ZALİM ÇANAKKALE’NİN CUMHURİYETE RAHMETİ

Can’la Kazanılan Zalim Savaş

1915 yılında 500 000 kişilik bir orduyla Rusya’ya yardım etmek ve bu arada Osmanlı’yı da saf dışı bırakmak amacıyla 18 parçalık zırhlı gemilerle Çanakkale’ye saldıran İngiliz, Fransız, “kimi bilmem ne bela”, “bütün akvamı beşer”, karşısında Anadolu’nun saf, temiz, imanlı, ahiret merkezli düşünüp şehit olmaya and içmiş, yürekli yavrularının göğüslerini bulmuştur. Her kurşuna bir beden, her top mermisine bir batarya feda ederek kıyıya parelel döşenen son 26 mayınla, Seyyit Onbaşının 275 kiloluk mermisi son noktayı koymuştur.

Arkasından gelen dar bir alanda yoğun bir asker sayısıyla kurşunların havada birbirine geçtiği, bir günde 16 000 askerin şehadet mertebesine erdiği (Kırşehir’de Cingi’nin Rahmetli Mehmet amca anlatmış), sekiz metrelik mesafede mevzilerde ölümün muhakkak olduğu halde gözünü kırpmadan fütursuzca ileri atılan anadolu yiğitleri, 29 000 canını bombanın sesinden, kalan 138.000 kişiyi de kurşunlara feda ederek bu amansız yaman savaşı kazandı.

Çanakkale savaşı halkın bütünüyle topyekün olarak katıldığı bir millet, bir ümmet savaşıdır. Ruhu itibariyle ise İslam’ın savaşıdır. Hilalin savaşıdır. Şehadet şerbetinin kase kase içildiği, fütursuzca ölüme koşulduğu, bir günde onbinlerin feda edildiği, siper olarak bedenlerin, etlerin, göğüslerin gerildiği ne yaman, ne zalim savaştır o.

Çanakkale’nin Cumhuriyete Etkileri

-Mehmetler, Kürt Memolar, Çerkez Şamil’ler, Laz Temeller birlikte savaştık. En çok katılanlar orta Anadolu’dan. Onlar en güvenilen ve en vatanseverler. Fakat nimet külfet dengesi daima onların aleyhine oldu. Osmanlı’da da Cumhuriyette de. Ulusal nankörlük…

-İkinci olarak o gün birlikte savaşan kürtlerle bugün neden ayrılık rüzgarları estiriliyor aramızda. Araplar da ayrıldılar gidip İngiliz’lerin sömürgesi oldular. Bağımsızlık için 60’larda mücadele ettiler fakat bu sefer de krallar ve despotlardan kurtulamadılar. Şimdi yine toplumsal bir uyanış içindeler fakat yerine neyi koyacaklarını yine bilmiyorlar. İnşallah iradeleri serbest olursa doğruya ulaşmak güç olmaz. Yeter ki irade fesat olmasın.

-Büyük Savaşı uzatan bu savaştan üç yıl sonra İngilizler zorla geçemediği boğazları siyasetle nihai galip sayılarak geçecek ve İstanbul’u işgal edeceklerdir. Bu yönüyle bakıldığında “o zaman neden bu kadar adamı kırdırdık” denilebilir belki. Fakat Allah’ın da bir hesabı var. Bu son kaleyi yıkamayacaklardır. Çanakkale Savaşı’yla Rusya’ya yardım gitmeyince Ruslar’ın Almanlar’a yenilmesinin de etkisiyle iç karışıklıklar artacak ve Lenin 1917 Ekim devrimiyle komünistleri iktidara taşıyacaktır. Daha önce Rusya’nın nüfuz sahasına verilen Anadolu’nun önemi birdenbire artacak ve kapitalist dünya korktuğu komünizme güneyden bir set çekebilmek için milli sınırlar içinde kalan sınırlı bir Türk Devletine razı olacaktır: Şartlar koyarak!

-Böyle bir Milli sınır yoktur aslında. Bu çerçevede doğuda Kazım Karabekir Paşa Ermeniler’le yalnız kaldığı için rahat bir galibiyet alıp onları doğunun dışına itecektir. Batıda da Yunanlı’lar yalnız kalmıştır. İngilizler, Yunanlı’ları Sakarya cephesine çekilmeye ikna edeceklerdir. Yunanlı komutan ısrarla “İzmir – Eskişehir istikametine çekilelim” demesine rağmen merkezi kontrol eden İngilizler, Yunanistan’dan talimatı “Sakarya tarafı” olarak verdirirler. İşte bu onların intiharı demektir ve öyle de olur. Geyve’de Sakarya ırmağında sıkışırlar ve kaçacak yer olmayınca imha edilmeleri zor olmaz.

-Bütün bunların İngilizler tarafından Türklere karşılıksız olarak verildiğini düşünmek çok büyük bir saflık olur. Resmi tarihin de sorgulanması gerekir. Taha Akyol “Ama hangi Atatürk” adlı kitabında İngilizlerin Anadolu’dan çekilmelerinin bir nedenini o zamanki Hindistan (Bugün Afganistan ve Pakistan)daki müslümanların Osmanlı için İngilizlere yaptığı baskıya bağlıyor. Bize göre bu baskı da bir olasılık olarak değerlendirilebilir şüphesiz. Ancak bizim tanıdığımız İngiliz siyaseti, sineğin yağını çıkarmadan bırakmaz. Her şeyi hesaplar. Çekilirken bile kendi gelecekteki politikasına uygun bir düzenleme yaparak çekilir. Kıbrıs’ta bile çekilirken bir askeri üssü kendine tesis ederek ayrıldı. Önceden doğrudan askeri işgalle yaptığı sömürüyü, öyle ki siz bu kez başkaldırarak bağımsızlığınızı kazansanız dahi, bu kez, yöntem değiştirerek aynı sömürüyü yeni formatlarında devam ettirmenin yollarını buluyor. Çok değişik bir millettir. İngilizleri iyi tanımak zorundayız.

İngilizlerin Terkederken Biçimlendirme Hedefi (Vermek İçin Aldıkları)

-İngilizler bizimle ilgili şu üç şeyden korkmaktadırlar. Birisi bütün Türki Cumhuriyetlerle birleşik bir Türk ya da Turan birliği (250 Milyon Türk ırkının birleşmesi-Enver Paşa’nın rüyası- Batı bizi bugün bile böyle görüyor ve sürekli kontrol etmenin yollarını arıyor)

-İkincisi ise petrol kaynakları da bulunan geniş bir coğrafyada Osmanlı ruhunun yeniden dirilmesi. Bu yüzden sadece Anadolu’ya sıkışmış petrolsüz bir Misak-ı Milli’yi onların belirlediğini düşünüyorum. Bizimkilerin Misak-ı Milli!sinin içinde; Suriye, Musul ve Kerkük de vardır. Fakat Lozan’daki mücadelelere rağmen gerçekleşen bugünkü sınırlardır.

-Üçüncüsü ise Türklerin İslam’la bütünleşmesi. İngilizler bütün planlarını Türklerle İslam’ı ayırmak üzerine yaptılar. Türkler son savaş Çanakkale’yi İslam’la kazanmışlardı. Yeni Türk Devletine izin verilecekti fakat dar bir alanda, petrolsüz ve İslam’dan da uzak tutulmalıydı.

- İslam’la Türkleri ayırmanın en temel aracı ise “laiklik” ti. (Bu konuda kesin bir bilgiye sahip değiliz, ancak buna istekli oldukları bütün dünya politikalarından açıkça çıkarılabilir diye düşünüyoruz)

Lazın birisi lokantada zeytini çatala batıramayınca bunu gören garson gelir ve çatalı batırır zeytini alır. Buna bozulan bizimki der ki: “Ben zeytini yordum da sen ondan yakaladın”der. İşte Çanakkale ile Kurtuluş savaşının misali aynen böyledir. Kurtuluş savaşı Çanakkale’de kazanılan zaferin gölgesinde, onun etkisiyle, onun kolaylaştırmasıyla kazanılan bir savaştır. Bu savaşlara biri Osmanlı’nın biri Cumhuriyetin savaşı demek asla doğru olmaz. Hepsi de bizimdir ve etkileri itibariyle birbirine yardımcı olmuşlardır. Allah rızası için canını veren yiğitlerin ve komutanların hiçbirini küçümseyemeyiz. Hepsinden Allah razı olsun ve mekanları cennet olsun.

Onlar “ahiret merkezli” davrandılar, canlarını verdiler. O canların gölgesinde yaşıyoruz bugün. Biz ise “dünyevileştik” ve bizim gölgemizde bir fakir aile bile yaşamıyor, belki bir sinek bile. Allah “zikrim” ile mutmain olursunuz dedi. Biz çok tüketerek mutluluk arıyoruz. Ve babamın dediği gibi “ölümü öldürüyoruz.” Neden ben? Hep başkası ölecek. Ve bir atalet, bir vurdumduymazlık, bir düşüncesizlik almış başını gidiyor. Nerdesin Çanakkale, sana değilse de senin ruhuna ihtiyacımız var. Onlar “ölmek Allah’ın kaderiyse neden kaçınalım” dediler. Biz de tembelliğimize “bu da Allah’ın kaderiyse ne yapalım” diyoruz. Aynı kader anlayışının bizi getirdiği iki farklı noktaya bak!.

Necip Çöllerinde aldığı haberle, gecenin ay ışığında, şehitlerle hasbi hal ederek, Peygamber efendimizle görüşerek anıt şiirini yazan Mehmet Akif dedemden de Allah Razı olsun mekanı cennet olsun. Görmeden nasıl “Sana âğûşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber” diyebilir ki?
Sonuç: Savaş zordur fakat tümden de yararsız değildir. Erdem; savaşmadan savaş ruhunu yakalayabilmektedir.

Sevgilerimle.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

YGS’YE GİRECEK SEVGİLİ ÖĞRENCİ KARDEŞLERİM

Uzun soluklu bir yarışın savaşcıları, bir meslek edinmek için ilim yapmaya yola çıkmış ilim askerleri, sabırla inatla kitapların sırlarını çözmeye çalışan fikir gazileri, sınav hedefine kilitlenmiş kararlı pilotlar, kendi fikrini söylemek yerine başkasının seçeneklerinde en doğruyu bulmanın cambazları (sizin suçunuz değil), onlara kendi maaşından, yiyeceğinden keserek dersane parası ödemeğe mecbur bırakılan, geceleyin kalkıp oğluna kızına başarılı olması için dua eden fedakar anne babalar, hepinizin gazası mübarek olsun!

Devleti yönetenlerin sizi getirdiği nokta 1 692 000 öğrenciyi üniversite kapısına getirerek yığmak ve birbirine kırdırmak. Bu sonuç onlara günah olarak yeter de artar bile.

Bildiğiniz üzere zeka çeşitleri 8 türlüdür. Matematiksel zeka, sanatsal zeka v.s. Sınavın ikiye çıkması ve puanına güvenenin istediği tercihi yapabilmesi kısmen bir iyilik getirdi denilebilir. Siz stres ikiye çıktı diye düşünmeyin lütfen. Yeni üniversitelerin açılması ve kontenjanların artırılması da bir iyileştirme sayılmalıdır. Fakat her zeka türüne göre ayrı bir soru hazırlanması ne kadar adaletli olurdu! Zaten her öğrenciye kitapçığını ayrı ayrı hazırlıyorsun. Neden olmasın? Torpil olmasın diye merkezi sınav yapıp adaletli olmaya çalışırken bu sefer zeka farklılıklarına göre davranılmadığı için başka bir adaletsizlik olmuyor mu? 

Sevgili öğrenci kardeşlerim, sınav öncesi yeteri kadar çalışmış olmalısınız. Sınava beş kala çalışmak uygun olmaz. Gittiğiniz dersanelerdeki rehberlikçi öğretmenlerin söyledikleri düşünce ve davranış öğütlerine uyun. İlave olarak ben de size acizane şunları söyleyebilirim.

Kuşkusuz sizler de inançlı insanlarsınız. İnançlı bir ülkede hep birlikte imanla yaşıyoruz. Ancak inancımızı sadece ihtiyacımızın arttığı bir anda mı hatırlıyoruz acaba? Ama olsun, bu bile gene bir şey sayılmalıdır. Sınavdan önce sabahleyin kalktığınızda bir abdest alıp iki rekat bir kaza namazı kılmanız ve “Ya Rabbi sınavda zihnimi aç, anlamamı kolaylaştır ve beni muvaffak eyle, sınavımı da hayırlara vesile kıl” demeniz ne kadar önemlidir.

İtikad noktasında ise şöyle düşünmelisiniz. “Benim sınavda kaç soru yapacağımı, kaç puan alacağımı, hangi mesleğe gireceğimi, kaç para kazanacağımı, kiminle evleneceğimi Cenab-ı Allah biliyor”diyebilmelisiniz. Onun ilminden şüpheniz mi var? O halde sizin yapacağınız önceden bilinen bir şeyin gerçekleştirilmesi için emredilen çalışma (Fiili dua diyoruz) ve sınava girip gayret etmeyi en iyi şekilde yapmaktan ibarettir. İşte NASİP dediğimiz hadise ana hatlarıyla budur. Buna inanan kişi hiç telaş etmez. Sadece emredileni yapar. Bu iman ve idrak ise sizin sınavda daha rahat olmanızı ve idrakinizin açıklığı ile sorulara daha rahat nüfuz etmenizi sağlar. Keşke beş vakit namazınızı kılabilseniz. Ne kadar güzel olurdu. Ders çalışmak için zamanım yok diye sakın bahane bulmayın. Savaşta namaz kılanları hatırlayın.

Değerli anne babalar. Sizler de çocuklarınızı artık büyümüş kabul edin ve onları ders çalışması konusunda rahat bırakın. Onları “ben koparıp alırım, sınavı kazanırım” gibi rızık ve nasibi inkar eden konuşmalardan sakındırıcı güzel öğütler verebilirsiniz. Yalnız dua yeterli olmaz. İdrakin de Allah’a teslimiyetle bezenmesi gerekir. Onlara “inşallah yapabilirim, inşallah şu kadar soru çözebilirim, inşallah iyi bir sonuç bekliyorum, aldığım  puan inşallah hayırlara vesile olur, inşallah hayırlı bir okula girebilirim, inşallah hayırlı bir meslekte insanlara hizmet edebilirim” gibi sözlere ve ulvi amaçlara onları alıştırınız. Bu düşünce çocuğu başardığında kibirden, başarısızlığa uğradığında da psikolojik çöküntüye uğramaktan korur ve teskin eder. Öğrencilerin yarısına sınav kaybettiriliyorsa kaybedenler geri zekalı mı? Elbette değil. Sistemin bu çocukları getirdiği nokta bu.. Bu yüzden kaybedenlerin pek öyle üzülmemeleri gerekiyor.

Çocuğunuz başarısız olduğunda ne dedikodu yapıp çocuğa yüklenerek aşağılayın ne de “canın sağolsun sen varsın ya” deyin. Gel bakalım neden bu sonuç doğdu diye oturup usturupluca konuşabilmelisiniz. Çünkü hatalarını anlaması ve ders çıkarması bir daha ki sefere onları yapmaması gerekir. Elbette bir sınavı kaybetmek dünyanın sonu da değil.

Sevgili öğrenciler hepinize sınavda önce tevekkül sonra başarılar diliyorum. Allah muvaffak eylesin ve sonucunu hayırlı kılsın İNŞALLAH.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AH ÇANAKKALE AH, SEN NE YAMANSIN SEN!

ÇANAKKALEYE DESTANI         

Nazım paşa iki haftada Sofya’dayız diyordu Alman danışmana. Fakat bir hafta içinde Bulgar güçleri Yeşilköy’e kadar dayanmıştı. Alman General daha önce verdiği raporda Osmanlı askerinin disiplinsizliğinden sözetmiş ve bunun düzeltilmesinin bir kaç yıl alacağını söylemişti. Askeri disiplinsizlik… Bu asker daha sonra nasıl Çanakkale’yi ahiret merkezine çevirerek kazanacaktı? Bize göre fark Çanakkale’nin halkın iştirakiyle orduya zerkettiği iman, namus, vatan aşkı ve şevkidir. Yani bu savaş askeri nitelikli görünse de, gerçekte toplumsal bir ümmet mücadelesidir.

1912 Balkan Harbi ve Trablusgarp Harbi de kaybedilmişti. Arkasından “Turan” hayalleri peşinde koşan Başkumandan Vekili Enver Paşa, Kafkas cephesinde 90 000 eri onların “donuyoruz, dönelim” çığlıklarına rağmen “devam edin” telgrafıyla ölüme gönderecek ve o yiğitleri Rus’lar mezara indirecektir. Türklerin oradaki komuta heyeti, Rusların terkettiği bir askeri garnizonda aslında kasten aldatmak amacıyla yanlış yönleri gösteren bir haritayı ele geçirdik zannıyla almış ve askerin gidiş istikametini ona göre belirlemiştir. Sonuçta bütün yollar karlı dağlara çıkmış ve Enver Paşa da uzaktan kumandayla uzun sırıkla vurup “devam” emrini verince bilinen akibet başa gelmiştir. Komuta hatası ve uçuk ideallerin acı maliyeti. Hedefte insan olmayınca ideal görülen kimi hayaller putlaşıyor ve acı sonuç böyle doğuyor.

İsveç Anayasası’nın birinci maddesinde, Askerin insan haklarının yerine getirilmesi ile görevli olduğunu yazdığını biliyor musunuz? Ne müthiş bir hizmet. Bizde ise ilk dört maddeyi hatırlayınız.. Devlet, devlet, devlet. Bunun arkası işte zulümdür. Öbürüsü hizmet…

Sultan Abdülhamit’i hall eden İttihat ve Terakki ekibi, Padişah’ın gözetim altında tuttuğu Şerif Hüseyin’i de Arabistan’a yollayacak ve yakın gelecekteki Arapların İngilizlerle işbirliği yapmasına zemin hazırlayacaklardı. Yönetim hatası…. İngilizler ona Arabistan, Irak ve Suriye’den müteşekkil büyük bir Arap devleti sözü vermişlerdi. Fakat İngiliz bu.. Petrolle nufüsu, nufüsla nufüsu birleştirir mi. Hepsini parçaladı ve Osmanlı’yı hançerleyenler bu kez onların sömürgeliğine girdiler. 1960’larda yabancılardan kurtuldular bu kez Kralların despotların yönetimine girdiler. Bütün bunlar Batı ve Yahudilerin üstün mali ve siyasi çıkarları için başarıyla yürütülmüş oyunlardı. İşte sorun şu: bir hareket yaptığınızda yerine ne koyacaksınız? Aynı sorunu bugünkü Arapların toplumsal hareketinin sıkıntısı da yaşamıyor mu?…

Üç Beyinsizlerden (Talat, Enver, Cemal) Talat Paşa da Almanların “rahat durmayan Ermenileri sürün gitsin” fikrine uyacak ve bilinen netameli göç gerçekleşecektir. Almanlar zaten faşist bir ulusalcı zihniyete sahiptir. Verdiği öğüt de Faşist ve Ulusalcılığın temellerini oluşturmaya yöneliktir. Bu ulusalcı başlangıcı Cumhuriyet de izleyecek ve geliştirdiği bilinen politikalar ta bugünleri bile etkileyecektir. Göç edenlere yollarda güney doğudaki bilinen aşiretler saldıracak, açlık, kıtlık, ve bugünkü neslin de başını ağrıtan bir trajediye dönüşecektir. Kırşehir de bundan nasibini alacak ve orada yaşayan bir Ermeni, götürülürken babaannemin bakkal olan babasına (Ali Efendi) kendi altınlarını vermek isteyince, o müslüman insan, bu kul hakkı deyip reddedecektir. Bu konuda Üçgöz semti hiç de iyi hatıralarla anılmayacaktır. Anlatamıyorum. Sorana söylerim(?) Yüksek ideal uğruna yönetim hatası, kendi halkına zulüm ve merhametsizlik. Bugün PKK yüzünden bütün kürtleri hedef almaya benziyor.

Alman milliyetçiliği; Wilhelm’den beri “üstün ırk” hülyalarıyla yatıp kalktığından, ilerleyen teknoloji ve askeri gücü ile diğer ülkeleri tedirgin ediyordu. Ve nihayet Avusturya Prensi’nin öldürülmesi ile savaş başladı. İttihat ve Terakki önce İngilizlerle ve Fransızlarla görüşmüştü, ancak Emperyalistlerin Osmanlı’nın petrol yataklarının olduğu bölgeleri ele geçirebilmek için yanında değil karşısında olması gerekiyordu. Ayrıca, kara askeri olan Osmanlı’yı istediği gibi savaştıramazdı da. Hile-i şeriye ile iki Alman zırhlısının anlaşmalara aykırı olarak boğaza girmesi üzerine yalandan satın aldık denilerek Osmanlı elbisesi giydirilip Rus limanlarını bombalamaya gönderilmesi, ülkenin tarafını ve savaşa girdiğini anlatmaya yetti. “Ruslar gemi yapıyor, İstanbul’u işgal edecek” diye Türkleri kandıran ve oldu bitti ile kendi yanında savaşa sokan da Almanlar’dı. Çocuklara “Bak öcü var” deyip kucağa çekmeğe ne kadar benziyor.  Sultan Abdülhamid’in “siz nasıl savaşa girersiniz” diyerek karşı çıkmasının bir faydası olmayacaktı. Emperyalistlerle işbirliği. Kendine güvensizlik. Siyasi ve askeri karar hatası.  

Böylece birinci dünya savaşı başladı.12 000 kilometre uzunluğundaki 6 cephede Osmanlı orduları savaşmaya başladı. Giden Anadolu askeri hiç geri dönmüyordu. Derken sıra Rusya’ya yardım etmeye ve Osmanlı’yı da beraberinde saf dışı ederek bağlı bölgelerin askeri direnişinin kırılmasını kökten halletmeye gelmişti. Hedef Osmanlı’nın dar geçidi Çanakkale idi. Burası aşılırsa İstanbul rahatlıkla düşerdi. Yaklaşık 500 000 akvamı beşer saldıracaktı.

AH ÇANAKKALE AH, NE YAMANSIN SEN..                  

Almanlar Batı Cephesi’nde başarılı olup Rusya üzerine yönelince Osmanlı’nın da Kafkas cephesinde sıkıştırmasıyla zayıf düşen Rusya’ya yardım etmek, eteğinden petrol rezervleriyle dolu yüzlerce ülke çıkacak ahtapotun başı Osmanlı’yı kalbinden vurmak ve Rusya’nın ihtiyaç duyulan ucuz buğdayına ulaşmak gerekiyordu. “Bütün akvamı beşer” birleşerek Avustralya, Yeni Zelenda, Senegal, İngilizler, Fransızlar, Fransız Sömürgesinden Zenciler, İrlanda, İskoç, Galler Birlikleri, İspanyol Süvarileri, İsviçreliler, Suriye Yahudi Mülteciler Alayı, Rumlar, Hint Tugayı, yaralılarımızı süngüleyen Nepal Gurka Taburu, Kanadalı’lar, daha neler neler. “Kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne bela” Bir araya geldi ve 18 parça ağır zırhlılarla Çanakkale Boğazına dayandı. Osmanlı’nın ağır toplarını Almanlar sağladı. Gerçekten savaşın kaderini de bu toplar belirledi. Alman General Liman Von Sanders işin başına atandı.

Savaş stratejisinde iki hususta Türk Komutanlarla Liman Von Sanders anlaşamadı. Birincisi; yaklaşan donanmayı girişte mi, yoksa boğazın en dar yerinde mi imha etmek daha kolaydı. Liman Von Sanders “girişte karşılayalım” demişti fakat Türk Subayların “en dar yer” fikri kabul görmese de sonucu o en dar yerde 275 kiloluk top mermisini “Ya Allah” deyip kaldıran Kırşehir Boztepeli Seyyit Onbaşı ile Nusret adlı küçücük mayın gemisinin döşediği Almanların patlamaz dediği 403 mayından elde kalan en son 26 mayın belirleyecektir. Bu mayınların kıyıya parelel olarak döşenmesi bir ilahi hikmettir ve keşif uçuşunda farkedilemeyecek ve pilot da 3 geminin binlerce personeliyle birlikte sulara gömülmesiyle doğan ağır zayiattan dolayı daha sonra kurşuna dizilecektir. Ocean, Bouvet, İrresistible denizi boylayacak diğer üçü ise ağır yara alacaktır. Seyyit Onbaşı, daha sonra komutanı Cevat Paşa’nın “bir de benim yanımda kaldır şu mermiyi Seyyit” deyince kaldıramayacak ve “Komutanım bunu kaldırabilmem için düşmanı görmem lazım” demesi ibret-i şayan bir olaydır.

İkinci anlaşmazlık; deniz zaferinin kazanılmasından sonra kara çıkarması yapmak isteyen düşmanın nasıl karşılanacağıdır. Gene, Liman Von Sanders “bırakınız çıksınlar sonra saldırırız” demektedir. Fakat Türk komutanlar der ki, “biz çok güçlü ve imkanı olan bir ordu değiliz. Şayet karaya çıkıp da yer tutarlarsa artık söküp atamayız, bu yüzden muhtemel çıkarma yerlerine yerleştirme yapalım” derler. Fakat dinletemezler. Yine de elde olan 5 makinalıyı tam çıkarma yapılan yerlere yerleştirirler ve düşman en büyük zayiatını buralarda verecektir. Bir gece önceden bırakılan şamandrayı bir çoban farkeder ve askerlere haber verir. Böylece Arıburnu’nda düşman düz sahile çıkacağı yerde yarlarla çevrili sarp kıyıya çıkar. Ancak düşmanın sahile çıkarak yer tutmasına izin verilmesi zayiatları çok artıracaktır. Mustafa Kemal’in en önemli başarısı Anafartalar’da sahile çıkan düşmana merkezden emir almadan aniden saldırarak onları yıpratması ve yer tutmalarını engellemesidir. Yarbay Mustafa Kemal’in toplam iki yerde atağı vardır ve bu savaş yalnız iki yerin kahramanlığından ibaret değildir. Sarıkamışta felaketin mimarı Enver Paşa bu kez Çanakkale’de ordu Başkomutanıdır ve muazzam hazırlıklar yapmıştır. Enver Paşa’nın en önemli artısı da budur. Fahrettin Altay Paşa, Yanyalı kardeşler Vehip Paşa ile Esad Paşa ve daha sonra tek parti rejimine karşı çıkan kahraman asker Selahattin Adil bey resmi tarihin unutturduğu kahramanlardır. Ya tabur imamları.. Askere vaazlar veren, cennetle müjdeleyen, askere ölmeden kendi cenaze namazını kıldıran, askeri fütürsuzlaştıran onlardır. Hamilton “komutanlarınız olmasa bile imamlarınız askeri sevk ve idare ederdi” diyecektir. Düşman toplarının mesafe ayarında Camilerin külahlarını nirengi olarak kullanmasın diye görünmez kılmak için siyaha boyayacaklardır.

Bu stratejilerin neden böyle olduğu konusunda bir ipucu vermek istiyorum. Liman Von Sanders bir Mason’dur. Karşı tarafta da Mason etkisi baskındır. Bazı isimler zikredilmektedir. Yahudi alayları da düşmanın arasındadır ve ileride İsrail’in kurulması için göze girmeye çalışmaktadırlar. İki taraflı mason politikası dünyayı birbirine kırdırmıştır. İkiz kulelerin vurulmasına yardım edenler de onlardır ve bu olay Afganistan ve Irak’ın işgaline bahane yapılmış ve Bush bu işgaller için “bu bir haçlı seferidir” diyebilmiştir. 11 Eylül’de oradaki 900 Yahudi aldığı müthiş istihbarat ile işe bile bile gecikmiş ve hiç biri ölmemiştir. Medine’de Evs ve Hazreç Kabilelerini birbirine düşürerek kendileri aradan sıyrılıp menfaatlenen yine Yahudilerdir. Fakat orada hesap tutmayacak ve o kabileler İslam ile önce kardeş olacaklar sonra Peygamber efendimiz Yahudileri anlaşmaya rağmen rahat durmadıkları için Medine’den dışarı çıkaracak, daha sonra da Hz. Ömer onları tüm Arabistan’dan sürecektir.

İngilizlerin yanında savaşa katılanları İngilizler “Halife esir alındı, onu kurtarmaya gidiyoruz” diyerek kandırmışlardır. Ezanlar okunup da namaz kılındığını gören kandırılmış askerler bu tarafa geçince, İngilizler diğer müslüman askerleri cephe gerisine çekeceklerdir. Bu savaşa Halife’nin çağrısı üzerine bütün İslam aleminden gelerek savaşanlar da olmuştur. Gelemeyenler duaları yanında maddi destek de sağlamışlardır. Pakistan, Afganistan, Türki Cumhuriyetler’den toplanan paralara Rusya önce el koymuş daha sonra bir kısmını kendisi alarak diğer kısmını bize zoraki ulaştırmıştır. 

Bu savaş deniz ve kara olarak tam dokuz ay sürmüştür. Yabancı kaynaklara göre zayiat miktarı her iki taraf için de 250 000 civarındadır. Fakat bizim askeri kaynaklarımıza göre zayiatımız 167 000’dir. Ölen coni sayısı da 150 000’dir. Sadece 29 000 askermiz bombanın sesiyle ölümü kucaklamıştır. Bombaya karşı beden.. Asker sayısı yeterli asker olmadığı için yeni askere alımlarla yeni alaylar kurulmuştur. Öyle ki Tıbbiyenin son sınıfı olduğu gibi savaşa katılmış ve o yıl tıbbiye mezun vermemiştir. Mehmetler, Kürt Memolar, Çerkez Şamil’ler, Laz Temeller birlikte savaştık. En çok katılanlar orta Anadolu’dan. Onlar en güvenilen ve en vatanseverler. Fakat nimet külfet dengesi daima onların aleyhine oldu. Osmanlı’da da Cumhuriyette de. Ulusal nankörlük… İkinci olarak o gün birlikte savaşan kürtlerle bugün neden ayrılık rüzgarları estiriliyor aramızda. Araplar da ayrıldılar gidip İngiliz’lerin sömürgesi oldular. Bağımsızlık için 60’larda mücadele ettiler fakat bu sefer de krallar ve despotlardan kurtulamadılar. Şimdi yine toplumsal bir uyanış içindeler fakat yerine neyi koyacaklarını yine bilmiyorlar. İnşallah iradeleri serbest olursa doğruya ulaşmak güç olmaz. Yeter ki irade fesat olmasın.

ÇANAKKALE; ALLAHIN DA BİR HESABI VAR              

Büyük Savaşı uzatan bu savaştan üç yıl sonra İngilizler zorla geçemediği boğazları siyasetle nihai galip sayılarak geçecek ve İstanbul’u işgal edeceklerdir. Bu yönüyle bakıldığında “o zaman neden bu kadar adamı kırdırdık” denilebilir belki. Fakat Allah’ın da bir hesabı var. Bu son kaleyi yıkamayacaklardır. Çanakkale Savaşı’yla Rusya’ya yardım gitmeyince Ruslar’ın Almanlar’a yenilmesinin de etkisiyle iç karışıklıklar artacak ve Lenin 1917 Ekim devrimiyle komünistleri iktidara taşıyacaktır. Daha önce Rusya’nın nüfuz sahasına verilen Anadolu’nun önemi birdenbire artacak ve kapitalist dünya korktuğu komünizme güneyden bir set çekebilmek için milli sınırlar içinde kalan sınırlı bir Türk Devletine razı olacaktır. Böyle bir Milli sınır yoktur aslında. Bu çerçevede doğuda Kazım Karabekir Paşa Ermeniler’le yalnız kaldığı için rahat bir galibiyet alıp onları doğunun dışına itecektir. Batıda da Yunanlı’lar yalnız kalmıştır. Öyle ki İngilizlerle bizimkilerin aralarında gizli bir anlaşma  olduğunu tahmin ettiğim nedenden dolayı İngilizler, Yunanlı’ları Sakarya cephesine çekilmeye ikna edeceklerdir. Yunanlı komutan ısrarla “İzmir – Eskişehir istikametine çekilelim” demesine rağmen merkezi kontrol eden İngilizler, Yunanistan’dan talimatı “Sakarya tarafı” olarak verdirirler. İşte bu onların intiharı demektir ve öyle de olur. Geyve’de Sakarya ırmağında sıkışırlar ve kaçacak yer olmayınca imha edilmeleri zor olmaz.

Bütün bunların İngilizler tarafından Türklere karşılıksız olarak verildiğini düşünmek çok büyük bir saflık olur. Resmi tarihin de sorgulanması gerekir. Taha Akyol “Ama hangi Atatürk” adlı kitabında İngilizlerin Anadolu’dan çekilmelerinin bir nedenini o zamanki Hindistan (Bugün Afganistan ve Pakistan)daki müslümanların Osmanlı için İngilizlere baskısına bağlıyor. Bize göre bu baskı da bir olasılık olarak değerlendirilebilir belki. Ancak bizim tanıdığımız İngiliz siyaseti sineğin yağını çıkarmadan bırakmaz. Her şeyi hesaplar. Çekilirken bile kendi gelecekteki politikasına uygun bir düzenleme yaparak çekilir. Kıbrıs’ta bile çekilirken bir üssü kendine tesis ederek ayrıldı. Önceden doğrudan askeri işgalle yaptığı sömürüyü, öyle ki siz bu kez başkaldırarak bağımsızlığınızı kazansanız dahi, bu kez, yöntem değiştirerek aynı sömürüyü yeni formatlarında devam ettirmenin yollarını arar. Çok değişik bir millettir. İngilizleri iyi tanımak zorundayız.

İngilizler bizimle ilgili şu üç şeyden korkmaktadırlar. Birisi bütün Türki Cumhuriyetlerle birleşik bir Türk ya da Turan birliği (250 Milyon Türk ırkının birleşmesi-Enver Paşa’nın rüyası- Batı bizi bugün bile böyle görüyor ve sürekli kontrol etmenin yollarını arıyor) diğeri de İslam alemi ile birleşik petrol kaynakları da bulunan geniş bir coğrafyada Osmanlı ruhunun yeniden canlanması. Bu yüzden sadece Anadolu’ya sıkışmış bir misakı milliyi onlar belirledi ve bu şekliyle zoraki razı oldu. Bizimkilere sorarsanız Suriye, Musul ve Kerkük de Misakı Milli’nin içindedir aslında. Fakat gerçekleşen bugünkü sınırlardır. Üçüncüsü ise Türklerin İslam’la bütünleşmesi. Bütün planlarını Türklerle İslam’ı ayırmak üzerine yaptılar. Türkler son savaş Çanakkale’yi İslam’la kazanmışlardı. Yeni Türk Devletine izin verilecekti fakat dar bir alanda, petrolsüz ve İslam’dan da uzak tutulmalıydı. Bugün bile başörtüsü ve kamusal alan fikri tamamen İngilizlerin oyunudur. İslam’la ırkı ya da nüfusu ayırmanın en temel aracı “laiklik” ti. İşte yapılan en temel pazarlık; kurulacak devletin sınırlarının yalın bir Anadolu olması (Musul ve Kerkük konusundaki anlaşmazlık Lozan’da dahi sert tartışmalara konu olacak ancak yeni Türk devletinin güçlenmesinden korkan İngiliz’ler bu konuda savaş pahasına ödün vermeyeceklerdir) ile cumhuriyetin laik olmasını sağlamaktır. Bu konuda gizli bir anlaşma olup olmadığı konusunda elimizde sağlam bir dayanak bulunmamaktadır. Ancak İngilizlerin laiklik konusuna taraftar oldukları ve sonuçtan da memnun oldukları kesindir.  Siz nasıl düşünürseniz düşünün, onlar Kilisenin etkisini laiklikle azaltmışlardır ve aynı şeyin de bizde olmasını istemeleri normal bir beklenti olarak düşünülmelidir. Nitekim Mustafa Kemal, Said-i Nursi ile görüşmesinde “İslam’i bir devletin kurulmasına dış güçlerin izin vermeyeceğini” söylemiştir. İstanbul’un işgal altında olduğu boğaza giren çıkan herşeyin kontrol edildiği bir ortamda nasıl oluyor da Mustafa Kemal orta büyüklükte de olsa bir gemiyle onca askerin arasından ta Samsun’a gidebiliyordu. Bunlar ne izinsiz ne de hala ayakta olan Osmanlı Hükümetinin (Sultan Vahdettin’in) yardımı olmadan olabilecek şeyler değildi aslında. Fakat  resmi tarih gerçeğe göre değil ihtiyaca göre yazılıyordu. Böylece yeni nesiller de, eski nesillere daha rahatlıkla kızıp, yenileri büyük kahramanlar olarak kucaklıyordu. İşte böylece bu kahramanların devletin niteliğine ilişkin her söylediklerinin tartışılmadan kabulü de kolaylaşıyordu…

Kurtuluş savaşını kolaylaştıran bir diğer etken ise Hırıstiyanlar arasındaki mezhep savaşlarıdır. Yunanistan bütün Batı Anadolu’yu ele geçirince Ortadoks olan Yunanistan’ın Ortadoks’luğu büyük bir imparatorlukla perçinleyip söz dinlemez bir rakip olmasından korkuldu. Buna fırsat verilmemeliydi. Bunun için çaresiz Türkler tercih edildi.

Diğer taraftan Çanakkale’nin geçilememesi Bulgarların da Almanlar ve Osmanlı’nın yanında kalıp taraf değiştirmemesini sağlamış ve kurtuluş savaşında Bulgar cephesinden de bir saldırı olmamış, Trakya ve İstanbul hiç bir askeri savaş olmadan tepsi içinde bize sunulmuştur.

Çanakkale savaşı halkın bütünüyle topyekün olarak katıldığı bir millet, bir ümmet savaşıdır. Ruhu itibariyle ise İslam’ın savaşıdır. Hilalin savaşıdır. Şehadet şerbetinin kase kase içildiği, fütursuzca ölüme koşulduğu, bir günde onbinlerin feda edildiği, siper olarak bedenlerin, etlerin, göğüslerin gerildiği ne yaman, ne zalim savaştır o. Aşıkpaşalı rahmetli Cingi’nin Mehmet amca anlatıyor. Bir günde tam 16 000 şehit verdik diyordu.

Lazın birisi lokantada zeytini çatala batıramayınca bunu gören garson gelir ve çatalı batırır zeytini alır. Buna bozulan bizimki der ki: “Ben zeytini yordum da sen ondan yakaladın”der. İşte Çanakkale ile Kurtuluş savaşının misali aynen böyledir. Kurtuluş savaşı Çanakkale’de kazanılan zaferin gölgesinde, onun etkisiyle, onun kolaylaştırmasıyla kazanılan bir savaştır. Bu savaşlara biri Osmanlı’nın biri Cumhuriyetin savaşı demek asla doğru olmaz. Hepsi de bizimdir ve etkileri itibariyle birbirine yardımcı olmuşlardır. Allah rızası için canını veren yiğitlerin ve komutanlarının hiçbirini küçümseyemeyiz. Hepsinden Allah razı olsun ve mekanları cennet olsun.

Kafir de bedelini ödemiştir ödemesine fakat başka milletleri getirip de savaştırdığı için az ziyanla atlatmış, müslümanı müslümana kırdırmış, sorulduğunda da Churchill “Osmanlı’nın kaymak tabakasını erittik” demiştir. Nitekim Kurtuluş savaşına hem savaşacak asker bulunmakta zorluk çekilecek ve hem de yeni kurulan devlette 5-6 yıl boyunca okumuş kültürlü eleman sıkıntısı çekilecektir.

Sonuç olarak Çanakkale savaşı askeri strateji olarak bizim açımızdan bir felakettir. Stratejinin temel gayesi en az insan zayiatıyla savaşı kazanmaktır. Dar bir alanda yoğun bir asker sayısıyla yakın siperlerle savaşılmasının asker kayıplarını artırdığı doğrudur. Ancak yukarıda bazı parağraflarda zaman zaman eleştirdiğimiz üzere askeri stratejilerin hiç mi kabahati yok. İngilizler daha sonra “bu savaşı nasıl kazandınız” deyince Mustafa Kemal “ölerek” diyecektir. Bunun üzerine: “kalsın, kalsın” derler.

Çanakkale’deki bu ruh nasıl sağlanmıştı. Onu diğerlerinden ayıran fark neydi? Bize göre bu fark, ülkesi için topyekün bir ölüm kalım mücadelesi veren halkın ”ahireti merkez” alarak ulaştığı fedakarlık ruhudur. Şimdi biz ise “dünya merkezli” bir tüketimin köleleriyiz. Nasıl yaparız böyle bir savaşı bi daha. Mümkün mü? Onlar “ölmek Allah’ın kaderiyse neden kaçınalım” dediler. Biz de tembelliğimize “bu da Allah’ın kaderiyse ne yapalım” diyoruz. Aynı kader anlayışının bizi getirdiği iki farklı noktaya bakın. İşte atalet günümüzde en büyük tehlike. Uyanmak için bir Çanakkale daha mı yaşayalım.. Bir de savaşa kötü derler. Kötü ama hiç mi yararı yok.. Toplumsal dinamikler nasıl sağlanacak?

İmanla ülke kurtulacak fakat yerine kurulan Cumhuriyet kendi kuruluşunun ruhu olan imanı, Batılılara söz verdiği için mi, korktuğu için mi, yoksa gerçekten ilerlemeye engel gördüğü için mi bilinmez Batı’yı aynen taklit ederek İslam’ı terkedecektir. Laikliğin adı dinin ve devletin ayrılığı olarak ifade edilecek fakat uygulamada siyaset dinin tepesine binecektir. Toplum ise oy kullanarak darbeleri temizlemeye çalışacaktır.

Osmanlı da benzer şekilde Fatih’e kadar Türkmen Ahilerin desteğinde ilerlemiş (Osman gazi, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigar’a Ahi kuşağı bağlanmış) ancak Osmanlı, Fatih’ten sonra bütün Türkmenleri yönetimden uzaklaştırmıştır. Türkmenler ilginç bir şekilde bugün de bu Cumhuriyetin yönetiminde (özellikle parti başkanlıklarında) söz sahibi olamamaktadırlar. Bu güvenilir insanların memleketleri olan Kırşehir, Yozgat, Çankırı, Çorum gibi Orta Anadolu illeri hala doğru dürüst  devlet yatırımı alamazlar. Sürekli göç verirler..

18 Mart deniz savaşının kazanıldığının bilgisini Necip Çöllerinde alan Mehmet Akif hemen o gece ayın gölgesinde Çanakkale şiirini yazmaya başlar. Ahmet Haşim ve onun gibi daha bir çok edebiyatçıyı Enver Paşa savaş bölgesine getirmiş ve gezdirmiştir fakat ortaya belirgin bir şey koyamazlar. Mehmet Akif savaşa katılmamıştır fakat  döktürür. İşte iman gücü. Dünyada hiç bir ülkenin böyle duygulu ve etkili bir şiirinin olmadığını biliyor muydunuz? Bu şiirlerin Peygamber efendimizle ve şehitlerle konuşularak yazıldığını da biliyor muydunuz? Görmeden nasıl “Sana âğûşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber” diyebilir ki?
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AHLAKSIZLAR

CEREME                                       

 Sevgili Okurlar,

Bundan böyle zaman zaman bu köşede birlikte olacağız. Köşe adını Kırşehir’in adını AHİ KIRŞEHİR olarak değiştirelim diye seçtim. Bu kadar yatırı ve eserleri bulunan bir kültür kenti nasıl olur da KIR olarak kalır anlamıyorum. Lütfen bana katılın da AHİ KIRŞEHİR olup cümle alemin diline bunu dolayalım. Belki merak ederler de ahiliğin bir “insanlık sanatı” olduğunu öğrenip “biz de insan olalım” derler.

Bugün 28 Şubat’ın gölgesinde yapılanların ekonomik boyutunun ülkeden neleri götürdüğünü konuşacağız. 99’daki büyük Banka soygunundan iki ay önce yapılan bir araştırmanın (Bir Kırşehir’li) sonuçları şöylece devlete bildirilip Yaklaşım Dergisinin Aralık sayısında da yayınlandı.

Buna göre; bütün bankaların araştırma sonuçları felaketti. İçleri boşaltılmış boş tenekeler gibi görünüyorlardı. Sadece iş, devlete KAKALAMAYA kalmıştı. Makalenin adı “Dünyada ve Türkiye’de Bankacılık Oyunu ve Faturası” idi. Bu yazıda özel bankaların kendi grup şirketlerince içinin boşaltıldığını, özsermayelerinin yetersiz olduğunu, takipteki alacakların 4 kat artığını, yüksek faiz, bo­zuk bilançolar (Örneğin, 100 kredi için 8 özkaynak gerekli iken hemen hemen hiçbir bankada bu oranı görmek müm­kün değil) siyasilerin bozucu etkisi, sermaye piyasasındaki yüksek iniş çı­kışlar, 10 milyar dolara ulaşan açık po­zisyon, bastırılmış döviz kuru, ekono­mik belirsizlikler; bu yapıyla bankaların devam etmesi beklenemez. Gelecek 2 yıl içinde birleşmek zorundadırlar. An­cak kar tatlı, kimse yanaşmıyor. İflas son­rası tedbirler ön plana çıkarılıyor. An­cak kimse iflas öncesi bankaların ça­lışma sistemlerini sorgulamıyor dedikten sonra;

Türkiye’de iseniz, en iyisi siz bir ban­ka edinin. Çünkü “bir bankayı soy­manın en iyi yolu o bankaya sahip olmaktır.”(Mr. Möllack, Amerikan Merkez Bankası Başkanı)” diyerek de bir kinaye yaparak bitiyor.

Bu yazıdan iki ay sonra bankalar patır patır batırıldı. “VATANDAŞIN PARASINA” “KENDİ PARASI” gibi baktılar, boşalttılar ve devlete KAKALADILAR. “Sen nasıl olsa %100 güvence vermiştin şimdi öde bakalım benim ördeklerin paralarını” dediler. İşte tilkiler ayak oyunuyla, kurtlar zorla, sırtlanlar da kalan kemikleri yiyerek kollektif cinayetin faturasını da hakkını aramaktan aciz adına devlet denen şamar oğlanına kestiler.

 İrtica bahane yağma şahane

-Nitekim 28 Şubat’ın arkasından gelen banka iflaslarından 65 milyar dolar devletin, yani TMSF’nin sırtına kaldı.

 -Kamu Bankalarının bir türlü nedeni tanımlanamayan “görev zararı” 20 milyar dolardı.

-Sayıştay ise 136 milyar doların kime, hangi şartta verildiği ve nasıl geri alınacağı belli olmayan başka bir rakamı dehşetle ifade edip açıklıyordu.

Türkiye’nin o tarihteki 200 milyar dolarlık Milli Geliri ile kıyaslayın bakalım. Bütün bu batık bankalara, görev zararına ve kayıtsız kayıp paralara giden paralar 28 şubat’ın gölgesinde gerçekleşti. İnsanlar ipteki canbaza (irtica) bakarken cepleri soyuldu. Batan banka yönetim kurullarında da malum statükonun koruyucuları da vardı.

 CEREMENİN ÖRTÜSÜ

 Bankaların batarak mevduat sahiplerine devletin milyarları ödemesinin arkasından Kasım ve Şubat krizleri arka arkaya geldi. Esnaf bitti. İntiharlar, iflaslar birbirini kovaladı ve esnaf yürüyüşe geçti. Devletin krize girmesinin asıl nedeni; devlet borçları ve ödenemeyen tahvillerdi. Önceki soygun için mevduat sahiplerine bu kadar ödeme yapılmasaydı devlet borç sıkıntısına girer miydi? Bütün bankalar devlet tahvilinden kaçmasına rağmen bir tek Demirbank toplama yoluna gitti ve kurban da o oldu. Devlet kazığı anca ona atabildi. Buna rağmen görevinin başında olan çevreler bu kez içi boşaltılan bankaların içini tekrar doldurarak (?) içinde medyacıların da olduğu “hortumculara” devrettiler. Hem de ne olaylarla..

Hükümet boşaltanlardan hesap soracağı yerde onları affetmenin çarelerini aradı ve arkasından yeşil sermaye’ye baskı ve onun gerisin geri yurt dışına kaçışı gündeme geldi. Yapılan bir araştırma;

 -İrticayı tehdit olarak görenlerin oranı CHP seçmeni arasında bile %3,4

 -Başörtüsünün temel hak olduğunu söyleyenler %74

 -Onların serbestçe üniversiteye girmelerine taraftar olanların oranı ise %62 olduğunu gösteriyordu.

Ancak ilan edilen sürekli başka şeydi. İşte ipteki canbaz irticaydı ve herkesin gözü buna çevirttiriliyordu ki diğer operasyonlar yapılabilsin. Halbuki Rahmetli Erbakan’ın Milli Görüşü bile teokratik değil milli ve sosyal bir olguydu aslında. Ama Müslümanı Müslüman değil de değişik ve anlaşılmaz bir İrtica kelimesi ile vizyona konulan Aczimendilerle bir göstermek bir ihtiyaç içindi. Öyle gerekiyordu. Sahnede Aczimendi’ler vardı. Arkadan başka işler çevrilecekti. 28 Şubat’çılar da bunların yönetim kurullarındaydılar ancak hiç biri yargılanmadı.

Bir bankanın önemli işlemleri için MB, Hazine, Murakıplar gibi tam 9 yerden geçmesi gerekiyor. İşte bu bürokrasinin de siyasetçinin de günahsız olmadığını göstermiyor mu? TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’ün şu sözüne bakınız “Raf temizliği”

Amerika’da bir şirket zora girdiği, aşırı borçlandığı zaman alacaklısı, şirketi değil sahibini zorlar ve borcuna karşılık yeterli hissesini alır ve şirket başkasının eline geçer. Böylece şirket eski çalışanları ve aynı üretimi ile ekonomiye zarar vermeden yoluna devam eder. Bizde ise; ekonominin, üretimin, çalışanların, malını satın alan halkın ve ülkenin genel menfaatleri değil de hırsızlık paralarının aşırıldığı firmaların bir şekilde sahibi olmuş olan, pisliğini; para, siyasete yakınlık, makam sahiplerini besleyerek ve sahte itibarla örtmüş, ancak ahirette donsuz kalacak, ölümün onları lime lime edeceğinden habersiz kişilerin, ayrıcalıklı üstün menfaatleri önemli olduğu için, önce onlar seçkin kişilik haline gelir ve demokrasinin bütün kurumları onların ali çıkarlarına hizmet eder. Nasıl bir demokrasi ise? Yanayım… Kıçını temizleyemeyen demokrasi…

 CEREMENİN AĞITI

Bunca soyguna rağmen SİYASİ VE HUKUKİ BİR TEPKİ olmalıydı. Bir tek Dinç Bilgin hapse girdi o kadar. Aczimendileri öne sürüp, onlar arkadan 65 milyar doları götürdüler. Ruhsuz demokrasinin iliklerine kadar kanser illeti sarmış.

Biz hep İbni Arabi’nin Şam’da altınları ayağının altına gizleyip “Sizin Allah’ınız benim ayaklarımın altında” dediğinin aynısını söylüyoruz ve Sin’i Şın’a vurmaya havale ediyoruz aslında. Fakat demokrasi o kadar hasta ki bir Yavuz Sultan Selim göndereceği yok. Tek çare onları onları Kırşehir’de Aşıkpaşa’ya, Ankara’da Karşıyaka’ya havale etmek. Başka çare yok. Bizim demokrasimiz duygusuz ve duyarsız. Sağırlar sözden, körler işaretten anlamaz. İslam Hukuku neden bedeni cezalara ağırlık verir. Çünkü bu ceza herkesin sırtını eşit yakar da ondan.

Ah Merkez Efendi ah. Nereden dedin hocana “Ben de Allah’ın yaptığının aynısını yaparım” diye. Gel de gör şu dünyanın halini, yapılan zulümleri. Zalimin azabının mazluma ne faydası var. “Birazcık adalet ve fakirleri de gözet ya Rabbi” deseydin ya… İnsanları isyan ettirecek fakirlikte bıraktırdın.

İşte asıl bunların cenaze namazı kılınmaz.. Biz de kalktık 28 Şubat’ın mağdurunun (Erbakan’ın) cenaze namazını kılmadık? Olacak iş mi?

Kırşehir’de bir laf var. Kültürde gelenekte ayıp olmaz. Affınıza sığınarak artık söyleyeceğim. Babam bunu çok söyler. “Dalakçı …  …..er, Gümüşkümbet ceremesini çeker” derler. Yani Dalakçılı kırıklığa gider, sorulduğunda da Gümüşkümbetli yaptı dermiş….

Demokrasilerde devlet cereme çeksin diye değil mi? Kim demiş “halkın kendi kendini yönetimi” diye. O kitaplarda Mümtaz Soysal’ın özene bezene okuttuğu aslı olmayan bir teori. O bile Telekomu iptal ettirerek devletçilik adına devleti milyarlardan etti. Fiilen ise “kurtların kuzuları yönettiği, acıktıkça da topuyla birden yediği, aklından istifade ettiği siyasi tilkilere de bir iki kemik attığı bir düzen” Kim demiş, o, gelinlikler içinde güzel bir kız diye. O gelinlik yırtık pırtık, paramparçaydı o günlerde. Ne damat var ne düğün. Hırsızlar ve ahlaksızların şöleni vardı o günlerde…

SONUÇ: DEMOKRASİ AHLAK ÜRETMİYOR. AHLAKIN DİNLİ BİR DEMOKRASİDE ÖNE ÇIKMASI ÜMİT EDİLEBİLİR. SOYGUN İSE DEMOKRASİNİN CEREMESİ

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İMAN SU GİBİ BİR İHTİYAÇTIR

Bu köşede siyasi, sosyolojik, iktisadi yahut güncel konular üzerinde kalem oynatacağız. Bu iş hiç de matematik yapmaya benzemiyor. Fakat Demirel, Özal, Erbakan birer mühendisti. Demek ki, kişisel artılara ihtiyaç var. İki parti birleşse ve her birinin oy yüzdesi %3’er olsa sonuç doğrusal olarak %6 beklemek gerekse de asla bu sonucu bulmak mümkün olmayabiliyor. İşte buradaki sorun işin içine insan unsurunun girmiş olmasındandır. Yani doğru gibi görünen sebepler beklenen sonuçları doğurmamaktadır. Örneğin 27 nisan e-muhtırası da beklenen değil beklenmeyen sonuçları doğurmamış mıydı?

Fiziki ilimlerde sebep – sonuç ilişkisini daha net olarak görmek mümkündür. Örneğin taşı bırakırsanız düşer, ateş yakar, su boğar, zincir zayıf yerinden kopar v.s. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın koyduğu maddi ilimlerdeki kanunlar dolayısıyladır. Buna “Sünnetullah” diyoruz. Örneğin depremlerin oluşmasında fayın yaklaşık 30 yıllık bir sürede enerji biriktirerek kırılmaya meyletmesi de bir ilahi kanun dolayısıyladır. Zaman zaman biz fen bilimi adamlarıyla din adamlarının bu fayların neden kırıldığı noktasında toplumsal bir suçun yaygınlık kazanmasının bir etkisi var mıdır, yok mudur diye tartışabiliriz. Şüphesiz bir bilim adamını ilgilendiren şey fiziki nedenlerdir. Ama Allah’ın kudreti ve ilmi o kadar ileridir ki suçla sebebi aynı ana denk getirebilir. Felaketler her zaman bir toplumsal suçu da göstermeyebilir belki. Fakat her felaketten hem fiziki hem de ilahi dersler çıkarılması gerekmez mi? Hiç bir şey olmasa bile Allah’ın kudretini görmek bile insanı dehşete düşürmeye yeter. Bir bilim adamı bunu ne müthiş bir sanat diye Allah’a havale de edebilmelidir. Soru mutlaka birisinin yaptığı noktasındadır. Ortalıkta ise Allah’tan başka kimse yoktur…

Sonuç olarak söylemek istediğim şey; bir bilim adamı sebeplerle ilgilense de imanını da işin içine katarak bir komple sonuca gitmesini bilmeli ve bu Allah’ın işidir diyebilmelidir. Aksi halde “bunlar kendiliğinden gelişen olaylardır, tesadüftür” diyerek küfür bataklığına batması bir bilim adamının daha kolaydır.

Bu görüşleri eğitime uyarlarsak yalnızca maddi ilimleri tahsil etmek kişiyi materyalist bir anlayışa götürmesi daha muhtemelken, yalnızca manevi ilimleri tahsil etmek de taassubu getiren bir sonuç doğurur diyebiliriz. Türkiye’de barolar, mühendis ve mimar odaları, eczacılar birliği, tabipler odası gibi mesleki kuruluşlar genelde sol eğilimli diyebileceğimiz ekiplerin elindedir. Onları küçümsemiyoruz. Onlar da bu ülkenin insanları, inançlı ve kardeşlerimizdir elbet. Ancak dikkat çekmek istediğimiz şey genel bir ortalama olarak onların dindar olduklarını iddia edebilir miyiz noktasındadir. Buradan hareketle “acaba bizim eğitimimiz maddeci bir anlayışla mı veriliyor?” yargısına ulaşabilir miyiz? Bu, eğitimcilerin ve ülkeyi yönetenlerin üzerinde önemle durması gereken çok önemli bir husustur. Meseleyi senin tarafın benim tarafım şeklinde bir kısır döngü olarak ele almak değil de, bu çocukların ahireti ne olacak diye sorumluluk duyarak bakmak gerekmez mi? Değilse bir ateisti de bir baraj inşaatında çalıştırabilirsiniz. Ancak devleti yönetenler kişinin ahiretini tümden kendi sorumluluğuna da bırakamazlar. Hele çocuksa ve aile de zayıfsa.. Bu bir dayatma değil merhamettir. Babam beni zorla sabah namazına kaldırınca bana kötülük mü ediyor yoksa ateşten mi koruyor? İngiltere’de bir yıl infant sınıfa devam ettim. Hergün sabahleyin koro halinde ilahi okutuluyordu. Babama “siz müslümansınız isterseniz çocuğunuz buna katılmayabilir” demişlerdi.

İlim adamları konusunda da bir iki şey söylemek isterim. Genel olarak gördüğüm en temel yanlış bilim adamının kibirlenmesi noktasında görünüyor. İlim ve makam arttıkça benlik artıyor ve tevazudan uzaklaşılıyor. Çünkü ilmi Allah’tan ve “verilmiştir” bilmiyor. Kişi, yaptığımın karşılığını halk bana ödemelidir demeye başlıyor. Bir doktor oturuyor 300 ila 800 lira arasında değişen muayene ücretlerinden hiç affetmiyor. 15 gün sonra gene gel diyor. Gidiyorsunuz yine aynı parayı bir daha istiyor. Babam akşam  doktora gitti, yarın eşinle gel demiş, ertesi gün bir kez daha gidince aynı parayı yine istemiş. Bu doğru mu diye sorunca şöyle cevap vermiş: “Ben sizin için meşgul oldum”demiş. Halbuki bozuk imal edilen bir ticaret malını aynı paraya satabilir misiniz? Ya da bir mala iki fiat ödenir mi? Babam da başından geçen şu iki olayı doktora anlatıveriyor. “Elazığ’da veteriner’de öğrenciyken bozulan dolap kilidini tamire götürmüştüm. Sanatkar kişi, iki defa parça yaptı, iki saat uğraştı fakat kilit uymadı. Ücret teklif ettiğimde “ne parası, yapamadık ki” dedi. Yine bir gün Kayseri’de bir saatçiye saatimi tamir ettirmek isteyince saatçi de yarım saat uğraştı fakat o da  yapamadı. Ücret lazım mı deyince “evet” dedi, “sizin için yarım saat uğraştık” deyince doktor utandı diyor. İşte soru şu: meşguliyet mi para edecek, yararlı olmak mı para edecek. Meşguliyetle kişinin kendisi ve hizmeti putlaşıyor ve müşteri çaresiz fakat küfrediyor = toplumsal şizofreni. İkincisi ise faydanın fiatlandırılması ve karşılıklı menfaat ve rıza = toplumsal sevgi ve huzur.

Bir insan kendi kendine de anlayışlı olabilir fakat merhameti ve güzel ahlakı asıl olarak din verir. İslam, Hırıstiyanlık, Budizm, Konfuçyüzm, hepsinin de güzel ahlak prensipleri vardır.  O zaman eğitimin temel eksikliği dini eğitim ve mesleki ahlak problemi olarak ortaya çıkıyor demektir. Mesleki normlar geliştiriliyor aslında, fakat onlara uymayı zorlayan dini ritüeller olmadığı için hayata yansımıyor. Yani akıl doğrunun ne olduğunu biliyor aslında. Fakat iradeyi güçlendiren namaz, oruç, zikir, tefekkür gibi şeyler olmadığı için sonuç alınamıyor. Örgüt içi hastalıklar da olunca işler arap saçına dönüyor. İki doktor bıçak parasını karşılıklı konuşuyor fakat bir avukat veya parayı veren küfrediyor. Muhasebeciler odası neden bir meslekten atma cezası vermiyor? Sürekli idare ediyor ve göz yumuyor. Yani örgüt içi hastalıklı dışı sağlıklı. Eksik olan din temelli ahlak eksikliği. En büyük soru da şu: örgütleri pislikleri kesip atarak mı koruyacağız, yoksa pisliklerin üstünü örterek mi koruyacağız? AHİLER hep kesip attı. Üç defa çürük mal üretenin dükkanını kapatıp pabucunu dama attı ve toplumdan uzaklaştırıp çay bile ısmarlamadı. İşte bu bir kişiyi feda ederek topluma merhametti aslında ve ne kadar başarılı sonuçlar vererek yüzyıllar boyunca uygulandı. Kimse kıpırdayamadı. Ya şimdi?… Ört babam ört. Onu gören bir pislik de ben yapayım ya da biraz da ben yiyeyim diye kuyruğa giriyor. Ve toplum felç = Ahlaksızların hükümranlığı.

Dini siyasetten kesinlikle ayırmak da gerekiyor. Bir partinin dindar görünürken başkanının ya da ileri gelen bir üyesinin yapacağı ters bir hareket kişiyi partiyle birlikte dinden de soğutuyor. Bir partilinin dindar olmasında mahsur yoktur. Sorun olan şey parti politikası ya da söylemini dini kılıf içinde sunmaktır. Biz şöyle şöyle bir partiyiz diyebilirsiniz. Fakat illa da İslami söylemler konusunda bir şeyler söylemek istiyorsanız dinin adını kullanmadan bir formül geliştirmek zorundasınız. Aksi halde size her muhalif kişi kendini “din dışı mıyım” ya da “din onların tekelinde mi” demeye başlar ki bu bir ayrışmanın da başlangıcı olur. Bundan en çok dine yönelmek isteyenler yıpranır. Siyaset her önemli değere olduğu gibi İslam’a da dindarlara da ya da diğer bütün vatandaşlara da ayrım gözetmeksizin hizmet edebilir. Fakat dini bir iddiayla ortaya çıkmak tahmin edilemeyecek sonuçlar doğurur. Demek ki siyaset imanlı olmalı fakat iman siyasetli olmamalı. Çünkü imanın da herkese ulaşma ihtiyacı ve azmi var olmalı.

O halde eğitim hem maddi ilimlerin ve hem de manevi ilimlerin birlikte verildiği karma bir eğitim mi olmalı? Geçmişte neden müctehid imamlar hem maddi hem manevi ilimleri birlikte tahsil ettiler? Neden bugün sadece ilahiyatı bitirenler hemen Kuran meali yazmaya kalkıyor?

Son olarak uzmanlaşmanın yararı yanında  zararları da var mı? Yalnızca kendi konusunu bilen ancak yan bir dal konusunda hiç bir fikri olmayan birisinin yorumları ne kadar güvenilir olabilir? Amerika’lılar uzmanlaşmaya, Avrupa’lılar kollektif başarıya daha çok önem veriyorlar. Amerikalı öğrencilerin sandalyeleri arka arkaya, Avrupa’daki öğrencinin masası kare biçiminde ve çocuklar birbirini görüyor. Hangisini tercih etmeliyiz? Ben bu konuda uzmanlaşmanın önemli olduğunu ancak eğitime süreklilik kazandırılarak yan yollar hakkında da muhakkak fikir sahibi olunmasından yanayım. İlave olarak bir bilim adamının dinini de iyi derecede bilmek ve uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde tespit ettiği yeni ilmi gerçekler karşısında onu götürüp ya tesadüf deyip küfre ya da Allah’a bağlamak zorundadır. Aksi halde bunalıma girer. Bir bilginin anlamlandırılmaması diye bir şey düşünülemez. Bu yüzden İslam ilerlemeye mani değil bilakis onu destekleyen ve anlamlandıran en önemli reçetedir.

Sonuç olarak eğitim sistemi; rejime sadık nesiller yetiştirmekten ülkenin sanayide rekabet sorunundan tutun, üniversite kapılarında birbirini kırmasına, ne idüğü belirsiz “iyi vatandaş” yetiştirerek halbuki her yerde geçer akçe olabilecek “iyi insan” yetiştirmekten uzaklaşma ve güçlü bir imanla ahirete hazırlanmasına kadar bir çok problem yaşamaktadır. İlim adamında iman boşluğu olunca kişide kibirlenme, acısını toplumdan çıkarma, rejime destek adına inancı az kişilerin yanına sığınma, bu topluma yabancı yahudi kulüplerine üye olarak (askeri ve sivil bürokrasi ile akademisyenlerde çok yaygın) onlarla birlikte hareket etme gibi derin sorunlar doğmaktadır. Kimsenin hangi kuruluşta yer aldığı ve kimi sevdiği kimsenin sorunu değildir elbet. Fakat ne yaparsa yapsın hem bu dünyada hem öbür dünyada imana mutlaka ihtiyacı olacaktır. Hayatın zorluklarını iman olmadan nasıl aşacaktır? Doktorlar neden toplumun üçte biri şizofren diyorlar. Rejime sadakat bir din değildir. Din herkesin ihtiyacıdır. Bu yüzden kişinin aidiyetine ve sevdiklerine karışmadan sadece ALLAH’a ve imana davet edilmesi gerekir. Ne kişiler ne de devlet kendini bundan ari kılamaz. Merhamet çocuğu zorla namaza uyandırmaksa kişilere de iman ihtiyacı bunun gibi uyandırılarak hissettirilmelidir. İnsan su ve imandan müteşekkildir. Su olmazsa bedeniniz iman olmazsa ruhunuz ölür. Dünyada çok ihtiyaç duyulan şeyleri Allah bol kılmıştır. Örneğin su sizin ayağınıza kadar gelir ve boldur. Fakat imanı çölde su arar gibi siz irade ederek aramalısınız ki bulduğunuzda sevinciniz sonsuz olsun.

Selam ve sevgilerimi sunuyor kaya gibi bir iman diliyorum herkese.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DEPREM, SEBEPLER Mİ, KUDRET Mİ?

Sevgili okurlar, 

Deprem Bir Sanat ve Kudret mi, Felaket mi, Kader mi, Görünmeyen Sebebi Yine İnsan mı?
Japonya’da olan son depremi ve arkasından gelen ve her şeyi silip süpüren tusunamiyi film dizisi izler gibi televizyonlardan izledik. Bir insan olarak üzüldük de. Japon bir arkadaşım şöyle diyordu: “Ahmet, bir kıza, at pazarında eşek osurtmak ne demek” diye sınıfta bir kıza sordum, “terbiyesiz” dedi bana diyordu.
 
Bu tusunami daha önce önce Ace’de de yüzbin Müslümanın canı almıştı. 17 Ağustos depreminde de elli bin değil de yüz bin kişi şehit vermiştik.
 
Depremle ilgili bir bilim adamına düşen şey depremin oluş nedenlerini önce gözlemek sonra da oluş nedenleri hakkında teori geliştirmektir. Bunun anlamı sebeplerin üzerine bina edilmiş çözümlerin bir sonraki olası depremler hakkında fikir vererek onların önceden tahmin edilebilir olup olmadığı hakkında çözüm üretmektir.  Şüphesiz maddi ilimlerde sebep – sonuç ilişkisi daha doğrusal bir korelasyon izlese de deprem olayı son derece girift nedenlere dayalı komplike bir olay olduğu için kendi sırlarını kolay kolay vermez. Bir deprem araştırmacısı 17 Ağustos depremi için yerin 35 km altından başlayarak gelen hazırlanışı ve 3 dakikada gerçekleşişi açısından müthiş bir olay diyerek hayranlığını anlatıyordu. Depremzedeler açısından ise bütünüyle ailesini kaybettiği çok acı bir olaydı. Devlet açısından ise önce bir istatistik, sonra da bir harcama ve deprem bölgesindekilerin psikolojik sorunları yüzünden hepsinin başka bölgelere tayin edilerek dağıtılması demekti. Eh ağır aksak da olsa yapım tekniklerini geliştirmek de buna dahil edilebilirdi.
 
Burada şöyle bir soru sormak gerekmiyor mu? Acaba bu sebepler kendiliğinden gelişen olaylar mı, yoksa bu sebepleri de bir hareket ettiren var mı? Son olarak hangi toplumsal suç sebeplerin manevi sebebiydi? Bu noktada insanlar gerçekten farklı farklı cevaplar veriyorlar ve anlaşamıyorlar.
 
Tunuslu olup Endülüs’te yetişen sosyolojinin kurucusu benim de hayranı olduğum büyük İslam alimi İbni Haldün, kavimlerin davranışlarını inceler ve buldukları nedenleri sıraladıktan sonra “Bu sebepleri bana gösteren Rabbime Hamdolsun” diye meşhur kitabı “Mukaddime” yi bitirir.
Şimdi soru şu: Zaten önceden de bilinen bir sebep – sonuç ilişkisini formüle edip toplum hayatına uyguladı diye onu materyalist mi sayacağız, yoksa iyi bir Müslüman mı sayacağız? Siyasal Bilgiler Fakültesindeki bölüm hocalarına sorarsanız o sosyolojinin babası ve bir materyalisttir. Fakat benim gibi kafir bir hoca da okumuş olmasına rağmen iyi Müslüman olan bana göre, o alim çok iyi bir müslümandır. Yani herkes onda kendi görmek istediğini görüyor anlaşılan.
 
Buradan hareketle bir depremin sebepleri ne olursa olsun o sebeplerin oluşmasının kendiliğinden oluştuğunu iddia etmek haşa Allah’a “sen kenara çekil”diyerek onun namütenahi kudretini inkar etmek demektir. Yani sebepler vardır fakat onların harekete geçmesi ve etki etmesi Allah ile kaimdir. Bunun bir diğer anlamı “ Allah sebepler ile kendi kudretini ve varlığını perdeler” demektir. İşte bu yüzden arif olan kişiler sebep perdelerini hiç görmezler ve her şeyde Allah’ın sıfatlarının tecellisini görürler. Bu bir diğer deyişle Allah fayları kırıyor, enerjiyi biriktiriyor ve canının istediği bir gece ya da gündüzde herkete geçirip onlarca kilometreyi halı gibi silkeliyor, binlerce insanı öldürüyor ve benim kudretimi şimdi gördünüz mü diyor diyebiliriz. Siz ne kadar merhametsiz ne kadar acımasız v.s diyebilirsiniz. Bu kapı ise isyana çıkar. Fakat felaket verme ya Rabbi diye dua etmenizde mahzur yoktur..
 
Bütün bunların da ötesinde sorulacak en tartışmalı soru şudur: “O zaman Allah, hangi sebepler dolayısıyla bu karara varıyor, bunda toplumsal suçların yaygınlık kazanmasının bir etkisi var mı acaba” sorusudur.  Buna kesin bir cevap vermek zor. Fakat Kuran’ı Kerim’deki Lut, Semut, Hut, kavimlerinin helaki günahların yaygınlık kazanmasındandır.
 
99 DEPREMİNE GİDEN YOL
 
Sene 99 mayıs ayının sonu. Adapazarı’ndayız. . oraya gidin ve oranın altını üstüne getirin deniliyor. dedi diyor. (Varan 1)
 
Gelir Müdürü “Üstad, bir yemeğe çıkabilir miyiz?” diye israr edince bir lokantada köfte yemeğe gittik. Yan masada oturanlardan birisi şöyle diyordu: “ Ben her işimi ayarladım, benim her işim tıkır tıkır yürür hiç kimse engelleyemez” diyordu. Ya Rabbi şu adam ne kadar seni unutuyor demekten kendimi alamadım. Beddua etmedim.(Depremden sonra o lokanta ve masa mahvolacaktır.) (Varan 2)
 
Haziran ayı geldi. Dönüş hazırlıkları başladı. Aynı müdür bey, “Bir zat var, yemek ve sohbet olacak gelmek ister misiniz?” Dedi. Dönüş saati olduğu ve mükellef de olmadığı için sessizce “olabilir” dedik ve gittik. Yemek yendi, bir cüz Kuran okundu ve arkasından o zat “içinizde rüya gören var mı?” dedi. 23 yaşında nur yüzlü bir genç “efendim ben bir rüya gördüm” dedi. “Anlat evladım” deyince başladı anlatmaya :” Efendim ben rüyamda peygamber efendimizi gördüm. Bana dedi ki : siz daha önce iyi bir topluluktunuz, şimdi ise biraz bozuldunuz….”dedi deyince “ tamam evladım bu kadar yeter” dedi ve kesti, devam ettirmedi. (Bu neyin mesajıydı. Neden anlatımı hoca kesmişti, ne anlamıştı, o an anlaşılamayacaktı) (Varan 3)
 
Depreme bir hafta var. İstanbul’da Büyükada’daki Maliye’nin kampındayız. Defterdar Kadir bey: “Ya Ahmet, 5 gün kaldınız bu çok az oldu. Biliyorsun ben işe gidiyorum hanımlar da sıkılmaz, bir hafta daha kalın lütfen” diye çay içerken israr ediyor. Biz de zoraki evet diyoruz. Fakat akşam eve çekilince salona giriyoruz ve birden bütün duvarlar üzerime uçuyor gibi oluyor. Bunu mana aleminde aleni olarak görüyorum. Kime anlatayım. (Varan 4)
 
Başlıyorum çul çabut ne varsa valize fırlatmaya. Git oğlum Kadir amcana haber ver biz gece de olsa Ankara’ya dönüyoruz. Hanım itiraz ediyor. “Yahu söz verdik ne oldu sana ayıptır sayıptır.”  “Ben anlamam dönüyoruz.” Diyorum. Çocuklar beni kararlı görünce onlar da katılıyor ve haber verip son vapurla İstanbul’a geçiyor ve bir akrabamızda bir gün kalıp İzmit’e geçiyoruz. Orada da bir akrabada iki gün kalıyoruz. Fakat her şey ters gidiyor. Opet’te buluşacağız fakat iki trafik memuruna adresini soruyoruz. Biri diğerine diyor ki “Opet Belediye Başkanı’nın, o hırsız, sen bunlara da söyleme, defolsun gitsin” Bizim Opet’le ilgimiz yok ama adam öyle diyor. (İdarecinin bozukluğu) (Varan 5)
 
İki gün kaldıktan sonra çıkıp benzin alıyoruz, lastikleri kontrol ve arkasından benim kapıyı bir zat kapatıyor. Bunu sadece ben görüyorum. Arabanın yönünü Ankara’ya çevirince İzmit mana aleminde tam bir pislik olarak görünüyor, Ankara ise pırıl pırıl parlıyor, haydi gel diyor. Araba üçte bir gazla akıyor. Gidin burdan mesajı (Varan 6)
 
Ankara’ya gelişimizin haftasında küt DEPREM. Makarayı geri sarınca eğer Büyükada’da bir hafta daha kalsaydık tam depremde İzmit’te olacaktık. Neler olmuştu? 15 gün sonra inşaat mühendisleri odası ile bütün deprem bölgesini dolaştık. Ecevit ölü sayısını 50 000’de kesti. Amaç toplumun morali bozulmasın diye idi. Çetene tuttum. Sayı kesin kes 100 000. Soruyorum “Bu yöre halkının en belirgin günahları neydi” diye. Diyorlar ki, ZİNA, TEFECİLİK, İDARECİNİN HIRSIZLIĞI VE MAFYACILIK.
Şimdi siz oturun bu kadar olay ve işaretin arkasından “bu bir fay hareketidir” deyin ve sebeplere teslim olarak önce Allah’ın kudretini inkar edin ve Allah bu işlere karışmaz diyerek onu mülkünde sınırlandırın sonra da toplumsal günahtaki artışın onun kararında bir etken oluşturmayacağını iddia edin. Kim bilir kaç Müslüman bu cehalete kanacak ve Kadiri Mutlak Rabbini sınırlı ve aciz bir Rabbe dönüştürerek perdeleri aralayamayacak. İyilerin de arada olması belanın toplu geldiğini ancak onların cennete gideceğini gösterir. Nitekim Adapazarında rüya gören bir takva ehline ölenlerden biri rüyada “bir gemi içinden el sallayıp Biz kurtulduk, Allah sizi de kurtarsın”der. Kim yaşıyor kim kurtuluyor? (Bunu Adapazarında jeoloji müh. Olan ev arkadaşım anlatıyor.)
 
Şimdi son Japonya depreminde sebepler tamam. Büyük bir fay hattının üzerinde onlar. Onların da toplumsal suçları varmıydı yok muydu bilemem. Bunlar ağır bir “denemeler” de olabileceği gibi toplumsal bir kader de olabilir şüphesiz. Onlar bu kaderi sağlam binalar yaparak en azla atlatmaya çalışıyorlar fakat tusunamiye yapılacak fazla bir şey yok. Fayların olmadığı yerlerdeki halklara da kişisel türlü türlü belalar da olabilir. Allah’ın yöntemi çoktur. Sebeplere riayet yanında onların yalnızca Allah ile bir anlam ifade edebileceğini idraklere sokmak ve bunun DUA ile olabileceğine teslim olmak gerekir.
 
Bir kaç yıl önce Japonya’da Kobe depremi oldu. Oradaki önceki depremler hep sağa sola, öne arkaya şeklinde olduğu için binaları ona göre yapmışlar. Fakat Kobe’de Allah yöntem değiştiriyor ve alttan üste doğru vuruyor: Tedbirlerin etkisizliği.
Batmaz denilen Titanik daha ilk seferinde battı. Büyük söz. Filmini seyrediyorum. Son sahnede gemiyi yapan mühendis diyor ki “şöyle şöyle yapsaydım batmazdı.” İşte bunlar hem büyük söz, sebeplerin putlaşması, hem Allah’ın hesap dışı tutulması, yani kudreti inkar. Allah bunları hiç affetmez.
 
Sonuç : Tedbir var, fakat tedbirin etkisini de Allah’tan bilip günahtan kaçınarak tam teslimiyet. 
 
Çaya gelmek isteyenlere adresim: Atatürk Bulvarı No: 73 Kızılay-ANKARA
e-posta:
bosluk

ERBAKAN; BİR BAŞKA BAHAR İÇİN SADECE BİR YAPRAK YİTİRDİK

Sayın Erbakan’ın Hakk’ın rahmetine kavuşması nedeniyle bu ikinci makalemizi kaleme aldık. Başlık Mevlana k.s’un sözüdür. Bazı küçük tespitlerle bu zor ve netameli işe başlayalım. İncelememizde sosyoloji ve siyaset ilmini referans almaya çalışacağız. Bu anlattıklarımla “Erbakan böyledir” demiyorum. Sadece onun hakkında “ben böyle düşünüyorum” dediğimi lütfen gözden kaçırmayınız.

-Erbakan’la İslam’ın demokrasi üzerinden yer bulduğunu söyleyebilir miyiz? Ne dersiniz?

Yalnız demokrasi deseydi ve özgürlüklerden yana olsaydı daha da başarılı olabilir miydi acaba? Bana göre “evet” Çünkü ben siyasal mezunuyum ve o okuldan “demokrasiye aşık” olarak mezun oldum. Siz buna “Batı tarzı bir eğitim almış olmalısınız” gibi bir gerekçeyle itiraz edebilirsiniz. Fakat bana, tarihçi bir bilim adamı bir arkadaşım şöyle demişti. “Hür fikirli insanlar bir yere bağlanıp kalmaz. Senin gibi adamlar hiç bir tarikata da bağlanamazlar. Hep kendi doğrularının peşinde olurlar. Bu da serbest düşünceyi yani fikir özgürlüğünü ve özgüveni gerektirir” demişti… İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı, burada söylediğimiz İslam-Demokrasi ilişkisinin “zoraki bir nikah” olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu olsa gerek. İslam’da; seçim, biat, şura, ehliyet, hak ve adalet kavramlarını düşününce, eğer toplumun aklı da ifsat olmamışsa çok fazla bir tezatlarının olmadığı anlaşılacaktır. Bunu ayrıca işleyeceğiz inşallah.

-Erbakan’ın yaptığı “dışlananları demokrasi ile içeri almak” diyebilir miyiz? Bence “evet” Erbakan’ın bazı İslam’i söylemleri olmasına rağmen kalkınma ve paylaşım ile aslında ezilmişlerin göç sorunlarının çözümü ve milli gelirden daha çok pay almalarına gayret ettiğini söylemek daha doğrudur. Kalkınma ile refah ve hakça paylaşımla adalet ve ahlak.

- Erbakan’ın Türk Siyasi Hayatına kazandırdığı renkli deyişler şunlar: glu glu dansı, faso fiso, kadayıfın altı, patetes çuvalı, kanlı mı olacak kansız mı? Onlar o köşeyi değil, şu köşeyi (masadan aşağı) dönecekler.

- “Cahil toplumla iktidar intihardır” “kalkınma olmadan bağımsızlık olmaz” “Bizi Hans’lar anladı da, hasanlar anlamadı” “eğitimin temeli ahlak ve maneviyattır” “milli ekonomi, milli eğitim, milli birlik” ilk ikisi yeniden büyük Türkiye, birlik ise adil düzen anlamına geliyordu. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” “ Yetiştirdikleri talebeleri için; “Okusunlar diye verdiğim kitabın arasına çizgi roman koymuşlar nerden bileyim”diyor. Bir köylü “bir çiçekle bir bahar geçer mi? Bu işten vazgeç” deyince, “Bütün baharlar bir çiçekle başlar” diyor. Demirel “onun yüz defa sırtı yere gelse yine kalkar kaldığı yerden devam eder” diyor.

-Neyle anılmak istersiniz denilince “Mücahit Erbakan” olarak diyor. Onun bir sözü de şu; “Dışarıdaki insanların yarısı refahçı, diğer yarısı da refahçı olmak için sıra bekliyor”  “Hangi rantiyeciye hangi rantı sağlıyalım diye gelmiyoruz” diyor. Basın için “Onlar Don Kişot’un gölgesiyle savaşı gibi aslı olmayan şeylerle savaşıyorlar” diyor.

-Mahkeme kararının verildiği tarihlerde borcu 1 milyon’du. O zaman ödenseydi daha kolaydı. Fakat Maliye bürokratları (şimdi emekli) sürekli oyalayıp hiç bir çözüm de üretmediler ve her ay %4 ve %2.4 faiz bunu 13,5 milyona kadar getirdi. 5 milyonu akrabasının yardımıyla ödendi. Bütün mallar evler hacizli. Şimdi bir de Fazilet için dava açıldı ve zaman aşımına uğramasının önü kesildi. Bakalım ondan ne çıkacak. Ahirete borçlu gitmek olacak iş değil. Saadet partililer para toplasalar inanın ben de katkıda bulunurum.

- Erbakan’a Milli Görüş’ten “Muhafazakar   demokratlığa” kaydı denilebilir mi? Belki.

Yaşadıkları tecrübeler ona kalkınma ve adil paylaşıma bir de özgürlük anlamında “yaşanabilir Türkiye”yi ilave ettirdi.

- Darbecilerin 2. adamı çıkıp 28 Şubat için: “Bu postmodern bir darbedir” demesine rağmen bu söz suç olarak savcıları rahatsız etmedi. Çünkü yargı da darbenin gizli taraftarı. Medya da destekleyince zaten hassas olmayan kamuoyu hiç oluşmaz hale geliyor ve felç. Nasrettin Hoca’nın Timur’un filleri için arkasında kimse kalmaması gibi bir hal oluyor. Menderes’te de öyle olmadı mı? Hiç bir seveni askere eline terliği alıp “siz ne yapıyorsunuz” diyebildi mi? Ancak şunu yaptı. Pasif direniş: sandıkta cevap vererek pisliği temizleme. Fakat o saate kadar kaybolan da kayboluyor tabii. Bu darbenin altında Amerika’nın açık desteği var. Usulü de o belirliyor: Sivilleri kullanarak sessizce postmodern. Yani yerli ve buna göbek atan işbirlikçileriyle. Ancak Amerika neden rahatsız oldu? İşin aslı başından beri “Milli Görüş” ve Erbakan’a karşıydı. Bunu yazılı olarak da belli etti ve elçiliğine mektup gönderdi. Havuz sistemi ve D-8’lere ilave olarak Erbakan’nın İslam ülkelerini birleştirme veya birlikte hareket etmenin yanında petrol zengini otokratik ülkelere halkın demokrasi içinde iktidarı ele geçirerek Amerika ve İsrail’in çıkarlarını zedeleme düşünce ve korkusu olduğunu söyleyebiliriz.  

-Malum MGK toplantısından çıkışta herşey normal dedi ve yansıtmadı. Fakat Ecevit kriz var dedi ve kriz çıktı. Aradaki fark… 18 maddelik bildiriyi imzaladığı hatta askerlerden korktuğu söylendi. Fakat son bilgiler onun bu maddeleri meclis anayasa komisyonu bir görsün denen bir kağıtı imzaladığı ve bu kağıtın diğer bildirinin üzerine konularak basına sanki imzalanmış gibi yansıtıldığı şeklindedir. İnanıyoruz. Ancak askerlerle mücadeleden de uzak durduğu da bir gerçektir. Buna kibarca “askerle çatışmadan demokrasiyi içselleştirdi” diyebilir miyiz? Belki..

- İşte sistemin iç dinamikleri öyle olmalı ki siyaset ve hukukun bunu konuşabilir olması lazım. Aksi halde sorunlarımız bitmez. Aslında Erbakan’ın Milli Görüşünü ben, sosyoloji ve İslam yönünden incelemeye çalıştım. O kadar İslam’i söylem ve davranışlara rağmen Milli Görüş’ün hiç de öyle teokratik bir söylem olmadığını gördüm. Araştırma sonuçlarım şöyle:

“Milli Görüş ve İslam İlişkisi

Necmeddin Erbakan ve öncüsü olduğu Milli Görüş hareketinin genelde “dini” bir zemine oturduğu sanılır. Halbuki onun kitlelere yönelik, onların sorunlarını yerinde çözmeye yönelik, üretimde ve yönetimde ben de varım demesiyle “sosyolojik bir zemine” oturduğu anlaşılmalıdır.

Türkiye ve İslam aleminin tarihi ve toplumsal gerçekleri bakımından “dini” veya “İslami” veya “İslamcı” denen hiç bir fikri, sosyal veya siyasi hareket olarak herhangi bir şekilde teokrasiye veya teokratik bir talebe karşılık olmadı. Milli Görüş hareketinde de hiç bir zaman teokratik bir fikir veya talep olmamıştır. Bir defa “Medine Vesikası’ndan sözetti. Onda da yer yerinden oynadı. Çünkü bu vesika çok hukuklu bir sistem ve tek tip adam yetiştirmeye karşı çıkıyordu. Tek hukuk ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırıydı. 20. Yüzyılda tek tip insan.. Düşünsenize…

Bunun yanı sıra tümden de İslam dışı veya din dışı olduğu da söylenemez. Kapatma gerekçelerinin ağırlığının “Onun İslamiyeti bir siyasi referans olarak aldığı” fikri ise tartışmalıdır. Çünkü insanların dini hassasiyetlerine, kullandıkları dini argümanlara, programlarında dini hayata ilişkin olarak deklare ettikleri açık ve örtülü vaatlere bakıp bu hareketin saf bir dini hareket olduğunu söylemek yanıltıcı olur.

1950’lerden başlayarak gittikçe artan şehre göçlere, resmi toplumun önerme ve örgütlenme modeli sunamamasının yarattığı boşluğu Milli Görüş hareketi doldurdu denilebilir: Göçün Temsilcisi. Bu yönüyle sosyolojik bir olgunun siyasi belirginleşmesidir. Aynı zamanda bir cemaat olması da sözkonusu olsa da sosyal çerçeve daha belirgindir.

İktidara kadar yürüyebilmiş olması siyasetin objektif ölçütlerini iyi değerlendirdiğinin de bir göstergesidir. Her kapatılma ise bir eksiğinin giderilmesine ve hareketin daha özgürlükçü bir çizgiye gelmesine sebep olmuştur” kanaatindeyim” 

- Bu yukarda sözettiğimiz İslami olmadığı olgusunun statüko tarafından farkedilememiş olmasının üç nedeni olabilir. Birincisi Erbakan’ın müslüman oylarını almak için yaptığı ölçüsüz, korkutucu dini konuşmalar. İkincisi ise  statüko taraftarlarının aşağı gördüğü göç kitlelerine pastadan pay vermek istememesi. Dolayısıyla sürekli pompalanan irtica aslında boş fakat amaçlı bir perde idi. Nitekim bu oyunu bir sonraki yazımızda anlatacağız. Cumhuriyet’in İslamı terakkiye mani görme fikri de üçüncü neden idi. (Nitekim bunun mücadelesini önceki yıllarda rahmetli Kazım Karabekir vermiştir). Bu fikir statükonun laikliğini militanlaştırıyordu. Sorun Erbakan değil, İslam’dı.

-Havuz sistemi çoğu çevrelerin çıkarını bozdu. Memura verilen %50 zam hiç bir vergi artışı yapılmadan gerçekleşti. Rantiyeye giden kaynakların suyu kesildi. Bu kesintiden bir hayli tasarruf ve kaynak da kendiliğinden ortaya çıktı. Tasarruf miktarı tam 34 milyar dolardı. Bunlar ekonomik başarılardı şüphesiz.

-Çıkardığı af kanunundan çok şey bekliyordu. Dini ağırlıklı danışmanları onu şişiriyor karşısında o zaman ki Maliye Bakanı Abdüllatif Şener’in şuncağız kadar bir değeri olmuyordu. Basıyordu fırçayı. Bunun anlamı ehil olanla değil güvendiğimle iş yaparım anlamına geliyordu. Koyu müslüman sıkı bürokrat Müsteşar İlhan Bayar, partici ve kural tanımaz bu tavırlara ancak üç ay dayanabilecekti.

-D-8 uygulaması bütünüyle Amerika ve Batı’nın korkmasına yol açtı. Bana göre bu taktik son derece yanlış bir taktikti diye düşünüyorum. Peygamber efendimiz eve ilk girdiğinde mutlaka güzel bir söz söylermiş. Bunun anlamı şu. Siz güzel bir kelime ile başlarsanız karşıdaki de ona uygun bir tavır sergiler. Bu bugün sosyolojide kuraldır. Bir hareket kendine uygun bir diğer hareketi tetikler. Dinimizde de örneğin kavgayı ilk başlatan suçludur.

Halbuki bütün ülkelerle yerinde ilişkileri geliştirerek ticaret ve dayanışmayı artırsaydı daha iyi olurdu. Bugün Türkiye bile Türki Cumhuriyetlerle onların yerinde sağlam durmaları ve ikili ilişkileri geliştirme üstüne kurulu bir siyasi uzaktan birlikteliği hedefliyor. Yani başkalarını ürkütmemek. Bugün Çin bile artan ekonomik ve siyasi gücünü gizliyor ve sıradan olaylarda uzak durup bunu belli etmemeye çalışıyor. Çünkü daima diğer ülkeler artan güce karşı, karşı güç oluşturma, tavır koyma, tedbir alma yoluna gidebilirler. Aslında İslam Birliği güzel şey. Bunu önce ekonomik alanda yaparak birbirimize yetebiliriz. Nitekim Tayip Bey bunu yapmaya çalışıyor. Buna rağmen çıkarılan kasıtlı dedikodu “eksen kayması” lafı oldu.

-Hiç kimse melek ya da peygamber değildir. Erbakan’ın da hataları olmuştur. Onun ideolojik bir suçla değil de adi bir suçla yargılanması beni iki defa üzdü. Biri adi suç. İkincisi de bu borcu ödeyemeden ölmesi. Bu konuda mirasçıları da hiç bir açıklama yapmadılar. Borçlu ölen birisinin cenaze namazı kılınmaz. Ben de kılmaya gitmedim. Müslümanda bile örgüt anlayışı “benimki iyidir” oluyor maalesef. Halbuki üstün olan Allah’ın hukukudur. Adalettir. Peygamber efendimizin veda hutbesi sırasında sırtını açarak “kime bir borcum varsa gelsin alsın, kime vurduysam gelsin vursun” demesi kanun önünde eşitlik anlamına gelmiyor mu? Osmanlı’da padişahın bir ermeni ile aynı mahkemede yargılanması, mimarbaşı ile yargılanırken Fatih’in yüksekçe bir yere çıkınca Kadı’nın onu aşağı indirerek eşit şartlarda yargılamak istemesi de aynı anlamı taşımıyor mu? İki doktor aldıkları “bıçak parası”nı kendi aralarında rahatlıkla konuşurken, bir avukat veya parayı veren vatandaş küfrediyor. Yani örgüt içi hastalıklı, dışı sağlıklı..

Babamı bir vergi denetmeni duygusal bir nedenle kızıp incelemeye aldı. Asla müdahale etmedim. Gitti ödedi. Kardeşim Elmadağ’da kaza yaptı ve eşini kaybetti. Otobüs firması anında polisleri ayarlamış ve raporu 8’de 8 bizim biraderin aleyhine verdirmiş. Otobüs hem taksiye arkadan çarpıyor ve hem de onu suçlu ilan ediyordu. Olacak iş değildi. Elmadağ kaymakamını ziyarete gittim. Memuru çağırdı. Memur “yüzde kaç yazayım efendim” diyordu. Elimi vicdanıma koydum ve dedim ki bari %50, %50 yap dedim. Bunun hiç bir anlamı da yoktu fakat haksızlık da yapmadım. 30 yıllık meslek hayatımda da kimse haksızlık yaptığımı söyleyemez.

Hz. Ömer zamanında Mısır’ın fethine gidilecektir. Halk arasında “Halid Bin olmadan bu fetih gerçekleşmez” diye bir şayia yayılır. Bunu duyan Hz. Ömer hemen Halid Bin Velid’i görevden alır ve yerine peygamber efendimizin azatlı kölesinin oğlu Ubeyde Bin Zeyd’i atar. Onu da onun yanına er olarak verir. Mısır’a gidilmiş ve fetih de gerçekleştirilmiştir. Yani İslam’da kişiyi putlaştırmak yoktur.

Bir müridin şeyhinin takip edebileceğinin sınırı onun sünneti ihmal etmesine kadardır. Peygamber efendimiz “takip ettikleriniz sünneti terkederlerse siz de onları terkediniz” buyurmaktadır. Bu yukarıda anlattıklarımı hangi müslümana anlatabilirim ki..

İkincisi Altınoluk’taki yazlığı kıyı işgalimiydi acaba? Üzerine haciz konulduğuna göre daha sonra satın almış olmalı. Yalnız o mu? Bütün liderlerin işgallerini de öğrendim ve çok üzüldüm. Bunlar örnek olması gereken kişiler. Sonra son derece şaşalı düğünler yaptı. Bunlar, fakir oy verenlerle bir birliktelik değildi. Biraz daha sade bir hayatla örnek olabilirdi. Ama olmadı…

- Erbakan Hoca sadece bir siyasî parti lideri olarak değil, bir toplumsal hareketin önderi olarak silinmez izler bıraktı. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet isimli partilerle devam eden siyasal mücadelesi bir ekole dönüşerek dünyada her geçen gün daha fazla ilgi ve merakla izlendi.  “Direnişi ve dirilişi” temsil etti. Fikriyat olarak kapitalizme ve Batıcılığa karşı çıkan Erbakan, Milli Görüş’le yeni bir dirilişin temellerini attı. Türkiye’de siyasal İslam’ın öncülüğünü yaptı. İslam’ı demokrasiyle terkip etme arayışı onu tüm İslam coğrafyasında ve dünyada önemli bir isim haline getirdi.

Kendi gitti adı kaldı yadigar. Ö bir ölümlüydü. Fakat fikirleri yaşamaya devam ediyor ve günümüz Türkiye’sine ve bütün İslam alemine örnek oluşturuyor. Allah ondan razı olsun ve mekanı cennet olsun. Fakat borcu boğazıma düğümleniyor… 1 dirhem gümüş için alacaklıya 700 kabul edilmiş farz namaz sevabı verildiğini biliyor muydunuz.? Alacaklınız bir de kamu alem olursa..

Allah borçsuz ölümler nasib etsin…

*
ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

ÖLÜMÜ ÖLDÜRMEK

Sevgili Okurlar,

Takunyalı bir yiğit aramızdan ayrıldı ve Hakka yürüdü. Ben onu gençliğimin 21 yılında, ilk oy verme gününde tanımıştım. Oy verirken acaba hangi lider gençliğinde de namaz kılıyordu diye bir araştırma yapmış ve Sayın Erbakan’ın İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okurken namaz kıldığını ve ona o tarihlerde de “takunyalı” dendiğini tespit etmiştim. Bir takunyalı da bendim çünkü. Eh toplum içine çıkıp hırsız da olamayacağına göre İslami söylemleriyle verdiği güvenle gönül rahatlığı ile bu adama oy verebilirim demiştim.

Zaman içinde onun kurduğu Milli Gençlik içerisinde hiç yer almadım. Fakat bir müslüman olarak onu hep destekledim ve takip ettim. Onun siyasi hayatına ilişkin bir değerlendirme yazısı da vefa borcu olarak yazacağım inşallah. Fakat bugün ortak sorunumuz olan “ölümü unutma” konusu üzerinde durarak onun ölümünün bize vaiz olması konusunu işlemek istiyorum. Yani ölümü satırlardan değil sadırlardan konuşalım.

- Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz. (ENBİYA/35)

- Resulullah (sav) buyurdular ki: “Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet veya cehennemdeki) yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine: “Allah seni kıyamet günü diriltinceye kadar senin yerin işte budur!” denilir.

Resulullah (sav) buyurdular ki: “Ölüyü, (mezarcı kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri baki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle baki kalır.”

Ne demişler; “Sen geldiğinde sen ağlarken eller gülsün, sen öldüğünde sen gülerken eller ağlasın”

Bir gün bir bedevi kabilesinin lideri adamını göndererek Hz. Peygamber’den bir sahabenin vaiz olarak kendilerine gönderilmesini ister. Hz. Peygamber der ki; “sizin kabilenizde hiç ölen yok mu?” “var” denilince “o size vaiz olarak yeter” der adamı eli boş gönderir.

Hz. Ömer bir adam tutar ve her işinde “ya Ömer ölüm var” demesini ister. Aradan zaman geçer ve bir gün adamın işine son verir. Sorulduğunda der ki; Rabbim benim saçlarımı ağartmakla bana ölümü hatırlatıyor. Artık ona ihtiyacım kalmadı”

Cenab-ı Hak, insan topluluklarının koyuna benzemeleri nedeniyle hemen hemen bütün peygamberlere bir müddet çobanlık yaptırmış ve böylece onlara insanları nasıl idare edeceklerini talim ettirmiştir.

İnsanlar gerçekten koyuna benzer. İki tane koyun alıp birini diğerinin yanında kessen diğeri anlamaz. İşte bu özellik yüzünden insan kendi arkadaşını, akrabasını, hemşehrisini defneder, üstüne toprak atar, dua eder ve döner gelir aynı hayata devam eder. Ders almaz.

Ölüm Psikolojisi

Ölüm varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. Mademki doğdunuz o halde öleceksiniz de. Ölüme ilişkin sorgulama, yaşamın anlamlandırılmasında önemlidir. Ölümün düşünülmesi ve araştırılması manevi değerlerin oluşturulmasında da oldukça etkili olabilmektedir.  “Ölüm düşüncesi” kimi için bir stres kaynağı iken, kimi için stresten kurtulma yolu; kimine göre bir yok oluş iken, kimine göre de ölümsüz bir hayatın başlangıcıdır. Bu bakış açısı sonucunda kimi insan, ölüm karşısında çok kaygılanırken; kimileri ise sevinç duyabilmektedir.

Antik Yunan filozoflarından Epikür “Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor” diyerek ölümü yaşamdan dışlarken Stoacılar ise; “İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektir” diyerek ölümü yaşamın merkezine, Çağdaş Varoluşçulardan Karl Jasper ise “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” diyerek Stoacıların ölüme ilişkin bakış açılarını bir adım daha öteye taşımıştır.

Heidegger’e göre ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır.

Ölüm, insanların içinde bulunduğu en büyük ikilemdir. İnsanda ölümsüzlük duygusu baskın bir gendir. Ancak ölüm bunu kesintiye uğratmaktadır. İşte ölümden sonraki yaşama inanma isteği, kendisinin ölümsüzleşmesi ile eşdeğerdir denilebilir. Ölüm korkusunu azaltmada ise dinlerin önemli bir görevi vardır. Kişinin uğradığı haksızlıkların tam karşılığını alamaması veya çözemediği veya gücünün yetmediği olaylarda ahiretteki ilahi adalet duygusunun varlığı kişiyi rahatlatır ve kişisel ve toplumsal bir uzlaşı oluşturur. Ancak ilahi mahkeme ve cehennem korkusu da tedirgin eder. Bu duygunun teslimiyet çerçevesine sokulması ve canlı tutulması kişinin dünya hayatında dikkatli olmasını sağlayan ve onu sürekli kontrol eden en etkili yöntemdir.

İslamiyet ölümü, “Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönmesi olarak” kabul ederken Hristiyanlıkta bazı düşünürler -Aziz Augustine başta olmak üzere- insana verilmiş bir ceza olarak görürler. Onlara göre Hz. Adem’in işlediği günah, insanoğluna ölümü getirmiştir. Yeni doğmuş çocuğun vaftiz edilerek yıkanmasının nedeni budur: Suçluluktan yıkanmak. Halbuki İslam insanın temiz ve İslam fıtratı üzere doğduğunu söyler.

Ölümle İlgili Ritüeller

Ölüm sırasında kişiye “la ilahe illallah” zikrini ona söyletmeye çalışmak hadisle tavsiye edilmiştir. Kişi terler, bu yüzden dudaklarına biraz su değdirmek yararlı olur. Hadisle Yasin suresinin ölümü kolaylaştırdığı ifade edilmiştir.

Ben imamlık yaptığım zaman cemaate dua ettirerek “sağımızda Kuran, göğsümüzde iman, karşımızda rasulüllah olduğu halde buyrun “kelimeyi şahadet…” okuyarak çene kapamayı nasip eyle ya Rabbi” diye söyletirim. Muhabbetiniz varsa Peygamberiniz size duaya gelecektir.

Ölümün tadı, kişinin Allah’a yakınlık derecesine göre değişir. Normal olarak bir çalının yünün içinden yırtarak çıkması gibidir ve zordur. Alim, cihad ve muhabbet ehli iseniz iki kişinin gelip kolunuzdan tutarak sizi bahçeye çıkarması gibidir(İmamı Gazali böyle olmuş)

Kabir azabı konusu alimlerce tartışmalıdır. Ancak mümine seyrettirilen cennet bahçelerinden bir bahçe, kafire seyrettirilen cehennem çukurlarında bir çukurdur.

Kabirde ruh tekrar bedene yaklaşır ve sual başlar. Rabbin kim, Peygamberin kim.. diye sorulur. Hoca talkın verdiğinde onu duyar ve bu, onun cevabına yardımcı olur. Ancak esas olan yaşayıştır ve son nefes çok önemlidir. Ben, Aşıkpaşa’da Tekke sokağında oturur, deli Kadir’in karısı rahmetli Kezban halanın öleceğini iki gün önce rüyada görmüş ve talkınını bir de ben vereyim demiştim. Usul bilmiyordum ve dedim ki “Kezban Hala la ilahe illallah” de diye içimden söyledim. Başka yerdeymiş kabre geldi ve “te hey, ben cuvabı verdim, la ilahe illallah, muhammedür resulüllah dedim” dedi ve ben bunu hem gördüm hem işittim.

Bundan sonraki sorgu namazdır. Namazın cevabı verilebilirse diğerleri kolaylaşır, aksi halde Allah yardım etsin….

Ölü, kendi ailesinin düğün, hastalık gibi durumlarda yakınlarını görmeye gelir. Rahmetli Erhan Kendirli eniştem vardı. Onu çıplak gözle on metre yakınımda gördüm ve oğlu mustafaya dua istedi. Avukat Osman Dağtekin’in eşi rahmetli Ayten yengeyi oğlunun düğününü seyrederken görmüştüm. Rahmetli Albay Ali Kendirli ve eşini, eşi öldüğünde evlerinde namaz kılarken karşımda tavanda iki kuş olup evlerinde namaz kılındığı için sevinirken görmüş, ancak önümde durmayın diye küşelemiştim. Etlik’te cemaatten bir abinin eşi ölmüş ve evde kırkında ilahi okunuyordu. Kadın gelmiş odada ilahi dinliyordu ben onu o beni gözlüyordu.

Modern Hayat Ölümü Öldürüyor

Modern insan ölümü öldürmek istiyor. Onu teğet geçiyor. Ölümle iç içe geçmiyor. Köyde ölen birisine geleneksel insan “ömrü bu kadarmış” deyip geçebiliyor. İnsana bu hayatta ölüm hissettirilebilirse diğergamlık gündeme gelebilir. Çamaşır makinasının kullanımı ile insanın tevazusu, bir sosyal sorumluluk projesinde yer alması, şükrü, yardım etmesi aynı anlamı taşır. Halbuki elde kalan sadece bencillik ve dini şeyleri de bencillik içinde izah etmeye çalışıyoruz. İnsanın basitliklerini, hatalarını düşünmesi bir tamir vesilesi olabilir.

Modern kültür haset üretiyor.(Reklamlar) Eskiden evler hep birbirine benzer ve konakla dam yanyanaydı ve içine girmeden zengin mi fakir mi anlayamıyordun. Biri alıyor, biri alamıyor ve böylece haset kültürü ve sui zan oluşuyor. İnternet ise kötülük üretiyor. İnsanlar sui zanla “Tunus ve Mısır’lılarda internet vardı, Yemen’de yok o halde orada devrim olmaz” diyerek sebeplere gereğinden fazla önem verebiliyor.

Telefon kullananların vücut dili şiddete yöneliyor. Birisi çarpınca “görmemiştir” veya ”Allah’a havale” yerine iki misli cevaba dönüşüyor.

Siyasette ise önemli memleket sorunu yerine “kim kime ne dedi” ya da spor konuşuluyor.

Bizim toplumumuz gününü sürekli ayakta geçiriyor. Halbuki Akdeniz geleneğinde öğle uykusu denen bir şey var. Araplarda Yunanlı’larda öğle uykusu var. İslam’da da gece namazına kalkmak isteyenler öğleyin bir miktar uyurlar. Sürekli uyanık kalmak ve geç yatışlar vücutta gerginlik ve tavırlarda sertliğe neden oluyor. Amerika’lılar ise öğleyin sırayla atıştırıyorlar ve saat 3,5’ta işi bitirip hemen partilere, eğlencelere koşuyorlar. Onlar için çok yemek ve bunu boşaltacak günlük bir sevgili bulup saatli bir otelde beraber olmak ya da kızın evine bir haftalığına yerleşmek olağan işlerden. Malum sorun ise obezlik ve aids.

Bir yazar, ekranla bütünleşmiş ve başparmağıyla sürekli mesaj yazan, toplumdan kopmuş gençler için “başparmağı büyük nesil” diyor.

Hüsnü zan için zamanı yavaşlatmak zorundayız. Hastalıkta tevekkül, teslimiyet ve eski günlerdeki iyi zamanları hatırlayarak şükretmek yerine “niye ben” diyor.

Eskiden seyahatte yanınızdakiyle güzel güzel konuşmak vardı. Şimdi TV ekranı sobeti, diyalogu kesiyor. MP dinlemekten karşıdan karşıya geçerken arabayı görmüyor.

Ölümü konuşabilmeli ve kabullenebilmeliyiz. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” hadisinin anlamı: İnsan şuur altına göre yaşar ve şuur altına göre dirilir demektir. Böylece zamanın ruhunu kavrayarak bir nasihat dili oluşturmak gerek. Şu hadise bakınız: “ölmeden önce ölünüz” bunun anlamı da ölümü öldürmek değil, ölümü diriltmek demektir. Ölümle içli dışlı olabilmek, onu sevecen görebilmek bir olgunluk ve kemal isteyen bir şey. Ölüm sonrasından da olumlu sinyaller alabilmeli insan. Fakat bunları neden konuşamıyoruz? Çünkü hep başkası ölecek diye bekliyoruz. Yani barışık değiliz. Mevlana ölümü “şeb’i aruz” –düğün gecesi- olarak laf olsun diye demiyor herhalde.

Bunu bir dudak servisi ya da ağız kalabalığı olarak görmemeli, yettiğince uyarmalı. İnsanlarda ibret almalı. Benimle alakası yok anlayışı tam bir felaket.

Modern hayat nasibi “koparıp aldığındır” diye tarif edip risk alma üzerine davranış kurgusu yapıyor. Böylece “rızık” ile “risk” yer değiştiriyor. Halbuki rızık yaratmayla yaratılır. Kul çabayla verilene ulaşmaya çalışır. İş, kazanmak istiyorsan risk alacaksınla eşdeğer olunca hayat bütünüyle risk alarak yürür hale geliyor ve kazanılan yetmemeye başlıyor. Risk alın işinizi büyütün, büyümezse rızık olmaz” mesajı veriliyor. Daha fazla kazanmak, daha fazla başarmak, çocuklarına “benim çocuğum” diyerek marka yaratmak ve onları da erdemlerine göre değil başarılarına göre değerlemek ve buna uygun materyalist tavır geliştirmek yoluna gidiyor. Başarı halinde “ben başardım” deyip Allah’ı unutuyor, kibirleniyor ve cimrileşiyor, kaybettiklerinde önce sebeplere küfrediyor ya da kurtlaşıp zorla almaya ya da tilkileşip ayak oyunu çekme yoluna gidiyor.

Nasib düşüncesini çocuklarımıza da veremiyoruz. Sınavda midesi bulanıp çıkan bir çocuğa “bunda da bir hayır var”mı diyoruz yoksa “dı, dı, dı “mı diyoruz.

Böbreğini satanları, zor durumda olanları düşünmek gerek. “Allah’ım bu günümüzü aratma” duası ve “camiye gelebiliyorum, kimseye de muhtaç değilim elhamdülillah” duaları çok önemli. Nasibi küstürme kavramı da önemli. Birbirine ters iki eşin yıllar geçirdiğini bir düşünün. Sorulduğunda “nasibimiz buymuş, geçindik gittik” diyor eskiler. Ama şimdikiler başkalarına anlatılabilir ve gösterebilir bir eş istiyor. Halbuki “ya bu olmasaydı” demeli. “ev, ekmek, suyumuz var elhamdülillah” diyebilmek ne kadar önemli.

Ahireti düşünmek, oradaki Allah’ın yanındaki nimetleri düşünmek insanda umudu artırıyor. Nasib ise şükre çıkıyor. Bu çalışmayıp “nasıl olsa nasibim gelir” anlamında bir tembellik değil. Ancak sebeplere sarılıp çalışmayla verilen nasibi birleştirme ve elde etme olarak doğru anlaşılması gereken ince bir husustur.

Bu fakir bir gün özel sektöre ayrılacaktı da, holdingin müşavirini şirketleri birbirine birleştirirken yönetimdeki iki ortağın diğer ortaklara kazık attığını, işçi şirketini kasten zarar ettirip işçilerin elinden hisse senetlerini yok pahasına aldığını görünce “aman ahiretimizi yakmayalım burası bize yaramaz” diye 13 milyarlık maaşı reddetmişti.

Allah hayırlı uzun ömürler versin hepinize efendim…

*
ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

GÜL NASIL SEVİLİR; AŞKLA

Sevgili Okurlar,

Geçen yazımızda peygamber efendimizin kişiliği ve peygamberliğinin önemi hakkında bir şeyler karalamıştık. Bu yazımızda ise “bir peygamber nasıl ve ne derece sevilmeli” konusu üzerinde duracağız.

Peygamberlere iman, imanın 4. rüknüdür. Allah’a iman, namaz ve zekattan sonra gelir.

Şu ayet ve hadislere bir bakalım:

“…peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun. Allah’tan sakının, doğrusu Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr 7)

Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. [Nisa 80]

Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur. [Buhari]

Sünnetimden yüz çeviren benden değildir. [Müslim]

Bir bid’at çıkarılınca, bir sünnet kalkmış olur. [İ.Ahmed]

Ümmetim arasında ayrılık olunca, benim sünnetime ve Hulefa-i raşidinin sünnetine yapışın!) [Tirmizi]

Fitne fesat yayıldığı zaman, sünnetime yapışana yüz şehid sevabı verilir! [Hakim]

Ey Muhammed de ki; “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder” (Al-i İmran 31)

Bir bilgi kaynağı olarak sünnet, Kurán’da göremediğimiz ve Hz. Peygamber’in hayatında var olan uygulamalardır. Böyle deyince bazıları İslam’ın Allah ve peygamber gibi iki farklı bilgi kaynağının olduğunu sanırlar. Aslında Hz. Peygamber’den aldığımız ve Kurán’da göremediğimiz bilgiler de yani bu anlamdaki sünnet de onun Kurán’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu durumda İslam’ın tek bir bilgi kaynağı olmuş olur: Allah. Yani İslam’da, Allah ve Peygamber gibi bir ikilem, bir düalizm yoktur.

Ama bazılarının sandığı gibi, farzlar Allah’ın emirleri, sünnetler peygamberin emirleri demek değildir. Kurán’da farz ya da sünnet emirler bulunduğu gibi, Peygamber’den alınan bilgilerde de farz ya da sünnet olanlar vardır.

Bu belirlemeyi yaptıktan sonra ilahi aşk ile peygamber aşkı ilişkisine geçebiliriz. Konuyu doğrudan bir peygamber aşkı olarak sunmak istemedim. Bir peygamber aşkının yalnız başına ele alınması Allah’ın hiç de hoşlanmadığı  bir “sevgide ortaklık” hissi doğurabilir ve insanlar Allah’ı bırakıp peygambere yönelerek hatta bazı görevlerin yapılmasını ona atfedebilirlerdi. Neden böyle davrandığıma gelince. Yıllar önce iman ve ilahi aşkın beni gezim gezim gezelettiği bir gece peygamber sevgisinin çok yükseldiğini farkettim. Ancak bunun bir sorun olup olmayacağını düşünemezken, bir gece salavat okuyarak uyudum. Öyle ki bir ara kalbimin otomatiğe bağlanmış gibi salavat getirdiğini kısmen hatırlıyorum. Gece saat 03 gibi uyandım. Uyandığımda kendi kendime kalbin otomatiğe bağlanmış önceki salavatın yerini “bana lanet olun” kelimelerinin aldığını müşahede ettim. Dehşetle doğruldum. Derhal anladım ki, Allah, peygamberin zikre dönüştürülmesinden hoşlanmamıştı. Ertesi gün “Allah” zikriyle uyumuş ve aynı zikirle kalp çalışır halde uyanmıştım. Derhal ilgili ayeti hatırladım: “…kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur” Bu örneği insanlar övsün diye değil, örnek alsın, anlasın diye veriyorum.

Yukarıdaki ayet ve hadislerin hiç birinde “peygamberi sevin” ifadesi yer almaz. Ancak ortak nokta “ona uyun” ifadesidir. O, vahyi Allah’tan almış, açıklamış, davet etmiş ve yaşayarak talim etmiştir. İşte Kuran ortada olmasına rağmen, onun nasıl uygulanacağını peygamberin göstermesi nedeniyle ona tabi olunması gerekmektedir. Zaten Kuran da insanı peygambere göndermektedir. (Al-i İmran 31). Sonuç olarak peygambersiz İslam’ı ve Kuran’ı ne anlamak, ne de yaşamak mümkündür. Durum böyle olunca, bu, peygambere tabi olma işlemi nasıl, ne derece ve ne kadar güçlü olacak sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz demektir.

İlk göze çarpan şey doğal olarak Allah’ın bizi Peygambere uymaya mecbur tutmasıdır. Yani emre itaat. Bu itaat iki türlü olabilir. Birincisi ve evveli taklittir. Gençler fıtratları İslam’a uygun olarak yaratıldıkları gibi, özellikle yetiştikleri ilk yıllarda, önce anne babalarını taklit ederler. Akıl baliğ olduktan sonra çocuk öğrendikleri bilgilerin gerçek doğru olup olmadığını sorgulamaya başlar. Ben 14 yaşımda iken Kırşehir’de Baytoklar’ın kitapçı dükkanına girerken kendi kendime bir sorgulamayı başlatmıştım. Bütün inancımı gözden geçirip kendime mal etmiştim. Şimdi onlara benim diyebilirdim. İşte bu “hakiki iman” dediğimiz şeydi. Bu bende kişisel bir özelliğe de dönüştü. Okurken bir şeyin nedenini niçinini anlamazsam asla kafama girmez. Emre itaatin altında yatan psikolojik etken ise korkudur. Cehennem korkusu buna dahildir. Halkın çoğunluğu buna göre hareket eder. Ancak gerçek Hak dostları cennet ve cehennemi bırakır doğrudan zati muhabbete yönelirler. Yunus demiyor mu “Bana seni gerek seni”

İtaatin ikinci ayağı ise “sevgi”dir. Sevgi, insan psikolojisinde harekete geçirici en kuvvetli ögedir. Allah, peygamberi sevin dememiş olmasına rağmen kendisinin onu çok sevdiğini anlıyoruz. Örneğin “ilk yaratılış cevherinin Muhammed’in nurundan yaratıldığı” ve “Hz. Adem toprakla su arasındayken ben peygamberdim” hadisleri, cennetin kapısında “La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah” yazması Hz. Adem’in bu ismin hatırına af dilemesi. Yani Allah’ın kendi isminin yanına peygamberinin de ismini yazması, elbette bir sevginin ifadesi olduğu gibi iki sevginin yanyana ve ilintili, birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Allah “Levlake levlak ve ma halaktül eflak”- sen olmasaydın alemleri yaratmazdım- diyor. Ona Kuran’da kendi ismi olan Rauf ve Rahim isimlerini vermesi, alemlerin Rabbi kendisi olmasına rağmen, alemlere rahmeti ona dağıttırması, Hz. Adem’den beri bütün peygamberlerin Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemeleri,  Allah’ın ona “Habibim”-sevgilim- diye hitabetmesi. Onların sırdaş olduklarını, Allah’ın her sırrını Peygamberine söylemesi ve Peygamber efendimizin tahmin edemiyeceğiniz kadar büyük bir Lafza-i Celali güllerle donatmaya çalışmasını da bu aciz farketmişti… Bütün bunlar Allah’ın bu peygamberini diğer her şeyden daha çok sevdiğini göstermiyor mu? Allah sevdiğine göre Allah’ı sevenlerin de O’nun sevdiklerini sevmesi gerekmez mi? İşte o zaman peygamber sevgisi, Allah sevgisinin içindedir diyebiliriz. Benim düştüğüm hataya siz de düşüp doğrudan peygamberi sevmeye kalkmayınız.

Salavat konusunda neler söyleyebiliriz? Salavatınız bana iletilir diyor. Çok salavat ediniz diyor. Bu şu anlama geliyor. Salavat dolayısıyla kişinin üzerine rahmet yağıyor.(Bir zatın benim üzerimdeki salavatın verdiği rahmeti söylemesiyle). İkincisi ise peygambere isminiz ne kadar çok söylenirse onun sevgi ve duasını da celbedeceği gerçeğidir. 200 türlü salavat var. Ben sadece birini bilirim “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidine Muhammed” bu salavat hadisle sabittir ve bütün unsurları kapsar. Okumasını dahi beceremediğiniz uzun salavatlarla uğraşmak yerine bununla yetinip kalan zamanınızı işe ya da okumaya vermeniz daha uygun olur. Hele 4444 defa salati tefriciye okumak gibi, hiç bir hadise dayanmayan, namaz kılmayıp gece gündüz bunu okumakla meşgul olanları anlamak mümkün değil. Bununla üniversite kazanılmaz. Din, kimlerin eline kalıyor Ya Rabbi…

İnsan psikolojisinde sevginin müşahhaslaşması çok önemlidir. Bir öğrencinin dersi sevmesi için öğretmeni de sevmesi gerekir. İşte kişi İslam’i emirleri aklı ve kalbiyle hakiki iman seviyesine getirmekle beraber peygamberlere imanın da imanın bir parçası olması nedeniyle bunu  o peygamberi severek sağlamlaştırması gerekir. İşte iman, aslında soyut bir kavram olmasına rağmen peygamberin döneminde yaşayanların somut olarak, bizlerin de tarihi belgelere dayalı olarak onu dimağımızda müşahhaslaştırması gerekir. Peygamber efendimiz bir hadisinde sahabeye hitaben der ki: “ Ben içinizdeyim, vahiy geliyor ve siz dinliyorsunuz, ama bir zaman gelecek peygamberi görmemiş olacaklar sadece haberini alacaklar. İşte onlar benim kardeşlerimdir” deyince sahabe kıskanır. Yine bir hadisinde ise sahabenin en az bir ihmalinden sorumlu olacağını, daha sonra gelenlerin ise az bir amelle kazanacaklarını bildirir. Kuran ve peygamber ortada fakat Allah, melekler ve ahiret tamamen gaybidir ve inanmak daha zordur. Burada anlattığımız şey temelde imanın zaviyesine göre sorumluluğun olduğu gerçeğidir. Örneğin cahil bir adamla alimin sorumluluğu bir olamaz. Ancak kişi ümmi de olsa, zikir, bağlılık ve saflıkla alimin alamadığı mesafeyi de alabilir. Allah da insana ahirette bildiği ile amel edip etmediğini soracaktır. Diğer soruların yanında bunu cevaplamadan huzurdan ayrılamayacaktır. Yusuf aleyhisselam hapisten çıkan arkadaşına “efendinin yanında beni de an (beni de kurtarsın) “ demiş fakat inşallah dememiştir. O bir peygamberdir, Allah dostudur ve zaviyesi farklıdır. Böyleyken  Allah’ı unutması hoş olmamış ve Allah bırakınca o kişiye şeytanın unutturmasıyla 7 sene daha hapiste kalmıştır.

Sıra şimdi bu sevginin ne kadar olması gerektiğinin tespitine geldi. Peygamberi taklitle başlayan sünneti yaşamak gittikçe bir ibadet havasına dönüşür ve muhabbette bir artışla neticelenir. Hz. Ömer “ Ya Rasulüllah seni annem, babam ve herkesten daha çok seviyorum” deyince “Ya Ömer nefsinden de” diyor. Hz. Ömer hemen “ Nefsimden de çok seviyorum” deyince “Şimdi oldu” diyor. Sahabenin sevgisi kitaplara girmiyor. Bir müşrik şöyle söylüyor: “Nice krallar gördüm etrafındakilerin saygısı sahabenin saygısına benzemiyordu. Nice Tiranlar gördüm etrafındakilerin korkusu bunlarınkine benzemiyordu.” Bu sevginin benzeri hiç bir yerde yok. Ölümüne…

Peki biz bu sevgiyi nasıl oluşturacağız? Öncelikle içinde bulunur gibi örnek alarak ve bir şuur hali oluşturarak, onun nasıl önemli olduğunu idrak ederek, ona yapılacak bir saldırıyı kendimize yapılmış gibi karşı koyarak, onun sevgisini vazgeçilmez kılarak bu sevgiye bir yol verebiliriz. Ancak bu sevginin ihtiyaçtan kaynaklanan haz, irade ve mantıkla ulaşılan sevgiden de öte geçerek tarifi mümkün olmayan, saf bir aşka dönüşmesi gerekir. İşte bu aşkın, ilahi aşkın içinde bir peygamber aşkı olması umulur. Şefaat beklenebilir fakat şefaat edecek diye sevmek bile bir menfaat ilişkisidir. Bu aşkı duyan kişi artık peygamber gibi yaşamanın, o ne yaptıysa öyle yapmanın yolların arar. Peygamber kızının evinde dinleniyordu, keşke benim de kızım olsa da evine sünnet olarak dinlenmeye gitseydim diyenden, onun karpuz yediğini biliyorum ama nasıl yediğini bilmiyorum bu yüzden karpuz yemiyorum diyen veliler bile olmuştur.

Bu taklitte iki husus var. Peygamber efendimiz benim yaptığımı tam taklit edin dememiştir. “Benim yaptığım gibi” demiştir. Örneğin biz onun ihlasına ulaşamayız. İkincisi ise sünneti zevaid denilen ve örfi nitelikli şeylerdir ki ümmet bundan sorumlu değildir. Örneğin uzuvlar belli olmadan kapanmak sünnettir fakat ne giyeceğinizi iklim ve geleneğiniz belirler. İlginç olan şu ki; saflık ve bağlılığıyla ümmi olan birisi, bilenlerden daha iyi bir noktaya gelebiliyor. Kalbin hassas olması gerekiyor. Sultan-ül Evliya Beyazıt-ı Bistami Bağdat’ta pazardan aldığı şeftaliden karınca görünce onu yerine bırakmak için geri dönüyor. Yani peygamber hassasiyeti. Allah’ın emrine uymak yetmiyor. Tüm canlılardan sorumlu olmalı ve acıma duygusunu yaşayarak ortaya koymak gerekiyor. Köpeğe pabucuyla kuyudan su veren kadının affı yanında kediyi aç bırakan dışarı da salmayan kadının ceza göreceğini bildirmesi bir canlılar sorumluluğu örneği.

İlim artıranın ihlası da önemli. “Fıkıh okuyup gayri müekked sünneti öğrenip bunu terketmemektir marifet” demişler. Sultan Ahmet İstanbul’da bilinen camiyi yaptırır. Açılış ikindi vaktine tesadüf etmiştir. Şöyle der: Ey cemaat, içinizde ikindinin sünnetini hiç terketmemiş olan birisi gelsin kıldırsın bu namazı” deyince, alimler dahil hiç kimseden ses çıkmaz. Ve şöyle der “Elhamdülillah biz terketmedik” der ve öne geçer. Bu sefer bir türlü tekbir almaz. Mollalar arkadan “padişahım halk bekliyor” deyince “Bre hocam, Kabe’yi görmeden namaza duracağımızı mı sandınız”  der o dindar padişah.

Aşk konusunda Mevlana şöyle söylüyor. “Kim ki canını canan için sevdi, cananı sevdi. Kim ki cananı canı için sevdi, canını sevdi” bu sözler üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken ince sözlerdir. “Selvi boylum al yazmalım” Aşk sevgili karşısında hiç olabilmektir. Yunus dedem:

İşidin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer / Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.

Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter /  Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer.

Aşk erinin gül yüzü, yumşanır muma döner / Taş gönüller kararmış, şol yavuz kışa benzer.

Mevlana’ya sormuşlar siz ne yaparsınız? Demiş ki; “Biz Allah der döneriz.”

Hacı Bektaşı Veli’ye bunu hatırlatıp sorulunca: “Biz Allah der bi daha dönmeyiz” demiş.

Ahi Evranı Veli ise, yine bunlar hatırlatılınca “Biz Allah der çalışırız” demiş.

Bunlar, bu zatların felsefelerini en güzel anlatan cümlelerdir.

Bu “kendini bilmez” fakirin acizane yazdığı şu ne dediklerine bir bakalım:

GÜL

Ben bir garibim          

Güller satarım            

Gül yüzün arar            

Diller çözerim              

 

Ben bir kul idim         

Diller çözmeğe              

Hak yüzün görüp       

Güller açmağa            

 

Gül bir dal imiş          

Yare kokmağa            

Sevdası kimmiş               

Ol can almağa              

 

Gül bir naz imiş          

Sinem açmaya

Hakka ruz imiş

Nice kokmağa

 

Ben bir firakım           

Diller ötmeğe               

Hak sevi kulum         

Od’na yanmağa         

 

Ben bir acizim           

Halin açmağa

Hak konuk olsun

Kalbim durmağa

 

Ben bir göz idim

Yaşlar akmağa

Onca günahım

Kantar çekmeye

 

Ben bir el idim                

Eller bilmeğe                  

Ol sevi kulu                           

Kimler duymaya              

 

Ben bir kul idim

Kullar içinde

Ne  kullar gördüm

Benden geçmeye

 

Ben bir niceyim            

Kimseler nide               

Aşk sinem düşe            

Gökte uçmağa              

 

Ben bir ney idim               

Diller ötmeye                    

Hak için canım                                  

Neyden geçmeye    

  Ahmet atik

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

SEVGİLİLER SEVGİLİSİ MUHAMMED (SAV)

Sevgili okurlar,

Peygamber efendimizin 12 Rebiul Evvel 571’deki doğum gününün yıldönümü nedeniyle bir şükran ifadesi olarak bu yazıyı kaleme almak istedim.

14 Şubat sevgililer günü ise bir Hırıstiyan kültürüdür ve bizimle alakası yoktur. İşin aslı onlar aşkı terkettiler ve günlük cinsi hazlara yöneldiler. Aşk ve sevgi ile cinsel istekliliği ayırmak gerekir. Onlar, Çok yiyerek obez, aile birliği olmadan çok çiftleşerek nesebsiz nesiller dünyaya getirmek, bencilleşerek çocuk yapmadan zevk almak ve eğlenmeyi tercih ettikleri için nüfuslarında bir azalma ve yaşlanma meydana geldi ve gerilemeye başladılar. Her neyse.

Peygamber efendimizin adı Ahmed’i Mahmud’u Muhammed Mustafa’dır. O, sevgililer sevgilisi olarak bilinir. Allah onu çok sevmiş ve “habibim” –sevgilim- demiştir. Ancak bizlerin severken Habibullah olarak değil, Rasulüllah olarak sevmemiz gerekir. Ebu Hureyre’den gelen bir hadiste ilk varlık cevherinin Hz. Peygamberin nuru olduğu belirtilir. O, Hz. Adem’e kadar geçmiş ve kendinden sonra gelecek bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. Ayettede seni alemlere rahmet olarak gönderdik buyurulmaktadır.

O Adem’den beri geleceği bilinen bir peygamberdir. İbrahim ve  İsmail aleyhisselamın soyundandır. Bir kadın, babası Abdullah’ın alnındaki nuru farkeder ve onunla evlenmek ister. Fakat Abdullah önce reddeder ve Amine’yle evlenir. Daha sonra o kadına dönerek onunla da evlenmek isteyince kadın bu kez alnında o nuru göremez ve reddeder. Çünkü o nur Amine’ye geçmiştir.

Araf 157. ayette “onlar ümmi bir resule tabi olurlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılıdır… “ buyrulur. Burada üç husus vardır. Rasul, nübüvvet ve ümmi olması. Tiyn suresinde “vet tiynu vez zeytuni ve turi siniyne ve hazel beledil emin” olarak 4 mekandan sözedilir. Bu 4 mekanın 3’ü Tevrat’ta da vardır (Tesniye 33). Allah adamı “Mura”dır. Bu nur “Sina’da başladı (Musa), Seyir’de yükseldi(İncil ve Zebur), Paran’da parladı” diye biter. Paran, Batlamyus’un haritasında Kızıldeniz’in yanında bir yer olarak gösterilir. İncil’de Mezmur bölümünde Hz. Davud’un nağmelerinin yanında şöyle der: “Ustaların reddettiği taş köşenin başı olur ve bu Rab’dendir ve görenler şaşırır” Hz. İsa tekrarlıyor: Rabbim kırallığı   sizden alacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek başkalarına verecek. Onlar hor görülecek bir millettir”  Burada hor görülmekten maksat İsmail’in annesi Hacer’in bir köle olmasıdır. Aynı parelelde Peygamber efendimiz Buhari 14. bölümde “Benim ve benden önceki adamların meseli bir ev inşa etti, onu mükemmel yaptı, insanlar etrafında dolaşıyorlar. Fakat köşede bir tuğla eksik. Keşke şu tuğla da olsaydı diyecekler. İşte o tuğla benim ve ben peygamberlerin sonuncusuyum” buyuracaktır. Kuran-ı Kerim’in Saf 6. ayetinde ise Hz. İsa, “ önceki Tevratı doğrulayan ve benden sonra gelen Ahmet adlı peygamberi müjdelemek için gönderildim” diyecektir.

Bir hadise göre Musa öğle vaktine kadar,  İsa öğle ile ikindi arasına kadar, Muhammed ise ikindiden akşama kadar hüküm sürecektir. Allah diğerlerine krat krat.(yani birer birer) ümmeti Muhammed’e ise krateyn (yani ikişer ikişer) sevap verecektir. Diğerleri buna itiraz edince Allah “ sizin hakkınızı verdim mi” dediğinde “evet” denilince, “ilavesi benim fazlımdır” diyecektir. Musa’nın ümmetine sabah ve yatsı olarak iki vakit namaz farz kılınmış fakat onlar kılmamışlardır. Bize ise vasat ümmet –orta ümmet- olarak beş vakit farz kılınmış ve bu yerine getirilmiştir. İsa insanlara ulaşamamanın eksikliğini gelecek bir peygamberin aşacağını düşünüp rahatlıyor. Yahudiler Araplara İsmaili diyorlar. Yusuf’u atıldığı kuyuda bulanlar da İsmaili’lerdir.

Hz. Peygamber diğer peygamberler için “ onlar acele ettiler ve bu dünyada dualarını tamamladılar. Ben ise ahirete  sakladım” buyuruyor. Bu duası da bildiğiniz gibi şefaat iznidir. Hendek harbinde hendekler kazarken kazmasından bir ışık parlar ve der ki “Doğunun sarayları fethedilecek” Bir ışık daha parlayınca “Batı’nın da fethedileceğini” söyler.

Biraz da örnek olması için özel hayatından bahsedelim: Eşlerine karşı sevgi dolu idi. Kızı Fatma, Ayşe validemize karşı ileri geri konuşunca, ona “konuştuğu babasının sevgilisi” der. Eşi Safiye bir Yahudi kızı idi ve kısa boylu idi. Ayşe validemiz ona karşı “ o kısa boylu, sen beni seversin değil mi?”deyince “öyle bir söz söyledin ki denizin suyu bile kirlenirdi” diyecektir. Safiye’ye şu öğüdü verir: “de ki; atam Harun, amcam Musa, kocam Muhammed, kimin böyle yakınları var, de” deyince, diğer eşler “bu senin uslubun değil” diyecekledir. Her bir eşi de “Allah Rasulü en çok beni seviyor” diye düşünürdü. Onlara bu dengeyi ve sevgide eşit ve üst düzeyi sağlamak ne kadar önemliydi. Eşleri, küçük küçük odalarda azla yaşadılar fakat şikayet etmediler. Bir sahabi şöyle söylüyor: “odalar 3;5* 5 büyüklüğünde ve elim tavanına değiyordu” İslam yayılıp ganimet malları artınca Aişe validemiz odasına bir şeyler yaptırmak ister. Bunun üzerine sert bir ayet iner ve ey Peygamber hanımları. Allah dilerse ona sizden daha hayırlı eşler verebilir diye ikaz eder. Böylece peygamber efendimiz zenginliğe rağmen  o sade yaşamını bozmaz. Evinde eşyası azdır. Cam bir bardağı var. Bir divan, deri bir yastık ve kuş resmi bulunan bir perdesi var. Onun tasviri yasaklamasıyla İslam sanatı şekilleniyor ve üç buğutlu resimden iki buğutlu minyatür resme yöneliniyor. Ve bugün bunun şahane eserlerini görüyoruz. Güzel şeylere değer verirdi. Namazda dikkatini çeken bir resim olan elbiseyi namazı etkiliyor diye bir sahabiye hediye ediyor. Hasır bir seccadesi var. Üzerine yatınca yüzüne izleri çıkıyor ve sahabiler bunu görünce kadife bir şeyler verelim diyorlar. Onlara cevaben: “ben dünyada bir ağaç altında soluklanan bir yolcu gibiyim” diyor ve reddediyor. Mekke hakkında “eğer kavmim beni çıkarmasaydı asla seni terketmezdim” diyerek Mekke’ye sevgisini dile getirecektir.

İlk yıllarda Kabe’de namaz kılarken secdede üzerine devenin iç organlarını atacaklar ve uzun bir süre öylece kalacaktır. Kızı Fatma gelince onları üstünden alacak ve ağlarken “kızım üzülme Allah sevdiklerini asla terketmeyecektir” diyerek engin bir ilahi dostluk ve güven örneği verecektir. Üzerine o organları atanları da “ya Rabbi şunu, şunu sana havale ediyorum” diyecek ve o kişiler ilerleyen yıllarda Bedir harbinde hepsi de ölmüş bir haldeyken ölülere dönüp “Allah’ın bize vadettiğini biz bulduk, siz de buldunuz mu?” diyecektir.

Efendimiz “bedduayı haketmeyen kimseye dua etmişsem onu rahmete çevir ya Rabbi” diyor. Bu bir garanti. Ümmeti için zaman zaman (Allahümme ümmeti) diye ağlıyor. “Her ne de merhamet olursa güzelleşir, ve her ne den alınırsa çirkinleşir” buyuruyor. Ayşe validemiz huysuzluk yapan deveye biraz sert çıkınca “merhamet, merhamet” diyor. Sebepler aleminde her şeye kıymet veriyordu. Yahudiler “es samu aleyküm” – ölüm senin üzerine olsun- deyince “ve aleyküm” –sizinde- diyor. Ayşe validemiz bunu farkedip lanet de edince “merhametli ol ya Ayşe” diye buyuruyor. Küfreden kimseye karşı fazla söz söylenmesini istemezdi. Zira İslam’a göre bu halde suçlu, kavgayı ilk başlatandır. Uhud’da dişi kırıldığında beddua ve lanet etmesi istenince “ben rahmet olarak gönderildim, lanetçi değil” dedi ve reddetti. Karınca ısırdığı için onu yakan birisine “merhametli ol, yakmak sadece Allah’a aittir” diyordu.

Bir hadisinde “ümmetim bozulduğu bir zamanda sünnetimden ayrılmayarak onu ihya edene 100 şehit sevabı vardır” buyurdu. İşte bunu yaşayabilene büyük bir kazanç kapısı. Avrupalı Oryantalistler sünnetin bizi biz yapan özelliğini bildikleri için sünnetlerle mücadele ederler ve işi daha da ileri götürerek saldırıyı sünnetin sahibi Peygamber efendimize kadar vardırırlar. Kamusal alan tartışmalarının temelinde de bu vardır. İslam’ı dışlamak ve daraltmak, hayat bulmasını engellemek.

Her peygambere bir takım mucizeler verilmiştir. Musa’ya asa, İsa’ya çamurdan kuşu canlandırması gibi. Peygamberimiz bu konuda: “ma evhalullahi hi”- Allah’ın bana vahyettikleridir- buyuruyor. Vahiy iki türlüdür. Birisi melek aracılığı ile gelen. Bu vahiy Kuran’dır ve onun asıl mucizesi budur diyebiliriz. Bir de “vahyi gayri metluv” vahiy vardır ki Cenab-ı Allah’ın “o ne derse alın, sizi neden yasaklarsa kaçının” dediği, bazı haramlar ve “namazı benden gördüğünüz gibi kılın” dediği şeyler bu vahyin kapsamındadır.

Bir sohbetinde “Ahir zamanda ilim hükmedecek” diyor ve arkasından Nübüvvetin sona ereceği konuşulunca, mübeşşiratın geleceğini söylüyor. Ve bunun da müminin göreceği rahmani rüya olacağını ilave ediyor. Onun iktisada ışık tutan bir sözü de şuydu. “Güven verirseniz, bu size  zenginlik getirir” Ticaretle meşgul olanlara duyurulur.

23 yıllık Peygamberlik zamanında bütün Arabistan müslüman olmuş ve veda hutbesinde 124 bin sahabiye hitab ederek insan haklarının temelini oluşturan veda hutbesini buyurmuştur. Orada İslam’ı “tebliğ ettim mi” diye insanlara sormuş ve onların “tebliğ ettin ya Rasulüllah” cevabı karşısında “şahit ol ya Rabb” diyerek görevini ifa ettiğini bildirmiştir.

Her müslüman peygamber efendimizi rüyasında görebilir. Fakat biraz tuzlu yeyip suya yanmak gerekir. Bu fakir iki defa gördü. Yaşadığı gibi yine sade bir yerde, sedirde oturuyordu. Onu habibullah olarak seviyordum. Resulüllah olarak sev diye uyarı aldım. Ya Rasulüllah Makamı Mahmud’a çıksan da bize şefaat etsen diye söylüyordum. Onu doğrudan Allah rızası için sev diye ikinci uyarıyı aldım. Zulme uğradığım iki olayda karşıma çıktı ve beni teskin etti. İki Ramazan Bayramını onun yanında mahşeri bir salavatların arasında geçirdim. Onu açık gözle çok büyük ve kalın bir lafza-yı celali güllerle ördüğünü gördüm. Bundan peygamber efendimizin Allah sevgisinin yüceliğini anladım. Bir de Allah’ın her şeyi Peygamber efendimize söylediği bilgisi bana ulaştı. Bununla da onların sırdaş olduklarını anladım. İhlaslı müslümanların ölümleri sırasında onlara kolaylık sağlamak üzere dua ederek karşısına geldiğini de biliyorum. Bu yüzden müslümanlar şöyle dua etmelidirler: “Ya Rabbi sağımızda Kuran, göğsümüzde iman, karşımızda Resulüllah olduğu halde iman ile çene kapamayı nasib eyle” Eskiden her gün 100 salavat çekerdim ve “ali”-ailesi, arkadaşları- bölümünü söylemiyordum. Bir gün bir Allah dostunu ziyarete gittim. Şöyle bir baktıktan sonra sert bir şekilde “salavatı şerifeyi tam söyle” diye ikaz etti ve bildi. Demek ki eksik salavat üzerime aynen yansımıştı.

Unutmamak gerekir ki her müslüman dininin tebliğcisidir. Bu dini yaşamak ve yaşatmak tebliğden sorumludur. Bu bir bayrak yarışıdır. Bayrağı taşıma sırası şimdi bizdedir. Allah dilerse bu dini kafirlerle de kaim eder. Fakat ister ki sevabı biz alalım.

Sadi Şirazi şöyle diyor: Bir avuç toprak aldım. Gül kokuyordu. Sordum ona: Bu senin aslî kokun değildir, sen bu kokuyu nereden aldın? Toprak dedi ki: Ben bir gül ağacının altının toprağıydım. Gülün kokusu bana sindi. İşte ben bunun için gül kokuyorum.

Gül kokusu giderek kayboluyor. Artık ülkemizde, çarşılarında gül alınıp gül satılan, gülden terazi yapılan, gül ile gül tartılan, gül kokulu beldelerin yerinde yeller esiyor. Beklenen gül mevsimi bir türlü gelmiyor…Bahardan kalan küf kokuları her tarafı sarmış. En iyisi Cuma müslümanı olmuş. Camide müslüman, evinde zalim, işinde faizci ve kafir değilse de kafir gibi. Dağıtarak mutlu olmak yerine çok tüketerek mutluluk aramaya kalkmış ve diğergamlık yerine bencilleşmiş, en iyisi zekatımı veririm ötesi beni ilgilendirmez diyebiliyor. Biraz ağır oldu değil mi?

Tek çare, gül ağacını kurutmamak. Onu çağa taşımak, hayata taşımak..Bu misyonu yüklenmek. Başka şansımız da kurtuluşumuz da yok. Farzdan sonra bol sünnetli ve salavatlı (en az 100 olmalı) günler dilerim. Peygamberi sevmek; anılarla avunmakla değil onu örnek almak ve misyonunu yüklenmekle olur.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma