NAMAZ RİSALESİ

“Kâinatta imandan sonra en büyük hakikat olan namaz,” maalesef hak ettiği kıymet ve ehemmiyeti görmüyor. Yaşadığımız asırda iman zayıflığıyla birlikte ibadete de gereken hassasiyet gösterilmiyor.

Rabbimizden namaz emrini alan ve nasıl kılınacağını bize gösteren Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabeleri, savaşta bile (Bedir savaşı) cemaatle namaz kılmaktan geri durmuyorlardı.

Günümüzde ise, hiçbir ciddi mazereti olmayan nice Müslüman, basit bir tembellik yüzünden namazı ihmal edebiliyor.

Anadolu insanının çoğunluğu özellikle gençler sadece Cuma namazlarına iştirak ediyorlar. Bazıları da sadece Ramazanda beş vakti eda ediyorlar. Şüphesiz Allah merhamet sahibidir. Her türlü ibadeti ihlaslı olunduğu sürece kabul eder. Ancak O’nun emri beş vakittir ve bunun küçüklükten itibaren aksatılmadan kılınması gerekir. Bu şuna benziyor. 35 milyarlık bir arabaya 1 milyar verip alıp kaçmaya benziyor. Siz böyle bir ticaret gördünüz mü? Beş vakit kılmayana Allah’ın cennet vaadi yoktur. Dilerse affeder, dilerse azab eder(Hadis). Cennet vaadi beş vakit aksatmadan kılanadır.

Ayrıca beş vakit kılmayan Allah yolunda cihad edemez. Küfürle komşu olur ve bazen küfürde bazen İslam’da garib bir durum hasıl olur. Kişi şeytanın müdahalesine açık olur. Zaten ilerde kılarsın diye şeytan onu kandırmıştır. Cenab-ı Hak ayette dikkat edin şeytan sizi benim rahim sıfatımla kandırır. Allah merhametlidir nasıl olsa affeder der ve suçu işletir (veya namazı kıldırmaz) buyurmuştur. Halbuki Allah’ın gazab sıfatı da vardır. Bunu da hesaba katmak gerekir. Allah bu dünyada kendisini unutanı o da öbür dünyada unutacağını söylemiştir.

Bu yüzden iman havf (korku) ve reca (ümit) arasında olmalıdır buyuruldu hadiste. Ayetlerde de ümit ve korku içinde dua edilmesi emredilmiştir. Kişi de ümit fazla olursa şımarır ve şeytanın yukarıda belirttiğimiz tuzağına düşer. Suç işler, namaz kılmaz, ihmalkar davranır. Korku ise belli ölçüde yararlı sonuçlar verir ve kişiyi diri tutar itaate getirir. Ancak fazlasını kişi kaldıramaz ve isyan noktasına da gelebilir. Ölçüye  dikkat gerekir. Ancak aklı başında insanlar sevgi ve rızayı iyi yorumlarsa, sevmenin sevilene itaatle olduğunu idrak ederse, sevgi ve rıza için ibadet eder ve tadını da alır, artık bırakamaz. Bir an gecikse sevgilisinden ayrı kalmış biri gibi koşarak gelir ve ihsan makamında artık Rabb’ini görür gibi ibadet eder. Onu ne ticaret ne evlat ne mal namazdan alıkoyamaz. Bu husus ayettede böylece buyuruldu.

Namaz kılmayanın ayrıca imanının içi de boş olur. Örneğin Kuran’a inandım demek yeterli değildir. Bunun içinin de doldurulması, yani içindeki (kısasa kısasa, mirasta iki pay erkeğe bir pay kadına, hırsızın elinin kesileceğine, sebepsiz ve haksız yere bir müslümanı öldürenin de kısas yoluyla öldürülmesi ve diğer şer’i hükümlere) şu an uygulanmıyor da olsa inanmak, alay etmemek, şimdi bu devirde uygulanır mı? gibi küçümsememek gerekir. Aksi halde kişi kitablara iman etmemiş olur ki bu tehlikelidir.

Şeri hükümler dikkatle incelendiği zaman, zalim yerine sokaktaki masum insanların tümünü korumayı amaç edindiği görülecektir. İlahi kanunlar tabiatta da aynı şekilde değil mi? Akıl mükemmeli bulamaz. Beş duyudan aldığı verilerle deneme yanılma yoluyla bir miktar yol alabilir, ancak kesin sonuç elde edemez. Çünkü göremediği tahmin de edemeyeceği bir çok ilahi gerçekler vardır. Bu yüzden akıl daima vahyin önderliğine muhtactır. Peygamberler ve kitablar onun için gönderilmiştir. Uygulayabildiğimizi uygulamamız, uygulayamadığımıza da keşke uygulanabildeydi diye taraftarlığın belli edilmesi ve bu yönde aktif olarak somut gayret gösterilmesi gerekir.

Namaz kılmayıp Allah’ı seviyorum demek olmaz. Allah’ı sevmek onun emirlerine itaat ile olur. Peygamberi sevmek de öyle. Onun sünnetine yapışmakla olur. Hatta öyle ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın buyrulmuştur. Yani Allah’a giden yol da peygamberden geçmektedir. Peygamberse bütün ömrünü namaza adamıştır adeta. Vefat ederken bile namaz, namaz diye sayıklamıştır. Buna rağmen sadece Cuma namazı kılan ilahi sevgi dolu bazı insanlar da vardır ve onların bu çelişkiyi atlatarak kısa zaman sonra namaza başlamaları umulur. Ve onlar bu sevgileri ile  yıllardır namaz kılan fakat bir türlü mesafe alamamış insanları basıp geçeceklerdir. Cenab-ı Allah’ın aradığı da muhabbettir.

İki türlü iman vardır. Bir kimse hiç bir olağanüstü şeyler görmemiş ve yalnızca Rabbine sakin sakin yine muhabbetle ibadet etmiştir. Bu kişinin imanı değerlidir. Birisi de vardır Allah ona bazı olağanüstü haller göstermiştir ve bununla onu kendisine çekmiş ve iman etmesini istemiştir. Bunun imanı diğerinin ki kadar değerli değildir. Çünkü bir şeyler görmüştür. Sultan Reşat’ın kardeşi biraz deli biraz veli Behlül Dane bir gün sarayın bahçesinde toprak üzerine ev resmi çizer. Sultanın hanımı, yengesi pencereden seslenir. Behlül ne yapıyorsun orada? Behlül cevap verir. Cennette ev yapıyorum. Yengesi : peki onu bana satar mısın? Satarım. Ne istiyorsun. Bir lira. Pencereden bir lirayı atar ve o evi almış olur. O gece Sultan Reşat hanımını cennette bir ev almış görür ve ertesi günü bunu hanımına sorar. O da bunu bana Behlül sattı der. Hemen Behlüle koşar ve bir ev de kendisine vermesini ister. Bu kez fiat farklıdır. 1000 lira ister Behlül. Yengene 1 liraya vermişsin  deyince ona: ama sen gördün der. Aynı rüyayı o da görmüştür. Bu yüzden kulluk, iyilikten ve kötülükten bağımsız olmalıdır. Peygamber efendimiz bütün günahları bağışlandığı halde ayakları şişinceye kadar ibadete devam etmiştir. Kendini cehennemde görüp hiç etkilenmeden namaza devam eden zatlar vardır. Bedir harbinde savaşa rağmen namaz kılınmıştır. İşte namaz hiç bir engel tanımamalıdır.

Oruç tutmada bir gelenekselleşme tehlikesi de var görünüyor. İnsanlar birbirini taklit ederler, bazen de toplumsal baskılar kendini kişide hissettirir. Kişi bunu bazen kendisi de farketmez. İşte bu bir tehlikedir. Bunun önüne geçmek için kişinin oruç için özel bir dua ederek ya rabbi senin rızan için bu ramazan orucumu tutmayı bana nasib eyle demesi, bunu idrakine ısrarla vurması gerekir. Bunu ölçmenin bir yolu da, birisinin onun orucunu (ya da namaz da olabilir) övmesi ve nefsinin bundan hoşlanır olması bir tehlikeyi işaret eder. Halbuki yermek de dahil etkilenmemek, yani övme ve yerme karşısında kayıtsız kalmak temel ölçüdür. Bir kişi bir gün namazda ikinci safta kalmıştır ve birinci safa geçemediği için canının sıkıldığını farkeder. Kendini hemen sorgulayarak “Ben buraya Allah rızası yerine birinci saf için mi geliyorum, sevap ticareti için mi geliyorum” der ve geçmiş iki aylık namazlarını tekrar kılar.

Hayra koşmak gerek fakat bu hayrı sen yapma da ben yapayım demek bile nefsi, yani benliği işaret eder. Bu yüzden hayır yaparken bile nefse dikkat gerekir. Bir veli birisiyle konuşurken yüzünü biraz sert tutmuştur. Daha sonra sorulduğunda birbiriyle gülerek konuşan kişilere gelen rahmetin tamamı ona gitsin diye böyle yaptığını ifade etmiştir.

Sadece teravih için de olsa yine de camiye gelmiş, oruç da tutan kişinin işi Allah havale edilip tatlı bir tavsiyenin dışına çıkılmamalıdır. Artık devir imanı kurtarma devridir.

İslamda Namazın Önemi

Sözlükte, salat =”zikir, dua ve boyun eğmek” anlamlarına gelmektedir. İslam’da namaz, dinin direğidir. O, olmayınca din ayakta durmaz. Rasulüllah (s.a.v.), namazla ilgili “Dinimizin özüdür”‘ şeklinde önemle çok defa hadis-i şeriflerinde namaz konusunda bizi uyarmıştır. Bu uyarılardan bazıları şunlardır: “işin başı İslam, İslam’ın direği namaz, en zirvesi ise Allah yolunda cihaddır.” “İslam’da namaz, bir baş gibidir. Namazı olmayanın dini yoktur.” “Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği şey onun namazıdır. Nama­zı iyi ise diğer amelleri de iyi olur. Namazı bozuk ise diğer amelleri de bo­zuk olur.” Rasulüllah (s.a.v.)’in Dünya’dan ayrılıp ahirete irtihal edeceği zaman son ola­rak ümmetine vasiyet ettiği şey namazdır. Son nefesinde iken şöyle bu­yurdu: “Namaz! Namaz! Bir de emriniz altındaki köleler. Dînden en son kay­bolacak ibadet namazdır. Namaz, zayi oldu mu bütün din zayi olmuş de­mektir.” Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah namazla ilgili şöyle buyuruyor: “(Resulüm) sana vahyedilen Kitab’ı (Kur’anı) oku ve namazı kıl. Mu­hakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı anman ise (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (Ankebut: 45) Cabir bin Abdullah (r.a.)’dan rivayet olunduğuna göre Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu işittim, diyor: “Sizden biriniz kapısı önünden bir nehir akar da ondan günde bes de­fa yıkanırsa, o kimsede kirden bir şey kalır mı? İste beş vakit namaz kılan kimse de bunun gibidir. Allah bu namazlarla onun hatalarını giderir.” Burada aftan maksat küçük günahlardır. Namazın hiç bir şekilde terki uygun görülmemektedir. Yolculukta, korku halinde, hastalıkta… vb. gibi her durumda kılınması gerekir. Kul hakkı hariç diğer günahlar için tevbe edilmesi kaydıyla affolunma ümidi vardır. Ama namaz için aynı şeyleri söylemek zordur. Kişi hasta olduğu zaman ayakta duramıyorsa, oturarak, oturarak da kılamıyorsa uzanarak, daha ağır bir vaziyette ise o hali ile Allah’ı anarak bu ilahi görevi eda etmesi gerekir.

Yaratılışın gayesi namazda şekillenir

Diyanetin bir afişinde görmüştük. Ortada bir ağaç, bu ağacın kökleri imanı, bedeni ibadeti, dallarındaki meyvalar  ise ahlakı gösteriyordu. Şüphesiz bu güzel bir benzetmeydi. Sağlam bir iman, yani kökler sağlam olmadan beden sağlam olamazdı. İşte imandaki sağlamlık kişinin harekete geçmesini yani salih amel dediğimiz uğraşa yönelmesini sağlayan şeydir. Namaz bu yönüyle bir tevhid eylemidir. Zariyat suresi 56. ayette zikredilen “Ben cinleri ve insanları beni tanısınlar ve bana ibadet etsinler diye yarattım” sözünün anlamı, insanın aklı ile kainattaki düzenliliği anlayarak Allah’ın sıfatlarını idrak etmek ve bunun sonucunda da bu üstün ve namütenahi güce boyun eğerek secde, yani ibadet etmektir. Kuran’ın bu noktada önerdiği yöntem “eserden müessire” yani ortada bir eser varsa, bunu yapan da birisinin var olduğu gerçeği. Arabaya binip mühendisini inkar etmemek! İşte yaratılışın asıl gayesi; Allah’ı eserlerinden hareketle sıfatları olarak bulmak ve onun yüceliği karşısında eğilerek ibadet etmektir. Buradan hareketle yaratılışın gayesi namaz olarak şekillenir denilebilir.

Hadislerde namaz; dinin direği, gözün nuru, müminin miracı olarak belirtilir ve onun ulvi niteliği ön plana çıkar. Ancak namazdan beklenen amaç ve faydanın sağlanması için onun “ihsan” makamında kılınması gerekir. “İhsan: Allah’ı görür gibi ibadet etmektir, sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” anlamındadır. İşte insanın büyük bir sevgi ve hürmetle bağlandığı Rabb’inin huzurunda, sanki onu görür gibi bulunmasıdır. Bütün dünya sorunlarından arınmış olarak varılan huzurda insan kendinden geçmelidir. Günlük meşgaleler, uğraştıran ticaret, kadın ve çocukların istek ve sorunları, kişiyi namazda dahi meşgul eder. Bu yüzden para, mal, ve oğullara bir emanet gözüyle bakmayıp, mülkiyet gözüyle bakanın bu dertlerden kurtulması zordur. Buradaki temel sorun, Allah dışında hiç bir şeyin sevgisini kalbe sokmamaktır. Bu da ancak her şeyi emanet görmekle olur. İşte insan bu bilinci kendi kendine  telkin etmelidir. İnsan daima sevdiği şeyin lehine hareket eder. Bir kalbe iki şey sığamıyacağı için bu kez de diğer şeylerin aleyhine hareket eder. Para sevgisi olan, ona kilitlenen bir insan, ticaretinde daima hile yapar, yalan söyler. Halbuki ticaret müslüman için de meşrudur, fakat helal yoldan makul ölçüler içinde hareket etmesi emredilmiştir. Malın kusurunu söyleyerek, sözünde durarak, dürüst bir ticaretle.

 

Bir müslüman ticareti

Bir gün 92 model Şahin olan arabamı satılığa çıkardım. Önce bir soru sordum. Ahmet, bir müslüman olarak ne yapmalı, nasıl hareket etmeliyim ? dedim. Cevap gayet basitti. Arabanın kusurlarını kağıda yazmalıydım.  Öyle de yaptım. “Şafttan ses geliyor, sol ön çamurluk değiştirilmiştir”. Gelen önce yazıyı okuyor, sonra da “enayiye bak her şeyini yazmış” diyordu. Akşama kadar belki 50 defa enayi, keriz olmuştum. Fakat hiç etkilenmedim. O gün arabayı satamadım. Aynı akşam evde televizyon seyrederken bir telefon geldi. Akrabalarımdan biri araba istiyordu. Ona da aynı şeyleri söyleyerek 15 dakikanın içinde arabayı satmıştım. Allah doğruluğumun karşılığını vermişti. Ya o bana enayi, keriz diyenleri ne saymalıydım. Hırsız, üçkağıtçı, sahtekar, yalancı kelimeleri ağır mı olur sizce? Eminim bir çoğu namaz da kılıyordur. Yazık. Müslümanın işi işte böyle. İsterseniz arabanızı çekin, yazın üstüne bir sürü hata ve kulaklarınızı açıp sıfatlarınızı dinleyin…

 

Namaz ve ahlak

İşte namaz, son tahlilde, kişinin hal ve hareketinde, yani ahlakında değişim meydana getirmelidir. Yani namaz tevhidden sonra ahlaka vesiledir. Eğer davranışlarda bir değişiklik meydana getirmiyorsa o zaman namaz doğru kılınmıyordur denilebilir. Doğru kılınan namaz, ayetle sabit olduğu üzere, kişiyi münkerden korur. Fakat bir sürü insan hem namaz kılmakta, hem de ticaretinde ya da günlük hayatında günah işlemeye devam etmektedir. Kişinin ben günah işliyorum diyerek namazı terketmesi de yanlış bir davranış olacaktır. Bu ikilem nefsi emmareden kaynaklanmaktadır. Bundan kurtulmanın yolu ikidir. Birincisi kişinin kendini sürekli kontrol ederek doğru telkinlerde bulunmasıdır. İkincisi ise bir gönül eri rehberliğinde Allah’ı zikirdir. Rehberlik olmadan kişinin kendi başına zikir yapması ise şeytanın müdahalesi ile sonuçlanır.

 

 

Namaz ve zikir

Namaz, hem kıraatiyle, hem duasıyla ve hem de kıyam, ruku ve secdesiyle tam ve mükemmel bir zikirdir. Her canlı ya da cansız Allah’ı zikreder. Ancak onların zikirleri başka başkadır. Peygamber efendimiz sahabiden Eba Zer’e “gel güneşin batışını seyredelim” diyor ve soruyor: “Güneş nereye gitti ya Eba Zer?” “Allah ve Rasulü daha iyi bilir.” Cevap verir: “Güneş, Allah’a secde etmeye gitti”: Yani Allah’ın verdiği görevi yapmaya gidiyor = yörüngeye uyuyor. Adeta bir tavaf. Onun Allah’ı zikri bu. Yasin 40’da “her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler” ayetinde geçen yesbehun’un yüzmektedirler = tesbih etmektedirler, anlamında olması boşuna değildir. Hz. Adem cennette bir nur sutununun etrafında   dönerek Rabbine ibadet ederdi. Dünyaya düşünce uzun bir tevbenin ardından eşi ile Arafat’ta buluştu. Müzdelife ve Mina’dan sonra bugünkü Kabe’nin yerine gelince eşine kavuşturduğu için Rabb’ine teşekkür etmek gerektiği aklına geldi. Cennetteki ibadetini hatırlayarak başladı dönmeye. Ve Rabb’i oraya bundan böyle bir beyt yapmasını emretti. Bugün hacıların Kabe’nin, kelebeğin ışığın, elektronların çekirdeğin, gezegenlerin birbirinin etrafında dönmesi = tavaf  = tesbih = aşkın, muhabbetin, zikrin tecellisi.

Her hayvan Allah’ı zikreder. En az zikri eşek yapar, o da günde 5 000 dir. Zikri biten hayvanın ecelide gelmiştir, bir şey vesile olur ve ölür.

Nefisle ilgili şeylere otomatik bir isteklilik konmuştur. Acıkanın karnı ağrır, işemesi gelen sıkışır v.s. Ancak ruhun isteklerinde otomatik bir çağırıcı yoktur. O, kişinin hür iradesine bırakılmıştır. Tercih edebilmek; isyan ya da itaat. Cennet ve cehennem onun için vardır. Kişi ruhunun ilahi ihtiyacını bilemediği için tebliğ yapanın kişiye bu ihtiyacı hissettirmesi yönünde çaba göstermesi ve önce aklına hitab etmesi gerekir. Zaten bu makalenin yazılış amacı da budur.

Ağaçlar kökleri ile secdede, eşya gölgesi ile secdede, hayvanlar ön ayakları ile rukuda, dağlar dimdik ayakta durarak kıyamda. İnsan ise bu üçünü birlikte yapar = namazda…Yaratılışın gayesi = tanı ve eğil = ibadet. Eserden müessire. Arabaya binip mühendisini inkar etmemek…

Namazda niyet, kıyam, ruku ve secdenin anlamı

Allah insanın her işinde kalbindeki niyetine bakar. Bir hadis-i şerifte “Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize (suretlerinize, şekillerinize) bakmaz, ancak kalplerinizdeki niyete bakar” buyurulmuştur. Niyetin halis olması, kılınan namazın ve yapılan amelin kabul edileceği anlamına gelir. Bu itibarla, kalbi dünyevî bağlardan koparıp ihlâs ve samimiyetle huzura durmak namazın kabul olmasının ön şartlarındandır.

Kıyamın hikmeti: kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek O’na duyduğu saygı ve tazimi ayakta hareketsiz durmak suretiyle göstermesidir. Kıyamın, küfre karşı durmak, islamı savunmak, cihad etmek anlamları da olabilir.

Kıraat dediğimiz Kur’an okumak, bizzat Allah ile konuşmak demektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır, sözüdür. Kur’an ağır ağır manaları tefekkür edilerek okunmalıdır. Zira namazda yapılan tefekkür, namazın dışındakinden daha faziletlidir.

Fatiha’yı idrak gerekir. Kul ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ dediği zaman, Cenâb-ı Hak ona mukabil, ‘Kulum beni andı’ der. Kul, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’  deyince, Allah ‘Kulum bana hamdetti’ buyurur. Kul, ‘Errahmânirrahîm’ dediği zaman, ‘Kulum beni övdü’ der. Kul, ‘Mâliki yevmi’d-dîn’ deyince, Allah  ‘Kulum işini bana havale etti’ der. Kul, “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn dediği zaman, Allah  ‘Bu, kulumla benim aramdadır’ der. Kul, İhdina’s-sırâta’l-müstakim. diyerek sonuna kadar okuduğu zaman, Allah Teâlâ, ‘Bu (kısım), kulum içindir, kuluma istediği verilecektir’ buyurur.”

Rükûda baş ve sırt dümdüz olacak şekilde eğilmek, rükûnun sünnete uygun olan şeklidir. Rükûnun hikmeti, kulun, Allah’ın büyüklüğü karşısında ne kadar âciz ve zelil olduğunu itiraf ederek, huzurunda tevazu ile boyun eğişinin fiilî bir göstergesi olmasıdır. Bu şuurla yapılan rükûnun karşılığı cennet nimetleri ve en önemlisi cennette Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede etmektir.

 

Secde sözlükte, teslimiyet, tevazu içinde yere kapanmak ve yüzü yere sürmek demektir. Bununla beraber secdenin yedi âza üzerine yapılması sünnettir. Hadiste “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlarda, (burunla birlikte) alın, iki el, iki diz ve iki ayaktır” buyurmuştur.

Secdenin bilinen en önemli hikmeti, kulun Allah’ın kendisine verdiği nimetleri düşünüp “Allahüekber” diyerek vücudun en kıymetli organı olan başı ile secdeye kapanmasıdır. Çünkü kul böyle yapmakla hem nimeti verene şükretmiş hem de kötülüğü emreden nefsi ayaklar altına alarak Allah’a yaklaşmış olur. Zira kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır.

Ukbe b. Müslim (r.a.) bir sözünde, “Allah’ın bir kulda en çok beğendiği haslet, kulun Allah’a kavuşma arzusudur. Kulun da Allah’a en yakın olduğu an, onun yaratıcısına secdeye kapandığı andır” demiştir. Secdenin bir diğer önemli hikmeti ise insana topraktan yaratıldığını ve yine toprağa döneceğini hatırlatarak kalbin hastalıklarından olan kibrin belini kırmasıdır.

 

Niçin ibadet Ediyoruz

Râbia el-Adeviyye: “Ben, Allah’a O’ndan korktuğum için ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibinden korktuğu için çalışan hizmetçi gibi olurdum. Ben, O’na cennet sevgisiyle de ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibi kendisine bir şey verince çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Ben, Rabbim’e ancak O’nu sevdiğim ve kendisine kavuşmak istediğim için ibadet ediyorum” demiştir.

Bedîüzzaman Said Nursi de bu konuda, “İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i ilâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz faydasız olur” demiştir.

Aşk eri Hz. Mevlana da bu konuda: Bedenini beslemeye, onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorsun. Ruhunu beslemek için de çalış! Bedenini beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin var, bir mesleğin var. Ruhunu beslemek için de din sanatını öğrenmeye çalış.

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir? Kâinatta hiçbir varlık boş yere yaratılmış değildir. Her varlığın bir yaratılış gayesi ve hikmeti vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede, “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık’ (Sâd 27) “Sizi boşuna, amaçsız yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 115) buyurmaktadır. Amaç; tanımak ve eğilmek=ibadet. Gez, dolaş, ye, iç, fakat bir sahibini, ustasını da düşün, ancak bir gün hesabını da ver…Garson bile yenilen yemeğin hesabını soruyor!?

 

İdarecinin namaz kılması

Sonuç olarak namaz öyle bir ibadettir ki kılınması önce bir tevhid eylemi, kıyam, ruku, ve secde ile şeklin en mükemmel anlamı, ve doğru kılındığında insan davranışlarında yani ahlakta bir iyileşmeyle sonuçlanmalıdır. İşte bu yüzden bir kişiyi anlamak istiyorsanız, onun yalnız namazına bakmanız yetmez. Onun iyi ahlakını da soruşturmalısınız. Siyasette bir kişiyi seçecekseniz kişinin ehil yani işi iyi biliyor olması kadar, ahlakının da iyi olması aranmalıdır. Namaz ise ahlakın içindedir. Yönetici hem ehil olmalı, hem ahlaklı olmalı ve hem de namaz kılıyor olmalıdır.

Her peygamber iktidara talip olmuştur. Hz. Peygamber Mekke’yi fethetmiş ve oranın da devlet başkanı olmuştur. Bu arada Kabe’nin anahtarını almaya giden Hz. Ali’ye anahtarları vermemiş, anahtarların halen anahtarları  elinde bulunduran müşrik olan şahısta bırakmasını istemiştir. Yani bir müşrik de ehilse aktif olmayan bir alanda görev alabilir. Ancak ona “gel beni yönet” denilemez. İslami bir devlette gayrimüslim olup dinle mücadele etmemiş mazbut kişilere aktif olmayan görevler verilebilir. Örneğin bir köprü inşaatında mühendis olarak çalışabilir, fakat ordu komutanı, eğitimci, ya da hakim olamaz. Fatih de bir Macar top ustasına en büyük topları döktürmüştü. Hz. Yusuf rüyasını tabir ettiği krala bolluktan sonra gelecek kıtlığı atlatabilmesi için kendisini Hazine Bakanı tayin etmesini, kendisinin hem işi iyi bildiğini ve hem de dürüst olduğunu bildirmiştir. Yani laik bir sistemde bir müslüman görev alabilir. Bu konuda Mevdudi’nin “Hilafet ve Saltanat” adlı eseri geniş açıklamalar içermektedir. Bakılabilir.

 

Namaz ve adalet

İkili insan ilişkileri yönünden insan yönetiminde aranan en önemli unsur adalettir. Kendisi müslüman olmadığı halde adil olan bir çok adil devlet başkanı ya da krallar vardır. Sultan Reşat’ın kardeşi biraz deli biraz veli Behlül bir gün camide imamın arkasına durur ve imam fatiha’ya başlayıp “elhamdülillahi Rabbil Alemin” der demez imamın ensesine tokadı basar. Yanlış okudun der. İmam tekrar okur, bir tokat daha. Derken zorlukla namaz tamamlanır. İmam hemen sultan Reşat’a şikayete koşar. Sultan Reşat kardeşini ve imamı çağırır. Bir de benim yanımda okuyun bakalım der. Orada da imama bir tokat atar. Sultan Reşat yanlışlık yok deyince, Behlül cevap verir. Doğrusu “Elhamdülillahi Rabbil Müslimin” olmalıydı der. Yani, yalnız “Müslümanların Rabbi”. Sultan Reşat itiraz edince “o halde neden gayrimüslimlerin suyunu ve gıdasını kestin” der. Sultan Reşat gayrimüslimlere kızmış ve onların su ve gıda yardımı almalarını yasaklamıştır. Hatasını anlar ve onlara da adaletli davranması gerektiğini idrak eder. İşte bazı alimlerin ifade ettiği üzere bir devlet küfür üzere ayakta durur, fakat zulüm üzere ayakta durmaz. Haksızlık karşısında, Allah huzurunda kafir ile müslümanın farkı yoktur. Her ikisine de gök kapıları açılır ve duaları doğrudan kabul edilir.

 

Namazı Terketmenin Hükmü

İslama girişte bir insana zorlama yapılamaz. Tebliğ yapılır ancak inanmaya zorlanamaz. Peygamberlerin görevi de tebliğden ibarettir. Hidayet ise ancak Allah’tandır. Bakara Suresinde Ayet-el Kürsi’den sonra gelen “la ikrahe fiddin=dinde zorlama yoktur” ayetinin anlamı budur. Ancak bir kimse İslamı seçmişse namaz kılması zorunludur. Bu konuda mezheb imamları farklı görüşler serdetmiş olmakla beraber hepsi de bir ceza uygulamasından yanadır.

Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî ve fasık olur.

Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik” (Müddessir, 40-43). Riyaya da dikkat etmek gerekir. “Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler” (Mâûn, 4-5). Hz. Peygamber (s.a.s)’de şöyle buyurmuştur: “Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulünün zimmeti kalkar” “Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teâlâ onun kalbine mühür vurur” 

Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr ve fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te’dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir .

Hanefiler dışındaki şafii, maliki ve hanbeli mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted’de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır .

Ubâde b. es-Sâmit’in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar” Ebû Hureyre (r.a)’ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?” Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır”

İbadetler kul hakkına keffaret olur

Peygamber Efendimiz iflas eden bir adamı tarif ederken şöyle buyurdu: Bir adam ki namaz kılmış, oruç tutmuş, zekat vermiş fakat diğer taraftan kimine sövmüş, kiminin parasını gasbetmiş, kimini dövmüştür. Ahirette bu kul hakkı sahipleri sıraya girerler ve her gelen kul hakkı alacağına karşılık bir miktar sevabı alır gider. Öyle ki sevaplar biter fakat alacaklılar bitmez. Bu sefer gelenler sevabı yoksa o zaman benim şu kadarlık günahımı alsın der ve kişi o günahlar sebebiyle cehenneme düşer. Bir hadisi şerifte, bir dirhem gümüş borcu için kişinin 700 kabul edilmiş farz namaz sevabının verileceği bildirilmiştir. Ayrıca peygamber efendimiz borçlu ölenlerin cenaze namazını kılmaktan kaçınırdı. Bu konuda bir gönül eri şöyle diyor: “Tek başınıza kıldığınız namazlar sizi kurtarmaz”. Bu yüzden ya kul hakları konusunda daha hassas olunmalı ya da cemaat sevabıyla 25, 25 sermaye edinilmelidir.

 

 

Namaz ve sorumluluğu

Namaz aleni bir ibadettir. Fakat kimseye bir üstünlük vermez. Zira herkes namaz kılmak zorundadır. Namaz kılıyor olmak, insanlara karşı ortaya çıkmak, bir İslami temsil anlamı taşır. Bu yüzden yapılacak bir hata İslam’a mal edilebilir. Sultan Süleyman zamanında bir adam bir serçenin kanadına basarak kırmıştır. Serçe kuş dilini bilen Hz. Süleyman’a bunu şikayet eder ve mahkeme olunur. Sonuçta adam suçlu bulunur ve kısas yapılarak adamın da kolunun kırılmasına karar verilir. Tam kıyas uygulanacakken serçe der ki; “ben bu adamı uzaktan gelirken görmüştüm, sakalı, cübbesi ve sarığını görünce güvenilir bir adam zannettim ve kaçmadım. Bilseydim böyle olacağını bir ağacın dalına kaçar kurtulurdum. Onun için siz bu adamın kolunu kırmak yerine, en iyisi sakalını kesin ve cübbesiyle sarığını da çıkarın” der. İşte toplumda aleni bir müslüman işareti taşımak, namaz, sakal ya da gümüş yüksük takmak bir sorumluluk ve dikkat gerektirir. Önce günah işlememek, istemeden işlemişse bunu açığa vurarak yayılmasına sebebiyet vermemek ve anlatarak da (ahirete) şahit tutmamak gerekir. Bir kul gece bir günah işlemiştir. Allah da onu affetmiştir. Fakat kişi ertesi günü o günahını başkalarına anlatır ve o günahı tekrar yüklenir.

Dinden menfaat temin etmek de bir başka handikabdır. Konuşurken doğallığı terkederek bazı islami mesajları vermeye çalışarak kendisine ayrıcalık yapılmasını beklemek de aynı anlamı taşır. Devletin fertlere muamelesinde adalette kafir ve müslüman eşittir. İmamı Azam bir gün bir alışveriş için bir dükkana girer. Bir malı ister. Dükkan sahibi merdiveni kurar, açıktan bir bismillah diyerek merdivene çıkar. İmam hemen orayı terkeder. Arkadan koşan dükkan sahibine “sen açıktan besmele çekmekle, “bak ben güvenilir, müslüman bir insanım” diyerek dini ticaretine alet ettin” der.

Uzun lafın kısası İslam hem zor hem kolaydır. İlim ve İhlaslı olunduğu sürece her şey kolaylaşır ve istenen fayda sağlanır. Sağlam bir iman, salih amelden daha önemlidir ve bu yüzden önce  zikredilmiştir. Salih amelinizdeki bir eksiklik, örneğin yukarıda belirtildiği gibi, farz namazdaki bir eksiklik sünnetlerle tamamlanabilir veya Allah Teala şirk dışında bütün günahları affedebileceğini bildirmiştir, affolunabilir. Fakat imanda bir sakatlık olursa affedilecek olan şey nedir? Bu yüzden imanın sağlam olmasına daha çok önem verilmelidir. İlim; (OKUMAK; Maddi ilimler Allah’ın sünneti olarak okunmalıdır: Sünnetullah. Allah unutularak okunursa materyalizm ile sonuçlanır. İnkara gider. Manevi ilimler okunurken de tek yönlü kalınırsa taassubla sonuçlanır ve İslama da zarar verir. Manevi ilimler, maddi ilimlerle birlikte matemetik, fizik, kimya, astronomi edebiyat ile birlikte okunmalıdır. Denge o zaman bulunur. Müctehid imamlar hem maddi ilimleri hem de manevi ilimleri birlikte tahsil ederlerdi. Kuran’da her şey var. İnsanın yaratılışı, evrenin yaratılışı, toplumsal olaylar, özel hukuk ve kamu hukuku v.s.) ve tefekkür (yaratılışı ve hikmetlerini düşünmek, bu konuda bilim teknik dergilerini takip etmek güzel olur.), her daim Allah’ı hatırlamak (halk içinde Hak ile-işlerinizi aksatmadan, sessizce, içinizden, biraz la ilahe illallah, Allah, elhamdülillah, yolda giderken salavat, otobüste giderken boş durmamak, ezberleriniz, yer değişikliğinde o yerin size hayırlı olması için ayetel kürsi v.s.  Sağlam mümin her yerde kendini belli eder ve etkiler. Günde kılınan beş vakit namaz da imanın güçlenmesine yardım eder. Namaz imanı besler. Onun suyu gibidir. Namaz kılmayanın küfürle arasında perde kalmaz. Yani namaz küfre de perdedir. Hadislerde: “Kişi ile küfür arasında, namazı terketmek vardır.” “Bizimle kafirler arasındaki ahd, namazdır. Kim namazı terkederse kâfir olmuştur.” “Namaza devam eden kimse için kıyamet gününde namaz bir nur, bir delil ve bir kurtuluştur. Namaza devam etmeyen kimseler için namaz bir delil ve kurtuluş değildir. Ve o kimse kıyamet gününde Karun, Firavun, Hâmân ve Uheyy bin Halef ile beraber olacaktır” buyurulmuştur. Namazı bilerek terkedenin ahirette küfür önderleriyle beraber olması, o kimsenin küfür üzerinde olduğunu gösterir.

NAMAZ VE SONUÇ

Sonuç olarak namaz olmadan yaşamak, susuz bir ağacın yaşaması gibidir. Namaz iman ağacının suyudur. O olmazsa iman da zayıflar ve kişi küfürle komşu olur. Namazı bir zamanın ihyası olarak görerek – nitekim bütün namazlar belli vakitlerde farz kılınmıştır – değişik nafile vakitlerine de yaymak – gece, kuşluk, ebvabin gibi – az ama devamlı kılmak güzel olur. Namazı tavsiye ederken kolayından örneğin; yalnızca farzlarla başlatmak, hatta günde bir vakitle başlamasını tavsiye ederek geri kalanını kendisinin utanç duyarak beşe çıkarmasını beklemek uygun olabilir. Üç sene çocuklarıma yalnız akşam namazı kıldırmıştım. Daha sonraları kendileri 2, 3 vakit, ve derken 5 vakite çıkardılar. Ayette, aile fertlerine aile reisinin namazı emretmesi emredilirken bunun üçüncü şahıslara sadece tavsiye olarak anlaşılması uygun ve gereklidir. Aksi halde ters etki yapar kişiyi dinden soğutur. Önce Allah’ın nimetlerinden verdiği sağlık ve sıhhatten bahsederek, bunun teşekkürü gerektiğinden sözetmek, bunun da namazla olabileceğini bildirmek, daha sonrasında ise gençse biraz ahiretteki cezasından da bahsetmek, yaşlıysa sevap ve ümidini artırmak yararlı olur. Çünkü namaz istenirse kılınıp, istenirse terkedilecek bir şey olmayıp Kuran’da 70 yerde geçen bir emirdir. İslamın şartıdır. Bir adam cemaate geç kalmıştır. Geldiğinde cemaati çıkarken görür ve şöyle bir ah! çeker. Bunu duyan bir alim zat ona: “sen o ahının sevabını bana ver, ben de kıldığım namazın sevabını sana vereyim” der…Müslümana en çok düşmanlık edenlerin yahudiler olduğu unutulmamalı. Bu konuda onlar şöyle söylüyor: “Biz şimdi sizden korkmuyoruz. Ne zaman ki beş vakit namazınızı Cuma ve Bayram namazı gibi kılarsınız, işte o zaman sizden korkabiliriz.”

Canab-ı Hak kıyamete kadar iman ile küfrün çarpışmasını murad etti. İlla ki küfre yakın olanlar, onların kılıcını sallayanlar, müslümana eziyet edecek, zulmedecek, dışlayacak, tıyniyetinin gerektirdiği her şeyi yapacak. Müslüman da bazen sabrederek, bazen karşı çıkarak, gerektiğinde aynı silahları kullanarak, öncelikle kalemle, basınıyla, ifade ederek, demokraside parçalanmadan birlik beraberlik içinde ehil, dürüst ve namaz kılan, kendinden saydığı büyük birlikteliklere parçalanmadan oy kullanarak, mücadeleden yılmadan gayret gösterecek. Bu onun imanının da bir sağlamlık göstergesi olacak ve cihad hanesine yazılacak. Allah deneyecek ve çürük elmaları açığa çıkaracak. Bunda alimlerin haksızlığa karşı cesareti (emri bil mağruf nehyi anil münkeri onlar yapacak), zenginlerin fakirleri gözetmede cömertliği, ve idarecilerin adaleti belirleyici olacak. Halk da; müslüman, dürüst, ehil ve namaz kılanların peşinden onlara uyacak, kendinden olanlara itaat edecek. Adaletten idare ayrılırsa, hata ederse, iman seviyesine göre, önce alimler, emri bil mağruf nehyi anil münker yaparak idareyi cesaretle uyaracak, halk da gördüğü aksaklıkları düzeltilmesi için sözle veya yazı ile idareyi uyaracak, hiç birine de gücü yetmiyorsa, yani imanı da zayıfsa, içinden de olsa bir buğuz edecek. Yani haksızlığa kalben de olsa rıza göstermeyecek.

Fakat öyle bir noktaya getirildik ki, müslüman kitaba iman ettiğini söylüyor fakat “o eski şeyler artık bu devirde uygulanmaz” diyebiliyor. İşte namazını kılıyorsun ya bu sana yeter diyor. Dini vicdana hapsetmiş, onu hukukta  ya da  muamelatta düşünemiyor bile. Allah’ın kitabındaki hükümlerine inanmadığı için gerçekte imanı yok. Fakat dinle mücadele edenler onu öyle bir noktaya getirdi ki, ben müslümanım fakat şeriat istemem, veya irtica bir tehlikedir diyebiliyor. Kimse doğrudan ibadeti ve islam kelimesini hedef almıyor fakat bunun yerine şeriat, irtica gibi değişik kavramlar üzerinden nefret duyguları körükleniyor. Bunu düzeltmek yine müslüman kalemlere düşüyor. Ama şimdilik böyle düşünen bir müslümanla nereye gidilebilir ki? Dininden haberi yok, kaldı ki cihad edecek.

İşte dosdoğru namaz kılmayanın, imanının içini doldurmayanların, ulvi bilince ulaşamayanların bu cihadı yapması zor..

İnsana namaza olan ihtiyacını hissettirmek gerekiyor…

———————————————-

 

Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..

 

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.

 

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KURAN’IN PEYGAMBERİ

Konuşmacı heyecanlı bir ses tonuyla tezini sunuyordu:

“Allahımız bir!

Kitabımız bir!

Peygamberimiz bir!”

İşte tam burada durmuştum. Bu duruş hayli uzun sürdü. Üzerinden yedi yıl geçti. Elinizde tuttuğunuz bu kitap, işte bu duruşun hasılatıdır. İncitmeden bırakıyorum akleden kalbinizin nazik kollarına…

***

O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Peygamberimiz bir!..” Bu ne güzel temenni; fakat yaşanan gerçeğe tekabül ediyor mu? Bu temenninin aktüel karşılığı var mı? Sahi, bir mi Peygamberimiz?

Sorular bunlarla sınırlı değildi: Müslümanların tümü aynı peygambere mi inanıyorlardı? Farz-ı muhal, inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse, “Peygamberimiz bir!” diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel alabilmek için saçma sakalına hücum edenlerin yüzdesi, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne kadar olurdu?

Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi? Yoksa, “benim zihnimde oluşturduğum imaj aslından daha iyi” deyip gerçeğine sırt mı dönerlerdi? Peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi, taşlayanlar da çıkar mıydı?

Her şey için geçerlidir: Bir şeyin gerçeği kaybolunca, imajı oluşturulur. Oluşturulan imaja “tasavvur” denir. Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber…

Ya da “vahiy postacısı”?

Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber… Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.

İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu: Hayattan dışlamak… Ne ki, birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi indirgeme adına gerçekleştiriyor.

Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı ilâh hâline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayarak öldüren, iftira eden, onları kovalayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.

Şu bir gerçek ki, bir peygamber iki tür yaşar: Birincisi fizikî varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir: Birincisi fizikî varlığını ortadan kaldırarak, ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak.

Eğer peygamberin fizikî varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa, o gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Fakat, eğer ortadan kaldırılan misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ve öldürülmüş demektir.

Birincisini genellikle peygamber düşmanları yapar, fakat ikincisini peygambere dost olduğunu söyleyenler yaparlar. Bu nasıl dostluktur ki, dost oldukları peygambere onun düşmanlarından daha beter fenalık ederler?!

“Uhud’a vardığımızda … Efendi dedi ki: “Sizden, Rasulullah Efendimizin gezip dolaştığı bu mekânda sol ellerinizi gizlemenizi rica ediyorum. ” Kendisi, gömleğinin tek düğmesini çözerek elini göğsünde sakladı, bizler de öyle yaptık.”

Yıllar önce bu hatırasını bana anlatan muhatabımı, akliyyet sahibi, kelimenin gerçek anlamında okuyan okutan biri olarak biliyordum. “Çok büyük bir zatın hem irşad hem soyca varisi” olarak nitelediği kişinin söz konusu davranışından öylesine etkilenmişti ki, kendisine, Medine’de ikamet ettiğini bildiğim rehberinin sol elini Peygamber Mescidi’nde nereye koyduğunu, Rasulullah’ın makberinin hemen yanı başında namaz kılanların bu tür bir “edeb”i uygulamaları durumunda manzaranın nasıl bir hâl alacağını, böyle bir ‘saygı’ türünün eğer yaşasaydı bizzat Hz. Peygamber tarafından nasıl karşılanacağını, böylesi bir edep ve saygı tanımının nasıl bir Peygamber tasavvurundan kaynaklandığını, bu tasavvurun hangi sorumlulukların üzerini örtüp hangi zaafları öne çıkardığını soramadım.

Mesele, sadece “Sol elimizi ne yapmalı?” meselesi değildi.

Mesele, sadece ‘seçkin’ ve sınırlı bir grubu ilgilendiren bir mesele de değildi.

Mesele, çok daha derinlerde yatan “peygamber tasavvuru” ve “müslüman aklı”yla ilgiliydi. Ümmet-i Muhammed’i ilgilendiriyordu ve varlığı, hayatı, insanı, kutsalı ve dini nasıl okuduğumuzun da bir göstergesiydi. Daha doğrusu, başta peygamberlik kurumu olmak üzere, Müslümanların kendi değerlerini ve inanç sistemlerini anlama ve anlamlandırma konusunda ciddî bir krizle yüz yüze olduklarının sayısız örneklerinden sadece biriydi bu.

Tüm peygamberlerin gönderiliş amacı, insanın kendisini, çevresini, hayatı, varlığı ve Allah’ı doğru anlamasını sağlamaktır. O yüzden peygamberler, hep anlamın kaybolduğu, ortalığı yanlış anlamanın kapladığı bir zaman ve zeminde gelmişlerdir. Kendisini, çevresini, hayatı, varlığı ve Allah’ı yanlış anlayan, bunun sonucunda da hayatın anlamını kaybeden insanlığa doğru anlamanın en kalıcı yöntemini bizzat yaşayarak göstermişlerdir.

İnsanlığa rahmet pınarı olarak gönderilen son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselamın evrensel misyonu da budur.

Fakat, işte tam da bu noktada korkunç bir anlama problemiyle yüz-yüze gelinmiştir. Gönderiliş amacı “doğru anlamayı” temin olan Hz. Peygamber ve onun temsilcisi olduğu peygamberlik kurumu, bizzat “yanlış anlamanın” konusu olup çıkmıştır. Sorunu karmaşıklaşman ve krize dönüştüren de burasıdır.

Peygamber sayesinde anlama sorununu çözmesi ve hayatı tekrar anlamlandırması gerekenler, bizzat peygamberin kendisini yanlış anlamışlarsa, ne yapacaklardı? Nitekim öyle de olmuştur. İşte elinizdeki kitap, Müslümanların peygamberlik kurumuna ve Hz. Peygamber’in misyonuna ilişkin anlama sorununu irdelemektedir.

Kitabın adı, kitabı oluşturan üç ana konuya bir atıftır:

  1. Aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru.
  2. İndirgemeci peygamber tasavvuru.
  3. Kur’an’ın peygamberi.

 

Bu ana başlıklardan da anlaşılacağı gibi kitap, ikisi de birbirinin zıddı fakat ikisi de bir anlama probleminin sonucu olan iki peygamber tasavvurunu, Kur’an’ın tanıttığı peygambere arz etmektedir.

Kur’an’a arz edilen bu tasavvurlardan birincisini işlerken, önce genel manada anlama sorunu üzerinde durduk. Sonra bu sorunu peygamber tasavvuru özelinde ele aldık. Aşırı yüceltmeci peygamber tasavvurunun tarihsel köklerini, psikolojik ve sosyolojik arka planını, “cahilî-bedevî Arap aklı” ekseninde tahlil etmeye çalıştık.

Peygamberlik kurumuna ilişkin tarihteki en tipik anlama problemi Hz. İsa örneğinde yaşanmıştı. Hz. İsa’nın peygamberlik misyonunun, Pavlus ve kurduğu Kilise tarafından nasıl bir anlama problemine kurban edildiğini ayrıntılı olarak ele aldık. Çünkü bu tarihsel sapma, Müslümanların gözünün önündeki bir ibret vesikasıydı. Bu vesikada “İnsanoğlu İsa”nın “Tanrı oğlu” ve “Tanrı” olarak kurgulanış süreci okunuyordu. Gerçekte olan, İsa Peygamber hakikatinin Tanrı İsa imajında çarmıha gerilmesiydi.

Daha sonra, Müslümanların Hıristiyanlaşması anlamına gelen eğilimin tarihsel köklerini bulmaya çalıştık. Hz. Peygamber’i anlama noktasında istikamet ve sapma açılarını doğru tesbit edebilmek için, müslüman aklının aktığı iki yatağı iyi tanımak gerekiyordu. Bunun için anahtar işlevi gören kavram çiftleri kullandık: Makul ve mahsus, logos ve mitos ya da gerçek ve efsane gibi.

Gerçek peygamber bilincinin, kurgusal peygamber tasavvuruna dönüşmesiyle, doğal olarak muazzam bir edebiyat oluşmuştu. Aşırı yüceltmeci tasavvurdan beslenen ve onu besleyip büyüten bu edebiyatın içerisinden iki örneği ele aldık: Kadı lyaz’ın eş-Şifa ve Süyuti’nin el-Hasaisu’l-Kübra isimli eserleri. Nisbeten ayrıntılı bir tahlile tâbi tuttuğumuz bu eserler, güncel aşırı yüceltmeciliğin altyapısını oluşturan eserlerdi. Bu eserlerden yaptığımız alıntılarla müslüman kitlelerin peygamber tasavvu­ru karşılaştırıldığında, bu eserlerin aktüel değeri ve peygamber tasavvuru­nun oluşmasındaki inkâr edilemez rolü daha bir anlaşılmış olacaktır.

Bu kitapta ele aldığımız ikinci tasavvur, indirgemeci peygamber anlayışıdır. Bu anlayış, yukarıdakinin tam zıddına, Hz. Peygamber’in peygamberliğini sırf “haberciliğe” indirgemek isteyen bir yaklaşımdır. Onun örneklik misyonunu görmezden gelen ya da hafife alan bu anlayışın çağımızdaki en tipik temsilcileri, Hind Kur’aniyyun akımı olmuştur. Sünneti ve hadisi tümüyle reddeden, yaklaşımlarını peygambersiz bir Kur’an tasarımına kadar götüren bu anlayış, bu yüzyılın ilk yarısında Hindistan müslümanları arasında ciddî bir taraftar kitlesi kazanmış, âdeta fırtınalar estirmiştir.

“Kur’an, sadece Kur’an!” sloganıyla çıkan Hind Kur’ancılık akımının hemen hepsi de dönemlerinin en önde gelen âlim ve müfessirlerinden oluşan önderleri, çok geçmeden kendi kadrolarını ve cemaatlerini oluşturmuşlar ve birbirinden farklı ekoller hâlini almışlardır. Hind Kur’aniyyun akımını oluşturan farklı ekolleri, hem birbirine karşı hem de müslüman cemaatin kendileri dışında kalan büyük bölümüne karşı ilk kez krize sokan konu “namaz” olmuştur. Hind Kur’aniyyun akımını oluşturan fraksiyonların her biri, kendilerine özgü “sünnetsiz namaz” yöntemleri geliştirmeye kalkışmışlar, fakat Alt Kıta’yı kısa zamanda etkisi altına alan hareket, namaz konusunda girdiği krizden çıkamayarak, yükseldiği hızla düşüşe geçmiştir. İndirgemeci Peygamber Tasavvura bölümünde, müslümanların bu yüzyılda yaşadığı işte bu ilginç tecrübeyi ayrıntılı olarak işlemeye çalıştık.

Bunun ardından üç İslâmî disiplinin üç ayrı peygamber anlayışına yer verdik: Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları kodlamacı ve formel peygamber anlayışı ve Mistisizm’in, Peygamber’i âdeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-ı Muhammedi” felsefesine dayalı irfanı peygamber anlayışı…

Bu iki tasavvur, birbiriyle taban tabana zıt yaklaşımlardı. Fakat, bu zıtlığa rağmen garip bir biçimde birbirine benziyorlardı. Çünkü ikisi de bir anlama probleminin ürünüydüler. Bu iki eğilim de yanlış anlamaya dayanıyorlardı. Bu bakımdan ikisi de sapma açısını temsil ediyorlardı. Hz. Peygamber’i anlama konusunda bir sapma açısından söz edebilmek için, bir istikamet açısının olması gerekliydi. İşte kitabın son bölümü ilk iki bölümündeki tasavvurları kendisine arz edeceğimiz gerçek bilinci işliyordu: Kur’an’ın Peygamberi

Neden Kur’an’ın Peygamberi?..

Çünkü biz Kur’an’ı Peygamberle tanımıştık. Kur’an’ı Peygamber’i gözardı ederek anlamaya çalışmanın, kaçınılmaz bir biçimde anlama sorununa yol açacağını söylemiştik. Aynı ısrarla diyoruz ki: Peygamber’i tanıyacağımız en sahih, en birincil ve en çaplı kaynak Kur’an’dır. Nasıl ki Kur’an’ı peygambersiz anlamaya çalışmak anlama sorununa yol açıyorsa, Peygamber’i Kur’ansız anlamaya çalışmak da aynı soruna yol açacaktır.

Kur’an’ın Peygamberi ana başlığı altında, Kur’an’ı referans alarak Hz. Peygamber için vahyin çerçevesini belirlediği Nitelikler, Görevler ve Talimatlar’ı tek tek tesbit etmeye çalıştık. Bunun bizim için çok farklı bir önemi daha vardı: Hz. Peygamber’in şahsında, vahyin bir insanın kişiliğini nasıl inşa ettiğini öğrenmek. İşte bu motif, bu bölümün tamamının eksenini teşkil eden en belirgin unsurdur.

Kitabın referans çerçevesi içinde yer alan başat unsurlardan biri, sünnet ve hadis edebiyatıdır. Önemli ya da kritik bulduğumuz kimi metinleri, çevirisinin yanında vermeyi uygun bulduk. Hadis kaynaklarına başvururken, yer yer çift nüsha kullanmak zorunda kaldık. Bunlardan biri her zaman olduğu gibi basılı eserler, diğeri de artık ilim hayatımızın kaçınılmaz bir parçası olan CD’ler idi. Eğer çift nüsha kullanmak zorunda kalmışsak, kaynakçada ikisine ait bilgilere de yer verdik.

Bu kitabı kaleme almaktaki amacımız, Hz. Peygamber’in ebedî risaletinin doğru anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. Bunun için yapılması gereken ilk iş, mevcut peygamber anlayışlarını Kur’an ekseninde sorgulamaktı. Bu sorgulama yapıldığında ortaya çıkan manzara, ne yazık ki hiç de iç açıcı görünmüyor. Zaten bu gerçek, ona ümmet olma iddiasındaki dev bir kitlenin mevcut hâlinden de anlaşılabilir.

O, tarihin ender şahit olduğu insanlık hamlelerinden birini gerçekleştirmişti. Onun misyonunu sürdürme yükümlülüğü ise, İslâm Ümmeti’ne ait bir yükümlülüktü. Fakat İslâm Ümmeti, mevcut durumuyla bu sorumluluktan ne kadar da uzak görünmektedir! Bu tür çabaların, bu uzaklığı bir nebze de olsa gidermeye yardımcı olması, en büyük temennimizdir.

Ele aldığımız konunun, nazik ve netameli bir konu olduğunu biliyoruz. Bu nedenledir ki, eseri kaleme alırken en çok zorlandığımız husus, üslûp ve dil meselesi olmuştur. Böylesine hassas bir konuyu işlerken ne kadar titiz ve dikkatli olmaya çalışsak da, üslûbumuz ya da kullandığımız dil bir kısım okuyucuya yabancı gelebilir. Herkese, “cama” değil “camdan” bakmalarını teklif etmekten başka ne yapabiliriz ki!

Kul kusursuz, insan ürünü hatasız olmaz. Bu eserin daha da güzelleşmesi için ilim ve hikmet ehli her okurun yapacağı katkı, bu satırların sahibi tarafından bir teşekkür olarak algılanacaktır.

Hiçbir çabayı karşılıksız bırakmayacak olan Allah’tır. O hâlde tüm hamd ve senamız da O’na yönelik olacaktır. Hiç kuşku yok ki, bu kitabın yazılış vesilesi O’nun Elçisi, bizim sevgili Peygamberimiz’dir. Kur’an, “Allah ve meleklerinin ona salât ettiklerini” ifade etmekte ve müminlere de ona “salât etmeyi” emretmektedir.

Bu emir, bir fiili yapma emridir. Ben de ona salâtımı fiilî olarak yapmak isterdim. Bu isteğimin “kitap suretinde” gerçekleşmiş olması, benim için büyük bahtiyarlıktır. Bu fiilî salâtımın, onun ruhunu şad etmesi, en büyük dileğimdir.

  SONUÇ

Her din, kurucusu sayılan kişilerin adıyla anılır. Budizm, Maniheizm gibi. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın tabileri de, onların getirdiği mesajdan uzaklaştıktan sonra Musevi/Yahudi ve İsevi adını almışlardır. Oysa ki onlar da, her peygamber gibi İslamın peygamberi idiler ve takipçilerini İslâm’a (Allah’a teslimiyet yoluna) çağırmışlardı.

Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedi denilemez. Çünkü, Hz. Peygamber İslâm’ın mucidi ve kurucusu değildir. O, tüm peygamberlerin tebliğ ettiği ortak dinin son peygamberidir. Onun aracılığıyla insanlığa gönderilen Kur’an mesajı ise, tüm peygamberlere gelen İslâm vahyinin zirvesidir.

Onun tebliğ ettiği dinin adını, Hz. Peygamber’in kendisi değil vahiy koymuştur: İslâm. Zaten, Kur’an’a göre Allah katında tüm zamanlarda ve mekanlarda tek makbul din vardır, o da “İslâm”dır. (3.19) Bu dine inananlar da bu nedenle “müslüman” diye isimlendirilmişlerdir. (22.78) Kur’an, Hz. İbrahim’i de işte bu yaklaşımla “müslüman” olarak isimlendirir. (3.67) Yine Kur’an’a göre Hz. Nuh (10.72), Hz. Yusuf (12.101), Hz. Musa’ya iman eden sihirbazlar (7.126), Hz. İsa’nın havarileri (5.111), hep müslümandırlar.

İslâm, hiçbir kişiye, zümreye, kültüre, medeniyete indirgenemeyecek olan, bir evrensel değerler sistemidir. Kur’an mesajının evrensel olabilmesi de İslâm’ın bu özelliğine bağlıdır. Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez. Öyleyken, insanlığın evrensel değişmez değerlerini temsil eden İslâm Arap İslâmı, Türk İslâmı gibi adlarla bir ırka, bölgeye, kavme, kabileye, kültüre ve geleneğe nasıl indirgenebilir? Eğer bir isme indirgenmesi mümkün olsaydı, o kendisini mükemmel bir biçimde tebliğ ve temsil eden son peygamberinin ismine indirgenirdi.

Kur’an’ın tebliğ ettiği İslâm’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlışsa, o mesajı Hz. Muhammed’siz algılamak da en az o kadar yanlıştır. İslâm’ı, İslâm’ın teorik kaynağı olan Kur’an’a indirgeyerek pratik kaynağından mahrum bırakmaya kalkmak, aslında İslâm’ın hayat damarlarını koparmakla eş anlamlıdır. Çünkü bu, İslâm’ın geleneğini yok etmeye kalkışmaktır. Peygamberi geleneği toptan yok edilmiş bir İslâm öğretisi, geleceği inşa iddiasını yitirmiş demektir.

Kur’an vahyi, neden sık sık İslâm’ın Hz. Peygamberle başlamadığı mesajını verme gereğini duyuyordu? Elbette vahyin zirvesi olan Kur’an ile peygamberlerin zirvesi olan Hz. Muhammed’i kendisinden önceki gelenekle buluşturmak ve kaynaştırmak için. Kur’an bu tavrıyla, İslâm’ın evrensel geleceğini, onun insanlıkla yaşıt geleneği üzerine inşa ediyordu. Bugün, Hz. Peygamber’i ve onun sünnet ve hadisleriyle inşa edilmiş muazzam bir geleneği Kur’an adına yok saymak ne garip çelişki! Kur’an’ın yöntemini uygulamak yerine, onu hayata dönüştüren nebevi birikimi Kur’an adına toptan yok saymak kişiyi Kur’anlı yapmıyor, olsa olsa “Kur’an’cı” yapıyor.

Kur’an’lı olmak için, Kur’an’ı doğru anlamak şarttır. Onu doğru anlamak, onu en güzel anlayanların başında gelen Hz. Peygamber’in beyanına sırt dönerek nasıl mümkün olabilir? Bu açıdan, Musa Carullah üstadımızın Kitabu’s-Sünne’de yaptığı şu tesbit ne kadar hoştur: “Biz samimiyetle inanıyor ve gerçek anlamda diyoruz ki; bize Allah’ın kitabı yeter ve Kur’an-ı Kerim bütün ümmet için yeterlidir. Biz ne Kur’an-ı Kerim’i her hangi bir şeyle değiştirmek ne de onun yerine bir şey koymak isteriz. (Sünneti kabul etmekle bütün isteğimiz) Kur’an’ı bizden daha iyi bilene tabi olmaktır. Kur’an’ı en iyi bilenlerin başında da Rasul-i Kerim (sav) gelmektedir.” (s.17)

İslamı sünnetsiz, bir bakıma geleneksiz bırakmanın en kesin sonucu onu hayatsız bırakmaktır. Çünkü geleneği olmayan bir inanç sistemi, geleceği yeniden inşa iddiasını kaybetmiş demektir. Oryantalizmi sünnet ve hadise karşı, böylesine iştahla savaş açmaya itekleyen neden bu olmalıdır.

Onlar bu sınırda da kalmamışlardır. Sünnet ve hadis birikimini toptan mahkum ettikten sonra sıra Hz. Peygamber’in şahsına gelmiştir. Çünkü sünnet ve hadis Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardandı. O sütunları parçalamak, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini manevi şahsiyetinden mahrum etmek anlamına geliyordu. İşte buna kani olduktan sonra, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliği, oryantalizmin saldırı hedefi haline geldi.

Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini hedef alan oryantalist çalışmalar içerisinde William Muir’in The Life of Muhammed, Dr. Dozy’nin History of İslam ve İtalyan kardinal Leon Caetani’nin Annali del İslam adlı eserlerini sayabiliriz. Dozy’nin kitabı Abdullah Cevdet tarafından, Caetani’ninki ise Hüseyin Cahid Yalçın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Cumhuriyet’in ilk nesillerinin peygamber tasavvurunu, örtülü ya da açık devlet desteğiyle yayımlanan bu yanlı ve garezkar çeviriler oluşturmuştur. İşte bu nedenledir ki, sözkonusu nesillerin Hz. Peygamber’e bakış açısı, kinci bir oryantalistin bakış açısından farklı olmamıştır. Türkiye’deki din-devlet ilişkilerinin üzerine inşa edildiği bu bakış açısı, resmi din politikalarını belirleyici bir etken olmuştur.

Günümüze kadar örtülü ya da açık olarak sürdürülen resmi Türk İslamı projesi, aslında indirgemeciliğin başka hiçbir yerdeki tezahürüyle kıyaslanmayacak çok özel bir biçimidir. Dinin kamusal alandan tümüyle çekilip hayatı inşa iddialarından vazgeçmesini isteyen militan laiklik anlayışı, her fırsatta “peygambersiz” bir din düşlediğini dile getirmekten çekinmemiştir.

Bu örnek, Hz. Peygamber’in misyonunu zayıflatan her tavrın, gerçekte hangi tür projelere dolaylı destek anlamına geldiğinin ilginç bir göstergesidir. Böylesi bir yanlışa karşı durmanın yolu, sünnetçilik-hadisçilik diye adlandırdığımız bir başka yanlış anlamaya sarılmak değildir. Aksine, yüzyıllar içerisinde oluşan geleneğin zararlı ya da yararsız unsurlardan arındırılması için seçici davranarak çürükleri kendi elimizle ayıklamaktır. Asıl o zaman doğru bir peygamber anlayışına ulaşabiliriz.

Ne ki bunu yapabilmek için, doğru ölçülere ihtiyacımız vardır. İşte o ölçüleri bize Kur’an vermektedir. O halde yanlış anlamaya dayalı peygamber anlayışlarını tashih etmenin en sağlıklı yolu Kur’an’ın Peygamberi’ni tanımaktan geçmektedir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KDV’Yİ FAKİRLER DE ÖDEDİĞİ İÇİN ADALETSİZDİR

I- GİRİŞ

Gelir ve kurumlar vergisi gibi doğrudan vergilerin genellikle daha az yansıtılabildiği kabul edilir. KDV gibi dolaylı vergilerdeki yansıma ise diğerlerine göre daha fazladır.

Bir ekonomide ticaretin serbestçe yapılabiliyor olması temel amaçlardan biridir. Bu, dünya ticareti için de böyledir.

Konuyu serbest ticaret, kayıp ve yansıma konuları ile birlikte ele aldığımızda; KDV’nin pahalılaşmaya yol açarak serbest ticaretin önündeki en büyük engellerden biri olduğu, son derece adaletsiz ve çok büyük oranda da tüketiciye yansıtılabilmesine rağmen devlete bütünüyle vergi olarak da dönmediği, bu yönüyle de işletmeleri, tüketicilere finanse ettirdiği anlaşılmaktadır.  

II- KDV, PAHALILAŞMAYA YOL AÇMAKTADIR VE SERBEST TİCARETİ ENGELLEMEKTEDİR

KDV, devlete ait bir vergi midir? Yoksa devletin toplayabildiği vergiler devletin, geriye kalanlar ilgili kişilerin midir?

Bu noktada katma değer vergisi yönünden öncelikle iyi bir tanımlamaya ihtiyaç vardır.

Eğer KDV başından beri devlete ait bir vergidir, işletmeler bu vergiyi yasalar çerçevesinde alışlarında öder, satarken yansıtır, tahsil eder ve devlete yatırırlar derseniz, sorulacak soru şudur: alıcıdan tahsil edilen ancak bir şekilde yatırılmayan KDV’ler ne kadardır ve nasıl bir sonuç doğurmaktadır?

Şayet yatırılanlar devletin, yatırılmayanlar elinde kalanınsa, -yasal olarak kabul etmeseniz de gerçekte KDV kayıp ve kaçağı bir gerçektir- devletin amacı, hem kendi kazanmak ve hem de bu işe aracılık eden işletmeleri tüketicilere finanse ettirmek midir? Devlet, vergi müşterisini korumak mı istemektedir?

Piyasa şartlarına bağlı olarak, tüketicilerin de pazarlık güçleri oranında KDV’den kurtuldukları da bilinmektedir.

Her iki halde de ortak nokta; KDV kayıp ve kaçağının çok olması ve KDV’nin, büyük oranda tüketiciler tarafından finanse ediliyor olmasıdır.

Bu finansmanın bir başka yönü de;  bir malın daha pahalıya üretilmesine sebebiyet vermesidir. Dolayısıyla KDV’nin de mal bedeli içinde hammadde, işçilik gibi ek bir maliyet unsuru haline gelmiş olmasıdır.

Hemen bu görüşlere itiraz edenler olabilir. Efendim, KDV devletindir, işletmeler indirim hakkına sahiptir vs.

Öyle bile olsa, indirim hakkı bulunan bir KDV’nin işletme tarafından önceden ödeniyor olması ve ilgili mal satılıncaya kadar bir finansman yükü doğurması kaçınılmazdır.

Buradan çıkan sonuç şudur. KDV her hal ve takdirde pahalılaşmaya yol açmaktadır. Ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak daha büyük oranda ve ucuz imalat ve ticaret yaparak ve dolayısıyla daha büyük oranda tüketici tatmini amaç olması gerekirken KDV gibi bir satış vergisinin ticaretin önünde engel teşkil etmesini anlamamazlıktan gelmek anlaşılır gibi değildir.

III- KDV, ÇOK ADALETSİZ BİR VERGİDİR

Zengin fakir herkesten eşit miktarda alınan KDV’nin, kişinin gelirine oranlandığında çok büyük bir adaletsizlik içerdiğini herkes biliyor!

O zaman sorun nedir? Sorun, yalnızca kamu harcamalarının finansmanı mıdır? Yoksa bu finansmanı kimin sağlayacağı noktasında bir oyun mu oynanmaktadır. Bu oyunun içinde devletin (1) rolü gerçekten büyük suçluluk içermektedir. Kaba fakat anlaşılır bir tabirle, devlet şunu demektedir: “Al  KDV’ni, birazını bana yatır, birazı da ayak kirası olarak sende kalsın!” Adeta vergi direncini kırmak için sunulmuş bir  rüşvet gibi!

KDV, bu yönüyle işletmelere ek bir vergi ödeme gücü   kazandırıyor diye düşünülebilir. İlginç bir anlaşma… (2).

KDV’nin ÖTV’ye dönüşmesiyle (3) lüks tüketim mallarında anlaşılabilir bir pahalılık varsayılıyor olmasına rağmen, neyin lüks olduğu tanımlamasında yatan kapsam genişlemesi, işi aynı noktaya getirmektedir. Lüks adı altında, tüketim kalıplarının genişlemesiyle halkın genel olarak kullandığı çoğu malların da vergi kapsamına alınması ile, yine bir çok şey vergi kapsamına girmiş olmaktadır.

Özet sonuç olarak; KDV hem adil değildir ve hem de ticaretin önünde pahalılaştırıcı bir engeldir.

Bütün vergilerin yeniden  tanımlamaları gerekir?

Vergi nedir? Kimler ödemelidir?

Bu iki sorunun cevabını verirken, adil olmak yeterlidir. Bize göre, uluslararası uygulama düzeyine çıkmış bir çok uygulamanın mihenk taşlarında büyük yanlışlar vardır ve yeniden sorgulanmaları gerekir!

KDV de bunlardan biridir. 

KDV yanlış bir uygulamadır ve kaldırılmalıdır.

Ataleti değil, hareketi ve ticareti vergilendirmektedir.

Gelecekte insanların bu noktaya geleceklerine kuvvetle inanıyorum (4).

Ticaret serbest  olmalıdır. Fiyatlar, vergiden bağımsız oluşmalıdır. Üretimde kullanılan temel dört üretim faktörünün dışında vergi gibi suni ilaveler yanlıştır.

AB uygulamaları arasında ihracatta KDV istisnasının bulunmasının anlamı nedir? Elbette rekabet için daha ucuz bir ticarettir. Ancak sistem bünyesinde KDV barındırdığı için gidilen ülkede vergilenmesi esasını getirmeye mecbur olmaktadır.

IV- DOĞRUDAN VERGİLERE AĞIRLIK VERİLMELİDİR

Kamu finansmanı, gelir ve kurumlar vergileri gibi doğrudan vergilerle sağlanamaz mı?

Servet vergilerinin vergi gelirleri içindeki ağırlığı artırılamaz mı?

Siyasal iktidarların ekonomik iktidarları da olmalıdır.

Ülkelerin ekonomik bir gelişme modelleri de olmalıdır.

Son yıllarda KDV’nin pahalılığa yol açtığı, üretim faktörleri arasına fiyatları artırıcı ek bir finansman ihtiyacı olarak girdiğini kim inkar edebilir ki? Fiyat dendiği zaman normal satış fiyatına KDV’yi de eklemek gerekir. Ya da alış fiyatının içine ödenen KDV’yi de eklemelisiniz. Siz onu ne kadar indirim konusu yaparsanız yapınız ödenmiş olması size daima bir finansman yükü oluşturacaktır. Konuyu maliyet muhasebesinin dışında gerçek boyutuyla daha geniş olarak düşünmek gerekir.

Vergi uygulamalarının, ilk ve temel nedeni, kamu finansmanıdır denilebilir. Klasik maliye anlayışı bu işlevi temel alır.

Verginin kamu harcamalarını karşılama görevi yanında maliye politikasının bir aracı olarak piyasa düzenlemelerine katkıda bulunmak gibi daha bir çok işlev ve görevleri olduğu da söylenebilir. Ama bunlar temel amaçlardan değildirler. Piyasa düzenlemek için vergi koymak yerine başka piyasa araçları da kullanabilirsiniz. Piyasayı örneğin para politikası tedbirleri ile de düzenleyebilirsiniz.

V- KDV, VERGİ TOPLAMA MALİYETİNİ ARTIRIYOR

Vergide tasarruf ilkesi, temelde, bir verginin toplama maliyetini en aza indirmeyi amaçlar.

Uygulanan vergi toplama yöntemlerine göre değişiklik göstermekle beraber, ortalama olarak %2 civarında bir toplama maliyetinin olduğu söylenebilir.

Ancak biz, bu görünen maliyetlerin yanında, görünmeyen bir maliyet olup olmadığını da sorgulamak istedik.

Vergi idaresi ile ilgili personel, araç gereç ve diğer altyapı harcamaları doğrudan vergi toplama maliyeti olarak kabul edilebilir. Ancak toplamak istediğiniz vergilerdeki sızmaların da bir verimlilik kaybı veya maliyet olarak kabul edilmesi gerekmez mi?

KDV’nin uzun süren aşamalı aktarma işlemleri nedeniyle kayıp ve kaçakları diğer vergilere göre daha fazladır.

Gelir ve kurumlar vergisinde de bu tür kayıplar olabilir. Ancak bu tür kayıp ve kaçaklar, nitelik itibariyle KDV kayıp ve kaçağından farklıdır. Gelir ve kurumlar vergisi gibi kazanç vergileri ile servet vergilerinde, KDV’de olduğu gibi “tüketiciden benim adıma şu vergiyi al ve bana getir” diye bir açık bir talimat ya da zorlama bulunmamaktadır. Bu nedenle KDV kayıpları tüketiciden vergi adı altında alınmış ancak ilgili yerine ulaşmayan haksız kayıplar haline dönüşmektedir. Neredeyse her KDV kaçıran gerçek bir KDV kaçakçısı haline gelmektedir! Bu nedenle sorunu, neden KDV kaçırılıyor diye değil, KDV’nin bizzat kendinde (ağırlığında, haksızlığında) veya KDV’nin alınış biçiminin doğal sonucu olarak görmek gerekir.

VI- HER AY ÖDENEN KDV’LER GELİR VERGİSİNE DÖNÜŞMÜŞTÜR

Bize göre  her ay ödenen KDV’leri gelir vergisi gibi düşünmek gerekir.

İşletme, ödediği vergiyi toplam olarak düşünür ve toplam olarak ne vergi ödediğine bakar.

İşyeri sahibinin zaman zaman dile getirdiği şikayetleri arasında “KDV ödüyoruz ya..”  demesi % 30’ları aşmış olan KDV nedeniyledir. Bu ifadelerin iyi değerlendirilmesi gerekir.

2003 Yılı Vergi Gelirlerinin Dağılımı

  Tutar (milyar) Yüzde Yüzde
VERGİ GELİRLERİ 84.334 100  
  1- Gelirden alınan vergiler 25.709   30 100
      GELİR VERGİSİ     17.058            65  
    – Beyana dayanan GV            1.088             6
    – Gelir vergisi tevkifatı          15.388           90
    – Geçici vergi               543             3
      KURUMLAR VERGİSİ        8.644 34 100
    – Beyana dayanan KV            1.663                    19
    – Kurumlar vergisi tevkifatı                 66                         1
    – KV geçici vergisi            6.895                   80
2- Servetten alınan vergiler   2.091 2  
3- Mal ve hizmetlerden alınan verg. 43.951 52  
  – Dahilde alınan KDV          15.387            35  
  – Özel tüketim vergisi          22.299            51  
  – Harç, damga verg, v.s.            6.265            14  
4- Dış ticaretten alınan vergiler 12.578 15  
  – Gümrük vergisi               889              7  
  – İthalde alınan KDV          11.641            93  
       
– DOLAYSIZ VERGİLER 27.801 34  
– DOLAYLI VERGİLER 56.532 66  

 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere gelir vergisinin %90’ı tevkifattan ve ancak % 6’sı ise beyan esasından elde ediliyor. Yani sistem hem adaletini kaybetmiş ve hem de tıkanmış, bitmiş görünüyor.

Normalde vergi ödeme gücü dolaysız bir vergi olarak ağırlığın kurumlar vergisinde olması gerekirken, kurumlar vergisi, gelir vergisinin yarısı oranında. Kurumlar vergisinde dikkati çeken tek iyi nokta; kurumlar vergisi geçici vergisinin % 80’lerde olması. Geçici vergi aldığınız sıradaki verginin reel değeri mahsup sırasındaki aynı değerden daha yüksek olması da görünmeyen bir vergi yükü sayılabilir. Servetten alınan vergiler %2 düzeyinde ve çok düşük. Onlarda araba vergileri.

KDV ve ÖTV toplamı bütün vergi gelirleri içinde %44 düzeyinde. Buna ithalde alınan KDV’yi de eklerseniz bütün vergi gelirleri içinde KDV ve benzeri vergiler %58’ler seviyesine çıkmaktadır. Özet olarak sistem hem adaletsizliği doruk noktasına doğru çıkarmış ve hem de ana sistemleri tıkanmış görünüyor.

Bundan sonra ne yapılabilirin cevabını vermek zor. Sisteme bazı kontrol araçlar dahil edilebilir belki. Ancak bunun hukuki bir sistemde bazı zorlukları olduğu mali idarenin “beyanını beğenmedim, lütfen değiştirir misin” uygulamasında görüldü. Muhtemel siyasi olayların ısındığı bir dönemde Türk maliyesi olağanüstü vergi tasarılarına da hazırlıklı olmalıdır. Daha önceki ekonomik denge ve net aktif vergisi uygulamalarında yaşanan bazı sıkıntıların yollarını da şimdiden açmalıdır.

Maliyenin zaman zaman ödeme sürelerini ayrı ayrı, çok sayıda ve farklı fonksiyon ve isimlere bağlamak istemesinin temel nedeni; ödenen toplam vergiler konusunda mükelleflerin vergi yükünde yanılmalarını sağlamak ve “kazandıkça öde” (5) şeklinde bir ödeme kolaylığını ona bir “kazanma zaman fırsatı” vererek vergi ödeme gücü ve ortamı oluşturmaktır.

Bu nedenle ödeme zamanları üzerinde oynama yaparken bu hususlara dikkat edilmesi gerekir.

VII- VERGİ LEVHASI TERSİNE İŞLER HALE GELMİŞTİR. KALDIRILMALIDIR

Vergi levhası, gerçekten işletmeler üzerinde bir tüketici baskısı oluşturuyor mu? Yoksa aradan geçen 23 yıl içinde işletmelerin komşusunun ne ödediğini öğrenmelerine mi yaradı?

Yapılan bir araştırmanın çarpıcı sonucu şöyle: mükellef, komşusu ne ödüyorsa (aynı veya benzer iş kolunda) o da onu ödüyor. Bu durum özellikle vergi levhasının yol açtığı bir durum olarak görünüyor. Bu nedenle bize göre kaldırılması gerekir.

Vergi levhasının işletmelerin vergi kaydının bulunup bulunmadığı konusunda takip amaçlı bir katkısı da olduğu söylenebilir. Bu fonksiyonu içeren “…vergi dairesinde …. numara ile kaydı vardır” diye bir yazı da aynı işi yapabilir.

VIII- VERGİLEMENİN ULUSLARARASI YÖNÜ

Vergilemenin uluslararası yönü; harcamalar üzerinden vergi almak yönündedir.

Şüphesiz KDV’de bunlardan biridir. Bu durum bize göre yanlış bir gidiştir.

Her uluslararası veya ulusal bir yönelimin her zaman doğru olmayabileceğini düşünecek kadar hür ve adil fikirlere ihtiyaç vardır. İnsan adalete aşık olmalıdır. Adaletsiz bir uygulamayı ancak çıkarı olanlar ve adil de olmayanlar savunabilir. Hükümetler ise, bütçe ihtiyaçları için adalet yerine kolay ve zengin fonları (6) tercih ederler.

KDV’nin yeteri kadar direnç görmemesinin bir nedeni de işletmelere ek bir KDV kârı sağlıyor olmasındandır. KDV kadar daha pahalı mal satmak ve bu satış için bütün işletmelere birlikte verilmiş haklılık gerekçesi onları, “isteksiz memnun” (7) edecektir.

KDV’ye karşı direncin çok artmamasının ya da kırılma noktasına ulaşamamasının bir nedeni de belli mal veya hizmet alıcılarının zaman zaman artan direnişleri karşısında hükümetlerin geri adım atarak bazı KDV oranlarını düşürmeleridir. 

Bu durum, aynı cins mal veya hizmeti alan tüketiciler üzerindeki vergi yükünü kısmen hafifletmekte ve topyekün bir KDV muhalefetini de kırmaktadır. Aslına bakarsanız %18’lik bir oranın %1 seviyesine çekilmesi ya da çektirilmesi bir çeşit kaldırılma da sayılabilir.

Görüleceği üzere aslında KDV’ye karşı muhalefet zaten yürürlüktedir. Sorun yanlışlığın toplu olarak söylenememesindedir.

IX- VERGİ DEĞİL, SERMAYE TABANA YAYILMALIDIR

Yıllardan beri gündemden düşmeyen içi boş bir slogan var:

“Verginin tabana yayılması”

Verginin tabana yayılmasından sadece vergi mükellefi olması gerektiği halde kayıt dışı olanların kayıt altına alınması ve eksik beyanlarının makul seviyelere çekilmesi olarak anlamak gerek. Bunun dışında, daha geniş kitleleri kazançları yeterli olmadığı halde vergi mükellefi yapmaya çalışmak, ya da mevcut vergi yüklerini artırmak olarak anlamamak gerek.

Asıl tabana yayılması gereken şey; sermayenin tabana yayılmasıdır. Paylaşım ve parasal güvenlik (banka güvencesi değil, sermaye olarak konulan azınlık veya küçük tutardaki paraların hukuki güvencesi olarak) olmadığı için sermaye birikimi de olmamaktadır.

Batı sermaye birikiminin tabanında, toprağın belli ellerde daha önceden bulunmasının yarattığı bir ön birikim yanında diğer uluslardan önce gerçekleştirdiği teknik üstünlüğün verdiği soygun avantajı da bulunmaktadır (8).

Japonya’da da durum aynıdır. Japonya’da başlangıçta toprak, samuray denen ve soy üstünlüğüne dayanan bir sınıfın elindedir. Doğal kaynaklar yönünden son derece fakir ve dışa bağlı olan bu ülke, kalkınma felsefesindeki canlılık sayesinde bugünkü ileri durumuna yükselmiştir (9) (Japon Sony firmasının  kuruluşu bir çok küçük sermayenin birleşimi ile oluşmuş dikkat  çekmiş farklı bir  uygulamadır.).

Japon kalkınma modeline bir alternatif olarak İskandinav katılımcı kalkınma modeli gösterilebilir. Bu model, katılımcı yönüyle daha adil gibi görünüyor..

Gelelim bize. Yaklaşık iki yüz senedir kalkınma modeli arıyoruz. Hâlâ da bulamadık. Neler yapmadık ki? Önceleri kendi bildiğimiz, bulduğumuz teknolojinin tekrar bize dönüşünü reddetmiştik ama daha sonra mahalle zenginlerine, özelleştirmelerden, bankacılık oyunlarına kadar her şeyi denedik. Ama olmadı.

Tercüme kanunlardaki adaletsizlikleri hiç kimse görmüyor. Aslında bize adalet gerek. Türk Ticaret Kanunu’ndaki  daha  büyük sermaye paylarını savunan uygulamalara, şirket ve kooperatiflerdeki adaletsiz uygulamalara kimse dikkat etmiyor.

Geçtiğimiz günlerde bir tv kanalında da yayınlanan bir araştırmada, 5 yaşındaki 10 çocuktan 5’ine 10’ar tane  çikolata verilir ve bunların yarısını diğer 5 arkadaşına vermesi söylenir. Sonuç hiç de adil değildir. Hemen hemen her çocuk on    çikolatadan bir veya iki tanesini  diğer arkadaşına vermiş geriye kalan 8 veya 9’unu kendi almıştır. Bu adil olmayan paylaşımları nedeniyle bütün çocukların ellerinden çikolataların tamamı geri alınır. Bir süre sonra çikolatalar tekrar aynı  çocuklara aynı  şekilde geri verilir ve ellerindekinin yarısını diğer   arkadaşlarına  vermesi söylenir. Bu kez  çocuk adil olmadığı takdirde çikolataların elinden alınacağını bilmektedir (yerleşmiş bir adaletle karşılaşma duygusu). Bu bilinç üzerine çocuk eşit bir   paylaşım yapar ve elindekinin yarısını diğerine verir. Sonuç gayet adildir.

Adalet o kadar önemli bir şeydir ki, bunu başka hiçbir şeyle ikame edemezsiniz! 

Siz ne kadar adaletli  yasalar çıkarır ya da adil bir uygulama yaparsanız diğer insanlar da o kadar adil olur.

Biz bir   kalkınma modeli olarak adalet  uygulamasını yaşam, hatta bir kalkınma temel felsefesi olarak düşünmek istedik.

Mülkiyet esasının sürükleyici bir etkiye sahip olduğunu biliyoruz. İşte mülkiyetin  veya  diğer bir ifadeyle küçük sermayenin korunmasının da toplam fayda üzerinde  çok büyük katkıları olacaktır. Adaletsiz uygulamalar, insanlardaki bir araya gelme duygularını yok etmektedir.

Bu yüzden kuruluş ölçeklerini artırmak da mümkün olmamaktadır. Banka mevduatlarını toptan verip geri almadığımız hangi kuruluş uluslararası kuruluş haline geldi?

Kalkınmada temel saiklerden biri de tek bir amaca odaklanma duygusudur. Yani kalkınma felsefesi veya düşüncesi.

Menfaat insanları birbirinden ayırır ve fakat korku insanları birleştirir. Bütün canlılar alemi öyle değil mi? Her canlının bir düşmanı var ve bu onu daima uyanık tutuyor. Bir insanı ya da ülkeyi batırmak istiyorsanız ona sürekli borç verip sen iyisin demeniz yeterlidir. Bugün bize yapılan da budur. Bu nedenle gerek merkezi idarenin ve gerekse yerel yönetimlerin borçlanmalarına bir türlü sınır getiremedik!

Eğer bu sınırı getirebilseydik öz kaynaklara dönme yönünde daha çok gayret içinde olabilirdik!

X- SONUÇ

KDV, bize göre mihengi yanlış oturtulmuş bir vergidir.

Adil de değildir. Kaldırılmalıdır. Diğer uluslar böyle yapıyor diye aynı yolu takip etmek insanı sürü psikolojisine itmektedir.

Fikir ve vicdanlardaki adalet aşkına çok ihtiyaç var.

Varlıklılar vergi ödemelidir.

Servetler üzerinden vergi alınmalıdır.

Ticaret ve hareket değil, atalet vergilendirilmelidir.

Sermaye birikimini, adaletsiz yöntemlerle yapmak yerine, dengeli ve adil bir ticaret ve geniş tabanlı bir mülkiyet  sistemine dayalı bir kalkınma modeli ve ile sağlamalısınız. Kalkınma felsefeniz bu ülke insanının değerlerine uygun olmalı ki onları bu yarışın içine alabilesiniz.

Vergilerin tabana yayılması gibi gösterişli fakat anlamsız bir slogan sürekli gündemde tutuldu. Bunun yerine sermayenin tabana yayılması anlamında yapılabilecek hukuki düzenlemeler gündemde olmalı. Bu anlamda borsada ıslah edilmeli ve günlük iniş çıkışlar % 10’dan % 5’e çekilmeli.

Türk maliyesi yakın siyasi gelişmeleri finanse edebilecek bilgi ve tecrübeye kendini hazırlamalıdır.

Keban, Atatürk, Karakaya gibi büyük barajların mülkiyetinin farklı bir özelleştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu, hem verimliliği artıracaktır ve hem de güvenlik ve  sağlam bir gelir elde etme imkanı sağlayacaktır.

Adil, iyi ve canlı bir ticaret ise, yatırımları kendiliğinden götürecektir.
 

Yazar: AhmetATİK(*)

(1)         Genel ve teorik olarak devlet ifadesi kullanılmıştır.

(2)         Burada kasdi ve bilinçli bir anlaşmadan söz edilmemektedir. İşin gerçekleşme boyutunun buna dayandığı ifade edilmek istenmektedir.

(3)         Türkiye’de 1984 yılı sonuna kadar Gider Vergileri uygulanıyordu. KDV bunun yerine ikame edildi. KDV’nin kısmen ÖTV’ye dönüşmesiyle yeniden bir geriye dönüş anlamında, eski, imalattan alınan Gider Vergisine dönülmüş olmaktadır.

(4)         Ancak bu tür büyük fikir değişiklikleri kuvvetli bir kamu vicdanı, buna riayet eden siyasal ve ekonomik güçlü bir iktidar ve bütün bunları harekete geçirecek eş zamanlı bir iktisadi olay gerektirir.

(5)         İngilizlerin “pay as you earn” dedikleri ve bugün bizde de uygulanan geçici vergi, ticari kazançlardaki gecikmeyi bertaraf etmek için, “kazandığın zaman -geciktirmeden- öde” anlamına gelmektedir.

(6)         SSK VE BAĞKUR gibi sosyal kuruluş primlerinde de durum aynıdır. Yüksek pirimler adaletsizdir ancak kolay ve yüksek rakamlar söz konusu olduğu için hükümetler tarafından tercih edilirler.

(7)         İsteksizlik, KDV nedeniyle fiyatı yükselen malın satışının yüksek fiyat nedeniyle satışları etkilemesindendir.

(8)         Batı, daha önceki gelişmesine rağmen bugün artık geriye gitmektedir.

(9)         Japon kalkınma modeli bugün gittikçe bir çöküş içindedir. Dolayısıyla bu kalkınma modeli de sorgulanmalıdır.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İLK İSLAM DEVLETİNİN KURULUŞU

CEMAATİN TEŞKİLÂTLANMASI; Medine Halkı:

186 Mekke’li ailenin hukuki bir karar ile bir o kadar sayıda Medine’li aile içerisine dahil edilmesini gördük. Hicret’in başında İslâmiyeti kabul eden aile reisi sayısı dört yüz civarında ise, Müslümanların sayısı çok daha fazla olmalıdır. O halde Buhârî’nin[1] naklettiği şu hadîsin bu devre ait olduğunu söyliyebiliriz: «Huzeyfe’nin rivayet ettiğine göre bir gün Hz. Peygamber (S.A.S.) bize dedi ki: İslâmiyeti kabul edenlerin isimlerini bana yazınız. Biz ona bin beş yüz kişinin ismini yazdık.»

Bu ilk İslâmi nüfus sayımında kaydedilen 1500 müslümandan başka, Medine’de, henüz müslüman olmamış arap kabileleri vardı, bundan başka da hemen hemen Araplar kadar Musevi vardı, şu halde Medine’de Hicret’in birinci yılında on bin kişilik bir insan kütlesiyle karşı karşıyayız.

Dahili Münasebetler:

Evs ve Hazreç iki kardeş idi; onların nesilleri ise, Medine’de birbirine rakip iki kabile teşkil etmiştir. Hicretten hemen önce vuku bulan Buas harbi bir kardeş kavgasıdır, Hazreçliler meydan muharebesini kazanmışlardı ve şehrin Musevi halkı ile ittifak halinde idiler[2]. Daha önce zikretmiş olduğumuz gibi, Evs kabilesini Mekke’lilerle ittifak aramaya sevkeden şüphesiz bir kuvvet muvazenesizliğidir, iki kabilenin de hikmetli şahsiyetleri bu kardeş kavgasında bıkmışlardı[3]. Aşikârdır ki, Hz. Muhammed (S.A.S.) gibi bir yabancının hepsine reis olarak muvaffak olma şansı daha fazladır. Hicretten önce, Hazreçliler bir kral seçmek için karar vermişlerdi ve filhakika, Medine’li sanatkârlar, Hz. Peygamber’in Medine’ye avdetinde, Abdullah ibn Übey ibri Selül’ün giyeceği bir tacı yapmak için sipariş almışlardı[4]. Hazreçli bir kral Evsliler için şayanı kabul değildi. Muhtemelen Museviler için de durum aynı idi. İslâmiyet Hazreç’lilerin tasavvurunun takibine mani oldu, tabiatiyle tayin1 edilen kral buna çok üzüldü. Abdullah ibn Übey’in münafıklığının ve bundan sonra Müslümanları bir çok defalar sıkıntıya sokmasının sebeplerini burada aramalıdır.

Musevi’lere gelince, başlıca üç kabileye ayrılmışlardı: Kaynukâ’, Benu Nadîr ve Benu Kureyza. Birincisi Hazreçlilerle, sonuncusu Evs’lilerle ittifak halinde idi[5]. Bazı Musevi’lerin bir arap kabilesi ile, diğerlerinin birinciye düşman başka bir arap kabilesi ile ittifak akdettiklerine göre Musevi’ler arasında da iç harpler olmalıdır. Kelimelerin etimolojik manasına göre Kaynukâ kuyumcu, Nadîr yaprakların tazeliği (şu halde ziraatçi); Kureyza derileri tabaklamakta kullanılan bir nebat ifade ediyor. Muhtemelen başlıca meslekleri bunlardı, veyahut da Medine’ye hicret ederken bunlardı. Ticarette, ithalâtçı, yiyecek maddeleri satıcıları olarak, ve banker olarak (Hz. Peygamber Aleyhisselâm irtihalinden önce bir miktar hububat almak için, zırhını Medine’li bir Musevi’ye ipotek olarak bırakmış idi, vefatında zırhı ipotekli bulunuyordu[6] ) çalışırlardı.

Hıristiyanlara gelince, Medine’deki sayıları nazara alınmıyacak kadar azdı: Ebu Amir (Evs kabilesinden) isminde birinden bahsediliyor, bu adam Hıristiyanlığı[7] kabul etti ve keşiş oldu; (oğlu Hanzala pek iyi bir müslüman idi ve Uhud muharebesinde şehit olunca Melekler tarafından gasledilmiş manasına gelen «Ğasîlü’l-Melâike» unvanı aldı.) İslâmiyete muarız olari, Ebu Amir Medine’yi terketti, elli kadar taraftarı ile Mekke’liler safında Uhud muharebesine iştirak etti; bundan sonra bütün ümidini kaybederek, Bizans arazisi­ne yerleşti. Vâhidî’nin[8] zikrettiğine göre bu keşiş Medine’yi Bizans birlikleri ile istilâ edeceğini söyleyerek Müslümanları tehdit ediyordu; bu hâdisenin ne zaman vuku bulduğunu bilmek zordur. Ondan bir de dokuzuncu Hicrî yılda bahsediliyor[9]. Buna göre Müslümanlar arasındaki dostlarını toplamak için Medine banliyösünde (= civarında) «rakip bir cami» inşa ettirdi; fakat Hz. Peygamber (S.A.S.) bunun saiklerinden şüphelendi ve bu münafık ocağının imha edilip, yakılması için emir verdi. Ebu Amir iki sene sonra Herakliüs’ün yanında öldü. Me’dine’de Hıristiyanlığın başka bir izi yoktur.

İslâm’dan önceki Medine’de, başka dinlerin de temsilcisi yoktur.

Siyasi hayata gelince, kabile hayatı safhası aşılmamıştı, henüz site-devleti dahi yoktu. Araplarda olduğu gibi, Musevilerde de her kabile, müstakil bir birlik teşkil ediyordu ve kendi reisinden başka otorite tanımıyordu. Bu kabile reislerinin seçilişi hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Her kabilenin umumi toplantılar, lüzumu halinde kabile büyüklerinin’ müzakereleri ve eğlenceler, bilhassa yazın eğlenmek ve geceleri geçirmek için bir yeri vardı. Nadîr’li Musevilerin durumuna göre hüküm verilecek olursa[10] her kabile, harp, vs. gibi beklenilmiyen masraflar için kabile mensuplarının bağışlarını ihtiva eden bir umumi kasaya sahip idi. Arap kabileleri arasında bir rievi içtimaî sigorta mevcut idi: Şayet azalarından biri para cezası icap eden bir suç ile cezalandırılmışsa, bilhassa bir kati vukuunda kan diyetini, fert değil, kabile cemaati ödemek zorunda idi.[11] Muhtelif kabilelerde müşterek otorite yoktu; adalet icrası için, suçlu, kurban edilenin kabilesinden başka bir kabileye mensup ise neticeye varmanın yegâne yolu, kuvvet kullanmak suretiyle müzakere idi. Müsavat dahi yoktu: bildirildiğine göre, zayıf olan bazı kabilelere ödenen diyet, kuvvetli kabilelere ödenenin yarısı kadardı. Kanunlar mecmuası yoktu, duruma göre seçilen hakemlerin hükümleri, onların şahsi kanaatlerine veya müphem kaidelere dayanıyordu.

Şehir arazisi iyi tayin edilmemişti. Müstevlilere karşı müdafaa için her kabile muayyen kule veya küçük kalelere sahipti, erkekler ovada çarpışmağa çıkınca, kadınlar ve çocuklardan başka koyun sürüleri de oraya sığınıyordu. Uheyha ibnü’l-Culâh’a ait —bu zatın dul kalan karısıyla aradan’ zaman geçince Hâşim evlenmiş ve bu evlilikten Abdü’l-Muttalib dünyaya gelmişti— Dihyân kalesi harabeleri bir kaç katlıdır ve «gümüş gibi beyaz» taşlardan inşa edilmiştir. Medine ortasında bulunan bu kule zamanının tahribine karşı bu güne kadar mukavemet etmiştir.

Eğitime gelince, çok mahdut sayıda insan okuma yazma biliyordu. Museviler arapça konuşurlar, fakat zannedildiğine göre arapçayı, İbrani alfabesi ile yazarlardı. Onların Beytü’l-Midrâs denilen bir mahalle sahip olduklarına da işaret ediliyor[12][13]. Hem okul, hem kazaî mercî vazifesi gören bu müessese, ayni zamanda İlâhi bir kitaba (Tevrat) sahip olmaları, Musevilere müşrik ve cahil komşuları karşısında ruhi bir üstünlük vermişti.

Medine arazisi çok geniş bir vadidir: Kuzeyden güneyi ve keza, doğudan batısı deve sırtında bir günlük mesafedir; vadi dağlarla çevrilidir. Bu arazinin büyük bir kısmını volkanlar lâvları ile kaplamıştır. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Suyu serin ve boldur. Ben şahsen bu sudan daha iyisini hiç içmedim. Hurmaları hasılatın evsafı, cinslerin tenevvüü ve mahsulün bolluğu sebebiyle haklı bir şöhret kazanmıştır. Hicretin birinci asrında, Medine Suriye’ye buğday ihraç ediyordu. Orada Mekke’dekinderi fazla yağış vardır ve Mekke’nin güneyindeki Vacc (Tâif) vadisinin suları Medine’den geçerek Kızıl Deniz’e dökülür. Medine’ye varmadan (Kuzey banliyösü) bu sular, Akûl denilen bir göle dökülür, ekseriya bütün yıl burada su vardır. 1946′daki ziyaretim esnasında bölgede bazı göçebeler vardı ve bana, Birinci Dünya Harbinden önce, Türk valilerinin, burada tenezzüh gayesiyle bazı vasıtalar bulundurduklarını söylediler.

İlk İslâm Devletinin Kuruluşu:

Hz. Peygamber’in (S.A.S.) bundan önce Medine’de müslüman cemaati takviye etmeye çalışmış olmasına rağmen (Hicretten önce, Akabe biatinde kabile başkanlarını ve başkanların başkanını tayin etmesinde gördüğümüz gibi), cemaat birbirine bağlı ve muntazam değildi. Hz. Peygamber ve müminlerin karşılıklı hak ve vazifelerinin tarifi icap ediyordu; şehrin müslüman olmayan Arap ve Musevileri ile anlaşmak, içtimai hayatı teşkilâtlandırmak, onu adlî, malî, askerî, dini ve eğitimle ilgili vesair müesseselerle teçhiz etmek icap ediyordu; ve Hz. Muhammed’in (S.A.S.) yegâne vazife ve gayesi olan İslâmiyetin geleceğini düşünmek icap ediyordu. İlk günden itibaren onun öğretimi, Allah’ın birliği ve salih amellere dayanıyordu. Mekke devrinden beri günde beş vakit namaz farz idi, herkes imkânlarına göre fakirlere vermek mecburiyetinde idi. Fakat bu kadarı kâfi değildi: daha sağlam bir şey yapılmalıydı. Bir çok sebepler, Allah’ın tebliğcisi sıfatı ile sahip olduğu manevi imtiyazlar yanında, O’nun dinî olmıyan işleri de üzerine almasını icap ettirdi: Önce tecrübe, içtimai ahlâka riayeti sağlamak için maddi müeyyidelerin lüzumunu O’na kabul ettirdi. Zaten, memlekette İslâmî mefhumlara göre dinî olmayan sahalarda cemaatın liderliğini yapacak kimse yoktu, zira İslâmiyet henüz oluş halinde idi ve Hz. Peygamber’deri (S.A.S.) başka kimse gerektiği gibi İslâmiyeti bilmiyordu. Bundan başka, beşeriyetin geçmiş tarihi göstermiştir ki, Devlet başkanları ve ordu kumandanları diğer idareciler gibi örneklere ve hareket kaidelerine muhtaçtırlar ve İslâmdan önce dünyada vuku bulan sosyal ve dini reformların eksik tarafı bu idi. Şayet her şey iktidara tamamen sahip Devlet reisinin keyfine bırakılırsa despotluk beşeriyete anarşiden fazla zararlı olur. Nihayet eski peygamberler arasında, Hz. Musa ve Davud gibi aynı zamanda maddi ve ruhani iktidarı icra eden emsaller vardır.

Mevzuumuza dönelim, Hz. Muhammed (S.A.S.) Müslimlere ve Gayrı Müslimlere danıştı ve hepsi bir site-devleti halinde teşkilâtlanmak üzere Hz. Enes’in[14] evinde toplandılar. Anayasa resmen bir kâğıda yazıldı. Bu metnin tamamının bize kadar gelmiş olması büyük bir bahtiyarlıktır[15]. Bu vesika sadece İlk İslâm Devletinin Anayasası olmakla kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk Anayasayı teşkil etmektedir. Aristo, Konfiçyüs, Kavtiliya’nın çalışmaları, hükümdarlar tarafından vazedilmiş anayasalar değildir, bunlar sadece prensler ve siyasi ilimler talebeleri için öğrenim vasıtalarıdır. Aristo’nun yazmış olduğu «Atina Anayasası» dahi, bu site devletinin, daha ziyade tarihi bir tasvirinden başka bir şey değildir.

Vesikalarımızın Avrupa dillerinde ilk tercümesi (Wellhausen tarafından) 47 bölüme ayrılmıştır ve onu takibeden mütercimler de maalesef bu taksimi aynen devam ettirmişlerdir, fakat hakikatte, kanaatimce 52 kısımdır. Bu resmî vesikanın belirli iki kısmı vardır: l’den 23′e (bu kısım da adet olarak 25 maddeyi havidir) kadar olan ilk kısım müslümanları ele alıyor ve 24 ilâ 47 (27 maddeden müteşekkil) Musevilerle alâkalıdır. Kaynaklarımıza[16] göre, vesika Hicretin birinci yılında yazılmış olmalıdır (Hz. Peygamber’in (S.A.S.) Medine’ye muvasalatından bir müddet sonra) ve mehazlar bu iki kısım için ayrı menşe vermiyorlar.. Onların bu mevzudaki sükûtu bizi her şeyin aynı devrede vuku bulduğuna inandırır. Bununla beraber Museviler, nasıl olup da ve niçin istiklâllerinden kendi arzuları ile vazgeçip, bir yabancının, bir Musevi olmayanın, bir meçhulün ve hattâ kendileri kadar kuvvetli olmıyan birinin metbuiyetini tanımışlardır? Arzedeceğimiz sebeplerle, burada belki iki vesika bahis mevzuudur, iki ayrı devirde yazılan bu vesikaları tarih birbiri ardınca ekliyerek bize bir vesika olarak intikal ettirmiştir.

Vesikanın (kitap) ismini taşıdığını kaydetmek ilgi çekicidir, o halde bu, sadece tâbi olanların işlerini ayarlamak için bir büyükten gönderilen emirname değil, aynı zamanda yazılı bir vesikadır. Hz. Muhammed (S.A.S.), yazıyı metheden O’nun insan hayatındaki yerini belirten, ilk vahyi, unutmamıştı. Daha ileri satırlarda, bu vesika, sekiz defa sahîfe (yaprak, vesika, yazılı kanun) olarak isimlendirilmektedir; bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim ve Musa’ya[17] gönderilen İlâhi kitapları isimlendirmek için kullanılmıştır. Bu durum belki de, hayatlarını idare edeceği kimseler tarafından bu anayasaya atfedilecek ehemmiyeti göstermek içindir.

Birinci madde bir islâm cemiyetinin kuruluşunu —bu cemaat hem siyasi, hem dinidir— ele alıyor. Bu cemaat, Mekke’den hicret eden Müslümanlar, Medine’li Müslümanlar ve sivil iktidarın merkezileşmesini, bir harp vukuunda Müslümanlar safında harp etmeyi kabul eden gayrı-müslimlerden müteşekkildir. Bu cemaat bütün dünya muvacehesinde belirli bir varlık, bir ümmettir (§ 2) ve kurucu elemanların her birine, bilhassa harp zamanında eşit haklar tanır (§ 15, 18, 19). Hususi bir madde (§ 16) Musevilere karşılıklı yardımlaşma ve herkes için adalet temeli üzerinde bu siyasi teşekküle girebilme için açık kapı bırakır. Adaletin icrasına gelince, bu mevzuda yazılı anayasa hakiki bir ihtilâl yapıyor, zira bu hizmet katiyetle, ferde değil, cemaate, merkezi hükümete tevdi ediliyordu. Her vatandaş kabilesinin, ailesinin, yakınlarının fertlerine bile karşı olsa merkezi iktidara yardım etmelidir (§ 13). Bir caniye asla iltica verilmemelidir (§ 22). Bütün ihtilâflarda Allahü Tealâ, kanunların ve adaletin yegâne merciidir ve Allah’ın elçisi Muhammed, yüksek hakemdir (§ 23). Anayasa, «mazide olduğu gibi»: (meâkilahümü’1-Ûlâ) tâbirinin teyid ettiği gibi eski bir adeti bazı tadillerle alarak, harp esirlerini satın almak ve insan öldürme veya yaralama halinde kısas bedelini karşılamak için bir içtimai sigorta tesis ediyordu, zira müslümanlar, aralarından hiç birini ağır mükellefiyet altında bırakmamalı, onun borcunu beraberce ödemelidirler (§ 12). Bu sistemin idaresinde her kabile istiklâl sahibidir (§ 4-11), fakat bu yeni bir ideoloji iledir: Kabile artık temeli doğum ve tabiyete girme olan fosilleşmiş bir bünye değildir; o, irade ile çalışan dinamik bir teşekküldür. Meselâ «Mekke’li Muhacirleri» ele alalım; bunlar, sayısız arap kabileleri mensuplarını, hattâ Habeşliler gibi Arap olmıyan unsurları da içine alarak yeni bir «kabile» meydana getirdiler (§ 3). Araplar o devirde yabancıların tabiiyete alınma müessesesini biliyorlardı, aşikârdır ki bunun, cüzi bir tatbikatı vardı ve bir kabile bünyesinde kabilenin asli azaları ile yeni tebealar arasında eşitlik tanınmamaktaydı; fakat bütün unsur ve cüzleriyle yeni bir kabilenin meydana getirilmesi işitilmemiş bir hâdise idi. Öyle görülüyor ki, İslâmî «vatandaşlık = milliyet» ağacı bu küçük menşeden neşet etmiştir; ve diğer cemiyet ve insan camialarında görülen değişmezlik veya ârızilik, meselâ ırk birliği, deri rengi birliği, dil veya doğum yeri birliği gibi mefhumlar üzerine müesses «milliyet = vatandaşlık» mefhumu yerine, İslâmiyet, kendi dünya görüşünde (= AVeltanschauung) ayniyet ve birliği, bir anlaşmayı veya ferdin bizzat seçmesini, kendi «milliyet = vatandaşlık» fikir ve telâkkisinin temeli olarak kabul etmiştir. Müdafaa ve emniyet meselesine gelince, anayasa sulhu bölünmez bir şey olarak beyan ediyordu (§ 17), askerlik vazifesinin herkes tarafından tam bir eşitlikle ifasını şart koşuyordu (§ 18). Müslüman olmıyan tebeaya —şu halde öncelikle müslümanlara— o zamanki yegâne düşmanları Kureyş’lilerin şahıs ve mallarım himayeleri altına almağı yasak ediyordu (§ 20) ve herhangi bir islâmi dava için zarara maruz kalan fertlere müşterek yardımı mecburi tutuyordu (§ 19). Ve nihayet, bilhassa bu anayasa şahıslar arasındaki tefrika ne olursa olsun «Allah’ın elçisi Muhammed’in» yüksek hâkim olarak tanınmasını istiyordu (§ 23).

Anayasanın bu kısmında Devlet arazisinin hudutlarının çizilmemiş olması nazarı dikkati çekicidir. Musevilere ait olan kısımda belirtilmiştir (§ 39). İslâmlar (arap) kısmında bu sükût bizi şaşırtmamalıdır: halk vadide karma karışık oturuyordu, musevi gruplar arasında, arap kabileler mevcuttu ve mukabili. Birleşik siyasi teşekküle Museviler de dahil olunca, hudut tesbiti mümkün oldu ve tatbik edildi. Anayasada toprak bahsi kısadır ve sadece Medine «Cevf» indan bahsediliyor, bu kelime çeşitli kabilelerin oturduğu ova ve vâdî manasınadır. Fakat diğer esas kaynaklar bu hususta daha sarihtir, meselâ İbn Hanbel[18] bize Hz. Peygamber’in (S.A.S.) Medine’li bir sahabesinden bahsediyor, Guşam İbn Harise kabilesinden Râfi’ ibn Hadîc isimli bu zatın naklettiğine göre Hz. Peygamber (S.A.S.) Medine’yi mukaddes arazi (= haram) ilân etti ve bu mesele onların nezdinde bulunan havlânît cinsinden bir deri üzerinde yazılıdır. Buhârî’niri ilâve ettiğine göre Hz. Peygamber (S.A.S.) Ka’b ibn Mâlik’i site-devletinin muhtelif hudutlarında sütunlar inşa etmek üzere gönderdi; el-Materî[19], Medine şehri tarihi kitabında Ka’b ibn Mâlik’in hikâyesini tamamen muhafaza etmiştir. Buna göre «Ka’b ibri Mâlik dedi ki: Allah’ın Resulü, beni Medine’nin arazisinin yüksek noktalarında işaretler inşa etmek üzere gönderdi. Ben bu işi Zâtü’1-Ceyş, Müşeyrib, Mekhîd’in yükseklikleri, Hüfeyye, el-Üşeyre ve Teym üzerinde yaptım». Rivayet bilâhare Medine’nin dört esas noktasında bulunan bu yerlerin’ hakiki mevkilerini veriyor. Bunlar tepeler ve küçük dağlardır. Meselâ, Teym doğudadır. Hz. Muhammed’in (S.A.S.) biyografileri ekseriya bu hudutlandırmayı iki cümle ile hülâsa ederler: «Sevr ve Eyr dağları arasında» (Tam kuzeyde ve tam güneyde; «iki lâv ovası arasında» ikâmet olunan bölgelerin doğu ve batısında).

Musevi kabileleri ile olan ittifaklara gelince, kaynakların bahis konusu etmemelerine rağmen İslâmlaşan veya putperest arap kabileleri gibi onların da hemen ittifaka dahil olduğu zannedilmemelidir. Hz. Muhammed (S.A.S.) Yahudi ırkından1 değildi; tebliğ ettiği din ise Musevilik değildi. Bu sırada Medine’de İslâmî kudret, bu Yahudilerin emniyyet ve istikbalini tehdit etmiyordu. Göreceğimiz gibi, anayasanın maddeleri yahudilerin mühim bir kısım siyasi ve iktisadi istiklâllerini ellerinden alıyor; anayasanın metninde görülecektir ki, yahudi kabileleri sureti katiyede müstakil bir varlık kabul edilmemektedir, aksine islâmlaşmış on kadar arap kabilesi isimlendiriliyor ve şu veya bu arap kabilesiyle müttefik yahudilerin şu veya bu haklara sahip oldukları belirtiliyordu (§ 23-35 ve 46). Böylece bu Yahudileri, bu federatif site-devletine müsavi haklarla değil de. müslüman âmirlerin himayesine girenler olarak görüyoruz. İşlerin bu durumu ancak, Müslümanlar dışarıda akisler bırakan bir zafer kazandıktan ve içeride durumlarını sağlamlaştırdıktan sonradır. Zaten, Araplara tahsis edilen kısmın 16. paragrafında gördüğümüz gibi, Musevilerin pakta dahil olma ihtimali nazara alınarak açık kapı bırakılmış idi. Şayet başlangıçtan itibaren ittifak halinde olsa idi­ler bu madde lüzumsuz olurdu. Bizzat metnin bu şehadetinden başka, tezimizi destekliyen bazı olaylar malûmumuzdur. İbn Manzûr[20], Yahudilerle yapılan mukavelenin, Medine’li Müslümanları ve muhacirini alâkadar eden mukaveleden ayrı bir yazı olduğunu zannediyor. Filhakika bu yazarın bir yazısının aynı yerinde, «Muhacir Müslümanların ve Medine’li Müslümanların mukavelesinden», başka bir defa «Yahudilerin mukavelesinden’» bahsediliyor. Bu hususta çok daha vazıh olan büyük muhaddis Ebu Dâvud[21] şöyle demektedir: «Bu mukavele Bedir muharebesinden (2. H. yıl) ve Ka’b ibnü’l-Eşref’in ölümünden sonradır.» Ka’b müslümanlarla münasebeti hiç de kardeşâne olmıyan heccâv yahudi şairidir.

Bize endişe veren yegâne olay, mukavelenin yahudilerle ilgili kısmının başını bulamamış olmamızdır: nitekim mukavele, aniden «Yahudilerin müminler gibi muharebe devam ettiği müddetçe, (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetinde olacaklarını beyan ederek başlıyor (§ 24 yani Yahudilere ait kısmın § 1). Mesele şöylece izah edilebilir: Yahudilerle yapılan mukavele ilk anayasanın bir genişletilmesidir ve müslüman site-devletinde yeni birliklerin hak ve vazifelerini bildirmek için ancak ek maddelerin ilâvesine lüzum hasıl oldu. Aksi takdirde kaynaklarımızın, yeni mukavelenin başında bulunan maddeleri tekrarlamayıp atladıklarına inanmak lâzımdır; bu sonuncu, Müslümanların anayasaya bağlı siyasi hayatlarına Yahudileri sokmayı hedef tuttuğundan kaynaklarımız bize iki vesikayı birleşik bir metinde takdim etmektedir.

Anayasanın yahudilere ait kısmı, bir müdafaa harbi esnasındaki vazifeleri saymakla başlıyor, şu halde müslümanların dıştan gelecek bir istilâdan olduğu gibi Medine Yahudilerinin mütecavize sempati beslemesinden de korkulduğu bir devirde olduğumuza inanmak için sebep vardır. Bu Ebu Davud’un zikrettiğimiz hikâyesine uygun düşüyor. Mekke’liler Bedir’de umulmadık bir hezimete uğramışlardı ve bir intikam harbine hazırlanıyorlardı. Medine’li Yahudi şair Ka’b İbnü’l-Eşref, mağlûplara karşı sempatisini izhar etmek ve Müslümanlara karşı Medine’nin bir istilâsında kendisinin onları destekliyeceğine itimat etmeleri hususunda onları temin etmek için hususi surette Mekke’ye gitmişti. Bu hain suikast kararı, Medineye dönüşünde, bir müslüman çete elinden onun hayatına mal oldu[22]. Büyük efendilerinin ölümü üzerine korktular ve müslüman komşuları ile hemen tedafüi bir ittifak ve karşılıklı yardım andlaşması yapmağa sevkolundular ve bu anlaşmayı bilhassa Hicret’in başlangıcında kabul etmiyecekleri tavizler vererek aktettiler. Anayasanın bu kısmında iki defa geçen (§ 42, 47) «Allah’ın Resulü Muhammed» ibaresi şöylece izah edilebilir: Durumlarının zayıf olması bu «Allah’ın Resulü» ibaresine müsamaha edip sükûtla geçiştirmelerine sebep oldu, zaten bu tâbir onlara hiç bir şey tahmil etmiyordu, zira Yahudilere serbestçe dinlerini tatbik etmek hürriyeti hususi bir madde ile sarih olarak tanınmıştı (§ ’25). Kendi aralarında halledilmiyen ihtilâflarının hallinde Hz. Muhammed’i (S.A.S.) yüksek hakem olarak tanımaları da böyledir (§ 42). Anayasa bahsetmiyor, fakat Kur’ân-ı Kerîm’in[23] sarahatle bildirdiğine göre muhtelif cemaatler: Yahudi, Hıristiyan vs. hayatlarının bütün safhalarında kendi dini kaidelerini tatbikle mükelleftirler. Hz. Muhammed’in sağlığında bir kaç defa, reislerinin kararlariyle Medine Yahudileri ihtilâflarını halledemeyince, bizzat kendi arzuları ile O’na müracaat ettiler ve Hz. Muhammed onlara İslâm kanunu değil, kendi nizamlarını (= Tevrat’ı) tatbik etti.

Yahudilerin, Mekke Kureyşlilerine veya onların müttefiklerine yardımda bulunması katiyetle yasaktı (§ 43). Bu maddenin, Mekke’lileri Medine Yahudilerinin yardımından mahrum bırakmasından başka, iki taraftan biri herhangi bir düşmanın hücumuna uğradığında, bir müslüman — yahudi ittifakını hedef tutuyordu. Böylelikle, müstevli ile yapılacak bir sulh anlaşması müşterek bir kararı icabettir ettiriyordu; ve merkezi iktidar tarafından karar verilecek her şey, Medine site-devletinin konfederal birliklerinin işe koyulmasını gerektiriyordu (§ 37, 44, 45). Müdafaa harplerine gelince; masraflar, müslüman ve yahudi cemaat tarafından karşılanmalıdır (§ 24, 37, 38). Fakat tecavüzî, dini bir harp halinde, hiç bir cemaat diğerine yardıma mecbur değildir (§ 45). Yahudilerin, Müslümanların muharebelerine iştiraki Hz. Muhammed’in (S.A.S.) müsaadesine bağlı idi (§ 36). Yabancılara iltica verme, esirlerin kurtulması için fidye verme, kan fidyesi ödemek hususundaki eski adetler, yahudiler için idame ettiriliyordu (§ 23, 31, 40). Fakat, yahudiler artık, müslümanların düşmanı olan Mekke’lileri mülteci olarak kabul etmemeliler­di (§ 43), yakınları için dahi olsa, adaletin icrasını kösteklemek herkese yasaktır (§ 36 vs.) Bütün Yahudi kabileleri, Museviliğe dönen Araplar da dahil, bütün tebaları ve bağlı olanlar, karşılıklı aynı hak ve vazifelere sahip olmalıdırlar (§ 25, vs.). Nihayet hakiki mahiyeti bizi düşündürecek bir tâbire işaret edelim: (§ 25) metin olarak aynen şöyledir: «Beni Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir cemaat (ümmet) teşkil edecekler; Yahudilere kendi dinleri ve Müslümanlara kendi dinleri; buna gerek mevlaları gerek bizzat kendileri dahildir.» Bu İbn Hişâm’ın rivayetindeki metine göredir. Ebu Ubeyd’in rivayetinde şunu okuyoruz: «Müminlerin bir parçasını meydana getiren bir cemaat teşkil edecekler…», (ümme ma’al-mü’nıinin ibaresi birinci metinde, Ümme min el-mü’minin ikinci metindedir, fark sadece bir kelimededir; ma’a veya min). Acaba Hz. Peygamber (S.A.S.) basitçe şunu mu söylemek istemiştir? Yahudiler tek Tanrıcı olduğundan, müşrik olan Mekke’lilerle ittifak yapmamalıydılar. Daha uzağa giderek, Medine site-devletinde, sadece siyasi bir konfederasyon değil, aynı zamanda dini bir konfederasyon da mı meydana getirmek istiyordu? Bunu sarahatle tayin edecek durumda değiliz, ilk faraziye için Kur’ân-ı Kerîm’e müracaat edelim :

«Kendilerine Kitaptan biraz nasip verilenlere bakmadın mı? Kendileri Cibt (kâhin?) ve Tâgût’a (şeytan?) inanıyorlar, küfredenler için de: bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır diyorlar; Bunlar Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona hakiki hiç bir yardımcı bulamazsın.» (Kur’ân, 4:51-52).

Müfessirlere göre[24], burada bahis mevzuu olan, Mekke’lilerin yardımını almak için şeytanca, «Mekke’lilerin putperestliği, İslâmi Tek Tanrıcılıktan iyidir» diyen Nadîr’li Yahudilerdir; şayet ikinci faraziyeyi ele alırsak, bunun için de Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerlerine müracaat edebiliriz. Meselâ :

«De ki: Ey kitaplılar! Hepiniz bizimle sizin aramızda müsavi bir. kelimeye gelin! Allah’dan başkasına tapmıyalım, O’na hiç bir şeyi eş tutmıyalım, Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler (diye) tanımıyalım. Eğer yine yüz çevirirlerse o halde deyin ki: Şahit olun, biz muhakkak müslümanlarız.» (Kur’ân, 3:64).

Hz. Peygamber, İslâmi kabule davet ettiği zaman İmparator Heraklius ve diğer Hıristiyan Prenslere de bu çağrı ile hitabetti. Bir başka misal daha :

«Şüphe yok ki, imân edenlerle, Yahudiler ve Nasraniler ve Sabiilerden kim Allah’a ve ahiret gününe inanır, bununla beraber sâlih amelde bulunursa elbette onların Rableri katında ecirleri vardır. Hem onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.» (Kur’ân, 2:62, mukayese ediniz, 5:69).

İşte, İslâmiyete göre, hakiki imanın, dinin esası. Diğer âyetlerde, Kur’ân-ı Kerîm «Kitap ehlinden» Hz. İbrahim’in dinine uymalarını ve orada birleşmelerini ister.

Geriye metnimizde zikredilen Yahudi gruplarının hüviyetini tesbit etmek kalıyor. Bütün tarihçilere göre, Medine’de üç yahudi kabilesi vardır: Benû Kaynukâ, Benû’n-Nadîr, Beni Kureyza; fakat vesikamız bunlardan bahsetmiyor; Sadece şu veya bu müslüman arap kabilesine bağlı, Yahudileri söz konusu ediyor. Aynı kaynaklara göre, Medine’de Arap olarak sadece Beni Kayle kabilesi vardı. Bunlar iki erkek kardeşin soyu olarak Evs ve Hazreç’liler diye anılıyordu (Kayle, anneleri idi). Anayasa metni onlardan da aynı şekilde bahsetmiyor, fakat onların kollarından bahsediyor. Bununla beraber, bu kolların hüviyetlerini tesbit ile Evs veya Hazreç’ten olduklarını tayin kolaydır. Biyoğraf İbn İshak[25] mühim bir parçada «Kaynukâ’ların ekseriyeti Hazreç’lilerin müttefikleri ve Benû Nadîr ve Benû Kureyza’ların ekseriyeti ise Evs’lilerin müttefiki oldular» demektedir. Anayasa metni Evs ve Hazreç’lilerden böyle bahsetmediğine, fakat sadece onların kollarını, (Neccar, Sâide, vs.) ve onların yakın müttefiklerini zikrettiğine göre, başlıca Yahudi gruplarının ancak nazari bir mevcudiyeti olduğuna ve onların pratik olarak Araplar kadar bölünmüş olduğuna inanabiliriz.

İşte kısaca, Hz. Muhammed’in (S.A.S.) Medine vadisini önce bir site-devleti haline getirmek, bilahare muhtemelen de Müslüman imparatorluğunun başşehri yapmak için ortaya koyduğu anayasa. Bu yazılı bir anayasadır; o zamanın hükümetinin bütün esas uzuvlarından ve doğum halindeki siyasi cemaatin diğerleri arasında müdafaa, teşrî, adaletin tevzii gibi hususi ihtiyaçlarından bahsetmektedir. Zaman zaman, Hz. Peygamber’in sağlığında bile siyasî hayatın şartlarına uyularak bu anayasada bazı değişiklikler yapıldığına inanmak mantıkî olur. Tarihçiler bundan bahsetmiyor. Bununla beraber bu noktada alâka çekici bir hâdiseye işaret edelim; anayasanın müslümanlara ait kısmının 20. maddesine göre, Mekke’li Kureyş’lilerin can ve mallarını himaye altına almak kati surette yasaktır. Bununla beraber Buhârî gibi yüksek otoriteli bir muhaddisin bize bildirdiğine göre: Hicretin ikinci yılında Bedir meydan muharebesine kadar, en az iki hâdisede, müslümanlardan mühim şahıslar Mekke’lilerin mallarını himaye etmekte tereddüt etmediler[26]. Bununla o, bahis mevzuu yasağın başlangıçta bulunmadığını ve Bedir muharebesinden sonra ilâve edildiğini mi; yoksa, anayasanın Bedir’den sonraki bir devirde yazıldığını mı söylemek istiyor?

Her ne hal ise, bu anayasa ile İslâm, hayatının yeni bir safhasına başladı; ve maddi ve cismani ile maneviyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Maneviyatı (hattâ ahlâkı) tanımıyan bir siyaset bizi maddeciliğe ve vahşi hayvanlarınkinden daha aşağı bir hayata götürür; yaşadığımız dünyanın hâdiselerinden ayrı bir maneviyat ise bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir, fakat bu ancak son derece mahdut bir zümre için mümkündür, insanların büyük ekseriyeti böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed (S.A.S.) bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve manâyı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dini doktrin herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktaları seçer, fakat kendilerini manevi hayata daha fazla verebilme tercihini fertlere bırakır. Bu durumda Hz. Peygamber’in sahabeleri müstakil bir Devletin idare edici cemaati; Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu. Eski hayat tarzı değişmeli idi; fakat yerini saltanat debdebesi değil, daha mütteki bir hayat almalı idi. Kadın veya erkek, genç veya ihtiyar, her müslüman hicretten önceki devreden itibaren günde beş vakit namazla mükellefti; şimdi namazların müddeti iki misli oldu*. Evvelce, oruç mecburiyeti yoktu; bu devrede yılda bir ay oruç bütün Müslümanlara farz oldu. Bunlar zamanla artacak olan Medine devrinin başlangıcındaki şartlardır. Maddi hayattan istifade etmek, aynı zamanda kendini manevi hayata, vermek, alelade bir insanın hayatı İslâmiyet tarafından böylece muvazeneye sokuluyordu. Bundan başka, camide cemaatle kılman namazlara ehemmiyet atfedilmekle beraber, evlerde, tarlalarda ve namaz vaktinde bulunulan herhangi uygun bir yerde namaz kılmağa müsaade edildi. Din böylece ferdin hayatına girdi. Papazların aracılığına lüzum kalmadan Allah, sokaktaki adamın kabiliyetinin mesafesine geldi.

Hz. Muhammed’in (S.A.S.) hayatının Medine devresi çeşitli olaylarla o kadar doludur ki kronolojik bir tasnif O’nun hayat ve eserini değerlendirecek esas noktaları ortaya koymaya kâfi gelmez. Bu bakımdan biz, olayların tekâmülünü gösterecek mevzulara göre incelemeyi faydalı addediyoruz. Bazı tekrarlar olacaktır, fakat hayatının muhtelif cepheleri böylelikle ayrı ayrı ve berraklıkla tetkik edilmiş olacaktır, bu mütevazı çalışmanın gayesi de budur.

Bahsini bitirdiğim Medine site-devletinin Anayasasının tam metni şudur:

MUHAMMED HAMİDULLAH


[1] Buharı, 56:181, nr. 1.

[2] İbn Hişâm, s. 286; bundan başka bak. 387.

[3] Aynı eser, s. 287; Buharî, 63:1, nr. 2, 63:46, nr. 7; İbn Sa’d, 1/1, s. 147; İbn Hanbel, V,  427.

[4] İbn Hişâm, s. 411, 727; Taberî, Tarih, I,  1511;  Tefsîr’de sûre, 63:8,  Süheyli, II,  51; Buhari, 79:20

[5]. İbn Hişâm, s. 546, 554-688.

[6] Buhari, 34:14; 43:1.

[7] İbn Hişâm, .s. 561-2.

[8] Vahidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 195.

[9] Makrîzî, I, 481, Taberî Tefsirine göre, XI,  18, 9′da:  107

[10]Şâ’mi, Sîre (el yazması), fasl Ğazvetü’s-Semk  (cilt 4).

[11] Benim Corpus des documents sur la diplomatie Musulmane  adlı kitabım, nr.  l, § 4-11.

[12] İbn Hişam, s. 802-3; Ibn Hanbel, No. 2212, 3434.

[13] Ibn Hişâm,  s. 383, 388,  Hıristiyanlar için bak:  s.  401;  Buhârî,  Kitap  65,  sûre,  3,hadis nr. 9.

[14] Buhârî, 96:17, nr.  17

[15] Arapça metin için bak, İbn Hişâm, Ebû Übeyd ve İbn Ebi Hayseme, vs. bunlar benim el-Vesâikü’s-Siyâsiyye isimli kitabımda zikredilmiştir, nr. 1. Fransızca ter­cüme ve  münakaşası benim Documents,  et Corpus;  isimli  kitabımda;  diğer tercümeler   Wellhausen,   Skizzen,  4/2; Caetani,   Annali,  1:43   müteakip:   Wensinck, Mohammed en de Jöden, s. 78 ve devamı; Macid Khadduri, War and Peace in the Law of İslâm, Baltimore, 1955, s. 206-209 vs.

[16] Meselâ Ebu Ubeyd § 518.

[17] K., 87:19.

[18] İbn Hanbel, IV,  141,  No.  10.

[19] Materi,   et-Tarif  bimâ   ensat  el-hücra  min  ma’alim   dar   el   hicred   (el   yazması, Medine, Şeyhü’l-İslâm), zikredilen kısımda.

[20] Lisân al-’Arab, R-B- maddesine bak.

[21] Ebu Dâvud,  19:23.

[22] İbn Hişâm, s. 548.

[23] K., 5:42-50.

[24] İbn Hişâm, s. 391.

[25] Aynı eser, s. 546.

[26] Buhârî,  40:2;   64:2.

* Başlangıçta, öğle, ikindi ve yatsı namazları 2 rekât idi, sonra 4 rekât olmuştur.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİN KARŞILAŞTIRMASI

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyanname’lerinin ortaya çıkışlarında çok ciddi sosyolojik ve psikolojik zeminleri vardır. 622 yılında İslam medeniyetinin kuruluşundaki zeminle 1948′de Avrupa’daki sosyolojik zemin arasında önemli benzerlikler göze çarpmaktadır. Batının 1948 yılında geldiği noktaya İslam medeniyeti 1326 sene önce gelmiştir diyebiliriz. Her iki sözleşmede de birey hukuku, kültürlerin hukuku ve devlet hukuku arasında denge kurulmaya çalışılmış ve birey, kültür grupları ve devlet yönetimi hakkındaki sınırlar çizilmiştir. Bu tür sözleşmelerde toplumsal empatinin ve birlikte yaşamanın bilinci görülmektedir.

Kültürel birliktelikler olmazsa toplum birlikte yaşamayı başaramaz. İnsanlar birbirleriyle sürekli kavga eden, savaşan, öldüren toplumlar haline gelirler. Bununla ilgili psikososyal deney yapılmıştır. Bir adaya 50 tane ergenlik öncesi gençler koyulur. Başka bir adaya da yine 50 tane aynı yaşlarda gençler yerleştirilir. Her iki adadakilere de üçer aylık süre tanınır. Birinci adadakilere, 3 ay boyunca serbest oldukları ve kendi tecrübelerini yazmaları istenir. Buradakilere hiçbir sınır konmaz, hiçbir amaç belirlenmemiştir, aralarında bir sözleşme yapılmadan bırakılmışlardır. İkinci adadakilerle küçük bir sözleşme yapılır. Bir amaç belirlenir, bu amaca göre bir ateş yakılır ve sönmeden devamlı yakılı tutulması istenir. O ateşin yakılmasıyla ilgili prensipler verilir. 3 aylık sürenin sonunda raporlara bakıldığında amacı ve sözleşmesi olan ikinci adadaki gençlerde kavgaların ve tartışmaların daha az olduğu, birlikte yaşamayı daha iyi başardıkları görülür. Birinci adadaki gençlerde ise sözleşme olmadığı ve keyfi bırakıldıkları için aralarında kavga, tartışma ve olayların çok fazla yaşandığı gözlemlenir. Bu deney, insanların birlikte yaşa­ma konusunda kendiliğinden bunu oluşturamadıklarım, insanlara bunun sunulmasının önemli olduğunu ortaya çıkarmaktadır. İslam dünyası dışındaki toplumların ancak 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi oluşturabilmesi ve ayrıca bu beyannamede Medine sözleşmesinin izlerinin görülmesi insanlığın bu tür sözleşmelere vahiyle ulaşabildiğini göstermektedir. İnsanlık Medine sözleşmesi gibi bir anlaşmayı kendi kendine yapamamıştır. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte gelen vahiyler, kitaplar, suhuflar vardır. Bu belgelerle yapılan sözleşmeler mevcuttur ama insanların hepsini birleştirebilecek bir sözleşme noktasına İslam medeniyetinin başlangıç döneminde ulaşılmıştır. Medine Sözleşmesi, insanlığın zihinsel olarak o seviyeye geldiğini fakat insanlığın olgunlaşmasının çok öncesinde olması bir vahiy sözleşmesi olduğunu gösterir -insanlık kendi olgunluğunu kısmi olarak 1948 yılında insan hakları beyannamesi ile göstermiştir.- Bu nedenle Medine Sözleşmesine medeniyet öncesi sözleşme de denilebilir.

Medine Sözleşmesi Bireyi Tanımlıyor

Medine Sözleşmesinin toplumsal empati açısından önemli unsurlarından biri, toplumun bağlılık duygusuna vurgu yapmasıdır. Bireyin toplumla bağını tanımlamakta ve insanın yaşadığı toplumdaki sınırlarını belirlemektedir. Kişinin, toplumun ve devletin hukuku arasındaki sınırları belirler. Sosyal faaliyetlere iştirakle ilgili yine sınırlamalar yapılır. Medine Sözleşmesi bireyin yatay ilişkilerinin hukukunu geniş biçimde tanımlarken, İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etmede daha ileri seviyededir.

İnanç Özgürlüğü Getiriyor

Medine Sözleşmesi, Yahudi gibi diğer dini gelenekte olanları da vatandaş olarak kabul etmekte ve inanç özgürlüğü getirmektedir. Ortaçağ’da İspanya’da engizisyon mahkemeleri zorla Katolikleştirirken, kendi dininden olmayanları yok ederken, Medine Sözleşmesinde başka dinden olanları da İslam devletinin vatandaşı olarak kabul edildiğinin gösteren maddeler içermektedir. O tarihte başka dinlerden olanlara özgürlük tanıması konusunda yazılı teminat verilmesi ve hatta bunu güçlüyken yapabilmesi sözleşmenin çok öngörülü olduğunu göstermektedir.

Çok Hukuklu Sistemin Temellerini Atıyor

Medine Sözleşmesinde çok hukuklu bir sistemin temel taşları görülmektedir. Şehrin düzeniyle ilgili bir anlaşmazlık durumunda nasıl çözüleceği, dış tehlikelere karşı nasıl korunacağı belirlenmiştir. Farklı hukuklara teminat verilmektedir. Yahudilere kendi içerisinde dini hukuklarını ve kendi kurallarına göre evlilik ve medeni kurallarını düzenleme hakkı tanımaktadır. Müslümanlar da kendi kurallarına göre medeni haklarını belirleyeceklerdir. İngiltere’nin yapmaya çalıştığını İslam medeniyeti yüzyıllar öncesinde başarmıştır. Medine Sözleşmesi çok hukuku öngörmesi açısından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini geçmiştir. Çünkü 1948′deki beyannamede çok hukuklu sistem hakkında bir önerme yoktur.

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi farklı hukuklara ve inançlara saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları Beyannamesinde bile bu kadar açık ifade edilmemektedir.

Tek Tip İnsana Karşı Çıkıyor

Medine Sözleşmesi, fidye ve diyet konusunda Müslümanları ve Yahudileri kendi kuralları içersinde serbest bırakmıştır. Yahudileri Müslümanların fidye sistemine uyma gibi bir zorunluluk getirmemiştir. Benu ‘Afv Yahudileri kendi aralarında adet olduğu üzere önceki şekilde kan diyetlerini ödemelerine iştirak edeceklerdi. Onların geleneksel hukuklarına ve geleneksel birikimlerine saygı gösterildi. Bu kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.

“Genel düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir” anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir. Mesela maddelerden birinde, Yahudilerle ilgili zulme uğramaksızın Müslümanlara karşıt olanlarla yardımlaşmazlarsa, yardım ve desteğe hak kazanacaklardır. Kendilerine karşıt olanlarla bir faaliyet içersine girmezlerse, kendilerine müdahale edilmeyeceği belirtilmektedir. Yine başka bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine Müslümanların dinleri kendilerine” şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır. Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan tek tip insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir. Günümüzde Amerika ve Batı kendi kültürünü, popüler kültürü dünyanın hakimi yapmaya çalışmaktadır. Medine sözleşmesinde böyle bir maddenin bir irade dışında imzalanıp deklare edilmesi, Ortaçağ’da Avrupa’nın hiç yapamadığı, günümüzde ise tam olarak içselleştiremediği, benimseyemediği bir kuraldır.

20. yüzyılda Tek Tip Kişilik

Hangtinton’un kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir. Cumhuriyetin başında kendi kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu. Tarihsel egosunu batıya teslim eden, kendi iddiası olmayan, sadece batıyı taklit eden bir kimlik oluşmuş. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlı­ğı yaşadığı için toplum kabul etmemiştir. Ama bunun sonucunda da kendi eski kültürünü koruyamamış, batılı da olamamıştır. Anadolu’da mevcut kültürün yasaklanması, batı kültürünün yayılmaya çalışılması fakat bunun kabul edilmemesi sonucunda arabesk kültür ortaya çıkmıştır. Osmanlı döneminde olmadığı kadar halk, Arap müziğini dinlemeye başladı. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir kimlik ortaya çıktı. Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını gösterdi.

Benzer bir durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir. Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.

Kendi kültürlerini koruyarak batının ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını biz ülke olarak gösteremedik. Günümüzde hâlâ kıyafet tartışmaları nedeniyle entelektüel enerjimiz bu konulara harcandığı için ekonomik üretimimiz zarar görmektedir. Türkiye’yi küresel güç, üniversiteleri bilimsel merkez haline getirme yerine jandarmalık yapıp öğrencilerin kılık kıyafetleriyle uğraşılmaktadır. Ülkenin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış kullanmasının rolü vardır. Bu durum da Türkiye’deki resmî ideolojinin tek ulus, tek tip insan kavramı olduğunu göstermektedir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesine göre devletin resmî ideolojisi yoktur. Devlet ideolojiler arasın­da dengeyi sağlayıcıdır. Bütün insanların tek bir ideolojiye uyma zorunluluğu, Ortaçağ yaklaşımıdır. Ülkemizde geçerli olan anayasa, resmî ideolojisi olan darbe anayasasıdır. Kurulu düzenden çıkarı olanlar, toplumun büyük çoğunluğuna empati yapamadıkları için Türkiye’nin çağdaşlaşmasına karşı çıkarak bu anayasanın değiştirilmesini onaylamıyorlar. Aynı zamanda batıya da empati yapamadıkları için Avrupa Birliği’ne girmeyi Sevr olarak algılıyorlar. Avrupa Birliği’nin kültürel, siyasi ve toplum yönetimiyle ilgili standartları vardır. Türkiye’deki azınlık, birliğin bu temel değişmez kurallarına ve birliğin amacına empati yapamıyor. Hem girmek istiyorlar hem de değişmek istemiyorlar. Bu durum da ya algılama kusuru veya niyet bozukluğu olarak açıklanabilir.

Köleliğe Karşı Çıkıyor

Medine Sözleşmesi “Himaye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir. Ne zulmedilir ne de kendisi zulmedebilir” maddesiyle köleliğin değişmesini sağlamıştır. Köle alınan kimsenin veya himayesi altında bulunan grubun kendisi gibi kabul edilmesi, yediğinden yedirerek, giydiğinden giydirerek köleliği yavaş yavaş eritmeyi planlamıştır. 13 asır önce gündeme getirilmesine rağmen Amerika’da zenciler, Avrupa’da Yahudiler, Almanya’da Türkler 2. sınıf olarak ötekileştirilmiştir. Bu madde ötekileştirmeye karşı çıkarak herkesi kendin gibi görme anlayışını getirmiş ve ırkçılığa karşı çıkmıştır. Irkçılığı sorgulatan ve ona karşı tavır aldıran bir maddedir. Medine Sözleşmesinin bir başka maddesinde “Himaye verme hakkına sahip olanların dışında hiç kimse himaye veremez” denilmektedir. Bu maddeye göre hiç kimse patron gibi herkesin hamiliğine cüret edemez. Himaye vermenin hukuku belirlenmiştir. İnsanların bir cemaat, grup oluşturarak bir şeyler yapılmasını pek onaylamayan bir maddedir. Böylece menfaate dayalı hukuk oluşturulmasının ve himayenin suiistimali önlenmiş olmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yayınlandığı yıldan itibaren köleliğe karşı çıkılmış ve köle ticareti yasaklanmıştır. Fakat Amerika’da yakın zamana kadar zencilere ikinci sınıf insan muamelesi yapılmıştır.

Savaş Hukukunu Belirtiyor

Günümüzde bütün dünyada savaşlar hukuksuz yapılırken, asırlar öncesinde Medine Sözleşmesi savaş hukukunu belirledi. Hangi savaşta, kimlerin masrafları nasıl karşılayacağı, savaş açanlara nasıl davranılacağı ile ilgili ilkeler sözleşmede yazıldı. Savaş esirlerine nasıl davranılacağı, güvenliği gibi konulara açıklık getirilmiştir. Bu maddeleriyle Medine sözleşmesine “Toplumsal Empati Sözleşmesi” de denilebilir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi onun modern versiyonudur. Medine Sözleşmesinde zalimlik yapılamaz deniyorsa, İHEB’de işkence yapılamaz denir.

Yasalar Önünde Adil Yargılanma Hakkı Veriyor

Sözleşmede yaşama özgürlüğü ve kişi güvenliği hakkı vardır. Herkesin yasalar önünde eşit olması ve kimseye imtiyazlı davranılmaması vurgulanmıştır. Birçok sahabenin Yahudilerle eşit ve aynı anda sorgulandığını gösteren rivayetler vardır. Her iki sözleşmede de (Medine Sözleşmesi ve İHEB) hiç kimseye keyfi davranılamayacağı belirtilir. “Ben yaptım oldu; hukuk da neymiş; emir demiri keser” gibi yaklaşımlar her iki sözleşmenin de ilkelerine aykırıdır. Adil yargılanma sırasında padişahın oğlunun veya kızının diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Hukuksuzluk yaptıysa aynı cezalar onlara da uygulanır. Herhangi bir davada yalancı şahitlik yapılmasını istemek, resmi bir kurumda işinin bir an önce halledilmesi için torpil kullanmak, trafikte öne geçmek gibi yanlışlıkların hata olduğu bilinerek yapılabilir ama bunların doğru olduğunu savunmak çok daha yanlıştır. Hukuksuzluk ilkelliktir ve her iki sözleşme de insanlığın ilkellikten çıktığı­nı göstermektedir. Medeni toplumlarla ilkel toplumları birbirinden ayıran en önemli özellik hukuka saygıdır. Bu birey, toplum, sosyal hukuk gibi bütün hukuk dallarını kapsar. Hukuka saygı da insana değer vermek anlamına gelir.

Zulme Karşı Çıkıyor, Yardımlaşma Teşvik Ediliyor

Medine Sözleşmesi’nin “Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir” maddesi toplumsal empati anlayışım öne çıkarmaktadır. Bir kimse dövüldüğünde, bir evlat annesini babasını dövdüğünde çevredekilerin duyarsız kalmayıp yardım etmesi gerektiği teşvik edilmektedir. Zulmedilene yardım, zulmü önlemeye yönelik bir tavırdır. Haksızlığa uğrayana yardım etme devlete bırakılmıştır. Ayrıca sosyal yardımlaşma desteklenmiştir. Sözleşmede, “Yahudi Yahudi’ye, Müslüman Müslüman’a yardım edecek” denmiyor. Dil, din, ırk ayrımı yapılmadan zulmedilene yardım edilecek deniyor. Mesela birisi komşusuna zulmederse, öbür komşu zulmedilene yardım edecektir. Komşuluk hukuku ve yardımlaşma desteklenmektedir. Medine Sözleşmesi’nde yardımlaşma vurgusu çok yapılırken İHEB’de bu vurguya rastlanmıyor. Çün­kü batı yardımlaşmanın önemini yeni keşfetti. Amerika’da suç işleyen çocuklara ıslah evlerinde yapılan empati eğitiminde işkence gören insanların görüntüleri seyrettirilerek bu kişilerden birinin yakınlarının olması halinde neler hissedecekleri sorularak empati öğretilir. Bu eğitimden sonra topluma bırakılırlar. Batı bu eğitimlerin bilimsel olarak yararlarını anladıktan sonra zulme karşı çıktı ve yardımlaşmanın önemini anladı.

Diyalog Teşvik Ediliyor

“Makul” kelimesi Medine Sözleşmesi’nde sıkça kullanılmıştır. Bu kelime empati üretir ve uzlaşma çağrısı yapar. Makul, “akla yakın” manası taşımaktadır. Makul bir yerde birleşmek demek, her hangi bir konuda iki tarafın veya daha çok tarafın birer adım atması ve bir yerde uzlaşmasıdır. Makul olmayanda ise “illa benim dediğime tâbi olunacak” manası vardır. Makul kelimesinin çok kullanılması uzlaşmanın teşvik edildiğini gösterir. Medine Sözleşmesi farklı düşünce yapısındaki, farklı kültürlerdeki, farklı gelenekteki insanların makul bir şekilde bir araya gelmesini yani toplumdaki yatay ilişkileri teşvik etmektedir. Klasik devletçilikte, toplumda yatay ilişkinin tersine dikey ilişki, emir-komuta ilişkisi söz konusudur. Yukarıdaki otorite doğruları bilir ve ona itaat edilir. Otoriteye tabi olan da rahat eder. İHEB’de ise uzlaşma ile ilgili bir maddeye rastlanmamaktadır.

Muhalefete Hak Tanıyor

Medine’de İslam dininden olup da aykırı davranan kimseler bulunmaktaydı. Medine münafıkları denilen bu kişiler ikili oynayarak Müslümanları zor durumda bırakıyorlardı. Mesela savaşa gidileceği zaman söz verip de son anda yüzlerce kişinin savaştan çekilmesine sebep oluyorlardı. Bazı Müslümanlar bunları öldürmek istediler. Fakat buna izin verilmedi. Böyle davranan insanlarla mücadelenin, onları yok etmek olmadığı, onlarla diyaloga girerek açık açık konuşulduğunda gerçeğin zaman içersinde anlaşılacağı savunuldu. Çünkü onların da sevenleri ve sempatizanları vardı ve haksız saldırı gibi algılanabilirdi. Medine’deki uygulama bu tarz ikili oynayan, nifak psikolojisindeki insanlara karşı nasıl davranılacağı konusunda ipuçları veriyordu. Bu kişilere mütecaviz, saldırgan olmadıkça dokunulmaması gerektiği savunuldu çünkü her toplumda farklı düşünen, muhalif kişiler olacaktı. Münafıkları öldürmek, sürgüne göndermek, düşüncelerini değiştirmeye zorlamak İslam dininde izin verilmedi. Onun yerine bu insanlarla empati kurmaya çalışıldı. Neden bu kimseler yanlışlıklar yapıyorlar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tutuyorlar diye psikolojileri anlaşılmaya çalışıldı. Münafığın tanımına bakıldığı zaman, kendi egosunu daha çok kutsallaşman ve seven, başkalarının çıkarları ile kendi çıkarı arasında tercih yaptığı zaman kendi egosunu tercih eden olduğu görülür. Bu kişilerin yapay çekicilikleri vardır. Bunların etrafında iyi niyetli olan kişiler vardır, onların bu münafıkları zamanla tanıyarak görmeleri gerekir. Bu da biraz bedel ödenmesini gerektirir.

Hz. Peygamber o zamana kadar yapılmamış ve çağlar öncesi bir tavırla muhalefetin olduğunu kabul edip, onla­ra karşı nasıl bir davranış alınması gerektiğinin yollarını göstermiştir. İnsanların tartıştığı zaman kılıcı çekip hemen sonuç aldığı, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, çocukların tanrılara kurban edildiği, diğer bir ifade ile pagan kültürünün bütün kurallarının yaşandığı bir kültürde kendine muhalefet edeni yok etmek yerine onun mizacına, düşüncelerine saygı duymak ve kararlarına müdahale etmemek üstün bir siyaset örneğidir. Mesela savaş kararı alındığında bir grup kimsenin savaşa gitmekten vazgeçmesi siyasi muhalefettir. Hz. Peygamber bu muhalefeti yok etmek yerine onların tercihi olarak gördü ve karışmadı. Bir müddet sonra münafıklar yalnızlaştılar ve Resulullah’ın haklılığı ortaya çıktı. Böylece muhalefetle mücadelenin bir hukuku olduğu ve ona göre mücadelenin yapılması gerektiği anlaşıldı. Hz. Peygamber’in Yahudilere ve münafıklara olan bu tavrı liberalist bir yaklaşımdır. Münafıklara özgürlük tanımış, serbest düşünce ortamının oluşmasını sağlamış ve zaman içinde hatalarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Hudeybiye Anlaşması

628 yılında Hz. Peygamber Kabe’yi ziyaret etmek için bin dört yüz kişi ile birlikte Mekke’ye hareket etti. Hudeybiye mevkiine geldiğinde, Mekkelilere haber gönderdi ve Kabe’yi ziyaret etmek istediklerini belirtti. Mekke’ye Müslümanların girmesini istemeyen müşrikler karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kesinlikle savaşmak için gelmediklerini, amaçlarının sadece Kabe’yi ziyaret olduğunu, isterlerse bir anlaşma yapabileceklerini söyledi. Mekkeli müşrikler de savaşmaya yanaşmadıkları için Hudeybiye Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın maddelerinden biri “Mekke’ den birisi Müslüman olarak Medine’ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine’den Mekke’ ye sığınanlar iade edilmeyecekti.” Bu madde sahabelerin itirazına sebep oldu. Müslümanlar için zayıflık işareti olarak kabul edildi. Mekke’de bu sözleşmeyi imzalayanların oğulları Müslüman olup Medine’ye geliyordu. Sözleşme gereği üzülerek de olsa geri iade ediliyordu. Fakat daha sonra bu gençlerin sayısı arttı. Mekke’den kaçan fakat Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke-Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üç yüze ulaşan Müslümanlar, müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş’in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Mekkeliler kendilerinden olmayan Medinelilerin de içine almadıkları bu gruptan gördükleri zarar karşısında Medinelilerden ilgili maddenin anlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber isteklerini kabul ederek Müslümanları Medine’ye çağırdı. Bu anlaşma, kendi çıkarına bile olmasa güçlü olanın dediğinin olmadığını, hukukun dediğinin olduğunu gösterdi. 13 asır önce hukuka saygının en güzel örneği yaşandı. Hukuka saygı, toplumsal empatinin bir parçasıdır.

Hukuk Vicdani Sorumluluğu da İçermeli

Batı da ise özellikle yasaların kutsallaştırılmasını Almanya’da görüyoruz. Çok çalışkanlık, kurallara bağlılık, zevkleri erteleme gibi püriten ahlak gösteren Almanların bu özelliği ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra çabuk toparlanmalarının sebebi olmuştur. Fakat bu tür toplumlarda içsellik olmadı­ğı için kurallar bozulduğunda kaos çıkar. Çünkü iç hukuk dediğimiz, vicdani sorumluluk yani yaratıcıya karşı bir sorumluluk yoktur. Kural öyle olduğu için sorgulamadan itaat eder. İslam hukuku kuralları kutsallaştırmadan vicdani boyutu ön plana çıkararak yardımlaşmayı vurgular. Gazetecilikte verilen bir örnek vardır. Kaza geçirmiş bir yaralı kıvranırken gazetecinin görevi onun fotoğrafını çekip haber yapmaktır, yardım etmek değildir. Kuralcı bir gazeteci görevini yapar, inisiyatif kullanıp yardımda bulunmaz. İşte bu örnekte olduğu gibi İslam hukukunun birinci görevi insani boyuttur ve vicdani sorumluluktur. Bu sebepten dolayı bu hukuk sistemi diğerlerinden daha ileridir.

Medine Sözleşmesi toplumsal empati açısından vizyonu daha büyük bir sosyal sözleşmedir. Bireyler arasındaki yatay ilişkinin hukuki tanımlamasına daha çok vurgu yapılmıştır. İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etme açısından daha yüksek bir toplumsal sözleşmedir.

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AHİLİĞİN SOSYOLOJİK İNCELEMESİ

Özet: Ahilik, güzel ahlakın ticaretle sevişmesidir. Tüccarın hırsını ahilik, ahiliği dinden gelen güzel ahlak belirler. İşte bugün başarıyı erdeme tercih eden biz aileler ve devletimizin tersine, onlar erdemi başarıya tercih ettiler ve başarı da arkalarından geldi. Hem ticaret güzel gelişti, üretim, tüketim, dağıtım ve paylaşım dengeli yürüdü, hem de toplumun ahlak ve yardımlaşmasıyla huzur ve barış ortamı oluştu.  

AHİLİK; Tarihteki ikinci sınıf vatandaş ve köleliğe, günümüzdeki paylaşım diye tutturup üretimi ihmal eden komünizme, üretim ve yatırımı putlaştırıp paylaşımı ihmal eden işgücünü ezen kapitalizme karşı bir alternatiftir. Bir kalkınma modelidir. Ekonomik bir sistemdir. Kurucusu Ahi Evran-ı Veli Hazretleri nur içinde yatsın. Biz kabrine dua okur, şet kuşatır, bayram yapar fakat onun ne dediğine itibar etmez ve uygulamayız. Bizler iyi birer Molla Kasım’ız, yırtar yırtar suya salarız.

Tam boyutlu görseli göster

Sevgili Okurlar,

Ben Kırşehirliyim. Ahilik Esnaf ve Sanatkarlar Bayramı Ekim ayının ikinci haftasında Kırşehir’de ve diğer illerimizde neşeyle kutlanmaktadır. Bu yıl 23.sü Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın önderliğinde haklı ve sorumluluk duyularak resmi anlamda Kırşehir’de yapılmıştır.(11-17 Ekim)

Bizde bir Kırşehir’li olarak yapılan sempozyumlarda sunulan tebliğleri kendi şahsi araştırmalarımızı ve mesleki tecrübelerimizi de katarak sizinle paylaşmak istedik.

Sizler de birer meslek mensubu olarak bilgi ve becerisinden dünyalık kazanan insanlarsınız. Bir sivil toplum örgütü olarak TÜRMOB bünyesinde meslek odalarınız var. Dünyanın her yerinde ticaret, örgütlenmeyi bir şekilde başarmıştır. Örneğin Bizans’ta devletin kontrolünde ve bir sınıfsal kasta dönüşmüş Lonca Teşkilatı şeklindeyken, Selçuklu’da tamamen sivil bir toplum örgütü şeklindedir ve hiyeraşi geçişkendir, sınıfsal bir ayrım taratmaz. Bugünkü meslek odalarının temeli 1205 yılında Kırşehir’de yatan Ahi Evran-ı Veli hazretleri tarafından atılmıştır.

Dolayısıyla Kırşehir’imizin ve ülkemizin en önemli kültür varlığı olan “ahilik” konusunda söz, biz ahi’lere düşmez de kime düşer? Sağlam iman sahibi kişiler, imanlarını tevhitten sonra güzel ahlaka dönüştürebilen kişilerdir. Güzel ahlak o kadar önemlidir ki, kişi güzel ahlakıyla, gece namaz kılıp gündüz oruç tutar gibi sevap alır ve cennette Peygambere komşu olacak olanlar da güzel ahlak sahipleridir. Şüphesiz diğer toplumlar da kültür olarak iyi ahlaka yöneldiklerini iddia etseler de bugün bir Hırıstiyanlık tevhid olarak “İsa Allah’ın oğlu” diyerek şirke düşmüş olsa da insanların sonradan uydurduğu İncil’lerde bile yardımlaşma ve güzel ahlak unsurları o toplumları etkilemeye devam etmektedir. Bugün Buda’nın ve Konfüçyüs’ün geçmişte bir peygamber olabileceği, getirdiği fikirler kısmen bozularak şirke dönüşmüş olmasına rağmen iyi ahlak ilkelerini hala koruduğu ve toplumsal barışa hizmet ettikleri söylenebilir.

İlim, eğitim, ticaret, insan davranışları, kısaca her şey; ahlak olmazsa kibir, küfür, düşmanlık, hile, bencillik, zulüm ve akla gelen her türlü kötülüğün toplumda sadır olması kaçınılmazdır.

İşte ahilik, güzel ahlakın ticaretle demlendiği çay gibidir. Tüccarın polisi, ahiliğin dinden gelen güzel ahlakıdır. İşte bugün başarıyı erdeme tercih eden aile ve devlet ve özel sektörün tersine, onlar erdemi başarıya tercih ettiler ve başarı da arkalarından geldi. Hem ticaret güzel yürüdü, üretim ve paylaşım adalet temeline oturdu ve hem de toplum güzel ahlak ve yardımlaşmayla huzur ve barış ortamında yaşadı. Günümüzle kıyaslamayın, moraliniz bozulur.

Kırşehir’in (ve hepimizin) en önemli kültür hazinesi bugün Ahilik olduğuna göre bu değeri ulusal ve uluslararası boyuta taşıyabilmek için Kırşehir’in adı “AHİ KIRŞEHİR” veya “AHİŞEHİR” olarak değiştirilmelidir diye düşünürüz. Bunu teklif ediyoruz. Bu onun hakkıdır ve bir tarihi sorumluluğu vardır. Kahramanlar, Gaziler, Şanlı’lar varken Ahi’ler neden olmasın?

Bu isim değişikliği hem Kırşehir’i hem Ahi’liği yüceltecek ve onun anlaşılmasına ve faydalanılmasına hizmet edecek ve sürekli bir gündem oluşturacaktır.

Toprağın altındaki altının kimseye faydası olmaz. İnsanlar bugün onun kabrine, Allah’a göstermediği hürmeti göstermekte, fakat misyonunu üstlenmemekte ve yaşamamaktadırlar.

Ahilik Nedir?

Ahilik, Ahi Evran Hazretleri tarafından Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin tavsiyesiyle kurulan esnaf dayanışma teşkilatıdır. Kurucusu kabul edilen Ahi Evran-ı Veli Hazretleri, aslen Horasan Kökenli olup Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da yaşayan Türkmen halkın, sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan, onları hem ekonomik hem de ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bir örgütlenmedir. Günümüzün esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Ahi Evran Hazretlerine Ahi Baba da denir.

Ahilik Sözcüğünün Kökeni

Bir görüşe göre ahi’nin sözlük manası Arapça “Ahi=”kardeşim” demektir. Araplarda Fütüvvet Teşkilatı’nın bulunmasından dolayı bu adı almıştır.

Divanu Lügati’t-Türk’te,  akı اقى; Eli açık, koçak, selek, cömert, yiğit, delikanlı gibi manalar ifade eden Akı kelimesinden olabileceği, “Ahi Baba” tabiri de düşünüldüğünde daha makul olabilir diyenler de mevcuttur.

Eski kültürler dinle birleştiğinde eski güzel değerlerini yeni dinle yeniden biçimlendirerek taşımaya devam edebiliyorlar. Avrupa’da şövalyelik neyse, İslam dünyasında Fütüvvet de odur. Böylece Araplarda fütüvvet, İran’da “cevanmerdi” Türkler’de “Akı” odur. Bu kelime zamanla da “Ahi”ye dönüşmüştür diyor Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi Prof. Dr. Mikail Bayram.

 

Ahi Teşkilatının Kuruluş Amacı

Orta Asya’da hüküm süren Oğuz Yabguluğu yıkılınca (1040) Oğuz Türk’leri yavaş yavaş Selçuklu egemenliği altına girerek Anadolu’ya göç etmeye başladı. Göçebe Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşerek onların İslamlaşma sürecini hızlandırmak ve burayı Türk yurdu haline getirerek, şehirlerde yaşayan Rum ve Ermeni tacirleriyle rekabet edebilmek amacıyla Ahi teşkilatı kuruldu. Yani bu kuruluş bir İslami ve ticari birlik ve dayanışma ihtiyacından doğdu denilebilir.

Ahiliğin Kuruluşu ve Yeşerdiği Ortam

Bağdat’ta büyük üstadlardan ders alan Ahi Evren, Arapların kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’ndan etkilenerek, 1205′te Anadolu’ya gelmesinden kısa bir süre sonra ilk olarak Kayseri’de Ahilik Teşkilatını kurmuştur. Daha sonra Kırşehir’e geçerek örgütlenmesini tamamlamış ve ahilik köylere kadar yayılmıştır.

Ahilik, Anadolu’nun daha kısa sürede Türkleşip İslamlaşmasını sağlamış, göçebe Türkmenler yerleşik hayata geçirilerek hem İslami uyum kolaylaşmış, sanat ve ticaret işlerine Rum ve Ermenilerin yanı sıra Türkler de katılmış ve canlılık kazandırmıştır.  Moğol istilasında askeri bir güç olarak asayişi sağlamış ve toplumun dini ve ahlaki yapısını muhafaza etmiştir.

Yunan ve Latin kültürü çökerken, İslam, 6’ncı yüzyılda Arap yarımadasında olağanüstü bir devrim yaptı. Bu feodal devrim, düşünsel ve bilimsel gelişmelere kaynak oldu. Üretim teknikleri ve üretici güçlerde büyük değişim yaşandı. Bu durum, siyasi birliktelik, merkezi otoritenin oluşması, kurumlaşma, ticaretin gelişmesi, kentleşme, ulaşım, silahlanma, teknoloji, sosyal düzenlemeler gibi atılımların yolunu açtı. Edebiyat-sanat bunun dışında değildi.

Ahilik Süper Bir Sivil Toplum Örgütüdür. Fikri dayanağı, Bir Ekonomik Ve Sosyal Dehadır. Ya akranları? Nasıl bir bilim ve onun tabanı olan hür fikir ortamlarında yeşerdiler? Gelin Şöyle Bir Gezintiye Çıkalım. Sakın Bu günle Kıyaslama Hatasına Düşmeyin! Moraliniz bozulur!

AHİLİK:

-Müslümanlar, İslam dinamizmiyle kısa zamanda büyük fetihlere çıkmışken,        

- Roma ve Bizans zulmünden kaçan halklar kurtuluşu, “eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik”, “adalet” ve “düşük vergiler” vaat eden İslam’da ararken, kimi ise cizye vermemek için Müslüman olurken,                                                                                         

-İslam coğrafyası düşünsel bir zenginlik de yaşıyorken,
-Müslüman âlimler ardı ardına buluşlar gerçekleştiriyor (Rönesans) ve Batı ortaçağını yaşarken,
-Hz. Muhammed’in, “Bilim adamlarının mürekkebi şehitlerin kanından daha kıymetlidir” sözü henüz geçerliyken,
-Aydınlanma döneminde bir Müslüman’ın düzeyi sahip olduğu kitapla ölçülüp, 9’uncu yüzyılda Bağdat’ta 100’den fazla halka açık kütüphane varken ve küçücük Necef kenti 40 bin ciltlik kütüphanesiyle gurur duyarken, 

-İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi, dogmatizme önderlik eden Eş’ari-Gazali düşüncesine; “Evrenin sonsuz” olduğunu yazan, “Allah’ın yüceliğinin doğanın her alanında keşfedilmesi gerektiğini” belirten ve “bilginin ilk şartının şüphe” olduğunu dile getiren Bağdat merkezli Mu’tezile henüz yenilmemişken,    

-Akli ilimler karşısına nakli ilimler (dinsel bilimler) ile çıkan Eş’arilik henüz kazanmamışken,      

–Kuran’ı Kerim’de 200 defa Cenab-ı Allah akla hitabetmişken, hedef alınan mutlak hakikate ulaşmakta akıl yetersiz; aklın yerini sezgi ve gönül alıp, (belki dini ilimlerde kalp anlaşılabilirdi) fakat dünyevi ilimler küçümsenerek “Sünnetullah” unutulmamışken,
-İnanç ile aklı uzlaştırmak isteyenlere, vahyin akla uygunluğunu arayanlara henüz kâfir denmeden,
-Ömer Hayyam,  Müslüman olduğunu ispat için, çalışmalarını bırakıp hacca gitmeden,

- Batı’da en doğru ve en müsamahalı dinin İslam olduğunu anlatarak kavimlerin İslam’a bakışını yumuşatan ve onların fikirlerini alt üst eden İbn-i Rüşd, bir eve hapsedilip gözetim altında tutulmamışken,
- Doğu, “aklını” kaybetmeden(!); aydınını katletmeden ve -Samir Amin’in deyişiyle- kuşkuculuğun yerini Hinduculuktan esinlenen çilecilik almadan,
-İslam coğrafyası, rasyonel düşünceden kopmadan, bilgiyi aramayan ve zaten bilginin ne işe yaradığını anlamayan ve yönetimi ve düzeni tehdit eder diye tehlikeli bulan (bugün de aynı şey geçerli), basit yorumlarla yetinen, kaba biçimsel kalıplara boyun eğen, cahiliye dönemi inançlarını sürdüren hoşgörüsüz yöneticiler ve onun dalkavuklarına kalmadan,  

-İslam, salt dinsel kaynaklara dayalı toplumsal düzenlemelerin esiri olmadan, Hz. Muhammed en sert muhalifleri olan münafıkları bile açığa çıkarmayı kendisi değil, olayların açığa çıkarmasını beklemişken, farklı düşünceye, bilime düşman, katı din adamları ve onların koruyucu iktidarları yüzünden İslam, feodalizm bataklığına henüz saplanıp kalmamışken,                       – Sümer, Babil, Asur, Mısır, Hint, Çin, Türk, Arap kültürlerinin uygarlığa ardı ardına katkıları doruğa çıkmışken,
- Bağdat, Endülüs, Sicilya, Şam, Semerkand, Horasan, Kahire, Herat, İslam’ın bilim merkezleriyken,
-El Kindi (801-866), Razi (865-925), Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274) ve yüzlerce Müslüman düşün adamı/filozof yetişmişken, 

- Harezmi’nin (780-850) “Hesab-ı Hindi”si  Rönesans ortalarına kadar Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarına kaynak olurken,  

- Gıyaseddin Cemşid’den (1380-1437)  ondalık kesirler sistemini Batı öğrenirken,
- Ebu’l Vefa Buzcani (940-998)  Trigonometriyi bütün esaslarıyla yeniden kura rken,
- 976’da Muhammed bin Ahmed  Matematikte devrim yaratan “sıfır”ı  bulurken,
-Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat ve cıvanın üretimini, çeliğe ilk su vermeyi, katarakt, çiçek ve kızamık hastalığını; cerrahi müdahalelerde uyuşturucu kullanmayı, yüksek ateşi soğuk su banyosuyla düşürmeyi, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemlerini, “insan bedeninin doğal iyileştirici yeteneğini”  Batı, Müslüman alimlerden öğrenirken,
- İçi delik iğneyi 1256’da Al Mahusen bulurken,                          

-İbn-i Al Nafis, (Şam,1298) kan dolaşımı sistemini Portekizli Servet’ten 300 yıl önce keşfederken,                                    

-İbn-i Haldun (1332-1406) “Mukaddime”yle;  tarihçiliğin; öykücülükten, nakilcilikten/aktarmacılıktan (fi zahirihi) yani yüzeysellikten kurtulması gerektiğine işaret ederken ve  olup bitenlerin nedenlerinin, içyüzlerinin araştırılmasını/incelenmesini (nazaran ve tahkikun) isteyerek, akılcılığı öne çıkarak sebep – sonuç ilişkisini (Allah’ın etkisini unutmadan) ortaya koyarak, Batı tarih felsefesinin kurulmasına önayak olurken, (Batı, ciğeri alıp tarifini almayan gibi, sebep-sonuç etkisini aldı, fakat bunda ibni Haldün’ün dediği diğer unsur olan, sebepleri ve sonuçlarını Allah’ın etkilediği hususunu görmezlikten gelerek materyalizme alet etti)
-Kâğıt daha Avrupa’ya girmeden Semerkand’da kâğıt fabrikası kuruluyken.             

-Matbaayı Çinliler bulup, Türkler aracılığıyla Araplara, oradan  Avrupa’ya, Gutenberg ise ben buldum deyip sadece harfleri ayrı ayrı oymayı başarırken,      

-Pusula da Doğu’dan Batı’y6a çalınırken G. d’Amalfi “ben icat ettim” diye ortaya çıkarken,
-Tarihleri, Taberi (839-922), Mesudi (ö 956), İbn-i Miskeyf (ö 1030) yazarken,  

- Bizans, dönemin en büyük kütüphanesi İskenderiye Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler bulunurken,       

- Dante’nin “İlahi Komedya”sı Muhiddin Arabi’den etkilenirken, 

- “Binbir Gece Masalları” Batılı yazarları etkilerken,
- Batı’nın çok övündükleri klasik müziğin sol anahtarını ve beş hatlı notayı ilk önce Müslümanlar kullanırken,
- Batı, su kanalları bile yapamazken; tarım tekniklerini El Avam’ın “Kitab-ül-hulase”sinden okurken, 

-Kristof Kolomb’un 1498’de Haiti’den yazdığı mektupta, Amerika’nın keşfini İbn-i Rüşd’ün kaydettiği bilgilerle yaptığını yazmışken,
- Uluğ Bey, hazırladığı dünya haritasıyla kâşif kaptanlara rehberlik ederken,
- 8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığı henüz sönmemişken,

- Mevlana “Mesnevi’sini”, Aşık Paşa “Garipnamesi’ni” Ahmed-i Gülşehri “Divan’ını” yeni yazmışken ve Hacı Bektaşı Veli aslanla geyiği birlikte kucağına almışken, Yunus’un ilahi nazını Molla Kasım yırtıp suya salarken, Cacabey “Gök Medrese”de uğraşıp Şeyh Edebali’nin kızını elinden kaçırıp Osman Bey’e kaptırırken, Kırşehir bir ilim ve irfan kentiyken AHİLİK KURULDU.

Bugün bile dengini kuramadığımız süper sivil toplum örgütü olan Ahilik, insanının maddi ve manevi bütün yönünü imar etmiş, işini kurmuş, umut vermiş, evlendirmiş, ahlakını İslam ve aynı yönde ihdas ettiği prensiplerle kemale erdirmiş, hala uymazsan seni artık iş ve toplum dışına atarım diye tehdit etmiş, üretim, kalite, fiat ve istihdamı devletin yerine kontrol ve dengede götürerek alıcı-satıcı bütün kesimlere adalet dağıtarak üretim, paylaşım ve dağıtımı herkesi memnun eder bir şekilde sağlamıştır.

Ahi’liğin Menşei ve Dini Yapısı

Ahi zaviyeleri Bektaşi dergahına mensuptur. Hacı Bektaş Veli Hazretleriyle Ahi Evran’ın Kırşehir’de sık sık bir araya gelip sohbet ettikleri ifade edilmektedir.

Fütüvvetnamelere göre; fütüvvet ehli arasında kadeh sunmak, şalvar giydirmek ve bel bağlamak, yani yoldaşlık ve kardeşlik kurallarının menşei Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Muhammed sav. Hz. Ali’ye “Sen benim yoldaşımsın, ben Cebrail’in yoldaşıyım, Cebrail de Allah‘ın yoldaşıdır” diyor. Sonra Selman-ı Farisi’ye, Ali’ye yoldaş olmasını söylüyor. Selman da Ali’nin elinden tuzlu su içerek ona yoldaş oluyor. (tuzlu su içme geleneği Furkan Suresindeki tatlı ve tuzlu, karışmayan iki denizden gelmektedir) Selman-ı Farisi 55 kişinin belini bağlamıştır. Bundan sonra Peygamber, Ali’ye: “Ya Ali ben seni tamamlıyorum ve olgunlaştırıyorum” diyerek şalvarını giydiriyor ve beline bağlıyor.

Ahiliğe Üye Şartları

Ahi olmak ve peştemal kuşanmak için kişinin bir Ahi tarafından önerilmesi zorunludur. Üye olmak isteyenlerden yedi fena hareketi bağlaması ve yedi güzel hareketi açması beklenmektedir:

  1. Cimrilik kapısını bağlamak, lütuf kapısını açmak
  2. Kahır ve zulüm kapısını bağlamak, hilim ve mülâyemet kapısını açmak
  3. Hırs kapısını bağlamak, kanaat ve rıza kapısını açmak
  4. Tokluk ve lezzet kapısını bağlamak, riyazet kapısını açmak
  5. Halktan yana kapısını bağlamak, Hak’tan yana kapısını açmak
  6. Herze ve hezeyan kapısını bağlamak, marifet kapısını açmak
  7. Yalan kapısını bağlamak, doğruluk kapısını açmak

Kafirler, çevresinde iyi tanınmayanlar, kötü söz getirebileceği düşünülenler, zina ettiği ispatlananlar, katiller, hayvan öldürenler (kasaplar), hırsızlar, dellallar, cerrahlar, vergi memurları, avcılar, vurguncular örgüte katılamaz.

Kadınlar, ahiliğin “kadınlar kolu” olarak adlandırabileceğimiz Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) teşkilatına üye olmuşlardır. Yani kadınlar ayrı da olsa aynı sistemde bulunmaktadırlar.

Ahilik Teşkilatı’nın Özellikleri

Ahilik teşkilatı Selçuklular döneminde ekonomik ve ticârî faaliyetlerinin yanı sıra, askerî ve siyasî faaliyetlerde de bulunmuş, aynen Bektaşi ve Yeniçerilerin Ocaklarının olduğu gibi Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda ve güçlenmesinde etkin rol oynamışlardır.

Ahi Teşkilatı’nın müslümanlara has bir kurum olarak iş görmesi 17. yüzyıla kadardır. Osmanlı Devleti’nin hakimiyet alanı genişleyip, gayrimüslim oranının artmasıyla farklı dinden kişilerin ortak çalışmasıyla din ayrımı kalkarak gedik : “Osmanlı bünyesindeki esnaflığa ve sanatkarlığa girişi tetkik etmek” anlamında kullanılmış ve 1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla bu gedikler de çözülmüştür. İttihat ve Terakki de 1913’te tümden kapatmıştır. Bütün dergah, tekke ve zaviyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında kapatılarak duası yapıldı. Toplumun sosyolojik olarak buluşup eğitileceği ve kaynaşacağı hiçbir yer kalmadı ve cahil ve şizofren oldu. Kültür tercihlerindeki hatalar bugün yeni anayasa isteklerine yol açmıştır.

Ahilik teşkilatı 3 dereceli bir düzene dayanır. Her kapı üç dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır:

Yiğit, Yamak, Çırak, Kalfa, Usta, Ahi, Halife, Şeyh, Şeyh-ül Meşayıh

“Toplumsal sorumluluk, hizmette mükemmellik, Dürüstlük ve doğruluk, ortak yaşama” prensipleriyle, örgütlenme modeli, bugüne bile ışık tutmaktadır. “nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim” prensibi de bir arz talep dengesini ifade ettiği ve insanı dünyevileşmeden korumayı amaçladığı söylenebilir. En meşhur sloganlardan biri de: “Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir. Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir” akılla ilim ve mesleki bilgiyi, “bizi geçenin bizden olması” da kırıcı olmayan bir rekabeti ve ileri geçeni hazmettiğini göstermesi ilginçtir. Bir talimat şöyledir: “bir derici dışarıdan gelip yüksek paha ile deri almasın” şeklindedir. Bu emir Anadolu’daki küçük sermayenin korunması anlamına gelmektedir. Talimatlardan biri reklam yasağı ile ilgilidir. Dükkan sahibinin sattığı bir malın cinsi, kalitesi, özelliği gibi tanıtım bilgisinin dışında övgü anlamında bir ifadesi kesinlikle yasaktır. Bu yasak hatta bir müşterinin diğer müşteriye övmesinin yasaklanmasına da şamildir. Günümüzde insanın, kapitalizmin, Pavlov’un köpeklere yaptığı “şartlı refleks” gibi TV reklamlarıyla şartlandırılarak tüketime hatta borçlandırılarak yönlendirildiği düşünülürse Ahiliğin insanı nasıl koruduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kalitesiz mal üretene ya da hile yapana verilen cezaların ortak niteliği teşhir ifade eden bir ceza olmasıdır. Örneğin süte su katan birisi su kuyusuna baş aşağı sarkıtılmıştır. Suç işleyenler bir hafta veya bir ay işinden ve toplumdan uzaklaştırılıyor. Bu ağır bir ceza. Toplumda artık yaşayamaz. Bu cezanın bilinmesi ya da görülmesi son derece caydırıcı olacaktır. Bu günkü dükkan kapama cezası da aynı anlama gelebilir.

Osmanlı zanaatkar toplumunda ücretler yüksekti. Bu, emek kapitalizasyonunun güçlenmesinde en önemli etkendir.

Gümrük anlaşmalarıyla hammaddenin ihraç olması onu pahalı hale getirdi ve ithalat arttı. Esnaf çöktü. Yeniçerilerin bozulması ve köyden gelen göçlerle eğitim zorlaştı ve bozulma arttı.

1876  Avariz Sandıklarını devletin alması ve bir sosyal güvenlik kuruluşu olan orta sandıklarının geliştirilememesi sıkıntıları artırdı.

Osmanlı’daki tımar sisteminin ekonomide olumlu katkıları oldu. Verginin özelleştirilmesi, iltizam usulünün olumlu etkileri görüldü. Bu usulleri bugün Batı düşünüyor.

Farabi bu sistemi, sınıfların egemenliği değil, zayıfların korunması esasına dayandığını söylüyor. Yine bir başka yazar, ekonominin bir ahlak prensibi olmadan yaşayamayacağını söylüyor.

Ahiler, bazı kent hizmetleri de yapıyor (Belediyecilik). Köylerde Alplerle birleşiyor. Ticaret yolları üzerinde ve maden ocakları civarında yerleşiyorlar. Her meslek sahibi ayrı bir mahallede ve ayrı bir çarşıda yerleşirdi. Tüccarın yoldaki zararını devlet karşılardı. Devlet kervan yollarını daima korur ve açık tutardı. Bu, mal arzının azalmaması ve fiatların dengesi için gerekliydi. Fiatlar için bir narh komitesi kurulurdu.

Peştamal kuşanma töreninde çıraklıktan kalfalığa geçiş töreni öncesinde eğitimi tamamlanan çırağın “pabucu dama atılır”. Bu, onun artık bağımsızlaşarak bundan böyle yardım görmeyeceğini ifade eder. Bunun halk deyişine dönüştüğünü siz zaten biliyorsunuz.

Sanatkarlar gündüzleri hiyerarşi içinde mesleğin inceliklerini öğrenirler, akşamları da toplandıkları ahi konuk ve toplantı salonlarında (Zaviyelerde) dini ve ahlakî eğitim görürler. Böylece gençler de iyi yetişir ve bir meslek kazanırken toplumsal dayanışma da gerçekleşmiş olur. Yani kalkınmanın hem maddi hem manevi yapılmasının örneği sayılabilir

Kapitalizm Ahiliği Keşfetti ve Kendine Uyarladı

Amerika ve Avrupa’daki işletmeler yirmi yıl aynı cıvatayı sıkan işçinin mesleki tatminsizliğini verimsizliğini görerek araştırmaya girdiler ve çare olarak ahiliği keşfettiler. Ahiliğin ahlak dışındaki diğer mesleki hiyeraşi ve kendi işini kurma gibi bazı prensiplerini (kişiyi fabrikada çalıştırmak yerine işi ona dışarıda kurdurduğu atölyesine sipariş etmek şeklinde vererek) uyguladı. Bu, mülkiyetin uygulamaya geçmesi olduğundan sağlam bir verimlilik müşevviki olarak çok iş yaptı. Bugün KOBİ’ler Türkiye’de ve Japonya’da üretimin %90’ını sağlıyor.

Amerika ve Batı, işletmelerine ahlak dışındaki Ahilik prensiplerini alarak uyarladı demiştik. Bugün mesleki ahlak standartları yayınlanıyor artık. Bu çok güzel bir gelişme. Tek eksiği, neden ahlaklı olunmasına dair fikirlerinin mihenklerinin olmaması? Bu, ciğer alıp tarifini almamaya benziyor! Bugün kapitalizmin hem kural olarak faiz (iktisatta fazla likite yol açarak mal=para eşitliğini bozması asıl etkendir), olmayan mal ve olmayan paranın harcanması (borsada beklentilerin alınıp satıldığı finansal enstrümanlar)nın oluşturduğu mal=para eşitsizliği (ve sonucunda dünyadaki petrol, buğday, altın, bakır v.s. gibi) emtiaların fiatlarındaki anormal artışlar ve küçük ülkelerde fakirden zengine bir değer aktarımı olan enflasyon hastalığına bu yanlış kurallar yol açmaktadır. İşte önce oyunun kurallarının doğru konulması, akabinde ise ahlak ile kişilik kontrolü/tekamülünün sağlanması gerekir. Bu arada bugün yapıldığı gibi milyonlarca sokaktaki masumu uyarmaya zorla uğraşmak yerine, asıl ve az olan suçluyu ibretlik ceza ile cezalandırarak diğer heveslileri daha baştan caydırmak gerekir. Buradaki temel soru, zalime mi merhamet edeceğiz, yoksa mazluma mı?sorusudur. Çünkü sonuçlar da ona göre şekillenecektir. Bugün modern hukuk kabul etmiyor ama, kısas süper bir adalet ve toplumsal koruma sağlar aslında. İşte dine muhalefet ya da laikliğin din olarak anlaşılması, insanı objektif düşünceden, doğru çözümden alıkoyuyor. Din gibi aklı selim de aynı şeyi gösteriyor ve cezaların caydırıcı olmasını istiyor aslında, fakat gidiyor on tane zalime merhamet ediyor ve yolda yürüyen masum milyonları tehlikeye atıyor. Kişi cezanın eksiğini kendisi tamamlamaya kalkıyor ve kan davaları bitmiyor. Benim af yetkimi devlet nasıl elimden alır ve benim yerime nasıl affeder diye itiraz ediyor, huzursuzluklar barışa dönüşmüyor.

Kültürde Devrim Olmaz

Tekke, zaviye ve medreselerin kapatılması halkın eğitim ve buluşarak kaynaşmasını yıktı. Dil de süratle değiştirilince kültür aktarımı da son buldu ve toplum soğukta kalan çıplak adam gibi ortalıkta kalakaldı. Batı’ya yönlendirme çabalarını da benimsemeyince, yarı doğu, yarı batı, karışık bir kimlik ortaya çıktı. İşte kültür politikalarında devrim yapılamaz. Her şeyin doğal bir değişimi zaten vardır. Bu kültürde de olabilir. Sadece buna müdahale yanlış olur. Türkiye’nin kültürel tercihlerini yanlış kullanmasının rolü bugünkü sıkıntıların da sebebini oluşturmaktadır. Bu müdahaleyi iyi niyetli sayabilir miyiz?

Aynı kültür devrimini Mao Çin’de yapmak istedi. Neo Konfüçyüzmü değiştirerek topluma zorladı. Fakat güçlü ve oturmuş bir kültürleri vardı. Halk kültürünü havza havza yaşadı ve kabul etmedi. Bugün kültür, nüfus ve kapitalizmin artılarını birleştirerek dünya’da bir süper güç olmaya doğru yol alıyor. Düşük ücretler paylaşım yönünden değişik bir bakışla zülüm gibi görünürken diğer yandan yabancı sermayeyi de cezbediyor..

Loncalarla Benzerliği

Ahilik teşkilatı, bazı kaynaklarda Lonca olarak da anılmaktadır.16. yüzyılda loncaya dönüşüyor. Asıl itibariyle lonca, Bizansa ait bir teşkilattır ve devletin kontrolündedir. Adeta toplumsal bir kast sisteminin aracı gibi çalışır. Halbuki ahilik tamamen sivil bir örgütlenmedir ve hiyeraşi arasında zaman ve mesleki bilgi ve beceri ile geçiş/tekamül mümkündür. Mesleki ilerlemenin açık olması, kişiyi geleceğinden umutvar kılar, bu da konan prensiplere isteyerek uyumu kolaylaştırır ve toplumsal huzur sağlar. Artık kimse kimseyi ikinci sınıf görmemiştir, bugün olduğu gibi ötekileştirmemiştir. Hatta İslam köleliği bile “yediğinden yedir, giydiğinden giydir” diyerek köle ile efendiyi önce eşitlemiş, azadını sevaba ve belli süre yeterli hizmete bağlamış (ortalama 7-11 yıl) böylece onu eritmiştir.

Ahilik: Farklılıkta Eşitlik

İslam’ın en temel gayesi tevhitten sonra, eşitlik ve adalettir. Üstünlük sadece takvadadır. Bu yüzden Ahiliğin aşamalarının bir ayrım yarattığını söylemek uygun olmaz. Oyunun kuralları sadece saygı ve disiplin içindir. Herkesin yükselebilme ve iş sahibi olup kendi işini kurabilme hayali, kişiye itaat ve mutluluk için yeterlidir. Halbuki kapitalizmin, üretim ve sürekli yatırımı putlaştırarak paylaşımdan kaçınması “işçisin sen işçi kal” şarkısında olduğu gibi, onu umutsuzluğa, kin ve hasete götürmekte ve sosyal şizofreni buralarda başlamaktadır. Sosyolojideki “Doymuş şişman köpeğin, diğer aç köpekler tarafından parçalanması mukadderdir” kuralı artık kuvvetle muhtemeldir. Fakat bizim gibi geleneksel toplumlarda din ve gelenekler, yatıştırıcı rolünün yanında, dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik ettiğinden Kapitalizmin bitmek bilmeyen hastalık ve krizlerine insanlar dayanabilmektedirler. İşin garibi kimse de mertçe sistemi sorgulamamaktadır! Küreselleşme küresel bir düzene de ihtiyaç hissettirmiyor mu?

Ahilerin Satış Politikası: Zengine pahalı, Fakire Bedava

Ahilerin satış politikası bizim çok dikkatimizi çekmiştir. Onlar şöyle yapar: Örneğin mes satacaksa aynı kalite mes kişiden kişiye değişik fiatadır ve zengine 5 akçe, orta halliye 1 akçe ve fakire bedavadır. Böylece zenginden fakire bir değer de aktarmış olur. Bunu onlar da bilir ve hiç itiraz etmezlermiş. Süper bir yardımlaşma değil mi?

Benim babamın bir Halit Emmisi vardı. Rahmetli faytoncuydu Ankara’da ve günde üç işe gidermiş. Birici gittiği atın, ikinci gittiği evin, üçüncü gittiği yetimlerinmiş.

Bizim ihtiyaçlarımızı Pavlov’un köpekleri (şartlı refleks) belirliyor ve tasarruf ve dağıtım (yardımlaşma) yerine daha çok tüketerek mutluluk arıyoruz. Kapitalizmin oyununa geliyoruz ve dünyevileşiyor ve bencilleşiyoruz. Ben sağlam kanepeyi para da varken değiştirelim diyen eşimle iki sene mücadele etmiştim. Tavsiye ederim.

Bugünkü Esnaf

Şimdiki esnaf ise kurtlar sofrasında yemek yiyor. Hepsi de kurtlaşmış. Hak için değil ama Ecevit’in krizinde ilk defa ve midesi için yürüdü. Başbakan “birer kişi alın” dedi, bu bir merhamete hitaptı aslında, duymadılar bile. İslam’a göre “ücret: evlenmeye, ev almaya, hizmetçi ve binite yeter bir ücrettir…” (Hadis), fakat asgari ücretin farkını, tazminatını bile vermez, gününde ödemez. İslam uzun emeli yasaklamıştır, fakat o zengin olamadım diye hayıflanır durur. Kuru bir ilimsiz ibadet, yatar kalkar. Zaten cahildir, fakat ticaretin girdabı onu hırs ve haset sarkacında sallar durur. Dayanamaz, kapitalizmin lisanıyla düşünür ırk ve gelenek bulaşığı ile hareket eder. Hem mutlu olamaz, ailesi ve toplum da perişan bir hayat yaşar. Ayağı takılır düşer, ayağım taşa takıldı da düştüm der, düşüreni, onun niye uyardığını idrak etmez. Arkadaşını defneder, üstüne toprak atar gelir, döner aynı hayata devam eder.

Biraz moral bulalım. Eski Emlak Bankası İzmit Müdürü arkadaşım Mesut, 99 depreminde don gömlek gelmiş, yaralı emeklilere, banka yıkılmıştır kayıtlar yoktur fakat adını sorar parasını öder. İki tane kaptırır, birini yakalar birini de personelle cepten öder.

Siteler’de bir mağazacı şöyle diyordu. Hiç gelen burs, yardımı geri çevirmedim ve yazdım. Ramazan geldi zekattan hasaplayıp mahsup ettim. Fakat KDV bizi bozuyor, kesmiyoruz.

Ben düşünüyorum, İslamda KDV’yi fakir de ödediği için adalete aykırı ve KDV gibi bir satış vergisi yok. Bu, Batı’nın işi. Fakat devletin masrafı da çok ve çeşitli. İçinde fakir de var. Eh, siz katılmazsanız diğerlerinin üstünde kalıyor. Ben bir vergici olarak kimseye vergini tam öde demedim fakat “ben de şunu ödeyebilirim de ve öde” dedim!

 

SONUÇ

Ahiliği eskiler yaşadılar gittiler. Mutlu da oldular diyebiliriz. Çünkü onlar din ve ahlak ile, malı kula kul ettiler.

Biz ise mala kul oluyoruz. Çok tüketerek mutluluk elde etmeye çalışmak, bizi mala kulluğa götürüyor. Halbuki İslam ve onun türevi sayılabilecek Ahilik, bizi dünyevileşmekten sakındırıyor. İster İslam’ı öğrenin, ister ahiliği öğrenin aynı kapıya çıkarsınız. Komünizm öldü, kapitalizm sürekli kriz geçiriyor üçüncü alternatif ahiliktir. İşte bu hazinenin kabirden yaşama dönüştürülmesi, ölüden diri çıkarılması gerekiyor!

Yukarıda aklın ve hür fikirlerin İslam’ın önderliğinde onun doğru anlaşılmasıyla nasıl bir Rönesans yaşadığını gördünüz. Ancak cümlelerin sonunda 12. Yüzyıldan sonra kimin yenilip kimin galip geldiğini, sekiz asırdır İslam ülkelerinde ne ilme ne fikre tek çivi çakılmadığını dikkatli bir okuyucu fark edecektir.

Bugünkü insan, okumayan, “sünnetullah”ı yani ilmi çalışmayı dünyalık olarak görüp ihmal eden, dine ilimsiz olarak yöneldiği için taasubta olduğunun bile farkında olmayan, mushafa, kağıta saygıyı onun içinden, manasından üstün tutan, Allah’a etmediği hürmeti kabirlere gösteren, camide imanlı ticarette imansız, toplumda şizofren, dininin hürriyete ve hoşgörüye verdiği önemden habersiz, ırk ve gelenek bulaşığını bir türlü temizleyememiş, evde dayatmacı, tarikatların biat kültürüne aklını teslim etmiş, fikirsiz, diğer insanları da birlik beraberlik ve kardeş görmek yerine, en azından söylüyorum küçümseyen tavırlar, diğerlerini bidatçı hatta kafir görmeler, toplumsal görüşü faşist ve baskıcı, eşitlik yerine ben güçlüyüm o halde haklıyım diyebilen, ırkının peşine düşmüş, yarısı doğu yarısı batı’ya yamandırılmış karışık bir kimlik? Tek kelimeyle şizofren.

Şüphesiz bunda yalnız kendi suçlu değil. Süregelen yönetimlerden yerin üstü altı hepsinin defteri yazılı. Kırk deveyi bir eşşek çeker. Şahsen ben bu yazıyla bile iyi bir eşşek sayılabilirim. Fakat develeri bana vermiyorlar! Ben sadece sırtımda bir şeyler taşıyarak bir yerden bir yere bir iş olsun icra etmeye çalışıyorum. Bu eşşeğin sırtındakiler bunlar işte. Kağıt değil, mana. Yunus misali satarım, alan bulunmaz. Fakat herkes Molla Kasım olmuş yırtar durur…     

İşte Ahiliği günümüz insanına, onun “delil isterim” diyen aklı selimine güzelce anlatmak gerekiyor. Bize göre ahilik ekonomik bir sistemdir. Tarihteki ikinci sınıf vatandaş ve köleliğe, günümüzdeki paylaşım diye tutturup üretimi ihmal eden komünizme, üretim ve yatırımı putlaştırıp paylaşımı ihmal eden kapitalizme karşı bir alternatiftir. Bir kalkınma modelidir. Kapitalizmin Osmanlıya girememesi de Ahilik sayesinde olmuştur.

Kırşehir’de ahilik yemini yaptırılan 8 esnafa belge ve bayrak verildi. Bu bir güven ifadesi olarak tüketici davranışını etkileyecektir umarım. Bunun bütün Türkiye’ye yaygınlaşması süper olur. Bu ödülün mesleğinde başarılı bürokratlara da verilmesi hem tanınmasına hem de temiz ve başarılı toplum anlayışına hizmet eder. Plaket değil her zaman taşıyabileceği ve övüneceği ve onu daha dikkatli olmaya zorlayan bir orta büyüklükte madalya olabilir.

Ahi Evran-ı Veli nur içinde yatsın. Kendi toprağa, ruhu Allah’a gitti, fikri ve yaptıkları bize miras kaldı. Bu güzel mirası iyi işlemek, anlamak, anlatmak ve uygulamak gerekiyor = Üçüncü alternatif ekonomik sistem.

Ahilikle İlgili Kitaplar çok az. Biri hariç hepsi tarih. Tarihi bile doğru bir bakışla yorumlamadıktan sonra “İskender’in atı Makedonya savaşında kaç kova su içti” der onu merak edersiniz, ya da biraz akıllı geçinen “sebep – sonuç ilişkisini kurdu” diye Büyük İslam Alimi İbni Haldün’ü materyalist, yani kafir ilan edersiniz. (bize Siyasal’da bu ideoloji ders kitabı olarak okutuldu ve sınava girdik?) İşte hem gözlüğünüz hak ve adil olacak, hem akılla neden ve niçinlerle onu deşeleyecek ve mihengini bulacak, doğru yorumlayacak ve halka sunacaksınız ki, kabir yerine fikre hürmet edilsin. Bu kitaplara iktisadi ve sosyolojik bakış açısı veren onlarcası ilave olsa fena mı olur?

Ahilikle ilgili bir film, belgesel değil, hayata ilişkin örneklerle bezenmiş bir film ve tiyatro oyunu yapılması tanıtım için güzel olur.

Mükemmel fertlerden mükemmel toplum oluşturma: Ahilik

Ben, iyi bir ahi olmaya aday biri olduğumu söylememe lütfen izin verin.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KÜLTÜREL KİMLİK VE SOMUTTAN SOYUT İNANCA GEÇİŞ

Kültürel Kimliğin Önemi

 

İnsan beyninde lider bölgeler vardır. Bunlardan biri de yürütücü işlevlerin yapıldığı ön bölgedir. Bu bölgede kimlik ve kişilik tanımlaması oluşur. Ergen kimliğini oluştururken “Ben kimim? Niçin yaşıyorum? Nereye yönelmeliyim?” sorularını sorar. Bu soruların cevabını da anneden, babadan, toplumdan, medyadan alarak kimliğini tanımlar. Genç, kimliğini tanımlamış ise sağlıklıdır ama kimlik krizi varsa, “Ben kimim? Nereye yönelmeliyim?” sorularına cevap bulamamışsa, o kişi ergenlikten çıkamaz, huzurlu olamaz, okulunu bitirse bile çevresiyle sağlıklı ilişki kuramaz.

Bir toplumun da aynı şekilde kültürel kimliği tanımlanmamışsa, kültürel kimlikle ilgili tanımlamalar değiştirilmişse ya da kültür şoku yaşanılıyorsa, bireyin kültür şoku yaşaması durumunda gerilemesi gibi toplumun da gelişmesi durur. Kültürel şokun en önemli örneğini Almanya’ya giden Türk vatandaşlar yaşadı. Dilini ve kültürünü bilmedikleri bir topluma giden vatandaşlar, ya tamamen o kültüre kendilerini bıraktılar ya da gettolarını oluşturarak kültürel bir savunma ortaya çıkardılar. Kültürel içe çekilme ile kendilerini korumaya alan bu insanlar, içinde bulundukları topluma uyum sağlayamadıkları zaman dozunu kaçırarak asosyalleştiler. Hâlbuki kendi kültürünün bilincinde olarak, diğer kültürü de öğrenerek onunla irtibat kurmayı başarabilselerdi, kültürel özgüven oluşurdu. Kültürel kimliğin iki temel ayağı olan dil ve din ayağını koruyabilen kimseler, her kültürün içinde kendi kimliğini muhafaza edebilirler. Zenciler Afrika’dan Amerika’ya göç ederken dillerini ve dinlerini muhafaza edebilselerdi, kimliklerini koruyabilirlerdi. Muhafaza edemedikleri için sadece renkleri ve genleriyle kaldılar ve kültür olarak Amerikalılardan hiçbir farkları kalmadı. Renklen nedeniyle dışlandıkları için ırkçılığa bağlı tepki oluşturdular ama Afrika kültürleriyle ilgileri sona erdi.

Kültürlerin korunmasında dil ve din ayağının öneminin farkına varan ülkelerden Fransa 1994 yılında, dünyada ve ülkesinde yayılan İngilizceye karşı bazı önlemler aldı. Fransız kültürünü korumak amacıyla alınan tedbirler arasında Fransızcayı korumak ön planda yer aldı ve İngilizceye karşı kanun çıkardı. Bütün sözleşme ve yazışmaların Fransızca yapılma zorunluluğunu getirdi. Fransızcanın kullanılmasını bütün sözleşme ve yazışmaların yanı sıra hizmet, ürün ve malların adlandırılması, sunumu, kullanma kılavuzu, garanti koşullarının kapsamı, fatura ve makbuzlar için de zorunlu hale getirdi. Benzer bir uygulamayı Almanya’da da görebiliriz. İlaç prospektüslerinde sadece Almanca açıklamalar yer alır, İngilizce açıklamalar kaldırılmıştır.

Dilin, kültürlerin korunmasındaki önemi İngilizlerle İrlandalılar arasında yaşanan örnekte daha net ortaya çıkar. 300 sene İngiltere’nin işgali altında bulunan İrlanda, kendi dili olan Keltçe’yi bu süre zarfında korudu. Böylece kültürlerini de muhafaza ettiler. Fakat daha sonra bir İngiliz valisi ustaca yapılmış bir planla okullarda İngilizceyi zorunlu dil haline getirdi. % 90 Keltçe konuşan halk, bir nesil sonra % 30′a indi. Bunun üzerine faaliyete geçen İrlandalılar, kendi dillerinin yanı sıra kimliklerini de korumaya çalıştılar. İngiltere bununla da kalmadı, Kuzey İrlanda’yı Protestan yaptı ve kendine bağladı. Böylece Protestanlaştığı için sadece İrlanda’nın kuzeyi İngiltere’ye bağlı kaldı. İngiltere’nin asimile etme çabasına IRA terör örgütü karşı çıktı. Sonunda İngiltere, kültürel hakları verince barış gerçekleşti. Ülkemizdeki Güneydoğu sorunu da buna benziyor. Açlık ve yoksulluk sorunu olduğu iddia ediliyor. Fakat Kütahya, Yozgat, Domaniç Yaylası gibi Türkiye’nin birçok yerinde aynı sorun olmasına rağmen ayrılıkçı hareket görülmüyor. Bu ayrılıkçı hareket, kendi kültürel kimliğini koruma refleksidir.

Kimlik duygusu insanoğlunda var olan önemli bir duygudur. Kimlik insanın zihinsel sığınma alanıdır. Bir toplum için evler ne anlam ifade ediyorsa, kültürler için de kimlik odur. Kişinin psikolojik olarak kendini güvende hissetme alanıdır. Kimlik kargaşası yaşayan kimse, kendini güvende hissetmezken, yaşamayan ise güvende hisseder. Bu, psikolojinin fazla bilinmeyen bir yasasıdır. Kimliği olmayan, yiyeceği, içeceği olup da evi olmayan insan gibidir. Bir kimsenin kimliği alınıp müdahale edildiği zaman, ona yiyecek verip evini elinden almak kadar kötü etki yapar. Yiyeceği ve işi olan fakat evi olmayan, dışarıda kalan kimse, kendini güvende hissetmez. Bu sebepten dolayı “Ben şu kimliğe aittim.” diyerek alt kimliğini, “Ama şu üst kimliğe aittim.” diyerek de üst kimliğini koruması gerekir. Osmanlı bunu yapabilmiş bir toplumdu. Osmanlı adı altında bütün dinler, ırklar, kimlikler kendini güvende hissedebilmişti. Amerikalılar da Kızılderililerle yaşanan tecrübeden sonra ulusal barış için İspaniklerin ve Afrikalı Amerikalıların kültürel kimliğini tanıdı ve kabul etti. Ülkemizde de Türkiye üst kimliği altında bütün alt kimlikleri kabul etmemiz gerekir. “Herkes Türk olacak” demek kimlik dayatmasıdır ve savunma duygusu uyandırır. Böyle bir dayatma karşısında İrlanda’da IRA’nın yaptığı gibi, kendi kimliğini ve dilini korumak için koruma refleksi oluşturduğundan, kimlik çatışması ortaya çıktı.

İnsanın kişiliğini oluşturan amaç, karakter ve özgeçmişine paralel olarak toplumlarda da ortak ideal, kültürel kimlik ve tarih vardır. İnsan hayatında özgeçmişi çok önemli yer tutar. Saddam gibi ünlü kişilerin kopyaları yapıldı. Bunların fiziksel görünümleri aynıdır fakat Saddam’ı yakından tanıyan biri 24 saat kopyasıyla vakit geçirse, onun orijinal olmadığını anlar. Çünkü özgeçmiş, insanın kişiliğini oluşturan en önemli unsurdur. Oturması, gülmesi, zevkleri, eğlenceleri, geçmişte yaşadığı bir olaya vereceği tepkilerin hepsi kişiliğinin parçasıdır. Bütün bunların olmadığı bir insan ya da kişisel tarihi farklı yazılmış bir insan, sıfırdan doğmuş gibi olur. Bunun değişik bir örneği seneler önce ameliyathanede tüplerin karışmasıyla ortaya çıktı. Ameliyat olan bir askere oksijen tüpü yerine azot protoksin tüpü takılır. Ameliyatta oksijensiz kalan beyinde küçük küçük kanamalar olur. Bunun sonucunda beyindeki bilgilerin kaydedildiği hipokampus kısmında çürüme nekrozu oluşmuş ve hastanın hafıza bilgileri silindiği için de kimliğini unutmuştur. Hastanede özel bölmeye alınır. Yiyiyor, içiyor, konuşuyor, gülüyor, “Burası neresi, ben neredeyim?” diyor ama geçmişine ait hiçbir şey hatırlamıyordu. 20 yaşından sonra tekrar annesini, babasını, köyünü, memleketini sıfırdan öğrenmeye başladı. Bir bakıma Alzheimer hastası gibi oldu. Bu hastalıkta da kişi kendi kimliğini bilmez, aynada başkasıyla konuşur gibi kendiyle konuşur. Çünkü Alzheimer hastalarında da beyinde kimliklerinin yazıldığı özgeçmiş bozulmuştur. Şizofrenik hastalarda da distorsiyon denilen çarpık algılama oluşur. Kimliklerin yeri değişir, hasta geçmişteki bir olayı alır, bugünle bağlantısını yanlış kurar. O yüzden şizofrenlerde narsistik çarpıtmalar görülür. Geçmişte birisinin ona verdiği hediyeyi kendisini zehirlemek için verdiğini düşünür. Bunun gibi çeşitli hastalıklar sebebiyle, düşünce çarpıklıkları da ortaya çıkabilir. Yine şizofrenlerde görülen, baba kompleksi hastalığı vardır. Hasta babasını düşman olarak görür, onun bir hatasını büyütür, babasının kendisine zarar vereceğini düşünür. Algılaması bozulduğu için babasını öldürebilir. Bu durum, adli psikiyatrik vakalarda çok görülür.

Mankurtlaşma Yolu ile Geçmişi Öldürme

Seneler önce Güney Amerika’da kölelere uygulanan Mankurtlaşma denilen işkence metodu vardır. Kölelerin kafasına ıslak hayvan derisi geçirilerek, güneşin altında tutulur. Deri kurudukça küçülür ve kafatasım sıkar. Beyin sıkıştıkça küçük kanamalar oluşur. Beyin kabuğu hasar gördüğü için kişinin hafızası silinir. Böylece geçmişleri unutturulan bu insanlar, köleleştirilir ve herkesi öldürebilir hale getirilir.

Bir toplumun da geçmişi silinip atılırsa ve yerine yeni bir kültür verilirse, geçmişi öldürülmüş olur. Toplum, sosyal şizofreni olduğu zaman geçmişini çarpık algılar. Toplumu sosyal şizofren yapmanın en etkili yollarından biri, geçmişiyle düşman ve kavgalı hale getirmektir. Bizde de aynı plan uygulandı. Osmanlı düşman olarak gösterildi, biz de şizofrenik davranış göstererek Osmanlıyı öldürdük. Geçmişini düşman gibi gören, aklına geldiğinde zarar vereceğini düşünür. Şizofren bir hastanın babasını düşman görüp öldürmesi gibi, bizim de atalarımız olan Fatih’i, Yavuz’u öldürmemiz

aynı mantıksal hatadır. Osmanlıyı artıları ve eksileriyle birlikte gerçekçi bir şekilde değerlendirmemiz gerekirken, toplumu şizofren yapan dağıtma planının oyununa geldik. Osmanlı ve Türk kültürü yok edilmeye çalışılarak, yerine Batı kültürü verilmek istendi. Müzik zevkimize kadar değiştirilmeye çalışıldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk Sanat Müziği yasaklandı.

Kültürün bir diğer ayağı da dini değerlerdir. Dini değerlerin insan ve toplum hayatında önemli bir yeri vardır. Din, topluma yaşamak ve inkişaf etmek için felsefi hedef koyar. Eğer din toplumdan koparılırsa, toplumun yaşamayı sağlayacak felsefi amacı ortadan kalkar. Fakat din konusunda da toplum tamamen kendi akışına bırakıldığı zaman, batıl inançlar, kör dogmalar, hurafeler, fallar devreye girer. Çünkü insanda doğaüstüne, bilinmeyene, gayba karşı merak duygusu vardır. Gelecekle ilgili merak, insanda dini duyguları oluşturur. Din olgusunun biyolojik temelini, bilinmeyeni arama duygusu oluşturur. Eğer din duygusu olmazsa fal, büyü ya da çeşitli totemlere inanç, onun yerini alır. Bu sebepten dolayı insanları kör dogmalarla cesaretlendirmemek gerekir. Özgür sorgulamalar olmalı ve içerisinde de akıl ve dinin birlikteliği esas alınmalıdır. Akıl olmadan sadece dinin olduğu yerde, kör dogmalar ve dini hezeyanlar ortaya çıkar.

Akıldan uzaklaşmış din anlayışı şizofreniye gider. Şizofren hastaların içinde de kendini peygamber ve tanrı ilan edenler olur. Toplumsal akıl ortadan kalktığı zaman, bazı sahte şeyhler ortaya çıkar. Kendilerini yeryüzü tanrısı gibi görüp, olağanüstü mistik güçleri varmış gibi sunarlar ve insanları arkalarına alıp sürüklerler. Bu tür dini hezeyanlar da sosyal şizofreninin bir ayağıdır. Bir dinde ayinsel ritüeller varsa, bunun adı modern dindir. Bu tür dinlerde bir kişi kutsallaştırılır, ona özel kabir yaptırılır, ziyareti için özel ritüeller düzenlenir, defterler yazılır, imzalatılır. Böylece kişiye doğaüstü güç verilerek sorgulanamaz hale getirilir ve dogmalaştırılır. İnsan kutsallaştırdıklarım sorgulamaz fakat pozitivizmin amacı sorgulamaktır. Akıl ve bilimin manevi miras olarak bırakıldığı bir yerde dogmatik bağlılıklara yer yoktur.

 

Laiklik Din Olabilir mi?

Laikliği din olarak algılayan kişiler onu kutsallaştırır. Kutsallaştırman laikliğin ayinsel ritüelleri ve kırmızı alanları oluşturulur. Bu da laikliğin dinselleştirme sürecidir. Laiklik, dinin alternatifi olarak sunulduğunda bunlar ortaya çıkar. Bu tür laiklik, yaşam tarzı ve din karşısında özgürlükçü laiklik olmaktan çıkar, din haline getirilmiş laikçilik olur. Hâlbuki laiklik, dinin alternatifi değil, bütün dinlerin birlikte yaşayacağı ortak bir mutabık sözleşme oluşturmak demektir. Gerçek laikliğin ortaya çıkışındaki amaç şudur: Her dinin kendi içerisinde, birbirine baskı yapmadan, özgürce yaşayabileceği, güçlü olanın devam edip, güçsüz olanın tarih içinde yok olacağı bir ortam sağlamaktır.

Somuttan Soyut İnanca Geçiş

Yakın tarihe baktığımızda insanların kutsallaştırılmasına örnekler görebiliriz. Malcolm X’in şeyhi Elijah Muhammed kendini kutsallaştırmış, İslam dinini zenci dini haline getirmeye çalışmıştı. Beyazları şeytan olarak görüyor ve gösteriyordu. Kendisine harem ve saltanat kurmuştu. Daha sonra Malcolm X hacca gidince, gerçek dinin ırkçılıkla ve beyaz düşmanlığı ile ilgisinin olmadığını gördü. Ondan sonra Elijah Muhammed’e ters düştü ve yollarını ayırdı.

Bir insanı kutsallaştırıp, heykellerini dikerek, ona karşı korkuya dayalı itaat oluşturmak, tarihin bütün dönemlerinde olmuştur. Hıristiyanlığın yayıldığı dönemde, Bizans İmparatoru Konstantin, Pagan kültürünü model olarak alır, onun yerine Hz. İsa’yı koyar. Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ederek Teslis (Trinity) inancını ortaya çıkarır. Böylece insanlığı tevhitten uzaklaştırır. Somut unsurlara inanma ilkel insanın özelliğidir. İnsanın görmediği şeye inanması zordur, gördüğü şeye inanma dürtüsü daha kuvvetlidir. Somutlaştırma, çocuk beyninin görevidir. Soyut düşünce 7-8 yaşından sonra başlar. İnsan olgunlaştıkça soyut olgulara inanır. İnsanlığın da somut düşünceden soyut düşünceye geçmesi gerekir. Somut düşünce çocuksuluk eğilimidir ve insanlığın çocuksuluk dönemini temsil eder. Bu sebepten dolayı Hz İbrahim’e kadar olan dönemde somut objelere, puta, totemlere tapmalar görülmüştür. İnsanlık belli bir olgunluğa gelince, Hz İbrahim’le birlikte tek tanrılı dinler ortaya çıkar ve soyuta inanma başlar. O dönem açısından İbrahim peygamberin hayat hikâyesi oldukça ilginçtir.

Nemrut’un kâhinlerinden birinin yaptığı açıklamaya göre, bir erkek çocuk dünyaya gelecek ve ateşe tapan Nemrut’un dinini yok edecektir. Nemrut’un yanında çalışan Hz İbrahim’in babası da bu haberi duyunca, annesi, İbrahim’i bir mağarada büyütür. Belli bir yaşa kadar o mağarada Nemrut’tan ve onun kültüründen uzak bir şekilde büyür. Bu yüzden toplum içine karıştıktan sonra mevcut düzeni çok rahat sorgular. Allah artık insanlığın o seviyeye geldiğini düşünerek, Hz İbrahim’i özel yetiştirir ve o topluma gönderir ve varoluşunu sorgulatmaya başlar. İbrahim peygamber önce kendisini kimin yaratmış olabileceğini düşünür. Nemrut’un yapamayacağını anlar; güneşi doğduramayan birinin ona ne gibi katkısı olabilir diye düşünür. Güneşe bakar, onun da battığını görür, onun da acziyetine şahit olur. Bu şekilde kâinattaki birçok eşyanın sorgulamasını yapar. Sonunda kendisini ancak bütün bunların sahibinin yaratabileceğini düşünür. Böylece tek tanrı inancına yaklaşır. O manevi seviyeye gelince, Allah vahiy göndermeye başlar. Böylece Hz İbrahim’le birlikte tekrar soyut inanç insanlığa öğretilir. Fakat insanlar bir müddet sonra yine sapıtırlar. Hz Yakup, Hz Yusuf gibi peygamberlerle tekrar soyut inanç hatırlatılır. Fakat bir dönem yine insanoğlunda somuta tapmaya eğilim başlar, yine yoldan çıkılır. En son olarak Hz Muhammed gönderilir ve tevhid, dinin tam bir tanımlamasını yapar. Artık insanlık bu tanımı değiştiremiyor ve o derece sapamıyor. Hz Peygamber’den sonra ana tema ve inanç bozulmuyor ama tatbikatta sapmalar oluyor. Emeviler, Abbasiler uygulamada saptılar ve sahabelere zulümler yaptılar. Bu konuda Osmanlı öze yakın ve en saygılı uygulamayı gerçekleştirmiştir.

Bu yüzyılda artık insanlık soyutu somut gibi algılama seviyesine ulaşmıştır. Sanal teknolojinin, iletişimin, internetin ortaya çıkması anlamın, mananın somut bir bilgi gibi kıymetli olduğunu göstermiştir. Mesela bankada l milyon dolar hesabı olan biri Elektronik Fon Transferi (EFT) ile başka birinin hesabına 500 bin dolar gönderebilir. Yapılan bu işlem soyut fakat sonucu somuttur. Bilgi çağında insan soyutun somuttan daha kıymetli olduğunu anladı ve gerçek yaratıcı kavramını anlayacak seviyeye geldi, insanoğlu marifetullahı, esma-i hüsnayı anlayacak seviyeye bu çağda ulaştı. Vatikan’da Cevşen’in kıymetli olmasının sebebi, doğru bir Allah tarifinin yapılıyor olmasıdır. Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olamayacağını anlayan zihniyet, Kur’an’daki “doğru Allah tarifini” görünce tatmin oluyor ve kabul ediyor. Cevşen’de ve Kur’an’da tarif edilen birisi ancak kâinatı yaratır ve ona hükmedebilir düşüncesini kabul ediyorlar. Gerçek din arayışında olan Hıristiyanlar, Allah tanımlamasının doğru yapıldığı kitaba bakarak Allah’ı buluyorlar.

Bilimsel metodolojide uygulanan bir yöntem vardır. Bir konuda tez geliştirilirken o konuyla ilgili kavramlar tanımlanır. Din de bilimsel bir kavram olarak ele alınacak olursa, Allah’ın ve peygamberin tanımlanması gerekir. Kim olabileceği, nasıl özelliklere sahip olacağı konusunda tarifler yapılır. “Nasıl bir Allah olursa kâinata hakim olur, insana şah damarından yakın olur?” Bu sorulara cevap ancak tevhid inancında ve soyut anlam boyutunu fark etmekte karşılık bulur. Bir kitabı değerli kılan sebepler nelerdir? Mürekkebi veya kâğıdın kalitesi midir? Kitabı kitap yapan içindeki manadır. Kâinat da bir kitaptır. Kâinatı kâinat yapan da oradaki oksijen, azot, hidrojen, kuşlar, böcekler, çiçekler değil, bunların dizilişindeki, var oluşundaki anlamdır. O anlam Allah’ın varlığını gösterir. Kitabı yazanın amacı oradan anlaşılır. Kâinata anlam boyutuyla bakıldığında, Allah bulunur.

Batı sekülerleşme ile birlikte soyut hedefi ortadan kaldırdı. Onun yerine araba, ev gibi somut hedefler koydu. Daha önceleri kilisenin koyduğu soyut hedefler vardı fakat sapkın bir inançtı. Ruhanileri yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisi olarak gören bir kilise anlayışı ve otoritesi vardı. Bu otoriteye tepki sonucunda laik demokratik hareketler ortaya çıktı. Bu da soyutu tamamen reddedip somutlaşma şeklinde yani materyalizm şeklinde kendini gösterdi. Fakat materyalizm de din ihtiyacına, soyut ihtiyaca cevap veremedi. Bunun sonucunda kör dogmalar ve batıl inançlar yayılmaya başladı. Artık bu sapkınlıkların yerine sağlam inanç tanımlamaları geçmelidir. “Doğru Allah inancı” sorusuna cevap verilmesi gerekir.

Din ayağı ve dil ayağı toplumda doğru tanımlanmazsa o toplum şizofren olur. Din konusu abartılı olursa dini hezeyanlar meydana gelir. Tamamen dini yok sayarsanız bu kez de kendi kutsalını oluşturan, putlara tapan toplumsal şizofrenleşme ortaya çıkar.

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK VE ADALET

Toplumun Kimliği: Kültür

Farklı kültürlerin bir arada yaşamasıyla ilgili bilinç ve istikrar oluşturulması çok önemlidir. Bilgi sosyolojisi, kültürel psikoloji ve psikoanalizdeki gelişmeler kültürün insan hayatındaki önemini daha çok göstermeye başladı. Kültürün temel değerleri ve standartları, toplumun karakterini ve kimliğini oluşturur.

İnsanlarda biyolojik eğilimlere göre 12 tane kişilik tipi vardır. İçe kapanık, dışa dönük, kuşkucu, takıntılı, pasif, agresif, bağımlı şeklinde tanımlanan kişilik türleridir. Kişide bu özelliklerden birçoğu olabilir fakat baskın özelliğe göre tanı konulur. Mesela sosyal normlara uymayan birine antisosyal denir, kendini diğer insanlardan üstün ve özel görene narsist denir. Bir insanda kişilik ne anlam ifade ediyorsa toplumda da kültür o manaya gelir. Kültürel kimlik, toplumun kişiliği gibidir. Sorun çözme stili, problemleri ele alış tarzı, düşünce kalıpları, iletişim tarzı, işbirliği kurma biçimi insanın kişiliğini temsil ettiği gibi kültürün değerleri, standartları da toplumun kimliğini temsil eder.

Toplumsal Kimlikte Özsaygının Önemi

Toplumsal barışı bozan terörle ilgili olarak potansiyel adaylar konusunda araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmalara göre kendi kültürüyle ilgili özsaygısı zedelenmiş kisilerin terörist adayı olduğu ortaya çıkmıştır. İspanya’da Bask’lar üzerinde bu konuda yapılmış çalışmalar bulunmaktadır. İspanya’nın gerçek yerlileri Bask’lardır. İspanya’nın diğer halkları Avrupa’nın diğer bölgelerinden gelip yerleşen insanlardır. Basklılar dilleri farklı ve melez oldukları için fazla dışlanmışlar ve aşağılanmaya maruz kalmışlardır. Bu sebepten dolayı kültürel özsaygıları zarar görmüştür. İspanya empatik iletişimi kullanarak terörle mücadelede başarı sağladı. Bask bölgesindeki melezlerin % 40′ı teröre karışıyor, dağlara kaçıyorlardı. Devlet psikolojik ve sosyolojik araştırmalar yaptı. Bu kişilerin toplum tarafından ötekileştirildiği, dışlandığı, küçük görüldüğü, değer verilmediği anlaşıldı. Bunları kazanıp sisteme katmak için empati yaptılar, kendilerine değer ve önem verildiği hissettirildi. Bu insanları benimsediklerini, küçük görmediklerini göstererek sempatilerini kazandılar. Böylece İspanya’da çok az radikal bir grup olarak kaldılar. Ülke bilimsel yaklaştığı için sorunu çözdü.

İnsanda onur denilen temel özsaygı ihtiyacı vardır. Başkalarının, o insanı tanıyıp saygı duyması anlamına gelir. Değer verilmek, her insanda olan psikososyal bir ihtiyaçtır. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde kendini güvende hissetme temel ihtiyaçlardan birisidir. Daha sonra özsaygı ihtiyacı gelir. Kişi, ana dilini ve derisinin rengini değiştiremez. Bu özelliklerinden dolayı aşağılandığında özsaygısı zedelenir. Özsaygının zedelendiği durumlarda da kişi, ona sebep olan kültüre karşı tepki verir ve negatif duygular hisseder. Negatif duyguların sonucunda da toplumsal barış bozulur. Bu kişilerin ellerinden ekmekleri alınırsa, evlerine baskı yapılırsa, şiddet uygulanırsa, adaletsizliğe uğrarlarsa radikalleşirler ve illegal yollara yönelerek terörist olurlar. Teröristlerin oluşumundaki psikolojik zemine bakıldığında özsaygı ihtiyacının karşılanmadığı ve zedelendiği görülür.

Kültürel  baskı ve  aşağılanmada toplumsal  empatinin önemi çok büyüktür. Mesela aynı mahallede oturan bazı insanlar “çingene” diye aşağılandığında kültürel baskı yapılmış olur. Evlerde anne-babalar direkt çocuklara “bu şekilde hitap et” demeseler bile onların yanında aşağılayarak konuşmaları, çocukları yönlendirir. Çocuklar da mahallede arkadaşlarına o şekilde hitap eder ve kültürel kutuplaşmalar ortaya çıkar. Bu tür sonuçların ortaya çıkmaması için kültürel değerlerle biyolojik farklılıkların dengelenmesi gerekir. Mesela zencilere aşağı kültür diyerek biyolojik farklılıklara kültürel anlam yüklendiği zaman sosyal barışa zarar verilmiş olur. Bu tür sonuçların olmaması için çok kültürlülükte, kültürel psikoloji ve bilgi sosyolojisi arasındaki ilişkiyi bilimsel gelişmelere göre yeniden tanımlamak gerekir. Bunun için adalet teorisi arayışları başlamıştır.

 

İdeal Adalet Teorisi

Ahlaki homojenliğin evrenselleştirilmesine “ideal adalet” denir. Küresel ahlak ve küresel barış için küresel adaletin olması gerekir. Kültürün ahlaki ve siyasi boyutları vardır. Kültüre hem ahlaki açıdan hem de siyasi açıdan, yeni şeyler üreten keşfedici rol vermek gerekir. Günümüzde biyolojinin adaleti ile insanın adaleti örtüşmüyor. Bu iki farklı adalet arasında denge kurulmalıdır. Kültürün, biyolojiye saygı duyarak bir adalet geliştirmesi gerekir. Biyolojik doğa ile adalet arasındaki ilişki Darwinizm ile tekrar tanımlandı. Liberal filozoflardan John Stuart Mili, “Kültürler yarışırlar ve güç kaynakları için savaşırlar” der. Darwinizm’den etkilenen bu görüşe göre birinin galip gelmesi diğerinin parçalanmasına neden olur. Kültürler savaşında birisi başarılı olursa diğerleri parçalanmak zorundadır. Böylece üstün kültürün sabit değerleri kabul edilir. Bu tezin günümüzdeki temsilcisi Samuel Huntington, Amerikan kültürünü üstün kültür olarak görür ve insanların bu üstün kültüre benzemeleri gerektiğini savunur. Hatta Türkiye için yorumda bulunarak Cumhuriyetle birlikte kültürel değişim talebine Kemalizm der. Fakat Kemalizm’in kültür değiştirme projesinin başarılı olamadığı iddiasında bulunur. “Bizim kültürümüze benzemeye çalışması doğruydu fakat bu doğruyu yapamadı” yorumunu yaparak kendi kültürünü üstün görme ve diğerlerini kendine benzetme anlayışını dile getirir. Bu görüş çok kültürlü adalet anlayışına uymaz.

Artık çok kültürlülüğün adil paylaşım içersinde yaşaması konusu tartışılmaya başlandı. A kültürünün B kültür ile yarışması ve ona galip gelmesi değil, kültürlerin birbirini tamamlaması tarzında yaklaşılmaktadır. Kültürler ve insanlar arasında, barışçıl bir yarışın olması gerektiği anlaşıldı. Kültürler arasındaki yarış barışçıl olarak ele alınırsa adalet ve özsaygı dengesi kurulabilir. Fakat insanlar arasındaki yarış rekabetçi, barışçıl olmayan, kendini üstün görerek başkalarını yok etmeyi amaçlayan bir yarış haline gelirse, bu durum kültürler savaşına neden olur.

Darwin’le birlikte tek tanrılı dinlerin getirdiği adalet anlayışı değiştirildi ve pagan kültürünün adalet anlayışı getirilmeye çalışıldı. Anıtkabirin akropolis gibi inşa edilmesi de bu kültürü yücelttiklerinin göstergesidir. Roma döneminde pagan kültürünün baskısı ve adaletsizliği vardı. Zayıfların, kadınların ve Romalı olmayan herkesin köle olduğu, alıp satıldığı, kölelerin alın teri ve çilesiyle tapınakların ve Roma heykellerinin oluşturulduğu bir dönemdi. Aynı şekilde Mısır’da piramitlerin yapılması sırasında, çalışan köleler konuşup vakit harcamasın diye dilleri kesilmiştir. Bu ülkelerde çok güçlü ve silahlı ordular bulunurdu. Böyle bir anda tek sermayesi kültür olan peygamberler ortaya çıktı. Hz. İsa dostluk, kardeşlik ve yardımlaşmayı düstur edindi ve 11 taraftarı olduktan sonra vefat etti. Fakat teorisi o kadar iyi tuttu ki yaptığı küresel değişim ile 300 sene sonra bütün Roma Hıristiyan oldu. Bunun gücü silahtan değil, kültür ve inançtan geliyordu. Çünkü din de kültürün önemli ayaklarından biridir. Kültürel değişim toplumsal değişime neden olur. Toplumsal barışın olup olmaması kültür tanımlamasıyla yakından ilgilidir. İnsan bir kültürün üyesi olduğu zaman, hem algısal hem de ahlaki dünyaya bakışını tanımlamış olur. Hangi kültüre mensupsa onun ahlaki ve algısal bakışıyla o kültürün çerçevesinden bakar, ona göre anlam katar ve ona göre yeni anlamlar bulur.

Sömürgecilikte Uygulanan Kültür Baskısı

Özgürlük bağımsızlığın temelini oluşturur. Hindistan’daki kast sisteminde ve sömürgecilik döneminde Avrupa’nın Afrika’daki devletlerini sömürge altına almak için uyguladığı metotta dini duygular istismar edildi. Tanrı’nın, diğer kültürleri gelişmiş ulusların egemenliği altına girmelerini, eğer kendi istekleriyle olmazsa fethedileceklerini emrettiği, telkinleri yapıldı. Bu sömürgeciliği meşrulaştırmak için yapılmış bir plandı. Bu meşrulaştırma çabalarının sonucunda misyonerlik faaliyetleri iyice arttı. Bu konuda Kenya Cumhurbaşkanı Jomo Kenyatta şu sözleri söylemiştir: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde ise bizim topraklarımız vardı.” Sömürgecilikte din bu şekilde kullanılmıştır.

Her kültür ayrı bir yaşam biçimini temsil eder. Yeme, içme, oturma, kalkma gibi davranışlar her kültürde farklılıklar gösterir. İnsanlar üstünde kültürel baskı oluşmaması için “Benim kültürüm en üstündür, benim gibi düşünmeyen aşağıdır” gibi bir durum karşı tarafta özsaygıyı zedeler ve toplumsal barışa gölge düşürür. Bu davranış yerine herkes kendisinin ve karşısındakinin kültürünü, karakterini ve yaşam tercihini ayrı ayrı kabul edip böyle bir algıyı biçimlendirirse farklı kültürden birisi geldiği zaman düşman askeri geliyor duygusuna kapılmaz. Mesela İslamofobinin arkasında bu korku vardır. İslam’ın getirdiği kültürel yaşam biçimini benimsemeyen kişiler, dindar görünümlü birisi karşısında kendilerine kâfir denildiği hissine kapılıyorlar. Bu yanlış algılama biçimi nedeniyle kültürel baskı yapılıyor.

Kültür Algıyı Biçimlendiriyor

Kültür, kişinin algısını biçimlendiriyor. Bunun aşılması ancak adaletin kültür içinde birinci erdem olmasıyla mümkündür. Aynı kültüre mensup kişilerde aidiyet hissi oluşur. O kültürün sembolleriyle özdeşlesin Bu durum da insanın mutluluğuna ve istikrarlı toplum hayatına katkı sağlar.

Baskın kültürün sabiteleri vardır ve o sabiteler üstün olarak kabul edilir. Dünyada Hollywood kültürü baskın kültürdür. Popüler kültür olarak bütün dünyada sinema, televizyon, gazete gibi medya yoluyla propagandası yapılmaktadır. Arkasında ekonomik ve propaganda gücü olan bu kültür kendine benzetmek için yeme zevkini, kıyafet zevkini değiştirmeye çalışır. Böylece daha fazla blucin satacak, daha fazla fastfood zincirleri açarak dünya ekonomisini elinde tutacaktır. Kültürün psikolojik savaş gibi siyasi ve ekonomik kullanılması söz konusudur. Üstün kültür böyle durumlarda eşit olmayan oyun alanları oluşturur. Futbolu ortaya çıkartır, bir oyun alanı açar. Çizgi film çıkartır, başka bir oyun alanı açar. Bunun gibi vasıtalarla bütün dünyanın kültürel eğlence standartlarını belirler. Bunların hepsi baskın kültürün üstünlükleridir ve bu da adil bir rekabet doğurmaz.

Baskın Kültür Kendi Hayat Tarzını Diretiyor

İnsanı zorla değiştirmenin yanı sıra överek değiştirmek de vardır. Överek değiştirmede, zevk tuzakları oluşturup, insanları kendi savaş alanlarına çekip o tuzaklara düşürerek zevke alıştırmak söz konusudur. Baskın kültür kültürünü kabul ettirebilmek için kendi kültürel ödül-ceza sistemini oluşturur. Ödül sisteminde nasıl ünlü ve zengin olacağının şeklini anlatır. Başarılı olmak için kapitalist olunması gerektiğinin empozesini yapar. İnsanların hedeflerini değiştirir.

İnsan hayatında hedefin ne olduğu çok önemlidir. Hayat serüveninde ilerlerken iyi bir insan mı yoksa başarılı olmak mı doğru hedeftir? Hedef, iyi bir insan olmaksa, başarılı olmak veya olmamak bu yolda ilerlerken ara hedeflerden biri olur. İnsanın vardığı değil, hedeflediği nokta önemlidir. Sosyal adaletin sağlanması ve kültürler arasında adil rekabetin olması için bu hedefin verilmesi gerekir. Adil rekabet ve alternatif yaşam biçimlerine karşı özgür olunmasına serbest fikir piyasası, serbest kültür piyasası denir. Her kültürün kültürel çeşitliliğini sunabilmesi için demokratik çoğulculuk olması gerekir. Her kültürel tercih saygıdeğer, eşsiz, biricik, özeldir. Biri diğerinden üstün değildir. Avustralya’daki Aborjinler, Amerika’daki Moon Tarikatı gibi gruplar teknolojiyi ve medeniyetin bazı gereklerini reddediyorlar. Bu kültürleri zorla değiştirmeye veya yok etmeye gerek kalmadan zaman içinde yok olacaklardır. Taliban tarzı gruplar modern fen bilimlerini öğrenmiyorlar. Elektriği kullanma gibi çağın temel ihtiyaçlarını ve teknolojiyi reddettikleri için geriye sadece kendi kültürleriyle dini birleştiren ve şiddetle sonuç almaya dayanan bir yol kalıyor. Böylece İslam dinindeki cihad gibi bazı kavramlar da Avrupalılar tarafından yanlış tanımlanıyor. Hıristiyanların ve oryantalistlerin birçoğu cihadı kutsal savaş olarak kabul ediyor. Hâlbuki cihadın büyük ve küçük cihad gibi maddi ve manevi ayrımı vardır. Büyük cihadın, kişinin iç dünyasındaki arzu ve istekleriyle, nefsiyle yapıldığı, küçük cihadın ise dış düşmanlara karşı yapıldığı bilinmiyor. Bu sebepten dolayı Kuran-ı Kerim’in şiddeti onayladığı ve İslam coğrafyasında şiddetin yöntem olarak benimsendiği önyargısı mevcuttur. Batı da bu önyargıdan dolayı bu coğrafyaya şiddetle hakim olarak demokrasiyi kurma yoluna yöneliyor.

Batı Kültürünün Hastalıkları

Her kültürün karakterini gösteren baskın ruhu vardır. Doğu kültürünün baskın ruhu yardımlaşma, paylaşma olarak ön plana çıkarken, batı kültüründe bireysellik olarak göze çarpar. Kültürel farklılıkları baskın ruh oluşturur. Batı kültürünün kötü hastalıklarının arttığı görülmeye başlandı. Bu hastalıklardan biri benmerkezciliktir. Bireysellik benmerkezcilikle karıştırılmaktadır. Batılı, hastalanan eşine, yaşlanan annesine babasına, 15 yaşına gelen çocuğuna karşı görevlerini yapmayı bırakıp devletin ilgilenmesini bekler, dünyaya bir kez geldiğini ve konforunu düşünen, mutlu olmak için canının istediğinin yapılması taraftarı olan bencil bir zihniyete sahiptir.

Batı kültürünün başka bir hastalığı da hedonizmdir. Batının kültürel bir değeri olan hedonizm yaşam amacını zevklerin tatmini olarak görür. Freud’dan etkilenen bu görüş insanın varoluşunu haz peşinde koşmaya bağladı. Cinsel haz da hazların en doruğu olduğu için ana motor olarak kabul edildi. Sevgi dahil her şey bu hazdan türemiştir diyerek her şeyi cinselliğin alt katmanı olarak kabul etmiş, cinselliğe indirgemişlerdir. Cinsel tatmin olduğu zaman mutlu olunacağı ve ruhsal hastalıkların düzelmesinin ancak cinselliğin yoğun yaşanmasıyla mümkün olacağı savunuldu. Hedonizm zevkçiliğin sonucunda ortaya çıktı.

Batının diğer bir hastalığı da yalnızlıktır. Bencil, zevk peşinde koşan insanlarda empati gerilir ve yardımlaşma zayıflar. Böyle durumlarda da insanlar yalnız kalır. İnsan sosyal bir varlık olarak düşünülmediği için özellikle üretkenliğin bittiği dönemde yalnız kalır. Parası ve gücü olanların etrafında insanlar bulunurken, olmayanların çevresinde kimse yoktur. Aynı durum kadınlar için de geçerlidir, çekiciliği olduğu zaman etrafında var olan insanlar, kadının çekiciliği kalmadığı an onu terk ederler. Bu nedenle batıda yalnızlık ihtiyacı hayvanlarla giderilmektedir. Vergi gelirlerinden anlaşıldığına göre Hollanda’da nüfusa kayıtlı köpek sayısı insan nüfusuna eşittir. Batı kültürünün ciddi şekilde değiştiği ve evlat sevgisinin bu şekilde giderildiği görülmektedir. Batı kültürü standartlarını bu şekilde belirler.

Çok Kültürlülükte Ortak İlgi Alanları

Bir kültürde adalet varsa toplumda insanlar arasında ortak ilgi alanları oluşur çünkü bireyler kendilerini ait hissederler. Mesela bir kimse bir yere ziyarete gittiğinde, davetlilerin hepsine pasta verilirken o kişiye verilmezse orada aidiyet hissi zayıflar, kendini aşağılanmış, dışlanmış gibi hisseder ve ortak ilgi alanı kalmaz. Kişi bir an önce oradan çıkıp uzaklaşmak ister. Bu örnekte olduğu gibi ortak ilgi alanları ve ortak dil oluşmalıdır. Bunun sonucunda da toplumda ortak kültür oluşur. Ortak ilgi, ortak dil ve ortak kültürün oluşması için o toplumda adaletin olması gerekir. Böylece ortak işbirliği alışkanlığı da oluşur. Adalet, sadece mahkemelerde uygulanan bir kavram olarak görülmektedir. Modernizmin getirdiği bu yanlış anlayış, sadece yasaların düzenlediği bir menfaat paylaşımı olarak görüldü. Hâlbuki adalet sadece yasaların değil vicdanların ve ahlaki değerlerin de düzenlendiği standart hukuk anlayışıdır.

 

Dış hukuk

İnsanın dış sorumluluklarını, düzenleyen yasalara ve hukuk kurallarına dış hukuk denir. Trafik kurallarına uymak, yalan söylememek, hırsızlık yapmamak gibi düzenlemeler dış hukukun dahilindedir.

 

İç hukuk

Hiç kimse yokken hırsızlık yapmamak, yine hiç kimse yokken yalan söylememek, bir prensip için menfaati reddedebilmek, herhangi bir avantaj için ilkeli davranabilmek iç hukukun tanımı içine girer. Vicdani hukuk da denilen iç hukukun mahiyetini ahlak oluşturur, insandaki vicdani standart hesap verme duygusunu geliştirir. Batı kültürü ahlakın güncelliğini kaldırdığı için iç hukuka zarar vermiş ve insanların adalet içinde yaşamasını bozmuş ve insanların yalnızlaşmasına sebep olmuştur. Ortak ilgi alanı, ortak dil ve ortak kültür azalmış, sadece eğlence için bir araya gelen insanlar haline dönüşmüşlerdir. Fedakârlık yapılması gerektiği zaman kaçınan karakterler haline gelmişlerdir. Yine modernizm, ahlakın ekonomik hareketliliği azalttığı, işletim maliyetini artırdığı, insanları tembelliğe ittiği ve yarışmacılığa zarar verdiğini savunur. İnsanın doğuştan ahlaklı olduğunu ve bu yüzden ahlaka ihtiyacı olmadığını savunan batı kültürü, evrensel ahlak tanımlaması düzenleyemedi fakat bu tanımı değişikliğe uğrattı. Bu değişikliğin sonucunda da ahlakın siyasi hayatı düzenlemesi yapılamadığı için güçlü olanın zayıf olanı yutması başladı.

Biyolojik Adalet

Adaletin olmadığı yerde işbirliği alışkanlığı ve karşılıklı bağlılık oluşmamaktadır. Kültürün oluşmasında adaletin büyük önemi vardır. Adaletle ilgili algısal ve ahlaki standartlar kültürde birinci erdem olarak yer alır. Bu da sosyal adaleti oluşturur. 1960′lı, 1970′li yıllardaki sosyal adalet kavramı ile şu andaki biyoloji bilminin getirdiği sosyal adaleti iyi ayırt etmek gerekir. Sosyal beyin çalışmalarının öngördüğü bir sosyal adalet sistemi vardır. Biyolojiden bağımsız olarak adalet sistemini tanımlamak insana terstir. Biyolojideki adalet sisteminin önemini gösteren, çocuklar üzerinde yapılmış bir deney vardır. 4-5 yaş anaokulu çocuklarına 4′er tane çikolata dağıtılır. Bütün çocuklar alır ve yerler, hiçbir sorun çıkmaz. Daha sonra aynı gruptaki çocuklara birine l, birine 3, birine 6 çikolata verilir. Fakat bu kez çocuklar arasında kavga çıkar. Bu deney adil paylaşımın biyolojik olarak insan genlerinde kodlandığı tezini destekler. İnsan diğer canlılardan farklı olarak adil paylaşımda kendini güvende hisseder. Adil paylaşım olduğu zaman sosyal ilgisini, sosyal temasını artırır. Adalet böylece sosyalleşmeye katkı sağlamış olur.

Psikososyal Sermaye

Toplumlarda yazılı hukukun dışında töreler, gelenekler gibi dış kontrol güçleri vardır. Sosyal baskı, mahalle baskısı gibi kavramlar yazılı olmayan toplum kontrolünü sağlayan dış kontrol güçleridir. Mesela pijamayla sokakta dolaşılmaz diye yazılı bir kural yoktur ama kimse o şekilde dışarı çıkmaz.

İç kontrolde ise, insanın vicdani standartlar sistemini oluşturan sözünde durmak, yalan söylememek, dürüst, çalışkan olmak, insanları sevmek, fedakârlık, yardım severlik, alçak gönüllülük gibi psikososyal sermayedeki değerler mevcuttur. Yaşlı birisi yolda giderken düştüğü zaman sosyal sermayesi yüksek bir toplumda hemen birileri gelir yardım eder. Fakat sosyal sermayesi düşük toplumlarda kişiler kendi işlerini bahane ederek ilgilenmezler. Bu değerlerden yoksun batı için bunlar çok büyük fark oluşturur. Batı parasal olarak zengin ama sosyal sermaye açısından yoksun, doğu parasal olarak fakir ama sosyal sermayesi yüksektir. Bu sebepten dolayı ekonomik krizler batı ve doğuyu farklı etkilemektedir. Kriz zamanlarında batıda intiharlar gibi çok şiddetli sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Doğu toplumlarında sosyal sermaye, aile dayanışması, rahatlatıcı ve olumlu destekleyicilerle kriz daha rahat aşılmaktadır. Sosyal sermaye kolay elde edilmez, zamanla ve birikim sonucunda ortaya çıkar. Bir insanın yardımsever olabilmesi için çocukluğundan beri toplumda o şekilde yönlendirilmesi gerekir. Bir kişi 40 yaşına kadar cimriyse birden bire cömert olamaz, bunu başarabilmek çok zor bir iştir. İnsanın zihinsel olarak kendini değiştirmesine inkılab-ı ruhi denir. Ruhi bir devrim anlamına gelen bu özellik, özel yetenekleri, zihinsel farkındalıkları olan insanlarda vardır. Özeleştiri, kendini sorgulama becerisi olan insanlar kendilerini düzeltir ve değiştirebilirler. Değişimin önündeki en büyük engel ise ben merkezliliktir. İnsanoğlu bütün iyilikleri bir odaya doldursa, bütün kötülükleri de bir odaya doldursa kötülüklerin odasını büyüklük hastalığı açar. iyiliklerin kapısının anahtarı da tevazudur. Anahtar bir erdem olan tevazu, sosyal sermayenin kapısını açar. Bu olmazsa diğer değerleri elde etmek zordur. İnsandaki gurur, kibir, üstünlük duygusu kişinin kendi kusurlarını görmesini ve gelişmesini engeller. Bir işyerindeki kusurlar görülmediği zaman düzeltilemezse, insanın iç dünyasındaki birikmiş sermayesindeki hatalar temizlenemezse, o kişi zenginleşemez. Sosyal sermayenin zenginleştirilmesi için kişinin kültürel stilini belirlemesi gerekir.

 

Alternatif Yaşamlara Karşı Adil Olmak

Alternatif yaşam biçimlerine karşı adil olabilmek çok önemli konulardandır. Yaşam biçimlerinden olan laiklik, dindarlık, liberallik çatışması en çok karşılaşılan konulardandır. Bu konu değerlendirilirken psikolojik analiz yapmak önemlidir. Liberalim diyen bir insan her anında liberal midir? Liberal bir partinin başkanı olan biri, evinde eşine karşı liberal olmayabiliyor. Laik olduğunu iddia eden bir insan hayatının her anında laik midir? Bu kişi yatarken dua ediyorsa laik midir? Dindar bir insan, hayatının her anında dindar mıdır?

Dindarım diyen bir insan da hayatının her anında dindar olamayabiliyor, ticaret esnasında dindar olduğunu unutarak kapitalist gibi aç gözlü, doyumsuz, hırslı olabiliyor. Bu sebeplerden dolayı bu yaşam biçimleri arasında kesin sınırlar yoktur. Alternatif yaşam biçimlerine karşı adil olunması için farklı grupların karşılıklı, birlikte yaşaması gerekir. Birlikte yaşama sırasında hatalar yapılır, tartışılır ve aşılır. Böylece ortak ilgi alanları olan ortak dil, ortak kültür, ortak işbirliği alışkanlığı, ortak savaş alanı ve karşılıklı bağlılık oluşur. Bunun sonucunda ortak kültür ortaya çıkar ve kültürlerin adil paylaşımı söz konusu olur. Ortak kültürün oluşması için insanların muhakkak yatay temas içinde olması gerekir. Hiyerarşi ve iş ilişkisi dışındaki, sosyal festivaller, eğlenceler, spor yarışmaları, komşuluk ilişkileri gibi sosyal ve yatay temaslar çok kültürlü toplumlarla birlikte yaşama alışkanlığı kazanır ve bu tecrübe sonucunda birlikte yaşama bilinci oluşur. Mesela Amerika’daki zenci ve beyazların birlikte yaşama alışkanlığı kazanmalarına Hollywood filmleri büyük hizmet etmiştir.

Bir filmde zenci ve beyaz polise mesai arkadaşlığı yaptırılması, onların birlikte aynı büroda günlerini geçirmesi, hatta birbirlerine aşık olması gibi temasları sonucunda iki insanın da birbirinden farklı olmadığı ortaya çıkar. Böylece birlikte yaşama alışkanlığı kazanılır, önyargılar kalkar ve kültürel ortak bir dil oluşur. Başka bir örnek de dindar ve laik insanlar arasında yaşanmaktadır. Taliban görünüşlü biri otobüse bindiğinde, bazı dindar olmayan kişiler nefretle bakar. Bu dindar kişi de nefretle bakan bu insanları düşman gibi gördüğü için bu haliyle dininin azametini ve haşyetini gösterdiğini düşünür. Bu kişinin düşüncesi ve tavrı, kafasındaki zihin haritasının yanlış olduğunu göstermektedir. Düşman olarak gördüğü insanların çoğunluğuna gerçek din öğretilmemiştir. Bu insanları düşman olarak görmek değil iyi niyetle diyalog kurmaya çalışmak gerekir. İlk başka reddedilecektir ama çaba göstermeye devam edilirse direnç, önyargıları kıracaktır. Böylece sosyal temas gerçekleşecektir.

Sosyal Temasa Engel Olma

Kültürler arasındaki sosyal temasa engel olmak için kavgalar çıkartılır. Çünkü birbiriyle temas kuran kültürler arasında etkilenme başlar. Kültürler arasında kavga çıkartılarak laik-antilaik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt bloklaşması yapılır. Fitne-fesat komitesi mantığı içinde olanlar bu bloklar arasındaki temasa engel olup menfaatlerinin sürmesi peşindedirler. Bu menfaat oyununa karşı çıkacak tek çare diyalogdur. Kültürler arasında diyalog olduğunda birlikte yaşama bilinci oluşur ve alışkanlığa dönüşür. Yıllarca hiçbir sorun çıkmadan yaşayan Türk ve Kürt kavimleri birden bire sorunlar yaşamaya başlar. İlk sorunu başlatan, daha önce bildiği halde karşısındakinin Kürt olduğunun farkına varır ve kendi kimliğini savunmaya kalkışır. Böylece çatışma çıkar. Daha önce hiçbir problemin olmamasının sebebi Kürt kimliğinde olanı da kendi gibi kabul etmesindendir. Kürt veya Ermeni kimliğindeki kişileri asimile ederek ve kendine benzetmeye çalışarak değil, onları öylece kabul ederek birlikte yaşamayı başarmak gerekir. Farklı bir kimliği anlamak yerine onu kendine benzetmeye çalışma çabasının içersinde empati bulunmaz. Herkes karşısındaki kimliği değiştirmeden, olduğu gibi kabul ederek yaşam tecrübesi oluşturursa, toplumsal adalet oluşur. Osmanlı döneminde birlikte yaşama bilinci gerçekleşmiştir. Ermeni komşular Ramazan ayında Müslümanları iftara davet etmişler, Müslümanlar da onların özel günlerine saygı göstermişlerdir. Toplumsal işbirliği alışkanlığını gerçekleştirmişlerdir.

Fakat Türkiye’de bu işbirliği yapılmıyor, “kafasını eze eze hallederiz” tarzında bir yaklaşım devam ettiği için terör sorunu çözülemiyor. Teröristler yok edildi, onların yakınlarının düşmanlığı kazanıldı, intikam almak için dağa çıkanların sayısı arttı. Bütün o bölgedeki insanların düşmanlığı kazanıldı. Bask gerillalarında kullanılan yöntemin Türkiye’de de kullanılması gerekirdi.

Bu durum da terörle mücadelede empatinin önemini göstermektedir. O bölgedeki insanlarla iletişime geçip, babanın, çocuğun başını okşar tarzda bir yaklaşımla ona değer verildiğini hissettirip sistemin parçası haline getirilmesi gerekir. Buyurgan tarzdan vazgeçip eşitler ilişkisi kurulduğunda sorun çözülecektir.

Biyolojik Doğa Çoğulculuğu İspat Ediyor

Biyolojik doğa bütün canlı türlerinde çoğulculuğu gösterir. Bir dağda binlerce çeşit çiçek vardır. Bir elmanın onlarca çeşidi vardır. Hiçbir insanın karakteri diğerine benzemez. Bir insanın DNA’sı diğer bir insanın DNA’sına benzemez. Proteinlerin dizilimi farklı olduğu için parmak izine kadar her şey farklılaşır. Bu çeşitlilik doğanın özelliği olduğu için yaratıcı da evreni yaratırken insanları özgür bırakmıştır. Hatta kendisine kafa tutma özgürlüğü bile vermiştir. İnsana tanınan özgürlükler yetenekleri geliştirir ve daha mutlu yaşamalarını sağlar.

Biyolojinin verdiği özgürlüğün ve çoğulculuğun insanların yeteneklerinin gelişmesi ve birlikte yaşanması için toplumlarda da olması gerekir. Birlikte yaşanmayı başarabilmeleri için birlikte denge kurulması gerekir. Doğada da müthiş bir denge vardır. Mesela ayrık otu ile çiçekler arasında rekabet varmış gibi gözükür. Yine yazın tek çiçek her tarafı kaplar, sadece bunun yetiştiği, diğerlerini yuttuğu düşünülür. Ama sıcaklık sıfırın altına düştüğü zaman ona dayanıklı flora gelişir. Biyolojinin bu standartlarına uyulduğu zaman denge oluşur. Ama bir ilaç geliştirilip tohumlar yok edildiğinde denge bozulur. Doğadaki böcekler yok edildiğinde onlarla beslenen kuşlar da aç kaldıkları için yok olurlar. Aynı şekilde toplumlarda da bir ırk veya kültür yok edildiği zaman ya da kültürler savaşma teşvik edildiği zaman kültürlerin yok olmasıyla birlikte dengeler de bozulur. Bu sebepten dolayı çoğulculuk evrendeki biyolojik yasalara ve insanın doğasına uygundur.

 

Laiklik Yaşam Tarzı mı?

Laik kelimesi Türkiye’de tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Bu kelime bir yaşam tarzı tanımlaması değil, yönetim biçimi tanımlamasıdır. Laiklik, bütün farklı dinlerin ve farklı kültürlerin birlikte yaşamasını sağlayan yönetim biçimidir. Laik yaşam tarzı diye bir kavram, yaşam tarzlarına eşit duran bir yaşam tarzı için geçerli olur. Kendi ideolojisi olan laikliktir. Bu nedenle ancak yönetim biçimi olabilir. Laiklik bir din alternatifi değildir. Materyalist yaşam tarzına laiklik dediğimizde bir yaşam tarzını seçmiş tarafsız olmayan laiklik ortaya çıkar. Laiklik yaşam tarzı olarak iddia edilirse şehitlik kavramının veya cenaze namazının açıklaması yapılamaz. Eğer laiklik yaşam tarzı ise çocuğuna dinini öğretmeye çalışan laiklikten çıkıyor anlamına mı gelir? Bu çelişkiler laikliğin yaşam tarzı olmadığını gösterir.

Sekülerlik bir yaşam tarzıdır ve dünyevilik anlamı taşır. Kişi bir yaratıcının varlığını kabul etmeyebilir, ölümden sonraki hayatı yok sayar, hesap vermeyi kabul etmeyebilir ve yaşam biçimini ona göre kurar. Bu bir tercih meselesidir. Bir insanın sekülerliği tercih etmesi gibi dindar olma özgürlüğünün de olması gerekir. Bir subayın, bir polisin, bir devlet memurunun, kadının, erkeğin, herkesin dindar olma hakkı vardır. Böyle bir hakkın verilmesi gerekir ama bu hakkın siyasi bir amaçla kullanılmamasına hassasiyet gösterilmesi önemlidir. Bu hakkın siyasi rant elde edilecek şekilde kullanılması kavga nedenidir. Örneğin herkesin bir futbol takımını tutma özgürlüğü vardır. Bir kişiyi Galatasaraylı olmaya zorlamak kavga çıkmasına neden olur. Herkesin tercihine saygı duymak gerekir. Bu, farklılığı ve çoğulculuğu oluşturur ve hayatı daha sevimli ve çekici hale getirir. Biyolojinin doğası da bunu gerektirir.

 

Din, Gönüllü Bağlılıkla Yaşanır

Türkiye’de laik ve antilaik kesim arasında işbirliği alışkanlıkları geliştirilse ortak bir dil ortaya çıkar ve birlikte yaşamak başarılmış olur. Alkol almak isteyen birinin elinden içkisi alınmaya çalışıldığında rahatsız olduğu gibi, alışveriş merkezine giden dindar birisinin de ibadet yeri bulamaması aynı derecede rahatsızlık vericidir. Her ikisinin de ihtiyacının normal karşılanacağı birlikte yaşama tarzı her iki tarafı da güvende hissettirir. Ortaçağ’daki gibi tek tip dindarlık ve tek tip yaşam anlayışının sorgulanması gerekir. Dindarlaşma devlet yoluyla değil, dine gönüllü bağlılık yoluyla oluşmalıdır. Suudi Arabistan ve Afganistan’daki dine otoriter bir bağlılık oluşturmaya çalışmak, ibadet etmeyeni dövmek münafıklığı teşvik eder. Felsefe olarak kabul edip ama yaşam tarzını uygulamayanlara zorla yaptırmaya çalışmak da zararlıdır. Felsefe olarak da kabul etmeyen fakat saldırganlığı ve zarar vericiliği olmayan kimselere müdahale edilmemesi gerekir. Dini uygulamada iyi niyetli de olsa zorlama yapmak karşı tarafın kendini kötü hissetmesine sebep olur. Baskı yapıldığını düşünerek değiştirilmeye çalışıldığına inanır.

Bir fikir telkin edileceği zaman metodunun iyi belirlenmesi gerekir. Dürüst davranmak, sözünde durmak, emane­ti korumak gibi davranışlarla gösterilen hayat tarzı insanlar üzerinde çok daha etkili olur. Mesela bazı ailelerde çocuklar 15 yaşına kadar bütün duaları okurlar, 5 vakit namazı kılarlar. Fakat benimsemeden, anne-baba baskısıyla yapıldığı için ergenlik döneminde ters bir yöne döner. O inancın uygulamasını severek yapmadığı için içselleştiremez. Ailenin sevgisini kaybetmemek için yapar fakat otorite kalktığı zaman ters role girer. İkna edilmezse Darvvinizm gibi karşıt düşüncelerle karşılaştığında inancım terk eder. Bu durumda anne baba çocuğuna dinini nasıl öğretecek? Buyurgan bir tavra girmeden, sevdirerek, ikna ederek, yapabildiği kadarını destekleyerek teşvik edildiğinde, belki çocuk az yapabilir fakat devamlı ve kalıcı olur.

 

Dinde Aklı İkna Etme Metodu

Bir insanın geçmişte yaşadığı şok bir olay, bir travma varsa o olayı kazanım haline dönüştürmek için rasyonalize etmek gerekir. Mesela bir ölüm yaşandığı zaman beyin mantıksal bir çözüm üretir, olayı rasyonalize eder, o konuyla ilgili dosyayı bitirir ve kapatır. Eğer konu çözümlenmezse dosya beyinde açık kalır. Mesela bilgisayarın masaüstündeki dosyalar açık kaldığı zaman bilgisayarın çalışması yavaşlar ve verimi düşer. Bir olay hakkında insan beyni ikna olmadığı zaman veya takliden inandığı zaman akıl onaylamadığı için o konu ucu açık bir yara gibi durur, mikrop kapar ve hastalık haline dönüşür. Hâlbuki o konu akla uygun hale getirildiği, mantıksal çözüm üretildiği zaman o kişi izin vermediği müddetçe o dosyaya dışarıdan bir şey giremez. Tahkiki iman, beyinde çözülmüş, kapatılmış, şifrelenmiş bir dosyadır. Tahkiki iman beynin çalışma mekanizmasına en uygun modeldir. Akılla birlikte kalp ve duygular da ön plana çıkmalıdır. Tasavvufla uğraşanlar aklı geri planda tutup kalbi öne çıkarmışlardır. Bir toplumda aklı şaşırtacak vesveseler yoksa, kalbi metotla gitmek insanın daha hızlı ilerlemesine vesile olur. Eski çağlarda aklı karıştıracak çok fazla etken yoktu fakat çağımızda bilim ilerledikçe şeytanın baştan çıkarıcı materyali çoğalmıştır.

Çocuklara dini öğretmede önemli yollardan biri saygı, utanma ve acıma duygusunu güçlendirmektir. Edepli ve saygılı bir çocuk yanlış yola girse bile döner. Çünkü bu öğretilen kavramlar anahtar değerlerdir. Fakat vicdan, utanma ve Allah’a hesap verme duygusu gibi değerler yok edildiği zaman “din yanlışmış” düşüncesi artar. Utanma, merhamet, acıma duygusu bilimsel olarak doğruymuş, denildiğinde “din doğruymuş” onayı verilir. Ama din bu değerleri savunduğunda önyargılar oluşur. Bu önyargılar da merhamet kavramını kapsayan empatiyle yok edilir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KURBAN BAYRAMLAŞMA VE MEZAR ADABI

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Zilhicce’nin ilk dokuz günü oruç tutana, her günü için bir yıllık oruç sevabı verilir.” buyurarak aslında ömrünü bereketli bir zeminde geçirmek isteyenler için ne kadar paha biçilmez fırsatların olduğuna işaret buyuruyor.

Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her ayın ilk pazartesi ve Perşembe günleri olmak üzere üç gün oruç tutardı.”[204]

Hafsa annemiz der ki: “Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem dört şeyi terk etmezdi. Aşure günü orucu, zilhiccenin on günü orucu, her ay üç gün orucu ve sabahın iki rekat sünneti.”[205]

Hadisteki”..on gün orucu..”ifadesinden maksat dokuz gündür. Çünkü onuncu gün Kurban Bayramı’dır.[206]Kurban Bayramı günü oruç tutmak haramdır. Zilhiccenin başında dokuz gün oruç tutmak müstehaptır.

Ebu’d-Derda radıyallahu anh Zilhicce ayının önemini söyle anlatıyor:

“Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli, çok dua ve istiğfar etmelidir. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bu on günün hayır ve bereketinden mahrum kalana yazıklar olsun” buyurdu.

“Zilhicce’nin ilk dokuz günü oruç tutanın, ömrü bereketli olur, malı çoğalır, çocuğu belâlardan korunur, günahları affedilir, iyiliklerine kat kat sevab verilir, ölüm anında ruhunu kolay teslim eder, kabri aydınlanır, Mizan’da sevabı ağır basar ve cennette yüksek derecelere kavuşur.”[207]

Bu kadar mübarek gecelerde, insana daha çok sevaplar kazandıracak şifreli ifadelere de ihtiyaç vardır. Ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize,

“Allah indinde Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde teşbihi (Sübhanallah), tahmidi (Elhamdülillah); tehlili (La ilahe illallah); ve tekbiri (tekbir ise Allahü Ekber demektir.) çok söyleyin.,!”[208] ifadeleriyle bu şifreleri bize öğretiyor.

Arafe Gününün Önemi

Zilhicce’nin ilk on gecesinde yapılan her bir amel için, yedi yüz misli sevap verilirken, buna rağmen bu on günün hayrından mahrum olan kimselerin neler kaybettiklerinin izahı elbette ki zordur. Bu on günün özellikle dokuzuncu/arafe gününe dikkat çeken İslâm alimleri bu günün oruçla geçirilmesi üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu ısrara gerekçe olarak da onda olan ve saymakla bitmeyecek kadar olan çok hayrı göstermişlerdir.

Arafe, bizde günümüzde zann olunduğu gibi herhangi bir günden önce gelen gün anlamına olmadığı gibi özellikle Kurban Bayramı’ndan önceki güne, bayramdan önce geldiği için “Arafe” denmemiştir. “Arafe Günü” Arafat’ta hacıların durma gününe has dini bir isim olup hiçbir güne bu isim verilemez.”[209]

Hacı olsun olmasın herkes için, arafe gününden önceki Zilhicce ayının sekiz gününde oruç tutmak menduptur.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah katında Arafe gününden daha faziletli bir gün yoktur. Çünkü Arafe günü Allah-ü Teâlâ dünya semasına iner ve dünya sakinleri ile semâ sakinlerine karşı iftihar eder, övünür. İnsanların cehennem’den en çok çıkarıldığı gün Arafe günüdür.”[210]

“Arafe orucu tutmak sünnettir.”[211]

Arafe, Kurban Bayramından bir önceki gün, hicrî takvime göre Zilhicce ayının 9. günüdür. Başka güne arafe denmez. Ülkemizde Ramazan Bayramının bir önceki gününe de arafe denmiştir.

Bil ki, bu on günde diğer zamanlardan daha çok zikretmek ve arafe gününde, kalan günlerden de fazla zikretmek müstehaptır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Duaların en hayırlısı, arafe günü duasıdır ve

“La ilahe illallahu vahdehu la şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve âlâ külli şey’in kadiyr.”

Allah’dan başka ilâh yoktur. O birdir ve ortağı yoktur. Mülk O’nun ve hamd O’nadır. O her şeye muktedirdir” zikri, benim ve benden evvelki peygamberlerin söylediği gibi en hayırlı sözdür.”[212]

İmam-ı Malik şu hadisi rivayet eder: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Günlerin en faziletlisi arafe günüdür. Faziletçe cumaya benzer. O, cuma günü dışında yapılan yetmiş hacdan faziletlidir. Duaların en faziletlisi de arafe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz de: La ilahe illallah vahdehu la şerike lehu. (Allah birdir, ondan başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur) sözüdür.”[213]

Abdullah b. Ömer radıyalalhu anh, arafe günü halktan para isteyen bir dilenci gördü ve ona:

“Ey âciz! Bugün Allah-ü Teâlâ’dan başkasından istenir mi ?dedi.”[214]

Arafe Gün ve Gecesinde Okunacak Dua

Bilindiği üzere mübarek gün ve gecelerimizden biri de bayram gecesi bayram günüdür. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem arafe gecesinde şu duayı okuyana Cenâb-ı Hak istediğini vereceğini beyan buyurmuştur. Dua şudur:

“Sübhânellezi fi’-semâvâti arşuhu. Sübhânellezi fi’l-ardı mevtıuhu. Sübhânellezi fi’l-bahrî sebilühu. Sübhânellezi fi’n-nâri sultânühu. Sübhânellezi fi’1-cenneti rahmetühu. Sübhânellezi fi’1-kubûri kadâuhu. Sübhânellezi fi’1-hevâi rûhuhu. Sübhânellezi rafaa’s-semâe bi-gayri amedin. Sübhânellezi vadaa’1-arda. Sübhânellezi la melce illâ ileyhi.”

Buhari’de geçen bir hadisten öğrendiğimize göre arafe günü şu duayı okuyan, şeytanın tasallutundan kurtulur, kendini muhafaza altına almış olur.

“Allahümme’c’al fî kalbî Nûran ve fî basan Nûran. Allahümme’şrahlî Sadrî ve yessir lî emil.”

“Allah’ım, kalbimi, gözümü, gönlümü nurlu kıl. Allah’ım, kalbime genişlik, işlenme kolaylık ver”[215]

Netice itibarıyla, bu mübarek günleri ve gecelen dolu dolu geçirmemizi, tam bir ibadet ve dua insanı kesilmemiz gerekiyor. Arafe gününü de hiç unutmayalım. Bediüzzaman Hazretleri; “Bizim memlekette eskiden Arafe gününde BİN İHLAS-I ŞERİF okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arafe dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen birden okuyabilir.”[216] diyor.

Arafe ve Tevriye Günü Oruç tutmak

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Tevriye yani Zilhicce’nin sekizinci günü oruç tutmak bir senelik küçük günahlara keffârem’r. Arafe yani Zilhicce’nin dokuzuncu günü oruç tutmak da iki seneye keffârettir.”[217]

Ayrıca Ebu Hüreyre radıyallahu anh’den rivayete göre “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Arafe günü, Arafat’ta oruç tutmayı yasaklamıştır.” Binaenaleyh, hacıların tevriye ve arafe günlerinde oruç tutmaları mekruhtur.[218]

İhramda bulunan hacılara benzemek için kurban kesmek isteyen kimsenin, zilhiccenin birinci gününden kurbanını kesinceye kadar saçından, sakalından ve tırnaklarından bir şey kesmemelidir.

Müslim b. Ammar el-Leysi radıyalalhu anh rivayet etti. Dedi ki: Kurban bayramının önceğizinde hamamda idik. Orada bâzı kimseler kasık kıllarını temizlediler de hamam sahiplerinden biri: “Said b. Müseyyeb bunu mekruh görüyor; yahut yasak ediyor”, dedi. Az sonra Said b. Müseyyeb’e rastlayarak bunu kendisine andım. Said el Müseyyeb rahmetullahi aleyh:

“Be kardeşimin oğlu ! Bu unutulmuş ve terk edilmiş bir hadistir. Bana Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin zevcesi Ümmü Seleme radıyallahu anh rivayet etti. Dedi ki:

“Kimin kesecek kurbanı varsa, zilhicce ayının hilâli girince kurbanını kesinceye kadar saçından ve tırnaklarından hiçbir şey kesmesin.”[219]

Bayramda kurban kesecek kimse, ihramda bulunan hacılara benzemek için, zilhicce ayının birinci gününden kurban kesinceye kadar, saçından, sakalından ve bedeninin hiçbir yerinden ve sair tüylerini kısaltmaz ya da traş etmez, tırnağını kesmez.

İhramda bulunan hacılar kurbanlarını kesmedikçe tıraş olup ihramdan çıkmadıkları gibi, kurbanını kestikten sonra, hacılar gibi, ihramdan çıkar gibi, bedeni temizliğini yapmalı, tıraş olmalı, tırnaklarını kesmelidir. Böyle yapmak müstehaptır.[220] Bundaki hikmet, kurban sahibinin kendisini ihramlı hacılara benzetmesidir.[221]

Mevlâ bizi affede, Bayram o bayram olur

Cürm ü hatalar gide, Bayram o bayram olur

Avlarlı Efe Hazretleri

BAYRAM ADABI

 Bayramların Önemi

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem , Medine’ye teşrif ettiklerinde Medine’lilerin eğlenip oynadıkları iki günleri vardı. Efendimiz:

“Bu günler neyin nesidir ?” dedi.

“Biz cahileye devrinde bu günlerde eğlenirdik (Ya Resulallah” dediler. Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Şüphesiz, Allah size bu günlerin yerine daha hayırlısını, iyilerini, kurban ve fıtır günlerini (kurban ve ramazan bayramlarını) verdi.”[222] buyurdu.

Bayramlar Cenâb-ı Hakkın rahmet tecellileridir. Affın, hoşgörünün, yardımlaşmanın, gönül almanın, muhabbet, ikram ve ihsan duygularının yaşandığı müstesna günlerdir. Ramazan’da ve Hac’da ibadete yoğunlaşarak, mağfiret ve rızây-ı ilâhiye nail olan müminler, bayramlarda Allah’ın nimetlerinden daha rahat bir şekilde istifade ederler. Bir bakıma bayramlar, meşakkatli dünya imtihanından yüzünün akıyla çıkan müminlerin, cennet nimetlerine kavuşmasını ve orada diğer müminlerle, gönüllerinde haset, kıskançlık, kin gibi hiçbir menfi duygu olmaksızın karşılıklı muhabbet etmelerini temsil eder. Zâten, esas bayram da o gündür. Nitekim Hak dostları:

“Gerçek bayram, yeni elbise giyene değil, Allah’ın azabından emin olanadır.”demişlerdir.[223]

Kurban Bayramı

Kurban Bayramı ıydü’l-edhâ/ıydü’n-nahr, İslâm aleminin 10-13 Zilhiccce günlerinde kutladığı en meşhur dinî bayramdır. Hicri takvimin son ayı olan Zilhicce’nin onunda başlayan ve dört gün devam eden Kurban Bayramı, bu günlerde ‘Kurban’ kesildiği için bu adla anılmıştır. Hac ibadeti, Hicretin 9. yılında Kurban kesilmesi ve Kurban Bayramı namazı, oruç ibadeti ve Ramazan Bayramı gibi hicretin 2. yılında teşri kılınmıştır. Bu bayram Kur’an-ı Kerim’de Saffat (37/83-113) ve Hac sûrelerinde (22/26-28) geçtiği üzere Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın sünneti olarak tes’îd edile gelmektedir.

“Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk ki, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları keserken O’nun adını ansınlar…”[224] ayeti de kurban kesmenin daha sonra bütün ümmetlere şâmil bir ibadet olduğunu bildirmektedir.

Kurban Bayramı, Mekke’de nazil olan “Biz gerçekten Sana Kevser’i verdik. Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes !” emri ilâhisince yalnızca kendisine farz kılınmış olarak kuşluk namazı kılmaya ve kurban kesmeye başlayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ilk defa, hicretin birinci yılında, Medine’de, Allah’ın emri doğrultusunda kavlî ve fiilî sünnetiyle bütün müminlere bir bayram olarak teşri’ buyrulmuş ve bugünlerde bayram namazı kılmak ve kurban kesmek de vacip kılınmıştır.

Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu ve hükümlerini belirlediği bayram olan Kurban bayramı, aynı zamanda ilgili hadislerin bildirdiğine göre senenin en kıymetli günüdür veya hayırda Arefe gününe denktir. Arefe günü ve Kurban Bayramı günleri, esasında İslâm’in kutsi ve semavi kongresi hükmünde olan Hac ibadetinin vakitleridir.

“Kurban ibadetinin dinin delillerinin Kur’an-ı Kerim’de bulunmadığını” iddia etmek ve Allah’ın bu çeşit buyruğunun olmadığını ileri sürmek de mesnetsizdir. Zira Kur’an-ı Kerim’de:

“Ey Muhammed ! Onlara Adem’in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat! İkisi birer kurban sunmuşlardı da birinin ki kabul edilmiş; diğerinin ki ise kabul edilmemişti…”[225] buyrulmuştur.

Ayrıca Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın oğlu Hazret-i İsmail’in yerine bir koçun Allah tarafından fidye/kurban olarak verildiği açıkça bildirilmektedir.[226]

Nitekim; “Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık.[227] ve

“Bu hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.”[228] âyetlerinde de izah edildiği gibi bu ibadet büyük bir öneme sahiptir.[229]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kurban Bayramı’ndan bahseden hadislerinde, bu bayramın ilâhi iradeyle ortaya çıkması şu şekilde ifade edilir:

“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır.”[230]

Bu sebeple her mümin bu bayrama, imkânı nispetinde katılmalıdır. İmkânı olanlar kurban kesecek, olmayanlar da bu neşe ve sürür gününde maddi ve manevi lütuflardan istifadeyle, bayramın hazzına ulaşacaktır. Bunun için, insanın kendisini heder edecek kadar sıkıntıya girmesine gerek yoktur.

Kurban kesemeyen kimse bayram için hazırlanır, temizlenir, namaza giderse, kurban kesme sevabını elde eder. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emr olundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır.” buyurmuştu. Bir adam kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Emanet olarak verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim?” diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hayır, ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek tıraşını olursun. Bu da sana Allah yanında bir kurban yerine geçer.” dedi.[231]

Bu kimsenin, kurban kesme hususunda son derece arzulu ve ihlaslı olduğu halde fakirliği yüzünden buna gücü yetmediğini görünce, onun da kurban kesme sevabına erişmesini sağlamak maksadıyla kendisine, kurban kesen kimseler gibi, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bugün yapılması gerekenler arasında: “Bayram günü saç tıraşı olmak, uzamış olan tırnakları, bıyıkları keserek bedenen temizlenmek, yeni ve temiz giysiler giyinmek…” gibi şeyleri saymış, bayramın hürmetine uygun bir şekilde görünmenin de manevi kazanç yönünden kurban kesmiş kadar Allah indinde makbul olacağını belirtmiş,[232] bayrama iştirak etmesini tavsiye etmiş ve kendisine böyle hareket etmekle, aynen kurban kesmiş gibi sevaba erişeceğini bildirmiştir,[233]

Peygamberimizin Bayram Adabı

Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, her cuma ve bayram günü adeti veçhile dişlerinden tırnaklarına kadar umumi bir temizlik yapardı. Boy abdesti alarak yıkanır. Yeni elbiseler giyer. Güzel kokular sürünerek bayram namazına giderdi. Giydiği bayramlık elbiseleri kırmızı ve yeşil yollu Yemen kumaşından biçilmiş altlı üstlü iki kat elbisedir.

Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bayram namazına gitmeden önce o gün oruçlu olmadığını, birkaç hurma yemek suretiyle gösterir ve hurma sayısının tek olmasına dikkat ederdi.

“Allah-ü Teâlâ tekdir, tekleri sever” buyurmuştur. Bayram namazlarına gidiş ve dönüş yollarını ayrı ayrı (intihab) ederek, halkın bayramlaşmasını kolaylaştırırdı. Bütün bu tebrikleri neş’e ve sevinç içinde kabul ederdi. Şair Ka’b, bir şiirinde Peygamberimizin bu neş’e ve sevincini;

“Peygamberimiz gülümsedikçe mübarek yüzü şimşek çeker gibi nur saçardı” mısraları ile tasvir etmiştir.

Kurban Bayramında Yapacağımız Vazifeler

Bayramlarda Boy Abdesti Almak Sünnettir.

Bayram günü erken kakıp boy abdesti alalım. Yeni ve temiz elbiselerimizi giyelim.

“Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem fıtır (Ramazan) bayramı günü ve Kurban bayramı günü boy abdesti alırdı.”[234]

“Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Fıtır (Ramazan) bayramı günü Kurban bayramı günü ve arefe günü boy abdesti alırdı. (Ravi demiştir ki) el-Fakih de bugünlerde boy abdesti almayı ev halkına emrederdi.”[235]           

1. Bayram gününde yıkanmak, hoş kokular sürünmek, misvak kullanmak, erkeklerin en güzel elbiselerini giymeleri Allah’ın nimetini göstermek ve Allah’a şükretmek için menduptur.

2. Aile fertlerine genişlik sağlamak, gücün yettiği ölçüde adetinden fazla olarak çokça sadaka vermek, böylece fakirleri istemeğe muhtaç etmemek için, çevremizde bulunan fakir-fukara ve yetimleri sevindirelim.

3. Karşılaştığı mümin kardeşlerine karşı güler yüz ve sevinç göstermek kardeşlik ve sevgi bağlarını kuvvetlendirmek için hayatta bulunan akraba ve dostlarını ziyaret etmek.

4. Kurban bayramında namazdan önce bir şey yemeyelim. Kurbanımız varsa ilk olarak kurban etinden yiyelim.

5. Hanefi mezhebine göre kişinin sabah namazını kendi mahallesinin mescidinde kılması menduptur.

6. Çocuklarımıza bu güzel günde bayram namazına götürelim. Bunun hazırlığını akşamdan yapalım. “Yarın, ben oğlumla bayram namazına gideceğim” demek suretiyle bu tatlı anı onlara yaşatmaya gayret edelim.

7. Birinci safın faziletine erişebilmek için camiye erken gitmeliyiz.

8. Kadınlar ise, fitne korkusundan ötürü, bayrama süslü olmayan normal elbiseleri ile ve hoş koku sürünmeksizin çıkarlar.

9. Bayramın verdiği sevinç ve mutluluk ile mü’minlerin kalplerinin mesrur, yüzlerinin mütebessim ve nurlu, gözlerinin nuru ilahi ile ışıl ışıl parladığı mübarek bayram günlerinde, boynu bükük, gözleri yaşlı ve kalpleri mahzun olan fakir, yetim ve kimsesizleri unutmayalım. Onlara yardım ellerimizi uzatalım ve kurban etlerinden gönderelim. Sevinç ve mutluluk ifadelerinin satır satır okunduğu bayram günlerinde onlarında sevinmelerini temin edelim.

10. Büyüklerimiz, anne ve babalarımızı ziyaret edip bayramlarını tebrik ederek hayır dualarını alalım. Şayet büyüklerimiz anne ve babalarımız vefat etmişlerse, kabirlerini ziyaret edip Kuran okuyalım ve bağışlamaları için Allah’a dua edelim.

11. Dargınlarımız varsa bayram günlerin fırsat bilerek barışalım.

Bayram Namazları

Bayram namazı, biri Ramazan Bayramı’nda diğeri Kurban bayramı’nda olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rekatlık bir namazdır. Hanefi mezhebine göre vaciptir. Hicretin birinci yılı meşru olmuştur. Bayram namazlarının meşru olduğuna delil Kur’an, Sünnet ve İcma’dır.

Kur’an’dan delil: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes”[236]Tefsir kaynaklarında meşhur olan görüşe göre, bu ayetteki namazdan kastedilen mânâ Kurban Bayramı Namazı ve Kurban’dır.

Sünnetten delil: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in iki bayram namazını da kıldırdığı tevatür [kuvvetli haber] yolu ile sabittir. Peygamberimizin ilk kıldırdığı bayram namazı, hicretin ikinci yılındaki, Ramazan Bayramı namazıdır. Hazret-i Peygamber aleyhis-selâm bayram namazlarını ezansız ve kametsiz olarak kılardı.

Câbir b. Semure radıyalahu anh’den; demiştir ki: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte ezansız e kametsiz olarak defalarca bayram namazı kıldım.”[237]

Bütün müslümanlar iki bayram namazını da meşru olduğu konusunda icma [birlik] etmişlerdir.

Hanefi fukahası, Cuma ile bayram namazlarını birbirinden ayırmamış, edası için aynı şartların bulunması gerektiği hususunda ittifak etmiştir. İmam Merginani: “Bayram namazı, üzerine Cuma namazı vacip olan herkese vacip olur”[238]buyurmuştur.

Ömer Nasuhi Bilmen: “Kendilerine Cuma namazı farz olan kimselere -Cuma namazının vücup ve eda şartları dairesinde- Ramazan ve Kurban bayramı namazları vaciptir. Yalnız bayram namazlarında hutbeler, vacip olmak üzere şart değildir. Belki bu namazlardan sonra hutbe okunması bir sünnet-i seniyyedir.”[239]

Ali Fikri Yavuz: “Üzerine Cuma namazı farz olan kimselere bayram namazları da vaciptir. Bayram namazlarının sıhhat şartları aynen Cuma namazının sıhhat şartlarıdır.”[240]

Bayram namazlarına gelince: Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir. Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır.[241]

Bayram Namazına Yürüyerek Gitmek Sünnettir “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bayram namazına (mu-sallaya-camiye) yürüyerek çıkar ve yürüyerek dönerlerdi.” [242]

Bayram namazına yürüyerek gitmek sünnettendir.”[243]

Bayram Günü Bayram Namazına Bir Yoldan

Gitmek ve Başka Bir Yoldan Dönmek Sünnettir.

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bayram namazına yürüyerek giderdi ve geldiği yoldan başka, bir yoldan dönerdi.”[244]

Hadis-i şerif, bayram namazına gidip gelişte ayrı ayrı yolları tercih etmesinin müstehab olduğunu göstermektedir. Bundaki hikmet, camiye gidiş-gelişte, yolların ve sakinlerinin şahit olmaları, İslâm’ın şeref ve izzetinin izharı, tabir caizse kafirlere karşı bir gövde gösterisi yapmaktır.

Kurban Bayramında Bayram Namazına Giderken Tekbir Getirmeli

Ramazan Bayramı’nda bayram namazı kılınan camiye giderken gizli olarak, Kurban Bayramı’nda açıktan tekbir getirmek sün­nettir. Delili, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Zikirlerin en hayırlısı gizli olanıdır. Rızıkların en hayırlısı yetecek kadar olanıdır.” hadis-i şerifidir.

Kurban bayramı münasebetiyle namaza giderken duyulacak sesle tekbir getirelim.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bayramlarınızı tekbirlerle süsleyin” buyurmuştur.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kurban bayramı sabahı, namaz kılınacak yere gelinceye kadar tekbir getirir ve namaz bitinceye kadar devam ederdi. Namaz bitince tekbiri keserdi.

İbn-i Ata rahmetullahi aleyh: “Bayram günü tekbir getirmek sünnettendir.” buyurmuştur.

Tekbirin lafzı:

“Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l- Hamd”

[Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’dan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür ve hamd O’na mahsustur.]

Tekbirde aynı zamanda İslâm’ın şiarını göstermek, başkalarına İslam’ın üstünlüğünü hatırlatmak vardır.[245]

Kurban Bayramı Namazı Vakti

Kurban Bayramı namazını vakti girer girmez hemen acele kılmak sünnettir. Çünkü, Kurban bayramında acele edince namazdan sonra kesilecek kurbanlar için vakit genişlemiş olur.

Ramazan Bayramı namazını ilk vaktinden biraz tehir etmek de sünnettir. Ramazan bayramında biraz gecikilirse, fitresini vermemiş bulunanlar, bu arada zaman genişliği bulmuş olurlar.

Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Necran’da bulunan Amr b. Hazm radıyallahu anh’a şöyle yazmıştır:

“Necranlılara kurban bayramı namazını acele kıldır. Ramazan bayramı namazını tehir ederek kıldır ve insanlara öğüt ver. Çünkü böyle yapmakla kurban kesmek ve fıtır sadakasını vermek için genişçe bir vakit kalmış olur.”[246]

Kurban Bayram namazını vakti girer girmez kılmak sünnettir.

Bayram Namazı Nasıl Kılınır ?

İki Rekâtlı Namazın Kılınışı

Niyet: Niyet ettim Allah rızası için vacip olan Kurban Bayramı namazını kılmaya. Uydum hazır olan imama.

Birinci Rekât

Allâh-ü Ekber [İmamla birlikte iftitah Tekbiri]

Sübhâneke’l-lâhümme ve bihamdik. Ve tebârekesmük. Ve teâlâ ceddük. Ve la ilahe ğayrük.

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, bağlanır]

Eûzü billahi mineşşeytânirracim [imam gizlice okur]

Bismillâhirrahmânirraahîm [imam gizlice okur]

El-Hamdü lillâhi Rabbi’l – Âlemin. Er-Rahmânirrahim. Mâlik-i yevmiddin. İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîyn. İhdîne’s-sırâta’l -müstekim. Sırâtallezine en’amte Aleyhim. Gayrilmağdûbi aleyhim veleddâllîn. (Amin-İmam açıktan okur.)

Elemtera keyfe feale Rabbüke bieshâbi’l – fil. Elem yec’al keydehüm fî tadlilin ve ersele aleyhim tayran ebâbil. Termîhim bi hıcâretin min sicîl. Fecealehüm keasfin me’kûl. [imam açıktan okur]

Allâh-ü Ekber [rükûya varırken]

Sübhâne Rabbiye’l Azîm [rükûda üç kere]

Semiallâhü limen hamideh [rükûdan kalkarken]

Rabbena lekel hamd [rükûdan doğrulduktan sonra]

Allâh-ü Ekber [secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [otururken]

Allâh-ü Ekber [ikinci secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [secdeden ayağa kalkarken]

İkinci Rekât

Bismillâhirrahmânirraahîm [imam gizlice okur]

El-Hamdü lillâhi Rabbi’l – Âlemin. Er-Rahmânirrahim. Mâlik-i yevmiddin. İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîyn. İhdîne’s-sırâta’l -müştekim. Sırâtallezine en’amte Aleyhim. Gayrilmağdûbi aleyhim veleddâlfih. (Amin, -imam açıktan okur]

İnnâ a’taynâke’l – Kevser. Fesalli li-rabbike venhar. İnne şânieke hüve’l – ebter. [imam açıktan okur]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, yana salıverilir.]

Allâh-ü Ekber [eller yanda iken rükû’a varılır.]

Sübhâne Rabbiye’l Azîm [rükûda üç kere]

Semiallâhü ilmen hamideh [rükûdan kalkarken]

Rabbena lekel hamd [rükûdan doğrulduktan sonra]

Allâh-ü Ekber [secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [otururken]

Allâh-ü Ekber [ikinci secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [teşehhüde oturur]

Ettehıyyâtü lillâhi ve’s-salevâtü ve’t tayyibâtü. Esselârnü Aleyke eyyühe’n – nebiyyü. Ve Rahmetullâhi ve berakâtüh. Es-selâmü Aleynâ ve Âlâ ibâdiUâhi’s-sâlihîn. Eşhedü ellâ ilahe illlahlâh, ve eşhedü erme Muhammeden Abdühü ve Rasûlüh.

Allâhümme salli Âlâ Muhammedin ve Âlâ âli Muhammed. Kemâ salleyte âlâ ibrâhime ve âlâ âl-i İbrahim. Inneke hamîdün mecid.

Allâhümme bârîk Âlâ Muhammedin ve Âlâ âli Muhammed. Kemâ bârekte âlâ ibrâhime ve âlâ âl-i İbrâhîrn. Inneke hamîdün mecid.

Allâhümme Rabbena Atina fiddünyâ haseneten ve fi’l – âhirâti haseneten ve kına azâben – nâr. Birahmetike yâ erhamerrâhimin.

Esselârnü Aleyküm ve Rahmetullâh [sağ tarafa selâm verirken]

 Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullâh [sol tarafa selâm verirken]

Estağfirullah [üç defa] [247]

İmam namazdan sonra hutbe için minbere çıkar, oturmaksızın hutbeye .- “Allâhü Ekber” diye üç defa tekbir getirerek başlar. Cemaat de bu tekbirlere iştirak eder. İmam hutbede Kur’an ve teşrik tekbirleri ile yapılacak ziyaret ve yardımlaşmalar hakkında konuşur. Birinci hutbeden sonra kısaca oturur. İkinci hutbeye yine tekbirle başlayıp sonunda tekbirle iner.[248]

Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu kaza edemez ve tek başına kılamaz. Dilerse döner gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar.[249]

Teşrik Tekbirleri

“Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhü Ekber Allâhü Ekber ve lillâhi’l- Hamd”

Erkek ve kadınlara Kurban Bayramında namazlardan sonra teşrik tekbirlerini bir kere getirmek vaciptir.

Teşrik günlerinde tekbir getirmenin vacip olduğu ve müddeti konusunda delil: “Allah’ı sayılı günlerde zikredin”[250] ile Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem arafe günü sabah namazından sonra tekbire başlar, teşrik günlerinin sonuncu günü ikindi namazına kadar devam ederdi. Bunu farz namazlardan sonra selâm verince yapardı.” Buna göre yirmi üç vakitte tekbir getirilir.

Yalnız olarak, seferi olarak yahut imamla birlikte farz namaz kılan herkes için farzların peşinden tekbir getirmek vaciptir. Çünkü tekbirler namaza bağlıdır.

Kadınlar dışında herkesin bu tekbiri açıktan alması da sünnettir.

Tekbir cemaatle de yalnız başına da eda edilebilir. Erkekler tekbiri açıktan getirirler. Kadınlar ise tekbiri gizlice getirirler. Teşrik tekbirlerini cemaatle hep birlikte söylemek müstehaptır.

Vitir namazı ve bayram namazları sonunda tekbir getirilmez.

Teşrik Tekbirleri

Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın sünnetidir

Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, Hazret-i İsmail aleyhisselâm’ı kurban etmeye hazırlanırken bir anda “Allâhü Ekber Allâhü Ekber” sadâlarını duyar. Yanı başında Hazret-i Cebrail’in semiz bir koçla kendisine doğru geldiğini görür, hamd ve şükür duyguları içinde “Lâilâhe illallâhu vallâhu ekber”der. Durumu fark eden Hazret-i İsmail aleyhisselâm ise, Cenab-ı Hakk’a karşı olan minnet ve şükranını “Allâhü Ekber ve lillâhi’1-hamd” sözleriyle ifade eder. Getirilen bu teşrik tekbirlerinden sonra Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, “Bismillâhi Allâhü Ekber” diyerek koçu kurban eder.

Kurban bayramı günlerinde, Arafe günü sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her vakit, namazın farzından sonra teşrik tekbirlerini okumak vacip kabul edilmiştir.[251]

Neden Tekbir Getiriyoruz ?

“Sayılı günlerde Allah’ı zikredin.”[252] Emri ile yapılması istenen zikir; kurban bayramı öncesi 9 Zilhicce Arafe günü sabahtan başlayıp bayramın 4. gününe kadar beş gün süre ile teşrik günlerinde farz namazların akabinde “Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l- Hamd”[Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’dan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür ve hamd O’na mahsustur.] şeklindeki tekbir getirmek[teşrik tekbirleri], Hac’da cemerata taş atarken “Bismillahi Allâhu ekber” [Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür] demek ve kurban keserken tekbir almaktır.[253]

Bakara suresinin 183-185 âyetlerinde oruçla ilgili hükümler zikredildikten sonra 185. âyetin sonunda:

“..Size doğru yolu gösterdiğimizden dolayı Allah’ı tekbir etmenizi ister.” Hac suresinin 36-37 âyetlerinde kurbanla ilgili hükümler zikredilmiş, 37. âyetin sonunda:

“…kurbanlıkları bu şekilde size boyun eğdirdi ta ki size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı tekbir edesiniz.” buyrulmuştur. Yüce Allah, bu iki âyette bizden verdiği nimetler karşısında “Allâhu Ekber” diyerek kendisini hamd ü sena ile tazim etmemizi istemektedir.

Bakara süresindeki “tekbir” emri ile bayramlarda tekbir getirilmesinin kastı da söz konusudur. İbn Abbas; “Şevval hilâlini gördükleri zaman tekbir getirmek Müslümanların üzerine bir haktir.” demiştir. Bu âyete dayanarak İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, bayram namazlarına giderken tekbir getirilmesi içtihadında bulunmuşlardır. Ramazan ve Kurban bayramı namazında birinci rekatta fatihadan önce üç defa, ikinci rekatta zammı sureden sonra üç defa “Allâhu ekber” diyerek tekbir alınır. Bunlara “zevâid tekbirleri” denir. Selâmdan sonra, hutbe içinde ve hutbe sonrasında; “Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l-Hamd” denilerek tekbir alınır. Bu tekbirlerin dayanağı bu âyettir.

Kurban bayramının bir gün öncesi olan Arafe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar 23 vakit farz namazların selamından sonra bir defa “Allâhü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l- Hamd” tekbir alınır ki buna “Teşrik tekbirleri” denir.

Bakara süresindeki “tekbir” emri, “bayram namazı kılınız”, Hac süresindeki “tekbir” emri ise, “hayvanları keserken tekbir getirin” anlamına da gelebilir. Bunu En’am suresinin;

“O halde Allah’ın âyetlerine inanıyorsanız kesilirken üzerine O’nun adı anılan hayvanların etinden yeyin.” ayeti ile;

“Kesilirken üzerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların etlerinden yemeyin. Çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır.” ayeti teyid eder.

Eti yenen hayvanlar kesilirken “Bismillâhi Allâhu ekber” [Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür] denir. “Allâhu ekber” [Allah en büyüktür] sözü aynı zamanda Allah’ı zikirdir. Tekbir getiren kimse “Allah’ı çok zikredin”[254] emrini de yerine getirmiş olur.[255]

Kurban Bayramının 1. Gününün Önemi

Allah’ın bazı günleri, ayları diğerlerine üstün kılıp mübarekleştirmesi de bu ‘dilediğini seçer’ olmasındandır. Allah katında günlerin en hayırlısı kurban kesme günüdür.[256]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Şânı yüce olan Allah katında günlerin en büyüğü kurban bayramı günüdür. Sonra da karr günüdür.”[257] Diğer bir rivayette:

“Allah katında günlerin en faziletlisi Kurban günüdür.” buyrulmuştur.

Kurban kesilen günlerin en faziletlisi Kurban Bayramı’nın birinci günüdür., sonra “karr günü” denilen Kurban Bayramı’nın ikinci günü gelir. Bu güne “karr günü” denmesinin sebebi o günde halkın Minâ’da karar kılıp istirahata kavuşmasıdır.[258]

Kurban Bayramında Namazdan Sonra Yemek

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Ramazan bayramında bir şey yemeden namaza çıkmaz, Kurban bayramında ise namaz kılıncaya kadar bir şey yemezdi.[259]

“Döndüğü vakit kurbanından yerdi.”[260]

“Döndüğü vakit kurbanının karaciğerinden yerdi.”[261]

Kurban bayramında, kişi ister kurban kessin, ister kesmesin mutlak olarak yemeği tehir etmek menduptur.

Bir kimse kurban bayramında, ilk yediği şeyin kurban eti olması müstehaptır. Bu, Allah’ın bir ziyafetidir.

Kurbanda yemeği namazdan sonraya bırakmanın hikmeti: Kurban kesmeyi meşru kılmak suretiyle Allah-ü zülcelâl kullarına kerametini gösterdiği cihetle, o gün namazdan sonra yapılacak en mühim işi Allah’ın nimetlerine şükür için onun ziyafetinden yemeye başlamak olmuştur.[262]

Bayramlarda Tebrikleşmek

Bayram günü ilk bayramlaşma, bizden istiğfar, dua ve sadaka sevabı bekleyen geçmişlerimizle yapılır. Onlara Fatihalar ve sadaka sevapları ikram edilerek ruhları şad edilir. Hallerinden ibret alınarak, hakiki bayrama hazırlık yapmak gerektiği anlaşılır. Daha sonra akraba, eş ve dost ziyaretleri yapılarak hâl hatır sorulur. Herkes birbiriyle helâlleşir ve dargınlar barışır.[263]

Sevinçli anlarda tebrikleşmek sünnettir. Remli isimli kitapta.-

“Mübarek günlerde Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde tebrikleşmek meşrudur.” denilmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen rahmetullahi aleyh: “Büyük İslam İlmihâli” adlı eserinde;

“Ramazan, Kurban bayramı günlerinde, mübarek gün ve gecelerde tebrikleşmek ve dualaşmak sünnettir.” demektedir.

İmam-ı Sehavi rahmetullahi aleyh: “Ayları ve bayramları tebrik etmek insanların adetlerindendir.” buyurmuştur[264]

Bayram günleri bayram tebrikleri için musafaha ederken önce davranan biri diğerine şöyle dua eder:

“Tekabbelellâhü minnâ ve minküm”

“Allah sizden ve bizden kabul buyursun.”

Muhatab olan da buna “amin” demekle karşılık vereceği gibi.

“Gaferallâhü lenâ ve leküm” “Allah bizi de, sizi de mağfiret buyursun” demektir.[265]

Bayram Gecelerini İbadetle Geçirmek Sünnettir

Bayram gecelerinde dua kabul olur. Kabul edilmesi rahmet-i ilahi ile beklenir. Bu yüzden Cum’a gecesi ile Recep ayının ilk cuması ve Şaban ayının ortasında dua etmek müstehap olduğu gibi, bayram gecelerinden duada bulunmak da müstehaptır.

Bu ibadetler zikir, namaz, Kuran okumak, tekbir, teşbih, istiğfar gibi şeylerdir. Bu ibadetler de gecenin son üçte birinde yapılmalıdır. En iyisi bütün bayram gecelerini ibadetle geçirerek ihya etmektir. Çünkü peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Her kim Ramazan Bayramı gecesi ile Kurban Bayramı gecelerini Allah’tan ecir bekleyerek ibadetle geçirirse, kalplerin öldüğü günde onun kalbi ölmez.”[266]

“Kim ahiret sevabını umarak, iki bayram gecelerinde Allah’a ibadet ederse, kalplerin öldüğü zamanda onun kalbi ölmez.”[267]

“Şu beş geceyi ihya edenlerin cennete girmeleri vacip olmuştur: Bu gecelerde: Terviye gecesi (Zilhiccenin sekizinci günü), Kurban Bayramı arafe gecesi, Kurban Bayramı gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Saban ayının on beşinci gecesidir.”[268]

“Bayram gecelerini Allah-ü Teâlâ’nın zikri, namaz ve başka ibadetlerle ihya etmek müstehaptır.

Bayram gününde ibadetin diğer günlerdekinden efdal oluşunun sırrı şuradan ileri gelir: “Gaflet vakitlerinde ibadet, diğerlerinden üstündür. Teşrik günleri ise umumiyetle gaflet günleridir. Bu sebeple o günlerde ibadet yapana, diğer günlerde yapana nazaran ziyade bir sevap vardır. Bu tıpkı, insanların çoğunluğu uykuda iken geceleyin kalkıp ibadet yapan kimse gibidir.[269]

Yatsı namazı ile sabah namazlarının cemaatle kılınması da bunun yerini tutar.

Osman b. Affan radıyallahu anh’ den demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yatsı namazını cemaatle kılan kimse o gecenin yansını namaz kılmakla geçirmiş gibidir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılan kimse o gecenin tamamını namaz kılmakla geçirmiş gibi sevap alır. [270]

Bayram Günü Duası

Bayram günlerinde yapılan dua ve iyiliklerin sevabı daha fazladır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bayram günlerinde şu duayı çok okuyanın kalbinin ölmeyeceğini haber vermiştir. Dua şudur:

“Yâ hayyû, yâ kayyûm, yâ bedîa’s-semavâti ve’1-ardı, yâ ze’l-celâli ve’1-ikrâm.”

“Ey Hayy ve Kayyûm olan Rabbimiz, ey semâvât ve arzın bedî’i, ey celâl ve kerem sahibi. Beni sen koru, sen istikametde dâim eyle. Kötülük ve günahlardan muhafaza et, sırat-ı müstaksimde dâim ve sabit eyle.”[271]

Ramazan ve Kurban Bayramı Günlerinde

Oruç Tutmanın Yasak Olması

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Fıtır günü (Ramazan bayramının ilk günü) ve Kurban Bayramı’nın günü oruç tutulmasını yasakladı.”[272]

“Ramazan Bayramı ise, oruçlardan çıkışınızı ve Müslümanların bayramıdır. Kurban bayramına gelince, kestiğiniz kurbanların etlerinde yiyiniz.”[273]

“Ramazan ve Kurban Bayramı günleri ile teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bunlar yemek içmek günlerimizdir.”[274]

“Teşrik günleri yiyip içme ve namaz günleridir. Binaenaleyh onlarda hiç kimse oruç tutmaz.”[275]

“Teşrik günleri yiyip içme ve Allah Azze ve Celleyi anma günleridir”[276]

“Teşrik günleri yiyip içme ve cima günleridir.”[277]

Bayram günleri Allah’ın kullarına ziyafet günleridir. Ramazan ve Kurban bayramı günleri oruç tutmak haramdır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem iki günün orucunu yasakladı. Çünkü kurban bayramı günü kurbanlarınızın etlerinden yiyeceğiniz gündür. Ramazan Bayramı ise, oruçlarınıza son verişinizdir.”[278]

Bayram Günlerinde Kabirleri Ziyaret Etmeliyiz

Kabir Ziyaretinde Ahireti Hatırlar

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önceleri kabir ziyaretini yasaklamıştı. Bunun sebebi cahiliye devrinden yeni çıkan Müslümanların kabir ziyareti sebebiyle bir takım bâtıl inanç ve adetleri hatırlamalarını, hataya düşmelerini önlemekti. İslâm gönüllere yerleşince kabir ziyaretine izin verdi ve bunu “ahireti hatırlatma” hikmetine bağladı.[279]

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti bize ahireti hatırlatır.”[280] Diğer bir rivayette:

“Çünkü şüphesiz kabirlerin ziyareti, dünyayı küçümsetir ve ahireti hatırlatır.”[281] buyurarak da bu ziyaretlerden asıl maksadın, ahireti hatırlamak ve o güne hazırlanmaya önem vermek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehap, kadınlar için caizdir. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır.

Diğer yandan Hazret-i Aişe annemiz de kardeşi Abdurrahman b. Ebubekir’in kabrini ziyaret ettiği nakledilmektedir.[282]

Mehmet Emre Hoca Efendi kadınların kabir ziyareti ile ilgili şunları söylemektedir:

Kadınların kabirleri ziyaretlerine gelince, bazı hususlara riayet etme şartı ile buna müsaade olunmuştur:

1.Kalabalık bir günde, erkeklerin arasına karışarak ziyarete gitmemelidir.

2.Tesettüre son derece riayet etmeli ve güzel koku/parfüm kullanmamalıdır.

3.Bu ziyareti tek başına yapmamalı; ya mahremi olan bir er kekle veya birkaç kadın bir araya gelerek ifâ etmelidir.

4.Kabrin başında feryâd-ü figan ederek ağlamamalı ve ölünün üzülmesine ve azap görmesine sebep olmamalıdır.[283]

Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır.

Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Allah Resûlü’nün kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık verir ve ulvi hislerin duyulmasını sağlar. Efendimiz’in ve Allah’ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte;

“Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, şefaatim ona hak olur.” [284]buyrulmuştur.

Salih kişilerin ve din büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmekte çok büyük faydalar mevcuttur. Şuurlu bir şekilde hareket etmek, gerekli ibreti almak ve yanlış itikatlara kapılmamak şartıyla kabir ziyaretinde herhangi bir beis yoktur. [285]

Kabirleri ziyaret etmek, orada bulunanlara selâm verip dua ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır ve hasenat yapıp Kur’an tilavet etmek, mevtalar için bir rahmet vesilesidir. Kuran’ı Kerim’de Rabbi’miz, bizden önce ahrete intikâl etmiş mümin kardeşlerimiz için şöyle dua etmemizi tavsiye eder:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.”[286]

Kabir ziyaretiyle maksad, ziyaretçilerin ibret alması, ziyaret olunan kabir ehlinin onların dua ve istiğfarlarından faydalanmaları ve sağlığında olduğu gibi, hürmet görmesidir.”[287]

 

Ziyaret Ölüler İçin De Faydalıdır:

Mezara Verilen Selâmı Ölü Alıp Geri Verir

Bizler; kabirleri ziyaret ederiz. Çünkü insan hayattayken sevdiği kişileri ölümlerinden sonra da unutmak istese de unutamaz.

Onların kabirlerini ziyaret etmekle, onlara karşı minnet borcunu ödemiş hissi uyanır. Onların hatırası yeniden canlanır.

Hayat mücadelesinde koşuştururken ölümü ve ahireti hatırlayıp, ona göre hazırlık yapmak için zaman zaman kabristana gidip yakınlarımızın mezarlarını sık sık ziyaret edemiyoruz. Bayramlar; bizim yakınlarımızın mezarlarını ziyaretine sebep oluyor.

Kabirleri ziyaret etmekte fayda iki yönlüdür. Hem ziyaretçi, bu ziyareti sayesinde ölümü, kabri ve orada karşılaşacağı suâl, azap ve nimeti hatırlayıp, kalan ömrüne; kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek şekilde yön verir. Hem de kabirde yatan mü’min kardeşine, yakınına selâm verip dua ederek, okuyacağı ayet ve surelerin sevabını ona bağışlayarak ziyaret ettiği yakınına, mü’min kardeşine faydalı olur.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir kutlu ifadesinde şöyle buyurmaktadır:

“Mezardaki ölü, boğulmakta olup da yardım isteyen gibidir. Babadan veya anadan veya oğuldan veyahut sadık dosttan dua bekler. Beklediği dua yapılıp da ona ulaştıkta, onun için bütün dünyadan daha ziyade makbul ve faydalı olur. Muhakkak ki, Allah-ü Teâlâ dünyadakilerin duasından mezardakilere dağlar gibi fayda id-hâl eder. Şüphesiz ki sağ olanların ölülere hediyesi, onlar için istiğfar etmek ve sadaka vermektir.”[288]

Bundan ötürü Müslümanlar, ölüleri için dua edip afv ve mağfiret olunmalarını Allah’dan isteyip niyaz etmeyi ve ölülerinin ruhları için sadaka vermeyi unutmamak ve ihmal etmemek lâzımdır.[289]

Çünkü; yukarıda hadis-i şerifte de belirtildiği gibi mezardaki ölü, suya düşmüş olup da başkasından yardım dileyen kimse gibidir. Onun sevap alacak veya -eğer müstehak ise- kendisini azaptan kurtaracak işleri yapma imkânı kalmamıştır. Artık faydalanacağı tek şey, ziyaretçilerinin ve mü’min kardeşlerinin yapacakları dua ve yaptıkları hayırlı amellerden bağışlayacakları sevaplardır.

Mümin ölülerinin ruhları, sağ olan din kardeşlerinin hayırlı dualarından ve güzel selam vermelerinden memnun ve mesrur olacakları bildirilmektedir.

Bir kabre rastlayan yahut ziyaret için mezarlığa varan kimsenin ilk yapacağı iş, şüphesiz oradaki ölülere selâm vermektir. Ölü, gelen ziyaretçiden haberdar olup, verdiği selâmı alır, yapacağı duadan istifade eder ve mezarının yanında oturmasıyla ölü ünsiyet edip memnun olur.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir kutlu ifadesinde şöyle buyurmaktadır:

“Herhangi bir kişi, yakın adamının mezarını ziyaret edip selâm verir ve yanında oturursa, mezar sahibi selâmını alıp iade eder ve orada oturduğu müddet kalkıncaya kadar onunla ünsiyet eder.”[290] diğer bir kutlu ifade de:

“Herhangi bir kul, sağlığında tanıyıp bildiği bir kişinin mezarının yanından geçer de ona selâm verirse, mezar sahibi onu bilir ve sevinçle selâmını alıp iade eder.”[291]

İbn-i Kayyım el-Cezviyye bu konuda demiştir ki: “Ziyaretçi her ne zaman bir mezarı ziyarete gelirse, ziyaret olunan mezar sahibi onu bilir ve selâmını işitir de alıp iade ederek onunla ünsiyette bulunur olduğuna delalet eder. Bu hüküm umumi olup şehitlere ve gayrilere şâmildir ve muayyen bir vakti yoktur, her vakitte husulü mümkündür. Hâddî zatında akıl sahibi muhataba verilen selâmı, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kabir ehline verilmesini meşru kılmış ve ümmetine emretmiştir ki, bu da kabir ehlinin verilen selâmı idrâk ve iade edeceklerine delâlet eder.”[292]

Kabir ziyaretine abdestli gitmeliyiz. Şüphesiz her zaman abdestli olmak iyidir. Ama kabir ziyareti için abdest şart değildir. Abdestsiz de ziyaret edilebilir.

Kabir ziyaretine giden kişi kabristan/mezarlık kapısına vardığı zaman selâm vermelidir.

Ziyaretçi kabristanın kapısına vardığı zaman yüzünü mezarlara döndürerek ve kabrin yanına vardığı zaman da Peygamber Efendim iz’in öğrettiği üzere şöyle selâm verir-.

“Es-Selamü aleyküm dara kavmin müminin ve innâ inşaâllâhü biküm lâhikün, es’elüllaheli ve lekemü’l Afiyet”

“Ey müminler yurdunun sakinleri. Selam size. Bizlerde inşallah sizlere kavuşacağız. Allah-u Teala’dan bizim ve sizin için afiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılardan kurtuluş dilerim.”[293]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabristandaki ölülere selâm verişi ve Müslümanlara da selâm vermeyi emredişi, onların selâmı duyduklarına ve aldıklarına delil olarak yeter.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı kabristana vardıkları zaman oradakilere selâm verip ölüler ve diriler için dua ediyorlardı. Gerek selâm verirken ve gerekse ölülere dua ederken, yüzlerini mezara doğru çeviriyorlardı. Ziyaretlerinin gayesi, ölülerin affına vesile olmak ve onlardan ibret almaktı.[294]

Ziyaret edeceğimiz yakınımızın başı tarafından değil, ayak tarafından gelmek suretiyle, sanki hayattaymış, onunla konuşuyormuşuz gibi yüzümüzü yakınımızın yüzüne doğru dönerek/çevirerek yaklaşmalı, kendisine çok yakın durmalı; Sağlığında kendisine çok yakın ise yakınına varmalı, fazla yakın değilse uzakça durarak dua etmelidir.[295] Ziyaretçi dirinin önünde nasıl duruyorsa, ölünün önünde de öyle durur.[296] Sünnet olan kabirleri ayakta ziyaret etmek ve yine ayakta dua etmektir.[297] Oturulabilir. Sonra; selâm vermeliyiz.

“Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı senin üzerine olsun.

Ey [Anne veya baba] Allah’ım seni ve beni merhametiyle kuşatsın, merhametiyle sarsın, merhametine boğsun. Allah sana rahmet etsin.

 Allah’dan bizim ve senin için afiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılarından kurtuluş dilerim.

Allah seni de beni de affetsin. Dedikten sonra oturur. Böylece, kabirdeki yakını, gelen mü’min kardeşiyle yalnızlığını gidermek isteyecek ve sevinecektir.[298]

Kişi kabrin yanında kolayına gelen Kur’an ayetlerinden okur. Kabirlerde Kur’an okunması sünnettir. Çünkü Kur’an okumanın sevabı orada bulunanlara ulaşır. Ölü de hazır olan gibidir. Onun hakkında da rahmeti ilâhi umulur.

Ölüyü ziyaret eden, yine onun yanında, Fatiha ve Bakara suresinin baş tarafı gibi; Kur’an’dan kolayına gelen Yasin, Fatiha, Ihlas, Ayetel-Kürsi, Amenerrasulü, Tebareke, Tekasür surelerini okur, sonra İhlas suresini on iki yahut on bir, yahut yedi, yahut üç kere okuyarak dua eder: [299]Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir kutlu ifadesinde şöyle buyurmuştur:

“Sizden biri vefat ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fatiha Suresi’ni, ayak ucunda da Bakara Suresi’nin son kısmını [Amenerrasulü] okusun.”[300]

“Her kim kabristana uğrayıp İHLÂS süresini on bir kere okur da sevabını ölülere bağışlarsa, orada bulunan ölülerin sayısınca kendisine sevap verilir.”[301]

Kabristan’da “Yasin-i Şerif” okumak da, sünnetle sabit olmuştur. Nitekim:

“Her kim kabristana girer de Yâsin’i okur ve sevabını ölülere bağışlarsa, o gün Allah Teâlâ onların azabını hafifletir. Kendisinin de bu kabristandaki ölüler sayısınca sevabı olur.”[302] hadis-i Şerifi, bunun delilidir.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“….Yasin Kur’an’ın kalbidir. Bir kimse onu Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yasin suresini okuyunuz.”[303]

Yasin Sûresini bilemeyen mükellef; Kur’an-ı Kerim’den Fatiha, Ayete’l Kürsi ve İhlâs okur. “Ya Rabbi; okuduğumun sevabını fûlana ve burada yatanlara ulaştır” diye dua eder.[304]

İmam-ı Şafiî şunları söyler:

“Mezarın başında Kur’an’dan ayet ve sureler okumak müstehaptır. Kur’an’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.”[305]

İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:

“Kabristana girdiğinizde Fatiha Muavvizeteyn (Felâk ve Nas sureleri) ve İhlâs surelerini okuyup, sevabını kabristan ehline bağışlayın, onlara gidip ulaşır.[306]

Kur’an okumanın peşinden kabulünü umarak ölüye dua edilir. Çünkü dua ölüye fayda verir. Çünkü kıratın peşinden yapılan dua kabul olunmaya daha yakındır.

Hadislerde geldiğine göre ölü görür, yanında yapılan işleri anlar, güzel işlerden ötürü sevinir, kötü işlerden ötürü üzülür. Ölü yine Cuma günü güneş doğmadan önceki ziyaretçilerini tanır. Yapılan hayırlardan faydalanır, yanında işlenen kötülüklerden rahatsız olur.[307]

Kabirleri gece ziyaret etmek de caizdir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gece Cennetü’l-Bâki mezarlığına gidip dua etmiştir.”[308]

Ölüye Kur’an Okuyup Sevabını Bağışlamak

Alimler; okunan Kur’an-ı Kerim ölülere mânevi bir ikram olduğu gibi, dua ve istiğfardan faydalanacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Onlar adına yapılan hayır ve hasenatın sevabının kendilerine ulaşacağı da sahih hadislerle ve icmâ ile sabittir. Buna şu âyet-i kerime de delâlet etmektedir:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.”"[309] Yine Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur:

“Kendi günahın, müminlerin ve mümine kadınların günahları için mağfiret dile.”[310]

Ebu Hüreyre radıyallahu anh diyor ki: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’le beraber yürüyorduk. İki mezar başına geldik. Resûl-i Ekrem bu mezarların başında dikilip durdu. Biz de durduk. Resûl-i Ekrem’in rengi değişti, sararıp soldu. O derece ki gömleğinin koltukları titremeğe başladı. Biz:”Ya Resûlullah,ne oluyor ? diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Benim duyduğumu duymuyor musunuz ?” buyurdu.

Biz: “Duyduğunuz nedir ya Resûlullah ? ” diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bu iki mezarda yatan erkekler şiddetle azab oluyorlar” buyurdu. Devamla:

“Azab oldukları, kaçınıp kendileri için kolay ve aslında büyük olduğu halde kendilerince küçük sanılan iki günahtır” buyurdu.

Biz: “Nedir o iki günah ?” diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bunlardan biri idrardan sakınmaz, diğeri ise dili ile insanlara eziyet eder, söz gezdirirdi.” buyurdu ve iki yaş hurma dalı istedi. Biz de getirdik. Mezarlarına birer tane dikti. Biz: “Bu yaş dalların, azabın kalkmasında bir rolü var mıdır ?” diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Evet bu dallar yaş kaldıkları/kurumadıkları müddetçe azabları hafifler.” buyurdu.[311]

Müfessir Kurtubi bu kutlu sözü şöyle izah eder: “Hadisin, ‘kurumadıkları müddetçe’ kısmı, o dalların yaş kaldıkları müddetçe teşbih ettiklerine işaret etmektedir. Nitekim alimlerimiz şöyle demişlerdir: Kabirlere ağaç dikmekten ve orada Kur’an-ı Kerim okumaktan oradaki mevtalar istifada ederler. Bir ağaç dikmek bile ölülerin azabını hafifletirse, bir mü’minin Kur’an okumasından kim bilir ne kadar istifade ederler? Ölüye hediye edilen şeyin sevabı da kendisine ulaşır.”[312]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. “Kul:

“Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?”diye sorara. Cenab-ı Hak ona:

“Arkamda bıraktığın hayırlı ve salih evlâdın seni için istiğfarda bulundu, dua etti” buyurur[313]

Yine Efendiler Efendisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey müstesnadır: Sadaka-i cariye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlât.”buyurmuştur.[314]

Bir adam Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle sordu: “Yâ Resûlullah! Benim annem öldü. Onun adına sadaka versem kendisine faydası olur mu ?” Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de: “Evet olur, buyurdu.”[315]

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin bütün mümin ve müminelere niyet etmesi en faziletlisidir. Çünkü bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından bir şey eksilmez. Okunan Kur’an’ın sevabının önce Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e hediye edilmesi müstehaptır.[316]

Bir kimse oruç tutar, namaz kılar veya sadaka verir de sevabını başka bir ölüye ve ya diriye bağışlarsa caiz olur.[317]

Bir kimse bütün kabristandakiler için bir Fatiha okusa. Kabristanda yatan bütün ölülerin her birine birer fatiha sevabı yazılır.[318]

Bir kimse başta Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere, din büyüklerine, anne ve babasına, sevdiği insanlara “amellerini sevabını bağışlayabilir.”[319]

Ölü yanında okunan Kur’an’ın sevabı ölüye ulaşır. Kur’an okumanın peşinden yapılan dua, orada bulunmasa da ölüye ulaşır. Çünkü Kur’an okunan yere rahmet ve bereket iner. Kur’an okumanın akabinde dua etmek ise daha çok kabule şayandır. Kabul edilmesi daha çok umulur.[320]

İnsan yaptığı amelin sevabını başkasına bağışlayabilir, ister namaz olsun ister oruç olsun, ister sadaka ve benzen şeyler olsun fark etmez. Bunların sevabını ölüye bağışlamak, kendi sevabından hiçbir şey eksiltmez.[321]

Vefat etmiş müminlerin, sağlıklarında yaptıkları ve vefatlarından sonra da devam etmekte olan hayırlarından fayda göreceklerini, ayrıca hayatta olan yakınlarının ve mümin kardeşlerinin dua ve infaklarından/yardımlarından istifade edeceklerini bildirerek onları bu hayırlara teşvik etmektedir.[322]

Ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde alimlerimiz irtifak etmişlerdir. Alimlerimiz; dua ve sadaka ve istiğfarın, Müslümanların ölülerine ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını bildirmektedirler, ayrıca; alimlere göre, sevabı ölüye bağışlanmak şartıyla her amel-i sâlihin sevabı ulaşır.

Bu itibarla Kur’an okuyacak olan, bunu mezar başında değil de evde, camide ya da başka bir yerde, her yerde okuyabiliriz. Evinde, mescitte veya dilediği her yerde Allah rızası için Kur’an’ını okur ve sevabını ölüye hediye ederse, Cenâb-ı Hakk onu ulaştırmağa kadirdir. İllâ da mezar başında okuması gerekmez. Başka bir yerde yapılıp sevabı ölüye bağışlanmalıdır.[323]

Yolculuk yaparken, yol güzergahında gördüğümüz ilçe, kasaba ve köylerin mezarlarının yanından geçerken, okuyacağımız on bir ihlas-ı şerif ve Fatiha surelerinin sevabını mezarlıklarda yatanlara hediye etsek binlerce sevaba nail oluruz.

Duayı, şu şekilde yapsak güzel olmaz mı?

“Yarabbi! Bu okumuş olduğum Kur’an-ı Kerim’in sevabını Efendiler Efendisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in temiz pak ruhlarına, âlinin ve ashabının temiz pak ruhlarına; Hazret-i Adem aleyhisselâm’dan şu ana kadar ölmüş bütün Müslümanların ruhlarına, yaşayan bütün Müslümanların ruhlarına ve burada bulunan bütün ölülerin ruhlarına hediye eyledim. Sen kabul buyur. Yarabbi. Amin.”

Kabristanda Yapılmaması Gerekenler

Kabristanda ziyaret ile bağdaşmayan edep dışı ve malâyani söz söylemekten, kibirlenip çalım satarak yürümekten sakınmak ve mütevazi bir tavır takınmak gerekir.[324]

Kabirlerde büyük ve küçük tuvalet etmekten sakınmalıdır.

Kabir yanında kurban kesmek ve hayvan boğazlamak. Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek islâm’da yoktur.” buyurarak kabir ve yatırlara kurban kesmeyi yasaklamıştır. İslâm’da kurban Allah rızası içi kesilir. Kabir başında kesilende ise sanki başkasının/o kabirdekinin rızasını ummak vardır. Bu üstelik yasak olan fiildir. [325]Allah için olsa bile mekruhtur. Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımını elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibadettir. İbadet ise yalnız Allah’a mahsustur.

Kabirler Ka’be tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilemez.

Kabir ziyaretinde edebe riayet etmek lâzımdır. Mekruh ve haram olan işleri yapmaktan sakınmak lâzımdır. Bir takım cahil insanların yaptıkları gibi; mezar taşlarına ve duvarlarına sarılmak veya elini sürmek, taşları ve yerleri öpmek, karnını ve göğsünü taşlara sürmek mekruh ve çirkin bidattir. Mezara eğilmek, secde eder gibi mezarın üzerine veya yerlere eğilip kapanmak, mezarın etrafını tavaf edip dolaşmak Peygamber ve Evliyaullah’dan bir velinin mezarı olsa dahi haramdır.[326]

Mezar sahibinden hastasına şifa, derdine derman istemek, mezara kurban adamak, çocuğu olmayana çocuk vereceğine inanmak, gömleğinden yırtıp mezarın taşlarına ve dikenlerine ve çalılara veya türbenin kapı ve pencerelerine bağlamak ve bu suretle hastalıktan kurtulacağına inanmak, İslâm inancına aykırı cehalet devrinden kalma şirk ve batıl inançlardır. İslâm’ın nezih inancına aykırı olan böyle batıl inançlardan kalplerimizi temizlemek lâzımdır. Ölülerden yardım istemek ve bunun gibi mezar taşlarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye bir fayda sağlamaz. Kabirdeki kişinin başkasına bizzat fayda vermeye veya bir zararı gidermeye gücü yetmez. [327]

Ancak Allah’tan bir şey isterken Salih zâtları vesile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Meselâ; “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hakkı için, O’nun hürmetine, ya Rabbi onunla sana dua ediyorum, şu isteğimi yerine getir! “demek duaların kabulüne vesile olur.

Kabir ziyaretini özellikle Cuma, cumartesi, pazartesi ve Perşembe günleri yapılan ziyarettir. Sünnet olan kabirleri ayakta ziyaret etmek ve yine ayakta dua etmektir Ancak diğer günlerde de ziyaret mümkün ve caizdir.[328]

Kabir başında ağlamak ve açılmak. Bilhassa yakın akraba ziyareti esnasında kadınlarda görülen ağlama ve açılıp saçılma yanlış bir harekettir. Bu ağlama esnasında çoğu kez yakışmayan sözler söylenir. Halbuki Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kabir ziyaretine izin verildiğini bildirdiği hadislerinin birinin sonunda: “Ziyaret esnasında yakışıksız sözler söylemeyin.” buyurmuştur.[329]

Mezar başında sesli olarak zikir yapılmaz. Oranın zikir yeri olmadığı herkesin malumudur.[330],

Teberrük kastıyla mezarlar üzerine elbise veya mendil bırakılmaz.[331]

Cahil Müslümanlar arasında çok yaygın olan yanlış hareketlerden biri de paçavra bağlama hurafesidir. Kendisini hatırlayıp, dileğini yerine getirsin diye, bazı türbelerin etrafına ya da çevrede kutsal sayılan taş, ağaç ve demirlere çaput bağlamak, yahut çocuğum olsun diye çalı ve çaputlardan yaptığı bir bebeği mendil içerisine koyup asmak, akıl ve İslâm’la ilgisi olmayan hareketlerdendir. Böylesi hurafeleri yapana hiçbir faydası olamayacağı gibi, günah kazandırmak suretiyle, zararı da olur.[332]

Kabrin/Mezarın Üzerinde Oturmak

Kabirde/mezarlıkta yemek, içmek, gülmek, çok konuşmak, yine yüksek sesle Kur’an okumak, kabir üzerinde oturmak, yürümek, uyku uyumak, küçük veya büyük abdestini yapmak ve bunları adet edinmek de mekruhtur.[333]

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Sizden birinin ateş koru üzerinde oturması ve bu ateş korunun elbisesini yakıp da derisine işlemesi bir kabrin üzerine oturmasından çok daha hayırlıdır. “[334]

“Kabirlerin üzerine oturmayın; onlara doğru namaz da kılmayın.[335]

“Bana ateşte yürümek, bir müslümanın mezarının üzerinde yürümekten daha iyidir.”[336]

Bir sahâbi anlatıyor: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem beni bir mezarın üzerinde otururken gördü ve:

“Ey mezarda oturan adam, in aşağı. Mezardakine eziyet etme ki, o da sana eziyet etmesin (orada oturduğun için Allah seni cezalandırmasın)”[337]-

Kabir üzerine oturmak İmam Şafiî ile diğer bir çok ulemaya göre haramdır. Hanefilere göre: Kabir üzerine oturmak ve uyumak tenzihen mekruh, büyük ve küçük abdest bozmak gibi şeyler ise tahrimen mekruhtur. Hanefiler’le diğer birçok ulemaya göre kabre karşı namaz kılmak mekruhtur.[338]

Mezarın Üzerine veya Etrafına Ağaç Dikmek

Mezarın üzerine ve etrafına ağaç ve gülfidanı dikmek, çiçek ve yeşillik olacak bitkiler ekmek suretiyle mezarın üzerini yeşillendirmek sünnettir.

“Kabre ağaç dikmek de sevaptır. Hattâ dikilen ağaç ve bitki, ölünün azabının hafifletilmesine sebep olur.” [339]

Ecdadımız müessese önlerine çınar, kabristanlara ise selvi ağacı dikmiştir. Çınar, sonbaharda yaprağını döktüğü için dünyanın ve müesseselerinin faniliğini, selvi ise yapraklarını dökmediği için ahire tin ebediliğini simgeler. Aynı zamanda, bu uygulamalarla çevrenin, dünyanın akciğeri mesabesinde olan ağaçlarla süslenmesi sağlanmıştır.[340]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabre yaş dal dikme sünnetine uyarak çiçek, gül, vs. yeşil bitkiler dikmek, mezara güzel bir görünüm kazandıracağı gibi, bunların teşbihi sebebiyle ölünün affına da vesile olur. Bu itibarla mezar üzerine yeşil bitkiler dikmek, ziyaretçinin yapacağı işler arasındadır.[341]

Kabir üzerinde bulunan yaş bitkileri, ağaçları, otları kesmek mekruhtur. Kuru otları kesmekte bir sakınca yoktur.

Binâenaleyh, yaş otların ve ağaçların zikrü teşbih etmeleri ile azabın hafiflenmesi ümid edilirse, Kur’an okumakla ve insanların dua ve istiğfar etmeleriyle azabın hafifleneceği daha çok kuvvetli olarak ümid edilir. Çünkü Kur’an okumanın rahmet ve bereketi, onların zikrü teşbihinden daha çok büyük olduğundan Kur’an okunan yere hepsinden fazla rahmet nazil olacağı şüphesizdir.”[342]


[204] Ebu Davud,H.no:2437

[205] Zadu’1-Meâd.2/651

[206] İbn Mace.4/632

[207] Furkan GALIB; “Mübarek Günler ve Geceler”, Timas, s.89-105

[208] Kutlu zamanlar.175; Abd b. Humeyd, Müsned.1/257

[209] TecridTer.3/189

[210] Ebu Davud, 6/503

[211] Bulûğ-ül-Merâm.2/452

[212] İmam-ı Nevevi.El-Ezkârl/295

[213] İmam Nevevi. 1/295- Furkan GALJB; “Mübarek Günler ve Geceler”, s.89-105

[214] İmam-ı Nevevi. El-Ezkâr. 1/295

[215] Ahrnet Şahin.Günlük Hayatımızda Dualar.170

[216] Bediüzzaman Said Nursi.13. Şua

[217] Ramuz e!-Hadis:542/9; 309/3; Musahabe.5/85

[218] M.Talu, Dini Meselelerimiz.2/499

[219] Müslim, H.no:1977; Ebu Davud, H.no:2791;lbn Mace, H.no:3149-3150

[220] Riyazüs Sâlihin.7/228

[221] Ebu Davud,10/467

[222] Ebu Davud, h. no: 1134

[223] Efendimizin Hayat Ölçüleri .131

[224] Hac:22/34

[225] Maide suresi,27

[226] Saffat suresi. 107

[227] Hac suresi.34

[228] Hac suresi,37

[229] Kutlu Zamanlar, 146-147

[230] EbuDavud, h.no:2789

[231] Furkan GALIB; “Mübarek Günler ve Geceler”, Timas, s.89-105

[232] Kutlu Zamanlar.133-134

[233] Ebu Davud. 10/462

[234] İbn Mace, H.no:1315

[235] İbn Mace, H.no:1316

[236] Kevser süresi:2

[237] Ebu DavudH.no: 1148

[238] Fıkhi Mese!eler.4/113

[239] Ö.Nasuhi Bilme.B.İslâm İlmihâli. 167

[240] A.Fikri Yavuz.İslâm İlmihâli.211

[241] Şamil İs.An

[242] İbn-i Mace, h. no: 1295

[243] İbn Mace, H.no:1296 

[244] Tirmizi, H.no:540; Ebu Davud, H.no:1156; İbn Mace, H,no:1298

[245] Is. Fık. Ans. 2/468

[246] İs. Fık. Ans. 2/456-475

[247] Mahmut Özakkaş, Namaz An. 176

[248] Mahmut Özakkaş, Namaz An. 176

[249] Şamil İslâm. An.  

[250] Bakara suresi.203 

[251] Kutlu Zamanlar. 125-126 

[252] Bakara suresi.2/203

[253] Kur’anda Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir.77

[254] 33/41

[255] 1.Karagöz. Kur’anda Zikir Kavramı.83-85

[256] Zadu’l Meâd.1/75

[257] Ebu Davud.H.no:1765

[258] Ebu Davud.6/503-504  

[259] Tirmizi, H.no-.541

[260] Selâmet yolları.2/179

[261] Selâmet yolları.2/179

[262] Selâmet yolları.2/179

[263] Efendimizden Hayat Ölçüleri. 134

[264] Ruhul-Furkan, 2/297

[265] Ahmet Şahin Günlük Hayatımızda Dualarımız. 171

[266] Tergib ve Terhib. 2/531

[267] Tergib ve Terhib. 2/532

[268] Tergib ve Terhib.2/531

[269] Kütüb-i Sitte Muhtasarı. 13/134

[270] Ebu Davud:H.Nu:555

[271] Ahmet Şahin.Günlük Hayatımızda Dualar. 170

[272] Tirmizi, H.no:768

[273] Tirmizi, H.no:769

[274] Tirmizi, H.no:770

[275] Selâmet Yolları.2/461

[276] Selâmet Yolları.2/461

[277] Selâmet Yolları.2/462

[278] Ebu Davud, H.no:2416

[279] H.Karaman. Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken

[280] Tirmizi, h.no: 1060

[281] İbn Mace, H.no:1571

[282] Üsve-i Hasene. 1/471; Müslim, c:5/260

[283] Mehmet Emre.Müslümanca yaşama Sanatı. 1/411

[284] Üsve-i Hasene. 1/473

[285] Üsve-i Hasene. 1/471

[286] Haşrsuresi.59/10

[287] Dürretül Fahire.319

[288] Ramuz el-Hadis.368/10; Dürretül Fahire.319

[289] Dürretül’ Fahire:320

[290] Ramuz el-Hadis. 382/5

[291] Cami’üs Sağir.2/131

[292] Dürretül’ Fahire:318

[293] Müslim, H:no:975

[294] S.Toprak.Kabir Hayatı.445

[295] Üsve-i Hasene. 1/476

[296] İs.Fık.An.3/91

[297] Kabirleri ayakta ziyaret etmek ve yanlarında ayakta dua okumak da sünnettir. Nitekim Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Cennetü’1-Bâki” mezarlığına çıktığı zaman bu şekilde yapmıştır

[298] S.Toprak. Kabir Hayatı. Muhtelif sayfalar.

[299] ibn-i Abidin.c:3/502

[300] Üsve-i Hasene. 1/473

[301] İs.Fık.An.3/88; İbn-i Abidin.3/503

[302] İs.Fık.An.3/88; İbn-i Abidin.3/503

[303] İbn Hanbel.V.26

[304] Emanet ve Ehliyet, c: 1/349

[305] Üsve-i Hasene. 1/474

[306] Dürretül Fahire.319

[307] İs.Fık.An.3/88

[308] Üsve-i Hasene. 1/474-477

[309] Haşr suresi.59/10

[310] Muhammed suresi.79

[311] İslamda Helâllar ve Haramlar: 1/341

[312] O.Nuri Topbaş.Faziletler Medeniyeti.2/292

[313] İbn Mace.Edeb.l; O.Nuri Topbaş.Faziletler Medeniyeti.2/292

[314] Müslim.Vasiyyet. 10; O.Nuri Topbaş.Faziletler Medeniyeti.2/294

[315] İs.Fık.An.3/98

[316] İs.Fık.An.3/88

[317] İbn-i Abidin.3/504

[318] İbn-i Abidin. 3/504

[319] İbn-i Abidin.3/504

[320] İs.Fık.An.3/99

[321] İs. Fık. An.3/99

[322] O.Nuri Topbaş. Faziletler Medeniyeti.2/296

[323] S.Toprak.kabir Hayatı.461-462

[324] Üsve-i Hasene. 1/476

[325] S.Toprak Kabir hayatı.471

[326] Dürretül Fahire.316

[327] Üsöve-i Hasnel/476; Dürretül Fahire.316

[328] İs.Fık.An.3/88

[329] S.Toprak Kabir ziyareti.476

[330] S.Toprak.Kabir ziyareti.476

[331] S.Toprak.kabir hayatı. 1/477

[332] S.Toprak.Kabir Ziyareti.477

[333] İs.Fık.An.3/91

[334] Müslim, H.no:971; Nesaî, H.no:2046; Riyazü’s Sâlihin, H.no:1770

[335] Müslim, H.no:972-973

[336] Tergib veTerhib.7/81

[337] Tergib ve Terhib.7/81

[338] Müslim,5/246

[339] Müslim, H.no:292; Nesâi, H.no.-2070

[340] Üsve-i Hasene. 1/475

[341] S.Toprak kabir hayatı.445

[342] Dürretül  Fahire.325

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

NAMAZA DAVET MEKTUBU

Sevgili Recep, değerli kardeşim.

Yukarıda bazı çalışmalarımızı bulacaksın. Bilgiler “verilmiştir” diye insan düşünürse “hamde” gider, paylaşır, tevazuya dönüşür, hizmete vesile olur. Eh bizim de böyle düşündüğümüzü 50 gramlık bir ahilik yapmaya çalıştığımızı varsayabilirsin. Senin eleştirilerin bizim zenginliğimiz olur.

Önümüzdeki temmuz ayında yapılacak sempozyuma “ahiliğin iktisadi görüşü ve günümüze nasıl uyarlanabileceği” konulu (bu başlık konuşularak içerikle değişebilir şüphesiz) bir tebliğ sunmak isterim. Bu konudaki girişimi senden rica edebilirim sanıyorum. Gerekirse Fatih hocayla sen ilk teması kurduktan sonra benim de doğrudan bir hiç olmazsa telefon konuşması yapmam uygun olur. Daha  sonra onun telefon numarasını senden alabilir miyim?

Son yapılan sempozyumda yapılan konuşmalardan tuttuğum notlar ile kendi bilgi beceri  araştırma ve tecrübelerimden oluşan karma bir ahilik konulu yazdığım bir makale ulusal düzeyde yayınlanan mali dergilerde bu ay yayınlanacak. Bunu küçük bir katkı olarak yayın hayatına sunmak bana gurur verecek.

Bizler uzmanlaşmış kişiler olduğumuz için körlerin yeni gelmiş bir fili anlamaya çalışmalarına benziyoruz. Eskiler her konuda yetiştiriyorlardı kendilerini. Hem dünyevi bütün dersler ve hem de dini dersler birlikte veriliyordu ve amelle mücehhez hale geliyordu. Örneğin müctehit imamlar bütün konularda kendilerini yetiştirdiği için Kuran’ı tefsir ya da hukuk oluştururken zorlanmıyorlardı. Çünkü Kuran da herşey var. İktisat, sosyoloji, tıp, astronomi, edebiyat, v.s. ancak ben bu sorunu şöyle aşabileceğimizi düşünüyorum. Eğer ben yalnızca filin bacağının boru gibi olduğunu, siz kulağının yelpazeye benzediğini, bir başkası kuyruklu olduğunu söyleyebilir ve biz akıllıca bunları işleyebilir ve biraraya getirebilirsek bu fili tam olarak resmedebiliriz. İşte aranan da budur.

Üç tane Japon Amerika’ya gider ve Amerikalı’lar yeni yaptıkları bir makina üzerinde Japonları seyrettirirler, alay ederler yapamazsınız diye ve fotoğraf çekmelerine izin vermezler. Onlar şöyle yapar. Üçüde farklı açılardan o makinayı üç saat boyunca seyreder ve otele gidince herkes gördüğü resmi çizer ve sonrasında onları birleştirirler, bir bütünü ifade eden yeni bir resim yaparlar. Bütün ortaya çıkmıştır! Artık bunu taklit edip kullanabilirler.

İşte bizim ki de böyle olmak zorunda. Örneğin ben Arapça okuyorum fakat Osmanlıca’yı tam bilemiyorum. Birisinin fütüvvetnameleri,  şecereleri, kitabeleri ve diğer bütün dökümanları okuyup yeni dile çevirmesi gerek. İlk yapılacak iş bu. Sonra bizler üzerinde işleyebiliriz.

İşte işleyen kişilerle ilişkin bir sorun da şudur diye düşünürüm. Örneğin namaz kılmayan bir doktorun hastasına “sen namaz kılmayabilirsin” demesi bana göre yanlıştır. Çünkü hastalığı biliyor fakat namazın önemini bilmiyor. Bu bir eksikliktir. Oruç niye var? Açın halinden anla diye değil mi? Onun gibi yine bir doktor yine hastasına kendi oruç tutmuyorsa o da ona “oruç tutma” diyemez. Bana hasta olduğunu oruç tutamayacağını söyleyip kolaydan icazet almak isteyen kişilere, onları namazsa namaz kılan, oruçsa oruç tutan bir doktora  gitmelerini tavsiye ediyordum. Dini ben biliyorum fakat ben de namaz kılan doktor değilim.

Her neyse, senin de Cuma dışında namaz kılmadığını babandan öğrendim. O söylemedi fakat ben sordum. Ben hem okumuş hem namaz kılanları çok severim. Namaz kılanlar iyi yerlere gelmedikleri sürece İslam’ın ve Müslümanın bir yere gelmesi mümkün değil. Bir yere gelenlerin de namaz kılmamaları halinde hizmet etmeleri imkansız değil, fakat biraz zor. Yani konu yalnız kişisel değil. Mutlaka namaz onun bakış açısına yansır. Dedik ya doktorun namaz kılanı. Aynı hesap. Sen namaz kılmıyorsun fakat ahiliğe hizmet etmeye kalkıyorsun. Şüphesiz bu reddedilmez. Adalette kaldığın sürece bir anlam ifade edebilir, fakat bundan recep şöyle insan, şöyle hoca laflarından nefsini koruman gittikçe zorlaşır. Yorumlarında da hata etme olasılığın yükselir.

Ben sana göre bir adım önde olduğumu söylememe lütfen izin ver. Benim yıllar yılı hiç bir namazım asla aksamamıştır. Bunu riya olsun diye değil, örnek olsun diye söylüyorum. Ancak hedefte yine namaz değil Allah’a olan muhabbet yatar. İşte bu muhabbet bize namazı kıldırır, aksattırmaz. Onsuz hayat yaşayamayız biz. Sevap ticareti de yapmayız. Fakat ilahi rıza talebi bizi ihlasa da iter götürür. İşte riya kaybolmuştur. İhlas ise, işte kul ile Allah arasında izah edilemeyen bir ilişkidir.

Kabe de namaz kılan Hz. Peygamberin üstüne namazda işkembe atıldığında kızı ağlıyor. Ona dönerek diyor ki “ ağlama kızım, Allah sevdiklerini terketmeyecektir.”  İşte önemli olan ilişkileri KAVİ tutabilmektir.

Fakat insan garib bir yaratıktır. Koyun gibidir. İki koyun alıp birini yanında kessen diğeri anlamaz. Kişi arkadaşını toprağa verir üzerine toprak atar, dua okur, döner gelir aynı hayata devam eder. Ders almaz.

İşte temel sorun düşüncesizliktir. Kişi düşünmemektedir. Düşünmesi gerektiği gibi yaşamadığı için yaşadığı  gibi düşünmeye başlamakta ve sorgulamamaktadır. İşte kişinin aklı selimine hitab ederken bu gerçeğe dikkat edilmeli ve onu düşünmeye sorgulamaya davet eden ortamların oluşması kadar (örneğin geziye gitmek düşünsel bir ortam sağlayabilir. Bilimde düşünme kuralı bir şeyin etkisini anlamak istiyorsanız onu sistemden çıkarırsınız ve değişiklikleri gözleyerek onun önceki etkisini anlarsınız. Bu da onun gibi. Gezide kişi sistemden çıkmıştır, uyarıcılardan oyalayıcılardan uzaklaşmıştır. İçki kadın ve eğlenceye dalmamışsa aklı selim ifsad olmamış demektir ve bu kişinin biraz olsun düşünebileceği varsayılabilir.- aynı şekilde i’tikaf da aynı etkiyi yapar. Yani ibadet niyetiyle camide belli bir süre inziva aklı başında kişiyi sistemden uzaklaştırmıştır ve  düşünebileceği bir ortam oluşmuştur. – son olarak HAC da öyledir. O da akıllı, bilgili, ve ihlaslı kişilerde gerçek bir müslüman bilincine yönelmelerine yol açar. Örneğin Amerikalı Malkom X, kendi şeyhinin Amerika’da İslamı siyahların eğemenliğinin mücadelesi  olarak algılamış olmasına rağmen o haccca gittikten sonra bunun yanlışlığını, İslam’ın bütün insanların bir tevhit mücadelesi içinde olması ve hak ve çıkarlarını bu düzlemde araması gerektiğini idrak etmiş ve Amerika’ya dönüşünde ondan yollarını ayırmıştır. Filmini belki seyretmişsindir.)

İşte bu düşüncelerin hepsi birer ortamın eseridir. Fakat yine namaz da vardır. Namaz kılmayanın sorunları idrak edebilecek seviyeye gelmesi beklenemez. Çünkü bunun arkasından bir de fikir için mücadele gerekecektir. Yani bilinen anlamıyla cihad.

Sen çok sevmezsen benim için nasıl fedakarlık yapabilirsin ki? Oğlan kızı seviyor ve onun için yapmayacağı fadakarlık yok. Yani sevgi arttıkça harekete, fedakarlığa dönüşebiliyor. İşte bunun birinci ayağı namazdır. O zaman sorun ne kadar sevdiğinizde yatıyor demektir. Suya atlamadan önce ayağımızı suya değdirip “aman bu su soğukmuş” deyip geri mi çekileceğiz, yoksa “ya Allah” deyip kimseden korkmadan balıklama atlayıp dalacak mıyız?

Sen birincisini yapıyorsun. Yalnız cumaya gitmekle ihtiyacın için denizden bir tas su alan insan gibisin. Halbuki bir tasla yıkanamazsın. Denize mutlaka girmen gerekir. kıyıya gelmişsin ve sadece bakıyorsun. O zaten güzel. Ona bir şey olmaz. Sensin ihtiyacı olan. İşte bu temizlik bu arınma, denize girmek namazdır. İnsanı arıtır. Günde beş defa arınan birini düşünsene. Onda hiç kirden eser kalır mı?(hadis)

Aşıkpaşa mezarlığını niye yol üstüne yapmışlar? Herkes görüp ibret alsın diye. Ama kimseyi hiç ibret alır görüyor musun?

Hazreti peygamber akıllı insanı şöyle tarif ediyor: “ akıllı insan ölümü çok düşünen ve ölümden sonrası için çalışan insandır” diyor.

Neden devlet adamları diğer insanlardan farklıdır. Çünkü onlar ileriyi gören insanlardır. Normal olarak da okuyan insanların da biraz ileriyi görmeleri beklenmelidir. Sadece sistematik düşünme yeteneğini geliştirip, sorunların nerelere varacağını hesaplayıp kendi sonunun nereye varacağını düşünmemek ne anlama geliyorsa onun adını sen koy istersen.

Benim lafım bitmez. Ben Allah’a aşığım. Onun dinine hizmet etmekten dolayı ben hep ücretimi alırım zaten. Fakat bunu öne almam. Ben bal yiyorsam sen kuru ekmek yiyorsan bak gel sen de bal ye demekten öte nedir ki? Yani sevgiden dolayı bir davet var sana anlarsan. Ben oturur budistlere, şirke düştükleri için Hırıstiyanlara da üzülürüm ve onlara da dua ederim. Kim olursa olsun bir kişiyi kar sayarım. Gider papazlarla insanları şirke düşürdünüz diye kavga ederim. Benim imanım KAVİdir. Sarsılmaz. Sen de öyle ol. Ucundan tutma, dişlerinle tam ıssır, ve bırakma. Ya da balıklama atla. İhtiyaç kadar müslümanlık da neymiş? Kimden korkuyorsun? Şeytan mı seni ayartıyor? İlahi dinlere ilk inananlar zayıflar, köleler, işçiler fakirler olmuştur. Çünkü onların adalete ihtiyaçları vardı. Ve din de adalet getiriryordu. Sen de onlar gibisin.= İhtiyaç için müslümanlık.

Bu düşüncesizliği bırakmanı dilerim. İstersen Aşıkpaşadan kendine bir yer hazırlattır. O seni daha çok İslama yaklaştırır. Ağır oldu değil mi? Dostlar acı söyler. Sürprizler her zaman iyi netice vermez. Sende sürpriz görme diye bu hafta sonunda bu kadar yazıyı sana döşedim. Teşekkür etmene gerek yok. Baban iyi insan fakat seni namaza zorlamıyor. Onu da uyardım. Ben her namazda çocuklarımı uyarırım. Oğlum namazını kıl diye. Yalnız namaz için telefon ettiğim olur. Asla yılmam. Çünkü bilirim ki ateş var. Müminlerle ilgili bakara suresinin ilk beş ayetinde “müminler ki onlar ahirete de yakinen inanırlar” diye geçer. İşte ben ahireti görür gibi yaşarım. Diğer insanlar da namazını kılsın iyi insan olsun diye kıçımı yırtarım. Sana da kıçımı yırtmış olmuyor muyum.?

Selam ve sevgilerimi yollar çalışmalarının önce adaleti sonra HAKK’ı göstermesini dilerim. Uygun bir zamanda haber bekliyorum.

Not:

-Ahilik dosyası son sempozyuma sen katılmadığın için yararlı olabilir. Genede eleştirilerini almalıyım.

-Yönetimle ilgili yazılar da umarım yararlı olur. Senin de yönettiğin insanlar var, işe yaramalı.

-Namaz yazısı sana çok şey anlatmalı diye düşünürüm. Ben taşı atarım kuşun önüne, kuş gelir kendi çarpar taşa inşallah,

Allah’a emanet ol. Hep onunla yaşa. Hep hatırla. Haftada da bir hatırlayanlara küsmez ama cennet sözünü 5 vakit kılana söz vermiştir. 5 vakit kılmayana sözü yoktur. dilerde azap eder, dilerse bağışlar. (hadis). Yani %50 risk taşıyorsun…

Kal sağlıcakla.

Ahmet atik

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

ZEKÂT – VERGİ İLİŞKİSİ

Zekât ise malî bir ibadettir. Bunda hâkim olan ruh Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızâsını kazanmaktır.

O’nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.

Zekâtın bu dinî ve mânevî hikmetleri yanı sıra toplumda sosyal adaleti sağlama, zenginlerle fakirler arasındaki maddî ve hissî uçurumları kapatıp karşılıklı sevgi ve saygı tesis etme, sosyal amaçlı gider ve yatırım alanlarından bir kısmını karşılama gibi önemli yararlar taşıdığı da açıktır. öte yandan Hz. Peygamber ve sahâbe döneminden itibaren belli malların zekâtının devlet tarafından toplandığı ve bu sosyal ve kamusal alanlara harcandığı da bilinmektedir.

Zekatın bu ikinci grupta yer alan sosyal amaçları ve kamu hukukunu ilgilendiren yönleri, öteden beri İslâm âlimleri arasında zekâtın, aynı mal veya gelirden devlete verilen vergiden farklı olup olmadığı, vergi ile zekâtın aynı şeyin iki farklı isimlendirmesi mi, yoksa tamamıyla farklı şeyler mi olduğu tartışmasının  da ana sebebini teşkil etmiştir.

Vergi, devletin kamu harcamalarını finanse etmek amacıyla fert ve işletmelerden, karşılıksız olarak ve kamu hukukunun kuralları çerçevesinde aldığı paralardır.

Vergiyi fertler ve işletmeler hukukî zor altında öderler ve bu ödeme karşılığında devletten, vatandaşlık konumlarından doğan genel ve kamusal haklar hariç, herhangi bir hak iddia edemezler. O halde vergiden doğan hukukî ilişki bir alacak borç ilişkisidir. Bir alacak veya borcun meydana gelme-si için esas itibariyle iki tarafın bulunması gerekir. Vergi ilişkisinde taraflardan biri vergi alacaklısı, diğer vergi borçlusudur; her iki tarafın da yetki ve ödevleri kanundan doğar.

Devletin kendinden beklenen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi için gelire ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı vergilerdir.

a) Zekâtın Vergiye Benzemeyen Tarafları

I. Zekat ile vergi arasında mevcut farklar söylenirken, öncelikle zekâtın Allah taraf’ından konulmuş, Kur’an’da yazılı kalıcı ve değişmez bir hüküm, verginin ise kanunla konulup kaldırılan, açıkçası beşerî bir otoriteye dayanan bir karar olduğu gündeme getirilir ve vergi kanunlarının yürürlüğe girmesi veya yürürlükten kaldırılması şeklinin diğer kanunlardan farkı bulunmadığı söylenir.

2.      Vergi kanunla konup  kanunla kaldırıldığı gibi,  onun miktar ve nisbetleri de kanunla düzenlenir, gerektiğinde aynı usulle arttırılır eksiltilir.

Zekâtın nisab ve nisbetleri Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu nisab ve nisbetler Hulefâyi Râşidîn döneminde ve müteakip dönemlerde aynen korunmuş, tarih içinde hiç değiştirilmemiştir. Zekâtın bu unsurlarının değiştirilmesi, onun malî bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır.

3.      Zekâtın sarf yerleri âyetle belirlenmiştir. Zekâtı devlet de tahsil etse, hukukî bakımdan  onun  durumu yetim   malını elinde bulunduran vasînin durumu gibidir. Devlet ancak koruma amacı ile elinde bulundurabilir. Dilediği mal ve hizmetlere harcayamaz, zikredilen âyette gösterilen zümrelere sarfetmekle yükümlüdür. Halbuki devlet vergi gelirlerini sosyal ve kamusal alanda istediği gibi harcayabilir.

Bu açıdan söylemek gerekirse; zekâtın vergiye benzeyen yönleri dikkate alındığında onun nerelere tahsis edileceği önceden belirlenmiş tahsisî bir vergi olduğu, fertten ferde transfer edildiği zaman hem sosyal güvenlik vergisi veya primi, hem de ivazî mahiyetinde görülebileceğini söylemek mümkündür.

Vergiler genel bütçe gelirleri içinde kaybolacağı gibi, belirli bir gaye için belirli bir verginin de tahsil edilmesi mümkündür. Eğer bir vergi, özellikle sosyal güvenlik gayesine tahsis ediliyorsa bu tahsisî bir vergidir. Zekât işte bu tür tahsisî bir sosyal güvenlik vergisi mahiyetinde görülebilir.

Zekâtın vergiye benzemeyen tarafları dikkate alındığında ise onun ibadet yönünün ağır bastığı ve vergiden farklı olduğu söylenebilir. Bu farklılık en çok hükmün kaynağı, zekâta tâbi mallarda nisab ve nisbetler ve zekâtın sarf yerlerinde belirgin hale gelmektedir.

b) Zekâtın Vergiye Benzeyen Tarafları

1.Zekât da vergi de toplumsal yaşamın gereklerinden olup zorunludur.

2.Zekâtı kaide olarak devlet tahsil eder ve ilgili yerlere sarfeder. Vergi tahsili de merkezî devlet idaresine veya onun yetki devrinde bulunduğu taşra kamu kurum ve kuruluşlarına aittir.

3.Zekât mükellefi bu farîzayı yerine getirirken kendisi için özel bir menfaat gözetmez. Vergi mükellefi de vergisi karşılığında doğrudan kendisine bir menfaat beklemez.

4.Hem zekâtın hem de verginin malî hedefleri yanında iktisadî, içtimaî hedefleri de vardır.

Böyle olunca, zekât ile vergi arasında ontolojik ve aksiyolojik anlamda bir farkın bulunduğu, yani aralarında menşe ve değer hükmü bakımından fark olduğu söylenebilir. Amaçlan aynı olsa bile zekât emri, ilâhî kökenlidir, dolayısıyla mânevî müeyyidelidir-, vergi ise dünyevî bir otoritenin emridir ve müeyvidesi maddîdir. Fakat, bu durum aralarında pratik ve dogmatik açıdan fark bulunduğu anlamına gelmez. Meselâ, her ikisi de sosyal ve kamusal amaçlıdır. Zekâtın uygulanması mânevî müeyyideye, verginin uygulaması ise kanunî müeyyideye bağlanmıştır ve müeyyideye bağlılık açısından aralarında fark yoktur. Kaldı ki devlet, zekât uygulamasını daha düzenli hale getirmek için kanunî düzenleme yapacak olsa, bu fark da ortadan kalkar.

Çağımızda zekât-vergi benzerliği veya ayrılığı konusunda bu ve benzeri mülâhazalardan hareket eden İslâm âlimlerinin neticede iki gruba ayrıldıkları görülür.

a) Çoğunluğa göre zekât ve vergi ayrı ayrı mükellefiyetlerdir. Devlete verilen vergi, aynı maldan verilmesi gereken zekât borcunu düşürmez. Verginin zekâta benzeyen bazı yönleri bulunsa da, vergiden doğan hukukî ilişki bir borç ilişkisidir. Vergi alacaklısı vergi koyma yetkisine sahip kamu kuruluşlarıdır. Vergi borçlusu ise, vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu tereddüp eden gerçek veya tüzel kişilerdir. Mükellef bu ödenmesi zorunlu vergi borcunu çıkardıktan sonra zekâta matrah olan servetini hesap edip bu malî bir ibadet olan zekâtını Allah’ın emrine uyarak, O’nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.

Bu görüşün dayandığı ana gerekçe, zekâtın dinî bir mükellefiyet ve ibadet, verginin ise tamamen dünyevî çerçevede kalan kamusal borç ilişkisi olduğu tezidir. Ayrıca, Hz. Ömer’in fethedilen topraklara haraç vergisi koy-muş olması da, zekâttan ayrı olarak vergi de konulabileceğinin delili sayılmıştır.

Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak vatandaşlar devletin meşrû giderlerine katılmak zorundadır. Devletin nimetlerinden istifade etmek vergi külfetini ödemeyi gerektirir.

Islâm hukukçularının çoğunluğu sebep ve şartları gerçekleşince devletin zekât. dışında adalete dayalı vergi almasının meşrû olduğunu, mükelleflerin  bunu ödemekle yükümlü bulunduklarım ifade etmişlerdir.

b) Bazı İslâm âlimleri ise, zekâtın sosyal amaçlarını ve kamu hukukunun bir parçası olarak devlet tarafından tahsil edilmekte oluşunu ölçü alarak ve İslâm’ın zekât emrini amacı ve işlevi doğrultusunda geniş yorumlayarak zekât ile verginin esasen aynı olması gerektiğini ifade ederler. Onlara göre zekât, Müslüman bireyin içinde bulunduğu toplumun kamu harcamalarına, sosyal adaleti kurmayı ve kamu hizmetlerinin en iyi şekilde ifasını hedef alan her türlü yatırım ve gidere ibadet aşk ve heyecanı içinde katılmasıdır. Kur’an’da zekâta tâbi malların tek tek belirtilmeyip sadece bir kısmına işaret edilmiş olması, zekât nisabının ve nisbetinin belirtilmemiş bulunması bunun bir göstergesi sayılabilir. zekâtın sarf yerlerini bildiren âyet, toplumdaki ihtiyaç sahiplerinin ilk ve en canlı örneklerini vermeyi hedeflemiş olmalıdır.

Hz. Peygamber ve sahâbe, İslâm’ın bu zekât emrini o günkü Müslümanların ekonomik şartlarını da dikkate alarak en iyi şekilde uygulamış ve örneklendirmiştir. Zekât borcunu hesap edip ödemenin gizli mallarda mükellefin kendisine bırakılması, açık mallarda ise devlet eliyle yapılması biraz da pratik zorunluluktan kaynaklanmıştır. Bu husus da zekâtın tek bir malî ödev olduğunu, tahsil zorluklan bulunduğunda bireyin kendi sorumluluğuna bırakılabileceğini gösterir.

Hz. Peygamber zekât tahsilini gözetilen hedefleri sağlayacak kapsamda tutmuş, zekât dışında cebrî bir vergi tahsili yapmamıştır. İslâm’ın fert ve toplum hayatını bütün yönleriyle, prensip itibariyle veya ayrıntıya inerek kuşatıyor olması Müslüman toplumlarda genişletilmiş anlamda zekâtın, kamu adına yapılan bütün malî tahsilâtı temsil etmesini de zorunlu kılar.

Batı toplumlarının vergi ödemelerinde içtenliği ve gönüllülüğü sağlayabilmek için vergiyi kutsal bir kamu ödevi olarak tanıttıkları, toplumların bu yönde eğitip böyle bir sağduyu oluşturmaya çalıştıkları bilinmektedir. İslâm dini, toplumun imarı ve kamu yararı için âdeta zorunlu olan bu malî katılımı dinin beş esası arasında yer alan bir ibadet olarak takdim etmiş, böylece Müslümanlara sosyal güvenliği kurma, yönetilen-yöneten, millet-devlet arasında karşılıklı güveni, saygıyı ve sosyal barışı tesis etme, kamu giderlerine bütün bireylerin içtenlikle katılımını sağlama yönünde önemli bir imkân getirmiştir.

Her iki görüşün de haklı gerekçeleri vardır. Zekâtın toplumsal yönü in-kâr edilemediği gibi, zenginliğin toplumun iman için seferber olması, bireylerin içinde yaşadıkları ve sayesinde çeşitli imkâna kavuştukları toplumların yararı için kanun harcamalarına ibadet aşk ve heyecanıyla katılması da çağımızda fevkalâde önem kazanmıştır. Bununla birlikte Kuran’da zekatın sarf yerlerinden söz edilirken öncelikli olarak ihtiyaç sahibi şahısların gün-deme getirilmesi de anlamlıdır. Bu bizlere, toplumun huzur ve mutluluğunu sağlamanın yolunun bireylerin tek tek huzur ve güvenliğini sağlamaktan geçeceğini öğretmektedir.

Öte yandan, günümüzde gerek fertlerin vergilerini gerektiği şekilde ödemede, gerekse devletlerin serveti vergilendirmede ve topladığı vergileri yeri-ne harcamada kamu vicdanını rahatsız edecek ölçüde mütesâhil veya kusurlu davrandığı, çeşitli baskı gruplarının bütçeden pay alma mücadelesi içinde gerçek ihtiyaç sahiplerinin, kimsesiz ve yoksulların haklarının âdeta unutulduğu da bir gerçektir. Bu itibarla zekât, doğrudan ihtiyaç sahibine ulaşması, toplumda sosyal dengeyi ve barışı kurmada tek başına etkili olma-sı sebebiyle hâlâ önem ve etkinliğini korumaktadır. Zekâtın bu anlam ve önemi, bütün bireyleri kuşatacak ölçüde bir sağlık sigortası ve sosyal güvenliğin, kimsesizlik ve işsizlik sigortasının, devlet destekli sosyal dayanışmanın bulunmadığı toplumlarda daha yakından hissedilmektedir. Böyle olunca son tahlilde, söz konusu şartlar muvacehesinde zekâtın vergiden ayrı düşünülmesi, zenginlerin yukarıda belirtilen usul ve esaslara göre zekât borçlarını hesap etmeleri ve onu da hak sahiplerine ulaştırmaları dinî bir mükellefiyet olarak devam etmektedir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma