nu rahat zamanlarımızda anmamızı, O’da bizi zor zamanda anmakla uğrayacağımız zorluktan kurtarmak istemektedir. Ayrıca “Müminin mümine duası şifadır” (Hadis) Bunu da unutmamak gerekiyor. İnsanı insan yapan da budur. Sonuç; Önemli olan zor olmayan zamanlarda da aynı ihlası yakalayabilmek ve araya hiç kimseyi koymamaktır. Sevgililer araya hiç kimseyi alırlar mı? “Allah ile konuşmak isteyen namaz kılsın, Allah’ın kendisi ile konuşmasını isteyen Kuran okusun” (Hadis) Tevessülde biraz da kalbe danışmak gerekir. Çok dua edenin ve selam verenin çok hatırı olur. Kendi hatırınıza güvenmenizi tavsiye ederim. Kul Allah’a dua ederek, eşler birbirini sevip sayarak, baba evlada şefkat göstererek, insanlar birbirine selam verip kardeş olarak sağlam fert, huzurlu aile ve sağlıklı toplum olabiliriz. Selam ve sevgilerimi sunuyorum ve dualarınızı bekliyorum.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İLİM-İMAN İLİŞKİSİ

Sevgili Okurlar,

Şimdi burada siyasi, sosyolojik, iktisadi yahut güncel konular üzerinde kalem oynatacağız. Bu işin aslında mühendislik gibi hesap yapmaya benzemeyeceğini düşünüyorum. Mesela iki parti birleşse ve her birinin oy yüzdesi %3’er olsa, sonucu doğrusal olarak %6 beklemek gerekse de bazen bu sonucu bulmak mümkün olmayabilir. İşte buradaki sorun işin içine insan unsurunun girmiş olmasındandır. Yani doğru gibi görünen sebepler beklenen sonuçları doğurmamaktadır. Örneğin 27 nisan e-muhtırası da beklenen değil beklenmeyen sonuçları doğurmamış mıydı?
Fiziki ilimlerde sebep sonuç ilişkisini daha net olarak görmek mümkündür. Örneğin taşı bırakırsanız düşer, ateş yakar, su boğar, zincir zayıf yerinden kopar v.s. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın koyduğu maddi ilimlerdeki kanunlar dolayısıyladır. Buna “Sünnetullah” diyoruz. Örneğin depremlerin oluşmasında fayın yaklaşık 30 yıllık bir sürede enerji biriktirerek kırılmaya meyletmesi de ilahi bir kanun yani sünnetullah dolayısıyladır. Zaman zaman fen bilimi adamlarıyla din adamlarının bu fayların neden kırıldığı noktasında toplumsal bir suçun yaygınlık kazanmasının bir etkisi var mıdır yok mudur diye tartışabiliriz. Bir bilim adamı konuya maddesel sebep sonuç ilişkisi kurarak bakar ve açıklar. Bir din adamı ise konuyu sebeplerin ötesinde Allah(c.c)’nun bize bir mesajı olarak yorumlayabilir(Din adamının bu yorumu yapması maddesel sebep sonuç ilişkisini ihmal ettiği anlamına gelmemektedir bunun bilinmesinde fayda var). Bu durumda somut bilgi(ilim) bir nokta, ilahi yaklaşım (iman) bir diğer nokta olarak görünmektedir fakat unutmamak gerekir ki iki nokta olmadan bir doğru çizemezsiniz… Burada hareketle “Hakikati görünen ve görünmeyen sebepler birlikte oluştururlar.” diyebiliriz. Bu açıdan doğru olabilmek için her felaketten hem fiziki hem de ilahi dersler çıkarılmalıdır. İman ve İlim, ayrı görünen ancak insanı doğruya götüren önemli iki noktadır. Hayatta ve olaylar karşısında bu iki nokta baz alınarak hareket edilmelidir.
Sonuç olarak söylemek istediğim şey; bir bilim adamı sebeplerle ilgilense de imanını da işin içine katarak bir komple sonuca gitmesini bilmeli ve bu Allah’ın işidir diyebilmelidir. Aksini iddia edenlerin evrim teorisinde olduğu gibi binlerce tesadüf ve uydurma sebep üretip sonra ona kendisinin bile inanmasından daha farklı olmaz heralde.
Bu görüşleri eğitime uyarlayacak olursak yalnızca maddi ilimleri tahsil etmek kişiyi materyalist bir anlayışa götürmesi daha muhtemelken, yalnızca manevi ilimleri tahsil etmek de taassubu getiren bir sonuç doğurur diyebiliriz. Türkiye’de barolar, mühendis ve mimar odaları genelde sol eğilimli ekiplerin elinde. Buradan hareketle “acaba bizim yüksek eğitimimiz maddeci bir anlayışla veriliyor” yargısına ulaşabilir miyiz? Bu, eğitimcilerin ve ülkeyi yönetenlerin üzerinde önemle durması gereken önemli bir husustur. Meseleyi, insanın eğitim hayatı boyunca gerçeği anlaması noktasında ilim ve iman’ı birlikte iki önemli ayak olarak doğru şekilde algılaması gerekecektir.
O halde eğitim hem maddi ilimlerin ve hem de manevi ilimlerin birlikte verildiği karma bir eğitim mi olmalı? Geçmişte neden müctehid imamlar hem maddi hem manevi ilimleri birlikte tahsil ettiler? Doğurduğu sonuçlar toplumsal hayatı olumlu mu etkiliyor olumsuz mu?
Son olarak uzmanlaşmanın yararı yanında  zararları da var mı? Yalnızca kendi konusunu bilen ancak yan bir dal konusunda hiç bir fikri olmayan birisinin yorumları ne kadar güvenilir olabilir? Amerika’lılar uzmanlaşmaya, Avrupa’lılar kollektif başarıya daha çok önem veriyorlar. Amerikalı öğrencinin sandalyesi arka arkaya, Avrupadaki öğrencinin masası kare biçiminde ve birbirini görüyor. Hangisini tercih etmeliyiz?
 
Ben bu konuda uzmanlaşmanın önemli olduğunu ancak eğitime süreklilik kazandırılarak yan yollar hakkında muhakkak fikir sahibi olunmasından yanayım. İlave olarak bir bilim adamının dinini de iyi derecede bilmesi ve uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde tespit ettiği yeni bilimsel gerçekler karşısında ya kendiliğinden olmuştur diye külli iradeyi inkara yada Allah(c.c)’na bağlamak zorundadır. Aksi halde hakikati ve iç huzuru yakalayamaz. Bir bilginin anlamlandırılmaması diye bir şey düşünülemez. Bu yüzden ilmin arkasındaki hakiki kudrete işaret eden İslam’ın ilerlemeye mani değil bilakis onu destekleyen ve anlamlandıran en önemli reçete olduğunu görüyorum.
Selam ve sevgilerimi sunuyor hayırlı günler diliyorum.
3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İNSANLARI GÜZEL AHLAKA AHİLİKLE DAVET ETMENİN YOLU: AHİ KIRŞEHİR

Sevgili okurlar,

 
Yukarıda göreceğiniz üzere ismimizin başına bir çok sırlı sırsız nedenle AHİ kelimesi ilave etme gereği hasıl oldu. Kırşehir’imizin bu insanlık hazinesinin önemini bazı Kırşehir’li hemşehrilerimizin fark edememesi bizi üzmüş olsa da biz onu araştırarak içine iyice girdiğimiz için ona aşık olduk. Bal yemeyen baldan ne anlar. Yavan ile gevinir durur. Bu yüzden onu öncelikle biz kendi ismimizin başına alalım, samimiyetimizi ispat edelim ve güzel bir de mesaj verelim dedik.
 
Bu ismi Kırşehir’imizin de isminin başında görebilmek için demokratik çabalarımızı kimseden korkmadan Allah için sürdüreceğiz. Bizi üzen şey değerli kardeşlerimizin bir oya sahip olduklarını unutarak başkaları adına da düşünmeye kalkmalarıdır. Ahi kelimesini duyurmanın önemi Kırşehir’i meşhur etme gayreti olarak anlaşılmamalı. “Ahilik denilince zaten Kırşehir akla geliyor” diyenlerin mihenginde bu yanlış fikir var. Onlar anlamıyorlar. Halbuki biz onda gizli olan onun “İNSANLIK SANATI” tarafı ile ilgileniyoruz. Yani ahiliği vesile kılarak bütün insanları güzel ahlaka davet etmek istiyoruz. Mevlana Konya değildir. O bir ilahi aşktır ve herkesin de malıdır. Onun gibi, Ahilik de Kırşehir değildir. Evrensel bir din temelli güzel ahlaktır. Yılda bir bayram yapmakla bunu duyuramazsınız ve etkili de olamazsınız. Yalnızca bayram namazı kılan bir adam ne kadar ALLAH’a yakın olabilirse, yılda bir ahilik bayramı da o kadar ahiliği insanlara yaklaştırır, anlatır. Bu yüzden ahiliği insanlara sürekli hatırlatmanın ve dillerden düşürmemenin yollarını aramalıyız. Bunun yolu da “beni bununla an” demekten geçer. İsim bir sürekli hatırlatma yöntemidir. Siz en sevdiğiniz kolyenizi en değerli yeriniz olan döşünüzde taşımaz mısınız? İşte Kırşehir’de adının başına çakmalı, kazımalıdır, özdeşleşmelidir, kaynaşmalıdır onunla. Bu hem tarihi bir görev ve sorumluluktur, hem de bir şeref ve kazançtır onun için.
 
Eğer insanlar ahiliği sürekli anarlarsa artık bir gün merak ederek “ahilik de neymiş acaba” demeye başlayabilirler. Şayet siz de onu güzelce anlatabilecek değerli fikir adamlarınız varsa ve insanları işin içine çekebilirseniz onun sadece Kırşehir’de yatan, modeli geçmiş bir evliya olmasından daha fazla şey olduğunu, hatta günümüz sorunlarına nasıl etkili çözümler ürettiğini anlatabilirsiniz. Yani tarihi, günümüz sorunlarına ışık tutan öz değerlerimiz olarak görebilirsek bu ülkeyi tercüme ve kopya belasından kurtarıp, adam olmaya ve diğer insanları da kurtarmaya namzediz artık demektir. Kuran’ın mezarlıkta okunmasıyla, bir vakit Ahi Evran vardı diye öğünmenin ne farkı var. Fakat bu zat “nasıl ahlakla ticareti seviştirmiş, mükemmel insanı nasıl elde etmiş, sorunları devlete götürmeden nasıl çözmüş, saygı ve sevgiye dayalı hiyeraşik düzeni nasıl oluşturmuş, dinin hangi iman ve ahlak prensiplerine dayanmış, Allah korkusunu nasıl sağlamış, yardımlaşmada iç hukuk dediğimiz vicdanı nasıl canlı tutmuş, çizgi dışı gidenleri “pabucunu dama atarak” nasıl kesip atmış, tasarruf ve ihtiyaç esasıyla israfı nasıl önlemiş, sigorta sistemini nasıl kurmuş, kaliteyi nasıl sağlamış, insanları dünyevileşmekten nasıl korumuş, sürekli eğitimi nasıl sağlamış” deyip birazcık merak edebiliyorsanız, o size çok şeyler söyleyecektir eminim.
 
İşte bunları hem bilen, hem de üstüne aşık olan, hem de onlar gibi namaz kılan, idraki derin ve sözü latif, cesaretli insanlar yapabilir. Biz ismimizin başına koymakla ona gereken değeri şüphesiz vermiş oluyoruz. İkinci olarak böylesine tarihe mal olmuş bir ismi taşıma şerefiyle onu günümüze taşıyarak yaşatmış da oluyoruz şüphesiz. Bu taşımaların insanlar üzerinde son derece olumlu psikolojik etkileri de olacaktır eminim. Ben bu ismi haddim olmayarak almakla ona değer verdiğim gibi o da beni şereflendiriyor ve arkasından da açık bir sorumluluğu üzerime yüklüyor. İnsanların bunu görünce akıllarına ilk gelen şey “sen ahilik ahlakına uyuyor musun?” sorusu olacaktır kuşkusuz.
 
Benim de nefis taşıyan bir ben-i adem olduğum açıktır. Seven sevdiğine tabi olur. Eğer ben ahiliği seviyorsam onun güzel ahlak kurallarına uymak da bana zor gelmeyecektir. Yalnız hedefimi doğru tespit etmeliyim. Şöyle ki;Bu ahilik kuralları nereden geldi diye düşünürsek kaynağının ayet ve hadislere dayandığını çok açık görebiliriz. O halde Ahi Evran-ı pas geçip perdeyi aralayıp arkadaki ALLAH’ı ve onun merhametli ve dini hayata taşıyan Rasulünü görebilmeliyim. İşte şimdi bütün işler Allah’a varmış ve onun güzel hatırı için yapılmış olur.
Bu güzel ahlakın dayandığı dini iki temel vardır. Bunlar; Allah’a iman ve Allah korkusudur. Bunlar olmadan hiç bir ahlak sistemi süreklilik sağlayamaz. İnsanlara “ahlaklı ol” demekle insanlar ahlaklı olmaz. Bir insanın içine iç hukuk dediğimiz vicdanla beraber Allah korkusuna dayalı bir imanı da vermelisiniz. İşte eğitimcilerin ya da doktorların bir türlü anlayamadığı şey budur. Televizyonda dinliyorum adam profösör olmuş, “aklınla uğraş da suç işleme” diyor. Daha insanı tanımıyor. Yunus’un “ha bir kuru emek” dediği şey bu işte. Aklın her şeyi zaten düşündüğünü insanın aptal yaratılmadığını bilmiyor. İradenin korkulardan, üstünlüklerden, kabulsüzlüklerden, nefsi istek ve arzulardan, gazap öfke gibi şeylerin kontrol edilememesinden kaynaklandığını, namaz ve oruç gibi ibadetlerin aslında Allah’tan bir öğüt olarak nefsi kontrol etme talimi olarak verildiğini bilmiyor. Namaz kılmıyor ki bilsin. İlahi şifreler iman ve ibadette gizlidir. Ancak onun içine giren onu idrak edebilir ve çözebilir. Siz girmediğiniz evde ne var nereden bileceksiniz.
 
Geçtiğimiz günlerde sanırım polis haftasıydı. (Kırşehir’e çok tutuğum, akıllı, vicdanlı, basiretli eh imanlı da bir emniyet müdürü gelmiş. Sayın Metin Aşık umarım yararlı hizmetler eder ve Kırşehir’liler de kıymetini bilir – mi dersiniz? Kendi okumuşunu sevmeyen na’pardı…) Onlar şöyle diyorlar “herkesin polisi kendi vicdanıdır” İlk bakışta iyi gibi görünüyor bu slogan. Fakat bir uzman bir ilahiyatçı edasıyla düşündüğünüzde tek başına vicdanın yeterli olmadığını anlıyorsunuz. Vicdanın bir seviye ifade ettiği doğrudur. Fakat en üst noktaya çıkarmaz ve bütün sorunları çözmez. Evinde eşiyle kavga eden bir bürokrat dairede fırçalamadık memur bırakmaz. Ya da menfaatinin kaybolduğunu gören tamahkar bir işadamını vicdanı durduramaz. (Araba satarken “sol çamurluk darbeli” diye yazmıştım da her gelen “enayi ve keriz” demişti.) Nefsiyle alay edilen birisi durum müsaitse ya küfür eder ya da yumrukla girişir daha olmadı gidip tabancayı alır ve kapıya dayanır. Son günlerde onlarca kadın bıçaklanıyor. Bu insanların vicdanı yok mu? Elbette var. Fakat yalnız kalan vicdanın üstünü öfke ya da kıskançlık örtüyor ve suç hasıl oluyor. İşte kuvvetli bir iman için namaz ve bilinçli bir Allah korkusuyla vicdan desteklenmediği sürece vicdan gereken etkiyi sağlayamaz. Şimdi polis “ herkesin polisi Allah’a iman ve Allah Korkusudur” dese hemen birileri bu laikliğe aykırıdır diye bağırmaya başlar. Halbuki ahlakın temeli dindir. Bu gerçeği laiklik adına inkar eder. Geç oradan, güneydoğu sorununu din çözer ve İslam kardeşliğinde insanları buluşturur dersin. Fakat laik devlet dini araç olarak bile kullanamaz. Kendinden korkuyor. Anayasa da benden önce kendini vazgeçilmezlerle tanımlıyor. Askerin önce kendini beklediği gibi. Ankara’daki bütün askeri birimlerin duvarları yüksek, her taraf demirli ve nöbetçili. Bunlar insanı rahatsız ediyor ve hiç bir sevgi mesajı vermiyor..Duyurulur..
 
İnsanlar camide namaz kılıyor fakat evinde gelenekleriyle zalimleşiyor. Çünkü Maun 3’teki “yüraune” –görüntüde- bir içi boş namaz olduğu için kötülükten de alıkoymuyor. Suçlar da bu ülkede böylece devam edip gidiyor. Diyanet bile hutbede “kardeşlik” şarkıları söyletiyor fakat ancak sağlam bir itikat ve salih amel olursa kardeş olunabilir diyemiyor. Haftada bir kılınan Cuma da yeterli iman kuvveti sağlamıyor zaten. Ticaretine bakıyorsunuz sürekli birilerine kazık atmanın peşinde. “Kazıkla kazanılır” ya da “kopardığın senindir” diye inanıyor. Rızkın nasibin ne olduğundan habersiz risk al diye öğüt alıyor. “Bütün ihaleleri ben alayım da öbürleri silinsin, batırayım, tek kalayım” diye uğraşıyor. Yarışma kıran kırana bir rekabete dönüşüyor. Bakanlar bile “rekabeti sağlayacağız” diye konuşuyor. “Yarışmayı sağlayacağız” dese ve insanları barışa itmiş olacak ancak bunu düşünemiyor. Fikir babaları Marks “çatışma olmadan gelişme olmaz” dedi çünkü. Adam Simith de farklı söylemedi. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” deme dimi? 90 kiloluk pehlivanla 60 kiloluk pehlivanı serbestçe güreştirirsen ne olursa o oluyor. Altta kalanın canı çıksın. Ahilik bir talimatında “İstanbul’daki tacir gelip buradan mal almaya kalkmasın ve burayı pahalılandırmasın” diyor. Bu ne demek? Zayıfları korumak değil mi?
 
Halbuki İslam “yarışmayla gelişme olur” der ve herkesi kendi kulvarında yarıştırarak kimsenin kimseyi ezmediği bir merhamet ve kişisel gayrete imkan verir. Bunun arkası diğer sistemlerde toplumsal kırılmalar ve husumetler olduğu halde, İslam’da toplumsal huzur ve barıştır. İşte huzur bununla sağlanır. İslam’ın inceliklerinden hem habersiz hem de benim geleneğim var deyip kabın bulaşığına sarılan insanlar sonuçta mutlu da olamıyorlar ve ülkeye de zarar veriyorlar maalesef.
 
Son bir kaç şifre: İyilikten önce adalet gelir (Nahl 90) ibadetsiz de gerçek adalete ulaşılamaz. Adaletten önce de ehliyet gelir (Nisa 58)  Bu şifrelere göre bir yönetici önce ehliyetli olacak, sonra adaletli olacak daha sonra da adaletli olabilmek için namaz kılarak adaleti ve merhameti Allah korkusuna dayandıracak. Artık namaz kılmayan bir adaya oy verilir mi verilmez mi siz düşünün.
 
3 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma