FAKİRLER VE ZENGİNLER VE EKONOMİK SİSTEMLER

I- NEDEN FAKİRLİK? ALLAH FARKLILIĞI DİLEDİ, FAKİRLİĞİ DEĞİL.

Fakirlik insanoğlunun varlığından beri olan bir olgudur. İnsanları Allah eşit yaratmamıştır. Bu fiziksel özelliklerinde olduğu gibi onun rızkında da sözkonusudur. Fiziksel özelliklerindeki farklılıklar, Allah’ın kudretinin delillerindendir. Öyle ki hiç bir insan bir başka insana benzemez. Bu ta, DNA ve RNA’dan gelen bir özelliktir. Allah ben rızkı dilediğime, ilmi ise isteyene veririm buyurmuştur. Yine bir ayette şayet Allah rızkı herkese bol bol verseydi şüphesiz bir kısmı azardı buyurmaktadır. Yine ayetle sabit olduğu üzere Allah’ın bu farklılığı yaratmasından bir başka maksat da, insanların birbirine iş görmesini sağlamaktır. Eğer herkes patron olursa işi kim yapacaktır? Madende kim çalışacaktır? Çöpleri kim alacaktır? Bu çerçevede akıl ve kabiliyet de farklı farklı ölçülerde verilmiştir. Bu sayede kimi ilim yaparak buluşlara imza atmış ve bunu insanların istifadesine sunmuştur. Biraz akıllılar toplum yönetimine talib olmuştur. Bu sayede toplumun çeşitli olan ihtiyaçları yine farklı kabiliyete sahib kişilerce sağlanmıştır. Allah’ü Teala bütün bu farklılıkları bir kenara atar, değer vermez ve yalnızca kişinin kalbine, niyetine bakarak, takvasının insanlar arasında farklılık yaratacağını bildirir. İbadette bile bütün insanlar, zengini fakiri, amiri memuru, hep aynı saftadır ve farklılık yoktur. Öyle ki sabreden bir fakir, zengine göre Allah’a daha sevimli gelir ve Allah fakirleri cennete zenginden 500 sene önce koyacağını bildirmiştir.

Bütün bunlara itiraz ederek mutlak bir eşitliği savunmak anlamsız ve ütopiktir. Bir başlangıç eşitliği diğer adıyla fırsat eşitliği sağlasanız bile, çalışkanlıklardaki, yahut kabiliyetteki yahut mizaçlardaki farklılıklar bu eşitliği kısa sürede tekrar bozar. Eğer kabiliyet ve çalışkanlığa prim vermezseniz bu kez verim azalır istenen fayda sağlanmaz. İşte son yüzyıllarda uygulama alanı bulan ancak 70 senede fıtrata uymadığı için çöken komünizm Karl Marks’ın mutlak eşitliğe yakın bir kuramının ürünüdür ve iflas etmiştir.

Onun karşı tarafında diyebileceğimiz kapitalizm ise verimi dikkate alarak mülkiyeti öngörmüş olmasına rağmen bu kez patronu frenleyen bir şey olmadığı için bir başka zülüm olarak karşımıza çıkmıştır. Üretim araçlarının sahibliği ona artı bir değer kazandırmakta ve   bu değer belli ellerde toplanmakta, toplumun diğer kesimi bu refah arışından yeterince istifade edememektedir.

İşte vahiy, ifrat ve tefritin tam ortasında yer alarak mülkiyete evet derken diğer taraftan hakça bölüşümü emreder. Bu noktada hem ahiretlik emirler serdederken bir taraftan da bu gelir farklılığına, yani fakirliğe çözüm olarak Zekat müessesesini getirmiş ve bunu fakirin hakkı olarak ilan ederek zenginin o artı değeri fakire aktarmasını mecbur tutmuştur. Bütün semavi dinlerde zekat vardır. Hz Musa’da, İsa’da, İbrahim’de v.s. Ancak son din olarak İslam’da uğrunda savaşılacak kadar ciddi tutulmuştur. Bir yıl bekleme şartı, bir ataleti cezalandırma olarak düşünüldüğünde onu üretime katılmaya mecbur tutması, onu ekonomik bir tedbir olarak karşımıza çıkarır. Manevi olarak da malın bereketlenmesine, artmasına ve korunmasına vesile olur. Verilmediği zaman da bu dünyada malın bereketi ve korunması kalkar. Ahirette verilmeyen altın ve gümüşün zekatı için, o madenler kızdırılarak kişinin alın ve sırtının dağlanacağı belirtilir. Hayvanların zekatı verilmemişse, o hayvanlar sahibini toslar ve çiğner. Hakça bölüşümde de işçi ücreti konusu gündeme gelir ve aşağıda belirtileceği üzere geçimine yetecek bir ücreti mecbur tutar.

 II- ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLERİN DURUMU;

İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.

İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:

Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.

Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek birşey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmayan ve açlığı gidermeyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında birşey bırakmıyordu.

On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.

Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.

İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.

Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.

Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.

Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.

Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.

Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili olmadı. Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.

Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsaade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azad etmeyi sevaba bağlayarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve kölelerde istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur. Fakat bunun yerine işçinin hakkının verilmemesi bir çeşit modern kölelik olarak zamanımızda zuhur etmiştir.

Biz aşağıda konuyu ta sistem boyutundan ele alalım dedik ve sistemleri birbiri ile kıyaslayarak üstünlüklerini ortaya koyalım dedik.

III-KAPİTALİZM (= HIRSIN GALİBİYETİ)

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; üretim aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.( Ergin, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.)

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin özellikleri:

a)            Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b)            Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c)            Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d)            Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e)            Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f)              Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g)            Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı.

IV- LİBERALİZM  (=HIRSIN GALİBİYETİ)

  

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith, devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. İnsanı “homo economicus” olarak tanımlar ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Adam Smith ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte,  ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.

 

 

V- KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm) (=HASEDİN GALİBİYETİ)

 

Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve di­lediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mü­badele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir.

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca müca­dele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.( John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin )

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

VI-  KARL MARKS VE ARTI DEĞER KAVRAMI

Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Almanya – 14 Mart 1883 Londra) 19. yüzyılda yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto‘nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.  Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de “devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı” siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.

Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır.

Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir. ( Alman İdeolojisi)

Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya’da Ekim Devrimi‘ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir.

Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx’ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx’ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.

Eleştiriler

Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels’in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx’ın emek değer kuramını eleştirir. [26]Ayrıca Sovyetler Birliği‘nin çöküşü, Berlin Duvarı‘nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.

Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler “Üretim biçimi nereden gelir?” biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der “Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir.” [27] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:”Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.” [28] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın “kendi iradelerine bağlı olmayan” bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar. Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi‘nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır.” olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi “üretim ilişkilerine bağlı olarak” ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır

Komünizm veya Ortakçılık, sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komünizm, sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx‘ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir.Komünizm’in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için “ütopya” olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır.

Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“, Karl Marx`ın 1875 tarihli Gotha Programı’nın Eleştirisi çalışmasında yer alan dize, komünizmin önemli sloganlarından biridir. Bu düşünce özet olarak, komünist sistemde, her bireyin yeteneğine göre üreteceğini ve her bireyin yeteneğine bakılmaksızın bu üretimden faydalanacağını söyler. Gelişmiş bir komünist toplumda, burjuva mülkiyeti ortadan kalktığı için mal ve hizmetler bu düzende birbirinden ayrılabilir. Böylece herkes ihtiyacına göre olabildiğince memnun edilmiş olur.

Marks iktisadi görüşlerine üst yapıyı da katarak, üst yapıyı üretim ilişkilerinin belirlediğini söyler ve bu bağlamda insanın dini ve dolayısıyla Allah’ı kendisinin yarattığını iddia eder. Bu yönüyle bakıldığında bir dinsizlik projesi olarak karşımıza çıkar. Bu ise insanda var olan üstün bir güce inanma ihtiyacına aykırı olarak kabul edilir. Yani Marks’ın görüşlerinin bir artı değer kavramından yola çıkması, bir insanın deneme yanılma ya da düşünerek bazı şeyleri tesbit edebileceğini göstermekte fakat vardığı nokta bir aşırılık, hasedden gelen  ütopik bir mutlak adalete varma isteği, insanda varolan fitri özellikleri inkar ederek temelsiz bir ilişkiler bütününde toplumu boğmuştur. Zaten sonuç da 70 yılda iflas etmiştir. Fakat milyonlarca insanı da inancından etmiş ve ateizmin kucağına itmiştir.

VII- ARTI DEĞER KAVRAMI

Artı-değer kavramı Marks’tan önce keşfedilmiş ve zaten kullanılan bir kavramdır. Genel anlamda, gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamındadır. Klasik İktisatçılar olarak bilinen Adam Smith ve David Ricardo gibi isimlerde bu kavramın kullanımda olduğu görülür. Ancak Marx’a gelindiğinde, bütün klasik iktisadın kavramlarına yapıldığı gibi bu kavramda da tamamen başka bir yol izlenmeye başlandığı görülür. Nitekim Marks, bu Klasik İktisatcılara olan borcunu reddetmemekle birlikte onların neden ve nasıl burjuva düşünüş biçimi içinde kaldıklarını açıklar ve buna bağlı olarak ekonomi-politiğin kapitalist sistemin bir ögesi olarak kaldığını belirtir.

Marx’a göre, kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi, “emek-deger yasası“dır; bunun anlamı ise, toplumun temelini oluşturan ögenin canlı emek gücü olmasıdır. Artı-değer burada, başkaları tarafından el konulmak üzere, emek gücünün gerekli-zorunlu-ürünün ötesinde, belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında, emek gücünü satabiliyor olmak için, artı-ürün ya da artı-değer üretmek durumundadır.

İşçiye, yalnızca yaşaması (çünkü ertesi gün yine çalışacak birine ihtiyaç vardır) için gerekli olan ürün verilir, artı-değere ise elkonulur. Dolayısıyla, artı-değerin nasil üretildiği, kimler tarafından nasıl el konulduğu, ve sonra neye dönüştüğü meselesi, belli bir anda belirli bir toplumsal yapının niteliğini gösterir.

Gerekli olan ürün ya da üretimin fazlası anlamında artı-değer kavramı, Marks’ın bu ekonomi-politik elestirişinin ana noktalarından birisidir.

 

VIII- VAHYİN ÖNERDİĞİ EKONOMİ ANLAYIŞI

  

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

 

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getirilmistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)                Vahiyle gelen İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)                İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

 Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.(Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191)

c)  Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (1332-1406 Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmıştır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir. Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

e)             Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”(Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556)

İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,( [1][1] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.) yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

f)              İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

g)            Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

h)            Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

i)              İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.

k) islamın ekeonomideki insan davranışları tamamen ayet ve hadislerle desteklenen islam ahlakına dayanır. Bu ahlakın gerçekleşmesi için namaz, ve zekat temel unsurlardır. Allah korkusu ve kul hakkı esası asıl mihenk taşını oluşturur. Dengelerdeki bozulmalarda devletin müdahalesi de sözkonusu olabilir.

l) İslam toplumunda zengin ve fakir ayrımı vardır. Allah’ü Teala insanlara birbirine iş gördürebilmek için bu farklılıkların varlığını kabul eder ancak sermaye sahiblerinin artı bir değer kazandıkları fikrinden hareketle bu farkın zekat olarak fakirin hakkı şeklinde belirleme yapar ve ona ayağında ödenmesini zengine şart koşar.

IX- GENEL DEĞERLENDİRME

Yukarıda görüleceği üzere toplumlar ilk olarak ilkel ve geleneksel üretim ve toplum yapılarından gelişerek bu günkü ikili komünizm ve kapitalizm olan sistemlere kadar dayanmıştır. Bunlardan mülkiyeti kişiselden ortak mülkiyete ve merkezi planlamaya getiren kominizm, en büyük temsilcisinin (Sovyetlerin) özellikle verimsizlik nedeniyle çökmesiyle büyük darbe yemiştir. Ancak 70 yıl dayanabilen bu sistem insan tabiatındaki çalışmanın temel müşevviklerinden olan mülk edinme esasını ortadan kaldırması, insanın tembelleşmesi veya verimsizleşmesi ile sonuçlanmış, ihtiyaçların merkezi olarak planlanması ise bir ekonomide sürekli olarak dengesizlikler yaratmıştır. Prim esasına dayanan fabrika üretimlerinde primin miktara göre ayarlanması kolay üretilen örneğin büyük boy çivilerin üretimini, sayıya göre ayarlanması küçük boy çivilerin sınırsız üretimini ve atıl stokları gündeme getirmiştir. Talebe dayanmayan bu durum, zamanla merkezden artık yönetilemez hale gelmiştir. İnsanlar sahibi olmadıkları bir işi, nasıl olsa alacağı maaş değişmeyeceği için  umursamamış ve verimlilikleri çok aşağılara inmiş ve gayri safi hasıla düşmüştür.

Komünizmin felsefesinde bulunan üretim ilişkilerinin üst yapıyı belirlediği savı, uç noktada Allah’ı da insanın yarattığı fikrine götürmüş ve insanın tabiatında var olan üstün bir güce inanma isteği de karşılanamamıştır. Genel olarak insanlar bu sistemden memnun olmamışlar, ancak sisteme itiraz eden milyonlarca insan Lenin ve Stalin dönemlerinde öldürülmüşlerdir. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışların temelinde de bu memnuniyetsizlik vardır ve Berlin Duvarının yıkılmasıyla sistemin çöküşü tescillenmiştir. Bazı cumhuriyetlerin ayrılması da herşeye rağmen ırki özelliklerin korunduğunu göstermektedir. Bu özellik de siyasi bir çöküş olarak parçalanma şeklinde kendini göstermiştir. Hırıstiyanlık ve müslümanlık da yavaş yavaş parlamaya başlamış olmakla beraber misyonerlerin yanlış olan Hırıstiyanlığı yaymaktaki gayretleri onbinlerce misyonerle had safhaya ulaşmış ve bugün müslüman olan bir Türk veya Kazak iki ay sonra Hırıstiyan oldum diyebilmektedir. Müslümanların gerek devlet olarak ve gerekse fert olarak pek bir şey yaptıklarından sözetmek mümkün değildir. Kısmen sivil toplum kuruluşlarının yurt ve okul çalışmalarından bahsedebiliriz.

Komünizmi insan tabiatı yönünden incelersek, 18. yüzyılda sanayi devriminin had safhaya ulaştığı, işcilerin bu gelişmeden fazla bir pay alamadığı ve kötü çalışma ve hayat şartları ve düşük ücretlerin verildiği bir döneme rastlaması, bir tepki olarak oluştuğunu, bir diğer adla  da “HASET” duygusunun öne çıktığı görülür. Ancak bu haset duygusu olduğu yerde kalmamış, kuramsal felsefesini oluşturan Yahudi Karl Marks, “üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi, Allah’ı da insan yarattı” diyerek milyonlarca insanı ateizmin kucağına itmiştir.

Sovyetler Birliğinin yıkılması, temelde, İran gibi dini bir karşı çıkış şeklinde olmamış, insanlar mideleri doymadığı için verimsizliklerini ortaya koyarak pasif bir direniş yapmış sayılabilirler. Bu da ahlakın, midenin doymasından sonra olabileceğini göstermesi açısından ilginç bir gelişmedir. Türkiye’de de esnaf ilk defa yaklaşık on sene önce meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle, yani işleri/mideleri için yürüyüş yapmışlardır. Halbuki hürriyetler ve benzeri idealler uğruna direnç göstermek daha kutsal sayılmalıdır.

Yukarıda belirttiğimiz üzere vahiy, özel mülkiyeti kabul eder. Ancak asıl mülkün sahibi Allah’tır. O zaman geriye mülkiyetin, emanet olarak, yani zilyed olarak kullanılması kalmaktadır. Her ne kadar tapuda adınıza bir gayrimenkul tescil ettirmeniz mümkünse de bunu emanet olarak bilmek ve tasarrufunda istediğiniz gibi hareket etme imkanınız yoktur. En yararlı bir şekilde israf etmeden kullanmak ve zekatını vermek zorundasınız. Bu malda, elbisede, ev eşyasında, arabada hatta oğullarda da böyledir. Emanet ve koruma görevi. İsraftan uzak bir sorumluluk. Bu bilinci ilimle bütünleşmiş bir iman ve salih ameller kavi hale getirebilir.

Vahiy’de üretim araçlarındaki bu mülkiyetin getirdiği üstünlük, ya da iktisadi adıyla artı değerin, zekat olarak fakire bir hak olarak iade edilmesi zorunluluğu, esasta sermaye gücünün bir üstünlüğünün kabulü anlamına gelir. İşte bunu İslam artı değer olarak tanımlamaz fakat bunu bir hak olarak nitelemesi aynı anlama gelir. Karşı taraf işci olarak gözükse de asıl ihtiyaç sahibi fakirdir ve asgari ücretli bir işciye de bugün zekat verilebilir. Bununla Allah’ın insanları bilerek farklı kabiliyet ve özellikte yaratması ile dünya işlerini birbirine gördürmeye çalışması bir zorunluluk olmakla bereber, sonuçta fakirliği de beraberinde getirir. Fakat buna ilişkin kesin çözümü de yine kendisi zekat olarak emreder, şartlarını özellikle kime verileceğini belirler ve mecbur tutar, dünyalık ve ahiretlik cezalarla uymaya zorlar. İslam’da zekat dikkatle incelendiğinde fakirliği geçici olarak geçiştirme amacında olmadığı, tam tersine fakiri üretir hale getirmeyi amaçladığı görülecektir. Belli bir deve sayısının zekatı verilirken bir dişi deve vermeyi şart koşması, onun sütünden de yararlanma ve doğurganlığından istifade ettirmeyi amaçlar.

Liberalizm ya da bir diğer adıyla kapitalizm, yukarıda uzun uzun bahsedildiği üzere özel mülkiyeti kabul eder fakat buna bir sınırlama getirmez. Kişinin “benim” demesi kendinde var olan menfaat ve sahiblenme duygusunu körükler ve ihtiyaç duyulan verimliliğin de kaynağı olur esasında. Fakat bu duygu frenlenmezse rekabetin öngörüldüğü piyasa şartlarının da olumsuz olması durumunda işçilerin aleyhine, hatta fiatların belirlenmesinde bütün toplumun aleyhine bir hal alabilir. Yani hakem görmezse ortamda müsaitse serbest. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de önceki yıllarda küçük beyaz kare fayanslar maliyetinin dokuz katı fiatına satılmıştır. Fayanscılar bu sayede kazançlarını ona yüze katlamışlardır. Sermaye sahibleri paranın verdiği hakimiyet gücü ile siyaseti de etkileyerek yasaları kendi lehlerine çıkarmakta ve daha da haksız bir düzen kurmaktadırlar. Demokrasi de halkın kendi kendini parlementerler aracılığı ile yönetimi olmasına rağmen, onların bir kısmı belli kesimlerin menfaat temsilcileri olarak parlementoya girmekte ve hukukun ustünlüğü kenarda kalmakta ve siyasi partiler yoluyla toplum birbirine düşman kamplara ayrılmaktadır.

Kalkınmanın sermaye birikimi ile olabileceği fikri bir devlet politikası olarak yerleşmekte ve zengin daha da zengin yapılmaya çalışılmaktadır. Halbuki İslam haksızlık noktasında adaletten yana bir tavır alır ve zenginin kayırılmasına karşı çıkarak, üretim kadar hakça bölüşümü de savunur. Hakça bölüşüm, temelde fakirin harcama oranının yüksekliği nedeniyle alım gücü olarak ortaya çıkar ve ticari canlılığı da beraberinde getirir. Üretimin %90’ı bugün KOBİ’ler tarafından sağlanmaktadır. İlla büyük sermaye oluşturulmak isteniyorsa borsaya açılmış ortaklıklar şeklinde sermayenin tabana yayılmasının yolları denenmelidir. Japonların SONY firması böyle bir kuruluştur. Büyük şirket kuruluşuna devlet de öncülük edebilir ve zamanla bunu halka açabilir.

Kamu harcamaları için vergi kanunları vardır fakat teşvik anlaşılabilir bir şey olmasına rağmen optimal faydadan ziyade israf noktasına kadar gider ve haksız bir sermaye birikimi de sağlar. Bir taraftan özelleştirme yapılırken diğer taraftan bunun ücreti kredi olarak devlet tarafından ilgili özel kişi yada kuruluşun diğer cebine verilir. 

İşte İslam, sermayenin ona üstünlük sağlayan artı değerini ondan alıp, yanında daha zayıf olan işçi ve fakir kesimlere aktararak hem onları korumak, hem tükettirerek yine zenginlerin mallarının alımını sağlamak, kişisel olarak da veren kişiyi cimrilik gibi bir hastalıktan koruyarak toplumsal yardımlaşma ve dayanışma fikri ile fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülemek ve böylece toplumsal barış ve huzuru sağlıyarak bir çok amacı birlikte gerçekleştirmek ister. 

İslam bu arada şehirlinin köylüyü yolda karşılamasını yasaklamasıyla da (hadis) borsayı işaret eder.

Bir malı aldığında onu teslim almadan satma diyerek (hadis) hem riski bertaraf eder ve hem de düzenli bir alışverişi öğütler.

Faizi yasaklayarak riskin tek kişide kalmasını ortadan kaldırarak, riski kullanana değil sermaye sahibine yükler ve ortaklıklara önem verir. Parası olup bilgisi olmayanla, bilgili müteşebbisi %80 sermaye, %20 emek şeklinde mudaraba ortaklığı olarak bir araya getirir, bu yolla kredi sağlar ve ticari hayatı canlandırır.

Zaten zekat, temelde üzerinden bir yıl geçme şartı getirerek iktisadi kıymetlerin atıl kalmasını cezalandırır ve onları ekonomiye katılmaya, bir şeyler yapmaya zorlar. Ayette yetimlerin mallarını dürüstlükle çalıştırın buyrulmuştur. Şayet olduğu gibi kalırsa her yıl %2,5 eriyecektir.

Faizin yasak olması aynı zamanda para arzı ile talebi arasında da bir denge kurar. Çünkü kimse sizin elinize para tutuşturmaz. Sadece mal veya makine alacaksanız bu vadeli olarak bankalarca karşılanabilir. Dolayısıyla talep fazlalığı aşırı likidite olmayacağı için enflasyon da olmaz. İslam’da para bir mübadele aracıdır, meta değildir. Meta olduğu zaman kirası sözkonusu olur ki yasak olan da budur ve adı faizdir. Ayrıca faizin yasak olması ve teslim almadan satış yapılamaması, bugün borsalarda açıktan mal alma ve satma olarak nitelenen hayali satışları da engeller. Çünkü faizle verilen fazla krediler ve açıktan satışlar bir likidite fazlası ve suni talep meydana getirir ve fiatların manupile edilmesine yani suni fiat artışlarına yol açar. Batı’nın 2008 krizi bir likit sorunundan kaynaklanmıştır. Onlar bu durumu, “Kumarhane Kapitalizmi” olarak değerlendirerek bir özeleştiri de yapmaktadırlar. Almanya buna önlem olarak açıktan satışları yasakladı ve askeri ve bürokratik harcamaları = israfı disiplin altına aldı. Bu aslında deneme yanılma yoluyla bir devletin İslami bir tedbiri uygulaması anlamına gelir.

Aslında kapitalizm sürekli kriz geçirmektedir. Faturası da çalışanlara ve devlet yoluyla tüm vergi mükelleflerine yüklenmektedir. Alternatif olarak İslam ekonomisi aklı selimle incelenmelidir ve yarım bile olsa bazı temel unsurlar düşünülebilmelidir. Fakat onun inanç sistemini de içermesi işi din noktasına getirmekte ve makamını kaybedeceğini düşünen kardinaller, papazlar bu işe engel olmaktadırlar. Fakat ilginç bir şekilde işletmeler ya da patronlar artık işçilerine servetini dağıtarak onların kin tutmadan daha verimli çalışmasını sağlamanın yollarını aramaktadırlar.

Bu arada Marks’ın iddia ettiği işçinin ürettiği artı değere, ona sadece yarın tekrar gelebilmesi için asgari bir tutarın verilip geri kalanına el konulduğu ifadesine İslam ne cevap verebilir acaba?

Vahiy’de işçinin hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiği hadislerde ifade edilir. Burada hem bir zamanlama ile işçinin zaruri ihtiyacının bir an önce karşılanması ve hem de miktarı üzerinde bir haktan sözedilmektedir. Ancak hakkın ne olduğu konusunda bir hadisi şerife rastladık bunu alıyoruz (yukarıda D) e) bölümünde mevcuttur):

“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

İşci ücreti konusundaki bu hadis bir işçi ücretinin ne olması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Bugün uygulanan asgari ücretle bu faydaların hepsinin sağlanabilmesi hemen hemen imakansızdır. Bu yüzden bir işletmenin bilançosu değerlendirilirken yalnızca kar hanesine bakılmamalı, çalıştırdığı işçinin evlenmesi halinde hatırı sayılır bir yardımı yapabilmeli, ev almasında işçi koopertif parasını ödeyebilmelidir. Yani şu kadar kişiye iş vermek ve üretimle şu ihtiyacı karşılıyoruz diyerek toplumsal faydayı öne çıkarabilmek de başarılar arasına dahil edilmelidir. Bugün bu ücreti bürokrasi kendi çıkarını kollayarak almakta ve onlar da alsın denildiğinde “benim okumam nereye gidecek” diyerek yaklaşık da olsa bir eşitliği kabul etmemektedir. Halbuki fiziki ihtiyaçlar bellidir ve üç aşağı beş yukarı eşittir. İşte burada da yani yönetimde din ve ahlak (özellikle adalet) gerekli olmakta ve kişinin yüreği başkası için, hizmet için çarpabilmelidir.

Batı’da işçi sınıfı ücretin belirlenmesinde grev ve lokavt esaslı çatışma esasını esas almıştır. Fakat İslam toplumlarında işçi sınıfının olmaması bu çatışma ortamını tam olarak oluşturamamış, fakat din, devlete ve işverene işçi hakkının ödenmesini bir uzlaşı olarak şart koşmuştur. Yeni anayasa değişikliklerine bu konuda bazı maddelerin konulması eksik de olsa olumlu bir gelişme olarak algılanmalıdır. Ne devlet ne de özel sektör dinin tam içinde olmadığı için mecburen Batının çatışma esasına yönelinmektedir. İslam’da ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız prensibi hatırlanıldığında çatışma esası şimdilik çıkar bir yol olarak kanaatimizce pek de aykırı bir yol olarak görünmemektedir.

X- İLK SONUÇ

Fikirlerin serbest ortamlarda çarpışması halinde ayak bağlarından kurtulan aklı selim, çarpışan fikirlerden sağlam temellere oturanı, bir başka deyişle fıtrata uygun olanı tercih edecektir. Her krizden bir İslami tedbirin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Fakat İslam’ın kendine has bir iktisadi ve ahlak nizamının olması, onu kendi şartlarında düşünmeye mecbur eder. Bu yüzden ana mihenk taşlarında biz bir kıyaslama yaparak da olsa temelde İslam’ı tevhidden sonra adalet ve ahlak üzerine oturtarak bir değerlendirme yapmaya çalıştık ve diğer sistemlere olan üstünlüğünü farkettik. Kapitalizmi hırsın galibiyeti, komünizmi ise hasedin galibiyeti olarak gören görüşü çok yerinde bularak katıldık. Ancak ikisi de zaten İslam’da yasaklanan şeyler olduğu gibi temelde insan fıtratına uymadıklarını, birinin ifrata diğerinin de tefrite yol açtığını gördük. Ancak iktisadın felsefi boyutunda dinin de olması, işi din boyutuna getirmektedir. Krizlerden İslam’ın çıkması aklı selim sahiplerinin üzerinde düşünmesi gereken bir husustur. Din değiştirmede ayak bağı olarak ırk, dini yöneticiler- papazlar, kardinaller- ana babalar ve onların etkisinden gelen din anlayışı bir türlü aşılamamaktadır.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

FAZLA LİKİTİN OYNADIĞI ALİ CENGİZ OYUNLARI

Son yıllarda altın, pirinç, buğday, kakao, bakır gibi özellikle en stratejik mal olan petrolde çok yüksek fiat arışları yaşanmaktadır. Bu artışlar da özellikle bizim gibi petrol ithalatçısı olan ülkelerin dış ticaret rakamlarını olumsuz etkilemektedir. Bu artışların görünen sebepleri arasında Çin ve Hindistan’ın talebinde bir artıştan tutun, OPEC’in kota sınırlamasından, terör olaylarına, teknik zorluklara, hatta dolardaki düşmenin etkisine kadar bir çok sebep ileri sürülebilir. Fakat biz öyle yapmadık ve petrolün son on yıllık seyahatini gözlem altına alarak onun gerçek alıcılardan suni alıcıların kontrolüne geçtiğini gördük. Yani bilgisayar teknolojisindeki gelişmenin de etkisiyle Batı’da artan likidite (Amerika’nın emisyon hacmini artırması, emeklilik ve yatırım fonlarının fazla kar ümidiyle petrole yönelmesi, milyar dolarlık hedge fonlarının manipülasyon oluşturarak fiat artışlarından kar elde etmeyi amaçlaması, bankaların likit gücü) sonuçta diğer mallarda da olduğu gibi petrolde de büyük fiat artışlarına neden oldu. Hatta alıcıların sosyolojik davranışları “fiat düştüğünde al, arttığında sat” şeklinden bunun tersine “arttığında daha da artabilir, daha fazla al” şekline dönüştü ve stoklar da çok fazla arttı. Bir ara varili145 dolarlara kadar da çıktı. Böylece fiatların kontrolü yanlış hukuki uygulamaların da etkisiyle OPEC’ten Wall Street’e geçmiş oldu. Adı da “kağıt petrol”e çıktı. Bazı batılı yazarlar çekinmeden bir özeleştiri yaparak buna “kumarhane kapitalizmi” bile dediler. Adam Smith’in “gizli el”i yaramaz işler yapıyordu ve sorgulanmalıydı!

Sorunların ortak özelliği; banka ve borsalarda sürekli ali cengiz oyunu oynayan para(likit)’nın durmak ve doymak bilmez iştah ve hareketlerinden kaynaklanıyor olmasıydı. Likiti etkileyen faktörler, bütçe açıkları, emisyon(açıktan para basma), faize dayanan ucuz krediler, vergi cennetlerinde bir elin parmakları kadar hırslı yöneticinin kontrolündeki, girdiği her yeri duman eden milyarlık hedge fonları, gelişmiş ülkelerdeki yatırım alanlarının daralmasıyla, bu kez borsalarda at oynatan fazla paranın marifeti olarak görünüyordu.

Sözkonusu bu fazla likit, mal fiatlarını da uçurmuştu. Altın, buğday, pirinç, bakır, petrol bunlardan bazılarıydı. Biz bunlardan en meşhurlaşan ve bir ara varili 145 dolarlara kadar çıkan petrolün son on yıllık geçmişinde yaşananlar,  fiatının belirlenmesinde bir çok sapmaları da beraberinde getirmiştir.

 

Bu işte düdüğü artık kim öttürüyor ve kimlerin, hangi ulusların cebinden para çalınıyor veya hangi uluslar bu aktörlerle beraber kazanıyor bunların araştırılması ve köklü ve adil çözüm önerileri getirilmesi gerekir.

Bugünkü Petrol Fiyatlarının %60’ının Nedeni Sadece Spekülasyon adlı makale

 

William Enghdahl tarafından 02.05.2008 tarihinde Global Research dergisinde yayımlanan

“Bugünkü Petrol Fiyatlarının %60’ının Nedeni Sadece Spekülasyon” adlı makaleye göre ise,

günümüzde petrolün fiyatı geleneksel olan arz ve talep analizine göre yapılmamaktadır. Fiyatlar daha çok karmaşık bir finansal sistem tarafından ve dört büyük Anglo-Amerikan petrol şirketi tarafından kontrol edilmektedir. Bugünkü petrol fiyatlarının yaklaşık %60’ı hedge fonların ve büyük bankaların spekülasyonları sonucu oluşmuştur. Fiyatların artmasının petrolün tükendiği mitiyle de ilgisi bulunmamaktadır. İlişki, petrol ve fiyatının kontrol altına alınmasına ilişkindir.

Kontrol Kime Geçiyor?

Petrol üzerine future anlaşmaların ortaya çıkması ve Londra ve New York’ta petrol future kontratlarının işlem görmeye başlamasıyla fiyatlar üzerindeki kontroller OPEC’ten çıkmış ve Wall Street’e geçmiştir.

Spekülasyon Var mı?

2006 yılının Haziran ayında ABD senatosunun denetlemeye ilişkin alt komisyonunda yayınlanan “Artan petrol fiyatlarında piyasa spekülasyonunun rolü” adlı raporda da şu ifadeler yer almıştır: “Büyük miktarda spekülatif işlemlerin petrol fiyatlarının artmasına neden olduğuna ilişkin önemli kanıtlar bulunmaktadır.”

Denetimlerin Etkisi ve Denetim Dışına Kayışlar

Piyasa gözetiminin yapılmasının oyuncular üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır. Örneğin, NYMEX(New York Ticaret Borsası)’te işlem yapanlar bütün kayıtlarını tutmak ve büyük işlemleri CFTC (Emtia Türevleri Ticareti Komisyonu)’ye bildirmek zorundadır. Bu büyük işlemler, fiyat manipülasyonuna karşı CFTC (Emtia Türevleri Ticareti Komisyonu)’nun elindeki en büyük bilgi kaynağıdır.

Bütün bu olanların üstüne petrol fiyatlarında manipülatif işlem gerçekleştirmeyi kolaylaştıracak bir husus da 2006 yılında Bush yönetimi tarafından verilen bir izinle olmuştur.

Buna göre CFTC (Emtia Türevleri Ticareti Komisyonu), elektronik enerji borsaları arasında lider konumda bulunan Intercontinental Exchange (Kıtalararası Borsa) (ICE)’in, Londra’daki borsası üzerinden ABD ham petrolü üzerine future işlemleri yapmak üzere ABD’deki terminalleri kullanmasına izin vermiştir. Böylece ABD’de yaşayan kişilere bütün ABD gözetimlerinden ve bildirim yükümlülüklerinden kaçınma imkanı doğmuştur.

 

Bu durum OPEC’le ilgili bir husus olmayıp, ABD’deki vadeli işlemler piyasalarının yönetimine ilişkin bir konudur. ICE (Kıtalararası Borsa)’lere günlük raporların ve büyük işlemlerin bildirilmesine ilişkin zorunluluklarda muafiyet tanımakla fiyatlardaki şüpheli ve manipülatif hareketleri izleme olanağı kalmamıştır. Senatoya sunulan rapora göre bu durum nedeniyle OTC (Tezgahüstü Piyasa)  piyasalar spot fiyatları da etkileyici bir duruma gelmiştir.

 

Doların Düşmesinin Fiatlara Etkisi

 

Petrol fiyatları ile doların değerinin düşmesi arasında da önemli bağlantılar bulunmaktadır.

Dolardaki düşüş bu kez petrol fiatlarında misilleme bir artışın da kaynağı olabilmektedir. Gerçi gittikçe doların hakimiyeti AVRO’ya geçmektedir. Ülkeler artık alış ve satışını AVRO ile gerçekleştirmek istemektedir. Örneğin İran bunlardan biridir. Savaştan önce de Irak aynı yolu izliyordu.

2007’de ABD’de başlayan ekonomik krizle birlikte ABD’li ve Avrupalı emeklilik fonları

spekülatif kazanç sağlamak amacıyla petrole yöneldiler. Petrol fiyatlarında oluşan bu balonu Ortadoğu’da, Sudan’da, Venezuella’da ve Pakistan’da yaşanan gerilimler ve Çin’den gelen talep artışı gibi hususlar da destekledi. OTC (Tezgahüstü Piyasa) piyasaların ve Londra’daki ICE Futures Enerji piyasalarının da büyük oranda denetimsiz olması petrolün değerine ilişkin doğru ve net bir belirlemeyi de imkan dışında bırakmıştır.

 

OPEC Fiatları Nasıl Etkiliyor?

 

OPEC üyelerinin ekonomik durumları genellikle üyelerin üretim kotalarını iç politikaya

yönelik olarak kullanmalarına neden olmaktadır. OPEC üyesi bazı ülkeler üretim miktarının

kısılması sonucunda petrol fiyatının artması ve gelirlerini artırmayı hedeflemektedirler. Bu

talepler Suudi Arabistan’ın uzun vadeli, dünyanın ekonomik güçleriyle ortaklık yapma stratejisiyle çelişmektedir. Çünkü bu durumda gelişmiş ülkelere ekonomik büyümeyi destekleyen seviyede petrol aktarımının yapılması gerekmektedir. Suudi Arabistan’ın bu kararında ayrıca petrol fiyatlarının yüksek seyretmesi neticesinde alternatif yakıt kaynaklarına yönelme ihtimalini azaltmak düşüncesi de etkili olmaktadır.

IV- SONUÇ

Petrol stretejik önemi olan bir emtia olduğundan, fiyatların belirlenmesinde arz-talep bileşenleri dışındaki faktörlerin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle petrole

dayanan finansal enstrümanların gelişmesi nedeniyle günümüzde fiyatlar artık reel ekonomilerde değil, borsalarda belirlenmeye başlamıştır. Bu durumda da çeşitli spekülatif hareketlerin petrol fiyatlarının son dönemdeki hızlı artış ve azalışlarında etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bu spekülatif hareketlerin dayandığı temel husus likit fazlalığından kaynaklanmasıdır. Bu, bütçe açığından emisyona, servet sahiplerinin örgütlenmesinden (hedge fonları) normal olarak borsada faaliyette bulunan yerli ve yabancı paraya kadar bir çok nedene dayanan bir kısım likitin fazla olması kadar, vadeli işlem piyasalarında yapılan açıktan alış ve satışlardan da kaynaklanmaktadır. Bu future piyasaları suni bir şişmeye de yol açmaktadır.

Hedge fonları ortalama on kabiliyetli yöneticiden oluşan vergi cennetlerinde kurulmuş asgari bir milyon dolarlık katılımlardan oluşan toplamda milyarları bulan yüksek tutarlı fonlardır. Hedge fonlarının, yaptıkları şey, yüksek alımlarla riske girip manipulasyon gücü oluşturarak fiatları etkileme ve bundan tekrar istifade etmeyi amaçlamalarıdır. Hükümetlerin (ve borsa yöneticilerinin) bu fonların alışlarını ve satışlarını kontrol etmesi, yüksek tutarlı alış ve satışlarda müdahale ederek denetim altına alması gerekir.

Yalnız petrol fiatlarında değil, diğer emtia fiatlarında da meydana gelen spekülatif fiat yükselmeleri, diğer fakir ülkelerin ithalat ödemelerini de olumsuz olarak etkilemektedir. Bu yüzden sorun yerel değil uluslararasıdır ve bütün ülkelerin bu konuda müdahil olmaları gerekmektedir.

Ancak önerilerin Tobin Vergisi, Balance Vergisi, ve benzeri vergilendirme önlemleri şeklinde olması sorunu çözmekten ziyade semptomlarını düzeltmeyi amaçlamaktadır. Örneğin vergisiz 100 lira kazanırken yeni konacak %05 veya %2’lik bir vergiden neden kaçınıp 98 lira terkedilsin ki? Yani, vergisel davranışlar küçük oran ve tutarlarla değişmezler. Halbuki caydırıcılık için köklü çözüm gerekir. Kanser hastası aspirinle iyileşmez. 

Almanya’nın şu kararı ilginçtir:

 G-20 Sonrasında Almanya, borsalardaki, malın veya paranın ortada olmadan yapılan vadeli satış sözleşmelerinin tümünü yasaklamıştır. Amaç fiatların aşırı likitten ve spekülasyondan kaynaklanan suni oluşumunu kökten engellemektir. Ayrıca 2013’e kadar bütçe açıklarını kapatmak istemesi, bankaları daha fazla vergilendirerek onlara sermaye yükümlülüğü getirmesi, bütçede askeri ve bürokratik harcamalara kısıntı getirmesi de sonuçta diğer etkilerinin yanında likiti ayarlamaya dönük şeyler olarak da değerlendirilmelidir. Bu tür uygulamalarda Avrupa’yı izlediğimiz de gözönüne alınırsa mukayeseli hukuk olarak bu örnek dikkate alınabilir şüphesiz. Doğmatik olarak Avrupanın izlenmesi, bu ülkenin yaklaşık yüzyıllık bir taklit alışkanlığıdır. İşte her kararın dikkatle izlenmesi, test edilmesi, yarar ve zararının aklı başında bürokrat ve siyasi irade tarafından değerlendirilmesi mali bir kişiliği de beraberinde getirecektir diye düşünürüz. Modern görünen yeni anlayışlar her zaman mutluluk getirmeyebilmektedir. Zaten hep krizler sonrasında sorgulamalar yapılmakta, fakat bu sorunlar bir türlü sistem sorgulamasına dönüşmemekte ve palyatif tedbirlerle geçiştirilmektedir. Bu sefer bir on sene sonra tekrar bir başka yerden yeni bir kriz çıkmaktadır. Bunun maliyetini de vergi mükellefleri, ya da borçlanma yoluyla yine vergi mükellefleri, veyahutta çalışanlar   çekmektedir. Çözümlerin sadece günlük politikalara yönelik olması yüzünden sakat olan ana kurallar gözden kaçırılmaktadır. Bunu şuna benzetebiliriz: adam vurmanın cazasının, afların da etkisiyle sadece ortalama sekiz yıl olduğu bir ülkede sürekli yeni yeni adli vakalar çıktıkça, “canım ne yapalım ölenle ölünmez ya, o öldü şimdi bunuda mı öldürelim deyip ona kitap okutmaya, ve dolayısıyla bunu gören değer katillerin geometrik diziyle çoğalarak işbaşına geçmelerine benziyor. Burada yapılan yolda yürüyen masumlara değil suçlulara merhamet duymak değil midir? Halbuki cezanın caydırıcı olması ana unsurdur. Bu yüzden sorunu suç işlendikten sonra değil, suç işlenmeden önce çözümlemek gerekir. Ve ağır ceza, görünürde zulüm gibi görünse de, az sayıda on tane suçluya değil, sonucu itibariyle on milyon suçsuza merhamet anlamına gelir. İşte mali tedbirler deki etkinlik de böyle anlaşılmalıdır. Oyunun ana kurallarında sakatlıklar vardır ve bunlar düzeltilmelidir. Futbol oyununda elle oynamayı hakemin görmemezlikten gelmesi halinde hem skoru haksız bir şekilde etkilebilecek, hem de karşı takım oyuncularının ve hatta seyircilerinin isyanına ve kavgasına neden olacaktır. Böyle bir ortamda oyuncular huysuz, ya da seyirciler taşkın demek ne kadar doğru bir tesbit sayılabilir?

İşin ilginç yanı, İslam dininin de aynı parelelde, olmayan bir malın teslim alınmadan satışını yasaklaması, ve olmayan paranın harcanmasına izin vermemesidir. Ayrıca faizin de yasaklanarak bütün bunların likit üzerinde daraltıcı etki yaparak mal= para eşitliğini sağlamasının istenmesidir. Para, dinde, mal alış satışına araç olarak kabul edilmektedir. Alimlerin yorumuna göre vadeli satış da olabilir. Parayı mal olarak değerlendirdiğinizde ise o zaman kirası sözkonusu olur ki, bunun adı faizdir ve yasaktır. Teşvik edilen, ortaklık yoluyla riskin, sermayenin sahibine yüklenmesidir. Yani risk, güçlü olmadığı ve kazanıp kazanmayacağı belli olmayan sermayeyi kullanana değil, daha güçlü durumdaki sermaye sahibine yüklenmiştir. Bu durum, sizin adalet duygularınızla da örtüşmüyor mu? Ama diğer taraftan kimse sizin elinize para tutuşturmayacak ve piyasaya fazla likitin çıkması da önlenmiş olacaktır. Bankalar sadece mal alımı için aracılık edecek, bu da mal para eşitliğinin korunması anlamına gelecektir.

ÖNERİ: Bu yüzden biz de ülkemizde SPK mevzuatının açıktan alış satışlara kapatılmasının likidi kontrol etme ve fiatları gerçek arz ve talebe göre belirleme anlamında önemli bir ayak olacağını düşünüyor ve teklif ediyoruz.

 

Tobin vergisi ve Küresel Denge Vergisi gibi önlemlerin yabancı sermayeye ihtiyacın yüksek olduğu bu ülkede yararlı sonuçlar vereceğini düşünmüyoruz. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz öneri, alış – satışın reel ekonomiye uygun hale getirilmesinden başka bir şey de değildir. Hem gerçek fiat oluşumuna hizmet eder, hem de denge ve adalet getirir. AB’nin buna müdahale edeceği hiç bir şey yoktur. Mukayeseli hukuk düşünüldüğünde örnek olarak Almanya’nın uygulaması gösterilebilir. Bu uygulamanın ülkeye serbest sermaye, portföy veya doğrudan yatırım şeklinde girişi ile hiç bir ilgi ya da etkisi olmaz. Önemli olan ekonomi yönetiminin buna karar verecek yüksek bir adalet anlayışıyla karar vermesidir.

 

Şüphesiz küçük ve belirleyiciliği olmayan Türkiye gibi ülkelerde likit fazlasının stoperleri döviz kuru, faiz oranları, fiatlarda bir artış ve cari açıklarda oynama olarak absorbe de edilebilir. Yine de borsadaki kağıtların fiatlarının belirlenmesinde likit fazlasının suni fiat artışlarına sebebiyet verdikleri yadsınamaz. Gerçek fiatlar, ekonominin dengeli çalışmasını ve o malları elinde bulunduranların haksız kazanç sağlamalarını da önleyecek ve bir, kazanç – ahlak ve adaletini de beraberinde  getirecektir.

Yönetimler kadar, kurallar da adil olmalı ve halkına piyasa dengesi ile adaletli hizmet de sunabilmelidir. Tahmine ve beklentilere  dayalı sözleşme bir kumardır, fiatlarda bir şişmenin de kaynağıdır ve yasaklanmalıdır.

İşin garibi dinin de faizi, şartlı satışı, olmayan paranın harcanmasını ve olmayan malın satışını yasaklaması, temelde mal=para eşitliğine dayalı bir arz-talep ilişkisi oluşturarak, gerçek fiat oluşumunu sağlamak olduğu söylenebilir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

EVLİLİKTE ÖĞRENECEKLERİMİZ -I

Sistemleri ayakta tutacak genç nüfusun azalması, hükümetlerin etkisinin yatak odalarına girmemesi sosyal politikacıları düşündürüyor.

Nasıl bir gelecek istiyoruz? İnsanın konforunda aileyi ihmal etmek doğru mu? Bireyselleşirken bencilleşmeyi nasıl önleyebiliriz? Bencilleşmenin aile içinde birlikte yaşama biçimine zarar vermesine nasıl çözüm üretebiliriz?

En önemli psikososyal sorunların başında, yaşlıların yalnızlığı ve tek ebeveynli aileler gelmekte.

İnsanların gelecek endişesi azalmak bir yana arttığı için, çocuk yapmamayı tercih eden aileler çoğalıyor. Doğum oranları düşüyor.

Suçun, şiddetin, intiharın, uyuşturucu kullanımının artırması, “Ataerkil aileye dönelim mi?” sorusunu dahi uyandırdı.

Peki, bu durumda ne yapmalıyız? Evlilik kurumunu, buradaki rollerimizi yeniden gözden geçirmemizde fayda var. Yeni evliliklerin yaralanmadan yol alması için kritik öneriler sunma, sarsıntı geçiren evliliklere ise yaralarını saracak ipuçları vermek için bu kapıdan girmek gerek.

Evliliğin temelleri

Evliliğin sağlıklı yürüyebilmesi için de daima beslenmesi, yatırım yapılması, gayret gösterilmesi icap eder. Söz konusu yatırım, kadın erkek psikolojisi, eşler arası iletişim, çocuk ve ergen psikolojisi vs. gibi konularda bilgi sahibi olarak kendini geliştirmesiyle gerçekleşebilir. Bu sınırlar iyi öğrenildiği zaman, evlilik de iyi yürür. Kadın erkek ilişkilerinde, erkek, aşk verir, cinsellik ister; kadın da cinsellik verir, aşk ve sevgi ister. Kadınlar psikolojik doğaları gereği cinselliği ikinci planda tutarlar. Çünkü kadın sevilmeyi, değer verilmeyi duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasını daha çok önemser.

Evlilikteki standartları, kültürler kadar, insanın kişiliğinde bulunan iletişi stili (communication style) ve sorun çözme tarzı (coping style), düşünce biçimi (cognitive style) de belirler. Bu unsur, sosyal bir kurum olan evliliği iki tarafın karşılık uzlaşısına dayalı işleyen bir birliktelik haline getirir.

Dinin aileye bakışı

Bu birliktelikte dini bir inanışa sahib olan bireyler de dinin öngördüğü prensipler dahilinde evliliklerini götürmeye çalışırken sünnet, ve sevap günah bağlamında davranışlarına yön verir ve kul hakkı ile bunun ödeneceği yer olan ahiret inancı ve dolayısıyla Allah korkusu davranışının mihengini oluşturur. Bu yüzden din; eş seçiminden geçime, çocukların terbiyesinden boşanmaya kadar bir çok hüküm serdeder. Laik bir düzende bunun tamamına uyulmasa bile, genel olarak eşleri birbirine hoşgörü ve sabra davet etmesi, başkasını mutlu etmeyi yine bir mutluluk vesilesi sayması aile bütünlüğüne hizmet olarak algılanmalıdır. Çünkü Allah insanı bir nefisten, sonra ondan eşini yaratmış ve birbirinin arasına eş olabilecek bir sevgi var etmiştir, bu ise Allah’ın kudretinin delillerindendir.

              Eş seçiminde hadiste, güzelliğin onları helak edeceği, mallarının onları azdıracağı ifade edilir ve dindar olanın daha faziletli olacağı, bereket getireceği vurgulanır. Eşlerin birbirlerini görmeleri sünnettir. Hz. Peygamber kızı fatma’ya seni Ali’ye vereceğim sen ne diyorsun demiş ve susmasını evet olarak yorumlamıştır. Bugün bazı taikatlarda şeyhler “kızını filana verdim, git kızını al gel” demektedir. Bu dinen sünnete aykırıdır ve bir sapmayı ifade eder.

              Erkek helal kazanıp yedirmekten ve ailenin namaz ve terbiyesinden sorumludur. Ahirette erkeğin yakasına ilk yapışıp namaz ve terbiye vermemesi ile haram lokma yedirmesinden kısas isteyecek olanlar eş ve evlatlarıdır.

Eşlerin birbirine sabretmeleri, bir huyunu beğenmiyorsa beğendiği başke bir huyunun bulunduğuna dikkat çekilmesi yine Allah’ın buyruklarındandır. Kuran’a göre eş ve evlatlar birer imtihandır ve Allah’ın emrinin geldiği yerde onlar geri kalmalıdır. Yani ailenin kişiye Allah’ı unutturmasına izin yoktur. Erkek dinde aile reisidir ve bu gücünü hem fiziki güçlülüğünden ve hem de aileyi geçindirme sorumluluğundan alır. Bu ona ayrıca kadına karşı ilave bir kul hakkı da sağlar. Dolayısıyla ailede görevler bellidir, erkek dışarı işinde kadın ise ev ve çocuk bakımında görevlidir. Günümüzde kadının da çalışması/zorunda kalması bu görev paylaşımını da zedelemiş, kadının ekonomik özgürlüğü onu karşı çıkmanın/boşanmanın zeminine oturtmuştur.

Evlenmek kuvvetli bir sünnettir. Sahabe-i Kiram ölüm döşeğinde bile nikah yaparak ahirete evli yani bir sünnete uyarak gitmek istemişlerdir. Bu yüzden eşleri ölenlerin çok zaman geçirmeden evlenmeleri uygun olur.

İslam’da tek eşlilik esastır. Peygamber efendimiz uzun yılları tek eşle geçirmiş (55 yaşına kadar) daha sonra 5 yıl dul yaşamış, ancak dinin emirlerinin kadınlara da ulaşması için ayşe validemiz hariç (o da çok zeki idi ve hafıza ve zekası ile İslam’a hizmet etti.) diğer eşleri çocuklu dul kadınlar idi. Yani bir koruma amacı da vardı. Eskiden erkekler yanında yetiştirdiği yetimleri fuhuşa zorlarlardı. Canab-ı Hak onları fuhuşa zorlayacağınıza dışarıdan ikişer üçer dörder alabilirsiniz dedi, ve güc yetirmeyi ve adaleti şart koştu. Yani çok eşlilik olabilir ancak bu şartları belli bir ruhsattır. Teşvik değildir. 

Boşanma bilinen bir konudur. Nikah erketedir ve iki defa “boş ol” demeye izin var fakat üçüncüde başka bir evlilik yapılmadan tekrar dönüş yoktur. Bu bir cezalandırmadır.

Dini temellere dayanan evlilikler ayrılıkla sonuçlanmaz mı? Elbette olabilir. Ancak önce bir gayret ve sabra davet vardır, şayet olmayacaksa “Allah’ın sevmediği tek helal boşanmadır”(hadis)

               Modern çağın aileye bakışı

Kadın ve erkek rollerindeki değişim, beklentilerin yükselmesi ve yoğun stres altında yaşama gibi modern hayata eşlik eden problemler, ailenin kendine ait psikolojik ve sosyal sınırlarını zorlamaktadır.

Modern hayat, tüketim ekonomisi ve rekabetin her alanda teşvik edilmesi yönündeki tutumlar, bireylerin beklenti seviyesini yükseltti. Bu da küçük şeylerden mutlu olmayan, sahip oldukları şeylerin kıymetini bilmeyen insanlardan oluşan toplumları ortaya çıkardı. İstatistiklere göre Batı toplumlarında alanında en iyi olan on kişiden ancak üçü kendisini “mutlu” hissediyor, geri kalan yedi kişi ise “mutsuz” olduğunu söylüyor. Materyalist düşünce ile birlikte maddi hedeflerin ön plana çıkması ise, insanların sadece kendilerini düşünmelerine, sadece kendilerini mutlu etmeye çalışmalarına yol açtı. Bu durum genel anlamda sosyal sorunlara neden olurken, aile kurumunu da temelden sarstı. Kapitalist sistem, aile kurumunu, erkek hâkimiyeti-kadın hâkimiyeti çatışması üzerine kurulan bir mücadele alanına sürükledi. Adeta, özgürleşme ve bireyselleşme adına aile kurumu kurban edildi. 1960′larda tüm dünyada başlayan nikâh karşıtı akımlar, evlilik dışı beraber yaşamayı teşvik etti ve “aile kurumuna ihtiyaç yok” düşüncesini yaygınlaştırdı. Batı, bu düşüncenin karşılığını toplumsal dejenerasyon şeklinde ödedi; hâlâ da ödüyor. İnsanlık tarihinde, bu çağdaki kadar çok boşanmanın yaşandığı bir dönem görülmemiştir. Batıda her iki evlilikten birisi boşanmayla sonuçlanırken, Türkiye’de de boşanma oranları her geçen yıl artıyor. Boşanmaların bedelini ise daha çok çocuklar ve toplum ödüyor.

Batı’da çocuğunu duygusal yalnızlığa iten anne baba, ileri yaşlarda yalnız kalıyor. Bunun önüne geçecek tek şey, aile bağları ve aile içi iletişimdir. Batı, aile kurumunun çökmesiyle toplumda meydana gelen dejenerasyonu önleyebilme ve bireylerin yetişmesi için aile kurumuna yatırım yapılması gerektiği artık iyice açıklık kazandı.

Ülkemizde aile kurumunun güçlü gelenekler üzerine kurulu olması, inanç sistemimizdeki “başkasını mutlu et, kendini de mutlu etmiş olursun” yaklaşımı sevap – günah çizgisi modern hayatın aile kurumuna yaptığı tahribata bir dereceye kadar engel olmaktadır. Bununla beraber, ülkemizde de boşanma oranlarının her geçen yıl artması, aile facialarının sıradan hale gelmesi, evlilik dışı beraberliklerin artması modern hayatın aile kurumuna zarar verdiğini göstermektedir. İlkokulda 22 kişilik sınıfta 6 aile sorun yaşıyor.

Evlilikten beklentiler

Eşler arasındaki uyumun belirleyicilerinden en önemlisi, evlilikten ne beklendiğidir. Beklentilerin gerçekçi olup olmadığı ve kadın ile erkeğin beklentilerinin birbirleriyle örtüşüp örtüşmediği evlilikteki uyumun kalitesini belirler. Beklentiler birbirine ne kadar yakın olursa, uyum da o kadar kolay gerçekleşir.

Evlilikte tarafların beklentileri farklıysa; örneğin erkek çocuk düşünüyor ama kadın istemiyorsa ya da eşlerden bir daha romantik bir ilişki bekliyor, diğeri ise romantizmden hoşlanmıyorsa sorunların yaşanılması kaçınılmazdır.

Evlilik ortak bir projedir

Eşler evliliği ortak beklentiler üzerine kurmalı ve ortak bir proje haline getirmelidir. Bunun yerine, iki taraf da kendi gemisinin kaptanı olmaya çalışırsa evlilikte sorunlar yaşanır.

Kişilikler mi uyumlu olmalı, beklentiler mi?

Evlilikte çiftlerin kişiliğinin uyumlu olması sanıldığı kadar önemli değildir.  Bu nedenle evlenmeyi düşünen biri, kendine “Evlilikten n bekliyorum ve ne yapmalıyım?” diye sormalıdır. İnsan alışveriş yaparken bile düşünür, ölçüp biçer.

İyi eş olmak için kariyer yeterli mi?

Günümüzde özellikle gençler tozpembe hayallerle gerçekçi olmayan beklentilerle evliliğe adım atıyorlar. Evlilik kararında, karşılarındaki insanın karakterinden, evlilikten ne beklediğinden, yaşam felsefesinden vs. daha çok, cüzdanına, kariyerine ya da fiziki görünümüne bakıyorlar. Hâlbuki gerçekçi beklentilerin üzerine kurulan evliliklerde temel sağlam olduğu için, sorunlar yaşansa bile yeniden toparlanılır.

Evlilik uzun yolculuğa çıkmaktır

Evlilikten beklenti seviyesinin yüksek olması, eşler arasında yaşanan sorunların en önemli nedenlerindendir. Çünkü yüksek beklentilerin karşılanmaması, kişinin hayal kırıklığı yaşamasına neden olur. Bu yüzden evlilik, uzun bir yolculuğa çıkmak gibi düşünülmeli, iyi ve kötü zamanların da olabileceği hesap edilmelidir. Önemli olan evliliğin paylaşım noktasında nasıl yaşanabileceğinin bilinmesi ve ortak değerlere sahip olmaktır. Bununla beraber, evlilik kararında her şeyin insanın kontrolünde olması ve yüzde yüz uyum bulmak mümkün değildir. Kişiler, beklentileri ve amaçlarının % 70-80 birbirine uyduğunu, birbirlerini tanıma konusunda da yeterli bilgi sahibi olduklarını düşünüyorlarsa evlilik kararı alabilirler.

Ortak amaçlar ve beklentiler, eşlerden birinin diğerini tahakkümü altına almasına neden olmamalıdır, iki taraf da kendini özgür hissetmeli, kişiliğini yaşamalıdır.

Olaylara iki kişilik bakmak

Kadın ve erkek birbirlerini “Çocuğuma iyi bir model olabilir mi?” diye tartmalıdır. Kadın evleneceği kişinin karakter sahibi, babalık yapacak ve hayatı tek başına göğüsleyecek biri olmasını ister. Erkek ise, eşinden çocuğuna ve evine sahip çıkmasını bekler.

Ortak amaçlar ve beklentiler, eşlerden birinin diğerini tahakkümü altına almasına neden olmamalıdır, iki taraf da kendini özgür hissetmeli, kişiliğini yaşamalıdır. Eşler ortak beklentiler ve amaçlar için enerji harcarken, olaylara ve ilişkilere iki kişilik bakmayı becerebilmelidir.

Farklılıklarda uzlaşma mümkün mü?

Geleneksel aile yapısında farklı kültürlerden bireylerin birbirleriyle evlenmesine pek rastlanmazdı. Özellikle internetin yaygınlaşmasıyla farklı hatta zıt kültürel değerlere sahipinsanların evliliklerine tanık olmaya başladık.

  Eşlerin ana konularda denk olması, evlilik için ideal olandır. Olaylara, durumlara, insanlara aynı gözle bakabilmek; aynı olmasa bile benzer kültürel değerlere sahip olmak sağlıklı bir ilişki için gereklidir.

Evlilikle ‘altın orta nokta’ denilen bir kural vardır. Her iki taraf da alışkanlıklarından taviz vererek birer adım atıp orta noktada buluşursa, kültürel farklılıklar evliliği pek fazla, etkilemez.

Farklı kültürlerden kişilerin evlenmesi aslında bir bakıma zora talip olmaktır; çünkü kültürel farklılıklar eşlerin paylaşım alanlarını da azaltır. Hayata materyalist düşünceyle bakan biri ile maneviyatçı gözle bakan birinin sohbet edebilecek ortak bir alan bulması zordur.

Değişime açık olmak

Farklı kültürden kişilerin evliliklerinde göz önünde bulundurulması gereken nokta, kültürlerin birbirinden ne kadar farklı olduğu değil, tarafların değişime açık olup olmadığıdır. Bir taraf ‘ben böyleyim değişmem’ diyorsa, karşı taraf zor durumda kalır. Evlilikle ‘altın orta nokta’ dediğimiz bir kural vardır. Her iki taraf da alışkanlıklarından taviz vererek birer adım atıp orta noktada buluşursa, kültürel farklılıklar evliliği pek fazla etkilemez. Farklı kültürlere sahip kişiler, değişime açıksalar, ortaya mükemmel evlilikler çıkabilir.

Erkeğin eğitim seviyesi düşükse

Çiftler evlenmeden önce de eğitimdeki seviye farkını açık açık konuşmalıdır. Tartışma anında ya da bir gerginlikte eğitim durumunu ön plana çıkarmama konusunda sözleşmek gerekir. Çünkü insanın psikolojik olgunluğunu, aldığı diploma belirlemez.

Diploma ambalajdır

Büyüklük duygusu taşıyan kişilerle yaşamak zordur, insan eşya alırken bile sadece dış görünüşüne bakmaz, sağlamlığına, hangi malzemeden yapıldığına bakar. Diploma bir ambalajdır, ambalaja bakıp da öze önem vermeyen insanlarla yapılan evlilikler yürümez. Üstelik üniversite, eğitim değil, öğretim verir; yani insanın kişiliğini, ahlakını, alışkanlıklarını, davranışlarını daha iyi hale getirmez, sadece bilgi verir ve sistematik düşünmeyi öğretir. Kişi bunları kendi kendine de yapabilir, ilkokul mezunu olup da herkesin istifade ettiği çok insan vardır toplumumuzda. Bununla birlikte üniversite bitirmiş ama hayata tutunamamış ve kendisini geliştirememiş örneklere de çokça rastlarız.

Psikolojik olgunluk ve yaş farkı

Evlenecek kişilerin psikolojik özelliklerini belirleyen biyolojik yaş değil, yetişme tarzı, eğitim durumu, yetiştiği aile vs. gibi unsurlardır. Bu nedenle evlilikte                      önemli olan kişilerin biyolojik değil, psikolojik yaşlarıdır. Aynı yaşta olup da eşlerden birinin çocuk karakterli, diğerinin ise olgun bir kişiliğe sahip olması mümkündür.

Evlilikte ideal olan, yaş farkının az olması ya da erkeğin en fazla dört beş yaş büyük olmasıdır. Çünkü her yaşın psikolojik ihtiyaçları, beklentileri farklıdır.

Farklılıklar ve ortak noktalar

Evlenmeye hazırlanan çiftlerin, kültür, eğitim, yaş, hayata bakış açısı, ekonomik durum gibi farklılıkların ileride sorun olmaması için birbirini olduğu gibi kabul etmesi, farklılıklar yerine ortak noktaları ön plana çıkarması gerekir. Çünkü eş seçiminde insanın yüzde yüz kendisine uyan birini bulması mümkün değildir. Önemli olan, benzerliklerin yani artıların fazla olmasıdır. Yalnız iki tarafın, söz konusu farklılıkların uzun vadede sorun olmayacağı konusunda uzlaşması gerekir. Evlilik birbirini seven iki kişinin bir araya gelmesi demek değildir. Uzun bir yolculuğa çıkmak ve bu yolculukta ortaya çıkan farklılıkları bir noktada uzlaştırmaktır. Özetle, önemli olan, evlenecek kişilerin birbirini tamamlayabilmesidir.

 Evlilik öncesi kendini tanıma

İnsanın hedef piramidinin en tepesinde soyut hedefler olmalıdır. Maddi hedeflerinse ikinci veya üçüncü planda yer alması gerekir, inançlı birisinin soyut hedefi, Yaratıcısının rızası ve memnuniyetidir. Hatta kariyer koçları bu hedefi şöyle verirler: “Hayatının sonuna geldiğinde nasıl anılmak istiyorsan, mezar taşına ne yazılmasını istiyorsan, idealin bu olmalı.” Evlenilecek kişinin ideallerinin ne olduğu mutlaka dikkate alınmalıdır.

Ben kimim?

Evlenecek kişiler genelde karşı tarafın nasıl biri olduğu üzerinde durur; ancak kendilerini analiz etmedikleri için onunla anlaşıp anlaşamayacaklarının cevabını sağlıklı veremezler. Dolayısıyla evlilikte kişinin kendisini tanıması, evleneceği kişiyi tanımasından önce gelir.

Kendimizi nasıl sorgulamalıyız?

Özbilincimizi güçlendirmek için kendimizi sorgulamada acımasız olmalı, başkalarına karşı ise daha fedakâr, esnek ve hata yapma hakkı tanıyacak tarzda davranmalıyız. Tasavvuftaki nefis terbiyesi de özbilinci yani kendini tanımayı hedefler. Hatta bununla ilgili ilginç bir örnek de vardır: Hz. Ömer bir gün sırtında su tulumu taşırken oğluyla karşılaşıyor. Oğlu diyor ki ona, “Baba niye kendini halk arasında küçük düşülüyorsun, sen koskoca bir halifesin.” Hz. Ömer de, “Nefsim hâlâ içimde. Onu ezmeye çalışıyorum” diye karşılık veriyor. Hz. Ömer gibi biri bile böyle bir yola başvurduğuna göre biz de nefsimizi/kendimizi terbiye konusunda acımasız olmalıyız.

Benlik saygısı

Bazı insanların nasıl bir kişiliği var ki karşılarına çıkan fırsatı değerlendirebiliyorlar sorusunun cevabı için yapılan bir araştırmada tesbit edilen özellikler şunlar olmuş:

1-    Yeni deneyimlere açık olmak

2-    Geleceğe ve hayata olumlu ve umutlu bakmak

3- Geçmişe olumlu bakmak

3-İçlerinden gelen sesi önemsemek

Kiminle evleniyorum?

Ünlü bir düşünür “Evlilik iki kişinin birbirine bakması değil, aynı yöne bakmasıdır” demiş. Bu söz, aslında evlilikte eşlerin ortak ilgi alanlarının ve değerlerinin olması gerektiğine işaret ediyor. Önemli olan evliliğin paylaşım noktasında nasıl yaşanabileceğinin bilinmesi ve evlenecek kişilerin ortak değerlerinin olup olmadığıdır.

Sevgi ikinci planda olmalı

Eş adaylarının birbirini sağlıklı tanıyabilmesi için sevgiyi ikinci, aklı ve mantığı birinci plana almaları gerekir. Evlenmeye hazırlanan gençlerde ise mantıktan çok duygular ön plandadır. Bu nedenle evlenecek genç, duygularının kontrolünde hareket eder ve eş adayını tanımaya çalışırken onun hakkında yanlış değerlendirmeler yapar. Hatta ona karşı objektif olamadığı için doğru değerlendirmeler ile yanlış yargılara varabilir.

Eş adayını tanımanın yolları

Bir insanı tanımanın üç yolu vardır: Birincisi, onun geçmişine bakmak yani geçmiş yaşantısını öğrenmektir, ikincisi, bıraktığı eserlere bakmaktır, insan ilişkilerinde nasıldı, şimdiye kadar neler ortaya koydu, nerelerde çalıştı, çevresinde bıraktığı izlenim nasıldı vs… Üçüncüsü ise, direkt olarak değerlendirme yani kişinin karsısındakinden edindiği izlenimdir. Eş adayı ilk iki maddeyi atlayıp “ben onu seviyorum” diyerek, direkt tanımaya kalkıştığı zaman yanılma payı artar. Bu durum, hem kadın hem de erkek için geçerlidir.

İyi ilişki kurabilmenin önemi

Gençler, “Ben onu sevdim, sevgi her şeyin üstesinden gelir” düşüncesiyle, ya evlenecekleri kişiyi yeterince tanımayı ikinci plana iter ya da onun olumsuz yönlerini görmezden gelirler. Elbette evlilikte sevgi ve aşk önemlidir ama bunlar iyi ilişkinin sonucudur, nedeni değildir. Bu nedenle evlenilecek kişinin iyi ilişki kurulabilecek biri olması daha önemlidir. İnsan evleneceği kişiyle aylarca beraber olsa bile onun geçmiş yaşantısını, çevresinde nasıl tanındığını, yani iyi ilişki kurup sürdürecek biri olup olmadığını tam olarak öğrenemez. Bu yüzden çevre araştırması son derece önemlidir.

Flört

Eş adayları duygusal nedenlerle birbirlerine objektif bakamadıkları için, flört taraflar arasında gerçek manada bir tanışıklık sağlamayabilir. Görücü usulüyle yapılan evliliklerle flörtle yapılan evliliklerde görülen boşanma oranının birbirine yakın olması da bunun en iyi göstergesidir.

İdeal yöntem hangisi?

Günümüz şartları değerlendirildiğinde eş adaylarının birbirlerini tanıyarak evlenmesi için en ideal yöntemi şöyle tarif edebiliriz: Genç, evleneceği kişiyi kendisi seçmeli ama anne babası ya da yakın akrabaları da eş adayının evlenmek için uygun biri olup olmadığı konusunda söz sahibi olmalıdır.

Aile eş adayını onaylamıyorsa…

 Bazı durumlarda ise aile onaylamadığı eş adayını, çocuğunu elinden alacak bir düşman gibi algılar. Burada yapılacak tek şey, “Bakalım kimin dediği olacak?” tarzında çatışmayı alevlendirmek yerine, anne babanın yukarıda bahsettiğimiz rol gereği, çocuğuna karşı uyarı görevini yerine getirmesidir. Anne baba gencin önüne alternatifler koymalı ve onun bu alternatifleri karşılaştırmasına yardımcı olmalıdır.

Uyarılara rağmen genç hâlâ eş seçiminde ısrar ediyorsa, anne babanın, gencin yaşayıp görmesine razı olması gerekebilir. Çünkü bir genci zorla yanlış bir evlilikten kurtarmak, onu başka bir yanlış evliliğin kucağına atmak şeklinde sonuç verebilir. Seçiminde ısrar eden gencin ailenin istediği kişiyle ya da daha sonra başka biriyle evlenmesi, kendisi açısından yanlış bir evlilik olacaktır. Böyle bir durumda, genç, evliliğinde ufak bir sorun yaşadığı zaman hemen anne babasını suçlayacaktır. Anne baba da, sorunlu bir evlilik yapan çocuğunun yükünü her zaman sırtında taşımak zorunda kalacaktır.

Evlilikte olumlu anne baba tavrı

Anne babalar, her konuda olduğu gibi eş seçiminde, çocuklarının “aslan terbiyecisi” olmadıklarını bilmeliler. Çünkü çocuk, sahibi olmaları için değil, koruyuculuğunu yapmaları için anne babaya verilmiş bir emanettir. Anne baba, hayatın kanununun böyle olduğunu kabul etmelidir. Nasıl ki bir kuş yavrusu kanatlandığında yuvasını terk eder ve ondan sonra hayatını kendi kanatlarıyla uçarak sürdürürse, anne baba da çocuğuna doğruyu-yanlışı gösterdikten sonra, onun kendi doğrularını yaşamasına fırsat vermelidir. Bir gencin, hayatının en güzel döneminde, anne babası tarafından yönetilmesi ve kontrol edilmesi hem kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesini engeller hem de hata yaparak doğruyu bulmasını…

Özetle söylemek gerekirse, çocuk eğitiminde olduğu gibi gencin eş seçiminde de müdahaleci ve kontrolcü anne baba tavrı yanlıştır.

Nişanlılıkta dini nikâh

Muhafazakâr ailelerde, eş adaylarının nişanlılık döneminde birlikte vakit geçirirken dini açıdan ters durumlarda kalmalarını engellemek amacıyla, evlilik öncesinde dini nikâh yapılmaktadır. Nikâh, dini nedenlerle birbirleriyle rahat görüşemeyen çiftlerin önündeki engelleri kaldırır ve böylece karşılıklı tanımayı kolaylaştırır. Ancak özellikle erkekler, dini nikâh yapıldığında mahremiyetin ortadan kalmasını cinsellik anlamında fırsat olarak değerlendirebilirler. Bu ise evlilik gerçekleşmediği takdirde genç kız için yıkım olacaktır. Evlilik gerçekleştiği takdirde ise, erkek eşini kolay elde edilebilir biri olarak görebilir.

“Olmazsa vazgeçerim” düşüncesi

İki taraf için de gerçek evlilik olarak algılanıyorsa ve karşılıklı güveni zedelemeyecekse, nişanlılık döneminde dini nikâh yapılmasında sakınca yoktur. Çünkü evlilikte güven çok önemlidir.

Ayrılmak istiyorum ama…

Nişanın atılmasını gerektiren ciddi bir durum varsa, yapılması gereken iki tarafı da tanıyan üçüncü kişilerden ya da objektif olabilecek aile büyüklerinden görüş almaktır. Krizlerde açık ve net olmak, sorunları ertelememek ve konuşarak çözmeye çalışmak gerekir.

  EŞLER ARASI İLETİŞİM

Evlilik öncesinde tarafların birbirlerini tam anlamıyla tanıması çok zordur. Evlilik öncesi eşlerin birbirlerine duyduğu ilgi evlilikten sonra başka alanlara yönelir. Bütün bunlar kişilerin evliliğe bakış açısını değiştirir ve ister istemez ilişkide krizler, çatışmalar ortaya çıkar.

Yüksek beklentiler ve hayal kırıklığı

Gençler tozpembe hayallerle evliliğe adım atarlar ve beklentileri yüksek olur. Evliliğin ilk yıllarında yaşanan krizler ve hayal kırıklıkları, biraz da evlilikten beklenti seviyesinin yüksek olmasından kaynaklanır. Beklentiler birbirine ne kadar yakın olursa uyum o kadar kolay gerçekleşir. Evlilik ortak beklentiler üzerine kurulur ve ortak proje haline getirilirse, ailenin temelleri daha sağlam atılmış olur. Olaylara, ilişkilere iki kişilik bakabilme becerisi kazanmak, birbirini anlayabilen, mutlu edebilen, paylaşabilen eşlerin birlikteliğini ortaya çıkarır, ilişki de kaliteli bir beraberliğe dönüşür. Bu yapılmaz yani “aynı gemideyiz” duygusuyla hareket edilmezse, zamanla hemen her konuda çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. Evlilikte “ben” merkezli yaklaşımlar ve sadece kendini mutlu etme gayreti, aile olmak için harcanan enerjiyi boşa çıkarır.

Evlilik öncesi gençlerin ilgisi hep birbirlerine yöneliktir ve birbirlerini memnun etmeye çalışırlar. Evlendikten sonra ise şahsi öncelikler ön plana çıkar, tarafların zaafları, kontrolsüz hareketleri daha çok dikkat çeker.jiyi boşa çıkarır.

Tek kişilik düşünme

 Günümüzde evlilik, evlilik öncesinde yaşanan hayatı değiştirmeyen sıradan bir olgu olarak algılanıyor. Gençler “Hem evlenirim hem de canımın istediği gibi yaşarım mantığı ile hareket edebiliyorlar. Doğal olarak, tek kişilik düşünülen evliliklerde devamlılık sağlanamıyor. Boşanmaların büyük oranda evliliğin ilk yıllarında olmasının nedenlerinden en önemlisi evliliği tek kişilik algılamaktır…

Hem aşkın hem arkadaşlığın olduğu evlilikler en ideal birlikteliklerdir. Aşkın yok olup olmaması evliliğin kendisiyle değil, eşlerin bu duyguyu besleyip besleyememesiyle ilgilidir.

Evlilik aşkı öldürür mü?

Eşler, her ne kadar evliliğin ilk yıllarında romantik duygular yaşasalar da aralarındaki aşkın, sevginin giderek azalacağından, ilişkilerinin hiçbir zaman evlenmeden önceki gibi olmayacağından endişe ederler. Bu endişe popüler kültürün aile kurumuna bakışından ve cinsel özgürlük adı altında “evlenmeye ne gerek var, hayatını yaşa” tarzındaki düşünceden ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda bu bakış açısı “evlilik aşkı öldürür” şeklindeki sloganla ifade edilmektedir. Bu sözün ve bakış açısının doğru gibi algılanması evliliğin anlamını, işleyişini, eşler arası iletişimin dinamiklerini bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Evliliğin üç dönemi

Evlilik başından sonuna kadar monoton değildir ve birbirinden farklı üç dönemdir, ilk dönemde eşlerin ilişkisine romantik duygular hâkimdir. Daha sonra, karşılıklı kişilik çatışmalarının yaşandığı dönem başlar. Eğer kişiler akıllı davranırlarsa bu dönemi aşarlar. Bu iki aşamadan sonra bağlılık dönemi gelir. Bu süreçte, evlenmeden önce yaşanan aşk da sürer. Evlilik sağlıklı yürüyorsa, aşk duygusu sevgi ve saygıya dönüşür. Bu yüzden hem aşkın hem arkadaşlığın olduğu evlilikler en ideal birlikteliklerdir. Dolayısıyla aşkın yok olup olmaması evliliğin kendisiyle değil, eşlerin duyguyu besleyip besleyememesiyle ilgilidir. Ayrıca birbirine âşık iki kişi evlenmezlerse aşklarının daha uzun süreceğinin garantisini kimse veremez.

SONUÇ: SEVGİ VE AŞK: SONUÇ MU SEBEP Mi?

Bir filozof, “Sevgi dünyayı döndüren güçtür” der. Eskiden “aşk-ı kimyevi” diye bir tabir vardı; maddeler arasındaki ilişkiler bile sevgiyle açıklanırdı. Eşler arasındaki çekim gücünün ana maddesi de sevgi ve aşktır.

Aşk ve sevgi evliliğin ya da ilişkinin nedeni gibi düşünülür hep. Aslında iyi ilişki varsa, eşler arasında aşk ve sevgi ortaya çıkar. Bu iki duygu iyi ilişkinin başlangıcı değil, sonucudur. Evlilikte ideal olan hem sevginin, hem iyi ilişkinin beraber yürümesidir. İyi ilişki varsa sevgi çoğalır, yoksa azalır. Bu nedenle evlenecek kadın ve erkek arasında, başlangıçta nefretin ya da negatif duyguların olmaması birlikte yaşamaları için yeterlidir. Çiftin birbiriyle ilgili ilk izlenimleri sıcak ve olumluysa, zamanla sağlıklı bir evlilik ilişkisi ortaya çıkabilir. Birbirlerini çok az tanıyan ama kanı ısınan kişilerin evlilikleri örnek evlilik olabilir. Öte yandan birbirine âşık iki kişi, evlendikten altı ay sonra birbirinden nefret eder hale gelebilir. Dolayısıyla eşler arası iletişimde çok önemli bir yere sahip olan aşk ve sevgi, evlilik için sebep değil ancak sonuçtur. Sevgi, evliliğin başında da, ortasında da, sonunda da gerekli bir duygudur.

Sevgiyi korkuyu azaltır

İnsanlar arası ilişkilerde sevginin en önemli sonucu, güven duygusu oluşturmasıdır. Evlilikte de bu böyledir. Sevgi, eşler arasında güveni artırır, korkuyu azaltır. Korkunun azalması da insanın kendini rahat hissetmesini sağlar. Sonuç da, eşler arasında dostluk duyguları ortaya çıkar. Sevginin azaldığı yerde düşmanlık ve korku duyguları gelişir.  Bir kişinin sürekli korku yaşaması ise sürekli savunma psikolojisiyle hareket etmesine neden olur. Böylece güven duygusu zayıflar, kişide “karşı taraftan bir zarar gelecek” düşüncesi oluşur.

Sevgi dengeli verilmeli

Eşlerin birbirine karşı sevgide cömert olması sağlıklı bir ilişki için önemlidir. Ancak taraflardan biri verilen sevgiyi istismar ediyorsa, buna bir demeyi de bilmek gerekir.

Eşinden sürekli sevgi alan bir kişi, bunun azaldığını görünce, bol harçlık almaya alıştığı halde bir sefer az para alınca afallayan çocuk gibi “ne oldu” diye düşünerek kendine çeki düzen verir, ilişkinin sağlıklı yürümesi için bu dengeyi kurmak önemlidir. Sevginin dilleri olduğu gibi şekilleri vardır. “Seni seviyorum çünkü güzelsin” ya da “Seviyorum çünkü benimle ilgileniyorsun” şeklinde ifade edilen sevgi, şartlı sevgidir. Eşlerin birbirlerine bu sekilde yaklaşmaları doğru değildir. Çünkü bu tür mesajlar alan bir kişi, karşı tarafın kendisini sevmesini sağlayan özelliğini kaybettiğinde, sevilmeyeceğini düşünecektir. Örneğin bir eş, eşini güzelliğinden dolayı seviyorsa, kadın yaşlandıkça sevilmeyeceğini hissedecektir.

Eşim beni seviyor mu?

Sevmek kadar önemli bir ihtiyaç vardır, sevilmek. Sevilme ihtiyacı, erkekte de kadında da vardır ama kadında daha belirgindir. Sevilmeme duygusunda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Eşinin sevilme ihtiyacını karşılayamayan kişide bu duygu hiç mi yok, yoksa kişi sevgisini ifade edememe sorunu mu yaşıyor? Genellikle sorun yaşayan eşlerin, sevilmedikleri sonucuna çok çabuk vardıkları görülür. Çünkü “Eşim bana şöyle davrandı, demek beni sevmiyor” şeklinde düşünmek, ilk başta hem mantığa yakın geliyor hem de daha kolay. Özellikle kadınlar bu duyguya daha çabuk kapılıyorlar. Halbuki çoğu zaman sorun, sevgi azlığından değil, karşı tarafın sevgisini ifade edememesinden ya da sevgisizlikten yakınan eşin, kendisine verilen sevgiyi algılayamamasından kaynaklanır.

Evliliğin üç temel bağı olan sevgi, saygı ve güven, eşlerin duygularına göre şekillenir. Bu üç temel bağ birbiriyle ilintilidir ve evliliği ayakta tutar.

Duyguların rengini bilmek

Bütün duygular, üç ana duygumuz olan korku, sevgi ve güvenin çeşitli oranlarda kendi aralarında karışımından ortaya çıkar. Mesela korku ile sevgi birleştiği zaman itaat, korku ile öfke birleştiği zaman saldırganlık, korku ile üzüntü birleştiği zaman kaçınma oluşur. Bütün duyguların karışımından ise insanın kişilik özellikleri ortaya çıkar. Kişiler arası iletişimde, insanın duygularının farkında olması ve bu farkındalık üzerinden davranışlarını ve tepkilerini belirlemesi, sağlıklı bir ilişkinin temel kuralıdır. Bu kural, eşler arası iletişimde de geçerlidir.

Evliliğin üç temel bağı olan sevgi, saygı ve güven, eşlerin duygularına göre şekillenir. Bu üç temel bağ birbiriyle ilintilidir ve evliliği ayakta tutar. Sevgi ve saygı devam ederken güven zayıflarsa, bir müddet sonra diğer iki bağ da gevşer. Ya da sevgi azaldıysa, zamanla saygı ve güven bağı da zayıflar. Önemli olan bu üç bağın aynı seviyede tutulmasıdır. Bunun için de kişi eşinin duygu rengini bilmeli, onun üzüldüğü, öfke duyduğu, endişelendiği, hoşlandığı durumları anlayabilmelidir.

Neden önce iyi ilişki?

Aldatma gibi büyük bir ihanet olmadıkça bu üç temel bağ eşler tarafından onarılabilir; çünkü sevgi gibi diğer duygu bağları da değişkendir. Bir kişiye güvenmiyorsak ve saygı duymuyorsak, bu ona ömür boyu saygı güven duymayacağımız anlamına gelmez. Dolayısıyla eşlerarası sorunlarda en çok karşılaşılan şey; “Artık eşim beni sevmiyor, bana saygı duymuyor. Bu beraberlik bitmiştir. Şeklinde yakınmak yerine, iyi ilişki kurmanın yollarını aramak gerek. Bu yüzden, aşk ve sevgi, iyi ilişkinin sebebi değil sonucudur diye vurguluyoruz. Kadın veya erkek, eşiyle iyi ilişki kurmanın yollarını arar ve bulursa sevgi, saygı ve dolayısıyla güven kendiliğinden oluşur.

YORUM YAPIN SÖZ SİZDE!
saliha
sevgi mi belirleyici iyi ilişki mi

yukarıda Allah insanı bir nefisten, sonra ondan eşini yaratmış ve birbirinin arasına eş olabilecek bir sevgi var etmiştir, bu ise Allah’ın kudretinin delillerindendir. diyorsun aşağıda ise Aşk ve sevgi evliliğin ya da ilişkinin nedeni gibi düşünülür hep. Aslında iyi ilişki varsa, eşler arasında aşk ve sevgi ortaya çıkar. Bu iki duygu iyi ilişkinin başlangıcı değil, sonucudur diyorsun. bu bir çelişki değil mi. bana göre sevgiyi allah verir. geçim olursa parlar. olmazsa zayıflar. cevap beklerim.

 

hüseyin
bireyselleşme ve bencilleşmeye karşı, islam bizi koruyacaktır.

evlilikte de ahlak, temel unsur. Biz namazımızı inancımız gereği kılarız ancak evde geleneklerimizle hareket eder ve dinin emirlerini uygulamayız.bu sakat anlayış ticarettede var. halbuki din insanın her şeyini kuşatmalıdır. yolda giderken, yatarken, alışverişte, okurken bile ilmi allah’ın bir sünneti olarak okumak gerek. o zaman dimağı insanın daha da açılıyor, anlayışı kuvvetleniyor. çocuğu mal olarak görmek çok yanlış, o korunması gereken bir emanet o kadar. o zaman onun kişiliği de ortaya çıkıyor ve baskıdan uzaklaşılıyor. tebrik ederim. yani çalışmalarınızı bekleriz.selamlar.

 

hasan
sevgi mi, iyi ilişki mi?

biz sevgiyi mutluluğun nedeni olarak görürdük. siz sonuçtur diyor ve iyi ilişkiye dikkat çekiyorsunuz. gerçekten anlaşma sevgiyi de doğurur mu? konu insan olunca tek çözüm yerine her bir aile ve insan için ayrı ayrı çözümler üretmek gerekmez mi? ama yine de bazı ortak şifrelerden hareket etmek gerektiği konusunda size katılıyorum. yararlanılması dileğiyle saygılar sunarım. kaleminize kuvvet…

 

salih
aile rehberi

mutlu aile rehberi gibi bir yazı. uğraşıldığı belli. topluma bir güzel hizmet. hizmette esas ayağa götürmek bu da o anlama geliyor. sevgi ve saygılarımla.

 

kemal
mutluluk nerde?

aranan şey mutluluk. nerde? parada mı eş demi evdemi işdemi?yoksa bunları nasıl kullanacağınızda mı?o zaman şifre gerek. işte bu yazı bu şifreleri vermeyi iddia ediyor. inşallah taliplisini bulur..

 

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DİNİ BAYRAMLAR VE ADABI

Bilindiği gibi bayram, sevinç ve neşe günü demektir. Öteden beri her milletin birçok millî günleri, tarihî hatıralarını canlandıran bayramları bulunmaktadır. Aynı şekilde bir dine mensup kimselerin de dinî günleri ve dinî bayramları vardır.

Bayramlar, inananlar üzerinde çok müspet tesirler meydana getirir, dinî şuur ve duygularını kuvvetlendirir. İnsanlara yeni bir heyecan ve çalışma zevki kazandırır.

Bayramların, millî ve dinî duyguların, inanışların pekişmesi, taze ve canlı tutulması fonksiyonu yanında, toplumun birlik ve beraberliğini sağlamada ve bunun bireylerin bilincinde yer etmesinde de büyük önemi vardır.

Gerçekten dinî bayramlar, insanlar arasında kaynaşmanın, dostlukları ve ahbaplıkları ilerletmenin bir yolu olarak belli bir öneme sahip oldukları gibi, dinî duygu ve şuurun sosyal hayatta tazelenmesinin de bir vesilesidir.

Dinî Bayramlarımız

İslam Dininde iki büyük bayram vardır. Ramazan ve Kurban Bayramı. Kaynaklarımızda, Ramazan Bayramına “îdu’l-fıtr”, Kurban Bayramına ise, “îdu’l-edhâ” denilmektedir.

Sevgili Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiklerinde, Medinelilerin eğlendikleri iki günleri vardı. Peygamberimiz (s.a.s.);

“Bu günler nedir?” diye sordu” Medineliler;

“Biz câhiliyye döneminden beri bu günlerde eğleniriz” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz;

“Allah, size, o iki gün yerine daha hayırlı iki bayram vermiştir. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramlarıdır” buyurmuştur.

Ramazan ve Kurban bayramları hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. O günden beri kutlana gelen bu iki bayram, Müslüman milletlerin aynı zamanda millî bayramları hâline gelmiştir.

Bayram Günlerini Nasıl Geçirmeliyiz ve Neler Yapmalıyız?

Her iki bayram da bayram namazı ile başlar. Sahabeden Berâ ibn Azib’in naklettiğine göre Hz. Peygamber bu hususu, okuduğu bir bayram hutbesinde şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Bu günümüzde yapacağımız ilk iş namaz kılmamızdır. Sonra döner kurban keseriz. Her kim böyle yaparsa, şüphesiz bizim sünnetimize uygun iş yapmış olur.”

Bayram namazı, biri Ramazan bayramında, diğeri Kurban bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rek’atlık bir namazdır.

Bayram namazı Hanefî mezhebinde, Cuma namazının vücûb şartlarını taşıyan kimselere vaciptir. Şafii ve Mâlikiler’e göre müekked sünnet, Hanbeliler ‘e göre ise farz-ı kifayedir.

Bayram namazına, mükellef olmayan küçük çocuklarımızı da getirmeli ve onlara da bu manevî havayı teneffüs ettirmeliyiz.

Peygamberimiz (s.a.s.), bayram günleri ve bu günlerin mahiyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

Arefe, Kurban ve Teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme, içme günleridir.”

Hadiste açıkça belirtilmektedir ki, bayram günleri yeme, içme ve ikram  günleridir. Bunun için oruç tutmak senenin her gününde caiz olduğu hâlde,

Ramazan Bayramının birinci  günü ile Kurban Bayramının dört gününde tahrîmen mekruhtur.

Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan bayramı, bir ay boyunca Allah için tutulan orucun arkasından verilen bir “genel iftar ziyafeti” hükmündedir ve bu anlamından dolayı ona “fıtır bayramı (iftar bayramı)” denilmiştir.

Ramazan bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık Ramazan orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, Allah’ın sembolik ziyafetine katılmamak anlamına gelir ki, bu doğru bir davranış olmaz.

Allah için kurbanların kesildiği kurban bayramı günleri de ziyafet günleridir. Kurban bayramının Arefe ve bayram günleri, İslâm dünyasının en seçkin günleridir. Çünkü Arefe günü, dünyanın her tarafından gelen hacı adayları Arafat’ta toplanarak Allah’a yönelmekte ve O’ndan af ve bağış dilemektedirler. Arafat, İslâm’ın birlik ve kardeşliğe verdiği önemin bir simgesidir.

Bayram günleri mutlak ibadet günü olmadığı gibi, katıksız eğlenme günü de değildir. Bu iki hususu bir arada toplayan günlerdir.

Bayramları, ibadet ve itaatten tecrit edip, sadece oyun, eğlence, zevk ve safa günü olarak anlamak yanlış olduğu gibi, meşru oyunlardan ve mubah eğlencelerden soyutlayarak sırf bir ibadet ve itaat günü olarak anlamak da hatalıdır. Çünkü insanın manevî varlığı yanında, maddî varlığının da ihtiyacı vardır. İbadet ve itaatlerle ruh, kalp vb. manevî varlığımız tatmin edildiği gibi, çeşitli ikram ve ziyafetlerle, belli ölçüler içinde yapılan meşru oyun ve eğlencelerle de maddî varlığımız tatmin edilmiş olur.

Meşru sınırlar içinde yapılan oyun ve eğlenceler, bayramların özünde mevcuttur. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s.), düğünlerde olduğu gibi, bayramlarda da eğlence ve oyuna karşı çıkmamış, hatta bunu teşvik etmiştir.

Konuya ışık tutacak iki hadisi burada zikredebiliriz:

Hz. Aişe validemiz şöyle anlatır:

“(Kurban bayramının ilk üç günlerinden birinde) Resûlullah (s.a.s.) yanıma geldi, karşımda Buâs ezgilerini def çalarak okuyan iki kız vardı. Yatağına uzanmış ve mübarek yüzünü çevirmişti. Derken içeriye Hz. Ebû Bekir girdi. ‘Bu ne hâl? Allah Resûlü’nün yanında şeytan mizmarı öyle mi? diyerek beni azarladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) ona dönerek; Onlara dokunma ey Ebû Bekr; her milletin bayramı vardır. Bu da bizim bayramımızdır.” buyurdu.

Yine bir bayram günü Hz. Aişe’nin, Habeşlilerin Mescid-i Nebevi’de kalkan mızrak oyunu oynadıkları bir sırada onları seyretmek için izin istemesi üzerine Hz. Peygamber ona izin vermiş ve “Tamam, yeter” deyinceye kadar beraberce bu oyunu seyretmişlerdir.

İslâm dini her konuda itidali (orta yolu) emir ve tavsiye eder. Mü’min olmak, fert ve aileleri mutluluğa götüren meşru yolları tıkayarak, dünyayı zindan hâline getirmek değildir. Anne ve babaya yakışan, bayramları aile ve çevresindekilerle neşe ve zevk içerisinde geçirmeyi gerçekleştirmeye çalışmaktır.

İnanmış, Allah’a gönül vermiş insan, bencil olmaz. Sadece kendisinin ve yakınlarının sağlık ve mutluluğunu değil, bütün Müslüman kardeşlerinin mutluluğunu da düşünür. Bu konuda çaba sarf eder ve dua eder.

“Hz. Peygamber Mescidde iken bir bedevi Mescide girdi, namaz kıldı ve ‘Allah’ım bana ve Muhammed’e rahmet et, başkasına değil’ şeklinde dua etti. Hz. Peygamber, bedeviye; Allah’ın geniş olan rahmetini daralttın…” buyurarak onu uyardı.

Merhamet insan kalbinin merhemidir. Sevgi ve saygı duygusundan uzak kimseler, katı yürekli olmanın yolunu tutmuşlar demektir. Bu duruma düşenler derhal bundan kurtuluş çarelerini aramaya koyulmalıdırlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’e bir sahabî gelerek kalbinin katılaştığını hissettiğinden şikayet etti. Peygamberimiz ona;

“Kalbinin yumuşamasını istiyorsan, yoksulları doyur ve yetim başını okşa” buyurdu.

İnsanımızın kemal derecesini bulması için bayramlarda yapacağımız en önemli işlerden biri de yetim, kimsesiz ve yoksullarla ilgilenmek, onlara maddî-manevî destek olarak, kendilerine yalnızlıklarını hissettirmemektir. Yetim ve kimsesizlere hep acınır, ama hiç unutmayalım ki onlar, bizler için bu top­lumda Allah rızasını kazanmamıza vesile olacak birer can simididir.

Kadın sahabîler arasında kocası öldükten sonra sadece yetim kalan çocuklarını büyütmek ve yetiştirmek için evlenmeyen güzel ve iffetli bir hanıma işaretle bir hadis-i şerifte,

“Ben ve bu yanakları çökmüş (fedakâr) hanım kıyamet günü cennette şu iki parmağım gibi yan yana beraber olacağız.”  buyurulmuştur.

Bayram günleri barış ve sevinç günleridir. Dargınlık dinen yasaktır. Elbette bir arada yaşayan aile ve toplum fertleri arasında anlaşmazlıklar, sürtüşme ve tartışmalar olabilir. Bu gayet normaldir. Ama bunları dargınlık safhasına vardırmamak gerekir. Bilhassa yakınlar, sıla-i rahim denilen ziyaret bağı ile aradaki bağlarını kuvvetlendirmelidirler.

Hz. Peygamber, mü’minlerin üç günden fazla dargın durmalarının uygun olmadığını belirterek şöyle buyurmuşlardır:

“Bir Müslümanın diğer müslümana üç günden fazla dargın durması helâl olmaz.”

Akraba ve komşulara iyilik etmek ve onlarla iyi geçinmek Rabbimizin tavsiyesidir. O, bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Allah ‘a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, eliniz altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36)

Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarım ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” (isrâ, 17/26-27)

Cenab-ı Hak, yakınlarla ilgiyi kesenlerin ahirette cezaya çarptırılacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:

Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lanet, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır.” (Ra’d, 13/25)

İntikam almak dinimize göre haramdır. İnsanı bu noktaya getirecek kin, nefret, haset ve benzeri duygular yasaklanmıştır. Müslümanın, imana, sevgi ve saygıya yataklık etmesi gereken ve ancak bu şekilde iyi ve doğruya giden yolu aydınlatabilecek olan kalbi, bu kötü ve çirkin duygularla doldurulursa manevî fonksiyonunu icra edemez. Sahibine ışık tutamaz. Bunun içindir ki, intikam alma imkânı varken bağış yolunu tutmak büyüklüğün ta kendisidir ve Allah katında çok makbul bir harekettir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim, bu hususa şu ayetle işaret etmektedir:

“Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zalimleri sevmez.” (Şûra, 42/40)

Daima af yolunu tutmak, mü’minin başta gelen özellikleri arasında sayılır. Bu konuda yine Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyurulur:

“Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199)

Bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber, ayetin açıklamasını Cebrail’e sormuş, o da şöyle cevap vermiştir:

“Allah, sana zulmedeni ve haksızlık edeni affetmeni, sana vermeyene vermeni, sana gelmeyene gitmeni” emretmektedir.

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de, iyilik ve takvada yardımlaşmayı, günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmamayı emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“…İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlasın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın..”(Mâide, 5/2)

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim kurtuluşun, ancak Allah’a ibadet etmekte ve hayır işlemekte olduğunu bildirmektedir. Konu ile ilgili bir ayet-i kerime şöyledir:

“Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Hacc, 22/77)

Bayram   gecesi   ve    günlerinde    aşağıda   sayılan    şeylerin   yapılması müstahaptır, sevap kazanmaya vesiledir:

a)→ Bayram gecelerini dua ve ibadetle ihya etmek, kaza namazı kılmak, Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Teala’dan af ve mağfiret dilemek. Çünkü duaların makbul olduğu gecelerden birisi de bayram geceleridir. Nitekim Peygamberimiz (s. a. s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevabını ümit ederek ibadetle geçiren kimsenin kalbi, kalplerin öldüğü gün ölmez.”

b)→ Bayram sabahı erken kalkarak yıkanıp temizlendikten sonra namaza gitmek.

c)     Güzel kokular sürünmek, temiz ve yeni elbiseler giyinmek.

d)    Gücü yetiyorsa namaza yürüyerek gitmek ve giderken yolda tekbir getirmek; güler yüzlü ve sevinçli görünmek, yoksullara çokça sadaka vermek, çoluk çocuğuna bolluk göstermek.

e)     Ramazan bayramında, namazdan önce bir şeyler yemek; Kurban bayramında ise, kurban kesecekse, kurban etinden yiyinceye kadar bir şey yiyip içmemek.

Bayram günlerinde annemizin-babamızın ellerini öpüp hayır dualarını almalıyız. Dinimizde Allah’a ibadetten sonra anne ve babaya saygı ve iyilik emredilmiş, onlara karşı “öf” bile demek yasaklanmıştır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur:

“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsrâ, 17/23-24)

Akraba ve komşularla tebrikleşerek, karşılıklı sevgi ve saygı duyguları aktarılmalı, karşılaştığımız herkesle selamlaşarak tebrikleşmeliyiz. Tanıdıklarımızı ziyaret ederek hatırlarını sormalı ve gönüllerini almalıyız. Hastanelerde;’ ve   evlerde   yatan   hastaları   ziyaret   etmeli,   şifâ   dileklerimizi   sunmalıyız. Yetimlerin ve kimsesiz çocukların başını okşamalı, onlara anne ve baba gibi davranmalıyız. Çevremizdeki yoksullara ve bakıma muhtaç çocuklara yardım ellerimizi uzatmalı, onların da bayram sevinci yaşamalarını sağlamalıyız. Bizden hayır dua bekleyen ölülerimize dua etmeli, ruhları için hayır ve hasenatta bulunmalıyız. Tanıdıklarımızdan dargın olanları barıştırmaya çalışmalı ve aralarını bulmalıyız. Çocuklara hediyeler dağıtmalı ve onları sevindirmeliyiz.

Bayram günleri sevinç günleridir. Bu günlerde sevinçli ve güler yüzlü olmak tavsiye edilmiştir. Ashâb-ı kiramdan Ebû Zer, Peygamberimizin kendisine bu konuda şu tavsiyede bulunduğunu rivayet eder:

“Kardeşini güler yüzle karşılamak gibi en ufak bir iyilik dahi olsa onu hor görme.”

Her zaman olduğu gibi bayram günlerinde de, İslâm’ın emrettiği şekilde, çevremizdeki insanlara iyi davranmalı, incitici ve zarar verici davranışlardan sakınmalıyız.

Bayramların toplum hayatına etkisi

Bayramların toplum hayatında üstün bir yeri ve değeri vardır. Bayram günlerinde akraba ve komşularımızla olan ilişkilerimiz kuvvetlenir, birlik ve kardeşliğimiz güçlenir. Bayram sabahı camilerimizi dolduran Müslümanların hep birlikte ve içtenlikle yüce Allah’a yönelmeleri, O’ndan af ve bağış dilemeleri ayrı bir önem taşır. Çünkü böyle bir amaçla bir araya gelen, aynı iman ve heyecanı taşıyan toplulukları yüce Allah’ın rahmeti kuşatır ve onları affeder.

İbadetler insan üzerinde müspet tesirler bırakır. Hele bu, Ramazan ayına mahsus oruç, teravih, zekât, sadaka-i fıtr; fedakârlığın sembolü kurban… gibi ibadetler olursa, bunların etkisini toplumun her kesiminde görmek mümkündür. Toplum, bayrama girerken kendisinin dinî yönden güçlenmesini engelleyecek gaflet perdesini yırtmalı, yeni bir aksiyon kazanmalıdır. Bayramda ve bayram sonrasında “benim” diyebildiği yegâne iki nimeti, sağlık ve zamanını iyi değerlendirme şuuruna ermelidir.

Sonuç

Bayram günlerinde toplum şuuru bütünleşir. Toplum fertleri birbirleriyle sevişip kaynaşır. Hayatın bitmek tükenmek bilmeyen sıkıntıları içinde bunalan, bitkin ve yorgun hâle gelen insanları bayramlar dinçleştirir. Ve çalışma azimlerini artırır.

Bayramlar, sosyal dayanışma ve barış şuurunun fertlere kuvvetle hâkim olduğu günlerdir. Dargınların kucaklaşması, aralarında kin, nefret bulunan kabile, aile ve şahısların, düşmanlık ve husûmet duygularının sevgiye dönüşmesi, küçüklerin büyüklere saygı, büyüklerin küçüklere sevgi göstermesi, hastaların ziyaret edilmesi, verilecek küçük hediyelerle çocukların gönüllerinin alınması, hısım ve akrabanın bir kere daha yeniden kaynaşması, genellikle bayram günlerinde mümkün olmaktadır. Bütün bunlar, toplumu oluşturan fertleri birbirleriyle kaynaştırarak millî birliğin sağlanmasında ve toplumu rahatsız eden ayrılık ve düşmanlıkların yok olmasında etkili olan hususlardır.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DEPRESYON VE ÇÖZÜM YOLLARI

 Biri beni kurtarsın

Hiç kimse depresyonla yüzyüze gelmeyi istemez. Dikkat edilmesi gereken depresyonun insanların hayatını altüst eden önemli bir problem ve acizlik olarak algılanmamasıdır

Mazeretim var… DEPRESYONDAYIM
Depresyon, her yaşta, her bireyde, hangi nedene bağlı olursa olsun görülebilen bir beyin rahatsızlığı, yani ruhsal bir hastalıktır. Herkes yaşamının bir döneminde hüzün, keder, mutsuzluk gibi duyguları yaşayabilir. Bunlar, genellikle yaşanan olaylarla ilişkili ve geçicidir. Oysa bazen bu duygular, daha aşırı boyutlarda ve daha uzun süre yaşanır. Hatta bazen buna yol açabilecek belirgin bir neden de yoktur veya neden vardır ama gösterilen duygusal tepkinin süresi ve yoğunluğu beklenenden fazladır.

Artık bu duygular yaşamla, kendimizle, çevremizle ilişkimizi bozmaya başlamıştır. Depresyon geçiren bir insanın düşünce, duygu ve davranışlarıyla biyolojik yaşamsal fonksiyonlarında değişiklikler olur. İçinde bulunduğunuz ruhsal durum iki haftadan daha uzun bir süredir devam ediyorsa, bir uzmana başvurmanız gereklidir. Eğer siz de “Biri beni kurtarsın” diyorsanız bu yazı dizimiz; hem size hem de yakınlarınıza ışık tutacak.

* * *

Depresyonda olabilirsiniz!

  Hemen her gün ve günün büyük bir kısmında gözlenen çökkün bir duygu yaşıyorsanız ve kendinizi mutsuz, ağlamaklı, kederli hissediyorsanız.

  Daha önce keyif alınan işler, hobiler ve alışkanlıklardan artık hoşlanmamaya başladınız ve her şeyi mecburen yapıyorsanız.

  Diyet uygulamamanıza karşın önemli derecede kilo verdiniz ya da aşırı kilo aldıysanız.

  Hemen her gün uykusuzluk ya da aşırır uyku halindeyseniz.

  Beyinsel ve vücutsal işlevselliğinizde azalma ya da huzursuzluk varsa.

  Halsizlik, yorgunluk hisleri yaşıyorsanız, kendinizi daha önceki günler kadar enerjik hissetmiyorsanız.

  Hemen her gün kendinizi değersiz hissediyor, küçük görüyor, suçlu ya da günahkar hissediyorsanız.

  Konsantrasyon yeteneğinizde azalma yaşıyorsanız (konuşulanlara, okunan şeylere, izlenilen tv programlarına dikkatini verememe, söylenilenlerin bir kulaktan girip diğerinden çıkması gibi) ya da kararsızlık içindeyseniz.

  Tekrarlayan ölüm düşünceleri ve intihar planları veya eylemleri yapıyorsanız depresyonda olabilirsiniz.

 

Depresyon konusunda bazı öneriler

  Depresyonun bir hastalık olduğunu kabul edip, doktordan yardım isteyin.

  Her insanın hayatının belli bir döneminde depresyon geçirebileceğini düşünmelisiniz.

  Depresyonun bir zayıflık ve güçsüzlük belirtisi olmadığı bilincine varın.

  Çok önemli kararları hemen vermemeye çalışın ve kendinizi zorlamayın.

  İnsanlardan uzak kalmamaya çalışın.

  Televizyonda şiddet ve korku filmleri izlemeyin. Hobilere yönelik ya da komedi programları izleyin.

  İsteksizlik düşüncelerine rağmen, az da olsa değişik işler yapın. (elişi, yemek, tamirat vb.)

Tedavi yöntemleri

  Antidepresan ilaçlar

  Değişik psikoterapi yöntemleri

  Grup tedavileri

  Elektro konvulsif tedavi (elektro şok tedavisi)

  Fototerapi (özel bir ışık tedavisi)

  Diğer yöntemler…

 

Nasıl başa cıkacağım?

Depresyona neden olan durum ne olursa olsun hiçbir olay depresyonun hafife alınmasını gerektirmez. Depresyon iyileşebilir bir hastalıktır. Uzun sürmesi önemli değil, mutlaka hasta iyileşir

 

FAALİYETLERİNİZİ ARTTIRIN

  Bu kendinizi hem daha iyi hem de daha az yorgun hissetmenize neden olacaktır. Dinlenerek yorgunluk hissinden kurtulamazsınız.

  Rahatsızlanmadan önce yapmak zorunda olduğunuz ya da severek yaptığınız işlerin birer listesini çıkarın.

  Hazırladığınız listelerin her ikisinden de bazı maddeler ilave edin.

  Haftalar içerisinde bu maddelerin sayısını giderek arttırmaya çalışın.

  Başlangıçta biraz zorlanacaksınız, sabırlı olun ve cesaretinizi, umudunuzu kaybetmeyin.

SORUNLARIN LİSTESİNİ ÇIKARIN

  Bu sorunları çevrenizdeki güvendiğiniz kişilerle tartışın.

  Bu sorunları çözmek için elinizdeki imkanlar nelerdir?

  Bu imkanları kullandığınızda size ne yarar sağlar? Atacağınız adımları ve karşılaşacağınız güçlükleri kaydedin. Her aşamada geriye dönüp bakın ve değerlendirme yapın.

 

HAYATINIZDA İYİ GİDENLERİN LİSTESİNİ YAPIN

  İnsanlar depresyonda iken sahip oldukları olumlu özellikleri değerlendiremezler.

  Depresyona girmeden önceki durumunuz hakkında düşünün. Aile, çocuklarınız, iş ile ilgili aklınıza gelen olumlu şeylerin listesini yapın.

 

OLUMSUZLUKLARLA MÜCADELE EDİN

  İnsanlar depresyonda iken gelecekle ilgili olarak olumsuz düşünme eğilimindedirler. Bu düşünceler kişinin kendisini kötü hissetmesine yol açar.

 

OLUMSUZ DÜŞÜNCELERİNİZİ YENMEK İÇİN

Kendinize şu soruları sorun:

  Bu düşüncelerin doğruluğunu destekleyen kanıtlar var mı?

  Farklı bakış açıları olabilir mi?

  Başka bir kişi benzer bir durumda ne düşünürdü?

  Kendinizi daha iyi hissettiğiniz zamanlarda bu olaya nasıl bakardınız?

  Giderek her bir olumsuz düşüncenin daha olumlu bir düşünce ile yer değiştirdiğini farkedeceksiniz.

 

Hayata küsmeyin, ona sahip çıkın

Tedavi görürken, eskisinden iyi olacağınızı aklınızdan çıkarmayın. Doktorunuz sorununuzu çözmek için uğraş verirken, siz bu yolda iyileşmek için umutsuzluğa kapılmadan mücadele vermelisiniz

Kişinin verimliliğini kaybetmesine sebep olan depresyon, bir halk sağlığı problemidir. İnsanlar zaman zaman kendilerini üzüntülü ve mutsuz hisseder. Sevdiğini kaybetmek veya başarılı olamamak üzüntüye yol açar. Ancak bu üzüntülü durumun uzaması ve sebepsiz ortaya çıkması ruh sağlığı problemine dönüşür ve depresyon olarak tanımlanır. İ.Ü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Anabilim Dalı Öğretim görevlisi Prof. Dr. Musa Tosun cevapladı.

 

Birçoğumuzu kıskacı altına alan bu depresyon aslında nedir?

Depresyon, Türkçe’de, ‘ruhsal çöküntü’ olarak tercüme ediliyor. Bir insanın duygu durumunda, mizacında, elem ve keder yönünden artmanın olduğu, karamsarlık, zevk kaybı, bazen suçluluk düşünceleri, gelecekten endişe etme gibi duygularla beliren bir hastalıktır.

 

Depresyon birden bire mi ortaya çıkar? Kişi nasıl depresyon olduğunu anlar?

İnsanlar günlük hayatlarında neşeli, işinde gücünde, herkesle normal ilişkiler kuran, normal hayat sürdüren bir birey iken birden bire bunların aksadığını kendileri de hissedebilir. Bazen de hissedemiyor. Bunun bir rahatsızlık olduğunu bilemiyor. Ancak çevresi bu durumu hissediyor. Çevre, ona diyor ki, ‘Sende bir değişiklik var. Eskiden böyle değildin, çok suskunlaştın, üzüntülüsün, performansın düştü. Sen aslında çok başarılı bir insandın.’ İşte bu durumlar çevrenin dikkatini çekebiliyor. Ama genel olarak kişi de depresyonun farkında olur. Depresyonun zaman zaman sinsi bir şekilde yerleşmesi halinde kişi bunu hastalık değil de, halindeki bir değişiklik, bir huy değişikliği gibi algılayabilir. Bunu zaman zaman bir rahatsızlık olarak kabul etmeyebiliyor. Rahatsızlık olarak kabul ettiğinde zaten doktordan yardım istiyor. Ancak bu durumunu rahatsızlık olarak kabul etmediği zaman, problem çok daha derinleşebiliyor. Çünkü depresyon, zamanında tedavi olmazsa ilerleyebilen bir hastalıktır.

Kişi doktora başvurmadan bu hastalıkla başa çıkamaz mı?

Sadece depresyonda değil, hiçbir rahatsızlıkta bir kişinin kendisine hekimlik yapmasını biz doğru bulmayız. Kişi hasta olmamak ve sağlığını korumak için kendisinin doktoru olmalıdır. “Herkes kendinin doktoru olsun” diye bir söz vardır. Evet, bu hasta olana kadar doğru bir sözdür. Bir kere hasta olduk mu, artık bir doktor bile kendine doktorluk yapmamalıdır. Mutlaka profesyonel bir yardım almalıdır. Çünkü biz ne kendimize doğru dürüst bir teşhis koyabiliriz ne de tedavinin nasıl olacağı hakkında doğru dürüst bir bilgimiz olur. Bizim depresyonlu insanlarda en fazla gördüğümüz şey; ‘benimle uğraşmayın, artık benden ne han olur, ne hamam, insanların üzerinde yüküm, hatta elinizden gelirse beni öldürün, ben de kurtulayım, çevremdeki insanlarda kurtulsun’ şeklindedir. Çok karamsar bir düşünce içerisine girerler. Kişi, umutsuzdur. Dolayısıyla böyle bir kişinin, hem rahatsızlığını hem de o rahatsızlığın ortaya çıkardığı psiko-sosyal ve ekonomik sorunları kendi başına aşması beklenemez. O yüzden mutlaka yardım alması gerekir.

 

Ona siz yardım edin!.. Depresyona tek başına açıklanamaz. Depresyon; çok ağır, başka hiçbir hastalıkta olmayan, ıstırabı olan bir hastalıktır. Ancak bu düşünce bozukluğu tedavi edildiği taktirde geçer

 

Beynimizin içindeki problem…

Depresyon hastalarının yardım istemek için genelde yardıma ihtiyacı vardır. Depresyonun doğası gereği hastalar genelde kendiliğinden yardım istemezler. Hastalar sıklıkla enerji, ilgi ve istek azlığından yakınırlar. Bu nedenle depresyonu olan hastaların aileleri, arkadaşları veya diğer hekimleri tarafından psikologa yönlendirilmeleri gerekir. İntihar düşüncesi varsa acilen psikologa başvurmak gerekir. Halk arasında yaygın olan inanışa göre intihar düşüncesini ifade eden kişiler pek intihar etmezler. Ancak yapılan araştırmalar bu inanışın doğru olmadığını göstermiştir. Bu nedenle bir yakınınız intihar düşüncelerini sık ifade ediyorsa bunu önemseyin ve en yakın zamanda bir uzmana başvurmasına yardımcı olun. Depresyona yakalanmak sizin tercihiniz değildir ancak tedavi olup olmamak sizin elinizdedir.

 

Hasta dikkatini toplayamaz

Depresyona girmiş kişilerin duygu durumları da vahimdir. Uzmanlar, bu durumları başlıklar halinde şöyle sıralıyor:

 

HAFIZANIN DURUMU

  Dikkat toparlanamaz,

  Konsantrasyon bozulur

  Unutkanlık başlar

  Yeni şeyler öğrenilemez

  Bu nedenle iş performansı ciddi şekilde düşer

 

DUYGUNUN DURUMU

  Keder, elem, üzüntü, sıkıntı, karamsarlık hissi

  Olağan faaliyetlere karşı ilgisizlik

  Hiç bir şeyin zevk vermemesi, hayatın anlamsız gelmesi

  Ağlama isteği veya ağlama

  Konuşmaya dahi isteksiz olma

  Düşünce içeriğinde değişiklikler olması

VÜCUDUN DURUMU

  Uykusuzluk

  Sık sık uyanma sabahları erken uyanma

  İştahsızlık

  Hareketlerde faaliyetlerde yavaşlama, halsizlik, yorgunluk

Acaba depresyonda mıyım?
Uluslararası Depresyonları Önleme ve Tedavi Komitesi’nin depresyonlu hastaların tanınması amacıyla oluşturduğu teşhis ölçütlerinden yola çıkarak hazırlanan maddelerin 4-5 tanesine evet diyorsanız ‘depresyonda’ olabilirsiniz.  Hayattan eskisi kadar zevk almıyorum, hiçbir şey ilgimi çekmiyor.  Son zamanlarda karamsar, ümitsiz, kötümser düşünüyorum.  Kendimi yorgun, bitkin, halsiz hissediyorum.  Uyku düzenim bozuldu.  İştahım azaldı, kilo kaybettim.  Bedenimde ağrılar, sızılar başladı, göğsüme baskı oluyor, mideme kramplar giriyor.  Hafızam zayıfladı, bir şeyi aklımda tutamıyor, öğrenemiyorum.  Zaman zaman intihar etmek istiyorum.  Kimseyi görmek istemiyorum.

 

 

Depresyona sürükleyen nedenler nelerdir?

Çoğu zaman, kişinin başından bazı olumsuz olaylar geçmiştir. Bir yakınının ölümü, ağır bir hastalık, evlilikle ilgili sorunlar, ayrılık, işsizlik gibi bir çok neden saptanabilir. Bazı kişilerde ise depresyona karşı bir yatkınlık söz konusu. En önemli yatkınlık etkeni kalıtım. Yapılan araştırmalar, depresyon geçiren kişilerin akrabalarında da depresyonun görüldüğünü gösteriyor. Öte yandan, depresyona yatkın kişilerde bazı kişilik özellikleri dikkat çekiyor. Kimseyi incitmemeye, herkesi hoşnut etmeye çalışıyorlar. Bunlar genellikle aşırı duyarlı, titiz, sorumluluk duygusu yüksek kişiler. Sürekli mükemmeli arıyor, ulaştıkları başarıları yetersiz görüyorlar. Onurlarına fazla düşkünler. Öfkelerini genellikle belli etmiyor, sıkıntılarını içlerine atıyorlar. Ayrıca, depresyon ilaçlara ya da bedensel hastalıklara bağlı olarak da ortaya çıkabiliyor. Tansiyon ilaçları ve tüberküloz tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar sayılabilir. Beyin kanamaları ve beyindeki damar tıkanıklıklarından sonra da sıklıkla depresyon ortaya çıkıyor. Depresyona yol açabilen diğer hastalıklar kanser, şeker hastalığı, kalp hastalıkları, ağır kansızlık ve tiroid bezi hastalıkları. Böbrek yetmezliği nedeniyle diyalize giren hastalarda da depresyon sık görülüyor.

 

Oysa her şey normaldi

Stres, hastalığı başlatan tetik olayı olarak rol oynar! Her şey yolunda giderken, ağır stresler geçirmeniz bu hastalığın kapısını aralar; peşinden depresyon gelir

 

Depresyonun türleri var mıdır? Her şey normal giderken insan depresyona girer mi?

Depresyonun türleri var tabii. Bazı depresyon türleri çevredeki streslere karşı bir tepkidir. Biz bunlara reaktif depresyon deriz. Yani, yaşanan bir strese, reaksiyon olarak ortaya çıkan depresyon hali. Şimdi bu tür depresyonlarda; sevilen bir objenin kaybı, bir yakının kaybı, mal kaybı, iflas, bir felakete uğrama veya çok ağır streslerden sonra ortaya çıkan sosyal bozukluğun depresyona dönüşmesi gibi çevresel faktörler vardır. Eskiden endojen diye adlandırdığımız, hiçbir dış sebebe bağlı olmaksızın ortaya çıkabilen hastalık halindeki depresyonlar da vardır. Bu depresyonlar; en iyi hayat şartlarında da ortaya çıkabilir, kötü hayat şartlarında da gerçek şudur: Stres hiç kimseye iyi gelmediği gibi böyle bir depresyon eğilimi olan kimseye de iyi gelmez. Ve bazen o stresler hastalığı başlatan tetik olayı olarak rol oynarlar.

 

Birden bire ortaya çıkan mı yoksa nedeni belli olan depresyon mu daha kolay tedavi ediliyor?

Sebebe bağlı depresyonlar, tabii ki daha hafif bir rahatsızlık sayılabilir. Hatta artık reaktif depresyon sözü pek sınıflama kitaplarında yer almaz. Depresyon vardır. O reaktif dediğimiz, vurgu yaptığımız tarafı, ortadaki bir stresin vurgusudur yahut da ciddi bir problemin vurgusudur. O sadece olayı başlatma açısından önemlidir. Depresyon tek başına açıklanmaz diye kabul edildiği için artık ‘reaktif depresyon teşhisi’ kitaplarda yok. Ama hala pratikte kullanıyoruz. Strese bir tepki olan, çoğu zaman bir stres bozukluğu şeklinde gider ve gerçek bir hastalık da değildir.

 

Depresif belirtilerle, depresyon belirtileri farklı şeyler mi?

Tabii. Şimdi depresyon üç manaya gelir. Birincisi semptom olarak, bir belirti olarak depresyon. İkincisi hastalık olarak depresyon. Üçüncüsü de sendrom olarak depresyon. Sendrom; birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilen rahatsızlıklardır. Ama hastalık olarak depresyonlar mesela melankoli veya iki uçlu duygu durum bozukluğunun depresyon hazırlığı… Bunlar, iç ve dış sebeplerle, başka hiçbir şeyle açıklanmadan kendi kendine ortaya çıkabilen depresyonlardır. Fizyolojik anlamda da depresyon; mesele bir sinir hücresinin depresyona uğraması dediğimiz zaman o sinir hücresinin fonksiyonunu yapamaması manasında kullanırız.

 

Depresyonlu kişinin takıntıları var mıdır?

Her depresyon aynı belirtilerle seyretmez. Bazı depresyonlar sanki bir akıl hastalığıymış gibi seyreder, biz o zaman ona psikotik özellikli depresyon deriz. Birtakım psikoz belirtilerde olduğu bir depresyon deriz. Bu daha çok kişinin kendisini küçük görmesi, suçlu görmesi gibi hezeyanlarla giden depresyondur. Depresyonun en ağır şeklidir. Özellikle kendini kötü görme, suçlu görme, dünyadaki bütün olumsuzluklardan kendini sorumlu tutma gibi ağır depresyonlarda ya da kendisinin çoluğuna çocuğuna yük olduğunu ve kendisinden dolayı insanların eziyet çektiği şeklindeki düşüncelerin hakim olduğu depresyonlar intihar açısından da endeksli olanlardır. Çünkü insanlar hem kendi ıstırabını hem de çevresinde kendisi yüzünden ıstırap çeken insanların problemine çözüm gibi görürler bu intiharı.

 

Mani hali çevreyi etkiler , Tedavi uzun sürüyor mu?

Bazı depresyonlar kendiliğinden bile geçer. İki uçlu hastalığın duygu durum bozukluğunun depresyonu kendiliğinden geçebilir. Hatta o karamsar, çöküntü içinde, isteksiz, zevksiz insan bir sabah canlı neşeli, hareketli, kendini çok güçlü gören, durmadan konuşan, hiç uyumayan bir insan halinde uyanabilir. Bu adeta hastalığının şekil değiştirmesidir. Depresyondan maniye geçmiştir. Eskiden manidepresif denilen, şimdi de iki uçlu hastalık dediğimiz hastalığın depresyonu böyledir. Ama her zaman bu böyle değildir. Bazı hastaların depresyonu bazen bir başlar, tedavi etmezseniz iki üç yıl sürer. Asla maniye geçmez. Ve bu aradaki süreç de çok risklidir.

 

Depresyonlu kişinin manidepresife geçişi iyi midir yani?

Mani, hastalarımızın hoşuna gider. Çünkü kişi mutludur.

 

Mani uzun sürüyor mu?

Yerine göre iki-üç ay yerine göre bir yıl sürebilir.

  DİĞER BÖLÜMLER

 

  1. Bölüm : Biri beni kurtarsın  3. Bölüm : Zafer sizin olacak

 

 

Zafer sizin olacak

Toplumda ne yazık ki, psikolojik rahatsızlıklar kötü damgalanıyor. Ancak, depresyon tedavi edilebilir bir hastalıktır. Doktorunuzla birlikte savaşınız yıllarca sürse de kazanan siz olursunuz

Doktorlar hastayı yılmadan tedavi etmek ister. Neden mi? Çünkü depresyon, iyileşebilir bir hastalıktır. Prof. Dr. Musa Tosun, “Depresyonlarda; birinde beyaz görünen, diğerinde siyah görünür. Hastalık aynıdır. Belirtiler şekil değiştirir” diyor.

 

İlaçlar kilo aldırır mı?

Bir insan depresyona girer hareket etmez, sıkıntısından devamlı tıkıştırır. Burada bir ilaç yok, kişi tabii ki kilo alır. Depresyon ilaçlarıyla siz bu kişiyi tedavi ederseniz kişi yatmayı bırakır, hareketlenir, tıkıştırmayı bırakır, kilo verir. Bir başka hasta vardır, depresyona girdiğinde dünyanın tadı kaçmıştır, yemeklerin tadı kaçmıştır, ağzının tadı yoktur. Sıkıntıdan bir yerde duramaz, devamlı hareket halindedir, yemez, içmez ve zayıflar. Siz bunu tedavi ederseniz artık durmadan hareket etmez, normal yemek yemeye başlar, yediğinden zevk alır ve kilo alır. Yani kilo almak da vermek de kişinin hastalığıyla ilgilidir. İlaçla ilgili değildir. Ama şu bir gerçektir: Bazı ilaçlar iştahı çok açar, hastalarımız iştahımı çok açtı bu ilaç diye bize şikayette bulunur. Biz ona bir diyet tavsiye ederiz. Yalnız depresyon ilaçlarının bazıları yan etki olarak iştah keser. Yani hepsi iştah açmaz. ‘Bağımlılık yapar’ derler. Oysa ki, bu ilaçların yüzde 99′u bağımlılık yapmaz. Psikiyatrik ilaçlar bağımlılık yapmaz.

 

Fobiler depresyona dönüşür mü?

Kişide yanlış algılamalardan biri de korkudur. Bunlar bir depresif süreç başlatabilir. Yoksa fobi, depresyona dönüşmez. Fobi de ayrı bir hastalıktır. Ama fobiden kastımız, birtakım yanlış, gereksiz korkularsa hepsi birikip kişiyi depresyona sokabilir.

 

Tedavi uzun sürebilir

Depresyonlu kişi beslenmesine önem vermiyorsa, vücudundaki bütün fonksiyonlar bozulur. Kemik erimesinden tutun, beslenme yetersizliğine bağlı birçok hastalığı görebilirsiniz. Ölüm bile görebilirsiniz.

 

Siz hastalarınıza neler tavsiye ediyorsunuz?

Biz öncelikle hastanın kendisini damgalamaması gerektiğini söyleyerek işe başlıyoruz. Kişinin psikolojik bir probleminin olması demek, kişinin insan olmaktan çıkması veya toplum dışı varlık olması anlamına gelmez. Hele hele psikolojik rahatsızlıkların hepsinin ‘akıl hastası’ olduğu anlamına da gelmez. Dolayısıyla ruhsal sorunlar, psikolojik problemler çeşit çeşittir. Bunlar da diğer hastalıkların hak ettiği kadar tedaviyi hak ederler. Böyle bir problem olduğunda mutlaka ve çekinmeden hekime gidilmesi tavsiye edilmelidir. Hekim dinleyecektir. Belki sözel belki ilaçla, belki fiziki tedavilerle bir çözüm bulacaktır.

 

Kronik depresyon tekrarlayabilir mi?

Tabii. Kronik depresyon yani tedaviye dirençli depresyonlar uzun süre tedavi gerektirir. Hastaya da, ‘bunlar tedaviye dirençli depresyonlardır’ denilir. Bunları başka şekillerde asla yılmadan, usanmadan tedavi etmek lazım. Çünkü depresyon iyileşebilir bir hastalıktır. Uzun sürmesi önemli değil, mutlaka hasta iyileşir. 10-12 yıl takip ediyorsunuz, ilaç veriyorsunuz. Hasta iyileşiyor. İlacı verecekse doktor verecek. Biz telefonda bile hastamıza, ‘ilacı bırak veya devam et’ demiyoruz. ‘Çok iyiyim bırakabilir miyim’ diyor, ‘gel göreyim’ diyorum. Ya da, ‘hiç iyi değilim, ilacı değiştirebilir miyim’ diyor, ‘hayır’ diyorum.

 

Evli çiftler tedaviye birlikte gitmeli

Evli çiftlere ne öneriyorsunuz?

Eğer çiftlerin başka bir problemi yoksa evlilik terapisi depresyon terapisiyle birlikte olmaz. Ancak ortada bir depresyona bağlı bir durum varsa, işte o zaman işler değişir. Kişi, ‘benim kocamın veya karımın huyu değişti, tembelleşti, bana saygı göstermiyor, beni sevmiyor, benden de ayrı yatıyor, ilgi de göstermiyor’ şeklinde düşünüyorsa, ‘ne oldu’ diyerek bir doktorla görüşmelidir. Çünkü bu bir depresyonsa, kolay tedavi edilebilir. Sorunları bitecektir. ‘Bende şu belirtiler var, bende de bu hastalık var’ deniliyor. ‘ben evli çiftlere sentez yapın, analiz yapın, neyin olduğuna bakmayın, neyin olmadığını da göreceksiniz’ diyorum.

Çocuğunuzu çok iyi gözlemleyin

Çocuklarda da depresyon görünüyor mu?

Büyüklerde ne seyirlerde oluyorsa, çocuklarda da aynı belirtiler görülür. Çocuk çok konuşkan ve hareketliyken suskun bir hale gelebiliyor. Dersini yapamıyor. Başarısız oluyor. Hep somurtuyor. Uyuyamıyor. Çok sinirli olabiliyor. Arkadaşlarıyla irtibatını kesiyor, içe kapanıyor. Tabii tek bir depresyonda olmaz bunlar. Çocukluk sorunları hep iç içedir. Birbirine çok karışır. Çocukta böyle bir değişiklik hissettiği zaman anne baba çocuğunu mutlaka doktora götürmelidir. Bebeklik çağı depresyonunda teşhisi koymak doktor için bile zordur. O araya otizm girebilir.

 

HEMEN DOKTORA

Bu arada araya başka rahatsızlıklar girebilir, zeka sorunlarıyla ilgili olabilir. Dolayısıyla çocukta doğuştan itibaren büyüme süreci içinde beklenenin dışında bir durum varsa, gelişme beklendiği gibi seyretmiyorsa, konuşma öğrenilemiyorsa, yürüme gecikiyorsa, beslenme tarzları farklılaşmışsa ailenin hemen bir doktorla görüşmesi lazım. Kendileri teşhis için karar vermemelidir. Çünkü, biz hep iyiyi düşünürüz, çocuklarda kötüyü düşünemeyiz, iyiye yorarız değişiklikleri. Oyun çağından sonra özellikle çocukluk çağında depresyon daha kolay fark edilebilir. Bu durum anne baba ve çevre tarafından da fark edilebilir. Çocuk psikolojisi günümüzde ayrı bir ana bilim dalı oldu. Bu yüzden ailelerin çocuklarını bu konuda uzman doktorlara götürmeleri daha faydalıdır.

Katlanmak zorunda değiliz

Depresyon geçiren birine nasıl davranmamız gerekiyor?

İki şeyi birbirinden ayırmamız gerek. Kişi ayrıdır, hastalığı ayrıdır. Yani, ‘bir kişiyi incitmeyelim’ diyerek, hastalığı ihmal ediyoruz. Ya da hastalığa katlanıyoruz. Hayır, ne kişinin kendisi ne de çevresi, hastalığa katlanmak zorunda değildir. Hastalık geçmelidir. Dolayısıyla onları önce tedaviye yönlendireceğiz. Nazikçe diyeceğiz ki, ‘sende bu bu haller var. Belki farkında değilsin ama bunlar bir rahatsızlık belirtisi olabilir. Ve doktorlar bunu çok kolay çözüyorlar. Hatta şöyle bir doktorum var. Ben de gitmiştim. İyi geldi sen de git’ Bize bu şekilde birçok hasta gelir.

 

Depresyon tedavi edilmezse şizofreni ya da paranoyağa dönüşür mü?

Hayır. Aslında depresyon ve mani ayrı hastalıklar değil. İki uçlu hastalık, aynı hastalığın iki farklı görünümüdür. Bazı depresyonlarda şizofreni belirtileri ve paranoyak belirtileri bulunur. Bu düşünce bozuklukları tedavide geçer.

 

Diğer makalelerimiz

Buradaki makalenin üstüne bir de “EVLİLİKTE ÖĞRENECEKLERİMİZ – I (41.sahifede) ve EVLİLİKTE ÖĞRENECEKLERİMİZ – II” (43. SAHİFEDE) adlı makalelerimizi okumanızı öneririz.  bu makaleler biraz uzundur fakat arzu ettiğiniz ve ihtiyacınız olan bölümü okuyabilirsiniz ve psikolojik tavır düzeltmelerinizi buradan sağlayabilirsiniz.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

MAKULÜN ZİNCİRLERİ; DİNİN HOŞGÖRÜSÜ

Sevgili Okurlar,

Başıma gelenleri sormayın. Dil konusunu biraz kaşıyınca başıma neler geldi neler. İşbirlikçi, hain v.s. Büyük iltifatlar bunlar. Zevkle dinledim.

Bizlerin inançlı bir ilim adamı olarak hür fikirli, herkesi kucaklayan insanlar olmamız beklenmelidir. Toplumun bir kesimini ikinci sınıf vatandaş olarak göremeyiz. Bizler her fikri tartışmaya açmaktan da korkmayız. Bizim demokratlığımızı korkularımız belirlemez. İnanç ve adaletimiz belirler. Aklı selimimizi en üst düzeyde tutamazsak sizlere nasıl yol ve yön gösterebiliriz?

Bizim de sizler gibi bu ülkeyi sevdiğimizden şüphe edilmemesi gerekir. Sadece önerdiğimiz yöntemler değişiktir. Ben başka türlü sevebilirim. Kimisi döverek sever, kimisi söverek. Bir çocuğu kucağınızda da tutabilirsiniz, elinden tutarak da yürüyebilirsiniz. Siz sürekli kucağımda dursun ve bağırmasın diyorsunuz. Halbuki o sıkılıyor. Oysa ben; o sıkılmıştır, bırak biraz gezsin dolaşsın gene gelir diyorum,  o kadar. Önemli olan maneviyatta bağlı olmak yani sevgi, kabul ve senin caydırıcı gücün etkisiyle bağlı olmaktır. İnsan ve toplumun sosyolojik yapısını tanımayanın, artık korkuları devrededir. Lütfen şuraya bakın:

 

Osmanlı Örneği

 

Osmanlı, emrindeki bütün memleket halklarını din, dil, ırk, kültür, hatta hukukun alt bölümlerinde serbest bıraktı. “Mecelle” alt hukukta bazı serbestiyetler tanımıştı. Makul bir vergi ile adaleti tam uyguladı ve vali tayin etti o kadar. Ama güçlüydü. O korkutuyordu. Gelişmiş olduğu dönemde kırk beylerbeyliği vardı. Üç kıtada at koşturuyordu.  16. ve 17. yüzyıllarda ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı (ve 1553′te Fas kıyıları’na) doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi‘ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna‘nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen‘e kadar uzanıyordu.

İnişli çıkışlı da olsa bu hakimiyet, altı yüz sene sürdü. İşte bu serbestiyetler, düşük vergi ve adalet olmasa idi bu kadar halkları bir arada tutabilir miydi? Ne zaman ki, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ulus devletler ortaya çıktı, halklar uyandılar, o zaman artık tutamaz oldu. Doğal sınırlara ulaşmış ve halkı da bozulmuştu. İbni Haldun: “ülkeler canlı organizmalar gibidirler, doğar gelişir ve ölürler” der. Kuran’da da “her ümmete bir ömür biçildiği” belirtilir.

Biz Osmanlı’yı körü körüne taklit edelim demiyoruz. Aklı selimi tecrübeye vuruyor, sorguluyor ve bir yararlı sonuç elde etmeye çalışıyoruz.

Her lisan ilahidir, Allah vergisidir. İcat değil, vahyen verilmiştir.

Dil bir ülkeyi millet yapan temel iletişim unsurudur. Halk bütün kültürünü ona yükler. Onunla gelecek nesillerine birikimlerini aktarır. Hz. Adem a.s. yaklaşık bin lisan bilirdi ve bunu bütün çocuklarına bunları ayrı ayrı öğretti. Yani lisan, insanların birilerinin bir vadide değerlerinin diğer vadide önce işaretle sonra bazı simgelerle sonra da seslere yükledikleri anlamla oluşturdukları bir kültür değildir. Bu materyalist bir görüştür. Bunu kabul edemeyiz. Alak suresinin ilk beş ayetini iyi incelemek gerekir. “Allah insana bilmediğini öğretti” ayeti çerçevesinde bunu düşünmeli. Rahman suresinde ise “Allah insana konuşmayı (beyanı) öğretti” buyurdu. Bu ne demek?Lisansız bir konuşma olabilir mi?

Kültür değişmelerinde asla devrim yapılamaz.

Cumhuriyetin hedeflerinden biri de Osmanlı’dan gelen Türk – İslam sentezini inkar edip, onu Batı medeniyetine katmaktı. Yani özneden nesneye. Geçmişle bağların kesilmesi için dil öylesine bir hızla  değiştirildi ki dede – baba – torun birbirinden koptu ve geçmiş geleceğe bir şey veremez oldu ve arabesk bir toplum ortaya çıktı. Bunun gerekçesi ise “hakiki Türkçe’ye dönüyoruz” gibi yaldızlı fakat  ülkeyi, halkı nereye götüreceği bilinmeyen bir slogandı. Duygusal Arapça düşmanlığı Türkçe’yi kısırlaştırdı. Şimdi ise, lisanımızı batı kelimeleri işgal ediyor, değişen ne?

Benzer bir durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir. Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.

Kendi kültürlerini koruyarak Batı’nın ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını biz ülke olarak gösteremedik. Ülkemizin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış kullanmasının rolü vardır.

Dinin Demokratlığı

Hz. Peygamber’in 622 yılında en rahat ve güçlü olduğu bir dönemde, zorlamayla değil, serbest iradeyle; Yahudiler, paganlar ve Müslümanlar arasında yaptığı ilk yazılı anayasa kabul edilen “Medine Sözleşmesi” ile 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin konu ile ilgili sadece bir kaç  boyutuna sosyolojik olarak değiniyoruz:

Makul kelimesi Medine Sözleşmesi’nde çok geçer ve bir uzlaşıyı ifade eder. Ben bu kelimeyi çok severim. İyi bir rehberdir, kişiyi dayatmadan, adalete getirir.

 

Medine Sözleşmesi Çok Hukuklu Sistemin Temellerini Atıyor

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, farklı hukuklara ve inançlara saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları Beyannamesinde bile bu husus bu kadar açık ifade edilmemektedir.

Medine Sözleşmesi Tek Tip İnsana Karşı Çıkıyor

Geleneksel hukuklara ve geleneksel birikimlere saygı gösterildi. Bu kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.

“Genel düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir” anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir.

Başka bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri kendilerine” şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır. Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan, tek tip insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir.

20 Yüzyılda Tek Tip Kişilik

Hangtinton’un kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir.

Cumhuriyetin başında kendi kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlı­ğı yaşadığı için toplum kabul etmemiştir. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir kimlik.? Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını gösterdi. Bu günkü sıkıntıların kaynağı bunlardır.

SONUÇ

Din, dilin Molla Kasım’ıdır.

Hürriyetler adaleti, adalet de bağlılığı getirir, geri döner. İşte huzur ve barışı, demokratlığı yine din öneriyor. Bu;Üzerinde düşünülmesi gereken bir “makuliyet” olmalıdır.

Demokratlığınızın sınırını korkularınız mı belirliyor?

Yoksa inanç ve adalet aşkınız mı?

İşte bu, sizin hem insanlığınızın ölçüsü, ve hem de imanınızın ölçüsü olacaktır.

Meydan sizin!..

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

REFERANDUMUN SOSYOLOJİK KRİTİĞİ

Sevgili Okuyucular,

Ülkemiz bir halk oylaması yaşadı. Sonucu ne olursa olsun demokratik davranış olarak övgüye değer bulunmalı.

Demokrasilerde evet’ler de, hayır’lar da saygıdeğerdir.

Konuyu bizde siyaset sosyolojisi açısından değerlendirmek istedik. Siyasal mezunu olmamız bize bu görevi verir diye düşünürüz. Bizim ilmi ve akli çözümler üreterek topluma sunmamız beklenmeli ve öyle de kabul görmeli. Fikirlerimiz şüphesiz tek doğrular kümesi değildir. Tartışılabilir. Bunu zenginlik sayarız.

Bizler bir ideolojinin tarafı olamayız. Her ideolojiye eşit durmak, ilim ve aklı öne çıkarmak, fikri hürriyeti getirir ve temeline adaleti oturtur. Bu ise topluma güven verir ve onu iyi ve makul noktasında etkiler. İyi, yararlanılabilirliği getirir; makul ise toplumsal uzlaşıyı davet eder. Bütün bunlar ise toplumun barış ve huzuru demektir ki, istenen de budur.

Sağduyunun engelleri

İnsan sağduyuyu, at izinin it izine karışmadığı, aklı selimi ifsat eden şeylerin olamadığı hür ortamlarda yakalar. Darbeler ve kırıcı siyaset sağduyuyu yok eden unsurlar olarak bilinir. Bunlar değer yargısı hatta dayatma içerirler ve hür iradeyi yok ederler. Bu girdabtan taraf olanlar, bir aidiyeti (parti, tarikat, cemaat, hatta ırk ve kabile aidiyetleri de buna dahildir) olanlar kolay kolay kurtulamazlar. Aidiyet ve aşırı sevgi, aklı selimi yok eder ve kişiyi esir alır, toplumsal güdülemeye sokar. (Balıkların öndekini izleyerek daha büyük kütle oluşturmaları, ya da koyunların bir engelden önce atlamayıp sonra biri bir şekilde atladıktan sonra arka arkaya düşünmeden taklit ederek atlaması aynı anlamı çağrıştırır. Hatta polis bunu bilir ve toplumdan ziyade “ilk kim vurun dedi” diye onu araştırır, kayıtları inceler ve araştırıp o lideri bulur, yakalar. Peygamberlerin çobanlık yapmaları boşuna değildir. Onlar orada koyun sürüsünün hareketlerini ve davranış kalıplarını öğrenip, oradan hareketle insanları yönetmeye gönderilmişlerdir.)

Yukarıda sayılan bağlılık, aidiyet, üyelik, fikir üretimini ve sağduyuyu azaltır. Sonuçta bunun adı taraflarca birlik, beraberlik ve sadakat yaldızlı sözleriyle anılır, uymayanlar da ihanetle suçlanırlar. ( Bu referandumda CHP de on kişiden üçünün –yolda giden kararsızlardan oy almış fakat kendi tabanından da ikna edemediği bunda demokratik gelişme var diyerek içeriği tartışan bir kesim olmuştur.- MHP de on kişiden birinin ihanet ettiği söylenebilir – onların savları demokratikleşmeden ziyade 12 eylülün intikamı ve bunun bir muhafazakarların projesi olduğundan hareketle dini motifli destek bilincidir) Bu noktada bütün toplum o birliği yönlendiren fikir ve karar mercilerine kalır ve bu kişiler ve fikirleri putlaşır, asla sorgulanmazlar. Askeri bir sorgusuz itaate dönüşür.

Halbuki demokrasilerde bireysel kararlar daha önemlidir. Bakın psikolojide bir otorite sayılabilecek Doğan Cüceloğlu, sizin için araştırdığımız İnsan ve Davranışı adlı eserinde ne diyor. “Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” “Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı) İşte asıl beklenen körü körüne itaat değil, sorgulamalı içerik biçimli davranış biçimidir. Ferdi karar ve davranış uygulayarak itaat ve ihanet edenlerle ilgili yukarıda doğru ya da yanlış bir oran verdik.

Karar mercilerinin kararlarının psikolojik tabanı

Bunu örneğimize indirgersek; bu sefer sorulacak olan soru şudur. CHP’nin karar ve kanaat önderleri neden özgürlüklere karşı bir tavır almışlardır ve seçmeni ve tarafsız kabul edilebilecek yoldaki adam, toplu ve bireysel olarak ne yapmışlardır.

Önce kararın gerekçelerinin demokratik katılım ve sosyolojik davranışlar yönünden eleştirisini yapmağa çalışalım. CHP’nin üzerinde durduğu temel iki madde vardı. Bunlar HSYK ve AYM’nin yapısı ile ilgili siyasallaşma iddialarıydı. Bu kararı öncelikle partili olmayan ancak aynı ideolojiyi benimseyen eski ve mevcut başkanlar veriyordu. Siyaset de aynı şeyi dillendiriyordu. Burada siyasallaşma iddiaları temelde parlementoya bir güvensizlik iddiasıdır ki bu, temelini, rejimle, parlemento yapısının farklı olmasının yarattığı itişmeden gelen güvensizlikten alır. Dolayısıyla bu durum normaldir ve örgüt çıkarlarının ülke çıkarlarının önüne geçtiği tipik örgütsel davranış kalıbıyla izah edilebilir. İşte bu ona duygusal bir nitelik verir ve savını zayıflatır.

Halbuki demokrasilerde parlementolar, “demokratik meşruiyetin” oluştuğu ve halkın kararının, tercihinin oluştuğu, şekillendiği yerlerdir. Bu yüzden parlementoyu ve kararını küçümsemek demokratik değil, fakat totaliter bir davranış olarak karşımıza çıkar.  gayretine

İkinci olarak “mukayeseli hukuk” denen bir şey vardır. Bu, ben bir şey yapıyorum ama başkaları nasıl yapmış acaba? Deyip benzer örneklerden yola çıkarak ortalama bir karar vermek demektir. Şüphesiz sizden eski ve tecrübeli demokrasiler de bulunmaktadır. Bünyenizle kıyaslayarak uygun olanı seçebilirsiniz. İngilizlerin bir deyişi var: “all thing in moderation, moderation in all thing”  her şeyde ortalama, ortalama her şeyde. Böyle bir “rehber söz” insanın başını ağrıtmaz.

İşte bu iki hukuki neden, sosyolojik olarak açıklanabilecek, akraba ve çıkar ilişkisine dayalı soyut davranışların önüne geçer. Bunun aksi şuna benziyor. Bir hakimin, ortada kanun maddesi dururken, gelenek ya da örfle karar vermesine benziyor.

Bu iki hukuki neden “kuvvetler ayrılığı” ile birlikte algılanmayınca “hakimler ve savcılar oligarşisi” olarak algılandı. İşte Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı da budur ve değişikliği iptal etmemiştir. Aslında bu bile bir yerindelik denetimidir fakat sözünü ettiğimiz iki neden sonucu böyle belirlemiştir. Bunlar hukuki ve akli nedenlerdir ve bundan geriye duygusal nedenler kalmaktadır.

Özet olarak söylemek gerekirse; CHP bu karşı çıkışıyla, rejimin “uyanık bekçi”sini yerinde tutma gayretine girmiş olmakta ve 1940’ların düşüncesine sahip çıkmak onu statükocu tanımlamasına sokmaktadır.

Burada sorulacak ikinci soru, rejimin artık savunulabilir olup olmadığı, ve taraftar sayısının yeterliliğinin sorgulanmasıdır. Rejimin temellerini neler oluşturmaktadır ve bunların çağdaşlık, demokrasinin ülkede ulaştığı seviye, bünyeye uyum sorunları, kültür anlaşmazlıkları, nufüs yapısı, coğrafi yapı, bireysel hürriyetler, iktisadi rekabet ve büyüme ve tabanında bulunması gereken istihdam-eğitim ilişkileri yönünden, duygusallıktan uzak olarak irdelenmesi gerekir.

Her rejim kendi taraftarlarına belli ölçüde şartlandırma yoluyla duygusal bir bağ oluşturmaya çalışır ve taraftarlar yoluyla kendini garantiye alır. İtiraz edenleri

Bu hadis bir sosyolojik mucizedir. Sahihtir ve tevatüren gelmiştir.

Danışmaya önem veren Cenab-ı Hak’da, danışmanın, aklı selim, bilgi ve tecrübe ile doğruya giden yol olduğunu belirtmektedir ve ayetlerle emretmektedir.sunmamız beklenmeli ve

Ayetlerde emredilen size bir haber geldiğinde onun aslını araştırın emri ve akletmez misiniz?

Fikretmez misiniz? Emirleri hep, insanı araştırmaya, okumaya, sormaya ve kararı ona göre vermeye yönlendirmektedir. Bu yönüyle bakıldığında bir seçmenin önüne sunulan şeyin içeriğine göre karar vermesi gerektiği söylenebilir. Yapılan da bu olmuştur.

Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır.(Doğan Cüceloğlu)

Bu proje muhafazakarların “sıktı artık” projesidir ve tabanda da kabul görmüştür, bireysel hürriyetlerin yolunu açmıştır.

Krallar gitti, kurallar geldi.

Tartışmasız bir farkla %58 evet, ülkeyi ve muhafazakar kesimi rahatlatmıştır. Diğer kesimlerin de bu sonuca saygı duymak görevi olduğu kadar, hükümetin ürkek kesime de güvence vermesi, onları da kucaklaması bir gerekliliktir.

Totaliterlik, özgür bireyin gelişmesini de, ekonominin gelişmesini de engelleyen bir yapıdır.

Halbuki hukukumuz, otoriter ve devlet merkezli bir anlayıştan, hürriyetçi ve birey merkezli bir anlayışa göre gelişiyor.

Yeni  Anayasanın yolu açılmıştır. CHP bu da bizim önerimiz demeli ve bir şeyler ortaya koymalı. İstemezük siyaseti tutmaz.

Çerçeve anayasası herkesi kuşatabilir. Kimlik tanımı şart değil.

Halkı halka rağmen biçimlendirmek yanlış olduğu gibi, halka rağmen demokratikleşme de yanlış olabilir. Anayasa değiştirerek halk değişmez. Anayasanın kültür, inanç, sanat karşılığı yoksa, hayal kırıklığı olur. Ancak toplum ileri akıyor. Demokratikleşme kültürü artıyor. İyi olan bu.

Ülkeyi sevmek adına ülkeyi bölenler ve kötülük edenler

Bahçeli, hakaret yarışında en ölçüsüz örnekti. Fakat bu tavır seçmenden cevap bulmadı. Oylarında erime devam etti. Kaleleri düştü. Sağduyulu taban, yanlış politikaya itibar etmedi. Ötekileştirme anlayışı, AKP düşmanlığı, dar alanda projesiz, küfür ve hain suçlamasıyla herkesi dışlayıp hayal aleminde muz cumhuriyeti oluşturma fikri, sağduyu kalkanına çarptı ve parçalandı. MHP evet derseniz ülke bölünür diyor ve oy kaybediyorsa MHP düşünmeli.

“Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı)

Bahçeli ya bırakmalı, ya da şapkayı önüne koyup politikalarını gözden geçirmeli. İşin aslı ülkeyi onlar bölüyorlar. Belki açılımla olmuyor, fakat açılımsız da olmuyor. PKK üzerinden Kürt Milliyetçiliğini keskinleştiriyorlar, onları ayrıştırıyorlar.

İslam’da milliyetçilik yasaktır. Bu partinin kuruluşu bir kere İslam’a aykırı. Aslında rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu bu partiye İslami bir yön vermek istedi, fakat buna gizli güçler müsade etmedi ve onu şutladı. O da malüm BBP’yi kurdu. Fakat onun da danesi olmadı.

İnsan en çok kötülüğü, sevmek adına yapar.

Hz. İsa’yı sevenler onu ilahlaştırıp yeryüzünden uzaklaştırdılar ve kuralları kendileri belirlemeye kalktılar. Kendileri Rabb oldular (helali haramı onlar belirlediği için) ve halk da İsa’nın oğul olarak Allah’a ortakçı çıkması nedeniyle şirke düştü. Felaket…Yandı gitti gülüm keten helva.

Askerlerde de öyle. Harbokullarında, Harbakedemilerinde ve kısmen diğer Askeri Okullarda öyle yetiştiriliyorlar ki, bu adeta bir şartlandırma. Söylenen şu:“ülkenizi öyle sevmelisiniz ki, halk adına da en iyiyi siz düşünmelisiniz. Halk cahildir. Onu yönlendirmek ve yönetmek de sizin göreviniz. O doğruyu bulamaz. Sen şöylesin, sen böylesin v.s.” İşte verilen bu gaz, ona daha sokakta yürürken halkı aşağılatıyor. Ayrı lojmanlar, ayrı yaşam, toplumdan tecrit olma, temas yok ve sonucunda yaşadığı gibi düşünmeye başlıyor ve topluma hizmet edeceğine, toplumdan kopuyor, efendiliğe soyunuyor.

İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesindeki Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ülkeyi koruma ve kollama yetkisi vererek darbelere hukuki zemin hazırladığı iddia edilen maddenin ortadan kaldırılmasının pek fazla bir önemi yok. Önemli olan askerin topluma nasıl baktığıdır. Darbeler gerekçe aramazlar, arar görünürler. Irak, hangi haklı gerekçeyle işgal edildi? Bu işgal; Yahudilerin Amerika’yı, eşeğin deveyi çekmesine, ya da ayının burnundaki halkayla çekmesine benziyordu. Menderesin neyi vardı? Sayısız başarıları yanında, karşılamaya gelen olmayınca “ben bu ülkeyi assubaylarla da idare ederim” demesi mi ağırlarına gitmişti? Hangi hatası fahişti? Onun oylarına çarıklıların, sarıklıların, ağzı kokanların oyları demişlerdi! 12 Mart’ta ne olmuştu? 80’de nasıl bir günde işler yoluna giriyordu da daha önce bunlar neden yapılmıyordu? Şartlar olgunlaşsın diye daha kaç kişinin ölmesi gerekti? Ya 28 Şubat? Siyasal’ın %39’u İmam Hatipli gençlerden oluşmuştu. Bu kadar Müslümanlık fazlaydı! Laiklik mi elden gidiyordu? Yoksa Müslümanlar mı sorundu? Üzüm mü, bağcı mı? 27 Nisan ise e-darbeye Allah’ın bir müdahalesiydi. Onca kalpleri tebdil eden oydu. Beklenen başka, sonuç ise daha başkaydı.

Önemli olan zihniyeti değiştirmektir. Askeri, halka hizmet noktasında eğitmek ve hürriyete, tek doğrunun kendi düşündüğü olmadığına inandırmaktır. Herkesin iyi niyetli olduğunun bilinmesi, ancak önerilerinin farklı olduğu gerçeğinin kabul edilerek, çoğunluğun tercihinin hayat hakkı bulunduğuna inanılmasıdır. Bunlar birer erdemdir. Zihniyetler demokratik olmalıdır. Demokrasi erdemlilerin yönetimidir. Erdem: Çobanın oyunun da eşit olduğunu kabul edebilmektir. Herkes bu millete efendilik yapmaya kalkıyor! Halbuki İslam hizmetkarlığı emreder.

Yönetici halka hizmet edendir.”(hadis) Bu hadisi sınavda 100 kişiye çaktırmadan sorduk. Herkes bir şeyler yazdı. Bir kişi cevap verdi: “Bu ilahi bir iştir. Günümüzde yönetici halkın efendisidir!”

Tarihte her rejim, dayatmasını da beraberinde getirmiş, kabul etmeyeni mahvetmiştir. Halbuki İslam, en güçlü olduğu bir zaman diliminde inanmayanın hukukunu bile yazılı metne bağlamıştır. (Medine Sözleşmesi- ilk yazılı ilk anayasa- yakında yayınlayacağız).

İngiltere’de bir hakim, köylünün dökülen samanları toplamasına yardım etmiştir. Bu farkedilmiş ve görevden atılmıştır. Mesleğin putlaşması. Aynı zihniyet. Halbuki İslam Allah dışında her şeyi hizmet ve yardıma yönlendirmiştir. Ne meslek, ne de kişiler, asla putlaşamazlar. Aşağıda Halid Bin Velid’le ilgili örneği okuyacaksınız.  

Cumhuriyetin Temelleri ve Eskiyen Sloganları

Sen Türk’üm dersen o da Kürdüm diyor. “Ne Mutlu Türküm Diyene” edebiyatı ülkeyi sıktı. Ulusalcı anlayış, belki azınlıklardan çok çeken Osmanlı’nın hem istemediği, hem istediği çelişkili bir anlayıştı. Cumhuriyeti kuranları anlar gibi, hem oluyorum, hem olmuyorum. Cumhuriyet azınlıklardan göçler yoluyla kurtulmuş, fakat ırk temeli daha o yıllarda Kürtlerle çatışmıştı. Halbuki temeller din tabanına otursaydı pek ala birlik beraberlik sağlanabilirdi. Bugün dahi buna ihtiyaç had safhada. İslam barış dinidir. Girdiği her yere barış getirir insanları makulleştirir, uysallaştırır, itaate sevkeder. Irkçılığı kabul etmez, reddeder. İslam kardeşliğini getirir ve toplumsal empatiye yol açar. Huzur gelir. İslam, İslam olmayanların da haklarını kabul eder ve onlara da din ve vicdan hürriyeti tanır. Saldırmadığı sürece serbest bırakır.(bk. Medine Sözleşmesi)

Aynı dönemi paylaşan, Pakistan’lı kanaat önderi, şair, alim, Muhammed İkbal, Atatürk’ten, Cumhuriyetin kuruluşunu tamamladıktan sonra İslami bir hamle yapmasını beklediğini yazar. Fakat o yapmadı. O Batı’ya hayrandı. Belki tümden ortadan kaldıramadı, fakat çerçeve çizdi, kuşattı, laik devlet düzeninde Diyaneti kurdu ve kontrol için içeri aldı, ezanı Türkçe okuttu, 3 defa Takriri Sukün Kanunu çıkardı, İstiklal Mahkemelerinde 3000 kişi hüküm giydi, İran’da kravat, Türkiye’de şapka kıymete bindi, İskilipli Atıf Hoca, 1936’da bir konuşmasında “Allah’ı insan yarattı” dedi (Taha Akyol) Kürtler ve Dersim olayı.. Diğer taraftan Kuran’ı tefsir ettirdi.(Elmalılı Hamdi Yazır), kuruluşta askeri başarıları şüphesiz oldu. Halkı öz kimliği yerine, hayranı olduğu Batı kültürüne yöneltti, sonrakiler de kraldan çok kralcı olunca, bugün kişiliksiz arabesk bir toplum ortaya çıktı. Kısaca artılar da var, eksiler de. Yorum size kalmış…

Aynı kültür farklılaşmasını, Mao Çin’e yapmak istedi. Fakat sağlam kültür, havzalarda yaşandı ve bozulmadı, karşı koydu. O kültür bugün kapitalizmin artılarıyla, nüfusu da birleştirince, ortaya yeni bir süper güç çıktı.

İşin aslı, bu hayran olma politikası, Osmanlı’da  II Seim’e kadar dayanır. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ile devam eder. Jön Türkler öğrenci hareketi, beraberinde, o zamanda geçerli olan pozitif (dini kabul etmeyen- 5 duyuya dayanan ve deney merkezli) bilim felsefesini de getirdi. Aslında ilim için gönderilmişlerdi, fakat kimisi şair, kimisi edebiyatçı olmuş ve Fransa’nın kültür hayranları olarak dönmüşler ve memleketi de öyle yapmak için uğraşa girişmişlerdir. Bugün bile Maliye’de ve diğer bir çok Bakanlıkta gezi- görgü artırmak için dil bilmeden (PTT Pijama Terlik Televizyon) Avrupa’ya üst kademe cahil bürokratlar gönderilmektedir? = Git, hayran ol gel. O kadar. Batı hayranı bürokrat yetiştirme. İttihat ve Terakki zihniyeti hiç değişmedi.

İlim, İslam ve Kültürü Birleştirenler ve Yabancılığı Dayatanlar 

Hint Müslümanları 18 yüzyılda İngiliz’lerle ilk olarak onlar muhatab oldukları için Batı’yı onlar daha iyi tanıyorlardı. Onun olumsuz taraflarına, özellikle kültür işgaline karşı çıkmışlardı. Muhammed Abduh, Cemalettin Afgani, Süleyman Nezdi (Asrı Saadet yazarı) ve Muhammed İkbal bunlardandı. Üniversitede okutulan metedoloji yönünden olumlu taraflar da yok değildi. Hilafette bir görev değişikliği olduğu zaman, aydınlanmayı (İslam’ın Ronesansını) onlar hep İstanbul’dan beklemişlerdi. Toplumun yaşayışı çok bozulmuştu ve Müslümanlar birlik içinde değildi. Muhammed İkbal, zamanın değerleriyle geçmişi sorgulayarak, aklı ve bilimi birleştirerek, İslam ile kültürün sentezini yapanlardandı. Aynı şeyi Atatürk’ten bekledi, fakat hayal kırıklığına uğradı. Atatürk, Mehmet Akif ve Muahmmed Hamdi Yazır gibi bir sentez yapamadı. Cumhuriyeti kuran askeri bürokrasi idi ve geçmiş hakkındaki bilgisizlik, kötü niyetlerle de birleşince, dindar rakiplerin de elimine olmasıyla, yalnızca kötüye çizgi çekilmesi gerekirken, iyi kötü her şeye çizgi çekildi ve toplumun değerlerine aykırı bir çok şeyi topluma dayattı. Bugün çekilen sıkıntıların temelinde bunlar var.

Türk Dil Kurumu’nun yaptığı en önemli şey, Türkçeleşmek adına dili halkın kaldıramayacağı bir hızla değiştirerek dede-baba-torun arasına kültür aktarımının engelini koymak oldu. Çünkü İslam kültürünü yok etmek için bu aktarım önlenmeliydi. Bugün ben Namık Kemali, Şinasi’yi anlayamıyorum. Fuzuliyi, Şeyh Galib’i hiç anlayamıyorum. Nutku bile anlamak mümkün değil. En yakından Said-i Nursi’de anlaşılmıyor. Yazık. Geçmişsiz toplum olur mu?

Sultan Vahdettin’in de çok “güven hataları” var. 3 güven hatasından söz edilir. İngilizlere güvenmesi (halbuki İngilizler, Osmanlı’nın korunması gerektiği siyasetini değiştirmişlerdi) Gerçi o, danışman olarak onu Avrupa’ya götüren ve işgalin içinde Mustafa Kemal’i epey bir altın lira ile Samsun’a gönderen de o idi.

Söylemler Değişmeli 

Cumhuriyetin söylemleri değişmeli artık. Tek tip insan oluşturma, katsayılarla toplum mühendisliği oluşturma, tek tip eğitim geride kalmalı. Bu anayasa değişikliği kısmen de olsa buna imkan tanıyor sayılabilir. %58,  “yeni bir anayasaya izin verdim” anlamına da gelmelidir.

Daha özgürlükçü  bir anayasadan kimse korkmamalıdır. Militan anlamlı laik zihniyet, toplumun Müslüman muhafazakar kesimini dışlamış, eziyet etmiş, hor görmüş, köşeye sıkıştırmış ve onu bu yanlış politikayla sonunda keskinleştirmiştir. O da onun üstüne atlamıştır. İyi de olmuştur. Çünkü bu olumsuzluklar yeni tedbirlere dayanak teşkil etmiştir. Bu değişiklik projesi muhafazakar kesimin küçük bir çağdaşlık projesidir ve sağduyu sahibi diğer kesimlerin de onayını almıştır. Oran, meşruiyet için fevkalade yeterlidir. Tartışma kabul etmez.

Karl Marks’da “mutlak adalet” fikri ile yola çıktı, fakat “haset” temelinde fıtratın içine etti ve milyonları hem bu dünyada hem ahirette perişan etti. Laiklik adına insanları dininden etmek de benzer bir anlam taşır. Laiklik dinsizlik değil, sadece din ve devlet işinin ayrışmasıdır. Bu yüzden ferdi hürriyetlerin gelişmesi, din ve vicdan hürriyetinin de temel bulup serpilmesine yol açar. Karşı çıkışın temelinde de dine muhalefet vardır aslında. İnsan inancıyla bir bütündür. Onu doyasıya yaşamak ister. Buna izin veren yumuşak bir anlayış verim alır ve mutlu eder, toplumsal barış böylece herkese hakkını vermekle ve değerlerine hürmet etmekle sağlanır. Sopa ve dayatma bir yere kadar. Artık seçim, aklı selimin yeşerdiği yerdir ve herkese haddini tartışmasız bir farkla bildirmiştir.      

Çoğunluğun tercihi hayat bulmalıdır.

Herkes iyi niyetli. Fakat ülke için önerdiği fikirler ayrıdır. Siyasi partiler niye var? Hain kavgası için değil, fikirlerin tartışması ve sağduyunun ve çoğunluğun (doğru demiyorum, tercih diyorum) tercih ederek, seçerek uygulama hakkı kazanması ile ilgilidir. Çoğunluğun bu tercihine saygı duyulmalıdır. Demokratik mertlik bunu gerektirir. Mutlu azınlığın sağduyuyu ifsat eden darbe uygulamaları artık son bulmuştur.

CHP siyasi önceliklerini anlatan bir bildiriyle çıksaydı iyi olurdu = Statükocu kutuplaşma ortak akıl üretmez. Sakinleşmek, itidal ve sağduyuya ihtiyaç varken, günlük, şahsileştirilmiş kısır politika kabul görmedi. Sadece fakir mağdur edebiyatı da yeterli görülmedi. Halk vizyon istiyor, sorunlara akılcı çözüm istiyor, proje ve ciddi öneri istiyor, ve değerlerimle çatışma, hürmet et diyor. Sandık “bana rağmen”in yeri değil diyor. Gene de oylarını %26’lara çıkarması başarı sayılmalı. Solun bandı genelde %20 ve sağın oranı %80 dir. Bunu sadece 70 ‘li yıllarda %42 ile Ecevit aşabilmişti. Anlaşılan yalnızca mağdur edebiyatı da tutmuyor. Projeniz olacak, sorun çözen dinamikleriniz olacak ve halkın değerlerine uygun politikalar geliştireceksiniz. Halkla mücadele etmeyeceksiniz. Bu iş bir gönül işi, rızası yoksa oy da yok. Rahmetli Özal’a karşı askerlerin siyasi parti perişanlığını hatırlayın!     

İtirazların eleştirisi

İthal ikameci ekonomi ile zenginleşmiş Cumhuriyet burjuvazisi, değişime hep ihtiyatla bakmış ve askeri müdahaleleri önce teşvik etmiş sonra da timsahın gözyaşları ile karşılamıştı. Laikliği çağdaşlık için yeterli sayıyorlardı.

Muhafazakarlar ise sezgisel bir tutumla küreselleşmeye ve demokrasiye yönelerek çağa tutunmuş, ancak “biat kültürü ve dışlayıcılık” temel konularda mutabakatı engelliyordu.

Yargı hem tarafsız hem bağımsız olduğu zaman adil olur.

HSKY ile Anayasa Mahkemesi’nin yapısındaki değişiklik, mukayeseli hukuk ele alınırsa, başka ülkelerde de benzer uygulamaların bulunmasıyla bir anlam kazanıyordu. Bu olmayınca, kuvvetler ayrılığı prensibi, hakim ve savcılar oligarşisi gibi düşünülüyor. “kuvvetler ayrılığı” kavramı ile “demokratik meşruiyet” birlikte düşünülmeli. Anayasa mahkemesinin onayı bu anlama gelir. Bunu yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi yerindelik denetimi yapmadı. Yasamanın yetkesine saygı göstermiş ve AYM ve HSYK ile ilgili değişikliği iptal etmemiştir.

Yargı ve ideoloji. Neyin doğru, neyin yanlış olacağına mahkemeler değil, siyasi partiler karar vermelidir.

Bir yargıç, özelleştirmeye ve kamulaştırmaya, taraftar veya karşı olamaz. Sadece usulsüzlük ve yetkisizlik yönünden bakabilir.

Raymont Aron: Devrim geçiren ülkeler gibi kuruluşta devrimin ideolojisine göre yargı endokrine olmuştur. Siyasi hürriyetler ve özelleştirmelerde de devletçi zihniyet hakim olmuştur. 27 Mayıstan sonra da iyice taraflı olmuştur.

Yargıdaki “uyanık bekçi” zihniyeti adalet ve güven vermiyor.

BDP demokratik özerklik istiyor.

Totaliter proje. PKK totaliterizmine karşı Sivil Toplum Kuruluşları’nın cesur ve demokratik duruşu, demokrasinin sosyolojik tabanını genişletebilirdi ancak korku dağları bekledi ve katılımın %30’lar seviyesinde kalması, kabile baskısını çağrıştırdı.

Öcalan’ın; “demokratik özerkliğin ekonomik programı” dediği, girişimci sınıf düşmanı Stalinist kafa.

PKK, siyasi totalitarizm ve totaliter bir kumanda ekonomisi kurmak istiyor = Demokratik özerklik?

CHP, Kürt sorununda cesaret verebilir. Ancak ulusal üniter yapı içinde çözmek ister?

Bu anayasa değişikliğinden en çok istifade edebilecek olanlar da onlardı. Hükümetin elinin güçlenmesi, açılımın da onaylandığı anlamına gelir. Fakat totaliter zihniyet, anarşiden nemalanmaktadır ve halk da aklı selim yerine biraz korku, biraz itaat, biraz isteyerek uymayla sonuçlar aşağılara düşmüştür. Bir hadisi şerife göre “seven sevdiği ile beraberdir” Kişi kime tabi olursa ahirette onunla haşrolur. Müslüman olup Marksist Leninist’leri izlemek… Bu nasıl iş..Bunları onlara anlatmak gerekiyor.  

Aslında Kürt kardeşlerimizin (İslam kardeşliği) bu komünist zihniyeti tasvib ettiklerini hiç sanmıyorum. Onlar İslami olmayan bir örgütü nasıl haklarının temsilcisi sayarlar? Fakat kahrolası ırkçılık ve gelenekler, gene de dinin önüne geçiyor. İslam ise ırkçılığı kesinlikle reddeder. Bu yüzden birlik güvencesi, yine İslam’ın oralarda yaygınlaşmasındadır. Kısmen cemaatler çocukları dersaneye çekerek, namaz kıldırarak, öğüt vererek başkaldırıdan gençleri uzaklaştırmaktadırlar. Devlet duygusal davranacağı yerde, akıllı olmalı ve bu kozu kullanmalıdır. Sivil Toplum Kuruluşları ve Müslüman halk, PKK’nin karşısına ayrı bir rakip örgüt oluşturmalı ve Kürtlerin Haklarını bu kanaldan aramalıdır. Irak’ta Kürtlerin İslami bir yapılanması vardı aslında. Fakat Amerika müsade etmedi ve  onları da bombaladı. Yani sorun halklar değil, İslam! Halklar projelere karşı çıkmıyorlar, çünkü menfaatleri var ve kullanılmaya da müsaitler. Fakat İslam karşı çıkacak, kendini sömürtmeyecek çünkü…Haçlı Seferlerinin sona erdiğini kim söyledi. Bitmeyen kin…

BEKLENMEDİK SONUÇLAR

Sosyal bilimler alanında sarıldığınız sebepler her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir.

İslam’a Göre Sonucu Allah belirler

İslam’da tevekkül de, sebebe sarılıp sonuca karışmamak anlamındadır. İşin içine inşallah diyerek Allah’ın rızası veya iradesi alınmalı ve istenen sonucun elde edilmesi için dua edilmelidir. Birisinin ben doğru sebebe sarılırsam doğru sonuçları da alırım demesi küfürdür ve Allah’ın iradesini inkar anlamına gelir. Bunun felsefedeki karşılığı determinizm’dir. “sebeblerin sonuçları doğurduğu” ilkesidir. İslam bunu reddeder. Allah’ın iradesinin aranmayacağı hiç bir şey yoktur. Siz dilersiniz, Allah da (rızası olsun olmasın) dilerse, o fiili yaratır. Hz. Yusuf a.s. hapisten çıkan arkadaşına “efendinin yanında beni de an” demiş ancak inşallah dememiştir. Şeytan da ona, onu unutturmuş ve yedi sene daha hapiste kalmıştır.

İslam’da sebepler vardır ve sünnetullah (Allah’ın sünneti, uygulaması, kanunu) olarak adlandırılır. Bu dünya sebebler dünyasıdır. Ancak sebeplerin beklenen veya beklenmeyen etki göstermesi Allah’ın dilemesi iledir. Yani sebeplerin oluşturulması, sebeplerin harekete geçirilmesi ve sonuç üzerinde şu ya da bu şekilde etkide bulunması Allah’ın dilemesi iledir. Öyle ki, müteşabih olan şu ayeti dahi dikkatinize sunmak isterim. “Allah dilemedikçe sizler dileyemezsiniz”(Küvviret son ayet) Kaza ve kaderde şahsi sorumluluğunuzu bilin yeter. Tartışmak zarar getirir ve yasaklanmıştır. Bu yüzden, “La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah” deyin geçin…

Sebep ve sonuçlar ve İbni Haldün

İbn Haldun, 1332-1406 yılları arasında Endülüs’te yaşamış bir İslam bilginidir.

Özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir. Ünlü eseri Mukaddimedir.

İbn Haldun tüm krallıkların da tıpkı canlı organizmalar gibi doğum, gelişme, duraklama ve ölüm evreleri olduğunu söyler.

İbni Haldün yukarıda sözü edilen toplumların yaşayışı ile ilgili olarak yaptığı tesbitlerin, iklim, coğrafya, kültürel etkiler, ırk ve benzeri nedenlere dayandığını, bunları tesbit ederken Allah’ın bunların nedenlerini kendisine gösterdiğini ifade ederek, kitabının başında besmele çeker ve şükreder.

Gelgelelim Siyasal’da hoca geçinen birisi, İbni Haldün üzerine bir kitap yazar ve onu, vardığı sonuçları belli sebeplere dayandırmasından dolayı materyalist felsefenin (determinizmin) babası sayar. (İslam’da sebepler vardır ve sünnetullah olarak adlandırılır. Ancak sebeplerin beklenen veya beklenmeyen etki göstermesi Allah’ın dilemesi iledir. Olayları yalnızca sebep sonuç ilişkisi ile açıklamak şirktir) Ve bu kitap ders kitabı olarak okutuldu ve biz de bundan sınav olduk. Son derece Müslüman bir alimi, bilim adına ideolojik bakışla kafir göstermek! Akıllara ziyan…

Beklenmeyen etkiler ve Karl Popper

Bilim felsefecisi Karl Popper, geleceği göremiyeceğimizi ve bu yüzden geleceği planlamanın mümkün olmadığını anlatır. Hayatta “niyet edilmemiş sonuçlar “(unintended consequences) çok daha fazladır, gelişmeler planlandığı gibi sonuçlanmaz. Bu yüzden komplo teorileri de, totaliter projeler de gerçeklikten uzaktır. “Niyet etmedikleri sonuçlar”la karşılaşırlar. Özellikle fiziki ilimlerin dışında, insani alanda, sonuçlar, sebepler tarafından öngörüldüğü şekilde sonuçlanmayabilirler. Öngörünün tutması istisnaidir.

Bu yüzden komplo teorileri; gizli güç, esrarengiz savaşlar hafiyeliği doğuruyor. “Kimin bu işten menfaati var. O halde o yapmıştır” mantığı; sebep – sonuç – menfaat bağlamında sağlam bir korelasyon oluşturmadığından, insanları yanlış sonuçlara ve haksız suçlamalara götürüyor. Örneğin Baykal olayında; sonuçtan Kılıçdaroğlu istifade etti. Bu mantığa göre, bu işe de Kılıçdaroğlu yapmış olmalı. Bu çok yanlış bir düşünme tekiniği…

Halbuki sorun analizi ve sorun çözme mantığı ile yaklaşılmalı.

Bu yüzden mahkemelik bir olayı, hukuki ölçülerle, sosyal ve siyasi bir mesele, sosyoloji ve siyaset bilimiyle, disipliniyle birlikte düşünmek gerekir. Bilgili bir Müslümanın da inanç bağlamında söyleyeceği şeyler de olacaktır elbette: Vahyin analiz yöntemi, araştırmak, danışmak ve inanç ile yoğurmak. Hem çözecek, hem ders alacak hem kişisel sorumluluğu belirleyecek, arkasından tevekkül ve teslimiyetle rahatlayacaktır.!

Özelleştirme

1937 de İngiltere ile 16 milyon sterlin tutarında kredi anlaşması yapılmasını “memleketimizin mali itibarının başarılı bir göstergesi” olarak niteleyen Atatürk, bu konuşmanın arkasından “Kaç milyonerimiz var ki” diyerek hayıflanıyordu.

Menderesin “her mahallede bir milyoner” ideali de aynı özlemdir.

Her ikisinde de paylaşarak ve harcayarak büyüme yerine, haksız sermaye birikimiyle zengin oluşturmak fikri. İslam’la hiç ilgisi olmayan şeyler.

94’te Telekom’un T’sinin özelleşmesine dava açan Mümtaz Soysal ve Necmettin Erbakan, “bu özelleşme, sömürgeleşmeyi kabul anlamına gelir” diyordu. Telekom 33 milyar dolara özelleştirilirken, 27 milyar dolar dış borç vardı.

Diğer taraftan 200 milyon dolara giden Tekeli alan firma 6 ay sonra 900 milyon dolara sattı?

Tüpraşın satışı iptal edilmeden önce 650’ye gitmişti. Sonra 4,5 milyar dolara gitti.?

Bunlar idarenin hataları. Tümden kontrolsüz kalması da yanlış fakat mahkemeler de 1940’ların kafası. Arada kaldık. Artık idareye büyük sorumluluk düşüyor. Özel danışman firmalardan neden yararlanmıyorlar? Piyasa ve sektör araştırması neden yaptırmıyorlar? Rekabet Kurumu yeni bir rol üstlenebilir.  Sayıştay’ın bir türlü çıkmayan yerindelik denetimi de devreye girmeli bize göre. İdareye birisi saçın bozulmuş, şunu düzelt demeli.. 

Yargı, özelleştirmede “Kamu yararı yoktur” kararı veremez. Rekabetten, ekonomiden, bilançodan, sektör özelliklerinden, finanstan anlamayan, yaşlanmış hukukçuların, sadece genel hukuk bilgisiyle böylesine önemli ekonomik ve stratejik kararları vermesi beklenemez. İdarenin hızına ayak da uyduramaz. Kaldı ki, kararlardaki ideolojik yaklaşım, son derece yanlıştır. Artık dünyada devletçilik bitmiştir. Bunlar birer tortudur.

Anayasa mahkemesi bile keskin devletçilik yapıldığı yıllarda “Anayasamız Liberal ekonomiye müsaittir” kararı verebilmiştir.

Şanlı ordu hamaseti

Şanlı Ordu hamasetiyle sorunların üzerinde durulmuyor.

Ordu yıpranmasın mantığı için sorunların üstü örtülmeli mi? Yoksa ortaya çıkarılıp düzeltilmeli mi? Temizlik daima şanı yüceltir. İlahi yasalar bile, tabiatta kötüyü, zayıfı, hastalıklıyı temizlemeye yöneliktir. Bununla nesiller korunur ve hayat sağlıklılarla devam eder. Örgütlerde de öyledir. Örneğin rüşvet yiyen birini nasıl hala tutarsınız. Suçu ispatlanınca şutlanması gerekir. Ancak soruşturmanın selameti açısından da geçici olarak görevden uzaklaştırmalısınız. Aslında bu arada 657’nin baştan sona incelenmesi ve koruma kalkanının da kaldırılması gerekir. Bu yasa, “Bürokratik Cumhuriyet”in tipik yasasıdır ve bireysel hürriyetler ve devletin hizmete yönlendirilmesi yönünden, hatta diğer bütün yasalarla birlikte yeniden ele alınmalıdır.

Osmanlı’da Alman Generali Golç Paşa 1909 yılında disiplinin çok bozuk olduğunu bunu düzeltmek için en az üç dört yıla ihtiyaç olduğunu söylüyordu. Ahmet İzzet Paşa da aynı görüşteydi. Hatta 1912 Balkan Harbi çıktığında Başkomutan Nazım Paşa, bir haftada Sofya’ya gireceğini düşünürken, Bulgar Ordusu iki haftada Çatalca’ya dayanmıştı. İsmet Paşa bunu disiplin, sevk ve idare zafiyeti olarak adlandırır.

Balyoz semineri için, K.K.K. Org. Aytaç Yalman’ın “iç tehdit konusuna girmeyin” emrine rağmen Org. Çetin Doğan bu emri dinlemez ve irticai kalkışma konulu seminer yapmıştır (Hürriyet 9-10 Ağustos)

Org. Hilmi Özkök’ü kuşatma çalışması, Sarıkız, Ayışığı yapılanmaları disiplinsizlik değil mi? Bütün bunlar ideolojik düşünceden ve davranışlardan kaynaklanıyor.

Bütün cuntalarda ideolojik radikalizm vardır. Kuvvet kullanarak toplum mühendisliği yapmak, toplumu zorla kalıba sokmak ve bir şeylerin toplumdaki köklerini kazımak. Balyoz’daki  “halka karşı acımasız davranmalıyız” sözü her şeyi açıklıyor. Orduyu profesyonel hale getirip, eğitim ve disiplini ideolojinin üstüne çıkararak, orduyu  siyasi, sosyal ve kültürel sorunlardan uzaklaştırmak gerekiyor.

Nöbet tutulacak = tut.

Kararı siyaset verir, asker uygular

Kuran’da Saba Melikesi Belkıs, komutanlarına savaş kararı verilip verilmemesini sorar. “Siz ne düşünüyorsunuz?” Der. Onlar cevap verir. “Biz anlamayız. Sen kararını ver ve sadece bize emret!” Buradan bile askerin siyasetten anlamayacağı gibi savaş kararını bile veremeyeceği anlaşılmaktadır. Rahmetli Özal, savaş kararını vermişti, fakat “hazırlanamadık” ve “ayak direme” yüzünden asker emre uyacağı yerde askerin muhalefetiyle karşılaştı. Sadece itiraz edeni şutlayabildi. Fakat amaçlar da gerçekleşmedi. Gizli güçler de etkili olmuş olabilir şüphesiz. Bugün Arz-ı Mevud (Fırat Dicle havalisi) tehlike altında.

Henry C. Link şöyle diyor: “Kendini yetersiz gören insan tereddüt içinde beklerken, hata yapmaktan korkmayan girişimci insan, daha üstün hale gelir”

Savunma hattını evimizin bahçesine kurmak zorunda kalacağız!..

Meslek Şovenizmi ve İslam’ın Cevabı

Önceki yıllarda genel nüfus sayımı için gittiğimiz bir evde, bir binbaşı, doktor olmasına rağmen kağıda meslek olarak binbaşı yazılmasını istiyordu. Biz; “sizin fiilen yaptığınız iş doktorluktur, elinize silah değil bisturi alıyorsunuz” dedikse de kabul ettiremedik. Ve şöyle yazdık “mesleği asker”. Bu, mesleğin, kibarcası aşırı sevilmesi anlamına geliyordu.

Buna benzer fakat farklı bir örnek de İslam coğrafyasından. Hz. Ömer zamanında “Halid Bin Velid olmadan fetih yapılamaz” diye yaygın bir kanaat oluşur. Bunu duyan Hz. Ömer, hemen Halid Bin Velid’i görevden alır ve yerine bilgili fakat kölelikten gelme bir insan olan Ubeyde Bin Zeyd’i atar. Onu da onun yanına er olarak verir. Savaşa gidilmiş ve fetih yine gerçekleştirilmiştir…

Ne kişinin, ne de mesleğin putlaşması, asla İslam’da yoktur. Her şey bir şey için, yani hizmet içindir. Tek mabut Allah’tır.

İdeolojik tavır orduyu yıpratıyor. Harp okullarında şartlandırma yapılıyor. Liseden sınıf arkadaşım olan ve generalliğe terfi etmiş olan bir arkadaşım, dinde reform yapılmalı diyordu. Kendisine Kuran ve sünnetin yerinde durduğunu ve ilahi olduğunu, buna insan müdahalesinin uygun olmayacağını, yapılacaksa dinin doğru anlatılıp, toplumdaki yanlış olan hurefaların kaldırılmasının uygun olacağını söyleyince  çok bozulmuştu…

Cumhuriyet mitingleri ile  yüksek yargının ilginç kararlarıyla siyasi mücadele yaşandı. İrtica.org ile, asker psikolojik harekat yürüttü. Bu politizasyonu bu ülke kaldırabilir mi?

Türkiye, askeri ve siyasi vesayetten yeni bir toplumsal sözleşme ile çıktı denilebilir.  Dindar- Muhafazakâr kitle ile, solcu ve milliyetçilikten gelme liberal aydınlar yeni bir anayasa talebini öne çıkarıyorlardı. Şimdi artık bir gereklilik halini aldı denilebilir.

Hayır’ın gerekçeleri farklı olsa da;

Ak Partiyi zayıflatma adına özgürlüklerin gelişmesini engellemek istemiş ve sivil bir anayasa önerileri de zaten yoktu. Bakalım yeni anayasa  çalışmasında da istemezuk diyecekler mi?

Ancak, biraz ilmi siyaset de gerekli. Bu son değişikliklerden ürken, bunun nasıl uygulanacağı konusunda tereddütleri olan bir kesim de var. Bunlar ihmal edilmemeli ve onlara güvenceler de verilmeli.

SONUÇ

Demokrasilerde evet’ler de, hayır’lar da saygıdeğerdir.

Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu)

Krallar gitti, kurallar geldi.

Hukukumuz, otoriter ve devlet merkezli bir anlayıştan, hürriyetçi ve birey merkezli bir anlayışa göre gelişiyor.

Yeni  Anayasanın yolu açılmıştır. 

Çerçeve anayasası herkesi kuşatabilir. Kimlik tanımı şart değil.

Toplum ileri akıyor. Demokratikleşme kültürü artıyor. İyi olan bu.

Ancak, darbeler kural tanımazlar. Şimdi sindiler. Başka bir yerden çıkmayacağını kimse garanti edemez. Zihniyet değişmedi çünkü..Asıl onunla mücadele etmek gerek!

Bu halk, her şeye itaat eden padişah kullarıdır. Önüne torba geldi de fikri sorulunca doğruyu söyledi. Hangi darbede “bi dakka, siz ne yapıyorsunuz bakim” deyip darbecilerin üstüne yürüdü? Ah güvendiğim dağlar?

Rahmetli Ecevit’in krizinde, işleri kesat gidince esnaf midesi için yürümedi mi?

Bunlar 5 vakit namazını Cuma ve bayram namazı gibi kılmayınca hakkı üstün tutamaz. Ramazan bitti namaz da bitti. Yahudiler öyle söylüyor. “Şimdi sizden korkmuyoruz” diyorlar.

Umutla : SOSYAL SİZOFRENİDEN, TOPLUMSAL EMPATİYE (GEÇİYORUZ)  (Nevzat Tarhan)

Fikri sorulursa :ÜMMETİM YANLIŞTA BİRLEŞMEZ   -Hz. Muhammed -

YA SORULMAZSA?

Sahip çıkabilecek mi?

İşte İslam’ın ve Demokrasinin ortak çizgisi bu. Referandum balıktı, bu ise balık tutmak!

Kolay gelsin..

yukarıdaki yazı bir kopyalama hatası nedeniyle eksik çıktı. kemal kılıçdaroğlunun: darbe olursa tankın önüne önce dururum sözünün kritiğini yapıyotduk. bu söz bize nasreddin hoca ve timurun fillerini hatırlatıyor. kemal bey arkasında kimsenin olmadığını görünce biraz daha darbe yapsaydınız demek zorunda kalabilir. bu halk hangi darbede “bi dakka, siz ne yapıyorsunuz bakim” dedi ki. halk genelde sağduyusunu ifsat eden darbelerden sonra demokratik katılımla bir şeyler yapmak istemiştir. bu bilinci ilk olarak menderesin ezici bir çoğunlukla kazandığı 50 li yıllardaki seçimde öğrenmiştir. bu bilinç siyasi hayatımızdaki demokratik katılımın temelini oluşturmuştur. şüphesiz bu bir erdemdir ve iyidir. işte bu düzelme dolayısıyla darbeler arka arkaya gelmiştir. çünkü rejimle halk sürekli çatışma halindedir. üzerine giydirilen deli gömleğini reddetmektedir. atatürkün bir sözü var: benim yaptığım şeyler zaten halkın istediği şeylerdi” diyor. bu sözü söylediği yıllar savaştan hemen sonraki yıllara tekabul eder. cumhuriyeti ilan ederken önce perşembeye tekabul eden 22 nisanı seçmiş ancak daha sonra cuma günü diye 23 nisana almıştır. sarıklılarla çıktığı yolda ilk fırsatta onları ve kendi gibi düşünmeyen arkadaşları tasfiye etmiştir. o demokrat bir lider değildi. kafasındaki modeli daha rahat uygulamak için kuvvetler ayrılığını değil kuvvetler birliğini savunuyordu. onun kişiliği de despot bir kişilikti. kardeşine bile kendi emirlerine uyması için neler yapmıştı(Taha Akyol). işte liderin iyi anlaşılması onun yaptıklarını da az çok izah eder. sonuçta onun despotizmi, tek liderlik sınırsız yetkisi batı hayranlığı ile birleşince bir kültür dayatmasına dönüşmüştür. işte bu günkü darbeler bu dayatmanın halkı yeniden yola getirme operasyonlarıdır. şimdilik kazanan taraf demokrasiden en çok yararlanacak olan halk olmuştur. umarız devamı gelir.

 


[1] Bu deyim Prof. Dr. Nevzat Tarhan hocanındır. Biz de ilginç bulup katıldık. O bu sloganı sadece önceden yazdığı kitabına başlık yapmış, fakat biz buraya alıp, yakıştırdık. Gerçekten bu toplum sosyal bir  şizofreni yaşıyordu. Doğru veya yanlış bir çözüm buldu. Sosyolojik olarak bizi ilgilendiren şey, çözümle ilgili dinamiklerin canlı olması ve çözüm üretebiliyor olmasıdır. Kimin kazandığı tarafları ilgilendirir. Bu bizim açımızdan çok önemli değildir. Sonuçta ülke kazanmıştır.

[2]  İki tembel bir odada karşı karşıya masalarında otururlarmış. Bir gün demişler ki, bugün bir iş yapalım. Ne yapalım? En iyisi sen oradan buraya gel, ben buradan oraya geçeyim demişler. Ve yer değiştirdikten sonra demişler ki: yahu şuna bak, neredeydiiiik nereye geldik?. Şaka sanmayın. Yalan mı? Kalktık bir oy atıp geldik, neler değiştiiii neler? İşte bu kılıcın yapamadığını, kalemin yapması gibidir. Demokrasilerde seçmen hatırının sayıldığını ve gücünü burada hisseder. Bu gücün farkındalığı, katılımı artıran en önemli sosyolojik olgudur.

Demokrasi deneyiminin ilk farkındalık deneyi Menderes’in büyük farkla kazandığı ellili yıllardaki genel seçimlerdir. Buna çarıklıların, sarıklıların, ağzı kokanların oyları denilerek aşağılanmışsa da seçmen, oyla bir şeylerin değiştiğini görmüştür. İşte bu bilinç uzun yıllar demokratik katılımın temelini oluşturmuştur. Ancak arka arkaya gelen darbeler bir süre sağduyuyu ifsat etmişse de halk bu bilinci kaybetmemiştir. Bunu halkın politize olması olarak yorumlayanlar da olabilir şüphesiz. Fakat bunun nedenini giyilen dar ayakkabı ya da elbisede aramak gerekir. Bu konuyu tekrar açacağız.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

TÜREV PİYASALARI-VADELİ İŞLEM PİYASALARI

Değeri başka bir finansal varlığın veya malın değerine doğrudan bağlı olan finansal araçlar türev araç olarak adlandırılmaktadır. Türev araçlar, dayanak varlığın sahipliğinin el değiştirmesine gerek olmaksızın, bu varlıkla ilgili hak ve yükümlülüklerin ticaretine imkan sağlar. Türev araçlar, riskten korunma veya getirisi değişken (örneğin değişken faizli tahvil) olan araçların getirisi sabit olan araçlarla (örneğin sabit faizli tahvil) değiştirilmesi amacıyla kullanılabilir.[1]

Türev piyasaları kavramı, forward, futures, options ve swap işlemlerinin tamamını içermektedir. Bu tür işlemler vadeli işlemlerdir. Vadeli işlemlerin ortak özelliği, ilerideki bir tarihte teslimatı yapılmak üzere herhangi bir malın veya finanssal aracın, bugünden alım satımının yapılmasıdır.

Vadeli işlem piyasalarının temelini oluşturan futures işlemleri borsalarda işlem görmekte bunun sonucu olarak da, vade, sözleşme büyüklüğü, alınacak teminatlar, fiyat adımları, işlem kriterleri, ilgili borsalar tarafından belirlenmektedir.

Forward işlemleri ise organize borsalarda yapılmayan, dolayısıyla, fiyat, vade, miktar gibi unsurların standart olmayıp tarafların karşılıklı anlaşmasıyla belirlenen vadeli işlemlerdir.

Opsiyon sözleşmeleri çoğunlukla organize borsalarda işlem gören fiyat, miktar, vade açısından standartlaştırılmış sözleşmelerdir.

Swap ise iki tarafın belirli bir zaman diliminde ödemelerinin karşılıklı olarak değişiminde anlaştıkları bir finanssal işlemdir.

Türev ürünleri gelişmiş finanssal sistemlerin önemli araçlarındandır. Bunun temel nedenleri;

  1. Vadeli işlemler bir korunma aracı olarak kullanılabilirler. Spot piyasada alınan pozisyonlara, gelecekteki fiyat hareketlerinin belirsizliğinden korunma imkanı sağlar.
  2. Piyasa etkinliğini arttırırlar. Türev piyasaları finanssal piyasalarda dolaşan para için alternatif yatırım olanakları sunarak, hem paranın piyasalardaki dolaşım hızının artmasına, hem de piyasaya gelen bilgilerin fiyatlara daha hızlı yansımasına yol açar.
  3. Türev piyasalarda işlem spot piyasalara göre genelde daha düşüktür, dolayısıyla yatırımcıların maliyeti daha azdır.
  4. Türevsel piyasalar, spot piyasanın daha likit olmasını sağlar. Gelecekte oluşabilecek olumsuz fiyat hareketlerine karşı korunma imkanı olan piyasalarda, spot piyasada işlem gören mal veya kıymetlere olan yatırımcı ilgisi de artmaktadır.
  5. 5.        Az sermaye ile pozisyon almak mümkündür. Türevsel ürünlerin işlemleri sırasında ödenen para sözleşmeye konu olan varlığın piyasa fiyatının önemli ölçüde altındadır. Dolayısıyla piyasa bilgisi olan, ancak sermayesi az olduğu için yeterince pozisyon alamayan veya kredili alım satım yapmak zorunda kalan yatırımcılara da küçük miktarda paralarla büyük pozisyonlar alma imkanı verir. Kazanç çok fazla olabileceği gibi, kayıp da bazen kontrata giriş tutarına bazen de çok yüksek tutarlara ulaşabilir.[2]

Hızlı bir değişimin yaşandığı günümüzde türev (derivatives) piyasaları, finans piyasalarının gelişmişlik seviyesini artırarak, ekonomide kaynakların daha etkin dağılımı ve kullanımına katkıda bulunmak, gelişmiş uluslararası piyasalarda yer almak ve bu piyasalara entegre olmak gibi amaçların gerçekleştirilmesinde önemli işlevler üstlenmektedir.

Dünya borsacılığının günümüzde ulaştığı düzey uzun süren tarihsel bir gelişimin sonucudur. Bu süreç, ilk aşamada spot işlemlere, ara aşamada forward işlemlere daha sonra vadeli işlem ve optionslara dayalı vadeli kontrat piyasalarına dönüşüm şeklinde birbirini tamamlayan üçlü bir yapı içerisinde gerçekleşmiştir.

Vadeli ürün işlemleri ve bu işlemlerin yapıldığı piyasaların ortaya çıkması oldukça eskilere dayanmaktadır. İlk futures işlemi 1679 yılında Japonya’da kaydedilmiştir. Bu dönemde daha çok kişisel işlemler olarak kalan bu tür işlemler için ilk piyasa sayılabilecek örgütlenme 1730 yılında Osaka’da kurulan Dojima Pirinç Ticaret Borsası’dır. Günümüzde bilinen anlamda modern vadeli işlem borsalarının oluşumu 1840’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşmiştir. Bu dönemde Chicago gerek ulaşım altyapısı gerek çevre eyaletler için bir pazar konumunda olması dolayısıyla tüccarların buluştukları bir merkez haline gelmiştir. Ancak pazarda zaman zaman oluşan arz-talep dengesizliği üreticileri ve tüccarları zor durumda bırakmıştır. Bu dengesizliğin önlenmesi amacıyla 1848 yılında Chicago Board of Trade (CBOT) olarak bilinen tahıl borsası kurularak pazar örgütlü bir yapıya kavuşturulmuştur. Daha sonra değişik ürünlerin de piyasalarda işlem görmeye başlamasıyla 1919 yılında Chicago Merchantile Exchange (CME) olarak kurulan borsa bir kurum geleneğiyle günümüze kadar gelmiştir.

Vadeli işlem piyasalarında yapılan işlemler 100 yıllık bir süre içinde tarım ve sanayi ürünlerinin konu olduğu mala dayalı işlemler şeklinde devam etmiştir. Ancak uluslararası ticarette 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meydana gelen önemli gelişmeler karşısında finansman teknikleri yetersiz kalmış, piyasalarda oluşan tıkanmaların aşılması amacıyla vadeli işlem piyasalarında faiz, döviz, borsa endeksi, devlet tahvili ve hazine bonosu üzerine de vadeli işlem kontratları yazılmaya başlanmıştır. Vadeli işlem piyasaları 1980’li yıllardan itibaren faiz, döviz ve endeks enstrümanlarının da işlem gördüğü, trilyon dolarların çok kısa bir süre zarfında el değiştirdiği ve borsaların birleşerek 24 saat boyunca işlem yapabildikleri piyasalar haline gelmiştir.[3]

20. yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle 1980’lerden sonra adından sıkça söz ettiren forward ve futures işlemlerin tanımlamaları birbirlerinden tamamen ayrı olmasa da gerek doğuşu, gerekse günümüzdeki uygulama şekli itibariyle ayrı başlıklar altında tanımlamayı gerektirmektedirler. Tanımlamada tarihsel gelişim esas alınarak, öncelikle forward daha sonra futures sözleşmelerden bahsedilecektir.[4]

Türev araçları hangi amaçlarla kullanılabilir?

Türev araçları  korunma, spekülasyon ve arbitraj amacıyla alıp satabilirsiniz.

Korunma amaçlı işlemler, mevcut veya gelecekte oluşabilecek risklerin Borsadaki sözleşmeleri kullanarak azaltılması veya giderilmesidir.

Spekülasyon (diğer adıyla yatırım) amaçlı işlemlerde, yatırımcı  sözleşmeleri fiyat hareketlerinden kar elde etmek amacıyla risk almak suretiyle alıp satar.

Arbitraj işlemleri, her hangi bir risk alınmaksızın, fiyat veya faiz hadlerinde oluşan dengesizliklerden faydalanmak suretiyle farklı sözleşmelerin ve işlemlerin eşanlı olarak yapılması suretiyle her türlü şartta belirli bir karın garanti edildiği işlemlerdir.

 FORWARD SÖZLEŞMELER

 

Forward işlemler tanımı gereği, standardizasyon olmadığı, tarafların sözleşme yaparken her türlü serbestliğe sahip oldukları işlemlerdir. Tarafların sözleşme yapmaları gereken sınırlı bir fiziksel mekan söz konusu olmadığı gibi, sözleşmelerin alım-satımı için de bir mekanizma ya da organizasyon mevcut değildir. Forward işelmlerde teslimi garanti eden herhangi bir kurum ya da kuruluş da yoktur. Bu yapısı itibariyle forward sözleşmeler, mevcut ticari hukuk mekanizması içinde yapılabilen, mekanizmanın sağlıklı işleyişi tarafların karşılıklı güvenine ve hazırlanan sözleşmenin mevcut ticari yasalarla uymuna dayanan işlemler olmaktadır. [5]

Diğer bir deyişle, bir emtia’nın gelecekte belli bir süre sonra teslim koşuluyla alım veya satımı için bugünden yapılan sözleşmelere vadeli işlem (forward transactions) denir.

İşlemin özelliği emtia alım veya satım sözleşmesinin bugünden yapılması, teslim ve karşılığı olan ödemenin ise anlaşmada kararlaştırılan bir fiyattan, ilerideki bir tarihte gerçekleştirilmesidir. Sözleşmenin yapıldığı ilk aşamada ilke olarak bir ödemede bulunulmaz. Forward genelde kur riskine karşı korunma (hedging) veya spekülasyon için kullanılır.

Future piyasaların oldukça yaygınlaştığı ve mala dayalı işlemlerin, gerek istenilen güvenceyi vermesi ve gerekse malların standadizasyonu gibi kolaylıklar sağlaması sebebiyle daha çok future piysalarda yapıldığı bu zamanda, forward işlemler yoğun olarak döviz, tahvil, faiz oranı gibi standart mallar üzarine ve finansal yapısı güçlü, karşılıklı birbirlerini tanıyan kurumlar olan bankalar ile bunların büyük müşterileri arasında yapılmaktadır. Ayrıca, ülkelerarası borçlanma ve farklı ülke bankaları rasındaki kredi işlemlerinde de sınırlı sayıda da olsa forward işlem yapılmaktadır.

Forward işlemlerde, taraflardan herhangi birisinin sözleşmeye uymaması ve iflası halinde karşı tarafın zararını karşılayabilecek herhangi bir mekanizmanın bulunmaması, özellikle spekülatif amaçlardan uzak, riskini minimize etmek isteyen üreticilerin bu işlemlere soğuk bakmasına sebep olmakta ve forward işlem yapmak isteyen bir taraf, karşı tarafı bulmakta oldukça güçlük çekmektedir. Bu durum, hem forward işlemlerin yapıldığı mal çeşidini sınırlamakta, hem de toplam forward işlem hacminin düşük düzeylerde kalmasına sebep olmaktadır. Forward işlemlerin organize bir yapıya sahip olmamasının doğurduğu bir başka sonuç da, tarafların süresi dolmadan yükümlülüklerini yerine getirerek anlaşmadan kurtulma imkanının az olmasıdır. İkinci el piyasalarının mevcut olmaması ve devrinin hemen hemen imkansızlığı, tarafların sözleşmeyi feshedebilmek için; ya başlangıçta sözleşmeye ilgili madde koymak zorunluluğunu ya da  karşı tarafı ikna etmek yükümlülüğünü getirmektedir. Sayılan bütün bu sebepler dolayısıyladır ki, forward işlemler bütün dünyada hem tür hem de hacim olarak sınırlı kalmakta ve yerlerini hızla future piyasalara bırakmaktadırlar.[6]

 

 Forward işlemlerinin döviz piyasasındaki işlevi

Vadeli işlemler döviz piyasasında faaliyet gösteren bankalarla müşteriler arasında yapılır. Bu işlemlere gerek duyulmasının nedeni, döviz kurlarıyla ilgili gelecekteki belirsizliktir.

Eğer döviz kurlarındaki ortaya çıkan değişmeler bugünden tam olarak bilinseydi, vadeli işlemlere de gerek olmayabilirdi. Vadeli işlemlerden yararlanan ithalatçı, ihracatçı veya dış mali yatırımcı gibi gelecekte döviz cinsinden bir ödeme yaparak veya bir gelir elde edecek kimselerdir.

Fiyatlar önceden karşılaştırıldığından vadeli sözleşmeler söz konusu işlemleri öngörülen süre içinde kur değişmesi riskine karşı korurlar. Vadeli sözleşmelerde vade, uygulanacak döviz kuru, döviz miktarı, ödeme ve teslimle ilgili yer, banka hesap numarası, isim gibi bilgiler yer alır. Vadeli işlemlere uygulanan kurlara vadeli döviz kuru (forward exchange rates) adı verilir.

 

 

Örnek

24 haziran 2003 tarihinde dolar’ın TL’ye karşı kuru bir forward kontratına göre 1,700,000 TL olarak görülmektedir. Sizin 24 haziran 2003 tarihli kur beklentinize göre kontrata girip girmeme konusundaki tutumunuz ne olacaktır. Araştırmalara göre;

Doların spot fiyatı 25 nisan 2003 tarihinde 1,550,000 TL’dir.

25 nisan 2003 tarihinde USD yıllık mevduat faizi %5

25 nisan 2003 tarihinde TL yıllık mevduat faizi %5

Bu verilere göre forward fiyat;

                                                          1+(((TL faizi/100)xvadeye kalan gün sayısı) / 360)) xspot fiyat

forward fiyat =

                                                           1+(((us faizi/100)xvadeye kalan gün sayısı) / 360))

                                                           1+(((82/100) x 60) / 360)) x 1,550,000

forward fiyat =

                                                           1+(((5/100) x 60) / 360))

                                                           1.136 x 1,550,000

forward fiyat =

                                                           1.0069

Forward fiyat = 1,750,000 TL

Forward piyasasında 1,700,000 TL’ye satılan 24 haziran 2003 tarihli kontrat hesaplamanıza göre 1,750,000 TL olarak bulundu. Kazanç sağlamak için  24 haziran 2003 tarihli forward kontratına alım amaçlı girmekte yarar vardır.[7]

FİYATLANDIRMA

Forward işlemin taraflarının, hedge etmek istedikleri risklerin başında fiyat riski gelir. Piyasadaki fiyat dalgalanmaları, gerek alıcı ve gerekse satıcı açısından kaçınmak istedikleri önemli bir risktir. Spekülatörler açısından ise fiyat dalgalanmaları, bir risk unsuru olmakla birlikte aynı zamanda kazancın da kaynağıdır.

Forward sözleşmlerde taraflar fiyat tespiti esnasında, sözleşmenin yerine getirilmesinin garantisi olacak şekilde, birbirlerinden karşılıklı veya bir taraf diğerinden teminat talep edebilir. Ancak teminat konusu, tarafların isteğine ve karşılıklı güvenine dayalıdır. Eğer taraflar birbirine tamamen güveniyorsa teminat söz konusu olmayabilir. Teminatın alınması halinde ise fiyat tespitinde teminatlar da devreye girer. Eğer satıcı alıcıya teminat vermişse, vermiş olduğu teminatın, belirlenen faiz oranı ile söz konusu sürenin çarpımı kadar bir faiz gelirinden mahrum kalacağı için, malın forward fiyatına, bu faiz kazancından birim mala düşen tutar kadar ilave yapacaktır. Eğer satıcı, alıcıdan teminat almışsa, bu tutarı forward fiyattan düşecektir.

FORWARD SÖZLEŞMENİN TARAFLARA SAĞLADIĞI AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARI

  Forward sözleşmeler, öncelikle risklerini minimum kılmak isteyen hedgerlere bu amaçları doğrultusunda hizmet etmektedir. Bu sözleşmelerde satıcı tarafında bulunan taraf, satmak istediği malı veya hizmeti ileri bir tarihte satmayı garanti altına almakla birlikte, satıcıyı en önemli risk sayılan fiyat dalgalanmalarının fiyat riskinden korumaktadır.

Alıcı pozisyonunda bulunan taraf ise, ileri bir tarihte ihtiyacı olan mal ve hizmeti, fiyat riskine karşı korunmuş bir şekilde satın alabilme garantisini elde etmektedir. Bu özelliğiyle forward sözleşmeler alıcı ve satıcı açısından gelecekteki belirsizlikleri ortadan kaldırmakta ve taraflara geleceğe yönelik rsayonel planlar yapma imkanı tanımaktadır.

Forward işlemlerin saydığımız avantajlarının yanısıra birtakım dezavantajları da vardır. Öncelikle, forward sözleşme yapmak, bu sözleşmelerin tabiatı gereği, sözleşmeyi yapanlar için bir risk üstlenmek demektir. Şöyle ki; forward sözleşmeler, ayrı bir garanti mekanizması içermeyip güven ağırlıklı işlemler olması dolayısıyla tarafları, karşı tarafın taahhüdünü yerine getirmemesi vaya sözleşmeye uymaması halinde çok büyük sayılabilecek zararlarla karşı karşıya bırakabilmektedir. Bu durum, taraflardan birinin iflası ya da ölümü gibi durumlarda geçerlidir.

Forward sözleşmelerdevadeden önce işlemin sona erdirilememesi taraflar için bir güvence mekanizması olurken, aynı zamanda tarafların vadeden önce, sezmeleri halinde daha büyük kayıplardan kurtulmasına da engel olmaktadır.

Forward sözleşmeler, bütün taraflara; malın nitelikleri, miktarı, vadesi, teslim yeri ve koşulları hakkında herşeyi özgürce belirleyebilecekleri geniş bir alan sunarken taraflar için bir avantaj sayılan bu durum, aynı zamanda malın veya hizmetin standart olmaması, tarafların bütün dikkat ve yoğunluklarını fiyat üzerine verememeleri gibi bir dezavantajı da beraberinde getirmektedir. [8]

FUTURES SÖZLEŞMELER

 

Futures standart miktar ve kalitede bir varlığın önceden belirlenmiş bir fiyattan gelecekte belirli bir tarihte teslim etme ya da teslim almaya ilişkin yasal bir sözleşmedir. Futures kontratın dayandığı ya da yazıldığı varlık fiziksel bir mal olabileceği gibi finanssal bir ürün ya da gösterge olabilir. Bunlar;

Mal-emtia futures (commodity futures)

Finanssal futures (financial futures)

 

 FUTURES İŞLEM MEKANİZMASI

1. Futures komisyoncuları ve borsalar

Futures kontrat satın almak ya da satmak isteyen bir kişinin komisyoncu nezdinde hesap açması gerekmektedir. Futures komisyoncuları müşterilerinden gerekli teminatları toplamakta, hesap durumlarını düzenlemekte ve tüm işlem faaliyetlerini kayıt edip, raporlamaktadır.

2. Takas odaları (clearing houses)

Her vadeli işlem borsası tüm işlemleri takastan geçiren bir takas odası ya da kurumuna sahiptir. Takas odası futures işleminde günlük fiyat farklarından ortaya çıkan kısa ve uzun pozisyonları günlük olarak dengeleyen kurumdur. Takas odası her futures işleminde karşı taraf olarak devreye girmekte ve borsada güven sağlamaktadır. Takas odasının diğer bir işlevi kontratları kur, faiz ve endeks değişimleri doğrultusunda pazara göre uyarlamak, marj hesabını izlemek ve gerekli durumlarda alıcı ve satıcılardan ek teminat ya da marj talep etmektedir.

3. Marjlama süreci (margining process)

Futures kontrat alıcı ve satıcıların pozisyonlarının kur, faiz ve endeks değişimleri doğrultusunda takas odasınca günlük olarak dengelenmesi vadeli işlem borsalarının en önemli özelliklerindendir.[9]

 

 MALİ GELECEK (FİNANCİAL FUTURES) SÖZLEŞMELERİ

Mali gelecek sözleşmesi (financial futures contract), belli nitelikteki ve belli miktardaki mali aracın sözleşme tarihinde belirlenmiş bir fiyattan gelecekte belirli bir tarihte teslimini (alım-satımını) hükme bağlayan bir anlaşmadır.

MALİ GELECEK PİYASALARINDA AMAÇ

 

  • Fiyat dalgalanmalarının getirdiği belirsizliği ortadan kaldırmak.
  • Belli bir vade için ilgili finanssal aracın fiyatını sabitleştirmektir.

 

MALİ GELECEK İŞLEMLERİNİN ÖZELLİKLERİ

 

  • Standart büyüklüklerde düzenlenir.
  • Vadeleri standarttır.
  • Organize borsada işlem görürler
  • Borsa komisyoncuları aracılığıyla işlem görürler
  • Ödeme ve teslimler takas odalarında yapılır.
  • Günlük dengeleme (settlement) söz konusudur.
  • Borsaya bir miktar marj (teminat) yatırılması zorunludur.
  • Kontratların pazara uyarlanması yapılır. (marking to market)

Örnek.

Bir yatırımcı pazartesi sabahı çarşamba öğleden sonra vadesi gelecek Sfr birimli bir kontratta uzun pozisyona geçmektedir. Sfr 125,000 için anlaşılan fiyat $0.75’dır. Pazartesi günü seans sonunda futures fiyat $0.755’a yükselmiştir. Günlük dengeleme (settlement) doğrultusunda üç olgu gündeme gelmektedir.

  1. Yatırımcı $625’lık (125,000 x 0.005) nakdi kazancını elde etmektedir.
  2. $0.75 fiyatlı futures kontrat iptal edilmektedir.
  3. Yatırımcı halen geçerli fiyat olan $0.755’dan yeni bir futures kontrat elde etmektedir.

Görüldüğü gibi her işlem gününün sonunda futures kontratların değeri sıfırlanmaktadır.Salı kapanışta fiyat $0752’a düşmüştür. Yatırımcı $375’lık zararı (125,000 x 0.003) ödeme ve eski kontratını $0.752’dan fiyatlandırılmış yeni bir kontrat ile yenileme durumundadır. Çarşamba kapanışta fiyat $0.74’a düşmüş ve vade dolmuştur. Yatırımcı karşı tarafa $1,500’lık zararı ödeyecek ve geçerli fiyat $0.74’dan İsviçre franklarını teslim alacaktır.Günlük dengeleme sistemini (daily settlement system) tablo halinde özetlersek;


Zaman İşlem Nakit akışları
     
Pazartesi sabah Yatırımcı iki gün sonra Yok
  Vadesi dolacak olan Sfr futures  
  Kontrat satın alıyor.  
  Fiyat $0.75  
     
Pazartesi kapanış Futures fiyat $0.755′a yükseliyor. Yatırımcı
  Pozisyon “marked-to-market” 125,000 x (.755-.75)=$625
    Elde ediyor.
     
Salı kapanış Futures fiyat $0.752′a düşüyor. Yatırımcı
  Pozisyon pazara göre ayarlanıyor. 125,000 x (.755-.752)=$375
  Marked-to-market Ödüyor.
     
Çarşamba kapanış Futures fiyat $0.74′a düşüyor. 1. Yatırımcı
  1. Kontrat pazara göre ayarlanıyor. 125,000 x (.755-.74)=$1,500
  2. Yatırımcı 125,000 sfr teslim alıyor. Ödüyor.
    2.yatırımcı
    125,000 x .74 = $92,500
    Ödüyor.


Futures pazarda takas sistemi alım-satımlarda ticari riski oldukça azaltmaktadır. Buna karşılık vadeli forward işlemlerde taraflardan birinin yükümlülüklerini yerine getirmeme riski söz konusudur. Futures kontratlarda kazanç ve kayıplar günlük olarak seans sonrasında ödenmektedir. Kontratların pazara uyarlanması “marking to market” adı verilen bu uygulama yukarıdaki örnekte gösterilmiştir.

Günlük dengeleme futures kontratların ödememe riskini forward işlemlere göre oldukça azaltmaktadır. Yatırımcılar her gün fiyat dalgalanmalarından kaynaklanan kayıp ve kazançları karşılama durumundadır. Borçlarını ödeme güçlüğü içindeki yatırımcı vadeli sözleşmelerde olduğu gibi sözleşme sonunda büyük zararlarla karşılaşmaktansa günlük işlemler sonunda kayıplarını karşılama yoluna gitmektedir.

 

Mali gelecek sözleşmesinin sona erdirilmesi üç şekilde gerçekleşir;

1. Fiziki teslim (physical delivery)

Kontrata dayalı malın satın alınması veya satılması gerekir. Futures pazarlarda pozisyonların kapatılmasında fiziksel teslim çok nadir görülür.

2. Nakdi teslim (cash delivery)

Futures pozisyonların tasfiyesinde en yeni uygulamadır. Fiziksel teslime izin verilmeyen bazı kontratlar (endeks futures gibi) borsalarca konular ilkeler doğrultusunda nakden kapatılmaktadır.

3. Karşıt (ters) işlemle kapatılması (offsettıng)

En sık rastlanan uygulamadır. Uzun pozisyon sahibi aynı ürüne dayalı, aynı teslim ayına sahip futures kontratı satın alarak kısa pozisyona geçmekte, buna karşılık kısa pozisyon sahibi aynı teknik koşulları taşıyan futures kontratı satın alarak (uzun pozisyona geçerek) pozisyonunu dengelemektedir. [10]

 Mali gelecek sözleşmelerinin yararlı yönleri

  • Riski aktarma
  • Gelecekteki fiyat belirsizliğini ortadan kaldırma
  • Likidite
  • Esneklik
  • Şeffaflık

Mali gelecek sözleşmelerinin sakıncalı yönleri

 

  • Riski tam karşılayacak tutarda mali gelecek sözleşmesi bulunmayabilir.
  • Başlangıç teminatı yatırma zorunluluğu mali yük getirir.

 

FUTURE İŞLEMLERİ AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARI

Future işlemlerin taraflara ve ekonomiye yaptığı en önemli katkı şüphesiz “risk minimizasyonu” konusundadır. Taraflar future işlem yapmakla, piyasalarda söz konusu olan fiyat dalgalanmalarından doğabilecek zarar risklerini bertaraf etmektedirler.

Future piyasalar, piyasada yer alan taraflar için, gelecek üzerindeki belirsizlikleri azalttığından dolayı, gerek üretici gerekse mali kesime gelecek üzerine planlar yapma olanağı tanımakta ve bu piyasaların olmaması halinde katlanılan stoklama, sigortalama ve finansman maliyetlerini en aza indirmektedir.

Future piyasalar, spot piyasalarda da gerek spekülasyon ve gerekse arbitraj yoluyla fiyat etkinliğinin sağlanmasına yardımcı olarak, tüketici kesime de dolaylı katkılarda bulunurken, future piyasalarda sözleşme konusu olan malların spot piyasalarının gelişimine de olumlu etkilerde bulunurlar. Ayrıca future piyasaların, yeni yatırım araçları yaratmasından dolayı, ülkedeki atıl fonların ekonomiye kanalize edilmesine yardımcı olduğunu söylemek de pek yanlış olmayacaktır.

Future piyasaların olumsuz özelliklerinden de bahsedecek olursak; future piyasaların standart oluşu, tarafların istedikleri nitelik ve miktarlar üzerine sözleşme düzenlemelerini engellemektedir. Ayrıca vade standardı ise risk minimizasyonu için piyasaya girenlerin bu amaçlarını tam anlamıyla yerine getirmelerini engelleyebilmekte ve tarafları “baz riski” ile karşı karşıya bırakabilmektedir. Zarar riskinden kurtulmanın bedeli, kar etme ihtimalinden vaz geçmek olmaktadır.

Future piyasalar, bütün piyasalarla olan sıkı ilişkisi ve ekonominin bütün kesimleriyle olan bağlantısı dolayısıyladır ki, önemli bir riski bünyesinde taşımaktadır. Future piyasalarda, küçük miktarlardaki harcamalarla büyük sözleşmeler yapılabilmesi, bu piyasaların işlem hacmini oldukça artırmıştır. Bu yüzden bu piyasalardaki en küçük bir güvensizlik ya da herhangi bir aracı kuruluşun iflası gibi bir durum, bütün ekonomide büyük bir rahatsızlığa veya buhrana sebep olabilecektir. Bu yüzden, kamunun bu piyasaları iyi takip etmesi, aracı kuruluşların mali yapılarının güçlü olmasına dikkart etmesi gerekmektedir. Bu da kamunun bu piyasalarda etkinliğini artırıcı bir rol olacaktır ki, bu durum serbest piyasa mekanizmasının istemediği bir durumdur. Bu yüzden bu sakıncanın bertaraf edilmesi için bu piyasalarda iç denetim mekanizmasının ve piyasada öz düzenleme kuruluşlarının öncelikle oturtulması gerekmektedir.[11]

VADELİ PİYASALARDA TAKAS SÜRECİ

Vadeli piyasalarda işlemin gerçekleştiği anda, hem alıcı hem de satıcı aldıkları pozisyonun değerinin belirli bir yüzdesi kadar teminatı (nakit ve nakit dışı) Takas Merkezi’ne yatırırlar. Söz konusu işlem Şekil 1’de gösterilmiştir.

Alınacak olan teminat, genelde takas gününe kadar olan riski karşılayacak şekilde hesaplanır. Bu teminat tutarının hesaplamasında temel alınan gösterge vadeli işleme konu menkul kıymet veya finansal göstergenin fiyat oynaklığıdır. Gelişmiş finansal piyasalara sahip ve makro dengeleri düzgün olan ekonomilerde sermaye piyasası araçlarının fiyat oynaklığı, gelişmekte olan ve enflasyonist baskı yaşayan ülkelere göre daha az olduğundan, vadeli işlemlerde alınan teminatlar da genellikle daha azdır.

Vadeli piyasalarda başlangıçta her iki taraftan da alınan bu nakit ve nakit dışı teminatlar Takas Merkezi’nde toplanarak bir teminat havuzu oluşturulur. Bu teminat havuzu sayesinde piyasada pozisyonu olan yatırımcıların zarar etmeleri durumunda sisteme zarar vermeleri engellenmiş olur. Bir yatırımcının zarar etmesi ve bu zarar karşılığı istenen tutarı yatırmaması durumunda teminatına başvurulur ve pozisyonu piyasada likide edilir. Vade sonunda, Takas Merkezi’nde tutulan bloke teminatlar yükümlülüğün yerine getirilmesi şartıyla taraflara iade edilir.[12]

 

VADELİ İŞLEMLER PİYASASINDA NASIL POZİSYON ALINIR?

·      Vadeli işlem sözleşmesinde alım yapan yatırımcı, “uzun pozisyon”, satım yapan yatırımcı ise “kısa pozisyon” almış olur.

·      Vadeli işlem sözleşmesinde uzun veya kısa pozisyon tutan kişi, açık pozisyondadır. Piyasanın açık pozisyon durumu, seans içi pozisyon kapatma ve yeni pozisyon alma işlemleri netleştirildikten sonra, vadeli işlem sözleşme yükümlülükleri hala devam eden katılımcıların tuttukları açık pozisyon sayısını gösterir. Açık pozisyon sayısı, piyasadaki uzun veya kısa pozisyon sayısına eşittir.

·        Açık pozisyona sahip kişi, sözleşmenin vade sonu gelmeden ters bir pozisyon alarak pozisyonunu kapatabilir veya sözleşmenin vade sonuna kadar açık pozisyonda kalabilir. Açık pozisyonunu kapatarak piyasadan çekilmek isteyen bir yatırımcı;

a.   uzun pozisyonuna karşı, aynı vadeli işlem sözleşmesinde kısa pozisyona girer.

b.   kısa pozisyonuna karşı, aynı vadeli işlem sözleşmesinde uzun pozisyona girer.

·      Açık pozisyon sahibi, pozisyonu açık kaldığı sürece, bu pozisyon için yatırdığı teminatı geri alamaz.

·      Vadeli işlem sözleşmesinde uzun taraf olan bir yatırımcı, vadeli işlem fiyatı piyasada anlaştığı fiyatın üzerine çıktığı takdirde kar, altına düştüğü takdirde zarar ederken, kısa taraf olan yatırımcı ise, vadeli işlem fiyatı piyasada anlaştığı fiyatın altına düştüğü takdirde kar, üzerine çıktığı takdirde zarar eder.

·       “Aralık pozisyonu” (calendar spread) almak, vadeli işlem sözleşmeleri fiyatlarının farklı değişiminden yararlanmak amacıyla, aynı menkul kıymet üzerine düzenlenen vadeli işlem sözleşmesinin iki farklı işlem vadesinin birinde uzun diğerinde ise kısa taraf olmak demektir. İki sözleşme fiyatındaki değişimler sonucu yatırımcı kar/zarar edebilir. Aralık pozisyonu alırken, yatırımcı açısından karar verme kriteri, fiyat hareketinin yönünden ziyade, söz konusu iki sözleşme arasındaki fiyat farklılığının düşük veya yüksek olup olmayacağı hususudur.

·      Vadeli işlemler piyasasında “aralık pozisyonu”nun yanısıra, “ürünlerarası aralık pozisyonu” (intercommodity spread) da alınabilir.[13]

 İşlem hacmi ile açık pozisyon sayısı (open interest) arasındaki fark;

 

Gerçekleştirilen her yeni işlem, işlem hacminde artışa neden olur. Belirli bir zaman içerisinde gerçekleştirilen işlemlerin toplamı işlem hacmini verir. Açık pozisyon sayısı ise belirli bir anda kaç tane açık pozisyonun olduğunu gösterir. İşlem hacminin ve açık pozisyon sayısının 0 olduğunu ve piyasada sadece 2 yatırımcı (yatırımcı A ve yatırımcı B) olduğunu var sayalım: Eğer yatırımcı A, yatırımcı B’ye bir sözleşme satarsa, bir işlem gerçekleşir ve işlem hacmi 1 olur. Aynı zamanda yatırımcı A ve yatırımcı B’nin her birinin açılmış bir pozisyonu olduğu için açık pozisyon sayısı da 1 olur. Eğer  yatırımcı B bu açık sözleşmeyi yatırımcı A’ya geri satarsa işlem hacmi 2’ye çıkarken her iki tarafın da açık pozisyonu olmadığından açık pozisyon sayısı 0’a düşer.[14]

 

BAZ RİSKİ NEDİR ?

·      Vadeli işleme konu ürünün vadeli işlem fiyatı ile spot piyasa fiyatı arasındaki farka “baz” denir.

·      Spot piyasadaki fiyat değişimi ile vadeli piyasalardaki fiyat değişimi birebir aynı ise baz sabittir. Bununla birlikte, vadeli işlem piyasalarında genelde baz, vadeye belli bir süre varken genelde pozitiftir ve vade sonuna doğru azalarak, vade sonunda sıfır olur.

·        Özellikle korunma amaçlı işlemlerde, sözleşmenin vadeye kadar tutulması düşünülüyor ve korunma periyodu ile sözleşmesinin vadesi uyuşmuyorsa o zaman baz riski vardır. Bu durumda, vadeli işlem sözleşmesinde “kısa korunma”da olan yatırımcı;

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha fazla artarsa,

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha az düşerse,

- spot fiyat artar ve/veya vadeli işlem fiyatı düşerse

baz değişiminden kar elde eder.

Vadeli işlem sözleşmesinde “uzun korunma”da olan yatırımcı ise;

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha az artarsa,

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha fazla düşerse,

- spot fiyat düşer ve/veya vadeli işlem fiyatı artarsa

baz değişiminden kar elde eder.

VADELİ PİYASALARDA TEMİNAT SİSTEMİ NASIL ÇALIŞIR ?

·      “Başlangıç teminatı”, vadeli işlem sözleşmesinde uzun veya kısa pozisyon almak için yatırılan teminat olup, fiyat dalgalanmaları dolayısıyla ortaya çıkacak zararları karşılamak için Takas Kurumu tarafından işlemin her iki tarafından da alınır.

·      Sahip olunan pozisyon açık tutulduğu sürece, söz konusu pozisyon için yatırılan teminat geri çekilemez.

·      Vadeli işlem sözleşmesinde pozisyon alındığı andaki fiyat ile cari uzlaşma fiyatı arasındaki fark, açık pozisyon sahiplerinin hesaplarına yansıtılır. Bu işleme, “hesapların güncelleştirilmesi” (marking to market) denir. Söz konusu işlem sonucunda, teminat hesabı bakiyesinin başlangıç teminat tutarını aşması durumunda, aşan kısım yatırımcı tarafından hesaptan çekilebilir.

·      Olumsuz fiyat değişimleri karşısında teminat hesabının bakiyesi azalır. Aracı kurum, teminat hesabının belli bir tutara kadar azalmasına, yatırımcıdan teminatını tamamlamasını istemeden, izin verebilir. Bu sınıra “sürdürme teminatı” denir. Açık tutulan pozisyon için yatırılmış bulunan teminatın bakiyesi sürdürme teminatı düzeyine gerilediğinde veya daha altına düştüğünde, yatırımcının teminatını eski düzeyine getirmesi, yani başlangıç teminatı seviyesine çıkarması için çağrıda bulunulur. Buna “teminat tamamlama çağrısı (margin call)” denir.

·      Pozisyon kapatıldığı zaman veya sözleşmenin vade bitiminde, yatırımcının teminat hesabındaki bakiye serbest bırakılır. Fiziksel teslimatın söz konusu olduğu durumunda ise, vade sonunda satıcı taraf teslimat yükümlülüğünü alıcı taraf da nakit yükümlülüğünü yerine getirir.

 İMKB VADELİ İŞLEMLER PİYASASININ KISA GEÇMİŞİ

Vadeli İşlemler Piyasası Müdürlüğü, para ve sermaye piyasalarında işlem yapan yatırımcılara ve portföy yöneticilerine hem riskten korunma imkanı sağlamak, hem de etkin bir portföy yönetimi imkanı sunmak amacıyla 3 Mayıs 1994’de kurulmuştur.

1995 yılından beri piyasa katılımcıları için çeşitli üniversitelerimizden öğretim üyelerinin de yardımıyla eğitim programları düzenlenmektedir. Üye temsilcileri öncelikle teorik eğitim almaktadır. Teorik eğitimde başarılı olanlar için alım satım sistemini tanıtmak üzere uygulamalı eğitimler yapılmaktadır. Bugüne kadar yaklaşık  500 temsilci teorik eğitimi, 200 temsilci de uygulamalı eğitimi başarıyla tamamlamıştır.

Borsada işlem görecek vadeli işlem ve opsiyon sözleşmelerin işlem yöntemine ilişkin yapılan değerlendirmeler sonucu işlemlerin elektronik ortamda gerçekleşmesi ilkesi benimsenmiş ve bu doğrultuda kullanılacak alım satım sisteminin yazılım çalışmalarına 1997 yılında başlanmıştır. Yabancı bir yazılım şirketiyle ortak ürün şeklinde  geliştirilen alım satım sistemi, yapılan testler ve simülasyon çalışmaları ile kullanıma hazır hale getirilmiştir.

Piyasamızın hukuki altyapısını oluşturan 2001 yılı Şubat ayında dalgalı kur sistemine geçilmesiyle birlikte döviz kurlarının gelecekte alacakları değerlere ilişkin belirsizlik artmış, bunun üzerine, döviz üzerine vadeli işlem sözleşmelerinin işlem göreceği piyasanın açılması çalışmaları hızlandırılmıştır. Bu doğrultuda, 15 Ağustos 2001 tarihinde, TL/Dolar vadeli işlem sözleşmeleri Borsa salonu ortamında işleme açılmıştır.

Piyasanın açılışını takiben yeterli gelişmenin sağlanaması nedeniyle üye temsilcilerinin Borsaya gelmesine gerek olmaksızın işlem yapabilmelerini teminen 3 Ocak 2002 tarihinden itibaren üye merkez ofislerinde telefonla emir kabulu uygulamasına geçilmiştir.

2003 yılı sonunda ise yıl boyunca piyasalarda gözlemlenen istikrar ve bunun sonucuvolatilitelerin düşmesi dikkate alınarak teminatlar düşürülerek işlem maliyetlerinin azaltılmış, dış ticaretimizin kompozisyonu dikkate alınarak TL/Euro vadeli işlem sözleşmeleri işleme açılmış, daha çok yatırımcıya hitap edilmesi amacıyla sözleşme büyüklükleri düşürülmüş ayrıca TL ödemeli hazine bonosu ve devlet tahvillerinin de teminata kabul edilmesine karar verilmiştir.

 ALIM SATIM SİSTEMİNİN ÖZELLİKLERİ

Alım satım sistemi, yetkili temsilciler tarafından Borsa salonundaki kullanıcı terminallerinden girilen ya da üye merkez ofislerindeki yetkili üye temsilcileri tarafından telefonla piyasa eksperlerine bildirilen emirlerin fiyat ve zaman önceliğine göre eşleşmesi esasıyla çalışmaktadır.

Emirler hesap numarası ile girilmekte ve eşleşme sırasında ilgili hesaplarda yeterli teminatın olup olmadığı sistem tarafından kontrol edilmekte, yeterli teminat yoksa iptal edilmektedir. İşlemin her iki tarafındaki hesaplarda yeterli teminat olması durumunda işlem gerçekleşmekte ve hemen ardından hesaplardaki bloke teminat ve pozisyon bilgileri güncelleştirilmektedir. Sistem, gün içinde de fiyatlar değiştikçe, belirli periyodlarda hesap bazında kar/zarar tutarlarını hesaplayarak risk yönetimi yapmaktadır. Dolayısıyla, piyasada gerçekleşen tüm işlemler hesap bazında on-line takip edilmektedir. Alım satım sistemi günlük ve tarihsel bazda, özellikle gözetim amaçlı raporlar üretilmesine imkan sağlamaktadır. 

Vadeli İşlemler Piyasası üye temsilci ekranı NT (Windows) tabanlıdır. Kullanıcı ekranları kullanıcının türüne göre farklı dizayn edilmiş olup, tüm sorgu ekranları dinamik olarak güncellenmektedir. Alım satım sistemine girilebilen emir türleri arasında, özellikle profesyonel yatırımcıların ihtiyaçlarına cevap verecek stop-loss emirleri bulunmaktadır.

İMKB Takas ve Saklama Bankası AŞ ile kurulan sürekli bağlantı sayesinde, Takasbank nezdindeki hesaplara yatırılan teminatların toplam tutarı anında piyasamız alım satım sistemine gönderilebilmektedir.[15]

 IMKB VADELİ İŞLEM PİYASASINA İLİŞKİN GENEL BİLGİLER

Vadeli İşlemler Piyasası’nda 10:00-14:00 arasında tek bir seans yapılmakta, 12:00-13:00 arasında öğle arası verilmektedir. Sözleşme büyüklüğü Amerikan Doları vadeli işlem sözleşmeleri için 10,000 Dolar, Euro vadeli işlem sözleşmeleri için 10,000 Euro günlük fiyat marjları %20 ve sözleşme başına alınan teminat ise sözleşme büyüklüğünün %12’si olarak belirlenmiştir.

 Piyasada bir kısa veya bir uzun pozisyon almak için, Euro sözleşmeleri için 2 milyar TL , Amerikan Doları sözleşmeleri için ise 1,750 milyon  TL tutarında (sözleşme büyüklüğünün % 12’si) başlangıç teminatı yatırmak gerekmektedir. Başlangıç temiantının en az % 30’u nakit TL olarak tutulmak zorundadır. Nakit dışı teminat olarak döviz ve dövize endeksli tahviller kabul edilmektedir. Diğer taraftan, bir vadede uzun diğer vadede kısa pozisyon alınması durumunda spread (yayılma) pozisyonu oluşmakta, spread pozisyonları için ise 1 milyar TL teminat alınmaktadır. Sürdürme teminatı ise başlangıç teminatının %80’i olarak belirlenmiştir. Piyasamızda tüm takas işlemleri ve teminat takibi Takasbank tarafından yapılmaktadır.

PİYASADA İŞLEM YAPACAK YATIRIMCILARIN İZLEMELERİ GEREKEN PROSEDÜR

İlk aşamada döviz üzerine düzenlenen vadeli işlem sözleşmelerinin işlem görmesi nedeniyle, spot döviz piyasasında işlem gerçekleştirebilen bankalar üyeliğe kabul edilmiştir. Piyasamızda aracılık faaliyetinde bulunabilecek üyelerimiz, internet sitemizin ÜYELER bölümündeki listeden görülebilir. Piyasanın gelişimi ve işlem gören enstrümanların çeşidinin fazlalaşmasıyla birlikte, üye sayısının artması beklenmektedir.

Piyasada işlemler hesap bazında takip edilmektedir. Vadeli İşlemler Piyasası’nda işlem yapacak her müşterinin hesap açılmadan evvel, içeriği Borsa tarafından hazırlanan ve iyasada işlem gören enstrümanların özelliklerinin anlatıldığı “Risk Kılavuzu”nu okuduklarına ve anladıklarına dair “Risk Taahhütnamesi”ni imzalaması zorunludur.

Aracı kuruluşlar, müşterilerden, bir önceki bölümde belirtilen düz pozisyon teminatı ve spread teminatından daha fazla teminat talep etmeleri ve sürdürme teminatı oranını yükseltmeleri mümkündür.[16]

Vadeli İşlem Sözleşmelerine Konu Teşkil Eden Ürünler

Vadeli işlem sözleşmelerinin temel aldığı ürünler (veya varlıklar), genel bir sınıflamayla iki gruba

ayrılabilir.

a- Finansal varlıklara dayalı vadeli işlem sözleşmeleri

i- Uzun Dönem Devlet Tahvilleri

US T-Bond; UK Long Gilts; Deutschland Bunds; İtalyan Devlet Tahvilleri (BTP)

Japon Devlet Tahvilleri (JGB); Fransız Devlet Tahvilleri (Notionnels); …

ii- Orta Vadeli Devlet Tahvilleri

US T-Notes; Orta Vadeli Alman Devlet Tahvilleri(Bobl); …

iii- Kısa Dönem Faiz Oranına bağlı varlıklar

-Üç aylık ABD Hazine Bonosu; üç aylık Fransız Hazine Bonosu; …

-Üç ay vadeli Eurocurrency Sözleşmeleri

(Eurodollar; Euroyen; LIBOR) ; …

-Üç ay vadeli Mevduat Sertifikası (ABD’de dolar bazında); Üç ay vadeli EURO ; …

iv- Döviz Kurları (Currencies)

Brezilya Kuruzerosu; Alman Markı; Kanada Doları; Japon Yeni; İngiliz Sterlini ;

İsviçre Frangı; Fransız Frangı; Avustralya Doları; …

v- Tek tek hisse senetleri için hazırlanan vadeli işlem sözleşmeleri

vi -Endeks üzerine düzenlenen vadeli işlem sözleşmeleri TOPIX (Japonya, Singapur);

IBEX35 (İspanya-MEFF RV); CAC40 (Fransa-MATIF);

Ibovespa (Brezilya-BM&F); S&P100 (ABD-CBOE); ValueLine (ABD);

S&P500 (ABD-CME); FT-SE100 (İngiltere-LIFFE); Nikkei 225 (Japonya-Osaka) .

vii -Enflasyon oranı ve Tüketici fiyat endeksi gibi ekonomik ve hava durumu gibi ekonomik

olmayan diğer değişkenler üzerine hazırlanan

vadeli işlem sözleşmeleri.

b- Çeşitli mallar üzerine vadeli işlem sözleşmeleri

i- Tarım ürünlerine dayalı vadeli işlem sözleşmeleri

- Soya fasulyesi (soybeans)

- Domuz işkembesi (pork bellies)

- Mısır (corn)

- Canlı sığır (live cattle)

- Besi sığırı (feeder cattle)

- Soya fasulyesi yağı (soybean oil)

- Kakao (cocoa)

- Kahve (coffee)

- Portakal suyu (orange juice)

- Şeker (sugar)

- Buğday (wheat)

- Yulaf (oats)

- Soya fasulyesi unu (soybean meal)

- Canlı domuz (live hogs)

- Kereste (lumber)

- Deniz mahsülleri (seafood)

ii- Doğal kaynaklara dayalı vadeli işlem sözleşmeleri

- Altın (gold)

- Gümüş (silver)

- Ham petrol (crude oil)

- Isınmada kullanılan petrol (heating oil)

- Alüminyum (aluminum)

- Bakır (copper)

- Paladyum (palladium)

- Platinyum (platinum)[17]

 

 

VADELİ İŞLEM VE OPSİYON BORSASI A.Ş. (VOBAŞ)

Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası AŞ, Sermaye Piyasası Kurulu’nun 17/8/2001 tarihli ve 9/1101 sayılı Kararına dayanan, Devlet Bakanlığı’nın 3/9/2001 tarihli ve 2381 sayılı yazısı üzerine, 2499 Sayılı Sermaye Piyasası Kanununun 40’ıncı maddesine göre, 19/10/2001 tarih, 24558 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 2001/3025 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulan ülkemizdeki ilk özel borsa kuruluşudur. Borsamız, 4.7.2002 tarihinde Ticaret Siciline tescil edilmiş olup, bu tescil 09/07/2002 tarihli Ticaret Sicili Gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir milyon üyesi, 350’nin üzerinde oda ve borsanın bağlı olduğu yapısıyla iş aleminin en büyük temsilcisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası’nın kuruluşuna öncülük etmiş olan yüzyılı aşan bilgi ve tecrübesi ile İzmir Ticaret Borsası, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, finans kurumları arasında seçkin yere sahip bulunan İş Yatırım Menkul Değerler A.Ş, Koçbank A.Ş, Vakıflar Bankası T.A.O, Garanti Bankası T.A.Ş, Akbank T.A.Ş, Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası A.Ş, takas işlemlerinde uzmanlaşmış olan İMKB Takasbank A.Ş ve  Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kuruluşlar Birliği ortaklarımız arasında yer almaktadır.

Vadeli işlem ve opsiyon borsaları liberal ekonomik sistemlerin vazgeçilmez kurumlardan biridir. 2002 yılı rakamları ile dünyada vadeli işlem borsalarının işlem hacmi 100 trilyon doların üzerinde olup, yılda 4.5 milyar sözleşme alınıp satılmaktadır. İşlem hacimleri finansal piyasalarda olumsuz gelişmeler yaşandığı dönemlerde de artmaya devam etmiştir.

Ülkemizde devlet her gün daha fazla alandan çekilmekte, fiyatların piyasada belirlenmesi yönünde hareket etmektedir. Ülkemiz Avrupa Birliğine girme yönünde ilerlemektedir. Bunun yanında, sermayenin uluslararası dolaşımının önündeki engeller kalkmakta, her işletme dünyadaki gelişmelerden etkilenmektedir. Bu gelişmeler, yabancı işletmelerin kullandığı risk yönetim araçlarının ülkemizdeki işletmelerin hizmetine sunulmasını zorunlu hale getirmektedir. [18]

Borsamız bu ihtiyaçların en etkin şekilde karşılanması için örgütlenme çalışmalarına devam etmektedir.

Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası A.Ş.’nin  kuruluş amacı ve faaliyet konusu, 4487 Sayılı Kanun’la değişik  2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu ve ilgili mevzuat hükümlerine uygun olarak; vadeli işlem ve opsiyon sözleşmeleri ile  her türlü  türev araçtan  oluşan  sermaye piyasası araçlarının  işlem göreceği piyasaları oluşturmak, geliştirmek, güven ve istikrar içerisinde, serbest rekabet koşulları altında, dürüstlük ve açıklık ilkeleri çerçevesinde faaliyette bulunmasını sağlamaktır.

Vadeli işlem borsası, fiyat ve faizlerin dalgalı seyrettiği bir ortamda işletmelerin risklerini etkin bir şekilde yönetmelerine imkan sağlayacak araçları sunmayı hedeflemektedir. Bu hedefi gerçekleştirmek üzere, kurulduğumuz ilk yılda önemli çalışmalara başlanmıştır. İşlem ve takas sisteminin seçimi ve edinilmesi, sözleşmelerin dizayn edilmesi, etkin bir iç kontrol sisteminin kurulmasına yönelik çalışmalar başarıyla yürütülmektedir.

Vadeli İşlem Borsasının, kurumların ve kişilerin risk yönetim ihtiyacını karşılayarak, ekonominin daha sağlıklı işlemesini ve gelecekteki risklerinden korunmalarına imkan sağlayacak sosyal ve iktisadi fonksiyonları vardır.  Bu yönüyle Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası A.Ş., diğer ticari kuruluşlardan ayrılmaktadır. Varlığını sürdürebilmesi için mutlaka faaliyetlerinden  bir gelir elde etmesi zorunluluk ise de, kar elde etmek tek amaç değildir.

Öncelikli hedefleri amaca uygun olarak başarılı bir risk yönetim platformu oluşturmaktır. Yatırımcıları koruyan, şeffaf, piyasa taleplerini optimum oranda karşılayan  ve uluslararası piyasalara entegre olmuş, dünya standartlarında bir borsa kurmak öncelikli hedefleri arasındadır.

Tarihi misyon ve sorumluluk bilinciyle, dinamik, piyasa ile uyumlu, teknolojinin tüm imkanlarından yararlanarak  modern bir vadeli işlem borsasını ülkemize kazandırmayı hedeflemektedirler.    2002 yılı Ekim ayında başladıkları çalışmalarına, en kısa sürede faaliyete geçmek üzere devam etmektedirler. Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası’nın  ekonomik sistem içerisinde kısa sürede yerini alarak hızlı bir gelişim göstereceğine inanılmaktadır. Eğitim ve tanıtım faaliyetlerini başarının anahtarı olarak görünüyor.[19]

FİYATLAR HAKKINDA BİLGİ EDİNMEK

Vadeli işlem piyasaları sayesinde bir ürünün gelecekteki fiyatı hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir. Ürünün ileri bir tarihte teslimi yükümlülüğü üstlenildiği için söz konusu ürüne ait vadeli işlem sözlesmesi fiyatı ürünün vade bitim tarihindeki spot fiyatına ait beklentiyi yansıtmaktadır . İsteyen herkes kolaylıkla vadeli işlem fiyatlarını öğrenebilmekte , yatırımları ile ilgili kararlar alabilmektedirler. Örnegin depolanabilir ürünlerin depolama ve nakit akiş planlamalarında büyük firmalar vadeli işlem fiyatlarını inceleyerek karar vermektedirler . Arz ve talep beklentilerine göre stoklarini ayarlayan firmalar zaman içinde ürünün dengeli dağılımını sağlayarak piyasadaki çalkantıları ve manipülasyonları önlemiş olurlar.

Vadeli işlem piyasalarının gelecekteki spot fiyatlar hakkında fikir vermesi sayesinde firmalar daha az maliyetle üretim planlaması yapabilmekte , ekonomik kaynaklarını daha verimli kullanabilmektedirler. Böylece ürüne ait arz ve talep dengesi sağlanmaktadır. Örneğin bir ürüne ait vadeli işlem fiyatlari yüksekse üreticiler bu ürünü üretmeyi amaçlayacaklar ve arz miktarının en azından yeterli düzeye çıkmasına neden olacaklardır. Eğer ürünün vadeli işlem fiyatı düşük ise üreticiler gereksiz miktarda üretim yapmayacaklar , stoklama maliyetlerini düşürüp verimliliği arttıracaklardır.

RİSKTEN KORUNMAK

Vadeli işlem piyasalarının en önemli kullanim amacı yatırımcıyı fiyat değişimi riskinden korumaktır. Yatırımcı spot piyasada aldığı pozisyonun tersi pozisyonu vadeli işlem piyasasında almaktadır . Yani spot piyasada satış pozisyonunu alan yatırımcı vadeli işlem piyasasında alış pozisyonunu , spot piyasada alış pozisyonu alan yatırımcı vadeli işlem piyasasında satış pozisyonu alarak bir piyasadaki kaybını diğer piyasadaki kazanci ile dengelemeyi amaçlamaktadir. Kayip ile kazancin esit miktarda olması durumunda tam korunma sağlanmış olmaktadır. Bu korunma sayesinde arz ve talepten kaynaklanan fiyat belirsizliğinin maliyeti azaltılmış olmaktadır.

Houthaker’a göre belirsizlik malın üretimi ile tüketimi arasındaki zaman farkından kaynaklanmaktadır. Bu zaman diliminde üretim ve tüketim düzeyi ile ilgili olusan yanlış beklentiler fiyat dalgalanmalarına yol açmaktadır. Iki tip belirsizlik mevcuttur: Sosyal belirsizlik ve kişisel belirsizlik Sosyal belirsizlikte kişiler kendi üretim ve tüketim miktarlarını bilmekte fakat başkalarının üretim ve tüketim miktarlarını bilmedikleri için ne şekilde davranmalari gerektiğini ve fiyatlarda ne şekilde değişmeler olacağını bilmemektedirler. Kisisel belirsizlikte ise gelecekteki ekonomik şartlarin belirlenememesinden dolayı kişiler kendi üretim ve tüketim miktarlarını da belirleyememektedirler .

Vadeli işlem piyasalarında yapılan riskten korunma uygulamasıyla aşırı mal stoğu tutmaktan veya fazla sayıda ileride teslim taahhüdüne girmekten kaynaklanan riskler azaltılmış olmaktadır. Üretici ( yatırımcı ) vadeli işlem sözleşmesi satarak söz konusu ürüne sahip olmadığı halde, örneğin ürünü henüz tarladayken , sözleşmeye konu olan ürünün spot fiyatında gelecekte meydana gelebilecek düşmeye karşı korunabilmektedir. Bu tip korunmaya açığa korunma denilmektedir. Üretici ( yatırımcı ) , örneğin pamuğa dayalı üretim yapan bir tekstil firması, pamuğa dayalı vadeli işlem sözleşmesi satın alarak ürünün spot fiyatında gelecekte olabilecek yükselmeye karşı korunabilmektedir . Örneğin bu tip korunmaya uzun korunma ismi verilmektedir.

Yatirimci riskten korunma uygulamasıyla fiyat riski yerine baz riski üstlenmektedir. Vadeli işlem sözleşmesinin spot fiyata göre farklı fiyatlandırılması sonucu baz değerinin değişmesi baz riske yol açmaktadır. Baz değer ise vadeli işlem fiyatı ile spot fiyat arasındaki fark olarak tanımlanmaktadır.

Vadeli işlem sözleşmesine konu olan ürün ile yatırımcının riskten korunmayı amaçladığı ürün aynı değilse çapraz korunma yapılmış olmakta fakat yatırımcı söz konusu her iki ürünün spot fiyatı arasındaki farktan kaynaklanan çapraz korunma riskine maruz kalmaktadır. Bu risk spot piyasadaki fiyat riskine göre daha az olduğu için vadeli işlem piyasalarında riskten korunmak amacıyla yararlanılmaktadır. Vadeli işlem piyasalarının araştırma maliyetlerini azaltıcı ve bilgi akışını hızlandırıci özelliği de riskten korunmak isteyenlere yardımcı olmaktadır.

SPEKÜLASYON YAPMAK

Riskten korunmak isteyenlerin riskini üstlenerek daha fazla kazanç sağlamak amacıyla vadeli işlem piyasasında işlem yapma eylemine spekülasyon yapmak denilmektedir. Yani risk , riskten korunmak isteyenlerden spekülatörlere transfer edilmektedir. Spekülatörler vadeli fiyat ile beklenen spot fiyat arasında fark olduğu zaman spekülatif pozisyon almaktadirlar.

Eğer herhangi bir malın vadeli işlem fiyatının gelecekteki spot fiyatindan daha düsük olduguna inanirlarsa vadeli islem piyasasinda alis yapmakta, vadeli islem fiyatının gelecekteki spot fiyatından daha yüksek olduğuna inanırlarsa satış yapmaktadırlar. Tahminleri veya hesaplari doğru çikarsa spekülatörler kâr etmektedirler .

Vadeli işlem piyasasında spekülatörün rolü doğru tahminde bulunarak , riskten korunmayı amaçlayanların arz ve talep ilişkisinden yararlanmaya çalışmaktır. Riskten korunanlarsa risklerini azaltmak için vadeli işlem piyasalarını kullanmaktadırlar ve bu nedenle piyasada işlemlerin gerçek maliyetinin üzerinde ödeme yapmaya isteklidirler.

Spekülatörlerin varlığı sayesinde riskten korunmak isteyenlerin arz ve talepleri karşılanabilmektedir. Spekülatörlerin yokluğu piyasadaki likiditeyi azaltmakta , piyasa katılımcılarının arz ve taleplerinin yeterli derecede , hatta hiç , karşılanamamasına neden olmaktadır. Bazı girişimleri fiyat dengesizliklerine yol açsa da spekülatörler vadeli ve spot fiyatlar arasi farklılığın belirli bir aralıkta kalmasını sağlamaktadırlar .

Bu kişilerin alım – satımları fiyat düşüşlerinde destek noktası, yükselişlerinde direnç noktası oluşmasına neden olabilmektedir . Spekülatörler yaptıkları işlemlerden kazanç sağlayabilmek amacıyla sözleşmeleri kolayca nakide çevirmeye imkan verecek likiditeye sahip olan ve sözlesme sartlarinin yerine getirileceğine dair yeterli güvenliği sağlayan piyasaları tercih etmektedirler.

Spekülasyon Tipleri

Spekülasyon tipleri arz ve talep haberlerine dayali spekülasyon ve fiyat eğilimi tahminine dayalı spekülasyon olarak ikiye ayrılmaktadır.

a) Arz Ve Talep Haberlerine Dayalı Spekülasyon

Bu spekülasyon tipini gerçekleştirenler ikiye ayrılmaktadır : fiyat düzeyi tüccarları ve haber tüccarları.

Fiyat düzeyi tüccarları fiyat düzeyi hakkında muhakeme yapmalarina yardımcı olacak haber ve belgelerle ilgilenmektedirler . Örnek olarak hasat zamanı buğday fiyatlarının ineceğini ve sonra yavaş yavaş yükseleceğini esas alan spekülatör verilebilir.

Haber tüccarları ise beklenen arz ve talep değişimlerinin belirtilerini veren haberler ile ilgilenmektedirler. Bu tip spekülasyon yapanlar elde ettikleri bilgiyle alım satım yapmadan önce fazla beklememektedirler . Bekleme süresi fiyat düzeyine bağlı olarak alım satım yapanlara göre daha kısadır .

Her iki tip spekülatörde bilgilerini diğer yatırımcılardan gizlemek amacıyla borsa salonunda çalışmamakta , işlemlerini ofislerinden yürütmektedirler.

b) Fiyat Eğilimi Tahminine Dayali Spekülasyon

Bu spekülasyon çeşidinde iki tip spekülatör bulunmaktadir . Kısa süreli alım satım yapanlar ve pozisyon tüccarları.

Kısa süreli alım satım yapanlar işlemlerini çok kısa zaman aralıklarında gerçekleştirmektedirler. Zaman aralıkları bir kaç dakikadır. Bu tip spekülatörler fiyat düştüğünde satın almakta, bir kaç dakika sonra fiyat yükseldiğinde satmaktadırlar. Elde tutma süresi kısa olduğu için kazançları azdır , fakat bu işlemlerini sık sık tekrarlayarak kazançlarını arttırmaktadırlar.

Kısa süreli alım satım yapanlar işlemlerini ekonomik göstergelere ve hükümet programlarına fazla bakmadan , duygularıyla gerçekleştirmektedirler. Beş dakika içinde fiyatların ne olabileceğine dair teorileri vardır. Bu tip spekülatörler az miktardaki kazançlarini brokera komisyon ödeyerek sıfırlamamak için borsa salonundaki işlemlerini kendileri gerçekleştirmektedirler. Temel davranışları salondaki kalabalığın duygularını anlamak ve sonra harekete geçmektir.

Kısa süreli alım satım yapanlar kendi aralarında üçe ayrılmaktadırlar : Birim değişime göre alım satım yapanlar , gün boyunca alım satım yapanlar ve günden güne alım satım yapanlar.

Birim degişime göre alım satım yapanlar için degişimin anlamı minimum fiyat değişimidir. Amaçları genel olarak normal piyasa şartlarında son fiyatın 1/8 sent altında almak veya 1/8 sent üstünde satmaktır.

Gün boyunca alım satım yapanlar günlük seans boyunca alım satım yaparak kazanç sağlamaya çalışmaktadırlar. Geceye taşıdıkları pozisyonların değeri gündüz yaptıkları işlemlere göre çok düşüktür. Bunun nedeni ise gece boyunca karşılaşabilecekleri olaylarin spekülatif durumlarını olumsuz etkileme riskidir. Örneğin sel felaketinin tarlalardaki ürünlere zarar vermesi o ürüne ait vadeli işlem fiyatlarının hızla yükselmesi borsada kısa pozisyonunu gece boyunca koruyan yatırımcıyı zarara ugratmıştır.

Günden güne alım satım yapanlar ise pozisyonlarını bir kaç gece korumayı göze alan , alım satımlarını yarım gün ile üç gün arasinda gerçekleştiren spekülatörlerdir.

Fiyat eğilimi tahminine dayalı spekülatör tipinin ikincisi pozisyon tüccarlarıdır . Bu spekülatörler haftalar , hatta aylar boyunca pozisyonlarını korumaktadırlar. Örneğin pozisyon tüccarı herhangi bir ürünün fiyatınin düşeceğine inanıyorsa o ürüne dayalı vadeli işlem sözleşmesi satacaktir. Beklentisi gerçekleşirse ters işlem yoluyla kazanç sağlayacak ; gerçekleşmezse zarar edecektir.

Forward ve futures kontratlarının arasındaki farklar

 

 Temel Özellikler yATIRIM Forward Futures
Riskten Korunma Aracı Evet Evet
Standart Sözleşmeler Hayır Evet
Borsada/Tezgahüstü Piyasada İşlem Görme Tezgahüstü Piyasa Borsa
Fiziki Teslimat Var Genelde Yok
Teminat Zorunluluğu Genelde Yok Var
Vadeye Kadar Nakit Akışı Yok Var
Kredi Riski Var Yok
Kaldıraç Etkisi Önemi Yok Var
Hak ve Yükümlülük Birlikteliği Var Var

 

Forward kontratı futures kontratının ilk biçimidir. Forward piyasasında mal alım-teslim anlaşması arada üçüncü bir parti olmadan alıcı ve satıcı arasında yapılır. Hem geleceğe dönük fiyat, hem de kontratta geçen miktar ve malın kalite özellikleri alıcı ve satıcı arasında saptanır. Burada üçüncü bir kurumun, anlaşma koşullarının bir parti tarafından bozulması halinde ek garantisi siz konusu değildir. Anlaşma koşullarına uymama diğer ticaret sözleşmelerinde olduğu gibi konuyla ilgili mahkemelerde çözümlenir. Mahkeme kararlarının uzun zaman alabilmesi forward kontratlarının güvenilirlik açısından istenilen düzeyde olmadığını gösterir. Futures piyasası bu eksiği ortadan kaldırmak amacıyla geliştirilmiştir.

Fiyatlama konusunda da forward ve futures işlemleri farklıdır. Forward’da geleceğe yönelik fiyat belirlemesi iki taraf arasında pazarlıkla saptanır. Buna karşın futures piyasası diğer menkul kıymet borsaları gibi çalışır. Belirli bir günde alıcılar ve satıcılar emirlerini verdikten sonra, arz ve talep koşulları o gün hatta o an için geçerli olan futures fiyatlarını belirlerler.[20]

  1. Para futures kontratları organize borsalarda işlem gören standart kontratlardır
  2. Kontratlar birim ya da lot olarak işlem görmektedirler.
  3. Para futures kontratlarının işlem gördüğü aylarda standart olup, mart, haziran, eylül ve aralık aylarıdır.
  4. Kontratlara ilişkin son işlem günü teslim ayının üçüncü çarşambasıdır.
  5. Forward anlaşmalardan farklı olarak futures kontratları için alıcı ve satıcıların borsa nezdinde açılacak bir hesaba teminat ya da marj yatırmaları gerekmektedir.
  6. Yabancı para futures kontratları banka ile müşteri arasında düzenlenen vadeli (forward) anlaşmalardan farklı olarak amerikan tipi kotasyona tabidirler.
  7. Vadeli (forward) pazarda fiyatlar genelde Avrupa sistemine göre (dolar başına yerel para) kota edilmiştir. Yabancı para futures kontratları banka ile müşterisi arasında düzenlenen forward anlaşmalardan farklı olarak Amerikan tipi kotasyona tabidirler.
  8. Vadeli kontratlar (forward) iki tarafça imzalanan özel anlaşmalardır.[21]
Forward Vadeli işlem Sözleşmesi (Future)
İki taraf arasında yapılan özel sözleşmelerdir ve organize borsalarda işlem görmezler Organize borsalarda  işlem görürler.
Tarafların ihtiyaçlarına göre düzenlenirler ve standart değildirler. Sözleşme özellikleri standarttır.
Temerrüt riski vardır. Satıcı belirlenen malı veya finansal ürünü teslim edemeyebilir veya alıcı da teslimatı kabul etmeyebilir. Kredi riski vardır. İşlemler takas kurumu tarafından garanti edilir. Tarafların birbirini tanıması gerekmez.
Vadeye sonuna kadar beklemek zorunluluğu vardır. Vade sonuna kadar beklemek gerekmez,  vade sonundan önce pozisyon kapatmak mümkündür.
Vadeye kadar nakit akışı yoktur. Piyasaya göre değerleme (marking to market) yapılmasından dolayı sürekli nakit akışı vardır.
Teminat zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla, kaldıraç etkisinden söz edilemez. Teminat yatırılması zorunludur. Kaldıraç etkisi vardır.
İşlemler şeffaf değildir. İşlemler şeffaf olarak kamuya açık yapılır.

Vadeli Mal (Emtia) Piyasalarının

Türkiye Ekonomisine ve Dış Ticaretine Sağlayacağı Yararlar

Vadeli işlem piyasalarının Türkiye’de, finans piyasalarını, kredi mekanizmasını, üretim ve dış ticaret faaliyetlerini tamamlayıcı bir yapı göstereceği tartışma götürmez bir gerçektir. Vadeli işlemler piyasasının genel fayda fonksiyonu şu şekilde özetlenebilir:

Pamuk fiyatlarının uluslararası piyasa şartları içerisinde gerçekçi bir şekilde oluşması sağlanacaktır. Piyasaların işleyişindeki kolaylık ve hız pamuk fiyatlarında daha iyi bir istikrar temin edecektir. Pamuk vadeli işlemler borsası, piyasada ürün arzının kesikli, ancak talebinin sürekli olmasından doğan yapısal sorunları ve dengesizlikleri gidererek devletin destekleme ihtiyacına bağlı olarak üstlendiği mali yükü azaltacaktır. Tekstil ve konfeksiyon sanayicileri ise, pamuk fiyatlarındaki çift yönlü hareketlenmelerden doğan fiyat riskini finans kesimine aktararak, risklerini dengeleme olanağına kavuşabileceklerdir. Aynı zamanda, üreticiler uzun vadeli satış ve üretim bağlantıları yapma imkanı bulacaklardır.

Sanayici borsadan aldığı fiyat sinyallerini değerlendirerek istikrarlı fiyat üzerinden girdi temin edebilecek, borsada oluşan fiyatlara bakarak üretim maliyetlerini ve satış fiyatını gerçekçi bir şekilde planlayıp, dış ve iç piyasaya karşı yükümlülüklerini zamanında yerine getirebilecektir. Üretim sonrasında depolama maliyetlerinde ve stoklara bağlanan finanssal giderlerde tasarruf sağlanarak, buradaki maliyet unsuru farklı alanlara kaynak olarak aktarılabilecektir. Sanayiciler ürün toplam maliyetlerini ve satış fiyatlarını daha rekabetçi bir düzeyde tutup, dış satışlarını geliştirerek ülkeye daha fazla döviz getirisi sağlayabileceklerdir. Diğer taraftan, vadeli işlemler geleceğe yönelik isabetli tahmin yapma olanağı sağlamaktadır. Böylece, üreticiler üretim planlarını, üretim tercihlerini ve üretim ikame imkanlarını daha gerçekçi bir şekilde yapabileceklerdir. Çünkü vadeli ürün borsalarının olduğu bir ortamda üreticinin piyasa koşullarına karşı duyarlılığı artacaktır. Bütün bunların yanı sıra ithalat ve ihracatçı dünya fiyatlarıyla ticaret yapma olanağına kavuşarak, uluslararası piyasalarda rekabet gücünü arttıracaktır. Ayrıca, ihracatçı uzun vadeli bağlantılara girmek ve bu bağlantıları risk yüklenmeden yerine getirmek imkanı bulacaktır. Fiyat riskinden korunan ihracatçı istikrarlı bir gelire kavuşacak ve pazar payını artırmayı isteyecektir.[22]

Vadeli işlemler piyasasında kontratların kayıt altına alınması sayesinde ticaretin izlenmesi kolaylaşacaktır. Pamuk gibi dünya genelinde halen önemli bir hammadde durumunda olan bir ürün üzerine kurulacak vadeli işlemler piyasası, gerekli kurumsallaşma sağlanacak olursa yabancı yatırımcıların da dikkatini çekecektir. İzmir’de kurulacak olan vadeli işlemler borsası Türkiye genelinde farklı ürünlerin, göstergelerin ve finanssal enstrümanların da vadeli işlemler kapsamına alınmasında öncü rolü oynayacaktır.

Sonuç

Vadeli işlem piyasaları, bünyesinde taşıdığı özellikler ile kullanıcılarına büyük kolaylıklar sağlayan günümüzün en fazla rağbet edilen finans ve risk aktarma araçlarının başında gelmektedir. Ekonomik kararları alan merkez ve piyasa güçlerinin en çok bilmek istedikleri konu olan gelecekteki fiyat konusu, vadeli işlem piyasalarının uygulandığı alanlarda otoritelere bir fikir vermektedir. Serbest piyasada bugünkü fiyatı belirlemede gösterilen başarı gelecek fiyatlarının belirlenmesinde gösterilememektedir. Vadeli işlem piyasalarının devreye girmesi piyasada yaşanan bu belirsizliği bir nebze olsun giderebilecektir.

Vadeli işlemlerin başarısı bu işlemlerin yapılacağı borsaların teknik yapıları ve iletişim imkanlarının geliştirilmesi, sistemin işleyişi, faaliyetlerinin çerçevesini belirleyen sağlam hukuksal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi ve oyuncuların yeterli biçimde aydınlatılarak belirli bir toplumsal altyapının oluşturulmasıyla mümkün olabilecektir. Vadeli işlem piyasalarının başarılı olabilmesinde en önemli unsurlardan birinin de ekonomik istikrar olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Bir diğer önemli nokta da piyasaların geniş tabanlara yayılarak sığlıktan, dolayısıyla sert fiyat hareketlerinden ve kolay manipülasyonlardan etkilenmesinin önlenmesidir. Ayrıca, piyasanın istikrar ve güven içinde işleyebilmesi için denetim mekanizmasının kurulması şarttır. Bu denetim mekanizması gerek borsa dışı denetim gerekse borsa içi otokontrol şeklinde örgütlenmelidir.

Altyapısıyla, teknik kapasitesiyle, eğitilmiş elemanlarıyla, istikrarlı denetimiyle, standartlarıyla geniş bir tabana yayılmış sağlıklı bir vadeli işlemler piyasasının Türkiye açısından önemli ekonomik işlevler üstleneceği şüphe götürmez bir gerçektir. 

KAYNAKÇA

  • Özmeriç, Hayri. Pamukta “Futures Market” Konusu ve Türkiye İçin Yararlanma İmkanları, Ege İhracatçı Birlikleri, Aralık 1989 
  • Erol, Doç. Dr. Ümit.Futures Piyasaları: Teori ve Pratik, Türkiye Bankalar Birliği, Ankara 1994 
  • Erdem, Yusuf. Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumunun Ekonomik Şartları, Türkiye Kalkınma Bankası A.Ş. , Ocak 1993 
  • www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm 
  • www.vob.org.tr 
  • IMKB, Staj Eğitim Programı Ders Notları, 2003 
  • Ersan, Prof. Dr. İhsan. Finansal Türevler 
  • www.baskent.edu.tr/~gurayk 
  • TSPAKB, Sermaye Piyasası Faaliyetleri Türev Araçlar Lisansı Eğitimi, Aralık 2002 

 


[1] www.vob.org.tr/faq

[2] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[3] Ebru Arısoy- Uzman Yardımcısı  Ekonomik Araştırmalar ve Değerlendirme Genel Müdürlüğü

[4] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 1

[5] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 24

[6] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 25

[7] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[8] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 45

[9] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[10] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[11] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 101

[12] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[13] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[14] www.vob.org.tr/faq

[15] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[16] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[17] Sermsye Piyasası Faaliyetleri Türev Araçlar Lisansı Eğitimi, TSPAKB, Aralık 2002

[18] www.vob.org.tr

[19] www.vob.org.tr

[20] Futures Piyasaları: Teori ve Pratik, Doç. Dr. Ümit Erol, Ankara 1994

[21] Finansal Türevler, Prof. Dr. İhsan Ersan, Sayfa 47

[22] www.vob.org.tr

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

BORSA CAİZ MİDİR?

Soru: Borsa caizmidir ?Cevap: Öncelikle Borsa hakkında net olarak şu cevabı verelim: Günümüz şartlarında borsa caiz değildir.

Maalesef borsa meselesi hemen hemen her radyo programımızda dile getirilmekte ve her defasında cevabımız aynı olduğu halde bu suâlde ısrar edilmektedir. Sanırım borsa meselesinde ısrarcı olanlar bizden şöyle bir cevap beklemektedirler:

“Borsada hissesi satışa arz edilen şirketlerin yaptıkları faaliyetler meşru ise bu firmaların hisse senetlerini borsada almak caiz, yok eğer faaliyetleri dinen meşru değilse bunların hisse senetlerini almak caiz değildir.”

Böyle bir cevap her ne kadar teorik olarak doğru olsa da uygulamada günümüz borsasıyla örtüşmediğinden bu şekilde verilecek cevap kanaatimizce doğru olmayacaktır.

Şunu ifade etmek isteriz ki borsa da sadece hisse senedi alınıp satılmamaktadır. Bunun için meseleye sadece bu yönden bakmak ( yani hisse senediyle herhangi bir şirkete ortak olma boyutuyla bakmak) doğru değildir.

Borsada alıp satılan kıymet ifade eden evraklar genel olarak 4 kısma ayrılmaktadır.

1-Devlet veya şirket tahvilleri.

2-Hazine bonoları.

3-İntifa senetleri.

4-Hisse senetleri.

Devlet veya Şirket tahvilleri: Bunlar genel olarak devletin yüksek faiz ve belli vadelerle kendi garantisinde piyasaya sürdüğü kıymet ifade eden evraklardır. Tahvil sahibinin alacağı yıllık faiz bu evrak vasıtasıyla belirtilmiştir. Bu evrakı satın alan kişi (şirket tahvilinde) şirketin genel kuruluna katılma veya şirket bilânçosunu tetkik etme gibi herhangi bir hakka sahip değildir. Sadece bu kişi, belirtilen aylık veya yıllık faizini alır.

Hazine bonosu: Bütçe açıklarını kapatmak için devletin kısa vadede vatandaşından borç para almasıdır. Bonoların satışında, tıpkı tahvillerde olduğu gibi 3ay, 6ay ve 1 sene sonra ne kadar faiz verileceği tayin edilir. Hazine bonosu ile tahvilarasındaki en belirgin fark şudur: Hazine bonosu en çok 1 yıl vadeli olurken, devlet tahvilleri ise 1 yıldan uzun vadeli de olabilir. Bunun yanı sıra hazine bonosunu satın alan kimse bu bonoyu herhangi bir resmi işte teminat olarak da kullanılabilir.

İslam Fıkhı açısından tahvil ve hazine bonolarına baktığımızda, sahibine önceden belirlenen miktarda sabit bir faiz geliri temin eden bir borç senedi olduğunu görürüz. Bunun için getirisi hangi oranda olursa olsun bu tip evrakları bir yatırım aracı olarak kullanmak dinimizin yasakladığı faiz olduğundan, caiz olmadığı bir gerçektir. Medyada din adına konuşan bazıları, her ne kadar bu tip evrakları, devletin alıp satmasından dolayı, devletin vatandaşına yardımı olarak telakki etseler de; mahiyetine baktığımızda bu görüşün doğru olmayıp İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu anlamaktayız. Zira faiz muamelesi ister devlet eliyle, ister şahıs eliyle, ister enflasyon oranında, isterse bu orandan fazla olsun faizdir, yani dinen yasaktır.

İntifa senedi: Bu tip senetler hakkında yapmış olduğumuz araştırmalarda, farklı tariflerin ve sonuçların olduğunu müşahede etmekteyiz. Ekonomistlerin bazıları intifa senedini şu şekilde tarif etmişlerdir: Şirket genel kurulunun alacağı kararla bazı kimselere çeşitli hizmetler sağlayan ve alacak karşılığı olarak kuruluştan sonra verilen ve sermaye payını temsil etmeyen hisse senetleridir.

Diğerlerinin tarifleri ise şu şekildedir: Ortaklığın devamı sırasında hisse senetlerinin ödenmesi, yani bedelinin geri verilmesi halinde, senet sahibi, senedin üzerinde yazılı olan değerini geri alır ve kendisine yeni bir senet verilir, işte bu senet intifa senedidir. Buna göre intifa senedi tıpkı sermayeyi temsil eden hisse senedi gibi sahibine ortaklık, genel kurul toplantılarına katılma hakkı verir. Kendisine sermaye payı geri verildiği için kâr payı isteyemez. Şu kadar var ki bu senet sahibi, sâfî kârın miktarına göre değişen temettü dağıtımında hak sahibidir. İntifa senetlerinin intifa hakları, sözleşme ile belli bir süre tespit edilerek kısıtlanmış ise, bu sure geçmekle intifa senetleri kendiliğinden hükümsüz olur.

Bu değerlendirmelere baktığımızda bu tip senet sahipleri, idda edildiği gibi kurumların ve şirketlerin hakiki manada ortakları değillerdir. Gelir amaçlı kurumlar aşırı kâr da etse, aşırı zarar da etse yine senette belirtildiği doğrultuda senet sahibinin alacağı nema yaklaşık olarak bellidir. Aynı şekilde zarara karşı da devlet güvencesi vardır ve devlet bu tür şirketlerden kâr güvencesi de ister. Hâlbuki dinimize göre ortaklılık kâr ve zarara olmalıdır. Yani parasını çalıştırması için verdiği tüccara kişinin; ben sadece kâra ortağım zarara karışmam verdiğim parayı alırım demesi caiz değildir. Ancak ortakların haricindeki üçüncü bir şahsın, parasını çalıştırmak için veren kimseye, (rabbu’l-mala) “sen paranı filancaya ver çalıştırsın, zarar ederse ben ödeyeceğim” demesi bu ortaklılığa zarar vermez. Meselemizde de zarara karşı güvence veren devlettir yani üçüncü şahıstır, firma değildir. Ancak devletin, firmadan garanti istemesi ve firmanın senet sahibine vereceği miktar, kâra endeksli olmaması bu işlemin dinen caiz kılmayan etkenlerdir. Zira fıkıhta yerleşmiş olan, “akitte itibar maksadadır, lafza değil” kaidesi doğrultusunda her ne kadar senet sahibine kâr veriliyor tabiri de kullanılsa, aslında bu intifa dinimizin yasak ettiği faiz muamelesidir. Bunun için caiz değildir.

Hisse senedi: Ortakların şirketteki paylarını temsil eden kıymetli evraktır. Diğer bir tabirle hisse senetleri anonim ve hisseli komandit şirketler tarafından çıkarılan ve belirli payları temsil etmek üzere, yasa ve sermaye piyasası kural ve şartlarına uygun olarak şirketçe düzenlenen kıymetli evrak niteliğindeki belgelerdir. Sahibine, şirket kârından pay alma, belli hisseye ulaşmak kaydıyla şirket yönetimine katılma, oy kullanma, tasfiyeden pay alma, şirket faaliyetleri hakkında bilgi edinme gibi ortaklık haklarından yararlanma imkânı verir.

Hisse senetleri iki ana guruba ayrılmaktadır. İmtiyazlı senetler ve âdi(normal) hisse senetleri. Bunlar içeriliğine göre sınıflandırılmışlardır. İmtiyazlı hisse senedi: Âdi (normal) hisse senedi ile tahvil karışımı bir özellik taşıyan ortaklık hakkıdır. Birçok ülkelerde kullanılmasıyla birlikte ülkemizde kullanılmadığından, bu kısım üzerinde durmayı faydasız buluyoruz. 

Âdi (normal)hisse senedi: Âdi senet türü İMKB’ de (İstanbul Menkul Kıymetler Borsasında) kullanılan ve genelde bilinen senet türüdür. Bu tip senet türü hamiline veya nâma yazılı olur. Yani tıpkı alacak senetlerinde veya çeklerde olduğu gibi sahibinin ismi üzerinde yazılır veya hamiline denerek herhangi bir kimlik bilgisi yazılmaz. Borsada işlem gören senetlerin hepsi hamiline yazılıdır. Nâma yazılı hisse senetlerinin borsada işlem görebilmesi, bu hisse senedinin borsaya “kote” dediğimiz kayıt altına alınmasıyladır. Bir senet için kote olmak demek, o senedin İMKB tarafından tanındığı ve alım satımının yapılmasına izin verildiği anlamına gelmesidir.

Hisse senetlerinin alım satımının dini hükmü:

Muasır İlim Adamlarından bazıları hisse senedinin alım satımını iki farklı yönden değerlendirmişlerdir.

1- Ticari işlemi caiz olan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Bu tip tasarruf da dinen bir sakınca yoktur. Hisse senedini alan kişi, şirketin mal varlılığına hissesi nispetince ortak olur, kâr ve zararına katılır. Dilediği zaman da hissesini bir başkasına satabilir.

2- Senedin temsil ettiği hakiki değerden bağımsız olarak değer kazanması. Ve bu tip senedi eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları takip ederek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alış verişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu ayırımı yapan muasır ilim adamları sonuç olarak şöyle demektedirler: Bu manada borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, benzemektedir. Senetlerin gerçek değerinin üstünde veya altında, pahalanıp ucuzlaması da bu görüşü teyit etmektedir. Bunun için borsa oynamak makbul bir ticaret görülmemektedir.

Hisse senedi fiyatlarının dalgalanışına baktığımızda yukarıda zikrettiğimiz görüşün doğruluğuna hak vermemek elde değildir. Şirket sahipleri bir sene hisse senedi fiyatlarının artmasına sebep olurken ikinci sene şirketi kötü durumda göstererek hisse senedi fiyatlarını düşürebilirler. Büyük yatırımcıların hisse senetlerinin borsada yükselip alçalmasına çok büyük etkenleri olduğu da yakın tarihimizde müşahede edilmiştir.

Diğer yandan borsada satışa arz edilen hisse senetleri, genelde Anonim Şirketlerinin hisse senetleridir. Bunun için anonim şirketinin dinimizce uygun bir şirket olup olmadığını bilmemiz bunların hisse senetlerini alıp almamanın hükmünü bilmemiz için de gereklidir.

Mevcut kanunlara göre şirketler iki kısma ayrılır: 1-Mal Şirketi 2-Şahıs Şirketi. Mal Şirketi sadece sermayeye dayanan, ortakların kendisinde rolü olmayan şirkettir. Bu şirket A.Ş şirketidir. Anonim şirket: Bir unvan ile esas sermayesi muayyen paylara bölünmüş ve borçlarından dolayı yalnız mevcut mala göre sorumlu olan bir şirkettir. Ortakların mesuliyeti, taahhüt etmiş oldukları sermaye payları ile sınırlıdır. Altı çizili satıra dikkat ettiğimizde fıkhen uygun olmayan şu sonucu görmekteyiz:

Şirket borcundan dolayı, ortakların şahsen dava edilmelerine kanunen imkân yoktur. Anonim şirketlerinin borçları, şirketi kuran kurucuların veya yönetim kurulunda olan kişilerin zimmetine taalluk etmeyip şirketin kasasındaki paraya ve şirket üzerine kayıtlı mala taalluk etmektedir. Hâlbuki fıkhen şirketin hakikatte bir şahsiyeti yoktur, şirketi oluşturan kişilerin zimmetleri vardır. Şirketin alacaklı olması veya borçlu olması, şirket sahiplerinin alacaklı veya borçlu olması demektir. Bunun manası şudur: Tasarrufa liyakatli olan kişinin zimmeti için belli bir limit yoktur. Bu kişinin borcu ne kadar çok olursa olsun zimmetine taalluk eder ve bu meblağ borcu yüklenmiş olur. Bu kişinin mensubu olduğu şirket, iflas etmesi veya piyasaya borçlanması durumunda alacaklılar kişiye gelerek: Bizim sizden  şu kadar meblağ alacağımız var. Dediğinde bu kişi “sizin benden alacağınız yok,  sizin x şirketinden alacağınız vardır, o şirketin mal variyeti de (mesela) on bin liradır. Sizin alacağınız ise (mesela) yirmi bin liradır. Bu nedenle on bin liralık alacağınızın karşılığı vardır. Diğer kalan on bin liranın karşılığı ise yoktur.” Demesi caiz değildir.

Üstadımız Halil Günenç Hoca efendi bu tip şirketler hakkında, şahıs şirketi olmadığı ve iflas halinde ortaklar, şirket borcundan sorumlu sayılmadıkları için İslam’a uygun bir şirket olmadığını kendi kitabında açık bir şekilde ifade etmiştir.

Cevabımızın başında dediğimiz gibi sonuç olarak günümüz şartlarında borsa oynamak caiz değildir. Allah en iyisini bilendir.

Borsa hakkında yazmış olduğumuz makalemizde bu sistemin tarihçesini, günümüzdeki işleyişini ve bu minvalde fıkhen uygun olup olmadığını uzunca beyan etmiştik. Bu konu hakkında geniş malumat isteyen dinleyicilerimiz varsa bu makalemize başvurmalarını tavsiye ederiz.  

Fatih Kalender

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

BİR AŞK ŞİİRİ; DELİ

Ben bir deliyim               

Gömlek içinde                 

Kim aklın sever                                     

Dünya içinde  

*                 

Akla ne hacet

Deli olunca

Deliler arşa çıkmış

Aklı koyunca

*

Gömleğin aslı yok

Mecnunum aslı yok

Arşa çıktım dönerim

Varlığın aslı yok

*

Bu gün kadir

Hak nelere kadir

Ol melek ve cebrail

Emr ile indi yere

*

Onca iş işledi

Emri hak uşladı

Her bir melek kayıttı

Emr ile indi yere

*

ahi kul ahmed

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma