ÖRNEK İNSAN HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

Bu yazımızı kutlu doğum haftası dolayısıyla, Allah’ın Rasulü, son peygamber, alemlere rahmet olarak gönderilen, örnek insan Hz. Muhammed (a.s.)’a ayırdık. Cenabı Allah’ın habibim dediği, her şeyden önce onun nurunun yaratıldığı, ilahi kitablarda daha önce geleceği müjdelenen sevgili peygamberimiz, şirk ve zülmün karanlıklarında yüzen bir kavme geldi. O perişan kavimden ünü günümüze kadar gelen “her biri bir yıldızdır, hangisine tabi olursanız doğru yolu bulursunuz” dediği bir sahabi çıkardı. Getirdiği prensiplerle yeryüzündeki çoğu kavimleri etkiledi ve biz müslümanları islamın nuru ile şereflendirdi. Onun peygamberliği evrenseldir                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    ve bütün cinlere ve insanlara şamildir.

Onun hayatı incelendiğinde “yüce bir ahlak üzere olduğu” görülür (Kalem 4). Kendisi de: “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”(Malik, el-Muvatta, 2/904) buyurmaktadır. Ahlak peygamberi, bizler için de; “ sizin en hayırlınız, ahlaken en güzel olanınızdır” demektedir. Bu nedenle İslamı bir ahlak dini olarak algılamak ve davranışlarımıza buna göre yön vermek zorundayız.

Onun  örnek bir şahsiyet olduğunu Kuran’ı Kerim Ahzab suresinin 21. ayetinde şöyle haber vermektedir: “Sizin için, Allah’ın Rasulü (Hz. Muhammed), Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokca zikredenler için, güzel bir örnektir.” buyurulmaktadır. O, her alanda örnektir. Evde örnek bir eş ve baba olduğu gibi, dışarıda güvenilir “emin” bir insan, ileri görüşlü bir komutan, gerçek bir devlet başkanı ve etrafına sağlığında yaklaşık yüzyirmidörtbin kişiyi toplayan (veda hutbesini bu kadar müslümana yaptı) lider bir şahsiyet ve en önemlisi Cenabı Allah’a en yakın kul ve peygamberdir o. Onu anlatmaya bu sütun kafi gelmez.

Biz bu kısıtlı imkanlarla birazıcık olsun onun sevgi dolu kişiliğine değinelim: Allah Rasulü, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı ve yanlış gördüğü bir davranış olursa o davranışı yapanların kim olduğunu belirtmeden ve kimseyi kırmadan yanlışları düzeltir; kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinler, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendini ilgilendirmeyen konulararla meşgul olmazdı. Allah’a karşı bir hürmetsizlik yapılmadıkça kandisine karşı yapılan kötülükleri bağışlar, eline fırsat geçse de intikam almayı düşünmezdi. Zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmadan insanları eşit tutardı.

Hz. Peygamber cömertti, ikram etmeyi çok severdi. Eline geçen hemen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen ve intizam içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi.

Dürüstlükten ayrılmaz, verdiği sözü tutardı. Şakayla da olsa asla yalan söylemezdi. Bu yüzden daha peygamber olmadan güvenilen bir insan olmuş ve “emin” sıfatını kazanmıştı. Cenabı Hak bizi onun yüce şefaatına nail eylesin. Amin.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

SEVGİ ÜSTÜNE

Etiketler: ,

Kim kimi ya da neyi sever, niçin sever, ne kadar sever?

 
*

Sevgi,

*
Kainatın yaratılış nedeni.

İnsanın da…

Sevgi var olma nedenimiz, onsuz yaşam olmaz.

*
Ancak karşılıklı olduğu zaman daha güzel.

*
Önce yaratan sever, sonra yaratılan.

*

Dost pazar eyledi geldi beri

Gönül bohçasını serdi belli

Bin gönülde yeri vardı

Bir gönüldür deli oldu.

*

Sevginin nereye yönlendirileceği de çok önemli.

*

Sübhana kul olduk

Serdik gönlü bin kere

Ol sevdiğin bulduk

Verdik gönlü bir yere

*

Kazandığınız kadar kazancınızı nereye harcayacağınız da önemli.

*

Rahmana yol bulduk

Yoluna kul vardık

Rahmeti bol bulduk

Aleme derman diye

*

İşte, insan cümleyi nasıl sever? Yunus’un misali yaratandan ötürü… Yaratanın verdiği sevgiyi duyamayan, alemi nasıl sever?

*

Yunus dertli imiş

Derdi derman imiş

Allah sevi imiş

Sevi püryan ola.

*

Veysel misali eğlenecek yer lazım.

*

Tene gerekmez aşk

Aşka can gerek

Can, aşkla bulur canını

Can da bulur aşk cananını

*

Biraz yarenlik edelim.

*

Zatın ile birsin

Bin bildiğin var senin

Bir gönüldür girdiğin

Bir bildiğin var senin

*

Avutursun ahu ile

Dervişlerin ya hu ile

Söylen sözü benim ile

Çok bildiğin var senin

*

Hepinizi sevdik…

*

“Seven arar imiş

Arayan bulur imiş

Bulanlar,

Arayanlar imiş.”

*

Diyeceğimizi diyelim.

*

Sevenlerin dikkatine

Ne yazdıksa rahmet ile

Bir söyledik sevi ile

Kesretine ayan ola

*
ahi kul ahmed

                                                  

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

EŞEK Mİ TAŞIYORUZ

 

EŞEK Mİ TAŞIYORUZ, ORUÇ MU TUTUYORUZ?

VE ORUÇLA İLGİLİ KIRK HADİS ÖZETİ

Nefis tıpkı bir alev,

İçinde hem güzelliğin yüzünü

Hem de gizli yıkıcı potansiyeli barındırır.

Her ne kadar rengi çok çekici ise de,

Yakıcıdır.

Sanki kişneyen azgın bir at.

İşte yuları oruç.

Onu iyi tut.

Bir derviş uzun bir yolculuk yapıyordu. Haftalarca yürüdükten sonra önünde tıpkı yüce bir dağ gibi dikilen dik bir tepeye denk geldi. Ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Biliyorsun, senin aşkına seyahat etmekteyim. Her şeyin ve herkesin dizgini senin elindedir. Lütfen bana bu tepeyi aşmama yardım edecek bir eşek gönder.” (Bilenler derler ki; ihlâs ile aşkıyla hareket edersek, Allah (c.c) ihtiyaç duyduğumuzda bize yardım edecektir).

O anda bir anırma sesi duydu ve çalılıkların arasından bir eşek çıktı. Allah (c.c)’a bu yardımından dolayı şükretti ve tam eşeğe binmek üzereyken bir Arap atına binmiş bir haydut çıkageldi. Haydut iriyarı, zalim bakışlı, kalın bıyıklı, kaslı bir adamdı ve belinde bir pistol ile bir pala taşıyordu.

Haydut gürledi; “Aha! Bir derviş. Dervişlerden nefret ederim! Daima dürüstlükten, tevazudan ve başkalarına yardım etmekten söz edersiniz. Siz kim oluyorsunuz ki benim yaşam tarzımı eleştirmeye cüret ediyorsunuz? Ve işte bak! Kocaman bir adamsın küçücük bir eşeğe binmişsin. Aslında eşek senin sırtında olmalı. Evet, buldum! Yüklen eşeği sırtına.”

Derviş dehşet içinde hayduda baktı; “Eşeği sırtıma mı alayım?”

Haydut elini palasına attı. “Sana eşeği kaldır ve sırtına al dedim!”

Derviş çaresiz uydu bu emre. Sonra haydut gürledi: “Şimdi, eşeği tepeye kadar taşı.”

“Tepenin başına kadar mı?”

Haydut tekrar palasına uzandı; “Eşeği tepenin başına kadar taşı” diye emrini tekrarladı.

Derviş sırtında eşekle tepeye tırmanmaya başladı. Her geriye bakışında, haydutun eli palasında beklediğini gördü. Sonunda, harap bîtap düşen derviş tepenin zirvesine ulaştı. Eşeği yere indirdi ve ellerini tekrar semaya kaldırdı: “Ya Rab! Biliyorum sen her şeyi görüyorsun ve her şeyi biliyorsun!”

Tıpkı zavallı derviş gibi, büyük bir kısmımız sırtımızda eşeklerimizi taşıyoruz. Onları kendimiz için çalıştırmak yerine, nefsimiz için, benliğimiz için çalışıyoruz. Allah (c.c) nefsin bize bir vasıta olmasını diledi ve elbette ki bunu tersinden anlayan biziz; Allah (c.c) değil.

 

İşte   bunu sağlıyacak olan en temel araç oruçtur. “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyruldu hadiste. Bu yüzden nefsi önce tanımak ve onun hastalıklarına ilaç olan orucu ona içirmek gerekiyor.

 

Allah’a isyan. Ben kimim?

Cenab-ı Hak nefsi ilk yarattığında ona sordu: “Ben kimim?” Nefis cevap verdi: “Ben kimim?”. Bunun üzerine Allah’ü Teala onu 4000 sene aç susuz bıraktı ve tekrar sordu. “Ben kimim”. Bu sefer açlık ve susuzluktan bitab düşmüş, yerlerde sürünmekte olan nefis cevap verdi: “Ente Rabbi”= Sen Rabbimsin. İşte bunun için ayette oruç tutarsanız Allah’a karşı gelmekten korunursunuz buyruldu.

Kiminle dans ediyorsunuz?

Azasının günah işlemesiyle ruh, mesh olup, işlediği işi ken­disine ğâlib olan hayvanın suretine dönüşür;

Gazab iti­barıyla köpek = tazılaşır,

Şehvet itibarıyla domuzlaşır.

İsteğine kavuşması için nifak ve riya = gösteriş vasıfları yüzünden bukalemun ve yahud da maymunlaşır yahud da tilkileşir.

Bütün bunlarda gâlib gelmesi için, helal haram demeksizin mideye celbettiği gıdalar sebebiyle diliyle otları karıştırıp yiyen inek suretine girer.

Şeytâniyye nefsi itibarıyla her bir an başka başka hayvan suretine girer. Bütün bunlarda maksa­dına ulaşmadığı zaman sırtlan = kaplanlaşır.

Hırs, hased ve ihtirasından dolayı kurt olur.

Faaliyetinde başarısız olursa akrebleşir; kendi kendini sokar = intihar eder.

Başarılı olduğu takdirde, bir taraftan karga ve papağan gibi kendini temize çeker;

Kırkayak gibi onunla göründüğü güzel ahlakla kamuflaj yapar ve zehirli yılan gibi sokar.

Şeriatin = İslam dîninin aleyhine döndüğü için kırkayak gibi onunla göründüğü güzel ahlakla kamuflaj yapar; inkarını gizlemekte timsah suretine dönüşür ve ahtapot gibi gayrın kanını emmek için ona yapışır.

Ve artık  =  «Ben» der; kendi kendine tapar yahud en çok korktuğu yahud en çok sevdiği gayrına tapar.

Nefsin son tahlildeki amacı ilahlık iddiasıdır. Hadisi şerifte “nefsini bilen Rabbini bilir” buyuruldu.  Bu yüzden oruç nefsin belini kıran, eneyi yok ederek Rabbine yaklaştıran en önemli araçtır.

Müminde bu özelliklerin bir kısmı bulunur. Kafirde ise biraz daha fazlası bulunur. Mümin kalbe gelen bu istek ve arzuları dini emir ve telkinlerle (ve zikirle) karşı koyarak mücadele eder. Henüz temizleyemediği bazı nefsi özellikler dolayısıyla nefis şeytanla işbirliği yapar ve fiile dönüşür=günah. Ve kalp lekelenir.  

Nefsi tümden öldürmek de yanlıştır. Önemli olan onu ıslah etmek ve yararlı bir hale dönüştürmektir. Eğer bütünüyle ölürse çarpışılacak düşman da kalmayacak ve hayatın bir şeye rağmenle kazanılan mücadeleli rengi sona erecektir. Bu ise hayatı hem yavanlaştıracaktır ve hem de sevginin tezahürü için “senin için şunu yaptım” diye bir sevgi dili olmayacaktır. Yani bir miktar heyecan lezzet katacaktır hayata.

Oruç hakkında sohbet edelim.

 

Beşerin küçücük bir parçası üzerinde yaşadığı bu eşsiz kâinatı yaratan Allah Teâlânın yapılmasını kesin olarak emrettiği vazifelerde, insanların sayısız menfaatleri vardır. Oruç da Allah Teâlânın kesin emridir. Orucun farz kılınmasının hikmeti, her şeyden önce, oruç tutan kimsede takvanın tecelli etmesini sağlamasıdır. Takva, insanı meleklik derecesine yükseltir. Allah Teâlâya bağlılık melekesini gerçekleştirir. Kişiyi, nefsânî arzulara uyma hastalığından kurtarır.

“Nefis doyarsa aza acıkır ve nefs aç kalırsa, aza tok bulunur” denilmiştir. Azanın açlığı, layık olmayan işleri yapmağa amade olmasıdır. Azanın tokluğu ise, uygun olmayan işleri yapmamasıdır. Nefse istedikleri verildikçe, azgınlaşır, doyacak yerde daha da acıkır.

Ayette “…Çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder…” buyruldu. Bu sebeple oruç, nefsi en mükemmel bir şekilde terbiye eder; azanın tok kalmasını sağlar.

Oruç, beden ve ruh için bulunmaz bir ilaçtır.

Oruç, zihni berraklaştırır. Oruçta, maddî ve manevî sabır gerçekleşir.

Oruçlunun uykusu ibadet, sükutu teşbihtir. Oruç tutan kimseye, salih amelinin mükâfatı kat kat verilir. Duası ise, Allah Teâlâ tarafından kabul edilir.

Her ibadette riya, göstermiş olabilir; fakat oruçta riya, gösteriş yoktur.

Marifetnâme’de yer alan aşağıdaki mısralar ne kadar düşündürücüdür:

“Nur ve zulmetten yoğurmuşlar seni, Canını nur anla, zulmet bu teni. Ten muradı, ekl-ü şürb ve milk-ü mal, Can temennası, cemâl-i Zü’l Celal.

La cerem, ednâ yeri ednâ sever, Yani, ten dünya ve can Mevla sever. Ariyet gömlektir on günlük tenin, Besle canı, ariyet nendir Senin.”

Azanın acıkmaması, takvanın gerçekleşmesi, kat kat mükâfat alınması, duanın makbul olması, sabrın tecelli etmesi, riyadan, gösterişten uzak kalınması, maddî ve manevî hudutsuz faydaların sağlanması için emredilen oruç vazifesinin yerine getirilmesi gerekir.

Hem seven sevdiğine tabi olur. Onun emrini en üstün tutar. Ayette “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” diye boşuna buyrulmadı. Peygamberi sevmek de öyle. Onu sevmek, onun sünnetine yapışmakla olur. Fakiri acıyıp bir şey vermemek, karanlığı görüp bir şey yakmamak da ne demek? Sevmek bir eylemdir. Yoğun duygunun dürttüğü dans. Dans, sevginin dili. Aslında Beetoven, Mozart gibi dahilerin sevgi dili de kulaklarında bitiyor. Dede Efendi ve Itrı’ye ne demeli. Onlar kimsenin duymadıklarını duydular. Rahman’ın sevgi dilini onlar çözdüler ve insanlara elçilik ettiler. Vahyin bir başka tezahürü. Kalbden çıkan latifeler bazan dilde, bazen kulakta, bazen de el ve ayakların dansı olarak tezahür ediyor. Mevlana’nın dönerken derdi neydi? O bir aşk eri idi. Hem dili döktürüyordu, hem bedeni. Saçından tırnağa kadar her şeyini sarmıştı. Artık o bitmişti. İşte oruç size binecek bir burak sağlar. Onunla istediğiniz yere gider, Kabe’de namaz bile kılabilirsiniz.

Dervişin biri bir şeyi yesem mi? Yemesem mi? Diye tereddüt ederken yanında bulunan çocuk

Müdahale eder. Amca helal yedikten sonra istediğini ye, ne düşünüyorsun. Bu da var.

Yine riyaset yapan dervişin birinin canı lokantanın yanından geçerken bir şeyler çeker. Nefsiyle mücadele de etmektedir ve yememesi lazımdır. Ne yapayım derken bir kaç askerin başlarında bir çavuşla geçmekte olduğunu görür. Tamam şimdi ben bu çavuşa bir tokat atarsam askerler de seni döver sende gününü görürsün der. Gider çavuşun ensesine bir tokat atar. Askerler bunu yakalayıp dövmek isterlerken çavuş durun bir dakka der. Şöyle bir bakar, durumu anlar ve der ki, ya hu seninki senden kebap istediyse sen benden ne istiyorsun der. İçinden bir kazak çıkarır. O da riyaset yolundadır.

Erzurumlu bir aşıktan aldık.

Aşık der incidenden

İncinme incidenden

Kemalde noksan imiş

İncinen incidenden

 

ORUÇLA İLGİLİ KIRK HADİS

 

1-Oruç tutan bir kimse, bütün kötülüklerden uzak kal­mak zorundadır.

2-Oruç   karşılığında   verilen   mükâfatın   hududu yoktur.

3-Cennetteki “Reyyan” kapısından cennete yalnız oruç tutanlar girecektir. “Kim o kapıdan cennete girecek olursa, ebediyen susamaz.”

4-Oruç tutan bir kimsenin orucu, kıyamet gününde şefaatçi olacak ve bu şefaati Allah Teâla tarafından kabul edilecektir. “O ikisi, kula şefaat ederler.”

5-Oruç, bedenin zekatıdır. Bedenin zararlı maddelerden temizlenmesini sağlar:

6-Bedenî bir ibadet olan orucun bir benzeri yoktur.

7-İftar edeceği zaman oruçlunun yapacağı dua, ka­bul edilir; reddedilmez.

8-Oruç tutan bir kimse, cennetin “Reyyan” kapısından cennete girmeğe davet edilir.

9-Oruçluya iftar veren kimse, onun kadar sevap kazanır. Oruç tutan kimsenin ise sevabı eksilmez.

10-Oruçlunun yanında yemek yendiğinde, melekler onun için dua ve istiğfar ederler.

11-Oruçlunun yanında yemek yendiğinde, yemek müddetince, onun kemikleri Allahu Teâlâyı teşbih ederler. Melekler de onun affı için yalvarır yakarırlar.

12-Ramazan-ı Serif’de cennet kapıları açılır; cehennem kapılan kapanır. Şeytanlar bağlanır. Kötülükler azalır.

13-Ramâzan-ı Şerif de, geceleri ibâdet ve tâatle ihya eden kimselerin günahları affedilir.

14-Kadir Gecesi’ni ibâdet ve tâatle ihya eden, o gecenin kadir ve kıymetini bilen kimsenin günahları affedilir.

15-Ramazan-ı Şerif, iki Ramazan-ı Şerif arasındaki küçük günahları tamamen siler, süpürür.

16-Resûl-ü Ekrem’i (s.a.v.) örnek olarak, Ramazan-ı Şerif de çok daha fazla cömert olmak ve bu mü­barek ayda fakirleri çok daha fazla görüp gözetmek gerekir.

17-İftar vakti girdiği halde, yemeden ve içmeden arka arkaya oruç tutmak yasaktır.

18-İnsanlar ve cinler, Allah Teâlâya kulluk etsinler diye yaratıldıkları için, güç yettiği kadar Allah Teâlâya kulluk yapmak gerekir.

19-Ramazân-ı Şerif’de, teravihi hem ağır kılmak ve hem de ağır kıldırmak, ta’dili-i erkâna riayet etmek gerekir.

20-Hasta olmadan ve ruhsat verilmeden Ramazân-ı Şerif’de oruç tutmamak, korkunç bir davranıştır; keffâreti de yoktur.

21-Sahurda bereket vardır. Bu sebeple sahura kalkmak sünnettir.

22-Müslümanların oruçlarını diğerlerinkinden ayıran, sahura kalkmak ve sahur yemeğidir.

23-Sahur yemeği berekettir. Allah Teâlâ, sahurdaki bereketi sadece müslümanlara bahşetmiştir.

24-İftar vakti girer girmez, vakit geçirmeksizin hemen iftar etmek, Resûlu Ekrem (s.a.v.)’in müslümanlara hayat bahşeden sünnetlerindendir.

25-İftar vakti girer girmez, geciktirmeden hemen oruçlarını bozan mü’minleri Allah Teâlâ çok sever.

26-Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için, iftar vakti girer girmez iftar etmek, orucu açmak gerekir.

27-Hurma ile oruç açmak, Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in sünnetindendir.

28-İftar edecekleri zaman hurma bulamayan kimseler, oruçlarını birkaç yudum su ile açmalıdırlar.

29-Bedenî ibadetlerden olan oruçtan yeteri kadar faydalanmak için, bütün uzuvlara oruç tutturmak gerekir.

30-Oruç tutmak, sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret olmadığı gibi, Ramazan-ı Şerifde geceleri ibadetle ihya etmek de sadece uykusuz kalmaktan ibaret değildir. Her hareket ve davranışta olduğu gibi, ibadetlerde de ilâhî rıza ve ihlas ön planda tutulmalıdır.

31-İslâm’da kesin olarak yasaklandığı için, dedikodu yapmak, orucun sevabını silip süpürür. Çünkü Allah Teâlâ:”Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksinirsiniz. Allah’dan korkun…” buyurmaktadır.(El-Hucurât, 12).

32-Kadir gecesine tesadüf eden ve o mübarek geceyi ibadet ve tâatle geçiren müslümana ne mutlu! Onun geçmiş günahları affedilir.

33-Ramazân-ı Şerifin son on günü girdiği zaman, ibadet ve tâat hususunda çok ciddi bir şekilde gayret gösterilmeli. Resûl-ü Ekrem (s.a.v.), bu konuda da bütün müslümanlara örnektir.

34-Kadir gecesini, Ramazan-ı Şerifin son yedi gecesinde aramak gerekir. Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in talimatı bu merkezdedir.

35-Kadir gecesinin kesin olarak bildirilmemesi, müslümanlar için daha hayırlıdır. Bu durum, Kadir gecesine tesadüf edebilmek için, onların daha fazla gayret göstermelerine sebep olur.

Kadir gecesinin meşhur duası: “allhümme afuvvun kerimun tuhibbul afve fağfu anni/anna” manası; “Allah’ım sen affı seversin beni/bizi de affet”

36-Ramazân-ı Şerif’de itikaf yapmak, Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in müslümanlara hayat veren sünnetlerinden biridir.

37-Fıtır sadakası, oruç tutan kimseyi, çirkin ve faydasız şeylerden temizler. Kısa bir müddet için de olsa, fakirlerin zaruri, ihtiyaçlarını temin etmelerine sebep olur.

38-Oruca başlamak ve bayram yapmak için hilali görmek esastır. Bu prensip olarak kabul edilmiştir.

39-Her kameri ayda üç gün oruç tutan kimse, bütün yılı oruçla geçirmiş sayılır. Çünkü her iyiliğe karşı en az on misli mükâfat vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim, ortaya bir iyilik koyarsa, ona o iyiliğin on kata verilir. Kim de bir kötülük işlerse, sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (El En’âm 160).

40-Cihad ederken bir gün oruç tutan kimseden cehennem ateşi yetmiş yıl uzaklaşır.

Bu hadislerin orijinallerini isterseniz yorum bölümüne numaralarını yazarsanız aynı bölümde size cevap veririz.

Yazılarımızı lütfen acımadan eleştirin de varlığınızı anlayalım.

Selamün aleyküm.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

ORUÇ RİSALESİ

RAMAZAN

Peygamberimiz (s.a.s.)’in, “evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden kurtuluş” olarak nitelediği, “….bu aya ulaşıp da –kendi kusurundan dolayı- Cennetlik olmayı beceremeyenin burnu sürtülsün.” dediği Ramazan ayı, ilahi rahmetin müminlerin gönüllerini doldurduğu müstesna bir aydır.

Ramazan ve bu ayı güzelleştiren, özelleştiren, pek kıymetli hale getiren oruç sayesinde, tüm İslam âleminde müstesna bir heyecan yaşanmakta, unutulan manevi değerlerimiz hatırlanmakta, körelen vicdanlarımız yeniden hayat bulmaktadır.

Büyük bir coşku ile kılınan 33 rekatlık teravih ve yatsı namazı bir bayram havası estirmekte rahmet ve bereketin doruk noktası ise kadir gecesinde hayat bulmaktadır. Son günlerdeki i’tikaflara katılanların duasının o yöredeki bütün müslümanlara sirayet etmesi umulmaktadır. Camiye girerken bile sadece o namaz süresi için i’tikafa niyet etmek güzel olur.

Cebrail Aleyhisselam her yıl gelir ve Peygamber Efendimizle karşılıklı mukabele yaparlardı. Son yıl ise iki defa yapmışlardı. Allah c.c. adeta “onu biz indirdik ve yine biz koruyacağız..” emrine uygun bir çalışmaydı bu. Nitekim Kuran bu sayede bu güne kadar da değiştirilemedi.

Ama hadisler için aynı şeyi söylemedi. Bu yüzden hadisler konusunda hem usul bilgisine sahib olmak ve hem de kesin sınırlar içinde düşünmemek gerekir. Güvenilir olduğu kabul edilen altı sahih hadis kitabında bile hala şüpheli sayılabilen hadisler yer alabilmiştir. Artık bu işi ehline yani müctehid alimlere havale ederiz.

Bu ayda bol bol Kuran (lafız ve manasını) okumak, farz ve nafile namaz kılmak (gece, kuşluk, ebvabin), tevbeyi hiç geciktirmemek, zikir ve şükürle meşgul olmak, hem oruç tutup hem fidye vermek, zekat ve hayırları bu ayda daha çok gerçekleştirmek, dul ve yetimlerin ihtiyacını gidermek, “güleryüz sadakadır” hadisi mucibince herkese güleryüz göstermek, affedici olmak, sılai rahime dikkat etmek, el dil göz ve kulağı haramdan sakındırmak, kötü alışkanlıklardan Allah’ın emrine hicret ederek iyi davranış değişikliği yapmak çok güzel olur.

Aslında bir müslümanın kapıya gelen bir öğrenciyi (burs), fakiri, cami ve benzeri hayır derneklerine yardımı geciktirmemesi uygun olur. Verdiklerini yıl içinde hesaplayıp, yıl sonunda hesap ettiği zekat miktarından düşerek eksik ya da noksanını tamamlayabilir. Bir yıl beklemek şart değildir. Ölme eşşeğim ölme yaz gelince yonca biçeyim der gibi kapıya gelmiş ya da haber aldığınız bir fakiri, bir öğrenciyi, küçük bir miktarla geçiştirerek Ramazanda gel der gibi göndermek asla doğru olmaz. Sanki sevap ticareti…Böylesi bana daha sevimli gelir.

ORUÇ

İslâm’ın beş temel esasından biridir.(müslim). Farz oluşu kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Yüce Allah,

“Ey mü’minler! (Kötülüklerden ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı” (Bakara, 2/183) buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.) ise;

“Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah ‘tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır(Buhari, Müslim). buyurmuştur.

 

Allah’a isyan. Ben kimim?

Hikayedir anlatılır. Cenab-ı Hak nefsi ilk yarattığında ona sordu: “Ben kimim?” Nefis cevap verdi: “Ben kimim?”. Bunun üzerine Allah’ü Teala onu 4000 sene aç susuz bıraktı ve tekrar sordu. “Ben kimim”. Bu sefer açlık ve susuzluktan bitab düşmüş, yerlerde sürünmekte olan nefis cevap verdi: “Ente Rabbi”= Sen Rabbimsin. İşte bunun için ayette oruç tutarsanız korunursunuz buyruldu. Yani Allah’a karşı gelmekten korunursunuz.

İbadette fayda sağlamak için iman gereklidir.

 

Burada şöyle bir soru akla gelebilir. İnançsız birisi de oruç tutarsa Allah’ın varlığına ulaşabilir mi? Burada bunu söylemek zor. İbadette istenen faydanın sağlanabilmesi için bir bilinç şarttır. Niyetin ihlası ise bu faydayı iyice artırır. Onlar ki namazlarının farkında değillerdir ayeti ile bilincin önemine işaret edilmiştir. Fakat nefis terbiyesi anlamında kişinin kendine oruç dahil bazı zorluklar uygulaması ile bazı olağanüstü hallere vakıf olması mümkündür. Nitekim İslam’a zarar veren bir müşriki öldürmeye giden sahabe, bahçe kapısından seslenerek müşriki çağırmış, müşrik de balkona çıkarak ona elinde kılınç olduğunu, kendisini de öldürmeye geldiğini söyleyerek inmek istememiştir. Bu müşrikin nefsine açlık ve ağır işlemler uygulayan biri olduğu ifade edilmektedir. Buradan bizim çıkardığımız sonuç, kalpte bir inanç olmalı ki, bu oruçla istenen kıvama getirilebilsin. Nitekim sakat da olsa Hırıstiyanlar’da ve Yahudiler’de bir inanç vardır ve oruçlarının bu inancı kuvvetlendirmesi umulur. Ancak inançtaki sakatlığı, aklın yapacağı bir araştırma ve akabindeki bir düzeltmenin düzelteceği umut edilir.

Bu konuya benzeyen başka bir örnek de şudur. Bir Yahudi, Peygamber Efendimize gelerek inanmadığı halde zekat verirse kendi malının da korunup korunmayacağını sormuş ve korunur cevabını alınca zekat vermeye başlamıştır. Fakat bir zaman sonra koyun sürüsü çalınınca hemen Peygamber Efendimize koşarak gelir ve bu durumu şikayet eder. Peygamber efendimiz gayet sakin, “sürün filanca yerde git al der”.

İyilik olarak her kim ne yaparsa inançsız da olsa karşılığını görür. Malında bir artış, kendisinin ve evladının kazadan korunması, işlerinde bir kolaylık olarak mutlaka yansır. Fakat ahiret azabına çare olmaz.

Uzak doğunun nefis terbiyesi

Uzak doğu ülkelerinde uygulanan bazı meditasyon uygulamaları bir düşünce ıslahı olarak karşımıza çıkmaktadır. O ülkelerde uygulanan bazı dini uygulamalar da genellikle iyi ahlak üzerine kurgular içermekte ve sporundan -yoga ve benzeri- zihin çalışmasına kadar bir çok yöntem önermektedir. Cenab-ı Hak her ümmete bir peygamber gönderdiğini ifade etmektedir. Bugün Buda’nın kitab verilmemiş bir peygamber de (nebi) olabileceği ifade edilmektedir. Ancak tarih içinde kirlenmiş olan bu fikirlere baktığımızda temelde bir Allah İnancının varlığı görülecektir. Tevhid olarak bozularak şirke dönüşmüş, ancak, ahlak olarak toplumsal etkisini sürdürmektedir. Sokrates’in de Yunanlıların tanrılarına küfrettiği ve bu yüzden idam edildiği düşünülürse onun da müslüman olduğu kanaati hasıl olmaktadır. Kuranı Kerim’de geçen Hz. İbrahim Aleyhisseelam’ın hikayesi, yani önce yıldızları sonra ayı sonrada güneşi tanrı sanması ve en sonunda da onu da batıyor diye reddetmesi dinin  ulaşmadığı bir yerde insanın Aklı ile Allah’ı bulabilecek olduğunu, sorumluluğunun bu olduğunu göstermektedir.

Oruç Kelimesinin Anlamı

Oruç kelimesi ayet ve hadislerde “savm” ve “siyam” kelimeleriyle ifade edilmiştir. Bu kelime sözlükte kişinin kendisini yeme, içme, yürüme ve konuşma gibi herhangi bir söz, eylem ve davranıştan alıkoyması anlamlarına gelir. Kur’an’da bu anlamda kullanılmıştır. (Meryem, 19/26) Dinî bir terim olarak savm; mü’minin ibadet niyetiyle imsak vaktinden iftar vaktine kadar kendisini yeme, içme ve cinsel ilişkiden alıkoyması demektir(Rağıb el-Isfehânî)

Oruç Evrensel Bir İbadettir. Yahudi ve Hırıstiyanların orucu

Oruç ibadeti insanlık tarihi kadar eskidir. Yüce Allah, “Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı” ayeti ile orucun Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar bütün insanlara farz kılındığını bildirmektedir.

Tabiîn müfessirlerinden Katâde b. Dâime, Allah’ın önceki toplumlara farz kıldığı orucun Ramazan orucu olduğunu söylemiştir( Yahudiler, Ramazan orucunu terk etmişler, yerine yılda bir gün oruç tutmaya başlamışlardır (Taberi). Orucu damardan gelen süt ürünlerini yememek fakat başka şeyleri tüketmek şekinde bir perhiz uygulaması olarak başlatmışlar ve bunu da İsrail oğullarının firavundan kurtuluş gününe denk getirmek istemişlerde de bu da olmamıştır. Çünkü o gün farklıdır ve  10 Muharremdir.

 Hıristiyanlar ise sıcak sebebiyle orucu bahar mevsimine almışlar, bu değişimin keffareti  olarak 10 gün ilave yapmışlardır. Daha sonra salgın hastalık nedeniyle 10 gün daha ilave ederek orucu 50 güne çıkarmışlardır (Taberi,Yazır Hamdi). Onlar yer yatarlar, biz ise sahur yaparız.

Orucun Tarihçesi

Sahabeden Muaz b. Cebel, oruç ibadetinin şu merhalelerde geldiğini bildirmiştir (Ahmed b. Hanbel)

a) Aşûra ve Eyyâm-ı Bîd Orucu

Hz. Âişe validemizin bildirdiğine göre İslâm öncesinde Mekke halkı ve Peygamberimiz “aşûra” orucu tutuyordu. Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman Yahudilerin “aşûra” orucu tuttuklarını gördü, kendilerine bu orucu niçin tuttuklarını sordu. Onlar, “bu gün hayırlı bir gündür, bu günde Allah İsrailoğullarını düşmanlarından kurtardı. Musa (a.s.), bu günde oruç tuttu” cevabını verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.), “Biz Musa’ya sizden  daha evlâ ve lâyığız” dedi ve aşûra orucunu tuttu ve ashabına da tutmalarını emretti (Buhârî, Müslim, Tirmizî)

Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da Peygamberimiz (s.a.s.), aşure orucunu tutmaya devam etmiş ve “Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç, Allah ‘ın ayı olan Muharrem ayında tutulan aşûra orucudur” sözleriyle tutulmasını teşvik etmiştir (Tirmizî, Müslim, Ebû Davud). Sahabeden isteyen bu orucu tutmuş, isteyen de tutmamıştır (Buhârî, Müslim). Aşûra orucu, hırıstiyan ve yahudilere benzememek için Muharrem ayının 9-10 veya 10-11 veya 9-10-11 günlerinde tutulur (Tirmizî)

Ayrıca Peygamberimiz (s. a.s.), Ramazan orucu farz kılınmadan önce “eyyâm-i bîd” olarak nitelenen kamerî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde de oruç tutmuştur (Ahmed, Tirmizî) Peygamberimiz (s.a.s.) Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da bu orucu tutmuş ve “Her ay üç gün oruç tutmak, bütün seneyi oruçla geçirmek gibi olur” sözleriyle bu orucun tutulmasını teşvik etmiştir (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)

Peygamber Efendimiz daha sonraları nafile olarak Pazartesi ve Perşembe oruçlarını tutmuş ve bunun için “ben amellerimin arzedildiği gün oruçlu olmayı tercih ederim” demiştir.

b) Ramazan Orucu

Ramazan orucu, Bakara sûresinin 183-184. ayetleriyle hicretin ikinci yılında Bedir savaşı öncesinde şaban ayında farz kılınmıştır. Peygamberimiz (s.a.s.), hayatında dokuz sene Ramazan orucu tutmuştur.

183. ayette orucun mutlak olarak farz kılındığı bildirilmekte, ancak orucun ne zaman, nasıl ve kaç gün tutulacağı bildirilmemektedir. 184. ayette bu kapalılık kısmen giderilmiş, orucun “sayılı günlerde” tutulacağı beyan edilmiştir. “Sayılı günler” ile maksat Ramazan ayıdır (Taberî). Bakara sûresinin 184 ve 185. ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır:

“(Oruç), sayılı günler (dedir)… “    “…Sizden kim bu aya ulaşırsa oruç tutsun… ”

Allah, bu ayetlerle Ramazan orucunu tutmayı müslümanlara farz kılmıştır.

Farzı bırakıp sünnete koşanlar?

Alevi kardeşlerimiz farz olan Ramazan orucunu tutmayıp sünnet olan muharrem ve aşura oruçlarını tutarlar ve tutarken de Hüseyin Efendimizin Kerbela’da susuz kalmasının hürmetine su içmeyip onun yerine sulu başka gıdaları tüketirler. Hz. Ali’yi sevdiklerini iddia ederler. Seven sevdiğine tabi olur, onun sözünü tutar ve onun yaptığı gibi yapar. Hz Ali namaz kılmış ve Ramazan orucunu tutmuştur. Fakat onlar ne farz olan namazı kılarlar ne de ramazan orucunu tutarlar. İçlerinde belli bir kısım namaz kılar oruç tutar, bazıları Hızır orucu(şubat 13-14-15) ve Ramazanda son on gününde 3 – 10 gün oruç tutarlar. Fakat çoğunluk farklı bir yoldadır ve uzaklaşmıştır. Allah selamet ve hidayet versin…alevilik ırki bir özellik de sergiler. Onlar hep babalarını takip ederler. Ya babaları yanlış yoldaysa? Ben ondört yaşında kitabçı Baytoklara girerken şöyle bir düşünce fırtınası yaşadığımı hatırlıyorum. Dedimki sen anne ve babanın sana öğrettikleri ile mi inanıyorsun? Bence bunları terket ve aklınla hareket et, aklınla doğruya yönel dedim ve imanımı tazeledim. Bütün iman unsurlarını gözden geçirip teker teker yerine oturttum. İşte bu hakiki iman idi. Taklitten hakikiye. İşte alevi kardeşlerimizin de sorgulama yapmaları ve ana baba öğretilerinden kurtulup fikrin orijinaline  yönelmeleri gerekir. Adamın biri yel değirmenini anlatıyormuş. Demiş işte, rüzgar şurdan eser, kanatları dönderir, o da kolon vasıtası ile taşı dönderir, taş da araya giren buğdayı öğütür gibi. Dinleyen demiş ki, tamam tamam da demiş bunun suyu nerden gelir demiş. Yorum yok.

Üniversite son sınıfta üç samimi arkadaştık. Bir arkadaşımız süper zeki idi ve bir Ehlisünnet aliminin yanına onun kitap yazımına yardım etmek için ona intisab etmişti. Üniversite hafif geldi seminerlerini ben hazırlamıştım. O sadece sınavlara şeklen geliyordu. Bu zat Ankara’ya geldiğinde sohbetten sonra bizi namaza davet etti. Ben icabet ettim, diğer arkadaşım etmedi. O arkadaşımız için o zat “ o alevi meşrebtir” dedi. Ben anlamadım. Zira o alevi değildi. Diğer arkadaş izah etti. “mecazi konuşuyor” dedi. Yani inanıyor fakat yapmıyor?

Adapazarı’nda muhasebecilik yapan, alevi bir arkadaş ile sohbet ediyoruz. Diyor ki ben mealden okudum, bazı şeyleri şöyle şöyle söylüyor deyip hükümler çıkarıyordu. Bu iş bir ilim gerektirir dediysemde dinlemeyince şunu söyledim. “Şimdi sen bir lise mezununu getirsen ve eline vergi kanunlarını versen sana bir beyannameyi doldurabilir mi? Dedim. Sustu kaldı ve hak verdi. Meal okuyup içindeki hükümlerle mücadele etmeye çok meraklılar. Hükümleri örneğin, kısasa kısas, mirasta iki pay erkeğe bir pay kadına, hırsızın elinin kesilmesi vb. konulara muhalefet etmeleri Allah’a teslim olunmadığını, kitablara imanın olmadığını (biraz ağır olacak ama küfür üzere olunduğunu) göstermektedir. Cevizin kabuğu olurda içi olmaz mı? Onun eline geçecek olan da zaten kabuktur böylece.

Bu günlerde Hacıbektaş şenlikleri yapılıyor. Kırşehir’den Ankara’ya yolculuk ederken yanımdaki beyefendiyle aramızda bazı konuşmalar geçti. İyi yolculuk dileklerinden sonra nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Dedim. O da Hacıbektaştan geliyorum deyince bu makale için alevilerin orucu hakkında sormak için iyi niyetli olarak alevi misiniz?dedim. cevap olarak Hümanist, Mevlanacı ve Türkmen olduğunu söyledi. Arkasından ilave etti. Siz sormamalıydınız ama ben yine de cevapladım dedi. Rahatsız olmuştu. Mevlana’nın meşhur sözü “Ne olursan ol gel, gel, dergahımız ümitsizlerin dergahı değil gel…” şeklindedir ve arkasından “iman et” diye biter. Batılılar da Mevlanayı çok sever. İşte  tam bu noktada biz bir yanlış anlamadan  sözedebiliriz. “Namaza yaklaşmayınız …” emrinde olduğu gibi. Hiç kimse “içkiliyken “ lafzını görmek istemez. Biz Mevlanayı hakiki namaz kılan, mümin bir aşk ehli olarak biliriz. Ancak sevenleri nedense onu hiç taklid ederek dahi olsa arkasından gitmezler. Seven sevdiğine tabi olur onun sözünü tutar. Bu nasıl sevmek Allhaşkına? Eskiden bizim bir ineğimiz vardı ve onu sığıra sürerdik. Çobanın hanımı öğle üzeri olduğunda peynir çıkınını alır, evindeki avluya çıkar ve güneşin sıcağında çobanın yazıda yaptığı gibi onu oturur yermiş. Sorarlarmış sen niye güneşin arnında yalnız peynir yiyorsun denilince, o da; eşim yazıda güneşin sıcağında yalnız peynir yiyor. Ben de öyle yapmalıyım dermiş. İşte sevgi dili. Siz ne yapıyorsunuz sevdikleriniz için? Sheakspear bir diyaloğunda şöyle konuşturur oyuncuyu. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak!” = sevgi dili. Bizim orda bir laf var “kuru kuru kurbanın olayım, yaş yaş gadan alayım” derler. Yani nasıl bir sevgi ki hiç bir işe yaramıyor? Her ne seviyorsanız, sevenlere duyurulur…

 

Vahiy mi önce, mutluluk mu önce?

Bir tartışma da şuradan çıktı. Mutluluk ve huzur başta gelir ve önemlidir dedi. Ben şu cevabı verdim. Her şeyin üstünde tevhid vardır. Onun için tevhidin yükselmesine gayret etmek gerekir. Mutluluğu öne alırsak mutlu olmak için içki içmeye de başlayabilirsiniz, dedim. O yüzden iman ve ahlak önce gelmelidir dedim. Mutluluk arkadan gelirdi bana göre. Mutlu olmaya çalışan bana göre bencilleşmiş, ferdileşmiştir. Ayrıca haz alma ile gerçek mutluluğu da ayırmak gerekti. İnsan ancak Allah’ı anmakla mutmain olabilirdi. Doğrular için çalışan sonunda mutlu da olurdu. Örneğin mutlu olmak için namaz kılanın Allah’tan alabileceği hiç bir şey yoktur. Fakat Allah deyip de seccadeye düşenin namaz sonundaki mutluluğunu hiç bir alet ölçemez. Vahiy için çalışanlar, o uğurda ölenler mutluluk mu düşündüler? Ama onların ahiretleri emindir inşaallah. Peygamber efendimiz Kabe’de namaz kılarken üstüne işkembe atılınca Peygamber efendimizin kızı Fatıma ağlıyor. Ona diyor ki, “korkma kızım, Allah sevdiklerini terk etmeyecektir” Allah c.c “İki emanı birlikte vermem” diyor. Dünyasından emin olanı ahirette azaba düçar ederim. Dünyadayken ahiretinden korkanı ahirette emin kılarım buyuruyor. Sonucu başa koyanlara duyurulur.

Aleviler misafirperver insanlar. Kul hakkına çok dikkat ediyorlar. Çocuklarını okutuyorlar. Eskişehir’de eşimin 85 yaşında bir alevi akrabası var, içkiler içti, barlar açtı en sonunda bir ayağı çukura girince artık tevbekar oldu, namaza başladı. Allah kabul etsin. Çok hoş, neşeli bir adamdır İsmet enişte.

Bir Avrupalı yazar şöyle diyordu. “Ben müslümanlara baktım elli yıl müslüman olmadım. Fakat Kuran’a baktım bir gecede müslüman oldum” Benim üzerinde durduğum husus fikirler ve bu fikirlerdeki referans verilen orjinal fikirlerin dışındaki sapmalardır. Yani tevhid ve bundan sapmalardır. Bunu benim yaşayışıma emsal tutmuyorum. Yaşantım tam uygun olmayabilir veya yorumumda yanılabilirim de. Fakat fikrin orijinali olan Kuran ve Sünnete kıyas ediyorum. Kişiyi onunla ölçüyorum. Çünkü miheng taşı bunlar. Fikrin kazığı.

İnsan olarak alevi kardeşlerimizle bir alıp veremediğimiz yoktur. İsteriz ki onlar da cenneti haketsinler. Bütün çabamız budur. Ben her namazımda kafirlere de iman nasib et ya Rabbi diye dua ederim. Onlara niye etmeyeyim? Onları önce sünnete değil önce farza davet ederiz.  Farz ile sünnetin durumu, gerçek bir mersedes araba ile oyuncak bir mersedes araba arasındaki fark gibidir. Şeytanın en büyük tuzaklarından birisi de, kişiyi farzdan alıkoyup sünnetle uğraştırmasıdır.

Aslında alevilikte sünnet ve farz kavramları var mı, yok mu, bu da tartışmalıdır. Fakat biz gene de farzı yapan farz sevabı, sünneti yapan sünnet sevabı alır diye düşünür hüsnü zan ederiz.

Alevi çalıştayları hala devam ediyor. İnşallah olumlu bir netice alınır. Biz de isteriz ki aleviler de Diyanette temsil edilsinler. Onlar da bu ülkede vergi veriyorlar ve bu toplumun bir parçasılar. Burada dikkat edilecek olan inançlı alevilerle temsilin sağlanması hususudur. Umulur ki onlar diğerlerini de iman noktasında etkilerler ve iyi bir noktaya getirirler. Nesilleri ateizm ve marksist çizgiye kayıyor. Bozuk inanç hem kendini hem de nesillerini daha kötünün kucağına itiyor. Kıyas olarak kabul edilmesin ama aynı olay Hırıstiyanlıkta da sözkonusudur. Bozuk din, fıtrata uygun olmayan şeyler söylediği için tatmin vermemekte ve terkedilmektedir. Alternatif de sunulamayınca şeytanın kucağına düşülmektedir. İngiltere’de bir yıl geçiren bilgili ve kavi iman sahibi bir üstad, bunların çoğunun şeytana taptığı kanaatine vardım demişti. Hırıstiyanlık ilme ve olumlu her şeye karşı çıkmış ve sonunda reddedilerek laikliğe yol açmıştır. Bugün Fransa’nın yarısı ateizmin kucağına itilmiştir. Osmanlı ise tersini yaptı ve ilme karşı çıkmayan toplumsal hayata yön veren dini, son zamanlarında Şeyhül İslamı nazırların kabinesinden dışarı atarak dünya işlerinden dini dışladı. İşte bu adı konmamış laiklik idi. Devamında halktaki bozulma öylesine oldu ki, Cumhuriyeti kuranlar bozulmayı halk yerine dinde zannederek laikliğe sarıldılar. Hep söylüyoruz; bir batılı alim, müslümanlara baktım elli sene müslüman olmadım. Kuran’a baktım bir gecede müslüman oldum diyor.

Üç tür insan var. Birincisi insanlara bakıp da fikrini oluşturan insan. Bunun baktığı kişi iyi ise kişi de iyi olur. Kötüyse kötü olur. İkinci tip insan, olaylara bakan insandır. Kişi olayı iyi yorumlarsa kişi iyi olur, kötü yorumlarsa kötü olur. Üçüncü tip bir insan da vardır ki, fikirlerin orjinaline bakar ve aklı ile kıyas yaparak doğruyu bulur. Çünkü doğru fikir, ön yargılarınızdan arınmışsanız yani bir anlama probleminiz yoksa, aklı selimin sağduyusu ile serbest bir tartışma ortamında iseniz doğru, daima üstün gelir. O yüzden aidiyet denen bir partiye üye olma, bir takımı tutma, bir şeyi çok sevmek gibi, bir kalbde iki şey olamayacağı için kişiyi sevdiğinin dışındakilere karşı köreltir ve sağduyudan uzaklaştırır = ön yargı. Bu yüzden bu tür kişileri ikna etmek de çok zordur. Bunlar önce karar verir ve bu kararına gerekçe ararlar. Demokratikleşmeyle ilgili şeylere bile, bunu kim yaptı? Başkası. O halde karşı çıkmalıyım diyor. Bunun akıl ve mantığı neresinde? Temelle Dursun ikisi birbirine düşman ve ikisi de suç işlemiş ve idama mahkum olmuşlar. Son sözünüz nedir diye Dursuna sormuşlar. Anamı görmek istiyrim demiş. Bu kez Temele sormuşlar senin son sözün nedir deyince, kızgın kızgın Dursuna bakıp, dursun anasını görmesin demiş. Bunun gibi siyasete kurban giden şeylerde fazla yapılabilecek bir şey yoktur. Her şeye karşı çıkan insanlar daima bulunur. Hedef, o kalplere hükmedenle iyi geçinmek olmalıdır. Allah kalbleri tebdil eder. “Yöneticilerinizi biz seçiyoruz. Onlara küfretmeyiniz” buyruldu. Ayrıca “nasılsanız öyle yönetilirsiniz” sözü hadisi şerifte yer aldı. O yüzden her işte Allah’ın yardımı aranmadan olmaz.

 

Yazılarda izlediğimiz yöntem

Biz de olduğunca Allah için O’nun rızası için yazmaya çalışıyoruz. Hatalardan Allah’a sığınırız. Biz, işte bu yüzden siyaset yazıları yazmıyoruz. Bizim yaptığımız, bilgilendir, ihtiyacını hissettir ve uyar, gerisine karışma, çözümünü kendi bulur diye tanımlanabilir. Kişiler için de; fikrinin mihengini yakala, oradan ateş et, yarala, bırak kıvransın, doğruyu kendi bulur anlayışıdır. Doğruyu direk söylemek iyi netice vermez. Tepki doğurur. İlmi siyaset de gereklidir.

 

İlmi siyaset

Adamın biri medresede ders görür ve icazetini alır. Fakat ilmi siyasete gerek görmez ve hocasını dinlemez. Sonra memleketine doğru yola koyulur. Mola verdiği bir kasabada vaaz veren kişinin vahye aykırı şeyler söylediğini görünce dayanamaz ve bağırır. “Sen yanlış ve yalan şeyler söylüyorsun” deyince, halk, “bizim hocamıza nasıl hakaret  edersin” diye bunu bir güzel  pataklarlar. Bizimki tekrar geri döner “hele hocam anlat su ilmi siyaseti” der ve tedrisata devam eder. Onu da bitirdikten sonra tekrar memleketine doğru yola çıkar ve aynı yere uğrayınca,  aynı adamı tekrar o eski yanlış şeyleri söylerken bulur. Bu kez şöyle der. “Ey cemaat, bu sizin hocanız var ya, çok değerli bir adamdır. Bunun bir kılı bile mübarektir” der ve adamdan bir kıl koparır. Bunu duyup gören cemaat hocanın üzerine çullanır ve her tarafını bir kıl alabilmek için yolar. İşte ilmi siyaset böyle bir şey. Siyasetçilerden, evde kadının kocasına yapacağı siyasete kadar her alanda kullanılabilir bir şeydir. Kişinin adını kullanmazsınız fakat yaptıkları ile alay hatta hakaret bile edebilirsiniz. Bu işler akıllı insanların işidir. Güzel ve yumuşak konuşmak kadar teknik konuşmak da önemlidir. Edeb bilmeyen bir şeriatçının yolda giden pantolon giymiş biraz açık bir kıza “utanmıyormusun her tarafın oynuyor kendini teşhir ediyorsun erkekleri baştan çıkarıyorsun” demesinin hiç bir yararı olmadığı gibi kişiyi dinden de soğutur. Halbuki “afedersiniz, biraz daha kapalı bir şeyler giyseydiniz size daha çok yakışırdı” demesi bir ilmi siyasettir ve iyi netice verir, kişiti küstürmez, iyi netice verir. Evde kadının eve geç gelen eşine doğrudan, “çocuklarınla ilgilen, ne yaparsan yap” demesi olumsuz, “hayatım çocukların biraz daha fazla ilgiye ihtiyaçları var. Onlara biraz daha fazla zaman ayırmaya çalışabilirsen iyi olur” demesi olumlu etki yapar. Hürrem Sultan, Sultan Süleyman’ın oğlunun ona isyan etmesi üzerine onu idam etmek isteyince kocasına “ Yüksek ruhlarda kin barınmaz. Sen yüksek ruhlu bir insansın oğlunu affet” demiş ve netice almıştır. Aslında herkesin buna öyle çok ihtiyacı var ki, anlatmakla bitmez…aile içi iletişimden dini tebliğ yöntemine kadar her alanda kullanılması gereken bir jokerdir. Bir gün iki genç yoldaki merdivenlerde bira içiyordu. Bir şeyler söylemem lazımdı ama nasıl? Şöyle yaptım. Ya çocuklar ne güzel sohbet ediyorsunuz? Ben de size katılabilir miyim? Dedim, ve yanlarına yere oturdum. Okul anılarından bahsediyorlardı. Biraz onları dinledim, biraz da ben anlattım. Geçenler arasında bizim komşular da vardı ve bir bira şişesine, bir bana bakıyorlardı ve edebinden bir şey de diyemeden devam edip gidiyorlardı. Ben bira konusunda hiçbir şey söylemedim, fakat çocuklar genel olarak konuşmamdan bir şeyler anladılar. İçlerinden birisi çaktırmadan bira şişelerini saklamaya çalıştı. Ben hiçbir şey söylemeden çocukların söylediği şey “abi biz bir daha içki içmeyeceğiz” oldu. Cenab-ı Hak, Musa Aleyhisselama, Firavuna bile “git  ve ona yumuşak söz söyle, belki kalbi yumuşar ve doru yolu bulur” dedi. Durum böyleyken bir Müslüman, yumuşak konuşulmayı hak etmez olur mu? Hadisi şerifte “ rızıklar dağıtıldığı gibi, ahlak da dağıtıldı” buyruldu. Bu yüzden çok telaş etmemek ve zaman ve duaya da pay ayırmak gerekiyor. Ben ayyaşın birinin talebi üzerine ona önemli bir harçlık vermiştim. Etrafımdaki beyler hemen “ o ayyaşın teki, verdiğini içkiye verecek” deyip beni caydırmak istediler. Ben itiraz ettim ve dedim ki, Allah onun her halde rızkını kesmezken siz nasıl oluyor da kesmeye kalkıyorsunuz?” dedim. O adamın bu işten büyük bir gurur duyduğuna hatta içkiyi bırakmak için çaba göstereceğine  eminim. Ayyaşın biri kafayı bulunca elindeki sazla bir dervişin kafayı yarar. Saz da kırılmıştır bu arada. Derviş ertesi gün ayyaşı ayık halinde ziyaret eder ve der ki, “senin sazın benim kafada yarıldı. Şununla kendine yeni bir saz al” der. Zulüm yapan değil ama kendi halinde günahını kabul edip biraz batakta olanlarla, onun günahından bahsetmeden sohbet etmek, ona günahın içindeyken değer vermek çok hoşuma gider. Hep olumlu neticeler de almışımdır. Bir adama doğrudan din adına saldırmak ve hakaret etmek şeriatçıların işidir. Onlar din adına dinin ……. ederler. Dört kişi abdest alıyormuş. Birincinin ensesine bir tokat vurmuşlar, o da hemen dönüp tokat atana bir tokat da o atmış. Demişler ki bu şeriat ehli. Sonra ikinci abdest alanın ensesine bir tokat atmışlar. O şöyle düşünmüş. Bu tokat Allah’tan gelmeye Allah’tan geldi, fakat kimi vesile kıldı acaba demiş ve tokat atana dönüp şöyle bir bakmış o kadar. Demişler ki bu tarikat ehli. Üçüncü abdest alana da bir tokat atılınca, o da şöyle düşünmüş. Demiş ki, bu Allah’tan gelmeye Allah’tan geldi. Kimi vesile kıldığının da bir önemi yok demiş ve abdestini almaya devam etmiş. Demişler ki bu da marifet ehli. Dördüncü ise hakikat ehli imiş ama onun ne yaptığını gerçekten bilmiyorum. Bunu size havale ederim. Daireye yanıma ayağı çarıklı bir adam garib garib gelse, o adamın olmaz işini oldurmaya çalışırım. Bu iş bana o kadar sevimli gelir. Kim ve nereli olursa olsun. Kelli felli, makam ya da paralı biri gelirse işinin adil olup olmadığından kıyas alırım o kadar. Öbürünün üşüdüğü, berikinin kürkte ısındı aklıma gelir. Allah bile öyle kimseleri söyledikleri olmadık şeylerde haklı çıkarır ki bunu kimse bilmez. Sabreden, namaz kılan fakir, Allah’a daha sevimli gelir ve cennete onları zenginlerden 500 sene evvel sokar. Onun için siz de öyle yapın. Önce herkese, sakata, fakire, sıkıntıda olana, hamileye, çirkine dua etmekle işe başlayın. İki kör dolma yiyormuş. Biri demiş ki “dolmayı ikişer ikişer yeme” demiş. Öbürü demiş ki, ulan sen kör ben kör nereden biliyorsun demiş. Öbürü demiş ki, ben çift çift yiyorum da ordan biliyorum demiş. Onun gibi ben de kendimden biliyorum. Önce dışarıda, yolda giderken, boşdayken, ne yapacağım konusunda dua ve zikir arasında kaldım. Birini seç dediler. Ben her ikisinide korumak, her ikisine de devam etmek istedim. Fakat zamanla duada kendiliğinden karar kıldım. İyi de oldu. Çünkü zikir tek başına yapılmazdı. Bir gönül eri ister. Rehber ister vesselam. Dua ise, serbest. Yolda karşılaştığın herkese, çirkine, sakata, fakire, müslümana, kafire, hepsine dua et dur. Bu seni de etkiliyor ve merhamete kapı aralıyor. İstanbul’da Tophanede, çalıştığım yerin beşinci katında yemekhanede yemek kuyruğundayken yan taraftaki kilisenin tepesine bir martı sıkışmış çıkamıyordu. Arkadaşlara bunu söyledim şunu haber verelim dedim. Kimse oralı olmadı. Kendim kiliseye gittim, kilise kapalıydı. Ertesi gün hayvan aynı yerde çırpınıyordu. Bu kez kilisenin bahçesine girdim. Kimse yoktu. Kimseye sesimi duyuramadım. Üçüncü gün o hayvan orada ölmüştü. Çok üzüldüm. Ankara’ya dönüşte rüyama girdi. Çok suya yanmış bir haldeyken kalkıp su içmeye giderken bana su içirdi ve ben geri döndüm. Daha sonra gagasıyla bağırsaklarımdan günahlarımı tek tek çıkarmaya başladı. Bu işlem günlerce sürdü. Bunu ayni olarak yaşıyordum. O zamanlar Rahmetli Necip Fazıl gibi yeni tevbekar olmuştum ve levvame makamında olduğumu müşahede ediyordum. Sonra o kuşun cennette olduğu bildirildi bana. İnanan inanır. Aklına tapanlara her şey ve ahret sürpriz olur fakat tepenin arkasındaki askerlere inananlar tedbir alır hazırlanır, mevki tutar ve onların savaşı kazanacağı umulur. “Din merhamettir”(hadis)deki esas, dışarıya merhamet duymaktır. Eş, evlat ve yakınların sevgisi zaten verilmiş ki merhamet ediyorsun. Sevgi verilmeyen, dışarıdaki çirkine, tanımadıklarına, sakata, acize, yoldan geçen herkese, hele sana ters bir şey söylemişse, ona da dua et de göreyim. Bakın aşık ne diyor.

Aşık der incidenden

İncinme incidenden

Kemalde noksan imiş

İncinen incidenden

Vermeyene vermek, gelmeyene gelmek, hoş görmek.. nefsin biraz kemale yaklaşması zaviyeyi nasıl değiştiriyor. Abdest alanlar gibi… Ufak bir pürüz şu ki, bir tokat yiyince öbür yanağını çevirmek yok İslamda. İki hikaye buraya yakışır. Biri bir Yahudi’nin duası; ya Rabbi biri beni kandırırsa onun belasını ver. Biri beni iki kez kandırırsa hem benim hem onun belasını ver. Biri beni üç kez kandırırsa yalnız benim belamı ver demiş.

Müslüman hikayesi de şöyle; bir Müslüman bir delikten iki kez ısırılmaz. Bir başka hikaye ise şöyle; dervişin biri eline bir testi su alır ve cehennemi söndürmeye yola koyulur. Derken bir melek elinde bir kamçı ile karşısına çıkar ve sorgusuz sualsiz şaklatır dervişe kamçıyı. Derviş yandım anam der. Ne oldu, ne yaptım ben sana dediyse de bir kamçı daha, arkasından bir kamçı daha deyince derviş dayanamaz ve geri dönüp, yaşasın zalimler için cehennem der. İşte zalime acımıyorsanız mesele yok. Gerçi onu bile zulmünden alıkoymak da vardır dolaylı olarak. Konudan konuya geçiyoruz fakat merhametle ilgili olarak şunu da belirtelim. Allah’ın kanunları hep merhamet doludur fakat zalime değil, mazlumadır. Allah’ın asıl amacı, çoğunluğu düşünmek, hayatı sağlıklı devam ettirmektir. İşte birini diğerine rızık yapmak hayvanların, kısasa kısas insanların dengesidir. Öğrenci arkadaşından dayağı yer, öğretmene şikayet eder. O da sen de onu dövseydin ya der. Meşru müdafa hali neden ceza almaz? Çünkü bal gibi kısasa kısastır aslında. Adam seni vursun, sen daha sonra şikayet etsene. Eline tabancayı alan önüne geleni vursun, sen onu affedip hafifce geçiştir. Onu gören yenileri devreye girsin. Toplumun anasını öğrensin. Bu nasıl merhamet. Ben hep söylüyorum. Batının fikirlerinin mihenk taşları sakattır. Alırken sorgulamak ve farklılıklarını gündeme getirmek gerekir. Zaten onlar belli farklılıkları kabul de ediyor ve zenginlik sayıyorlar. Fakat nazarımızda putlaşan batıya yaranma isteği, dindeki tam teslimiyet gibi, hadisi şerifte zikredilen kelerin girdiği delikten girdiği gibi sizde girerek onları taklit edip benzeyeceksiniz öngörüsüyle uyumlaşmaktadır.

 

İslam bir yaşam biçimidir

Halbuki İslam bir yaşam biçimidir, bir hayat anlayışıdır. Hem tevhidi esas alır hem dünyevi emirler serdeder. İnsanlar ibadetini alır, dünyama karışmasın der. Bunu, dinle iktidar mücadelesi yapan devlet istemiştir ve insanları da buna inandırmıştır. Bunu doğrudan İslam kelimesi ile yapamaz fakat ad takar ve şeriat der, irtica der v.s. Bunu ancak akıllı,  ferasetli, tam teslim olmuş cesaretliler anlar. Bu, yukarıda söylediğimiz gibi cevizin içi yoktur demeye benziyor. Bu yüzden Allah da bu yarım imanı, içi boş imanı değerlendirecektir. Halbuki ben hem emre teslim olmuşumdur ve hem de hikmetini öğrenmişimdir ve böylece Allah’ın bütün hükümlerine, bu arada özellikle kısasa kısasa aşığımdır. Kırk kişiyi öldürmek var mı ya? Eline tabancayı alan bi tane de ben vurayım diyor. Korku yok. Halbuki vururken kendisinin de öldürüleceğini bilse, eli titrer, altına yapar, maazallah. Böylece sokaktaki masumları korumuş olursunuz. Adalet de yerine gelir, herkes rahatlar. Kan davaları sürmez. Çünkü gereği yapılmıştır ya da diyeti ödenmiş veya kişinin kendisi veya takını affetmiştir vesselam. İlahi yasalar da böyledir. Çoğunluğu koru. Kötüyü haksızı feda et. Otları bile ayıklarken kötü otları ihtiyacın olan sebze meyve için temizliyorsun. Hani merhametliydin o otlara da yaşama şansı versene..

Fikir zamanla eskimez, çünkü insan aynı insandır. Akıl vahye muhtaçdır.

Yukarıda söylediğimiz gibi Batı, ölen ölmüş der, zalimi korumaya kalkar, bu yüzden onu gören yeni yeni katiller işbaşına geçer, sayıları çoğalır, suç istatistikleri yapmaya, bunu toplumsal sorunlara bağlamaya kalkarlar. Modern görünüp ne kadar ilkellik! Bir aptala zeki ismi vermekle zeki olmaz. Avrupa modernim derken ben onun şapşallığını anlıyorum o kadar. Akıl daima vahye muhtaçtır. Deneme yanılma yoluyla bazı şeyleri bulabilir fakat ideali bulamaz. Kuran’da hz. İbrahimin aklı ile Allah’ı bulduğu anlatılır. Bu dinin ulaşmadığı bir yerdeki asgari sorumluluğu ifade eder. Kitablar ve peygamberler ise bunun üstü için gönderilmişlerdir. Onların 1400 sene önce gelmesi onun hükümlerinin eskidiği, geri olduğu anlamına gelmez. Kuran her yüzyıla hitab eden, buna göre özellikle müteşabih ayetleri ile yoruma açık hükümleri olan bir ilahi kitabdır. Arabanın yapıcı firması kullanım kılavuzu koyuyor ve sen ona uyuyorsun da Allah yarattığı kullarına da kitabla kullanım kılavuzu göndermiş ona neden uymuyorsun? Araba eskise de aynı kılavuz geçerli de bu kitab neden hala geçerli olmasın. Hükümlerin yararını herkesle tartışırım. Ancak bunlar eski demek aptalcadır ve belden aşağı vurmak anlamı taşır. Ancak içtihat kapısı açıktır fikrini savunmak uygun bir çözüm olmalıdır bu noktada. İnsan 1400 sene önceki aynı insandır. İnsanın fiziki ve ruhsal yapısında, evlenmesinde hiç bir değişiklik yoktur. Şimdi biraz daha şehirlerde yaşamakta, teknolojiden kolaylık olarak istifade etmekte, deveyle gideceği yere uçakla kısa sürede gitmekte, araba kullanmakta, kolay haberleşmekte o kadar. Diğer her şeyi aynı. Hatta bu yüzden daha bencilleşmiş, bireyselleşmiş, kendini düşünür hale gelmiş, kanaati unutmuş, erdemlerden uzaklaşmış, içki ve uyuşturucunun pençesine düşmüş ve mutlu olamamıştır. Araştırmalarla gelişmiş ülkelerdeki halkın yüzde yetmişinin mutlu olmadığı tesbit edilmiştir. Demek ki madde ile mutluluk her zaman aynı göstergeyi göstermiyor. Karnı doyduktan sonra ahlak üzere olabilmesini istemelidir. Bu da ahlak prensibleri ile sağlanır. Bunu da din önerir ve ahiret ve Allah korkusu gibi mihenk taşlarına bağlar. Daha  olmadı had cezaları koyar vurur kırbacı. Parayla kurtuluş yoktur. Onu canında hissetmeli ve bir daha yapmamalıdır. Onun için ben belki tam yapamıyorum ama ben dinime aşığım. Size de tavsiye ederim. Kişinin mutlaka bir veya birkaç putu daima vardır. Sizinki ne? Tek mabud Allah dururken ticarete, paraya, çok sevme adına kadına, makamı etkili görüp makama tapma, korktuğu veya çok çok sevdiği bir şeye tapma zaten nefsin temel “ene” özelliklerindendir. İşte bu tapmayı Allah’a yönlendirirseniz hem rahat edersiniz ki bu bir hürriyettir, hem de dünya ahiret kurtulursunuz. İnsan taptığının esiridir, nasıl kurtulsun ki? Allah nefsinin hevasına tapanı gördün mü demektedir. Aynı tesbit…

Ramazan Orucu; Gelenek olarak mı tutuyoruz? Yoksa Allah emrettiği için mi? Dikkat.

Günümüzde orucun gelenekselleştiği konusunda ciddi kuşkular var. Kişi namaz kılmaz zekat vermez gider oruç tutar. Farz namazı kılmaz gider sünnet olan teravih namazını kılar. İnsan davranışlarını analiz etmek çok zor. Onun nedenini niçinini anlamak, davranışının mihenginde ne var onu keşfetmek kolay değildir. Bazen bilinç altında saklı duran davranış müşevvikleri de araştırılmağa değer bulunmalıdır. Herkese bir psikolog bulamayacağımıza göre bu sorgulamayı kişinin kendisi yapmalıdır. Acaba herkes oruç tutuyor bende onun için mi oruç tutuyorum? Bana bir şey derler diye korktuğum için mi oruç tutuyorum? Takiyye. Toplumdan mı çekiniyorum acaba? Yoksa oruç bedene faydalı, kilo verdirir diyorlar, kilo vermek için mi oruç tutuyorum? gibi sorgulama yapılmalı ve cevabı verilmelidir. İşte isyan burada faydalı sonuç verir. “Hayır! Ben, Allah’ım bana emretti, bu emrine uymak  onun rızasını kazanmak ve karşılığını yalnız ondan beklemek için oruç tutmalıyım” demelidir. Bunun için sonuçlardan hareket etmek de aynı faydayı sağlar. Nedenini ortaya koyamaz belki ama pislikleri temizler gider. Bir masada görülmeyen kirlerde gitsin diye her tarafını temizlemeye benzer. O da: ihlasla niyet tekrarıdır. “Ya Rabbi, ben yalnız senin rızanı gözeterek oruç tutuyorum. Senin emrin olduğu için oruç tutuyorum. Bana kolaylaştır ve benden kabul et” demelidir.

Her ibadet yeni farz olmuş gibi kılınmalıdır. Alışmak tehlikelidir.

Sahabe-i kiram her ibadetini sanki yeni farz kılınmış gibi düşünür ve ona hazırlanırdı. Özellikle namazda bu çok belirgin bir husus idi. Buna parelel olarak ibadetin alışkanlık yapmasından şiddetle çekinir, şayet nafile bir ibadet yaparken ondan nefsinin hoşlandığını farkederse derhal o nafileyi bırakır başka bir nafileye başlardı. Oruçta bedenin oruca, açlığa alışması anlaşılabilir bir şeydir. Fakat her oruç için ayrı niyet neden gereklidir? İşte bilincinde olmak, otomatiğe bağlamamak için buna gereklilik vardır. İbadette nefse zor gelen ibadet daha makbuldür. Zaten bu yüzden gece ibadeti en makbul nafiledir. Uykuyu bölmek kolay değildir. Ama Allah c.c de o zorluğa gereken ecri verecektir. Kul bir karış, Allah bir adım; kul bir adım Allah koşarak… Bizler o kadar yapamayız ama ola ki içimizden ibadet etmekten eşini çocuklarını ve diğer insanları ihmal eden onların sorunları ile ilgilenmeyenler olursa onları şunu diyebiliriz. Hadisi şerifte insanın dine güç yetiremeyeceği, yapabildiği az, ihlaslı ve devamlı amellere dikkat etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Peygamber Efendimiz eşi Ayşe validemiz, odama geldiğinde uyuyorsam o ibadet eder, uyanıksam benimle konuşurdu der. Bir hadiste ülfet etmeyen kişide hayır olmadığı vurgulanmıştır. Cemaate katılıp da bir kaç kişinin hatırını sormadan küs gibi giden adama acırım. Akşam namazından sonra iki rekat nafile ebvabinin arkasından bir kişiye Kuran öğretmek, ya da soru ya da sorununu dinlemek bana daha hoş gelir. İki kişi Allah için birbirini sever ve konuşurlarsa (gülümserlerse-sadakadır-) onların üzerine yüz rahmet iner ve aralarında paylaşırlar. Bir veli bu konuşmaların birinde biraz yüzünü ekşitmiştir. Sorulduğunda o kişi daha çok sevab alsın diye öyle yaptım demiştir. 

 

İbadette ihlas ve Allah’a güven

Avam cennete kavuşmak ve cehennemden korunmak için oruç tutar. İlimde derinleşenler emir ve rızai ilahi ve Allah’a kavuşmak arzusu ile yanar tutuşur. Bunların “bu akşam ne yiyeceğim” demesi bile Allah’ın Rezzak sıfatından bir şüphedir ve orucu bozar, Allah’ı gücendirir.

Orucunun ya da namazının övülmesinden hoşlananın işi zordur. İnsan “ben insanların rızası için mi oruç tutuyorum?” demelidir. Bir adam bir gün cemaate ikinci safa düşmüştür ve bundan canının sıkıldığını farketmiştir. Hemen aklı başına gelir ve sorgular. “Ben ön safta bulunmak ve sevab ticareti yapmaya mı geliyorum” der ve geçmiş iki aylık namazlarını tekrar kılar. Oruçlunun gıybet etmesi de aslında orucu bozar. Fakat bu havvas için geçerlidir. Öyle ki tevekkülünde en ufak bir hata, sebebe güvenip Allah’ı bir an unutmak bile bozulma nedenidir.

Yusuf aleyhisselam hapisten kendisinden önce çıkan arkadaşına, “efendinin yanında beni an beni de kurtarsın” demiş ve inşallah dememiştir. Bunun üzerine şeytan o adama bunu unutturmuş ve yedi yıl daha hapiste kalmıştır. Allah, dostlarının kendini unutmasını asla affetmez.

Hadislerde görüleceği üzere Ramazan’da şeytanlar zincire vurulur. Fakat kişinin yalan söylemesi veya gıybet etmesi şeytanı zincirden boşandırır ve onunla uğraşmaya başlar. İşte insanların Ramazanda namaza başlamalarının bir nedeni de onu caydıracak şeytanın olmamasıdır. Tabii ilahi rahmetin kişiyi namaz ve oruca çektiğini de unutmamak gerekiyor. Bazı uyanık müslümanlar da rahmetin bolluğunun farkına vararak kısa dönemde çok kar anlayışıyla fırsatçılık yaparak namaza yönelirler. Çok uyanık olanları da kutsal geceleri iyi takip eder ve değerlendirirler. Ama Cenab-ı Hak öylesine rahmetini yayar ki, kimseye neden yalnızca Ramazan, neden yalnızca Cuma demez. Fakat ister ki kulu her daim beş vakit karşısına gelsin. Aslında yalnız Cuma kılmak 30 000 liralık bir arabayı 5 000 lira verip alıp kaçmaya benziyor. Var mı böyle bir ticaret? Zaten hadiste beş vakit namazı hakkıyla eda edenlere Allah’ın cennet vaadi olduğu bildirilmiştir. Bunun dışındakilere Allah’ın bir vaadi yoktur, dilerse affeder dilerse azab eder. Fakat sonuçta herkes ibadeti ile değil peygamberler dahil Allah’ın merhameti ile cennete girer. Yani namaz  merhamete vesile olmuş olur. Fakat Cenab-ı Allah’ın merhameti gene de çok yüksektir. İbrahim aleyhisselama bir gün bir fakir gelir, yiyecek bir şeyler ister. İbrahim Aleyhisselam: “Bak işte sen benim dinime girersen sana istediğini veririm” der. Adam sinirlenir ve “yiyeceğin de dinin de senin olsun” der ve çeker gider. Bunun üzerine Cenab-ı Allah nida eder ki; “Ya İbrahim, o kulum beni 90 senedir inkar ediyor, fakat ben onun bir gün bile rızkını kesmedim. Senden bir lokma istedi diye, sen ona dinime girersen veririm diye şart koştun” der. Bunun üzerine İbrahim Aleyhisselam hata ettiğini anlar ve adamın peşinden koşarak, “gel tek benim dinime girmezsen girme, sana istediğini vereceğim” der. Adam kabul eder fakat bir taraftan da sorar. Ne oldu da fikrini değiştirdin deyince, İbrahim Aleyhisselam, Rabbim bana böyle böyle emretti der. Ya, demek Rabbin öyle mi dedi der ve müslüman olur.

İyiliği yapmak kolay fakat korumak zordur.

Bir iyilik yapma fırsatı doğduğunda, bir şeyi Allah rızası için şu işi yapacağım dediğinizde onu mutlaka makul bir sürede imkanlar ölçüsünde yapmalısınız. Bu süre aşşıldığı yada niyetlerde bir gevşeme olduğu zaman Allah o kulunu terkeder ve şeytan müdahaleye  başlar. Kişi o iyiliği yapamaz hale geldiği gibi yapsa da artık sevabı olmaz. Bir kişi insanların taptığı bir ağacı Allah rızası için kesmeye gider. Baltayı omuzuna alıp giderken şeytan onun yoluna çıkar ve engellemek ister. Kavga ederler ve adam şeytanı yere yatırır, yener. Şeytan onu engelleyemeyeceğini anlayınca ona der ki, sen bu işten vazgeçersen her gece yastığının altına bir altın koyarım der. Adam da kabul eder ve yoldan döner. Birinci gece adam bir altını yastığın altında bulur ve sevinir. İkinci gece bir şey yoktur. Bunun üzerine şeytana kızar ve baltayı alıp yine o ağacı kesmeye tekrar gider. Yolda şeytan tekrar karşısına çıkar ve yine kavga ederler. Bu kez şeytan adamı alteder. Bunun üzerine şaşıran adam nasıl olduda beni yendin deyince şeytan der ki, öncekinde  sen Allah rızası için gidiyordun ve beni yendin. Şimdi ise altını koymadığım için kızdın ve nefsin için gidiyorsun ve ben de seni yendim der. İşte niyetler bu kadar önemlidir. Ameller niyetlere göredir diye boşuna buyurulmadı. Benim kalbime gelen nefsin inkarından dolayı bir namazda beş kere niyet düzeltmesi yaptığım olur. Allah ihlaslılardan amellerini kabul eder. İbadette, idrak ve ihlas arar. Tavuğun yem yediği gibi tadili erkana riayet etmeden aman biraz fazla kılayım deyip namaz ve rekat ticareti yapanların alacağı pek bir şey yoktur. İbadette kalite çok önemlidir. Tefekkürle, huşu ile, idrak ile, tadili erkana riayetle, yavaş yavaş, Allah’ı görür gibi ihsan makamında kılınan namazın yerini hiç bir şey tutmaz. Az ama kaliteli. Farz eksikleri sünnetle tamamlanacağı bildirildi zaten. Neden acele çok namaz kılmaya çalışayım ki? Tavsiye ederim.

Hadisi şerifte buyurulduğu üzere kişi gizlide bir iyilik yapar. Bunun üzerine o iyiliği, kötülüğe dönüştürmek için şeytan o kişinin peşine düşer ve bir toplulukta yaptığını ona söyletir. Bunun üzerine gizlideki sevap gider açıkta yapılmış sevaba dönüşür. Şeytan bıkmaz başka bir toplulukta tekrar söyletir. Bunun üzerine açıktaki sevab da gider bire bir kalır. Şeytan tekrar başka bir toplulukta daha söyletir. Bu kez bir de gider riya yazılır. Riya ise şirktir buyruluyor. Ben günde şu kadar nafile namaz kılıyorum, su caminin şurasını ben yaptırdım, şu kadar öğrenciye burs veriyorum, şu kadar defa hacca gittim, ben hacdayken şöyleydi lafları hep nefsin tezkiye olmamasındandır, nefis bundan lezzet alır. Bu yüzden iyi bir bilinç ve telkin de işe yarar. Tevazuya dikkat edilmelidir. Bırakınız sizi sade, biraz cahil bilsinler. Sizinle konuştuklarında sizin imanınız, ferasetiniz onları etkileyecektir. Bir söz var. Bir kimse bir odaya elbisesi ile girer, fakat aklı ile çıkar.

 

Her şey hizmet içindir

Ben hep makam sahiplerinin bu makamlarından çıkar, otorite, hakimiyet sağlamalarından nefret etmişimdir. Onları sadece bir hizmet aracı olarak görürüm o kadar. Sizin adaletiniz, hizmetteki gayretiniz, bilginiz bu makamı da sizi de yükseltir diye düşünürüm. Aksi halde ya adamı putlaştırırsınız ya da makamı.. Hz. İsa yolda giderken bir külçe altın bulur ve onu yanına alır. Derken bir adamla kölesini görür. Adam bir şey için kızmıştır ve kölesini dövmektedir. Ona elindeki altını bu köleye karşı teklif ederek onu kurtarmak ister. Fakat adam o kadar kızmıştır ki altın maltın dinlemez ve dayağa devam eder. Bunun üzerine Hz. İsa önce altına şöyle bir bakar ve der ki sen bir insanı kurtarmadıktan sonra ne işe yararsın der ve altını dereden aşağı yuvarlar atar.

İnsanın putlaştırılması ise şöyledir: Hz Ömer devrinde halk arasında Halid bin Velid olmadan fetih yapılamaz diye bir genel görüş oluşur. Hz Ömer buna derhal tepki verir ve Halid Bin Velid’i ordu baş komutanlığından alır ve yerine kölelikten gelme fakat bilgili ve ehil bir zat olan Ubeyde Bin Zeyd’i atar. Halid Bin Velid’i de onun yanına er olarak verir. Mısıra gidilmiş ve fetih yine gerçekleşmiştir. İşte vazgeçilmezlik İslamın asla kabul etmeyeceği bir şeydir. Üstün olan Allah ve onun emirleri olan İslam Hukuku’dur.  

 

Bektaşinin biri şu paranın değerine bir bakayım der ve bütün parasını küpe koyarak beş parasız şehirde bir hafta dolaşır. Öyle perişan olmuştur ki sormayın gitsin. Kimse çay bile ısmarlamamıştır. En son eve gelir, küpü ve paraları karşısına alır ve şöyle der. Ey para, Allah desem değilsin, peygamber desem değilsin, bakıyorum da sana hiç de aşşa değilsin. Yorum yok…

Evliyadan bir zat Şam’da “ sizin taptıklarınız ayağımın altındadır” der ve sözünü geri almaz. Koyu şeriatçılar hemen hazırdır ve dine aykırıdır diye idam ederler. Ölmeden der ki, sin şına vurunca  bunu anlarsınız der. Nihayet Yavuz Sultan Selim Mısır seferi sırasında Şam’a uğrayınca bunu ona anlatırlar. Nerede demişti diye sorar ve orayı kazdırır. Çıkan şey bir küp altındır. Yorum yok…

Niyetteki sapmanın sonu cehennemde biter

Allah şu üç kişiyi cehenneme atar. Halk bu adam molla adam desinler diye ilim yapanı, ırkı için çarpışıp şöyle kahraman adam desinler diye çarpışan adamı ve ne kadar baba adam ne kadar hayırsever adam desinler diye hayır yapan adamı. Alacağınızı aldınız size baba, kahraman ya da molla dediler, benden ne istiyorsun der ve cehenneme atar. Allah muhafaza buyursun. Niyetlere dikkat. İngilizlerin bir sözü var. All thing in moderation, moderation in all thing. Yani ortalama her şeyde. Her şeyde ortalama. Bunun gibi her şeyde Allah rızası. Allah rızası her şeyde. Said –i Nursi hazretleri buyuruyor ki, insan sünnetleri işleye işleye o  sünnetler ibadet seviyesine yükselir.

Oruç Hakkında

Oruç, insana, tekliflerin en meşakkatlisi görünür. Bu sebeple, ilâhî hikmet gereği, önce tekliflerin en hafifi olan namaz, ikinci olarak zekât, üçüncü olarak da tekliflerin en zoru olan oruç teşri kılınmıştır. Hz peygamber Yemen’e vali tayin ettiği Muaz Bin Cebel’e, ya Cebel onlara önce namazı emret, şayet kılarlarsa bu kez zekatı emret demiştir. Üçüncü emir ise oruçtur.

Arzu ve ihtiraslarına esir olanlar, o kadar sabırsız, o kadar aç gözlü olurlar ki, bir gün aç kalmakla ölüvereceklerini zannederler; ve bu asılsız zanla, orucu za­rarlı imiş gibi telâkki ederler. Halbuki, oruç, ferdî ve içtimaî terbiyeyi sağlar. Mideyi ve bedenin diğer organ­larını dinlendirir. Tıbbî bir takım faydaları vardır.

Oruç tutan müslümanlar, genel olarak, Ramazan-ı Şerif’de çeşitli ve nefis yemeklerle hazırlanmış olan iftar sofrasına oturmakta ve diğer aylarda yemedikleri yemek­leri bu ayda yemeyi âdet edinmektedirler. Halbuki oruçtan maksat, takvayı gerçekleştirmek, dolayısıyla nefs-i emmâreyi terbiye etmek ve böylece aynı zamanda vü­cudun sağlıklı kalmasına zemin hazırlamaktır. Bu ise ancak az yemek suretiyle mümkün olur. Herkes birbirini nöbetleşe davet etmekte fakat sofralarda fakirler yer almamaktadır. Eskiden her mahallede hem zengin hem fakir birlikte otururdu. Şimdi ise toplum kastlara ayrıldı. Bir semt ya zengin ya da fakir insanlardan oluşuyor. Bu yüzden müslümana çok iş düşüyor. Yoldaki bir dilenciye üç beş kuruş atmak adeta nefsi bir tatmin. Araştırıp bulunmalıdır fakir. Zekat fakirin neden hakkıdır ve onun ayağında ödenmelidir bu düşünülmelidir. Gıda bankacılığı olsun diğer sivil toplum kuruluşları ülke sınırlarını aşıp yardımları ilgili yerlere ulaştırmaktadırlar. O kanallar denenebilir.

Sofra adabı

Sofraya besmele ile başlamalı, elhamdülillah ile bitirmelidir. Yamak öncesi ve sonrası eller yıkanmalıdır. Hadiste “ ben kulum kullar gibi yere oturup yerim” buyuruldu. Yerde sağ ayağı dikip sol ayak üstüne oturmak sünnettir ve mideyi küçülterek azla doymayı sağlar. Yine hadiste “sağ el ile yeyiniz, sağ el ile içiniz” buyruldu. Yemek öncesinde “ fel yenzuril insani ila taamihi” ayetini okuyup, yemeğin yada meyvenin Allah’tan verildiği (rezzak sıfatı), rengi, kokusu, tadı ve helal olup olmadığı konusunda kısa bir tefekkür güzel olur, şükrün uygulaması sayılır. İbadette kuvvet kasdı ile yemek de güzeldir. Katı yiyecekleri elle yeme konusuna insanlar tepki veriyorlar, zorlamamak uygun olur. Fakat tek kaptan birlikte yemenin ağız mikroplarının kişiden kişiye geçerek bağışıklık sağladığı ifade edilmektedir. Yani modern olmak her zaman faydalı olmayabiliyor. Masada oturmak da midenin genişlemesine ve çok yemeye yol açtığı hesaba katılmalıdır. “Hastalıkların evi midedir; perhiz ise baş ilaçtır” buyuruldu. Sofrada neşeli şeyler konuşulabilir. Hadiste çok yiyeni içeni Allah Teala sevmez buyruldu. Hadisi şerifte “Midenin üçte biri yemeğin için, üçte biri içeceğin için, üçte biri de teneffüs içindir” buyruldu. Ayette “…Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”” buyruldu. Avamın doyduktan sonra yemesi, havvasın doyuncaya kadar yemesi haramdır. Sirke ne güzel yemektir buyruldu. Günahı çok olan su dağıtsın sözü de hadislerde yer aldı. Cebrail Allayhisselama sormuşlar dünyaya kul olarak gelseydin ne iş yapardın demişler. Demiş ki, hayrıma su dağıtırdım. Eşimin babaannesi Eşe Hala da bir testiyi anayolun kenarına koyar ve gelene geçene su ikram edermiş. Kadın bununla takvaya erişmiş. Çeşme yaptırmak sadaka i cariyeden sayılır.Bir hikaye daha. Halkı bir sofraya oturtup ellerine uzun uzun kaşık vermişler, hadi yiyin demişler. Fakat kolları kaşıkları birbirine çarptığı dönmediği için bir türlü yiyememişler. Bu kez aynı sofraya dervişleri oturtup aynı uzun kaşıkları onlara da vermişler. Onlar ise yemeği almış karşısındakinin ağzına uzatmış.

 

Örnek bir sofra duası

 

Elhamdülillahillezi hedana li haza vema künna linehtediye  lev la en hedanallah. Vessalatü vesselamü ala rasülillah. Esteiyzü billah. Bismillah. “ve külü veşrabu, vela tüsrifü innehü la yuhibbul müsrifiyn” Sadekallahül Azim. Elhamdülillahüllezi etamaena  ve razekana vesakana vekesana vecealena müslimiyn. Ve rahmetullahü ve berekatühü ala sahibi hazattaami vel akiliyne vettabihiyne velhadimiyne. Allhümme etimna min taamil cenneti veeşfina min şarabil kevser. Ve zevvicna bi huril iyn. Ve ekrimna bi ru’yeti cemalike ya ilahel alemiyn. Devamı İslami devlet, haneye sofraya bereket. Ölenlere rahmet. Bakide kalanlara rahmet ve mağfiret. Allahümme zid vela tengus bi hürmetil fatiha.

Oruç Tutma İle Fidye Verme Arasında Muhayyerlik

Bakara sûresinin 184. ayetinde; “(Yaşlılık veya tedavi edilemeyen bir hastalık nedeniyle) oruca zor güç yetirenler, bir yoksul doyumu fidye verirler. Bununla birlikte kim bir hayır yayarsa (daha fazla fakiri duyurursa) bu, kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” (Bakara, 184) buyrulmuştur. Sahabeden Muâz b. Cebel’in bildirdiğine göre, bu ayetin hükmü gereğince Müslümanlar oruç tutma ile fidye verme arasında muhayyer bırakılmışlardır (Ahmed ). Sahabeden Seleme b. el-Ekva’, bu ayet inince isteyenin oruç tuttuğunu, isteyenin fidye verdiğini, 185. ayet inince bu muhayyerliğin kaldırıldığını söylemiştir (Müslim, Ebû Davud).

“Oruç tutmaya gücü zor yetenler” hükmü, çok yaşlı kimseler ile şeker ve kanser gibi tedavisi zor bir hastalığa müptela olanlar için geçerlidir. “Fidye” bir fakiri iki öğün doyurmak veya fakire iki öğün doyacağı miktarda ekonomik yardım yapmaktır.

“Kim bir hayır yaparsa” cümlesi, fidyeyi fazla vermeyi veya hem fidye vermeyi hem de oruç tutmayı  “oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” cümlesi ise fidye vermekten veya orucu kazaya bırakmadan daha hayırlıdır, anlamını ifade edebilir(Yazır).

Ramazan Orucunun Sağlıklı ve Mukim Olanlara Farz Olması

“…Sizden kim hasta ya da yolcu olur (da orucunu tutamazsa daha sonra) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar… ” (Bakara, 184)

“…(Bu ayda) kim hasta veya yolcu olur (da oruç tutamazsa) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun (kaza etsin). Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir. ” (Bakara, 185)

Bu ayetlerde yüce Allah, Ramazan ayına erişen sağlıklı ve mukim kimselerin oruç tutmaları gerektiğini, yolcuların ve hastaların daha sonra kaza etmek üzere oruç tutmayabileceklerini bildirmektedir.

Muâz b. Cebel, 185. ayetteki “Öyle ise sizden kim bu aya ulaşırsa oruç tutsun” emri ile Allah’ın, orucu sağlıklı ve mukim olan kimseler için farz kıldığını, hasta ve yolcular için oruç tutmama ruhsatı verildiğini, oruç tutmayıp fidye vermenin, oruca gücü yetmeyen yaşlılara özgü kılındığını bildirmiştir (Ahmed).

Bir mazeret sebebiyle Ramazan orucunu tutamayan kimse, orucunu kaza etmeden ölürse, bu kimsenin tutamadığı oruç sayısı kadar fidye verilir (Tirmizî).

Orucun Fecr-i Sâdık İle Güneşin Batması Arasında Tutulması Emri

183, 184 ve 185. ayetlerde orucun Ramazan ayında tutulması gerektiği bildirilmekte, ancak oruca başlama ve bitirme zamanı ve orucun nasıl tutulacağı bildirilmemektedir. Muâz b. Cebel’in bildirdiğine göre Bakara sûresinin 187. ayeti inmeden önce mü’minler güneş battıktan sonra uyuyuncaya (veya yatsı namazını kılıncaya) kadar yiyip içebilirler, eşleriyle cima yapabilirlerdi. Uyuduktan (veya yatsı namazını kıldıktan) sonra artık yeme, içme ve cinsel ilişki ertesi günü akşama kadar yasak idi (Ahmed).

Bu kuralı ihlal eden sahabîler oldu. Meselâ Ensar’dan Sırma b. Kays adında bir mü’min Ramazan ayında oruçlu olarak akşama kadar çalışır, akşam evine gelir, namazı kıldıktan sonra yemek yemeden sabaha kadar uyuya kalır. Ertesi günü Peygamberimiz kendisini çok bitkin, halsiz ve oruca dayanamaz bir durumda görür, “ne oluyor, seni çok yorgun, bitkin ve halsiz görüyorum” der. Sırma da “Ey Allah’ın elçisi! Dün, gün boyu çalıştım, akşam eve geldim, namazı kılınca uyuya kalmışım ve bir şey yiyip içmeden oruç tutuyorum” diye cevap verir (Müslim).

Hz. Ömer, eşi ile ilişkiye girerek bu yasağı ihlal eder, sonra yaptığına pişman olur ve durumu Peygamberimize bildirir. Ashaptan bazıları da aynı hatayı işlerler. Bunun üzerine Bakara sûresinin 187. ayeti iner (Ahmed.). Bu hususa 187. ayette de işaret edilmektedir: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz. Allah (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın. Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra akşama kadar orucu tam tutun. Bununla birlikte siz mescitlerde itikafta iken eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar, Allah ‘in koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye ayetlerini insanlara böyle açıklar. ”

Ayetteki  “Size  helâl kılındı”  cümlesi,  söz konusu  yasağın kaldırıldığını ifade eder. Bu yasağın ne olduğu yukarıda zikrettiğimiz hadislerde beyan edildiği gibi ayetin içeriğinden de anlaşılmaktadır. Cinsel ilişkide bulunma yasağı itikaf hâlinde iken de devam etmektedir.

Allah’ın koyduğu yasağın ihlal edilmesi, ayette “nefse ihanet” olarak ifade edilmiştir. Ayet, itaatsizlik ederek emir ve yasakları ihlal eden mü’minlerin günahkâr olduklarını, ancak günahlarına tövbe ettikleri takdirde affedileceklerini de beyan etmektedir.

İ’tikaf

Peygamber Efendimiz Ramazan ayının son on gününde i’tikafa çekilir ve eşleriyle cinsi münasebetini keserdi. İ’tikaf bir kimsenin ibadet niyetiyle herhangi bir mescidde uzun süreli inzivaya çekilmesi anlamına gelir. İhtiyaç ve yemek maksadıyla çıkışlar bunu bozmaz. Alimler bir müslümanın normal vakit namazları için bile camiye gelişlerinde kapıdan girerken i’tikafa niyet etmelerinin i’tikaf sayılabileceğini bildirmişlerdir. İ’tikaf hayatın anlamı üzerine derin bir tefekkür sağlar ve bu insan için bir ihtiyaçtır. İnsanın sıkıldığı zannedilir fakat hiç öyle değildir. İki yıl ramazanın son on gün umresinde i’tikaf nasib oldu. Süperdi..tavsiye ederim.

Aslında ben geziye gitmeye de bu gözle bakıyorum. Sizi bilemem. Hayatımı sorgulamak için bir düşünme fırsatı. Denize girmek, güzel, o kadar. Kişinin kendini keşfetmesi, asıl sorun bu. Günlük meşgalelerden kurtularak ben ne yapıyorum diyebilmeli insan…içkiye eğlenceye vurduysanız söylenecek bir şey yok. O deve kuşunun kafasını toprağa gömmesine benziyor. Kafanı kuma sok, sorunlardan kurtul. Ya da kafayı bul, serabı seyret dur. Varınca yaşayacağın sürpriz ne yazık ki çok acı olacak.

Oruç ne zaman başlar ve bayram ne zaman olur?

Hadisi şerifte “ayı gördüğünüzde oruç tutun, ayı gördüğünüzde bayram yapın, hava bulutlu olursa o ayı otuza tamamlayın” buyuruldu. Bazı müslüman ülkelerde özellikle Arap ülkelerinde fiilen ayın görülmesi aranmaktadır. Son iftardan sonra kulaklar radyo ve televizyonlarda yarın bayram olup olmadığı haberini beklemektedir. Sünnete en uygun olanı da budur. Fakat bizde ise ilmi olarak ayın 5 derece yükselmeden görülemeyeceği bir veri olarak öne sürülmekte ve bir yıl öncesinden takvimlerde hangi gün Ramazan orucuna başlanacağı ve bayram yapılacağı yazılmaktadır. Bu durum ülkeler arasında zaman zaman bir gün erken oruca başlama, bir gün önce bayram yapma gibi ikilikler doğurmaktadır. Bu ülkedeki Ulul Emir (yani Diyanet İşleri Başkanlığı) ne derse ona uyulması gerekir. aksi halde başka ülkelere uymak, takva değil fitneyi doğurur.

 

Oruç kimlere farzdır?

Oruç, İslâm’ın beş temel esasından biri olup, akıllı ve ergenlik çağına gelmiş, mukim ve sağlıklı kadın ve erkek her mü’mine farzdır. Adetli ve loğusa kadınlar oruç tutmazlar, tutmadıkları oruçlarını daha sonra kaza ederler. Oruç ibadetini yerine getiren Allah ve Peygambere itaat etmiş olur.

Orucu terketmenin hükmü

Hanefilere göre, orucunu terkeden kimse, orucu inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr ve fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye, kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te’dib amacıyla dövülür.  

Hanefiler dışındaki şafii, maliki ve hanbeli mezhep imamlarına göre ise, orucu özürsüz olarak terkeden kimse, mürted’de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır .

Oruç tutmayana müdahale doğru mu?

Oruç ibadeti gizli yapılan bir ibadet olmasına rağmen, toplum içinde açıktan yenilmesi oruç tutanları rahatsız eder. Bu kişiye fasık-ı mütecaviz denilir. Bu noktada demokrasi, laiklik, liberalleşme gibi toplumsal yaklaşımların getirdiği hareket serbestîsi ile İslam’ın ön gördüğü emri bil mağruf nehyi anil münker temel prensibi çatışır mı? İslam’a göre emri bil maruf nehyi anil münker’i ilk yapacak olan devlettir. Ancak İslami bir devlet olmadığı için bu mümkün olmaz. İş cesaretli İslam âlimlerine kalır. Halk da bu konuda şu üç esasa uymalıdır:

1 – Eli ile veya dili ile düzeltmek anlamında, eğer söylendiğinde bir kavga çıkmayacağı, darp olmayacağı tahmin ediliyorsa söylenmelidir. Yöntem ise; yumuşak olmalı ve kişiyi doğrudan hedef almamalıdır. İşte oruç tutarsan bu Allah’ın emridir, sağlık bulursun, ahrette de sorulacaksın gibi kişinin ihtiyacı hissettirilmelidir.

2 – Söylendiğinde kavga çıkacağı tahmin ediliyorsa bundan vazgeçilmelidir.

3 – En aşağı olanı ise kalben buğuz etmektir. Fakat bu imanın en zayıf halidir.

Cenab-ı Hak Kuran-ı Kerim’de Yahudilerin birbirinin hatalarını düzeltmediklerini, suç işleyenlerin yanında oturduklarını, böylece onları onaylamış olduklarını bildirmiş ve bununla toplumun bozulduğunu ifade etmiştir.

İmam-ı Azamın namaz ve rüyası

İmam Cafer, İmamı Azam’a sormuş; Oruç mu daha önemli yoksa namaz mı? Demiş. O da, namaz cevabını vermiştir. Bunun üzerine İmam Cafer neden kadınlar kazaya kalan orucunu tamamlar fakat namazını tamamlamaz deyince imamı Azam mahcub olur. Ama zaman içinde boynuz kulağı geçmiştir.

Sırası gelmişken imamı azamla ilgili bir kıssayı da burada anlatalım. Bir gün imam bir rüya görür. Rüyasında Peygamber efendimizin kemiklerini mezardan alıp bir torbaya doldurmuştur. Bu rüyasını etrafındaki kime anlattıysa da kimse yorumlayamaz. Derler ki diğer şehirde bir yaşlı zat var ona git o bilir derler. O da kalkar gider o şehire. O kişiyi bulup anlatır rüyasını. Rüyayı dinleyen adam birden hiddetlenir, ayağa kalkar ve sen bu rüyayı göremezsin der. Bunu görse görse Ebu Numan görür der. O zat ebu Numanın ismini duymuş fakat şahsen tanımamaktadır. İşte o Ebu Numan benim deyince, tamam şimdi oldu der. Çünkü İmam, İslamı bir düzene oturtacak, hükümleri sistematize edecek ve insanların istifadesine kolaylaştırarak sunacaktır.

 

Oruç nasıl tutulur

Oruç, fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiyi terk etmek suretiyle tutulacaktır. Ramazan ayı, 29 veya otuz gündür, 28 veya  31 gün olmaz (Müslim). Ramazan orucuna akşamdan niyet edilebilir. Uyuya kalıp sahura kalkamayanlar bir şey yiyip içmemek şartıyla kaba kuşluk vaktine kadar oruçlarına niyet edebilirler.

 

Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Hâller

İslâm dini, kişileri güçleri nispetinde sorumlu tutmuş, güçlerini aşan veya sıkıntıya yol açan durumlarda kolaylaştırıcı hükümler getirmiştir. Buna göre aşağıdaki durumlarda kişiler, oruç tutmakla yükümlü kılınmamış, daha sonra kaza etmeleri veya yerine fidye vermelerine ruhsat tanınmıştır:

a) Bir kimse Ramazan ayında 90 km. veya daha fazla bir uzaklığa Hanefî bilginlere göre 15 günden, Şafiî bilginlere göre giriş ve çıkış günleri hariç 4 günden az bir zaman için yolculuğa çıkarlarsa, Ramazan orucunu tutmayabilirler (Bakara, 2/183-184). Yolculuğa çıktıklarında sahabeden bazısı oruç tutmuş bazısı da tutmamıştır (Tirmizî). Bu kimseler, daha sonra tutamadıkları oruçlarını kaza ederler.

Geceden oruca niyetlenip de gündüz yolculuğa çıkan kimse, dilerse bu orucunu bozar, dilerse tamamlar. Ancak, ayette de belirtildiği gibi orucunu tamamlaması daha iyidir. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethi için sefere çıktığında oruçlu iken, Kedîd denilen yere varınca orucunu bozmuştur (Buharı).

b) Oruç tuttuğu zaman, hastalığının artmasından veya uzamasından endişe eden kimse ile hastalığı sebebiyle oruç tutmakta zorlanan kişiler Ramazan ayında oruç tutmayabilirler (Ebu Davud, Tirmizî). Uzman doktorlar (oruç tutan bir doktor olması tavsiye edilir), bir kimsenin oruç tutması hâlinde hasta olacağını bildirirlerse, bu kimseler de oruç tutmayabilirler. Daha sonra iyileşince oruçlarını kaza ederler. Ölünceye kadar iyileşmeyen, tedavisi olmayan bir hastalığı olanlar oruç tutmazlar, imkânları varsa fidye verirler. İmkânları yoksa bir şey yapmaları gerekmez.

c) Hamile ve emzikli kadınlar, oruç tuttuklarında kendilerine veya çocuklarına bir zarar vermesi söz konusu ise, oruç tutmayabilirler (Nesâî, İbn Mâce). Daha sonra oruçlarını kaza ederler.

d) Oruç tutamayacak kadar yaşlı olan kimseler, oruç tutmayıp yerine fidye verebilirler (Bakara, 184).

e) Oruçlu bir kimse, açlıktan veya susuzluktan dolayı beden ve ruh sağlığının ciddî derecede bozulması tehlikesi ile karşılaşması hâlinde, orucunu bozup daha sonra kaza edebilir. Böyle bir kimsenin orucuna devam etmesi ölümüne sebep olacak nitelikte ise, orucunu açmaması haram olur.

f) Zor ve meşakkatli bir işte çalışmak zorunda olan bir kişi, oruç tuttuğu takdirde sağlığına bir zarar gelmesinden korkutuyorsa, orucunu tutmayabilir. Bu durumda olanlar, izin günlerinde veya müsait zamanlarda tutamadıkları oruçları kaza etmelidirler. Yıllık izninin bulunmaması ve haftalık izninin de yeterli olmaması gibi mazeretlerle buna da imkân bulamayanlar, fidye vermelidirler.

Orucu Bozup Bozmayan Şeyler

  1. Oruçlu iken bilerek bir şey yiyip içmek, cinsel ilişkide bulunmak ve isteyerek ağız dolusu kusmak orucu bozar (Tirmizî).
  2. Unutarak yiyip içmek, kan vermek. Peygamber Efendimiz,

 

“Bir kimse oruçlu olduğunu unutarak yer, içerse orucunu tamamlasın, bozmasın. Çünkü onu, Allah yedirmiş, içirmiştir” (Buharı, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce). buyurmuştur. Unutarak yiyen içen kişi, oruçlu olduğunu hatırlarsa, hemen ağzındakileri çıkarıp ağzını yıkar ve orucuna devam eder. Oruçlu olduğunu hatırladıktan sonra boğazından aşağıya bir şey geçerse orucu bozulur. Zayıf bir kimse orucunu bilmeden yiyorsa ona ses çıkarmamak, kuvvetli biri ise uyarmak uygun olur.

  1. Oruçlu iken rüyada ihtilam olmak orucu bozmadığı gibi, gusletmeyi geciktirerek cünüp olarak sabahlamak da oruca bir zarar vermez (Buhari, Müslim). Ancak, zorunlu bir durum olmadıkça, hemen boy abdesti alınmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber ‘in Ramazan ‘da imsaktan sonra yıkandıkları hadis kaynaklarında yer almaktadır.
  2. Kendiliğinden kusmakla oruç bozulmaz (Tirmizî). Ancak kişinin kendi isteği ve müdahalesiyle meydana gelen kusma, ağız dolusu olması hâlinde orucu bozar. Nitekim Hz. Peygamber,

 

“Oruçlu kimseye kusmak gelir de kendisine hâkim olamazsa ona kaza gerekmez. Her kim de kendi isteği ile kusarsa, orucunu kaza etsin” buyurmuştur (Ebû Davud, Tirmizî).

  1. Oruçlu kimselerin iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Oruçlu iken iğne yaptırmak zorunda olanlar, tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler; oruçları bozulmaz. Ancak, oruçlu iken gıda ve vitamin iğneleri yaptırmak, damardan serum ve kan almakla oruç bozulur. Daha sonra bu oruç kaza edilir.
  2. Ağız veya burnundan su girip yutmadıkça, oruçlu kimsenin yıkanması orucuna zarar vermez. Bu itibarla, ağız ve burnundan su kaçırmamak şartıyla oruçlunun yıkanmasında bir sakınca yoktur. Denize girilebilir fakat su yutmamaya özen gösterilmelidir.
  3. Sprey kullanmak zorunda olan astımlı hastalar oruç tutmayabilirler ve tutamadığı günler sayısınca fidye verebilirler. İleride sağlığına kavuşursa, fidye vermiş olsa da, tutamadığı orucunu kaza eder. Ancak böyle bir kişi oruç tutmak isterse, kullanmak zorunda kaldığı sprey orucunu bozmaz.
  4. Parfüm veya kolonya sürünmek ve koklamak orucu bozmaz. Genzi aşırı yakmamasına özen göstermek gerekir.
  5. Oruçlu bir kimsenin morfinli veya morfinsiz olarak dişlerini tedavi ettirmesi veya çektirmesi orucu bozmaz. Ancak tedavi esnasında, kan veya tedavide kullanılan maddelerden herhangi bir şeyin yutulması orucu bozar.
  6. Diş fırçalamakla oruç bozulmaz. Bununla birlikte, diş macununun, misvak parçalarının veya suyun boğaza kaçması hâlinde oruç bozulur. Orucun bozulma ihtimali dikkate alınarak, dişlerin imsaktan önce ve iftardan sonra fırçalanması uygun olur.
  7. Günümüzde üretilen sakızlarda, ağızda çözülen katkı maddeleri bulunduğundan, ne kadar itina edilirse edilsin bunların yutulmasından kaçınılması mümkün değildir. Bu sebeple bu tür sakız çiğnemek orucu bozar. Ancak kenger sakızı gibi katkısı bulunmayan sakızlarla daha önce çiğnenmiş olup içinde hiç katkı maddesi kalmamış olan ve çiğnendiğinde hiçbir eksikliğe uğramayan sakızların çiğnenmesi orucu bozmaz. Bununla birlikte, oruçlu iken bu tür sakızları çiğnemek mekruhtur.

    12. Kan aldırmak orucu bozmaz. Nitekim Hz. Peygamber, ihramlı iken ve oruçlu bulunduğu sırada kan aldırmış (Buhârî, Ebû Davûd, Ibn Mâce). Ve;

“Üç şey vardır, orucu bozmaz: Kan aldırmak, kusmak, ihtilam olmak” buyurmuştur.( Tirmizi).

  1. Göz ve burna akıtılan ilaç, genze ulaşması hâlinde orucu bozar. Çünkü genze ulaşan maddeler boğaza, oradan da mideye ulaşır. Bu durumda oruçlu o günkü orucuna devam eder. Ramazan’dan sonra bir gün kaza eder. Kulak ile boğaz arasında da bir kanal bulunmaktadır.

 

Ancak kulak zarı bu kanalı tıkadığından, su veya kulak zarını geçmeyecek nitelikteki ilaçların kullanılması orucu bozmaz. Fakat kulak zarı delik olan kişinin kulağına herhangi bir sıvının akıtılıp boğazına ulaşması hâlinde orucu bozulur. Ayrıca kulak zarını geçip boğaza ulaşabilecek nitelikteki ilaçların kullanılması da orucu bozar.

Mazeretsiz Oruç Bozmak

Geçerli bir mazereti olmadığı hâlde, Ramazan orucunu tutmayan bir Müslüman Allah’a ve Peygambere isyan etmiş, pek çok sevap ve manevî nimetten yoksun kalmış ve büyük günah işlemiş olur. Mazeretsiz olarak tutmadığı bir günlük Ramazan orucunun yerine başka zamanlarda ömür boyu oruç tutsa telâfi edemez.

Peygamberimiz (s.a.s.);

“Kim hastalığı ve bir ruhsatı olmaksızın Ramazan ayından bir gün oruç tutmasa, bütün günleri oruç tutsa yine bu orucu yerine getiremez” buyurmuştur (Ebû Davud, Tirmizî, Ibn Mâce) 

Kaza, gününe gün tutmaktır. Kefaret ise; peş peşe iki kamerî ay oruç tutmakla, buna gücü yetmeyenler ise akşamlı sabahlı bir fakiri 60 gün veya 60 fakiri bir gün doyurmakla yerine getirirler. Kefaret orucu ara verilmeden peş peşe tutulur. Âdet veya loğusalık hâlinde bulunan kadınlar, bu günlerinde keffaret oruçlarına ara verirler. Bu durumlarından çıkar çıkmaz ara vermeden keffaret orucuna devam ederek 60 günü tamamlarlar.

Orucu Bozan ve Yalnız Gününe Gün Oruç Tutmayı Gerektiren Hareket ve Davranışlar:

Çiğ pirinç, sade un, sade yoğurulmuş hamur ye­mek (Yağlı olursa keffâret de lazım gelir). Bir defada çokça tuz yemek, îtiyad halinde olmaksızın toprak yemek. Kiraz, zeytin çekirdeği yutmak. Kağıt, pamuk, çamur gibi şeylerden yemek. Ham meyva yemek. İçlenmemiş taze ceviz yutmak. Kuru cevizi, fındığı, fıstığı, bademi kabuğu ile yutmak. Buruna su çekerken bogaza veya genize su kaçırmak. Taş ve toprak gibi şeyleri yutmak. Buruna ilaç çekmek. Boğaza huni ile bir şey akıtmak. Kulağın içine yağ damlatmak.Uyurken ağıza su akıtılmak. Başkasının zoruyla istemeyerek iftar etmek. Dişler arasında kalan nohut kadar bir şeyi yut­mak. İsteyerek ağız dolusu kusmak, veya onu geri yutmak. Bile bile içe ve genize duman çekmek. Tan yeri ağarmışken, ağarmadı zanniyle sahur yemek veya cinsî münasebette bulunmak. Güneş battı sanılarak iftar yemek. Unutularak yenip içildikten sonra yine bile bile yiyip içmek. Ramazan orucuna niyet etmiyerek yemek veya gündüzün niyet vakti içinde niyet ettikten sonra bozmak. Oruca niyet edip onu gündüz bozduktan sonra hastalık, lohusalık ve âdet görme halleri gibi meşru bir mazeret   vâki olmak. Misafirler, gündüzün oruçlu iken ikamete niyet edip iftar etmek. Baş ve karın yaralarına konan ilaç içeri nüfuz etmek. Ağıza alınan bir şeyin boyası ile bozulan tükrüğü yutmak. Buruna su çekerken, boğaza veya genize su kaçırmak. Bu gibi hal­lerde bozulan oruçlar yalnız kaza edilir; yani gününe gün oruç tutulur.

Top atıldığında elinde kabı olan onu bitirsin diye hadiste buyurulmuştur.

Hem Kaza, Hem de Keffâreti Gerektiren Hareket ve Davranışlar:

Bile bile bir şey yemek veya içmek. Cinsî münasebette bulunmak. Ağıza giren yağmuru, doluyu, karı bile bile yutmak.

Sigara içmek, ud, anber tütsülenip dumanını içe veya genize çekmek. Enfiye kullanmak. Çiğ et, pastırma veya iç yağı yemek. Buğday tanesi, kavrulmuş veya başağından taze çıkarılmış arpa tanesi yutmak, veya çiğneyerek tadını almak. Susam tanesini veya o kadar başka bir şeyi ağıza alıp yemek. Kil denilen veya itiyad edilen bunun gibi başka bir şeyi yemek. Biraz tuz yemek. Sevdiğinin tükürüğünü yutmak. Gıybet ettikten veya kan aldırdıktan sonra bozuldu diye kasten orucu yemek. Bu gibi hallerde, bozulan oruçlar için hem kaza, hem de keffâret lâzım gelir.

Mazeret Sebebiyle Orucu Bozmak

Yolculuk, hastalık gibi meşru bir mazerete dayalı olarak bozulan orucun, sadece kaza edilmesi gerekir. Ayrıca, kasıt olmaksızın yemek-içmek; beslenme amacı ve anlamı taşımayan, yenilip içilmesi mutat olmayan veya insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi orucu bozup, sadece kazasını gerektirir.

Ramazan ayında dînen geçerli bir mazeret olmaksızın oruç tutmayanlar, Allah’a isyan ve büyük günah işlemiş olurlar.

Mazeret Sebebiyle Hiç Oruç Tutamayanlar

Şeker ve kanser hastalığı gibi oruç tutmaya mani olan ve tedavisi de mümkün olmayan bir hastalığı olanlar, oruç tutmazlar bunun yerine imkânları varsa her oruç için bir fidye verirler (Bakara, 2/184).

Fidye, fakir bir kişiyi bir gün akşamlı sabahlı doyurmak veya doyacağı kadar para vermek demektir. “Allah, size kolaylık diler zorluk dilemez” anlamındaki ayet, ibadetlerdeki kolaylığı ifade eder.

Oruç ve Nefis Terbiyesi

İnsanların yaratılış gayesi olan ibadet görevi (Zâriyat, 56); ya namaz, oruç, zekât ve Hacc gibi belirli bir zamanda, belirli bir mekânda ve belirli kurallara uyularak yapılır (formel ibadetler), ya da herhangi bir zaman, mekân ve şekille kayıtlı olmaksızın yerine getirilir. Allah’ı zikretmek, ana babaya iyilik etmek, şahitliği, tartı ve ölçüyü dosdoğru yapmak gibi emirlerle; alkollü içkiler içmek, uyuşturucular kullanmak, kumar oynamak, hırsızlık yapmak ve cana kıymak gibi yasaklara uyularak yerine getirilir (informel ibadetler).

Formel ibadetlerin temel amaçlarından biri, informel ibadetlerin insan hayatında uygulanır hâle gelmesini sağlamaktır. Söz gelimi namaz ibadetinin temel amaçlarından biri insanı her türlü çirkinlik, kötülük ve haramlardan alıkoymasıdır (Ankebût, 29/45).

Formel ibadetlerden biri olan oruç ibadetinin Allah rızasını kazanmanın yanında temel amaçlarından biri de kişinin nefsini terbiye etmesi, söz, fiil ve davranışlarına çeki düzen vermesidir. Bu husus, hem Kur’an’da hem de Peygamberimizin hadislerinde açıkça zikredilmektedir.

Orucun farz olduğu bildirilen ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Ey mü’minler! (Kötülüklerden ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ” (Bakara, 2/1 83).

Orucun kötülük ve haramlardan korunmak için farz kılındığının bildirilmesi, ibadetin insanın kişisel ve sosyal hayatındaki yerini ve etkisini bildirmeğe yöneliktir. Nitekim yüce Allah, günde beş vakit kılınan namazın insanı hayâsızlık ve haramlardan alıkoyduğunu bildirmektedir (Ankebût, 45). Aynı şekilde orucun da insanı haram ve kötülüklerden alıkoyması gerekir.

Peygamberimiz (s.a.s.);

“Oruç kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin, kötü ve kaba söz söylemesin, bağırıp çağırmasın, kavga etmesin. Birisi kendisine söver ya da çatarsa ona “ben oruçluyum” desin” (Müslim, Buhârî). buyurmuştur. Orucun şehveti kıran bir özelliği vardır (Buhârî). Hadis-i şerîf, orucun gayesinin insanın edep ve ahlâkını güzelleştirmek olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Eğer oruç, insanı kötü söz, eylem ve davranışlardan uzaklaştırmıyor, edep ve ahlâkını güzelleştirmiyorsa amacına ulaşamamış demektir, böyle bir oruçtan istenilen sevap da elde edilemez.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.);

“Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah ‘in onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce)

 ve;

“Nice oruç tutanlar vardır ki onların oruçtan nasipleri sadece aç (ve susuz) kalmalarıdır. Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece uykusuz kalmaktır” (İbn. Mâce) buyurmuştur. Dolayısıyla oruç tutan insan; yalan, yalancı şahitlik, gıybet, iftira, hile, aldatma, kötü söz ve benzeri davranışlardan uzak, iş ve işlemlerinde, söz ve sözleşmelerinde, alım ve satımlarında dürüst, sözünde durur ve dosdoğru olmalıdır.

Gerçek anlamda tutulan oruç, hem kötü söz ve davranışlara, hem de cehennem ateşine karşı perde olur; kişiyi fuhuş ve edep dışı davranışlardan alıkoyar. Çünkü “orucun şehveti kıran bir özelliği vardır.” (Buhârî). Oruç tutan insan sabırlı olmayı öğrenir. Çünkü Peygamberimizin beyanı ile, “Oruç sabrın yarısıdır” (Tirmizî).

İnsanın günah işlemesine genellikle iki şey sebep olur. Biri şehevî arzuları,  diğeri dili ve midesidir.

Kim diline ve ırzına sahip çıkacağına güvence verirse, ben de o kimsenin cennete gireceğine güvence veririm” (Tirmizî). anlamındaki hadis, insanın şehevî arzularına, konuşmasına, yeme ve içmesine dikkat etmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.

Orucun farz olmasının arka plânında, müslümanın cinsel arzularını, konuşmalarını, yemesini ve içmesini kontrol altında tutması, huyunu ve ahlâkını güzelleştirmesi ve nefsine sahip çıkabilme yeteneğini kazanması vardır. Bu sebeple Kur’an ve Sünnette Müslümanlar oruç tutmaya teşvik edilmiş, oruç tutanlar övülmüş ve onlara Allah’ın rahmeti, rızası, sevap ve mükâfatı va’d edilmiştir.

Ahzâb sûresinin 35. ayetinde on özelliğe sahip olan kadın ve erkeklere mağfiret ve büyük mükâfat olduğu bildirilmiştir:

Peygamberimiz (s.a.s.);

“Âdemoğlunun her ameline kat kat sevap verilir. Bir iyilik on mislinden yedi yüz misline katlanır.” buyurmuş,

Yüce Allah da hadisi kudside;

“Oruç hariç, çünkü oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben vereceğim, oruç tutan kimse şehvetini ve yemesini-içmesini benim için terk etmektedir” (Müslim, Tirmizi).

“Oruç hariç, Ademoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, onun ödülünü ben vereceğim” (Buhârî) buyurmuştur.

“Cennette Reyyân adında bir kapı vardır ki buradan kıyamet gününde sadece oruç tutanlar cennete gireceklerdir” (Müslim) ve;

“Kim Allah için bir gün oruç tutarsa, Allah yetmiş yıllık bir mesafe kadar onu cehennem ateşinden uzaklaştırır” (Müslim) anlamındaki hadisler de orucun değerini ifade etmektedir.

Teravih namazı

Peygamber efendimiz Ramazanın ilk üç gününde teravih namazı kıldırdı. Baktı ki cemaat gittikçe çoğalıyor. Bunun üzerine odasından çıkmadı. Farz olmasından korktuğunu farz olursa buna bazılarının güç yetiremeyeceğini bildirdi. Böylece insanları serbest bıraktı. Hz Ömer ise kendi zamanında baktı ki herkes bir yerde kılıyor. Bunu cemaate çevirmeyi istedi. Artık farz olma sorunu da yoktu çünkü. Arkasından ne güzel bidat diyerek sevincini belirtti.

Bazı cemaat liderleri sekiz rekat da kılınabileceğini belirtiyorlar. Kuran’ın namazda okunması en faziletlisidir tavsiyesi gereğince hatimle kılınan yerlere gitmeye çalışıyorum. Fakat evime bir misafir gelmişşe evde onları yormadan, usandırmadan sekiz rekat kıldırmak daha hoşuma gider.

Kadir Gecesi

Kadir gecesi malum, bin aydan daha hayırlıdır. O da yaklaşık 84 yıl eder. Bu, ümmete verilmiş bir lutüfdur. İyi değerlendirimesi gerekir. Her gün teravih ve sabah namazını cemaatle kılan o geceyi isabet ettirir ve yeteri kadar pay da almış olur. Son on günde gizlidir ve tek gecelerde aranması buyrulmuştur. Gizlilikten maksat her geceyi değerlendirmeye teşviktir. Cebrail ve meleklerin ne için indiği tam olarak bilinmemekte, fakat bir esenlik olduğu ayette belirtilmektedir. Bunu Allah’a havale ederiz.

Bu gecenin meşhur duası olup Ayşe validemizden gelen şekli sudur: “Allahümme afuvvun, kerimun tuhibbul afve fağfu anni / anna” Allah’ım sen affedicisin, affı seversin beni/bizi de affet.

Hz. Musa bir gün merak eder ve “Ya Rabbi en günahkar kulun kimdir?” diye sorar. Bir nida gelir ki, “Ya Musa sabah erkenden filanca tepenin arkasına saklan ve yolu gözetle”. O da öyle yapar ve bekler. Derken bir adam öküzü ve kağnısıyla ve çocuğu yanında olmak üzere uzaktan görünür. Adam bir meseleden dolayı kızmış, bir öküze kamçı vuruyor bir çocuğa. Anlıyor ki bu adam en günahkar kul. Bu sefer öğleye doğru tekrar merak ediyor, “Ya Rabbi bu kez en temiz, en saf, en günahsız kulun kim?” deyince. Yine bir nida geliyor ki, “Ya Musa aynı yere bu kez akşam git ve bekle…” öylede yapıyor. Bakıyor ki sabahki aynı adam yanında yine öküzü ve çocuğu olduğu halde bu sefer evine doğru neşe içerisinde geçiyor. Musa (a.s) şaşırıyor! “Ya Rabbi bunun hikmeti ne?” deyince. O gün onların yaşadığı olay gözünün önüne getiriliyor: Adam tarlasını sürmeye başlamış ve biraz yorulunca kumda oynayan çocuğun yanına gelir. Çocuk sorar “Baba ne kadar kum tanesi var burda? Bundan daha çok ne var?”deyince, adam; “bundan daha çok gökteki yıldızlar var.” der. Çocuk, “Peki ondan daha çok ne var?” deyince, adam: “Oğlum Allah’ın rahmeti var.” der. Çocuk: “Peki Allah o kadar rahmeti ne yapacak?” deyince, adam günahkar olduğunu biliyordur ve der ki, “Oğlum Allah o rahmeti benim gibi günahkar kullarının günahını örtmede kullanacak.” der. Bu söz Cenab-ı Hakkın çok hoşuna gider ve o kulunu oracıkta affeder.

Bu yüzden Allah ile bağlantıyı sağlıklı tutmak çok önemlidir. Makamınız müsaitse naz da edebilirsiniz. Karşılıklı konuşabilirsiniz de. Sizin sevgi derecenize kalmış bir şey. Kitabi olmaktan çok muhabbete önem vermeli.

KİMİNLE AŞŞIK ATIĞINIZI BİLİN

Emmare nefsin galib sureti

Mana âlemi itibarıyla nefs-i emmârenin tâğûtu, ahlak ve tabiatiyle yaşadığı hayvanın suretine dönü­şür; maddi bedenin suretinin hakikatinden uzaklaşır.

Beyincik içerisindeki kirpi (1) suretinde nefsin istek ve arzularının = azimlerinin okları, fiile geçireceği azanın sinir sistemi içerisinde hükümran olmasıyla der­hal kalb, kendisine has suretinden çıkar = lekelenir. Azasının işlemesiyle de ruh mesh olup, işlediği işi ken­disine ğâlib olan hayvanın suretine dönüşür; gazab iti­barıyla köpek = tazılaşır, (2) şehvet itibarıyla domuzlaşır. (3)

İsteğine kavuşması için nifak ve riya = gösteriş vasıfları yüzünden bukalemun (4) ve yahud da maymunlaşır (5) yahud da tilkileşir.

Bütün bunlarda gâlib gelmesi için, helal haram demeksizin mideye celbettiği gıdalar sebebiyle diliyle otları karıştırıp yiyen inek (6) suretine girer.

Şeytâniyye nefsi itibarıyla her bir an başka başka hayvan suretine girer. Bütün bunlarda maksa­dına ulaşmadığı zaman sırtlan = kaplanlaşır. (7) Hırs, hased ve ihtirasından dolayı kurt olur. (8) Faaliyetinde başarısız olursa akrebleşir; (9) kendi kendini sokar = intihar eder. Başarılı olduğu takdirde, bir taraftan karga ve papağan (10) gibi kendini temize çeker; kırkayak (11) gibi onunla göründüğü güzel ahlakla kamuflaj yapar ve zehirli yılan (12) gibi sokar.

Şeriatin = İslam dîninin aleyhine döndüğü için kırkayak gibi onunla göründüğü güzel ahlakla kamuflaj yapar; inkarını gizlemekte timsah (13) suretine dönüşür ve ahtapot gibi gayrın kanını emmek için ona yapışır.

Ve artık  =  «Ben» der; kendi kendine tapar yahud en çok korktuğu yahud en çok sevdiği gayrına tapar.[1]

Nefsin son tahlildeki amacı ilahlık iddiasıdır. Hadisi şerifte “nefsini bilen Rabbini bilir” buyuruldu.  Bu yüzden oruç nefsin belini kıran, eneyi yok ederek Rabbine yaklaştıran en önemli araçtır.

Müminde bu özelliklerin bir kısmı bulunur. Kafirde ise biraz daha fazlası bulunur. Mümin kalbe gelen bu istek ve arzuları dini emir ve telkinlerle (ve zikirle) karşı koyarak mücadele eder. Henüz temizleyemediği bazı nefsi özellikler dolayısıyla nefis şeytanla işbirliği yapar ve fiile dönüşür=günah. Çaresi de tevbedir. Tevbe ise insanı Nefsi levvame makamına iletir. Bu konuyu ayrı bir makale konusu yapacağız inşaallah.

SONUÇ

Oruç tutan insan;

-Allah ve Peygambere itaat etmiş ve büyük sevap kazanmış olur.

-Allah’ın verdiği nimetlere şükretmiş ve aç kalanların hâllerini öğrenmiş olur.

-Sağlığını korumuş, nefsini terbiye etmiş ve irâde eğitimi yapmış olur.

-Sabır ve metanet kazanmış, kötü söz ve davranışlardan korunmuş olur.

-Ahlâkını güzelleştirmiş ve imanının bilincine ermiş olur.

-İbadet zevkini tatmış, Allah’ın rızasını ve cennetini kazanmış olur.

Bu Ramazanda amelindeki ya da ihlasındaki bir kusurundan dolayı bu kadar rahmet ve mağfiretin olduğu bu ayda cenneti hak edemeyenlerin burnu sürtülsün diyelim bizde.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


[1] Buradaki resim ve açıklama İsparta ve Antalya’da mukim Nakşibendi, Ehli Sünnet alimi İsmail Çetin Hoca Efendinin Terbiye-i Nefis adlı eserinden alınmıştır. Oruçla ilgili fıkhi konularda Doç. Dr. İsmail Karagözün bir çalışmasından yararlanılmıştır.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KIRŞEHİR TARİHİ

Tarih öncesi devirlere ait Kırşehir’deki ilk kazı çalışması 1931’de, merkeze 35-40 km. uzaklıktaki Hashöyük’te Fransız Louis Delaporte tarafından yapıldı. Delaporte’un çalışmasını daha sonra 1943’te Halet Çambel sürdürdü. Yöredeki ikinci önemli çalışmayı ise il merkezinde Kaletepe (Kale) denen yerde Alman Helmut Theodor Bossert gerçekleştirdi. Ayrıca Kemal Balkan’ın da Kırşehir Höyüğü ile alâkalı çalışmaları vardır. Japon Sachihiro Omura, Kaman Kalehöyük’te 1986’da başladığı çalışmalarına sonraki yıllarda da devam etmiştir. Delaport’un çalışma sonuçlarına göre, İlk Tunç Çağı, çeşitli evreleriyle burada yaşanmıştır. Hashöyük’ün en alt katmanında yerleşim izine rastlanmamıştır. Üstünde taş ve kerpiç yapılara rastlanmamakla birlikte, iyi pişirilmiş siyah astarlı çanak çömlekler bulunmuştur. Hashöyük, M. Ö. 2 bin yılı sonlarına doğru terk edilmiştir. İl merkezindeki Kırşehir höyüğünün ilk katmanı da İlk Tunç Çağına aittir. Kuzey kısmında ele geçen Kalkholitik döneme ait çanak çömlekler, Orta Anadolu buluntularını andırıyorsa da, ispatlanamamıştır. Ancak kesin olan bir şey varsa, İlk Tunç Çağında Kırşehir’de yerleşim merkezleri bulunmaktadır. Kapların çoğu M.Ö. 3 bin yıllarının Orta Anadolu kültürünü çağrıştıran çukur çanak biçimindedir.

Kırşehir Kaman ilçesinin 3 km. doğusundaki Çağırkan Kalehöyük’teki çalışmaları, Japonya Ortadoğu Kültür Merkezi adına kazı heyeti şeref başkanı prens Takahika Mikosa başlatmıştır. Sachihiro Omura, arkeolog olarak görev yapmıştır. Burada üç ana kültür katmanı belirlenmiştir. M.Ö. 2000 yılına kadar olan bölüm Asur ticaret kolonileri ve Hitit imparatorluk dönemlerini ihtiva eder. Sonraki bölüm Geç Hititler ve Frigyalılara aittir. Son bölümde Akamenid egemenliği izleri vardır. Hititlerin feodal krallıklara bölündüğü anlaşılıyor. Kırşehir o dönemde merkeze bağlı olmalıdır.

M.Ö. 1200 yıllarında Balkanlar üzerinden Anadolu’ya geçen Frigler, daha sonraki asırlarda ise Medler ve Persler; Anadolu ile birlikte Kırşehir’e de hâkim oldu. Batı Anadolu’ya kadar giren Persler; bugünkü Niğde, Aksaray, Kırşehir, Nevşehir ve Kayseri’nin Batı kısımlarına “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen Katpatukya (Kapadokya) diyorlardı. Burası satraplık olarak idare ediliyordu ve Kırşehir Batı kısmını oluşturuyordu. Hitit, Frig, Muşki ve Matianlar yerli halk topluluklarıydı. M.Ö. 334 yılında Pers orduları Makedonya İmparatoru Büyük İskender’e yenilince, İskender’e bağlı birlikler, Şereflikoçhisar üzerinden Kırşehir topraklarına girdiler. Bunun üzerine Kapadokya halkı, Makedonyalı komutan Sabiktas’a karşı ayaklanarak, Pers soylularından Ariarates’i Kapadokya Kralı seçti. Böylece bölgede bu krallığın hâkimiyeti başladı. Kapadokya kralları, Roma İmparatoru Tiberius zamanında M.S. 18 yılında tamamen Roma’ya bağlanarak tarih sahnesinden çekildi.

Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılışından sonra Anadolu’nun çoğu yöresi gibi Kırşehir de Doğu Roma’nın, yani diğer adıyla Bizans İmparatorluğu’nun payına düştü. Anadolu ve bu arada tabiî olarak Kırşehir, özellikle VII. asırda Arap ordularının istilâsına uğradı. Öteden beri uygulanmakta olan köleci üretim tarzı, Romalılar döneminde Kırşehir’de de geçerliydi. Bu ekonomi düzeninin, tabi bu arada Romalıların da zayıflaması, Kırşehir’den Mazaka’ya göçü hızlandırdı. Çünkü Kayseri’de daha canlı bir ticaret hayatı vardı. İmparator Justinianus döneminde Kırşehir, hür köylülerin yaşadığı bir yer haline getirildiği halde göç durmadı. Nihayet, Kırşehir’deki piskoposluk kaldırılarak, buradaki dinî makamın rütbesi düşürüldü. O devirde bölgedeki nüfusun azaldığını gösteren mühim bir delildir bu.

TÜRKLERİN YERLEŞMESİNDEN SONRA KIRŞEHİR

Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşu sırasında, Süleyman Şah’ın topraklarına kattığı şehirlerden biri de Kırşehir’dir. Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhusrev devrinde (1237-1245) bazı huzursuzluklar oldu. Baba İlyas isimli bir zatın etrafında toplanan bazı Türkmen grupları Tokat ve Amasya’ya yürüdüler. Sultan II. Gıyaseddin Keyhusrev, Erzurum’da Moğollar’a karşı bekleyen orduyu Konya’ya çağırdı. Amasya’da ve Kırşehir Seyfe gölü yakınındaki Malya ovasında çıkan savaşların sonunda Baba İlyas’ın baş halifesi Baba İshak, Malya’da öldürüldü. Ama bu karışık durumdan faydalanan Moğollar, 1243’teki Kösedağ Savaşı’nda Selçukluları yenilgiye uğrattılar ve vergiye bağladılar.

Osmanlı zamanındaki isyanlara şöyle veya böyle temel teşkil eden Babaîlik: Anadolu’nun sosyal, iktisadî ve dinî hayatında birinci dereceden rol oynamıştır. Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın oğlu olan Âşık Paşa, Farsça moda olduğu halde, tasavvufa ait fikirlerini yaymak için eserini Türkçe olarak kaleme almıştı. Mevlâna’nın tilmizlerinden olan Süleyman Türkmanî ve Mehmed Aksarayî, Kırşehir’de Mevlevî Tekkeleri kurmuşlardı. Âşık Paşa, işte bu hocaların yanında yetişti. Oğlu Selman’ın torunu olan Ahmet Âşıkî (Âşık Paşazade) ise meşhur tarihçilerimizdendir. Aynı dönemde yaşayan Ahi Evren’den de bahsetmek gerekir. Türk işçi ve esnafının pîri sayılan Ahi Evren’in asıl adı Mahmud Nasuriddin’dir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda Şeyh Edebali ve Hacı Bektaş’ın nasıl manevî katkıları varsa, Ahi Evren’in de çalışma hayatı bakımından büyük katkıları olmuştur. “Ahi Evren Secerenamesi” ve bilhassa “Hacı Bektaş Velâyetnamesi”nde, o devir Kırşehir’i övgüyle anılır:’ Ol zaman Kırşehri ulu şehir idi… On sekiz bin derler evi var idi. Burcu baru çevresi hisar idi.”

Anadolu’yu işgal eden Moğol askerleri, bilhassa Tokat, Amasya, Çorum, Kırşehir, Kayseri ve Sivas çevresinde yaşıyorlardı. Bu gerileme dönemine rağmen Cacaoğlu Nureddin’in Kırşehir’e Subaşı olmasıyla yöre ekonomik ve kültürel bakımdan çok gelişti. XIII. y.y.’ın sonlarına doğru da savaşların neticesinde şehir harabe haline geldi. Bir Moğol devleti olan İlhanlılar, Anadolu’yu dört parçaya ayırarak valiler ile yönetmeye başladılar. Kırşehir ve Niğde, Cenup Bölüğü adı altında Şerafeddin Osman tarafından idare ediliyordu. Fakat kanun dışı vergilerin sonucunda halk yılmıştı. Nihayet 1318’de Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldı. Kırşehir bir dönem Eretna Beyliği, ardından da Karaman Beyliği sınırları içinde kaldı. Timur döneminde karışıklıklar yaşayan Kırşehir, bazı kaynaklara göre II. Murad döneminde, (1421-1451) kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girdi.

Nispeten sakin birkaç asır geçiren yöre ayaklanmalarla yeniden sarsılır. Kanunî zamanında Ankara bölgesini de etkisi altına alan Kalender Baba, arazi tahriri ve vergilerin ağırlığı yüzünden halk arasındaki hoşnutsuzluğu kullanmıştı. Kanunî, Macaristan Seferinden dönmek mecburiyetinde kaldı ancak ayaklanma Kırşehir’de güçlükle bastırıldı. Bu arada Dulkadirliler, Kalender’e büyük destek verince, ikinci aşamadaki çarpışmada Osmanlı ordusu bozguna uğradı. Bunun üzerine İbrahim Paşa dirliklerini elinden aldığı Dulkadirli (Maraş) tımarlı sahipleriyle gizlice anlaştı, ve Kalender’i yenmeyi başararak onu öldürdü.

1560’lı yıllarda, Kırşehir sancak beyi seferdeyken, vekili Pirî ile Subaşı Hüseyin halkı soydular. Kırşehir kadısının çabaları bunları muhakeme etmeye yetmedi. 1577’de siyasî vak’aların arttığı anlaşılıyor. İran Şahı hesabına Anadolu’da çok kuvvetli bir propaganda vardır. Suriye tarafında bir Türkmen, kendisinin Şah İsmail olduğunu söyleyerek, Malatya Türkmen aşiretlerini ayaklandırmış, elli bin kişilik bir ordu kurmuştu. Hatta Hacı Bektaş’a kadar gelerek kurban kesti, Bozok’a (Yozgat) halifesini yollayarak taraftar topladı. Bu olayda, Celâli isyanlarıyla Kızılbaş-Tarikat isyanlarının âdeta özdeşleştiği görülür.

1584 yılı ise yine Kırşehir için iyi geçmedi. Otuz kırk kişilik bir levend çetesinin yakalanması bahanesiyle, Manisa Valisi Şehzâde Mehmed’in lalasının adamları olduğunu söyleyen kalabalık bir grup, bölgedeki köyleri yağmaladı. Bu grup, gerçekten de şehzadenin adamlarıydı ama soyguncuları yakalamak bahanesiyle kendileri de aynı işi yapıyorlardı. Bu vak’anın ardından üç yıl boyunca Kırşehir ve çevresindeki Orta Anadolu şehirlerinden bir kısmı, adeta Celâlilerin merkezi haline geldi. Soygun ve talanların dışında, artık halka direkt saldırılar da mevzubahisti. Bu vak’alar XVII. y.y. ortalarına kadar devam etti. 1777 yılında Yozgat Ayanı Çapanoğullarının, Kırşehir mütesellimliğini de ellerine geçirdikleri anlaşılıyor. Bu durum XIX. y.y.’ın başlarına kadar sürdü. Yöre, daha sonraki seneleri sakin geçirdi.

O devrin derbend teşkilâtı da büyük önem taşıyordu. Geçitleri, eşkıyalığa karşı korumak, emniyeti sağlamak, ve yolları düzeltmek amacıyla kurulmuştu. 1693 yılında Kızılırmak üzerinde, Kırşehir’in 20 km. güneyindeki Kesikköprü, tamir ve takviye edilmek yolu ile yeni bir nizama kavuşmuştu. Derbendci olarak, konar-göçerler yerleştirildi. Ankara Kırşehir arasında 100. km.’de bulunan, eski Bizans yolu üstündeki Çeşnigir Köprüsü de Kesikköprü gibi, geçit üzerinde olduğundan derbend sayılıyordu, muhafazasını 50 nefer sağlıyordu. Aynı şekilde 1744 tarihli bir Osmanlı kaydına göre Kesikköprü için de köprücüler ve Köprü Ağası tayin edilmişti.

KIRŞEHİR İDARÎ TARİHİ

Anlaşılacağı üzere Çorum-Yozgat sınırında bulunan Hitit başkenti Hattuşaş’a çok yakın olan Kırşehir, idarî bakımdan merkeze bağlıydı. Prokopios tarihinde yazdığına göre VI. y.y.’da Mokissos harap olmuştu. Bizans İmparatoru Justinianos, Kırşehir il merkezindeki eski kalenin batısında; sarp, fevkalade erişilmez bir yerde kale yaptırdı. İşte bunun için yöreye bir dönem, Justinianopolis dendi. Kırşehir yöresi, Romalılar döneminde, merkezi Kayseri olan Kapadokya Eyaletine bağlıydı. Bölgeye ait ilk coğrafya bilgisidir bu. Amasyalı coğrafyacı Strabon’un işaret ettiği Sarauene kentinin Kırşehir’de olduğu tahmin ediliyor. İmparatorluğun ikiye ayrılmasından kısa bir süre önce 371’de Kapadokya Eyaleti ikiye bölününce, Kırşehir; başkenti Tyana olan ikinci Kapadokya Eyaleti içinde kaldı.

Kırşehir’in uzun süreli Türk yurdu olması ve günümüze kadar gelmesi 1071 Malazgirt Zaferi ile başlar ama ondan önce de, Türk izleri vardır. H.290 (M. 902) yılına ait Hacı Tura Oğlu Şah Mehmed Vakfiyesinde, Hacı Tura mülkü olduğu kayıtlıdır. “Kırşehri” adı, ilk olarak burada geçer. Böylece Hitit, Frigya, Pers, Kapadokya, Roma ve Bizans dönemlerinden sonra Türk dönemi başlamaktadır.

Anadolu Selçuklularının Malazgirt Zaferinden birkaç yıl sonra fethettikleri şehirlerden biri de Kırşehir’dir. Haçlı Seferleri sırasında kısa bir süre elden çıktıysa da tekrar Anadolu Selçuklu idaresine girdi. II. Kılıçarslan 1190’da memleketi 11 oğlu arasında bölüştürürken Ankara ile beraber Kırşehir, Muhiddin Mesud’un payına düştü. 1230 yılında Mengücekoğlu Muzafferüddin’e timar olarak tahsis edildi. İbn Bibi bunu “Selçukname” de “Sultan (Alaeddin) Erbisus’u (Afşin) mülkiyet, Kırşehir’i de muaf ve müsellem ikta olarak verdi” diye ifade ediyor. Bu dönemde Gülşehri olarak da anıldı. Esasen Kırşehir, savaşlar ve yerli halkın göçleri sonunda tamamen harap olmuş bir vaziyetteydi. Pek çok araştırmacı da Selçuklu Türklerinin bu yüzden bölgeye ve il merkezine “Kırşehri” adını verdiğini belirtir. Böylece XII. yy’da Selçuklular tarafından yeniden kurulur. Boyahaneleri, cenderehaneleri, sabunhaneleri ile tanınır. Yaylak-kışlak hayatı yaşayan Türkmenler, o yıllarda sayıca fazla oldukları için, hayvan mahsullerinin satıldığı, mamul maddenin alındığı pazarlara “Türkmen Pazarı” denirdi, şehirlerin kapılarına kurulurdu. Bunlardan biri de Kırşehir’deydi.

1243 Kösedağ Savaşında, Selçuklular yenilmiş, Kırşehir de Moğolların yaylağı haline gelmişti. Selçuklular resmen yıkılmasa da uygulama böyleydi. Bu tarihlerde Moğolların (İlhanlı Devleti) tayin ettiği Kırşehir Beyi Nureddin Cebrail Caca, nispeten huzur ve sükûnu sağlamış, şehre medrese bile kurmuştu. Caca’nın, Arapça-Moğolca Vakfiyesi, il tarihiyle ilgili kıymetli bilgilerle doludur. Bölge daha sonra da sırasıyla Eretnalılar, Kadı Burhaneddin, Karamanlılar, Dulkadirliler ve Osmanlıların hâkimiyetine girdi. Osmanlıların elindeyken, 1402 Ankara Savaşından sonra Timur Devletinin eline geçti.

Selçuklular zamanında, ilk idarî teşkilatlanmanın II. Kılıçarslan zamanında yapıldığını görüyoruz. Mahrusa-ı Kırşehir- Aksara(y) sahibi Zahireddin Seyfeddin İldeniz’dir. İbn Bibi, Kırşehir’i, Vilâyet-i Akşehir içinde gösterir. İslam coğrafyacısı Ebul Fida, aynı dönemde Kırşehir’i Rum şehirlerinden sayar. XIV. y.y. ortalarına doğru kaleme alınan coğrafya kitabı Nüzhet’ül Kulûb’da ise Mülk-i Rum şehirlerinden sayılır. Osmanlılar Konya ve civarındaki Karaman Beyliğini kendilerine bağlayınca, idarî açıdan burayı ayırdılar ve adına “Karaman Beylerbeyliği” (Eyalet) dediler (1468-1512). Paşa sancağı Konya olup, bağlı sancaklardan biri de Kırşehir’dir. Niğde, Aksaray, Beyşehir, Akşehir ve Kayseriye diğer sancaklardır. XVII. y.y’da sancak esaslı Osmanlı idaresinden, eyalet esaslı idareye geçilmiştir. Ancak Kırşehir yine Karaman Eyaletine bağlıdır. 1831 Osmanlı nüfus sayımı kayıtlarında Kırşehir, Karaman Eyaleti içinde yer almaktadır. Osmanlı Salnameleri 1843’ten itibaren yayınlanmaya başladı. 1857 Devlet Salnamesinde eyaletler, livalara ayrıldı. Liva, mutasarrıflarca yönetilen şimdiki il ile kaza arası bir yönetim şekliydi. Bu dönemde Kırşehir; Eyalet-i Karaman’ın 7 livasından biri olan Niğde’ye kaza olarak bağlandı. Hacıbektaş ve Mucur da yine Niğde’ye bağlıydı. 1864 yılında İdare-i Vilâyet Kanunu çıktı. 1876 yılı sonlarında yayınlanan Devlet salnamesinde, Kırşehir Sancağını, Ankara Vilâyetine bağlanmış olarak görüyoruz. Kırşehir’in kazaları ise bu dönemde Avanos, Keskin ve Mecidiye’dir (Çiçekdağı). 1908 Salnamesinde Kırşehir yine Ankara’ya bağlı 3 kazalı, 3 nahiyeli 521 köyü olan bir il konumundadır. 1921’de müstakil mutasarrıflık yapıldı. Cumhuriyetin birinci yılında ise 74 vilâyet arasında 48. sırada Kırşehir adına da rastlıyoruz. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi Tahrir Defterlerine göre Kırşehri XVI. y.y’da Anadolu sancakları arasında geçer. Alt teşkilâtı 139. numarada kayıtlıdır. Kaza-i Kırşehri olarak merkez kazası gösterildikten sonra Nefs-i Kırşehri ibaresi vardır. Nahiyeleri şöyle sıralanır: Kırşehri, Hacıbektaş, Süleymanlu, Konur, Künyüzü, Denek, Keskin ve Çiçekdağı.
1777’den 1820’li yıllara kadar Bozok (Yozgat) Sancağının güçlü âyan ailesi Çapanoğulları, Kırşehir yönetimini de üstlendi.

Kırşehir’in en eski ilçelerinden Mecidiye (Çiçekdağ) Yozgat’a bağlı merkezi Boyalık köyü olan bir nahiyeyken, Abdülaziz döneminde (1861-1876) kaza yapılarak Kırşehir’e bağlandı. Mucur, önceleri Niğde sancağına bağlı bir köy iken 1868’de Kırşehir’e bağlı nahiye haline getirildi. 1908 İkinci Meşrutiyetten sonra Kırşehir’e bağlı kaza oldu. Kaman ise zaten Kırşehir’e bağlı bir nahiyeydi, 1944’te kaza yapıldı. Cumhuriyet döneminde, 1954-1957 yılları arasında, Kırşehir kaza haline getirilerek Nevşehir’e bağlanınca, Çiçekdağ kazası Yozgat’a, Mucur kazası Nevşehir’e, Kaman da Ankara’ya bağlanmıştı. Son dönemde ise (1990) Çiçekdağ, Mucur ve Kaman’a ilâve olarak Boztepe, Akpınar ve Akçakent de kaza haline getirilerek, toplam kaza sayısı altıya çıkarıldı. Halen bu idarî yapı devam etmektedir.

Kaynak: Kırşehir Türkülerininin Hikayeleri
Sebahattin Yaşar
Yüksek Lisans Çalışması-2001

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DİN SİYASET VE HEMŞEHRİCİLİK

Sevgili Okurlar,

6 şubat 2011 Pazar günü Mamak Belediye Meclis üyesi ve iş adamı Çayağzı’lı hemşehrimiz Kani Araz, Ankara’daki 100 kadar Kırşehir’li iş adamı, bürokrat, siyasetçi ve kanaat önderlerine Boğaziçi’ndeki Plaza’sında bir yemek verdi. Siyasi ve istişari bir toplantı olan bu buluşmada bir konuşma yapan ev sahibi Kani bey, hemşehrilerimizin sayesinde AK Parti’den iki dönemdir meclis üyeliği yaptığını ve bir kadirşinaslık örneği olarak bu toplantıyı düzenlediğini belirtti.

Daha sonra söz alan Kırşehir Federasyon Başkan Yardımcısı Hüseyin Ata, TRT’de üst düzeyde bürokrat olarak görev yaptığını, AK Parti’den Kırşehir aday adayı olmak istediğini belirterek Kırşehir’in Ankara’dan kalkınacağını, siyasetin kalbinin Ankara olduğunu, Kırşehir’de gitmediği köy ve mezra kalmadığını, kendisinin Temirli’li olduğunu ve hemşehrilerinin desteğini beklediğini ifade etti.

Federasyon Başkanı Hilmi Gökçınar ise, kanaat önderi olarak belirttiği Yusuf Tıraş ağabeyinin görmüş geçirmiş bir insan olduğunu ve iyi iş yaptığını, Mamak Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Müfit Yıldırım’ında iyi örneklerden biri olduğunu söyledi. Seyirci değil sahaya inip oyuncu olmak gerektiğini belirten Gökçınar Ahi Evran Sigorta’yı kurduklarını, Belediye Başkan adayı Şükrü Şahin’in seçilemese de verilen destekle oyunun 40 000’den 140 000’e çıktığını, ANFA Genel Müdürlüğü döneminde ise 800 Kırşehir’liyi işe aldığını da ilave etti.

Kösefakılı’dan olan Mamak Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Müfit Yıldırım, Ömer Doğan, Deniz Cam’ın sahibi iş adamı Ali Deniz, Zafer Sadıkoğlu, TEDAŞ ‘ta Daire Başkanı olan Osman Kurt, Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müşaviri Mustafa Konuk, Başköy Dernek Başkanı Ömer Çöklü, Uzunpınar Dernek Başkanı Bayram Ünlü de konuşmalarında birlik beraberlik ve hayır dileklerini belirttiler. Kanaat önderi Yusuf Traş ise aday olan arkadaşların centilmenlik dışı rekabete girmeye kalktıklarını ve bunun siyasi gücümüzü zedelediğini belirtti.

Daha sonra söz alan Nevzat İbişoğlu, Av. Arif Kaplan, MEB’de Gn. Md. Yardımcısı Nuri Cantürk’de birlik ve başarı dileklerini sunarken Maliye Bakanlığı’ında Daire Başkanı olan Veysel Karani Aksungur da ailesinin 1968’de Erzurum’dan göç ederek Kırşehir’e geldiğini, Kırşehir’de 5 yıl Müze Müdürlüğü yaptığını, halen Ankara’da Erzurum’lular Vakfı’nın Başkanı olduğunu ve Ankara’dan AK Parti 1. Bölge olan Mamak, Çankaya, Sincan’dan aday adayı olmak istediğini belirterek hemşehrilerden destek istedi.

Biz de yaptığımız konuşmada önce birlik, tebrik ve teşekkür dileklerimizden sonra Kırşehir’le ilgili iki hususu dile getirmeye çalıştık. Bunlardan birincisinde Kırşehir’in bir imar sorunu olduğunu, daha önce %25 olan inşaat alanı oranının eski Belediye Başkanı Halim Çakır tarafından siyasi menfaat temin etmek amacıyle %40’a çıkarıldığını, bunun Kırşehir’in güzelliğine darbe vurduğunu ve yeni bir imar planı ile düzeltilmesi gerektiğini belittik. İkinci olarak ise Kırşehir’in en değerli, çağlara ışık tutan hazinesinin AHİLİK olduğunu, bunu duyurabilmesi için isminin de AHİŞEHİR, AHİŞEHRİ veya AHİ KIRŞEHİR’den biri olarak halka sorulmak suretiyle değiştirilmesi gerektiğini belirterek, şanlılar, gaziler, kahramanlar varken neden AHİ’ler olmasın dedik. Bu görüşümüz hemşehrilerimiz arasında ilgi ile karşılandı.

ÇANTACI – YERLİ ANLAŞMAZLIĞI

Şehrimizde bir çantacı-yerli kavgasıdır gidiyor. Bazı basın mensubu arkadaşlar da bu işi biraz körüklüyorlar. Malum olduğu üzere Ankara gibi şehir dışından aday olmak isteyen arkadaşlara çantacı diye bir lakap uyduruluyor. Onların Kırşehir’in sorunlarını bilmedikleri, Kırşehir’e gelip gitmedikleri gibi itirazlar bu görüşün altyapısını oluşturuyor.

Bir kere hizmette sınır yoktur.

İkinci olarak Kırşehir’lilerin hukukunu yalnız Kırşehir’dekiler koruyamaz.

Üçüncü olarak hizmette serbest yarış olmalıdır.

Hizmette bir yere yükselemeyeceksem neden şimdi hizmet ediyorum ki?

“İyilikte yarışınız” (ayettir)

“Sen Çantacısın, sen gelme” demek centilmenliğe aykırıdır. Sonra Kırşehir’den gelenlerin siyaseti ve bürokrasiyi tanımama ve bocalama gibi bir riskini de unutmamak gerekir. Herkes serbestçe adaylığını ilan etmeli ve halk ya da parti yönetimleri gerekli değerlendirmeyi yapmalıdır. Belden aşağı vurup yıpratma politikası yapmak en kibarcası uygun bir davranış sayılamaz. Topluma fikirleriyle yön verenlerin de dikkatli olmaları icabeder. Biz yerli ya da Kırşehir dışında olup hizmete talip olan bütün kardeşlerimizi ehil olmaları hasebiyle kucaklar ve ayrım yapmaksızın başarılar dileriz. Umarız partiler de biraz daha demokratik davranırlar ve halkın ya da partinin meylini dikkate alıp ehil ve beğenilenleri milletin önüne koyarlar.

DİN VE SİYASET

İslam, temel olarak şurayı esas alır. Danışma esastır. Bu da halkın iradesine dayanan bir meclisin varlığını gerekli kılar. Bu noktada Cumhuriyetin İslam’a uygun bir rejim olduğu söylenebilir. İslam, bu belirlemenin dışında yöntemlerden ziyade ehil olanı iş başına getirmek, tevhid ve adaletin sağlanması, dar sayıda Kuran’da geçen belli nasların gerçekleşmesi gibi temel bazı durumların dışında çok fazla yöntem belirlemesi yapmaz.

İnsanların dini ve dünyevi ihtiyaçlarına ilişkin olarak daha önce fakih denilen alimler görüş serdederlerdi. Örneğin İmam-ı Azam 6500 konuda hukuki soruna çözüm getirdiği söyleniyor. İşte o günkü fukahanın yaptığını bugün halk iradesini temsil eden şura meclisi olarak parlementolar yapmaktadır. Demokrasilerde iki yönlülük olup laiklik de devrede olduğu için şer’i hükümler yerine aklın öne geçtiği söylenebilir. Buradaki sorun “siz nesiniz?” Sorusudur. Yani siz müslümansanız iktidarın da müslüman bir hükümet olması beklenir. İslam ve demokrasi konusunu ayrıca işleyeceğiz inşallah.

İslam, seçim sisteminde sahabi uygulaması olarak dört halife döneminde de seçimi yani ehil olanın seçilmesini esas aldı. Ancak Muaviye herşeyi berbat edip saltanatı getirdi ve İslam alemi ilk 30 yılın sonunda farklı bir yöne gitti ve Hz. Hüseyin’den başlayarak her kıyam eden imamı idam etti.

Hz. Ebubekir efendimiz iki yıl süren halifeliği döneminde hiç bir akrabasını devlet işine almadı ve atamadı. Hep ehilleri seçip atadı. Hz. Osman Efendimiz ise süt kardeşine varıncaya kadar hep yakınlarını vali ve benzeri önemli görevlere atadı. İşte bu kendisinin de şehadetiyle sonuçlanan karışıklıkların temel nedeniydi.

DİN VE HEMŞEHRİCİLİK

İslam’da; milliyetçilik, hemşehricilik, kavmiyetçilik, aşiretçilik, ailecilik, şunculuk, bunculuk gibi şeylerin siyasette ve menfaat temin etmek için insanların bir araya gelmesinin yeri yoktur. Peygamber Efendimiz bir hadisinde asabiyeti kesinlikle yasaklamış ancak bir kimsenin asabiyetinden olanlarla, karnının doyurulması, sorunlarıyla ve cenazesiyle ilgilenilmesi gibi günlük işleriyle ilgilenebileceğini belirtmiştir.

Buradan hareketle bu aday benim köylüm, ya da hemşehrim diye ehil kişi ortada dururken ona oy vermeniz dinen büyük bir vebaldir. Ayet açık bir şekilde “işi ehline veriniz” diye emretmektedir. Ehliyet ve liyakat birlikte aranmalıdır. İşte bu emir ülkenin ehil ellere teslimi yanında onların adaletli olmalarıyla da sonuçlanması umulur. Tanıdığımız diye zayıf ve kişiliksiz kişilere oy verilmesi ya da partilerin de bana yakın diye zayıfları aday göstermesi büyük vebaldir. Bir muhafazakar; namaz kılan, dürüst, ehil ve güzel ahlaklı bir adaya oy verecek ve ayette emredildiği üzere kendinden olan idarecilere itaat edecektir. Bir bakanın iki yıldır vekaleten üst düzeyde görev yapan ve atama isteyen son derece dürüst ve ehil kişiye söylediği şu söze dikkat ediniz. “Biliyorum siz çok dürüst ve ehil bir kişisiniz. Ancak sizi atayamam. Etrafımdaki insanları memnun etmek zorundayım!?”

AK Parti’nin biraz daha demokrat olarak halkın tercihlerine riayet etmesini ve bürokraside de “yakın, hemşehri ya da etraftakiler” tercihlerini terketmesini diliyoruz. Bütün muhafazakarlar; ehliyet, dürüstlük, liyakat, adalet, özgürlük ve iyi işleyen bir idare bekliyor. Siyaset veballi bir iştir.

2 Kasım 2011
Yorumlar Kapalı
Okunma
bosluk

AHİLİK;

Sevgili Okurlar,

ÖNCE KURALLARI DOĞRU KOYUN,

SONRA ADALETLİ OLUN,

SONRA SÜREKLİ ÖĞRETİN VE EĞİTİN

VE AMEL ETMESİNİ SAĞLAYIN

VE EN SONUNDA AHLAKLI OLMASINI BEKLEYİN.

Ahilik Esnaf ve Sanatkarlar Bayramı Ekim ayının ikinci haftasında Kırşehir’de ve diğer illerimizde neşeyle kutlanmaktadır. Bu yıl 23.sü Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın önderliğinde haklı ve sorumluluk duyularak resmi anlamda Kırşehir’de yapılmıştır.(11-17 Ekim)

Biz de bir Kırşehir’li olarak yapılan sempozyumlarda sunulan tebliğleri, kendi şahsi araştırmalarımızı ve mesleki tecrübelerimizi de katarak sizinle paylaşmak istedik.

İzlenecek Yöntem Hakkında Birkaç Söz

Körler hiç bir şeyi yoklamadan almazlar. Bu bir fikrin test edilerek alınması, hatta mihenginin sorgulanması, elekten geçirilmesi gerektiği mesajını verir. Lokman Hekim de sanatını körlerin bu deneme ve test etme prensibinden etkilenerek elde ettiğini söylüyor. İşte ahiliğin de önce araştırılarak test edilip alınması ve günümüze uyarlanarak yararlanılması gerektiğini söyleyebiliriz.

Yine körlerden bir örnek: malum fil hikayesi. Fil boru gibi mi? Yoksa yelpaze gibi mi? İşte herkes rastladığı gibi baksa bile bunları birleştirirsek ortaya bir fil tanımı çıkmaz mı?

Üçüncü bir örnek: Üç Japon, Amerikalı’ların bir buluşunu çalmaya giderler. Fakat Amerika’lılar buluşlarının fotoğrafının çekilmesine izin vermezler. Japonlar şöyle yaparlar. Üçü de üç ayrı açıdan makinaya üç saat bakarlar ve ayrılıp otele dönünce herkes gördüğü açıdan makinanın resmini çizer. Sonra resimler birleştirilir ve makina ortaya çıkar. İşte ahilik de böyle bir ejderha. Onun toplumun her alanına ulaşmış kolları var. Her araştırmacı bir koluna bakıp ortaya çıkarırsa bütün ejderha resmi ortaya çıkar. Zaten “Evran” ejderha demektir.

Son bir iki şey daha. Çingeneyi ormana götürmüşler, kayın ağacını görünce “bundan ne güzel kasnak olur” demiş… Yine bir adam çocuğuna kendi zengin durumunu anlayıp şükretmesi için fakir bir köyü videoya alır ve getirip oğluna göstermeye başlar. Çocuk bir çok dam evleri ve sokaklarda çocukların bir çok köpeklerle oynadığını görünce  “Baba bunlar ne kadar zengin ve mutlu, ne kadar çok da köpekleri var” der. Yani neyi nasıl gördüğünüz de çok önemli. Bunu aşmanın yolu farklı meslek mensuplarından çok sayıda insana “siz nasıl görüyorsunuz?” diyerek değişik fikirlerin sayısını artırmak, değişik yorumlara imkan tanımak ve bunları birleştirerek bütün yapıyı ortaya koyabilmektir.

Tarih Bilinci ve Yorumu

Her ülke tarihinde şu ya da bu başarılarla övünebilir. Bu normaldir. Fakat buna kilitlenip kalmak ve bundan bir şey üretememek, bunu bir adım öteye taşıyamamak, yanlış olan budur. Tarihle, örneğin “Büyük İskender’in atı Makedonya savaşında kaç kova su içti” gibi bir soruya cevap aramak ne kadar yanlışsa, “sebep – sonuç” ilişkisini buldu diyerek “Bunu bana Allah bildirdi” diyen Müslüman bir alimin görüşlerinin yarısını alarak, ideolojiyle İbni Haldün’ü materyalist ilan etmek de büyük haksızlıktır hatta katliamdır. İşte bu noktada ihtiyaç duyulan şey, kişi ya da olayları kendi mantığı içinde empati yaparak aklı selimle, diğer adıyla objektif düşünceyle anlamaya çalışmaktır. Bu konuda Albert Einstain şöyle diyor: “Karşılaştığımız önemli problemler, onları yaratan düzeydeki düşünme ile çözümlenemez.” İşte bu ifade bizi, önce bu zamandan o zamana, sonra da onun düşünme düzeyinde onu anlamaya çalışmaya götürmelidir. Bir tıp öğrencisi olan arkadaşım Sami, Hacettepe bölgesindeki adım başı çok sayıdaki küçük küçük camileri anlamsız buluyor ve işleri güçleri yok cami yapmışlar diyordu. Ona “sen onların ne kadar namaza düşkün olduklarını bilmiyorsun anlaşılan” demiştim. İşte dünü bu günün mantığıyla anlamaya çalışmanın yanlışlığının tipik bir örneğiydi bu. İşte bu yanlışa düşmemek gerekiyor.   

Devlet mücerret bir kavram olup müesseselerden ibarettir. Bir devleti yücelten, ona hayat vererek onu tarih içinde ayakta tutan da bu müesseselerdir. Aynı şekilde müesseselerin çöküşü de devletin çöküşü ile pareleldir. Orta Asya’dan kopup gelen Türk boylarının Anadolu’da bir “Cihan Devleti” kurmalarını neye bağlayacağız? Kurucu padişahların dirayetine mi? Yoksa bu müessseselere mi? Vayahutta ikisine mi? Elbette ikisi de önemli etkenlerdir. Başarısızlıklar da yöneticilerin dirayetsizliği kadar bu müessesselerin halkla beraber bozulmalarından da kaynaklandığı kabul edilmelidir. Günümüz tarih anlayışı da bu yöndedir. Bu yüzden bu kurumların da iyi ve kötü zamanları vardır ve yapılacak araştırmalarda buna dikkat edilmelidir. Bozulma arttıkça, “aman elden gidiyoruz” diye fütüvvetname sayısında da bir artış olmuştur. Bu yüzden her dönemin kendine göre verdiği bir mesaj mutlaka vardır fakat o mesajın kendi şartlarında değerlendirilmesi gerekir ki yanlış bir yoruma yol açmasın. Bu yüzden biz bu makalemizde geleneğe dayalı yıllar olarak sayılabilecek  XI-XV yüzyıllardaki bozulmanın olmadığı dönem üzerinde çalışacağız. Bunlar en sağlıklı dönem olarak bize diğer dönemlere göre daha çok şey verebilecek gibi görünmektedir.  

Yapılan araştırmalar hep dini, tarihi, kültürel, edebi, askeri, siyasi görüşler üzerinden yürütülmüştür. Halbuki bir insanın karnı doymadan ondan ahlak beklemek dinin bile uygun bulmadığı bir iştir. “aç ayı fırın yıkar” tabiri boşuna değildir. Bu yüzden Ahiliği de onun gelecek güvencesi sağlamadan, piyasa da bir istikrar oluşturmadan ahlaki kuralların geçerli olduğunu düşünmek saflık olur. Bu yüzden biz bu görüşten hareketle Ahiliğin daha çok iktisadi yönü üzerinde durulması gerektiği üzerinde duruyoruz. 

Ahilikte; İlimle Amel ve Dinle Ahlak Birlikte ve İçiçe Uygulamada

Eskiler, dini ilimlerin yanında dünyevi ilimleri de tahsil ederlerdi. Filozoflar ya da müctehid imamlar nasıl 6500 konuda hukuki kararlar alabiliyorlardı? Nasıl tefsir edebiliyorlardı? Sosyoloji, tıp, tarih, edebiyat, coğrafya, hukuk, bilmeden olur muydu? Yalnızca ilahiyatı bitiren nasıl Kuran tefsir etmeye kalkar? Günümüzdeki uzmanlaşmanın yararı kadar zararı da oldu. Kendi dalında uzman fakat yan dal konusunda hiç bir fikri yok. Bu yüzden kararları da tek yönlü. İşte eğitimi yalnız Üniversiteyle sınırlandırmamak ve ömür boyu sürekli eğitimin ortamını bir şekilde devletin vatandaşına sunması gerekir. Camilerin yalnızca namaza tahsis edilmesi ne kadar eksik ve kısır. Namaz kılınır kılınmaz cami kapattırılıyor. Hoca ise tamgün karşılığı maaş alıyor aslında. Ondan cemaatini yetiştirmesi ve bunu sürekli yapması istenemez mi? Camilerin Hz. Peygamber zamanındaki birer eğitim kurumu da oldukları vasfını korkak ve tembel yöneticiler bitirdi. İnsanları bir amaç etrafında birleştirebilirseniz, o zaman o kişinin ferdi başarılarını göstermesine de izin vermeniz toplam başarıyı çok yükseklere taşıyacaktır. Bu ise aynı amaç etrafında kişiyi biraz olsun serbest bırakmanız anlamına gelir. İşte insan çalıştırmanın ve toplam başarıyı en üst seviyeye getirmenin şartları bilinmiyor mu? Sorun bir söz gelebilir de yatmaktadır. Halbuki devlet adamlığı vasfı bir şeyler yapmak kadar yapılana getirilecek eleştirileri de göğüsleme cesaret ve kararlılığı da ister. Halk ise dinini doğru öğreneceği yerler olmayınca yanlış öğreneceği bir yerler mutlaka buluyor. Çünkü bu ekmek ve su gibi bir ihtiyaç. Birlikte öğrenimin bir de kaynaşma gibi, güzel bir topluluğa aidiyet gibi, toplumda yer edinme ve değer verilme gibi sosyolojik boyutları da var. Uzun hikaye..

Ahilikte sofilik yok, inziva yok. Ahilikte önce dini kurallar, sonra onun ibadete dönüşmesi, sürekli eğitim, kuralların doğru konulması ve en sonunda da ahlaka dönüşmesi var. Yani akşam zaviyede öğrendiğini sabah hayata uyguluyor. Bugün modern anlayış; ilimle ameli ve dinle ahlakı birbirinden kopardı. Öğretmen sigara içiyor öğrencisine içme diyor. Hem manevi feri yok, hem zahiri feri yok. Ahlakın müeyyide ve ikramını din verir ve kul hakkına bağlayarak “kendi aranızda halledin” der ve karışmaz. Kul hakkı affolmaz. Er ya da geç bu geri ödeşme bilinci olmayınca, örneğin mesleki ahlak prensipleri yayınlanıyor, fakat neden uymak gerektiği konusunda hiç bir fikri yok. Halbuki beyan esasını getirerek sana güveniyorum diyorsunuz ve bu sistemi sadece normal olarak % 2-3 gibi bir denetim oranıyla denetlemeniz gerekiyor. Önce siz vergi oranlarında adil olmayınca arkasından onda da kişisel ıslah (yani yayınladığınız ahlak ilkeleri kişinin bünyesinde kişiliğe dönüşmeyince) olmayınca çözümü kendisi buluyor(?) Yani, ciğeri verip tarifini vermemeye benziyor. O zaman hakem de görmüyorsa serbest olarak algılanıyor ve ciğer yanıyor.

Aşağıda göreceksiniz bugün artık Ahilik özünden kopmuş bir halde Şed kuşatma törenlerinden oluşan gösteriler haline dönüştü. Onun merkezi hükümete vermesi gereken “bir kalkınma modeli olduğu” fikri ve meslek ahlak ve disiplininin ön plana çıkması gerçeği, devletin bütün yükünü alan süper bir sivil toplum örgütü olduğu, kapitalizmin dişlilerine sıkışarak, din kanaat ve tasarruf derken, “daha çok tüket mutlu olursun, bak paran yoksa borç da veririm” diyerek, insanı çıkarının ve tüketimin kölesi yapan kapitalizmin şeytanca fikirlerine kanan insanı, Ahiliğin sanki bu günleri görmüş gibi tüketiciyi korumaya çalışan prensipleri, önce adalet sonra iyilik diyerek, önce kuralları doğru koyalım sonra ahlaklı olalım diyen süper anlayışı, toplumu sürekli eğitip ve bir yerde buluşturup konuşturup kaynaştırması (Ahi Ocakları, Ahi Zaviyeleri) “nasıl olsa seni usta yapıp iş sahibi yapacağım” diyerek onun geleceğine önce güvence vererek böylece onu uzun emelden uzaklaştırıp, sonrasında “kazancının biri evine bir zaviyeye” olmak üzere “kazancının bir kısmını getir bakalım” deyip yardımlaşmayı kurumsallaştırması, asla diğeri kavramı yaratmayarak toplum eşitliği ile farklılıkları bertaraf etmesi (Alevilerle Sünniler akşam zaviyede birlikte ders görüp namaz kılıyorlardı) ve en sonunda artık barış ve huzur içinde yaşayabiliriz diyen dinin emirlerinin kristalize edildiği süper güzel ahlak ilkeleri ve kuralları, sağırların bağırdığı ortamlarda kaynayıp gidiyor…

2007 Mali Krizi ve Petrol ve Diğer Emtia Fiatlarındaki Aşırı Artışın İki Nedeni:

Kuralda Hata (K) ve Ahlakta Hata (A) 

Uluslararası piyasalardaki 2007 mali krizi ile petrol ve diğer emtia fiatlarındaki aşırı artışların kaynağındaki nedenlere şöyle bir bakalım. Ortak yönlerinin önce kuralların yanlışlığını, sonra da ahlak eksikliğini kendiniz görün:

  1. Düşük faizle de olsa ortaya çıkan kontrolsüz serseri para, fazla emisyon, hedge ve emeklilik fonlarından oluşmuş, nereyi yıkacağı belli olmayan aşırı likit seli (K)
  2. Banka ve fon yöneticilerinin daha fazla prim kazanmak için, aşırı hırs ve risk alma iştahı (A)
  3. Spekülasyondan para kazanmaya çalışılması (K)
  4. Muhasebede bilanço makyaj ve maskeleri (A)
  5. Tasarruf yerine devlet ve halkın borçlanarak tüketime (ve bütçe açıklarına) teşvik edilmesi (K)
  6. Emtia fiatlarının, beklentilerin ve olmayan para ve olmayan malın alınıp satıldığı borsa’nın future piyasalarında belirlenmesi (K)
  7. Küreselleşmenin kuralsızlık olarak algılanması (A)
  8. Merak etmeyin herşey kendi kendine düzelir diyen saf Adam Smith’in “gizli el”inin hiç bir şeyi düzeltemeyip kumarhane kapitalizmine dönüşmesi (K)
  9. Derecelendirme kuruluşlarının ülkelere verdiği taraflı raporlar? (A)

Yorum yok…Fazla bilgi mail adresimizden istenebilir.

Ahi Evran-ı Veli Kimdir? 

Kırşehir’de ebedi istirahatgahında yatmakta olan Ahi Evran-ı Veli Hazretlerinin asıl adı Nasırüddin  Mahmut el Hoyi’dir. Azarbeycan’ın Hoy kasabasında dünyaya gelen Ahi Evran, dini ilimlerin yanında tıp da tahsil etmiş ve rasyonel düşünceli bir bilim adamıdır. İbni Sina ve Farabi’den tercümeler yapmış ve yılan zehirinden panzehir üretmeyi başarmıştır. Debbağ (derici)dir ve 32 kısım sanatkarın piridir. Şeyh ve Ahi Baba’dır. Bağdattan, Aristo aklıyla hareket eden Mu’tezilenin, nakilci Eşari’ye yenilmesiyle kurduğu zaviyelerde Eşari mezhebini teorik derslerde takip eder görünmesine rağmen, uygulamaları tamamen “İslami fıtri aklın” önderliğinde rasyonel bir hareket tarzını ifade eder. İnziva, çile onun sözlüğünde yoktur. Akşam dini okutur sabah onu hayata geçirttirir. Din ahlaka dönüşür. Ancak bunun sırrı; gelecek güvencesi ve adalet ve artık kendiliğinden istenerek uyulan önce sevgiye dayalı saygı ve disiplin. Bir baba evladından saygı bekliyorsa ona evlatları arasında adil olmasını tavsiye ediniz! (Hadis)

Anadolu’nun Türk-İslâm yurdu olmasında Horasan erenlerinin rolü ve önemi bellidir. Fakat Ahi Evran diğer Horasan erlerinden / erenlerinden ayrıdır. Mevlânâ, Hacı Bektaş, Yunus Emre, hepsi kendi dilince ve kendi hâlince Türk insanına ışık saçarken, Ahi Evran gün gelmiş şed kuşanmış, posta oturmuş; yeri gelmiş kılıç kuşanmış, dağa çıkmıştır. O, bu yönüyle hem “alp”, hem “eren”, kelimenin tam manasıyla bir “alp-eren”dir.

Ahilik Sözcüğünün Kökeni

Bir görüşe göre ahi’nin sözlük manası Arapça “Ahi=”kardeşim” den gelmektedir. Divanu Lügati’t-Türk’te ise;  akı اقى; Eli açık, koçak, selek, cömert, yiğit, delikanlı gibi manalar ifade eden “Akı” kelimesinden olabileceğini ifade edenler de mevcuttur.

Ahiliğin Kuruluşu

Hoca Ahmet Yesevi’den aldığı güçle Bağdat’ta büyük üstadlardan da ders alan Ahi Evran, Arapların kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’ndan etkilenerek, 1205′te Anadolu’ya gelmesinden kısa bir süre sonra ilk olarak Kayseri’de Ahilik Teşkilatını kurmuştur. Uzun macera ve 5 yıl süren hapis hayatından sonra Kırşehir’e geçerek örgütlenmesini tamamlamış ve bu teşkilatı 93 yaşına kadar yılmadan köylere kadar yaymıştır.

Orta Asya’da hüküm süren Oğuz Yabguluğu yıkılınca (1040) Oğuz Türk’leri yavaş yavaş Selçuklu egemenliği altına girerek Anadolu’ya göç etmeye başlar. Göçebe Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşerek onların İslamlaşma sürecini hızlandırmak ve burayı Türk yurdu haline getirerek, şehirlerde yaşayan Rum ve Ermeni tacirleriyle rekabet edebilmek amacıyla Ahi teşkilatı kuruldu.

Bu kuruluşu damdan düşer gibi geldi diye düşünmek de yanlış olur. Eski Türk toplumunda görülen Ata – Baba, Alp- Aksakallar, Ozan – Baksı’lar Aşık, Şamanlar Muskacı oldular. Demircilikten bakırcılığa kadar bir çok sanat dalları da Maveraünnehir bölgesinde yaygındı. Ancak göçlerle gelinen noktada yerleşik hayata geçme mecburiyeti hasıl olunca kurallardan oluşan bir şehir hayatı karşılarına çıktı ve o hayatı da Ahi Evran-ı Veli, Araplardan öğrendiği Fütüvvet teşkilatını Türk gelenekleriyle bezeyerek biçimlendirdi, hayata geçmesini sağladı. Fütüvvetin din temelli olması onun insan tanımının da sağlıklı olmasıyla düzgün bir ticari hayatında temellerinin sağlam kurulmasını sağladı. 

Kuruluşun Altında Yatan Asıl Neden = Doğru İnsan Tanımı

Bu kuruluş bir İslami ve ticari birlik ve dayanışma ihtiyacından doğdu denilebilir. Buradaki bir diğer sosyolojik zorluk ise kural tanımaz, göçebe, dağınık bir halkı (Türkmenleri) yerleşik hayata geçirerek kurallara uymasını sağlamaktır. İşte bu iki temel sorunu Ahiliğin çözebilmesi, yani önce sanatkarlığa yönlendirip karnını doyurması, sonra da kurallı bir yerleşik hayata onu intibak ettirmedeki başarısı onun mihenk taşlarının sağlamlığını ve uygulanabilir, geçerli bir çözüme sahip olduğunu göstermektedir. Bunun sırrı ise bize göre insanı tanımasındaki başarıda yatmaktadır.

Karl Marks insanı doğru tanımlayabilseydi mutlak adaleti belki değil ama ulaşılabilir bir nisbi adalete ulaşabilirdi. Nitekim tarihte müslüman olmadığı halde adil olan bir çok devlet adamları vardır. Habeş kralı Necaşi onlardan biridir nitekim. Kendisi müslüman olmadığı halde müşriklerin şerrinden göç edip gelen müslümanlara iyi davranmış, onları istemeye gelen müşriklere onları teslim etmemiş, ve kardeşinin isyanında müslümanlar ona yardım etmek istemişler ve ölümünde de o müslüman olmadığı halde üzülüp ağlayabilmişlerdir. Bunlar işte İslam’ın ahlak faslını oluşturur.

Ya Adam Smith’in insan tanımlamasına ne dersiniz? İnsanı sadece çıkarını düşünen bir yaratık olarak tanımlayarak (Homo Economicus) üzerine sistem inşa etmek akıllara ziyan. Hiç mi insanların karşılıksız yardımlaştığını görmedi. Toplumdaki dengesizlikleri farketmedi mi. Hiç mi komşusuna çorba göndermedi. Biraz zenginleyenin hırsını ve fakirlere duyarsızlığını da mı görmedi? Yaşadığı devir o demese de bir çeşit kapitalizm olarak tarihten gelen bir sermayedarlar hakimiyeti olarak zaten vardı. Karl Marks bile yaşadığı 18. yüzyıldaki kapitalizmin acımasızlığını gördüğü için bir adalet tepkisi olarak anlaşılabilirdi belki. Onu çökerten ise adalet isteği değil, insan tanımının sakatlığı idi. Bu açıdan bakınca Adam Smith’i anlayabilmek hiç mümkün değil. İşte sadece Ahiliğin sonuçlarından, nefesinin uzunluğundan bile yola çıksanız, bir lise mezunu çocuk bile bu başarıyı idrak eder ve hakkını verir. İşte bütün yöneticilere, aile reisinden işçi çalıştıran işadamına, ülke yönetiminde söz sahibi olandan küçük bir örgütte olsa onu yönetenin bir insan fikri olmalı ve bu tanım doğru ve sağlıklı olmalıdır.   

Bugün bile dengini kuramadığımız süper bir sivil toplum örgütü olan Ahilik, insanının maddi ve manevi bütün yönünü imar etmiş, işini kurmuş, umut vermiş, evlendirmiş, ahlakını İslam ve aynı yönde ihdas ettiği prensiplerle sürekli eğiterek ve uygulatarak kemale erdirmiş, hala uymazsan seni artık iş ve toplum dışına atarım diye tehdit etmiş, suya su katanı kuyuya başaşağı sallayarak teşhir gibi bir ağır cezayı uygulamış, üretim, kalite, fiat ve istihdamı devletin yerine kontrol ve dengede götürerek alıcı-satıcı bütün kesimlere adalet dağıtarak üretim, paylaşım ve dağıtımı herkesi memnun eder bir şekilde sağlamıştır. Sistemlerin biri öldü, diğeri sürekli kriz geçiriyor. Neden Ahilik üçüncü bir alternatif olmasın? Sistemin kölesi olmayın, sistemleri insana köle kılın. Çözümler adalet kapağından ve doğru insan tanımından çıkacaktır eminim.

Ahiliğin Kuruluş Zamanının Cilveleri

 

Mevlana “Mesnevi’sini”, Aşık Paşa “Garipnamesi’ni” Ahmed-i Gülşehri “Manyıku’t –Tayr ve Felekname”sini yeni yazmışken ve Hacı Bektaşı Veli aslanla geyiği birlikte kucağına almışken, Yunus’un ilahi nazını Molla Kasım yırtıp suya salarken, Emir Cacabey “Gök Medrese”yle uğraşıp Şeyh Edebali’nin kızını elinden kaçırıp Osman Bey’e kaptırırken, 200 000 nüfusuyla Kırşehir (o zamanki adı Gülşehir) bir ilim ve irfan kentiyken ahilik kuruldu.

Ahilik Nedir?

Ahilik; Ahiliğin anayasası ve tüzüğü sayılan şecerenâme ve fütüvvetnâmeler ile belirlenmiş; iş, meslek ve ahlâk disiplini olup; şeyh, usta, kalfa, çırak, yamak hiyerarşisi doğrultusunda çalışmayı bir tür ibadet telâkki eden; sınaî, ticarî, askerî, ekonomik, toplumsal, eğitsel ve kültürel faaliyetlerde bulunan bir sivil toplum kuruluşudur.

Ahi’lik, sanat, ticaret ve mesleğin, olgun kişilik, ahlak ve doğruluğun iç içe girmiş bir alaşımıdır. Ahi diye anılan kişi kesin olarak bir sanat, ticaret ya da meslek sahibidir. O bununla birlikte olgun, ahlaklı, merhametli, iyiliksever ve her işinde, her davranışında dürüst ve güvenilir kişidir.

İşte ahilik, güzel ahlakın ticaretle demlendiği çay gibidir. Tüccarın polisi, ahiliğin dinden gelen güzel ahlakıdır. İşte bugün başarıyı erdeme tercih eden aile ve devlet ve özel sektörün tersine, onlar erdemi başarıya tercih ettiler ve başarı da arkalarından geldi. Hem ticaret güzel yürüdü, üretim ve paylaşım sorumluluk, verimlilik, kalite, ucuz fiat, adalet temeline oturdu ve hem de toplum güzel ahlak ve yardımlaşmayla huzur ve barış ortamında yaşadı. Avrupalı bir yazar ahlak olmadan hiçbir ekonomik sistemin başarıya ulaşamayacağını söylüyor. Biz bu görüşü düzeltelim. Önce kuralları doğru koyalım sonra ahlakı talep edelim. Karnı aç olandan ahlak ne kadar beklenirse, cebine 100 trilyon koyduğunuz insan da bir yerleri muhakkak karıştıracaktır.  

Günümüzde etik (ahlak) kuralları şeklinde bazı mesleki standartlar konulması ihtiyacı hissedilmiş ve konmuştur. Örneğin bazı muhasebe etik standartları yayınlanıyor. Ancak insanları bunlara uymaya zorlayan prensiplerin olmaması, ciğeri alıp tarifini almayan birinin haline benzemektedir. Hakem görmediği zaman serbest olarak algılanmaktadır. Halbuki önce kuralları doğru koymak, sonra adalet ve ancak bundan sonra iyiliğin bir anlamı, yani ahlakın bir anlamı olabilir. Örneğin işçisinin hakkını vermeyen bir işverenin ona iyilik yapmaya kalkmasını, gülümsemesini işçi nasıl algılayacaktır? İşte bu sıralama ekonomide ve insan davranışlarında da süper etkiler yapabilir. Dinimiz de bu sıralamayı emretmektedir.

Ahiliğin Loncadan Farkı

 

Ahiliğin Anadolu’da hızlı bir şekilde yayılması ile birbirleriyle sık sık ilişkiler içinde olan Romalıların lonca sistemi ve Fütuvvetnameler ile ilişkisi olduğunu ileri süren araştırmacılar bulunmaktadır. Oysa Loncalar ve Ahilik arasındaki farkları sıralarsak aradaki farklılık açıkça görülecektir.

1) Bizans locaları devlet tarafından bazı kamu görevlerini yerine getirmek üzere kurulmuş mesleki kuruluşlardır.[2] Ahi birlikleri ise, devlet otoritesinin dışında kurulup gelişmiştir.

2) Bizans loncaları devletin sıkı denetim ve gözetimi altında çalışırdı. Herhangi bir loncaya üye olabilmek için imparatorun görevlendirmiş olması ya da imparator tarafından onay almak gerekirdi. Loncalara giren bir daha ayrılamamaktaydı.

Ahi birliklerinde ise, doğrudan bir devlet denetimi yoktur. Kuruluş yıllarında devlet Ahi birliklerinin yönetimine karışmamıştı. Daha sonraki dönemlerde ise birlik yönetimine seçilen bazı görevlilerin görevlerine hükümet yetkililerinin onayından sonra başlaması prensibi getirilerek dolaylı bir denetim sağlanmıştır. Ahi birliklerine üyelik serbesttir. Üyeliğe kabul işlemleri teşkilat yetkililerince yapılır ve devlet buna müdahale edemez, üyeler istedikleri zaman teşkilattan ayrılabilirler.

3) Bizans loncaları yalnız tüccar ve sanatkarları üye olarak kabul ederlerdi.

Ahi birliklerinde ise Ahilik prensibini kabul eden ve işi olan herkes üye olabilirdi.

4) Bizans loncaları tarafından üyelerin uyulması için konulan kaideler, siyasi otorite tarafından tespit edilirdi.

Ahi birliklerinde ise bu kaideler, İslam’daki ayet ve hadislerden çıkarılan güzel ahlakla ilgili ahilik kaideleri, teşkilat yöneticilerince konulurdu (Fütüvvetnameler).

5) Bizans loncalarının kast yapısı taşımalarına ve kan grupları haline dönüşmelerine karşılık,

Ahi birlikleri hiç bir zaman kan grupları haline dönüşmemiş ve böylesi birlikler içinde genellikle karşılaşılan kastlaşma eğilimine karşı çıkmıştır.

6)Ayrıca loncalar sınıflı bir toplum yapısı meydana getirecek şekilde teşkilatlandıkları ve bunu gerçekleştirdikleri halde, Ahi birlikleri, sınıflı toplum yapısına karşı çıkmış ve buna göre teşkilatlanmıştır. Ötekileştirme asla yoktur.

Loncalarla Ahiliğin taban tabana zıt şeyler olduğunu anlamışsınızdır umarım.

 

Çek Türklerden mi Gelme?

Onüçüncü yüzyılın ilk yarısında Anadolu Selçuklu Türklerinin ekonomik yaşamında Ahiliğin çok etkin rol oynadığını gördüğümüz Ahilik, uzun yıllar boyu Türk ahlakının da simgesi olmuştur. Özellikle Orta Asya’daki ve Türkistan’daki eski Türk belgelerini inceleyen, başta W.Bardhold “Orta Asya Türk Tarihi hakkında Dersler” adıyla Türkçe olarak yayınlanan eserinde, bugün bütün dünyaca kullanılan, bir yerden bir yere ve “Çek” denen kağıt parçası ile para alış verişi yapılan ticari işlemdeki “Çek” in ilk kez Asya Türkleri’nce kullanıldığını ve Türkçe’deki “Çekmek” sözcüğünden geldiğini yazıyor. Yine Asya Türklerince hükümdarın damgasını taşıyan ak ipek kumaş parçasının para olarak kullanıldığı, bu yüzden , Osmanlı Türklerindeki madeni para birimi “akça”nın, hükümdar damgasını taşıyan bu ipek kumaş parçasından geldiği de ifade edilmektedir.

Ahiliğin meziyetleri

 

Edebiyatta isim yapan Yunanlılar, Hukuklarıyla dünya hukukuna örnek olan Roma Hukuku ve bizim ticari zekamızın biricik şahaseri ise Ahi’liktir. Ahiliğin, Arapların fütüvvetini temel aldığı inkar edilemez. Ancak Arapların da göçebeleri vardı ama genel olarak yerleşik bir kavim idiler. Türkmenlerin tamamının kural tanımaz göçebelerden  oluştuğunu, Ahilerin fetret devrinde Ankara’da devlet kurduğunu, yine Moğol istilasında şavaşarak karşı koyduğunu, aynı dönemde devlet hakimiyeti olmayınca onun yerine geçerek düzeni tesis ettiğini düşünürseniz, sistemin kendine özgü  çözümler ürettiğini, yani sisteme kendi damgasını vurduğunu, kendi kültürüyle de kaynaştırdığını söyleyebiliriz.

Kuran’da feta kelimesi bir kaç türlü geçer. Örnek fetalar şunlardır.

-         Hz. İbrahim Nemruta boyun eğmeyip putları kırdığı için,

-         Ashab-ı Kehf batıla tabi olmayıp mağaraya sığındıkları için,

-         Yuşa, Musa’ya yoldaş olduğu için,

-         Hz Yusuf bütün zorlamalara rağmen zina etmediği için “Feta” (Yiğit, genç)adıyla anılmıştır.

-         Hz. Ali ise Hz. Peygamberin kötü iş yapıldığı söylenen yeri yoklamaya gönderdiğinde, gözünü kapatıp eliyle yoklar ve böylece görmemezlikten gelir ve “gözü ile gördüğünü, eteği ile örttüğü” ve kötülüğe daima iyilikle mukabelede bulunduğu için “la feta illa Ali…” (Ali’den başka feta yoktur) diye anılmaktadır.

İşte bunlar ideal insan tipleridirler. Tek tek oluşan erdem, Hicri II. Asırdan itibaren topluluğa dönüşüyor. Ahilikte her zenaatkar kolunun bir peygambere veya Ali’ye dayanan örnek bir hikayesi vardır. Böylelikle dinsel temel uygulamadaki ahlakın din adına yapılmasına, yani Allah için yapılmasına dönüşüyor ki, bu hem ilahi ikramlar için önemlidir (çünkü kimin tarlasına su taşıyorsanız ücretini de ondan almalısınız) ve hem de ahlakın sağlam bir gerekçeye dayanması onu bir menfaatle karşılaştığında terkedilmekten korur ve kararlılık sağlar. Çünkü ya Allah korkusu vardır ya da Allah sevgisinden uzaklaşma korkusu. Sevdiğini kırma korkusu. Çünkü mü’mine en ağır ceza Allah’ın sevgisinden uzak kalmaktır.

Fetâ ehlinin açık ve kapalı bulundurması gereken organ ve hassalarından başka, fütüvvetnâmelerde uyulması gereken çeşitli dinî ve ahlâkî kurallardan bahsedilir.

Dinî olanları İslâmın ve İmânın şartlarıdır. Akşamları zaviyelerde okunan dini kitaplar akıldan çok nakle önem veren Eşari Mezhebinin kitaplarıdır. İslam ülkelerinde o dönemde Aristo Mantığı ile hareket ederek akla bu açıdan önem veren Mu’tezile mezhebi yenilmiş durumdadır. İslam’ın gelişmesinin sonu da 13. yüzyılda olmuştur. Fakat Ahi Evran-ı Veli rasyonel fikirleri olan bir ilim adamıdır. Bu yüzden bu bakış açısı teşkilata da yansımış ve Eşari mezhebini teorik derslerde takip eder görünmesine rağmen, uygulamaları tamamen “İslami fıtri aklın” önderliğinde rasyonel bir hareket tarzını ifade eder. İnziva, çile onun sözlüğünde yoktur. Akşam dini okutur sabah onu hayata geçirttirir. Din ahlaka dönüşür. Ancak bunun sırrı; gelecek güvencesi ve adalettir.

Ancak özellikle Yavuz Sultan Selim’den sonra devlet tamamiyle Sünni bir çizgi izlemiş ve huhukunu tamamiyle Hanefi Hukuk  Sistemine dayandırmıştır.

Sünnilerle Aleviler Ahi Ocaklarında birlikte ders görüp namaz kılarlarken Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim’in kapışması tamamen Alevilerin aleyhine cereyan etmiştir. Bugünkü ayrımımızı, birbirlerimizi kabul etmediğimizi düşünmek hiç de hoş olmasa gerek.

Ahlâkî ve sosyal olanlar ise şunlardır:

v     Ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunup, yakın akrabayı ihmal etmemek,

v     Arkadaşlarına ve komşularına iyi davranmak, Sabah ve akşam zikirlerine müdavim olmak,

v     Riyayı terk etmek,

v     Büyüklere karşı hürmetli olmak,

v     Suçları affetmek,

v     Kendisinden aşağıda bulunanlara şefkatli davranmak,

v     Sözünde ve içinde adalet üzere olmak, Yumuşak sözlü olup ehl-i Hak’la oturup kalkmak,

v     Hüsn-ı zanda bulunmak,

v     İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak,

v     İşinde ve hayatında doğru, güvenilir olmak,

v     Sözünde ve sevgisinde vefalı olmak, Sözünü bilmek,

v     Hizmette ve vermede ayırım yapmamak,

v     Yaptığı iyilikten karşılık beklememek,

v     Güler yüzlü ve tatlı dilli olmak,

v     Hataları yüze vurmamak,

v     Dostluğa önem vermek,

v     Kötülük edenlere iyilikte bulunmak,

v     Hiç kimseyi azarlamamak, dedikoduyu terk etmek,

v     Komşularına iyilik etmek,

v     Daima samimi davranmak,

v     Başkasının malına hıyanet etmemek,

v     Sabır ehli olmak,

v     Cömert, ikram ve kerem sahibi olmak,

v     Daima hakkı gözetmek,

v     Öfkesine hâkim olmak,

v     Suçluya yumuşak davranmak,

v     Sır saklamak, gelmeyene gitmek,

v     Dost ve akrabayı ziyaret etmek,

v     İçi, dışı, özü, sözü bir olmak,

v     Kötü söz ve hareketlerden sakınmak,

v     Maiyetindekileri korumak ve gözetmek,

v     Makam ve mevki sahibi iken mütevazı olmak, güçlü ve kuvvetli olunca affetmek,

v     İkramda ve iyilikte bulununca başa kakmamak.

Fütüvvetnâmelerin bazılarında sayılar değişik olmakla beraber talibin öğrenmesi gereken âdâb ve erkân da sayılır. Meselâ çıraklık süresince en az 124 âdâb ve erkan kaidesi öğretilirken, ustalık, pirlık ve üstatlıkta 740 âdâb ve erkânın bilinmesi gerekirdi.

 

Kimler ahi olamaz?

1)Her gün yalan söyleyen ve halkı yalana alıştıran, inandıran müneccim, geçmişten haber veren.

2)Her hangi bir ihtiyaç maddesini saklayıp kıtlık yaratan ve sonra pahalı satan muhtekir.

3)Zamanında sözünü yerine getirmeyen sıkıştığında bugün yarın diye oyalayan, vadinde durmayan [3]

 

 

Evliya Çelebiye Göre Ahi Evran ve Ahiler

 

Evliya Çelebi’ye göre Ahiler, Ahi Evran’a bağlı, güçlü kuvvetli, çok çalışkan ve azimli insanlardır.  Genellikle bekâr gençlerdir. Her birisi bir Ahi Evran’dır. “Her birinde Ahi Evrânî pirleri gibi yiğitler vardır ki bunlar insan ejderhalarıdır.” Çelebi’ye göre Cenâb-ı Hak, pirleri Ahi Evran’ın duası sayesinde bu debbağları gayette bereketli kılmıştır. Gayet eli açık, cömert ve birbirlerine karşı son derece bağlı insanlardır. Âdeta kendi hukuk düzenlerini kurmuşlardır. Evliya Çelebi onların bu özelliklerinin suçlulara karşı gösterdikleri davranışlarda belli olduğunu söyler. Çelebi’nin kaydettiğine göre eğer bunların eline eli kanlı bir haydut düşerse bunları asla hâkime teslim etmezler. Bu kişileri kendi yöntemlerince ıslah edip bir iş sahibi olarak topluma kazandırırlar.

İbni Batuta’ya göre Ahiler

 

Ünlü gezgin İbn-i Batuta’ya (1333) göre Ahiler “Anadolu’da yerleşmiş Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, köy, kasaba ve şehirlerde bulunmaktadırlar. Şehirlerine gelen yabancıları misafir etme, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini ve konaklayacakları yeri sağlama, onları eşkıyanın ve vurguncuların ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple haydutlara katılanları temizleme gibi konularda bunların eşine dünyada rastlanmaz.”

 

Ahilik Tasavvufu Nasıl Anladı?

 

Ahilerin tarikatler gibi bir “zaviye’lerinin olması, bu zaviyelerde “postnişîn” şeyhler olması, şeyhler şeyhi anlamına gelen “şeyhü’ş-şüyûh”larının varlığı, bu şeyhle bağlılık, zaviyelerde verilen eğitim vs. gibi birçok mesned yanında, Denizli ve Bursa Ahilerinin törenleri arasında raks ve semanın yer alması, size şeklen tarikat gibi gelebilir. Fakat özüne dikkat edildiğinde; diğer tarikatların çoğunlukla içe dönük, merkeziyetçi ve teslimiyetçi yapısına karşılık Ahi, yaşanan hayatın tam ortasında yer alır. Yaşamak ve yaşatmak için üretmek, ürettiğini hak, insaf ve adalet ölçüleri içinde yaymak (pazarlamak) ile mükellef olan Ahi için Ahilik, gözü kapalı teslim olunacak bir inanış veya fikir sistemi değil; aklın daima devrede olduğu, ahlâk ile sanatın bütünleştiği, “liyakat” esasına dayalı bir değerler manzumesidir. Şu sloganı dikkatle izleyiniz: “Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir. Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir” bu sloganın üzerinde gerçekten düşünülmesi gerekir.

Ahi Prensipleri Bize Neler Söylüyor?

Ahi’lik hakkında yaptığımız araştırmalar; Ahi’liğin bir şed kuşatma töreninden ibaret olmadığını, onun kendi şartlarında bir kalkınma modeli olduğunu göstermektedir[4]. Bu yönüyle günümüzün merkezi idaresine de ışık tutacağı kanaatindeyiz. Diğer taraftan çırak kalfa usta ve nihayet esnaf olarak kendi işini kurması aşamalarının gelişmiş ekonomilerde bilhassa Amerika’da geliştirilerek uygulandığını ve iş hayatının monotonluktan kurtarılarak insanların ümitlerini daima canlı tutarak onlardan daha çok verim aldıklarını görüyoruz. Ahi’liğin iş hayatına getirdiği ahlak prensibleri ile onu bir düzene soktuğunu “halk için azami üretim, nefs için asgari tüketim” prensibiyle arz talep dengesini ahlakın temeline yerleştirdiğini görüyoruz. Bugün bizler ahlak yasaları çıkarmaya çalışıyoruz. Ayıplı mallar hakkında verdiği hükümler tüketici haklarının o tarihte kollandığını kaliteye büyük önem verildiğini göstermektedir. Ayrıca mevcut iktisadi şartların kıskacında tüketim toplumuna dönüşmüş insanlara “ihtiyaçlar ve makuliyet ölçüsünde ifrat ve tefrite kaçmadan asgari tüketim” esasını getirerek onu bu dünyevileşme sarmalından kurtarmaya ilişkin öğütler vermektedir.

Farabi bu sistemi, sınıfların egemenliği değil, zayıfların korunması esasına dayandığını söylüyor. Yine bir başka yazar, ekonominin bir ahlak prensibi olmadan yaşayamayacağını söylüyor.

Kısaca; Ahi’lik Kırşehir’in (ve bu ülkenin) çağlara ışık tutan, daha iyi anlaşılması gereken bir hazinesidir. Değişik bir bakış açısı ile özellikle sosyolojik ve iktisadi açılardan Ahi’liğin yeniden yorumlanması gerekir..

Kırşehir’in Adı değiştirilmeli AHİLİK marka olmalıdır.

Kültür hata kabul etmez. Siz kendi halkınızın kültürünü iyi şeylerle dolduramazsanız başkası doldurur. Bu yeni isim, kendini insanların diline dolayacak ve onların merak ederek öğrenmelerini sağlayacaktır. Bu, Kırşehir’in hem hakkı ve hem de tarihinden gelen sorumluluğudur.

Kırşehir’in (ve hepimizin) en önemli kültür hazinesi bugün Ahilik olduğuna göre bu değeri ulusal ve uluslararası boyuta taşıyabilmek için Kırşehir’in adı “AHİ KIRŞEHİR” veya “AHİŞEHİR” veyahutta “AHİŞEHRİ” olarak değiştirilmelidir diye düşünürüz. Bunu teklif ediyoruz. Bu onun hakkıdır ve sorumluluğu vardır. Kahramanlar, Gaziler, Şanlı’lar varken Ahi’ler neden olmasın? Bu karar halka belediye tarafından sorulmalıdır. Bu tercih onların hakkıdır.

Tarkya’da bazı köy isimleri Ahi olarak anılıyor zaten. Bu isim verme buralarda da yaygınlaşabilir.

 

Ahiliğin Meslek Örgütlenmesinin Özellikleri

Ahilik teşkilatı Yiğit, Ahi ve Şeyh olmak üzere üç dereceli bir düzene dayanır. Her kapı da üç alt dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır:

  • Yiğit, Yamak, Çırak, Kalfa, Usta, Ahi, Halife, Şeyh, Şeyh-ül Meşayıh

Bu sistemin en temel özelliği bir hiyeraşi yaratarak sosyal bir sevgi saygı düzeni oluşturarak kamu düzenini ta buradan sağlamaktır denilebilir. Birimler arasındaki bilgi, tecrübe ve zamana dayanan geçişkenliğin kişide oluşturduğu sıcak umut, ileride oluşacak iş güvencesinin yarattığı gelecek hakkındaki güven ortamı ve bağımsız ve sahiplenerek çalışmanın verdiği güven ve verimlilik. Bunlar, onun sisteme hem itaat etmesini ve bunu mutluluk duyarak yapmasını sağlıyordu. İşte ekonomik sistemlerin başaramadığı, birinin paylaşım diye tutturup üretimi ihmal ettiği, diğerinin üretim ve refah deyip paylaşmayı unuttuğu eksiklik ve haksızlıkları Ahi’lik çoktan aşmış, hem üretimi ve hem de paylaşımı hem fiat ve ücretin içine gizlemiş ve kanaatle asgari tüketim diyerek tasarrufu sağlamış ve bu artanı dağıttırarak onun yerine diğerinin harcamasına imkan vermiş ve sonuçta aynı para harcanmış ve ekonomiye dönmüştür. Bir farkla ki, fiattaki ucuzluk ve adalet ile parasal yardımlaşma ve halkın birbirini eşit görmesiyle, fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülenmiş ve sosyal barış önce adalet sonra iyilik temeline oturmuştur. Adaletin iyilikten önce olması çok önemlidir. Ünlü bir ahlak yazarı olan Frenkama “Etik” adlı eserinde önce iyilik sonra adalet diyor. Ona şunu sormak lazım. Siz benim ücretimi tam ödemezseniz sizin yapacağınız iyilik bu haksızlık karşısında ne anlam ifade eder? Kuran da önce adalet sonra iyilik diyor. İşte bu sıralamayı rehber edinirseniz, bu, sizi çalıştırdığınız işçinin ücretini tam ödemeye ve sonrasında da onun daraldığında ona yardım etmeye götürebilir. Buradaki bütün incelik, diğerini eşit görmede yatmaktadır. Kölelik de “yediğinden yedir, giydiğinden giydir” emrinin gösterdiği “onu da eşit gör” emri ile eritilmiştir. Diğerini eşit görmeme, ikinci sınıf vatandaş ve toplumlar ihdas etme, benim gibi düşünmeyen tehdittir algılaması, tek tip insan yetiştirmeye kalkan toplum mühendisliği 20. yüzyılın hastalığıdır. Yeni anayasa taleplerinin altında yatan saik nedir?

Törenler

İntisap-icazet, Şed kuşatma, Helva dağıtımı ve Şerbet içmek şeklinde dört türlüdür.

Yiğitliğin birinci kademesi çıraklıktır ve onlar erkana henüz girmemişlerdir ve töreni sadedir.

İkinci kademesi kalfalıktır ve üstadının elinden tutar. Buna bey’at denir ve arkasından nasihatlere uyacağına “ahd” ederek söz verir.

Üçüncü kademe Müfredilik’tir ve ustalığa geçmek için Şed bağlamak gerekir. Şed, sıkı sıkı bağlamak demektir. Vefa ve teslimiyet sembolüdür. Üstad rızasıyla olur. Şedsiz kazanç haramdır. Yedi bendi vardır. Bunlar:

1. bend Buhlu bağlar, sehaveti açar (cimriliği bağlar, cömertliği açar)

2. bend Hırsı bağlar, zühdü açar.

3. bend Cehli bağlar, ilmi açar.

4. bend Şehveti bağlar, lezzeti açar.

5. bend Tokluğu bağlar, açlığı açar.

6. bend Haramı bağlar, helali açar.

7. bend Şeytanı bağlar, Rahmanı açar.

Fütüvvet ehli arasındaki inanışa göre şed, bizzat Cebrail vasıtasıyla Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’e getirilip kuşatıldığı için de kutsal bir sembol konumundadır. Yine fütüvvetnâmelere göre Hz. Muhammed Hz. Alî’nin belini bağlamış, sonra sırasıya “17-kemer-beste”nin beli bağlanmıştır. Selmanı Farisi 55 kişinin belini bağlamıştır. Bu işi düzenli hale getiren Hz. Ali’nin Hüseyin’den olma oğlu Zeynel Abidin’dir.

Ahi helvasının kaynağı: Cebrail cennet ırmaklarından bir miktar süt ve bir miktar balı birbirine katıp bir helva yaparak bir tarafa koymuştur.

Şerbet içmek: şerbet “tuzlu su” demektir. Şed kuşatmanın sonunda içilir. Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kötü iş yapıldığı söylenen eve kontrol için gönderir. O, gittiği evi gözü kapalı dolaşarak yoklar ve “kimseyi göremedim”der. Bu güzel, kusur görmeyen davranışa Hz. Peygamber “Ya Ali, sen bu ümmetin fetasısın” der ve bir bardak su ve tuz ister. Ayrıca Furkan Suresi 53’teki “bu tatlı su, şu da acı su” ibaresiyle de ilişkilendirirler.

Her Sistemin Sloganları Olur da Ahiliğin Olmaz mı?

Ahiliğe yeni giren bir Ahi’den üç şeyi açık, diğer üç şeyi ise bağlı tutması istenir. Bunlar:

ELİNİ, SOFRANI, KAPINI, AÇIK TUT; BELİNİ, DİLİNİ, GÖZÜNÜ, BAĞLI TUT

Diğer taraftan “Toplumsal sorumluluk, hizmette mükemmellik, Dürüstlük ve doğruluk, ortak yaşama” prensipleriyle, örgütlenme modeli, bugüne bile ışık tutmaktadır. Almanya’ya onların çıraklık eğitimini incelemeye giden Bakanımıza söyledikleri şey: Siz Kırşehir’e gidin, biz de oradan aldık” demeleri ne acıdır.

İktisadi olarak “nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim” prensibi de bir arz talep dengesini ifade ettiği ve insanı dünyevileşmeden korumayı amaçladığı söylenebilir. Bu emrin ya da sloganın inceliği şudur: kanaat et, ihtiyacını ifrat ve tefrite kaçmadan, reklamlarla şartlanmadan, bir ihtiyaç ve makuliyet ölçüsünde belirle ve kalanını dağıt. Sürekli yatırıma ne fert olarak izin var ne de işletme olarak. Önce adil ol hak dağıt. Sonra hayır yap biraz da başkası harcasın. Sonuçta bütün para ekonomiye yine dönmüştür fakat fakirler de nefes almış ve hırs, kin garaz ve haset kalkmıştır. İşte şimdi barış ve huzur olabilir, insanlar makulü bulmuşlardır ve o insanları yönetmek de artık kolaylaşmıştır.

En meşhur sloganlardan biri de: “Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir. Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir” sloganıdır. Akılla; ilim ve mesleki bilgiyi, araştırmayı, sualle deşelemeyi, Aristo’nun maddeci aklıyla değil, İslam’ın fıtri aklıyla her şeyi sorgulamayı anlayabiliriz. “Bizi geçenin bizden olması” ise kırıcı ve öldürücü olmayan bir rekabeti ve ileri geçeni hazmettiğini göstermesi ilginçtir.

Bir talimat şöyledir: “bir derici dışarıdan (İstanbul’dan) gelip yüksek paha ile deri almasın” şeklindedir. Bu emir Anadolu’daki küçük sermayenin korunması anlamına gelmektedir. Bugün süper marketlerin sokaklara kadar kurulduğunu düşünürseniz esnafın köküne kibrit suyu döküldüğünü söylemenizde mahsur yok. Halbuki Belediyelerin tek yapacağı şey 200 araçlık bir park yeri şartı getirilebilseydi, onlar otomatik olarak şehir dışına çıkmak zorunda kalır ve küçük esnaf da yaşatılabilirdi.

Talimatlardan biri reklam yasağı ile ilgilidir. Dükkan sahibinin sattığı bir malın cinsi, kalitesi, özelliği gibi tanıtım bilgisinin dışında övgü anlamında bir ifadesi kesinlikle yasaktır. Bu yasak hatta bir müşterinin diğer müşteriye “ben beğendim” diye övmesinin de yasaklanmasına da şamildir. Günümüzde insanın, kapitalizmin, “pawlov’un köpeklere yaptığı “şartlı refleks” gibi TV reklamlarıyla şartlandırılarak tüketime, hatta borçlandırılarak “Al, tüketici kredisi al, bonus al” diye sokaklarda kurulan standlarda ayağına kadar gittiği, sürekli tüketimin köleleri haline getirilerek israfa yönlendirildiği düşünülürse, Ahiliğin insanı, tüketiciyi nasıl koruduğu daha iyi anlaşılacaktır. Borçla tüketim oltasına takılan ve sanki alış-veriş yaparken devlete sormuş gibi “ben kart mağduruyum” diye ağıtlar düzen kurbanlar mahalleyi bilinen şekilde ayağa kaldırmaktadır.

Kalitesiz mal üretene ya da hile yapana verilen cezaların ortak niteliği teşhir ifade eden bir ceza olmasıdır. Örneğin süte su katan birisi su kuyusuna ayaklarından bağlanıp baş aşağı sarkıtılmıştır. Suç işleyenler bir hafta veya bir ay işinden ve toplumdan uzaklaştırılıyor. Bu ağır bir ceza. Toplumda artık yaşayamaz. Bu cezanın bilinmesi ya da görülmesi son derece caydırıcı olacaktır. Bu günkü dükkan kapama cezası da aynı anlama gelebilir.

Ombudsmanlık Müessesesi olarak Ahi Babaları

İsveç Kralı XII. Demirbaş Karl, Rusya’yı işgale giderken (Paltova Savaşı – 1709) mağlup olması ve Osmanlı’ya sığınmasıyla (1709-1714) Bender’de, daha sonra Dimetoka’da kalabalık maiyetiyle birlikte misafır edildiği ve bu sırada, Osmanlı sistemini incelediği ve ülkesine döndükten sonra reformlar gerçekleştirdiği ve bu çerçevede yöneticilerin, yargıçların yasalara gereği gibi uymasını gözetecek, uzaktaki kralın gözü kulağı olacak Hogst Ombudsman atamasıyla bu sistem Avrupa’ya geçer. İşte burada görüldüğü gibi kültürel etkileşim tarihi bir realitedir. Çirkin olan bunu inkardır.

Ahi Babası “Şikayetleri dinler, arabuluculuk ve araştırma yapar, kendiliğinden harekete geçer, öneride bulunur, hızlı hareket eder, rapor hazırlar, kararları halka duyurur, haksızlığı önler.” “ Üstün nitelikleri, kararlı kişiliği, bilgi ve tecrübesi ve temsildeki pratikliği ile kısa sürede adalete gider çözüm getirir. Daha sonraları Osmanlı’da bu işi Başkadı yapıyor.

Ücretler

İşçi ve memur kesiminin emeğinin ücreti, kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”[5] demiştir. Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[6]

Osmanlı zanaatkar toplumunda ücretler bu bakış açısının da tesiriyle adaletten ve paylaşım ağırlıklı bir düşünceden dolayı yüksekti. Örneğin bir medresede okutan hoca 8 akçe, yazı (hat) öğreten 14 akçe, okutanın yardımcısı 4 akçe alırdı. Bu yüksekliğin, emek kapitalizasyonunun güçlenmesinde en önemli etken olduğu söylenebilir.

Bir çırağın ya da kalfanın ustasını terketmesi halinde onu hiç kimse işe almazdı, alamazdı.

Osmanlı’nın Hammadde İhraç Edip, Mamul Mal Almaya Başlaması Esnafı Bitirdi

18. yüzyılda Batı’nın sanayi devrimiyle seri ve ucuz imalat dönemi başlayınca merkezi idarenin gümrük anlaşmalarıyla hammadde ihraç edip ucuz mamul mal ithal etmeye başlaması, hammadde fiatlarını artırdı ve pahalı hale getirdi. Bu ihraçla mamul mal ithalatı yapması da ithal mallarını artırınca hem maliyet artmış ve hem de satış zorlaşmış oldu. Böyle bir kıskaçta el işçiliği ve küçük atölye imalatına dayalı ekonomi hammadde fiatının artması nedeniyle hem hammadde bulamadı ve hem de pahalı olduğundan satın alıp kullanamadı. Ucuza gelen ithal malla rekabet şansı kalmayınca esnaf çöktü. Verilen kapitülasyonlar Osmanlı’yı açık Pazar haline getirdi.

Yeniçerilerin esnaflık yapmaya başlayarak  devlet gücü ile mafya vari zorbalıklar yapması, rüşvet ve benzeri kötü işlere yönelmesi, ahi esnafın satış imkanlarının kalmayarak memurluğa geçmelerine yol açtı. Köyden gelen göçlerde eklenince, eğitim de zorlaştı ve ahlaki bozulma da iktisadi çöküşün yanında aldı başını gitti. Ahi liderlerinin seçiminin devletin  onayına bağlanması da özgürlüğü zedeledi. Bu bozulma XV. Yüzyılda gayri müslimlerin de katıldığı Loncalara (Esnaf – Sanatkar Odalar Birliği)ne dönüşmeyle sonuçlandı. Yerel hürriyetler yerini merkeziyetçiliğe bıraktı. Devlet yetkilerinin artırılması rüşvet ortamını artırdı ve bozulma artarak devam etti. Tanzimatla serbest ticarete yönelinmesi ticaret imkanlarının yabancıların eline geçmesine yol açtı ve gedikler de kaldırıldı. Cumhuriyet döneminde de bir türlü istenen başarı elde edilemedi ve 1925,1943,1964,1972 de değişik kanunlar çıkarılarak yapılandırma çalışmaları yürütüldü ve Halk Bankası ve Bağ-Kur’un kurulmasıyla sosyal ve mali destek sağlanmaya çalışıldı ve bugüne gelindi.

Sosyal Güvenlik

Zaviyelerde yetişmiş ahiler usta olduklarında ona yer bulup kredi temini yine zaviyeler tarafından yapılırdı. Daha sonraları Kredi Vakıflarını görüyoruz. Bunlar değerli bir eşya ya da malı yanlarında bulundururlar ve aynı malı vadeli yüksek bedelle satıp, peşin düşük bedelle satın alarak (vade farkı ilavesiyle) ustaya kredi olarak verirlerdi. Iyne satış denen bu uygulamanın İslam’a tam uyup uymadığı, ya da muvazaa taşıyıp taşımadığı bugün bile tartışmalıdır.

Asıl sosyal güvenceyi sağlayan orta sandıkları idi. Ancak onlardan Avariz Sandıklarının 1876 da devletçe satın alınması ve bir sosyal güvenlik kuruluşu olan bu orta sandıklarının geliştirilememesi mali sıkıntıları gittikçe artırdı. Esnaf tefecilerin eline düştü. En son Halk Bankasının kuruluşu ile Bağ-Kur’un 1972 de kurulması bir sosyal güvence olarak sağlanabildi.

Osmanlı’daki Tımar sisteminin ekonomide olumlu katkıları olduğu söylenebilir.                         Verginin özelleştirilmesi olan İltizam usulünün olumlu etkileri görüldü. Bu usulleri bugün Batı bile düşünüyor.

Belediye Hizmetleri ve Yerleşim.

Ahiler, bazı kent hizmetleri de yapıyor (Belediyecilik). Misafirleri karşılıyor ve temizlik hizmetleri de yapıyorlar. Asıl prensip herkesin dükkanının önünü temizlemesi idi ve buna çok dikkat ediyorlardı. Aksi halde sosyal baskı kişinin toplumdan dışlanmasına kadar gidiyordu. İşte bu bir ahlaki kontrol ile bir işin kendi üyelerine yaptırılması idi.

İşte bu anlayışı günümüze uyarlarsak bankaların sigorta fonları oluşturarak içlerinden birisi battığında o fonla o sıkıntıyı aşmanın çarelerinin aranması ve o zararın çalışan veya vergi mükellefine yüklenmemesi gerektiği düşünülebilir.

Ahiler köylerde Alplerle birleşiyorlar. Genelde ticaret yolları üzerinde ve maden ocakları civarında yerleşiyorlar. O tarihlerde Kırşehir 200 000 nüfuslu büyük bir ilim ve irfan kenti. Merkezdeki Gök Medrese’nin yapısının etrafındaki füze sütunları bugünkü modern füze çizimleriyle aynı olması ilginçtir.

İkamet ve Çarşı Yerleşiminin getirdiği avantajlar

Her meslek sahibi ayrı bir mahallede ve ayrı bir çarşıda yerleşirdi. Mahalledeki birliktelik tanıma ve dayanışmayı hatta aynı zaviyeye katılarak kuvvetli bir sosyal bağ oluşumunu sağlardı. Çırakların zaviyedeki teorik ve sohbetle eğitimi de kolaylaşırdı. Zengin konağı ile fakir dam evler iç içeydi. Evden eve sürekli bir şeyler taşınırdı. Yemediğini değil yediğinin bir kısmını ve satın aldığından bir tane de fakir komşusuna alırdı. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisinin süper bir uygulaması vardı. Kimse görmesin ve fakir de etki altında kalmasın diye un çuvalları sırtta taşınır ve kapıya gece bırakılırdı. Un veya başka bir şey taşımaktan sırtları nasır bağlardı. Mahallede sadaka taşları olurdu. Zengin kimse görmeden bırakır, fakir kimse görmeden sadece ihtiyacı kadar alırdı. Böylece kimse kimseye mihnet etmez ve rahatsız olmazdı. Yere düşen bir şeyi kimse almaz ve o şey üç gün yolda sahibi gelinceye kadar beklerdi.

Bir gün fakirin ihtiyacı  giderilmemiştir. Haber gelir, Ali ölmüştür. (Hz. Ali) Sırtının un çuvalı taşımaktan nasır bağladığı görülür.

Şimdi Almanya’da onların geleneklerine aykırı olmasına rağmen bazı yerlerde diyelim çay paranız yoksa “askıdan bir çay” diyorsunuz ve geliyor. Çünkü bir başkası “üstü askıya” demiştir. Bu gelenek bizden geçme olmasın?

Diğer taraftan aynı iş kolları aynı çarşıda yerleşirler, örneğin bakırcılar hanı, sahaflar hanı gibi isimler alırlardı. Bu birliktelik, tüketiciye kolaylık ve çeşit bulunmasını ve tatlı bir rekabetle fiatların istikrar bulmasını da sağlardı. Bu pazarlama sistemi Batı’da bugün yeni anlaşıldı ve kullanılıyor.

Fiatların Oluşumu ve Kontrolü

Temelde fiatlar serbest görünse de illerde Kadı’nın nezaretinde bir narh komisyonu yada komitesi kurulurdu. Merkezde Veziri Azam başkan olurdu. Hz. Muhammed fiatlara müdahale etmesini isteyen bir sahabeye böyle bir müdahaleden dolayı ahirette sorgulanmak istemediğini bildirerek serbest fiat oluşumuna işaret etmiş olmasına rağmen, Ahi Teşkilatı temelde istihdamdan kaliteye, kaliteden fiata kadar her şeyi planlar ve kontrol ederdi. Bu yerel bir kontrol olduğu için, piyasa kendi maliyet ve satış fiatını kendi şartlarında oluşturur ve böylece piyasayı kimsenin artırıp azaltmasına olanak tanınmazdı. Bu, küçüklerin de hayat bulması demekti. Bugünkü borsaların fütursuzluğunu düşünürseniz hisse senedi almayı bile helal mi haram mı diye şüphe edebilirsiniz. 

Bir talimatta dışarıdan zengin bir tüccarın ham deri almasını yasaklaması, küçük ekonomideki zayıfı koruma olarak anlaşılmalıdır. Yani tam serbest piyasaya izin vermiyor. Küçüğe de yaşama şansı veriyor. Böylelikle büyüklerin diğerleri ezdikten sonra istediği fiatı zorla uygulamasını daha baştan kesiyor ve tatlı rekabeti sürekli koruyor denebilir.

Merkezi Hükümet ise, tüccarın yoldaki zararını karşılayarak, kervan yollarını devamlı koruyup açık tutarak, mal arzının azalmamasını sağlar ve böylece fiatların dengesini  makro tedbirlerle sağlamaya çalışırdı.

Bir ahi nasıl olmalıdır?

Bu konuda 120 civarındaki Fütüvvetnameler, ahi kitabeleri, şecerenameler ve İbn-i Batuta’nın Seyehatnamesi (1333) temel kaynaklar arasındadır.

Fütüvvetnameler tüzük ve yönetmelik gibi bir ahinin nasıl olacağına, nasıl davranacağına ilişkin 124 ile 860 hatta 1100 kural içermekteydi. Göçebe toplumlar kural tanımazlar ve serbesttirler. Halbuki yerleşik toplumlarda ilişkiler belli düzende olmak zorundadır. Bu ise kuralları gerektirir.

Fütüvvet ehlinin eğitimi terbiyeye dayanır. Bu olmadan ahi olunamaz. Ahi, Ahi Ocaklarında aldığı kültürünü yaşamına uygular.

Nasıri Fütüvvetnamesinde şöyle der. Ahi’de haya olacak, dünyevi şeyleri terk edecek, nefsine aykırı hareket edecek, Allah’ın emrine uyacak, namaz kılacak, helal kazanıp helel yiyecek, din kardeşlerine pay ayıracak ve iyiliği emredip kötülükten sakındıracak.

Burgazi Fütüvvetnamesinde iş bilinerek yapılmalı der. İlmi yoksa ilim talep ede. Cahillikten daha kötü yoktur, her şeyin bir değeri varken “cahillik hiçbir şeydir” der.

Gaybi Fütüvvetnamesi alevi bir fütüvvetnamedir. Ona göre fütüvvetin bütünüyle aslı edeptir. Eğitimin metodu anlatılanı yazıya geçirmekle olur.

Alanya’dan girip Anadolu’dan Karadenize geçen İbn-i Batuta’nın dikkatini ahilik çeker ve başlar anlatmaya (seyahatnamesinde). Ahi ocaklarında kitap okunduğunu bildiriyor. Önce ilim yapıldığını, sonra sohbet, Kuran, Hadis ve diğer kitapların okunduğunu bildiriyor. Türkçe faaliyetleri de ahi ocaklarında olmuştur. Ahiler gündüz kazandıklarını ikindiden itibaren zaviyenin masraflarına getirdiklerini bildiriyor. Ahiye kendisinden önce başkasını düşünme ve insan sevgisi verilirdi. Meslekten ayrı bir de meşreb (hangi anlayışa sahip olduğu) eğitimi verilirdi. Bunlar; güzel huylu, bağışlayıcı, güler yüzlü, cömert olmalarıydı. İbadet eğitimi de vardı ve cemaatle namaz kılınır ve arkasından Kuran okunurdu.

Burgazi Fütüvvetnamesi Kuran okumak yetmez onu yaşama geçirmek gerek diyor. Sosyal hayata ilişkin görgü kurallarından bahsediyor. Örneğin bir garson veya su dağıtan güler yüzlü ve temiz olmalı, her hafta elbisesini yıkamalı. Tam 124 adap ve erkan kaidesi sayıyor. Pirlik ve üstadlıkta 740 adap ve erkanın bilinmesi gerekir.

Kazancın biri eve biri zaviyeye geliyordu. Her türlü yardımlaşma ve kredi verme tek elden kişiyi rencide etmeden veriliyordu. Usta olanın dükkanı bulunuyor ve sermaye oradan sağlanıyordu. Bu güvence kişiyi hiyeraşiye ve disipline ve içindeki ahlaki kurallara gönüllü olarak uymayı sağlıyordu ve toplumsal adalet ve barış gerçekleşiyordu. Kişi artık geleceği düşünmüyor, günlük yaşıyor ve var gücüyle hayır ve hasenata yöneliyordu. İşte önce dengelerin iyi kurulması ve sonrasında gelen ahlak artık bir devamlılığa dönüşüyor ve oluşan sağlam kişiliklerden mükemmel insan ve onlardan da mükemmel toplum elde ediliyordu. Bu, artık toplumun kendi kendini yönetmesi anlamına gelmiyor mu? Devlete ne ihtiyaç? Zaten Osmanlı’da devlet başkanları da ahi idi. Biz bugün demokrasi diyoruz fakat ya partiler kavga ediyor ya toplumdaki alt kesimlerle üst kesimler, ya da şuncularla buncular kavga ediyor. Temelde bir kendini üstün görme hastalığı var. Toplum birbirini kabullenmiyor. Birileri birinci sınıf diğerleri ikinci sınıf. Tekke, zaviye ve dergahlar kapatılacağına ıslah edilseydi daha iyi olabilirdi. Toplumun buluşacağı, konuşacağı, eğitileceği hiç bir şey kalmadı. Yolda selam bile vermiyor. Birbirinden korkuyor. Sosyal bir şizofreni yaşıyor desek abartı olur mu? Bunlar kültür politikalarında devrim yapılamıyacağını göstermiyor mu? İşte yöneticilere çok iş düşüyor. Yeni bir anayasanın getireceği ve toplumun bütün kesimlerinin ben de varım dediği, taşları yerli yerine yerleştirecek, temelini erdem ve sorumluluğa dayalı hürriyetlerin alacağı bir makule yol almalıyız. Bu ülke bunu başaracak ve birbirini kabul edecektir. Bu kabul olmadan ve makulde buluşmadan, durduk yerde barış hutbeleriyle barış olmaz.

Din olmadan ahlak, yavan ve tabansız kalıyor. İkinci Dünya Savaşı 54 milyon insan. New York’ta elektrikler kesildi, bütün mağazalar yağma. Nerede kaldı insanlık, nerede kaldı ahlak. Bu yazının başındaki kriz nedenlerindeki kural yanlışlığı ve menfaatler sözkonusu olunca ahlakın nasıl terkedildiğini gördünüz.

El etek çekme anlamlı Sufilik Ahilikte yok. Dünya ile iç içe. Fakat Ahiler; dünyaya teslim olmayan, ibadete dikkat eden, kurallara ve yasalara uyan, hayatın her yerinde dini ve ahlaki bir yaşam süren insanlardı. 

Ahilikte Şeyhin bağlı olduğu tarikatın disiplini esas alınırdı. Sürekli eğitim vardı. Eğitim ve öğretim bütün hayatı kapsıyordu. 17. Yüzyılda gayrimüslim sayısının artmasıyla Gediğe dönüşerek dini motifi zayıflamış ve en nihayetinde 1913’te İttihat ve Terakki tarafında kapatılmıştır. Bütün dergah, tekke ve zaviyeleri de Cumhuriyet kapatınca toplumun konuşacağı hiç bir ortam kalmamıştır. Artık şekli olarak şed kuşatarak anıları yadetmekle meşgulüz.  Yanlış kültür politikaları bugün yeni anayasa talebine kadar gelmiştir.

Kapitalizm Ahiliği Keşfetti ve Kendine Uyarladı

Amerika ve Avrupa’daki işletmeler yirmi yıl aynı cıvatayı sıkan işçinin mesleki tatminsizliğini verimsizliğini görerek araştırmaya girdiler ve çare olarak ahiliği keşfettiler. Ahiliğin ahlak dışındaki diğer mesleki hiyeraşi ve kendi işini kurma gibi bazı prensiplerini (kişiyi fabrikada çalıştırmak yerine işi ona dışarıda kurdurduğu atölyesine sipariş etmek şeklinde vererek) uyguladı. Bu, mülkiyetin uygulamaya geçmesi olduğundan sağlam bir verimlilik müşevviki olarak çok iş yaptı. Bugün KOBİ’ler Türkiye’de ve Japonya’da üretimin %90’ını sağlıyor.Komple üretime gitmeyip imalatının belli bir yüzdesini KOBİ’den almak zorunda hisseden büyük araba ve otobüs firmalarına bazı teşvikler sağlanarak KOBİ’lere iş imkanı yaratılabilir. Bu, kredi vermekten daha etkili olur.

Amerika ve Batı, işletmelerine ahlak dışındaki Ahilik prensiplerini alarak uyarladı demiştik. Bugün mesleki ahlak standartları yayınlanıyor artık. Bu çok güzel bir gelişme. Tek eksiği, neden ahlaklı olunmasına dair fikirlerinin mihenklerinin olmaması? Bu, ciğer alıp tarifini almamaya benziyor! Bugün kapitalizmin hem kural olarak faiz (iktisatta fazla likite yol açarak mal=para eşitliğini bozması asıl etkendir), olmayan mal ve olmayan paranın harcanması (borsada beklentilerin alınıp satıldığı finansal enstrümanlar –Future Piyasalar-)nın oluşturduğu mal=para eşitsizliği (ve sonucunda dünyadaki petrol, buğday, altın, bakır v.s. gibi) emtiaların fiatlarındaki anormal artışlar ve küçük ülkelerde fakirden zengine bir değer aktarımı olan enflasyon hastalığına bu yanlış kurallar yol açmaktadır. İşte önce oyunun kurallarının doğru konulması, akabinde ise ahlak ile kişilik kontrolü/tekamülünün sağlanması gerekir. Bu arada bugün yapıldığı gibi milyonlarca sokaktaki masumu uyarmaya zorla uğraşmak yerine, asıl ve az olan suçluyu ibretlik ceza ile cezalandırarak diğer heveslileri daha baştan caydırmak gerekir. Buradaki temel soru, zalime mi merhamet edeceğiz, yoksa mazluma mı?sorusudur. Çünkü sonuçlar da ona göre şekillenecektir. Din gibi aklı selim de aynı şeyi gösteriyor ve cezaların caydırıcı olmasını istiyor aslında, fakat gidiyor on tane zalime merhamet ediyor ve yolda yürüyen masum milyonları tehlikeye atıyor.

Ahilik: Farklılıkta Eşitlik

İslam’ın en temel gayesi tevhitten sonra, eşitlik ve adalettir. Üstünlük sadece takvadadır. Bu yüzden Ahiliğin aşamalarının bir ayrım yarattığını söylemek uygun olmaz. Oyunun kuralları sadece saygı ve disiplin içindir. Herkesin yükselebilme ve iş sahibi olup kendi işini kurabilme hayali, kişiye itaat ve mutluluk için yeterlidir. Halbuki kapitalizmin, üretim ve sürekli yatırımı putlaştırarak paylaşımdan kaçınması “işçisin sen işçi kal” şarkısında olduğu gibi, onu umutsuzluğa, kin ve hasete götürmekte ve sosyal şizofreni buralarda başlamaktadır. Sosyolojideki “Doymuş şişman köpeğin, diğer aç köpekler tarafından parçalanması mukadderdir” kuralı artık kuvvetle muhtemeldir. Fakat bizim gibi geleneksel toplumlarda din ve gelenekler, yatıştırıcı rolünün yanında, dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik ettiğinden Kapitalizmin bitmek bilmeyen hastalık ve krizlerine insanlar dayanabilmektedirler. İşin garibi kimse de mertçe sistemi sorgulamamaktadır.

Ahilerin Satış Politikası: Zengine pahalı, Fakire Bedava

Ahilerin satış politikası bizim çok dikkatimizi çekmiştir. Onlar şöyle yapar: Örneğin mes satacaksa aynı kalite mes kişiden kişiye değişik fiatadır ve zengine 5 akçe, orta halliye 1 akçe ve fakire bedavadır. Böylece zenginden fakire bir değer de aktarmış olur. Bunu onlar da bilir ve hiç itiraz etmezlermiş. Süper bir yardımlaşma değil mi?

Benim babamın bir Halit Emmisi vardı. Rahmetli faytoncuydu. Ankara’da günde üç işe gidermiş. Birici gittiği atın, ikinci gittiği evin, üçüncü gittiği yetimlerinmiş.

Kırşehir Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birlik Başkanı sayın Baahettin Bey tek başına 65 kız çocuğuna burs verdiğini söylüyordu. Erkek merdiven altında da yatar fakat kız öyle değil diyordu, Allah korusun.

Bir sofraya normal halkı oturtup ellerine uzun uzun kaşıkları verirler ve yeyin derler. Kaşıklar uzun olduğu için bir türlü dönmez ve bir türlü yiyemezler. Bu sefer Ahileri oturturlar. Onlar şöyle yapar. Kaşıkla çorbayı alır ve karşıdaki kardeşine uzatır. Sorun kalmamıştır. Yani karşıdaki kardeşinizi kendinize tercih ederseniz, bu tam bir Ahi davranışı olacak ve ilahi ikrama da mazhar olacaksınızdır. Kuran’da zikredilen ensarın muhaciri kendi nefsine tercih ettikleri ve bundan hiç bir rahatsızlık duymadıkları sözü bu değil mi?

Sosyologlar dervişvari yani fedakar, yüksek tutarlı, malın ya da paranın yarısını vermek gibi cesaretli davranışların toplum üzerinde çok daha etkili olduğunu ifade etmektedirler. Bence bu cesareti gösterebilmelisiniz. Bu on liranızın yarısına da şamil olabilir elbette. Çok zengin olmanıza gerek yok. Sorun ne kadardan ne verdiğinizdir!  

Ankara’da Ataç sokakta bir doktora muayeneye gittim. İçerideki kapıda şöyle yazıyordu.. “Kırığı ben sardım, Allah iyileştirdi” bu yazı süperdi. Muayene ve filmden sonra sıra ücret ödemeye geldi. Sekreter ücretimiz 7,5 lira diyordu. Çok bulup itiraz ettim. Cevap “ ne kadar ödemek istersiniz” di. Ben şöyle bir düşünüp 5 lira uygun dedim. Peki deyip bir müsvedde listesi çıkardı ve oraya not aldı. Listeye bir göz attım. En yüksek rakam 4,5 liraydı. Şaşırıp sordum. Niye böyle farklı fiat diye. “Bizim tarifemiz belli fakat kim ne ödemek isterse onu alırız” diyordu sekreter…

Bugün bizim ihtiyaçlarımızı Pavlov’un köpekleri (şartlı refleks) belirliyor ve tasarruf ve dağıtım (yardımlaşma) yerine daha çok tüketerek mutluluk arıyoruz. Dağıtmaya para kalmıyor ve yoldaki bir dilenciye 50 kuruş vererek rahatlama ticareti yapıyoruz. Kapitalizmin oyununa geliyor, dünyevileşiyor ve bencilleşiyoruz. Kazanç yetmiyor, kartlar ve borçlar sürekli artıyor. Devlet bundan farklı değil. Devletin borcu Gayri Safi Milli Hasılanın % 50’lerine ulaştı.

Paramız olduğu halde eskimemiş kanepeyi değiştirelim diyen eşimle iki yıl mücadele etmiştim.

Biraz moral bulalım. Eski Emlak Bankası İzmit Müdürü arkadaşım Mesut, 99 depreminde don gömlek gelmiş, yaralı emeklilere, banka yıkılmıştır kayıtlar yoktur fakat adını sorar parasını öder. İki tane kaptırır, birini yakalar birini de personelle cepten öder.

Siteler’de bir mağazacı şöyle diyordu. Hiç gelen burs, yardımı geri çevirmedim ve yazdım. Ramazan geldi zekattan hasaplayıp mahsup ettim. Fakat KDV bizi bozuyor, kesmiyoruz.

Ben düşünüyorum, İslam’da KDV’yi fakir de ödediği için adalete aykırı ve KDV gibi bir satış vergisi yok. Bu, Batı’nın işi. Fakat devletin masrafı da çok ve çeşitli. İçinde fakir de var. Eh, siz katılmazsanız diğerlerinin üstünde kalıyor. Ben bir vergici olarak kimseye vergini tam öde demedim diyemedim, fakat “ben de şunu ödeyebilirim de ve öde” dedim!

Yukarıdaki örnekler şüphesiz kişisel deneyler ve yerel bilgiler olarak değerlendirilmeli ve bütün için kesin bir ölçü olarak alınmamalıdır. Konunun ayrıca sosyolojik olarak kültürel değişmeler ve politikalar bazında incelenmesi gerekir. Aşağıda, yakın tarihte izlenen genel politikalar çerçevesinde böyle bir analizle kimlik tanımlaması yapmaya çalışacağız.

Genel olarak bir çok çekinge va aksamalara rağmen demokrasi anlayışımızda iyileşmeler ve bir iyiye gidiş var denilebilir. Fakat bu değişimi yalnızca muhafazakarlar yapıyor. Böyle bile olsa bunu neden ve hangi saikle yaptığının da mutlaka irdelenmesi gerekir.

SONUÇ

Bize göre Ahilik ekonomik bir sistemdir. Tarihteki ikinci sınıf vatandaş ve köleliğe, günümüzdeki paylaşım diye tutturup üretimi ihmal eden komünizme, üretim ve yatırımı putlaştırıp paylaşımı ihmal eden kapitalizme karşı bir alternatiftir. Bir kalkınma modelidir.

Çok tüketerek mutluluk elde etmeye çalışmak, bizi mala kulluğa götürüyor ve hayrı engelliyor. Halbuki Ahilik, bizi dünyevileşmekten sakındırıyor ve dağıtıma teşvik ediyor.

Kırşehir’de Ahilik yemini hazırlandı ve 8 esnafa belge ve bayrak verildi. Bu bir güven ifadesi olarak tüketici davranışını etkileyecektir umarım. Bunun bütün Türkiye’ye yaygınlaşması süper olur.

Kırşehir’in (ve hepimizin) en önemli kültür hazinesi bugün Ahilik olduğuna göre bu değeri ulusal ve uluslararası boyuta taşıyabilmek için Kırşehir’in adı “AHİ KIRŞEHİR” veya “AHİŞEHİR” veyahutta “AHİŞEHRİ” olarak değiştirilmelidir diye düşünürüz. Bunu teklif ediyoruz. Bu onun hakkıdır ve sorumluluğu vardır. Kahramanlar, Gaziler, Şanlı’lar varken Ahi’ler neden olmasın? Bu karar Kırşehir halkına sorulmalıdır.

Belediye zabıtasının adı AHİ olarak değiştirilebilir. Onlara  Ahilik ahlakı şart koşulabilir.

Ananeyi yaşatmak üzere, meselâ orta, lise ve üniversitelerin mezuniyetlerinde, “dualı şed kuşanma” törenleri yapılsa. O “şekil” sandığımız şey, belki eski “ruh”u hatırla­tır ve “Ahilik kültürü”nü öğrenmeye ve kendi nefislerinde uygulamaya çalışabilirler.

 

Ayrıca, hiç değilse bugün bazı şehirlerimizde yaşatılan, çarşıların / pazarların Ahi Duasıyla açılması sağlanabilir. Bugün Urfa’da bir bedesten Ahi duasıyla açılıyor hala.

 

Yükselen değerlerin sık sık değiştiği günümüz dünyasında, önümüze “hodgâm” (kendini düşünen) değil “diğergâm” (başkalarını düşünen), yani, en az kendisi kadar toplumun diğer fertlerini de düşünen, en az kendisi kadar onların da hak ve hukuklarını kollayan bir insan modeli koyan Ahiliği bugün her zamankinden daha iyi anlamaya mecburuz.

 

Ne var ki, bize çoktandır musallat olan “kendimizi tanımama”, “kendimizi önemsememe” hastalığı, unuttuğumuz öz değerlerimizi bize başkalarının eliyle öğrettiriyor. Ancak, parayla, servetle, kanunla toplum ve devletini diri tutmaya çalışan Batı’da, hâlâ eksik olan bir şey vardır: Ruh! Burada “ruh” kelimesiyle henüz tamamıyla yitirmediğimiz bü­tün millî ve manevî değerlerimiz anlaşılmalıdır. Doğu’ya , Batı’ya, Kuzey’e, Güney’e, yedi iklim, dört bucakta “insan” olan herkese, her zümreye Ahiliğin söylediği ve söyleyeceği çok şey vardır.

 

Şu an için kurulu bulunan Ahilik Araştırma Merkezinin kısa sürede Enstitüye dönüşmesi, imkanları artırabilir.

 

Ahiliğin kapsamı genişletilmeli önce Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın AHİ olması sağlanmalıdır. Tüsiad, Müsiad ve Tobb ve KOBİ birlikleri de kapsama dahil edilmeli, her ildeki en yüksek vergi veren ilk ondaki iş adamına madalya verilmelidir. Aslında Maliye’nin vergi birincisi sistemi çok yanlış ve Ahiliğe aykırı. Bir kere fakir de ödediği için Ahilikte KDV ve muhtasar yok. İşletmeler; çalıştırdığı işçi sayısı, ona verdiği ücret seviyesi ve adaleti, emsallerine göre ortalama birim fiat düzeyi, net aktif toplam, yıllık toplam ciro düzeyi, g.s.kar, safi kar, vergi matrahı, verimlilik ölçümlemesi, kalite, üretim miktarı, ödenen gelir veya kurumlar vergisinden oluşan bir değerlendirme formülü geliştirilebilir. Verginin yüksek fiat uygulanarak elde edilen bir kazançtan elde edilmesi de mümkündür çünkü. Bu ahiliğe uymaz. Ahilik, kalite ve makul fiat ile adaleti ve merhameti esas alır.

 

Büyük süper marketlerin kasap, ayakkabı, triko, manav gibi reyonları esnaflık bilgisi olanlara işletim hakkı olarak verilebilir. Alımlar yine tek elden yapılarak ucuz alım gerçekleşir fakat işleme ve servis oradan olur ve belli bir kar oranı o esnafa kalır. Esnaf da zaten gelirken belli bir sermayeyle gelmiştir. Bu bir finansman demektir ve daha çok şube açılabilmesine de imkan tanır. Böyle bir uygulama esnaflığın içerde yaşatılması, korunması anlamına gelir. El sanatlarından berbere kadar reyon sayısını artırmanız da yadırganmaz artık. Tek yapacağınız o esnafa ve böyle bir örgütlenmeye vergi teşviki sağlamaktır. Adı da “Ahi Ayakkabı Reyonu” “Ahi Balık Reyonu” v.s. olabilir. Bunlar üzerinde ciddiyetle durulabilecek esnaf ve sanatkarı yaşatma ya da kurtarma planına dönüşebilir.

 

Anonim ve limited şirketlerin sınırlı sermaye ile sorumlu olmaları Ahiliğe uygun değildir. Ortakların bütün zararlardan sorumlu olacaklarına ilişkin bir yazıyı fatura altına yazmaları bir Ahilik kuralı olarak sağlanırsa Bu ahiliği de reklam eder ve güveni artırır. Büyük firmalarla görüşülüp onlar incelemeden geçirilerek AHİ onayı verilerek “Firmamız Ahilik Ahlak Kurallarına uyacağını taahhüt eder” diye bir ibarenin faturada yer alması sağlanabilir. Fatura çok sayıda düzenleneceği için çok insana ulaşır ve etkili de olur. Hatta bir kaç sloganın faturada yer alması sağlanırsa çok daha güzel olabilir.

 

İş adamlarına konferanslar verilmeli onlar ahlaki kaidelere davet edilmelidir. Onlara bir AHİ Madalyonu geliştirilmeli ve hem işletmeye ve hem de sahiplerine (çok ortak varsa en az %10 pay sahibi olabilir) AHİ onayının arkasından kişinin o madalyonu takması sağlanmalıdır.

 

İşadamının zekat verdiğine ilişkin bir belge AHİ kurumunca verilebilmelidir.

 

Ucuz fiat, yüksek kalite standardına uyan işletmelere AHİ damgası vurulup tüketiciye güven veren bir marka olması sağlanmalıdır. Örneğin helal gıda gibi.

Fiatlarda bir artış ya da kalitede bir bozulma olursa bu isim geri alınabilmelidir. İlgili resmi kuruluşlar bellidir ve onlarla işbirliği yapılabilir.

 

Bürokrasi ve üniversiteler de işin içine alınmalı ve onlara da başarılı çalışmalarından dolayı AHİ ünvanı verilerek madalya takmaları sağlanmalıdır. Ahilik lonca gibi belli bir kesime hitabetmez. İşi olan herkes Ahi olabilir. Ahiliği iyi anlamak gerekir.

 

Muhasebe mesleği ve ticaretteki ulusal ve uluslararası mesleki ahlak standartları Ahilik ahlak prensipleri yönünden incelenmeli ve bizim standartlarımız da şunlar deyip güncel ve uygulanabilir öneriler getirilmelidir.

 

Gezici motorlu polislere yunus adı verildiği gibi, bütün polislerin adı AHİ olarak değiştirilebilir. Polislik mesleği konusunda davranış ilkeleri geliştirilebilmelidir. Ahi davranışları ile polisin davranışları yakındır fakat tam uyuşmazlar. Ahi suçluyu mahkemeye göndermez. Yanına katar, kendine dönüştürür, islah eder. Fakat polis direk hapse gönderir.  Bu konuyu ayrıca işlemek gerek.

 

RTÜK’le görüşmeler yapılarak bir malın normal tanıtımının dışında defalarca gösteriminin ve dolayısıyla şartlanma yapılmasının engellenmesi sağlanmalıdır. Ayrıca RTÜK’le görüşülerek ahlaka uygun erdemleri savunan filmlerin AHİ onayı alması sağlanabilir. Ahlaka aykırı filmlere de müdahale edebilmeli, bildiri yayınlayabilmelidir. Adli vakaların defalarca gösterilmesine sınır getirilmeli, suçların açığa çıkarılması önlenmeli, örneğin adli suçlar televizyonda bir defadan fazla gösterilemez denilebilir. Ayrıca haberlerde normal haberlerle adli suç haberleri ayrılmalı ve sona ilave edilmeli isteyen kapatarak dinlememe şansına sahip olabilmelidir. Kötü haberlerin Suça teşvik ve örnek olma ile yaygınlaşmasının önüne geçilmeli ve toplumu şizofreniye itme özelliği bertaraf edilmelidir. Bütün bunlar Ahiliğe aykırı olan şeylerdir.

 

“Asgari tüketimi” öneren Ahilik, gerek insanların ve gerekse devletin israfa yol açan uygulamaları ve borçlanma konusunda fikirler beyan edip uyarılarda bulunabilmeli, sempozyumları tarih anlatımından ziyade kapitalizmin ayak oyunlarından nasıl korunmak gerektiği konusunda çözümler üretmeye tahsis etmelidir.

 

Ahilik kurumu işçi ve memurun, bankaların bonuslarıyla, kartlarla yaşam mücadelesine destek için sendikalarla da işbirliği yaparak işçi ve memur ücretlerinin yükselmesine de taraftar olduğunu belli etmelidir.

 

IHH gibi sivil toplum kuruluşların sayısının artırılması konusunda gereken fikri desteği ve teşviği topluma verebilmelidir. Bu kuruluşlara da Ahi markası verilebilmeli ve yaptıkları yardımın bir Ahi davranışı olduğu onlara anlatılmalı ve onların da beyanatlarında bu konudan bahsetmesi sağlanarak topluma Ahiliğin güzel ahlak ve yardımlaşma olduğu fikri yaygınlaştırılmalıdır.

 

Ahilik prensiplerinin her yerde görünür kılınması için bütün gayret gösterilmelidir. Esnaf hiç anlamadığı karınca duasını dükkanına asarken demek ki kimse ona Ahilikle ilgili bir yazı eline tutuşturmamış demektir. Odalar bu prensiplerin işyerine vergi levhası gibi asılmasını kuvvetle öğütlemelidir.

 

İki ayda bir yayınlanabilecek bir Ahi dergisi çıkarılabilir. Onca tüketici borç batağında kıvranırken Ahilik hedef yükseltmeli ve milyonları ıslaha koşmalıdır.

 

Ahilik kelimesinin yanındaki esnaf ve sanatkar deyimi AHİ İŞLETMESİ olarak da çeşitlenmelidir. Esnaflık bitti artık. Bu çeşitlemeyi yapmamız gerek. Koca koca fabrikaları ıslah etmeye çalışmak dururken hiç bir etkisi kalmamış esnaf şarkısı söylemek artık anlamsızdır.

 

Orta büyüklükte işletme sayılan KOBİ’lerin desteklenmesi anlamında büyük araba ve otobüs firmalarının komple üretime gitmeleri yerine KOBİ’lere bazı parçalarını yapmalarına ilişkin teşvikler geliştirilmesi kredi desteğinden daha etkili sonuçlar verir.

 

Eğitimde öğrenciye öğretmeni notlatmalı ve sınav sonuçları okul müdürü ve öğretmenin başarı puanı olarak değerlendirilmelidir. Başarısızlık yalnızca öğreniciye dönmemeli. Böylece ödül – ceza sistemi öğretene de işlemelidir. Uygulamadan gelenlerde de sorunların içinde boğulma gibi, sistemi sorgulayamama gibi, yeni fikir üretememe gibi sorunlar olmaktadır. Milli Eğitimde, şu kadar tecrübeli hoca, sorunları biliyor diye getirilen bürokratlar istenen başarıyı sağlayamamaktadırlar. Konu zaten insan unsuru olunca bir yapılan öbür taraftan bir başka şeyi tekrar bozmaktadır. Ufak bir sorun yüzünden ana hedefler kaybolmaktadır. Öğrenciyle fazla haşır neşir olan bir öğretmen, onun seviyesine indiği için onun gibi yani öyle olmakta, fazla merhamet örneğin sınıfta kalmayı kaldırıyorken diğer taraftan çalışma müşevvikini ihmal ediyor ve herkes tembelliğe yöneltiyor. Böylece sistem zayıflıyor. Aşağıda Maliye Bürokratlarına önerdiğimiz onların da uygulamaya yönlendirilmesi konusu, sisteme yüksekten araya girmeye evet fakat aşğıdan da haberi olsundan başka bir şey değildir. Bu sistemin sorgulama yönünden iyi sonuçlar vermekte olduğunu bizzat gözlemliyoruz. Fakat çözümünüzün kime hizmet edeceği, kimin yanında olduğunuzun belirlenmesi, ya da karşı tarafın da neler hissettiğinin empatisinin yapılmasıdır dediğimiz. İşte bu onun gibi olmadan olmaz. Kısa sürede olsa yanımda dur ve gör ben neler çekiyorum. İşte buradaki soru şudur. Bir bürokrat savcı gibi mi olacaktır yoksa hakim gibi mi davranacaktır. Devlette çalışmak yalnızca onun kılıcını sallamak demek olarak anlaşılmamalıdır. Bu ifade bizi devleti halktan ayrı ve illa onun çıkarlarına göre hareket edilmesi yani argo deyimiyle devleti putlaştırma anlamına gelir. İşte zulüm buralarda başlar. Halbuki devleti halka hizmet ettirecek bir dünya görüşüne sahip olursanız onun çıkarı ile halkın çıkarının en adil bir noktada uzlaşmasını sağlayabilirsiniz. O zaman bir tarafta çalışıp diğer tarafta çalışmadan nasıl benim de çıkarımı teraziye koyabilirsiniz ki? İşte bu anlayışı bütün mesleklere, hakimlere, savcılara, bütün devlet ricaline yaptırmak gerekir. uzman ben rapor yazdım neden tam uygulanmadı diyor. Yazdığı raporun işletme üzerinde nasıl bir etki yapacağını, çalışanları nasıl etkileyeceğini, gerçek adaletin duruma göre göreceli bir adalet olduğunu, uzlaşmanın onun durumunu dikkate almak için ihdas edildiğini kabul etmiyor. Bu işte işini putlaştırmaktan başka bir şey değil. Başarıya kilitlenmek. Bu anlayış her yerde var. Aile bile çocuğuna “mutlaka kazanmalısın” diye baskı yapıyor. Çocuk kaybedince ya intihar ediyor ya da eve gelmiyor, en azından aşağılık hissediyor, ben geri zekalıyım, aptalım diyerek psikolojik sıkıntıya giriyor. Halbuki gerek aile ve gerekse devlet erdemli-erdemsiz çocuk tanımına yönelse, bu, çocuğu olduğu gibi kabul anlamına gelir ve dengeli ve ailesinin kendisine güvendiği çocuk başarıya daha yakındır. Öbür türlü hırslandıkça hırslanır, kaybedince söylediğimiz gibi toplumdan kopar, kazanınca da kibirlenir diğerlerini aşağı görür yine toplumdan kopar. Psikologlar aman sınav kaybederse onlara bir şey demeyin diye talimat veriyorlar fakat daha baştan çocuğa bakışınızı düzeltin demiyorlar. Devlet de sanat okulları yerine genel liselerle o kadar çocuğu üniversite kapısına yığmış, kazananla kazanmayan arasında yüzdelerle oynayan puan farkları yüzünden onları geri zekalı mı sayacağız? Herkes okuyamaz belki fakat ona hiç olmazsa sanat okulu okuyup kısa yoldan meslek edinme şansı vermek zorunda değil mi devlet. Sorumlular nerde? Çocuk çıraklık eğitiminde işletmeye uygulamaya gidiyor. Fakat usta makinayı ona kullandırmıyor. İşletmeden raporu alıyor fakat dönüp de çocuğa da sen ne yaptın, senin fikrin ne, yararlı oldu mu diye onu değerlendirmeye almıyor ki gerçeği öğrensin.

 

Faransa da bir elektronik mühendisi çocuğun Türkiye’deki kardeşiyle konuşuyorum. Diyor ki “o şimdi hat döşüyor” yani uygulamaya sokmadan daha yüksek maaş ya da yetki vermiyor.

 

Beğenmediğimiz Mc Donald bile işyeri açmasına izin vereceği Türk veya yabancı kişiyi Amerika’ya davet ediyor ve bir Mc Donald şubesine kimliğini gizleyerek                                                         işçi gibi 2 ay dönüşümlü olarak çalıştırıyor, ve sistemin nasıl çalıştığını, nerelerde aksama olabileceğini uygulamalı gösteriyor. Tabii teorik bazı bilgileri de veriyor şüphesiz.

 

Meslek lisesi oranı gelişmiş ülkelerde 80-20 oranında. 2013’te 500 lisenin meslek lisesine dönüştürüleceğini 1000 tanesinin de Anadolu Lisesi yapılacağını öğreniyoruz. Yüreğimize bir parça su serpiliyor. Fakat neden o 1000 tane de meslek lisesine dönüştürülmüyor diye sormadan edemiyorum. Hatta neden 5+3 sistemine dönülmüyor? Kimden korkuluyor, ya da çocuğun el melekesi nasıl oluyor da gelişmemiş varsayılıyor. Hangi uzman veriyor bu raporu.  Güneydoğudaki işsizliği nasıl çözeceksiniz? Her yıl liselerden 350 000 çocuk eğitimden zamansız kopuyor ve vasıfsız olarak iş hayatına atılıyor. Üniversite çıtaları yüksek, maliyetli, stresli ve biraz üstün zeka istiyor. Herkes profösor olamayacağına göre bir nedenle göze alamıyor ve ayrılıyor. O halde onları o seviyeye gelmeden daha orta okul seviyesinde iş sahibi yapsak, nitelikli hale getirsek ve karnını doyurmasını sağlasak olmaz mı? Bu, aynı zamanda uluslararası sanayi rekabetinin kızıştığı bir ortamda bu ülke için nitelikli emek ihtiyacına hizmet etmez mi? Orta okulu zorunlu tutmakla genel bilgilerle çocuğu donatmaya çalışmakla sisteme bağlı hale getirmiş mi oluyoruz? İyi vatandaş mı oluyor? Öbür türlü topluma uyum sağlıyamıyor mu? Zorla kız çocuklarını okutmaya çalışmak da anlamsız bir düşünce. Devlet akıllı olmak ve insanların görüşlerine ve ihtiyacına göre hizmete kendini memur hissetmelidir ve buna mecburdur. Aksi halde her yerde bir dayatma ortaya çıkıyor? Herkesin bir dayatması var zaten. Güneydoğunun kız çocuğuna tavrı belli. Vali beyin nezaretinde bir tane kız çocuğunun okumasının reklamı yapılıyor. Yüzbinler arkada kaybolup gidiyor. Bunlar bilinmeyen şeyler mi? Kız liseleri olsa da olur olmasa da olur şeyler olarak algılanabilir mi? Töre cinayetleri birbirini izliyor, ne yaparsanız gene de önleyemiyorsunuz. Gelenekler farklı. Ona uygun hareket etmek zorundasınız. Güney Kore’li kızlarla yapılan bir röportajı televizyonda izliyorum. Onlarda kız erkek ayrımı yok fakat kız diyor ki, ben böyle derslerime daha iyi konsantre olabiliyorum. Daha verimli oluyorum. Aksi halde erkekler için daha fazla elbise ve makyaj parası harcamak ve dikkatimi onlara vermek zorunda kalıyorum ve duygusal ilişkilerdeki yıpranma ve meşguliyet de cabası. Bu da beni derslerden uzaklaştırıyor. Demek ki yalnızca din değil, töre, verimlilik ve aklı selim de aynı şeyi söylüyor. O yüzden konuyu böyle de diyenler var ya da şöyle de diyenler var ikilem ve serbestiyetinden kurtarmak ve bunu görev addetmek gerekiyor. Milli Eğitim bürokratları bütün sorunları bildiklerini söylerler fakat yaptıklarıyla işleri karman çorman yaparlar. Bir kere insanı tanımıyorlar. Çözümleri de bir yeri yaparken diğer yeri bozmayla sonuçlanıyor. Sorunların  teferruatına kadar bilmenin tehlikesi sizi esir alıp radikal çözümler ürettirmemesidir. Boğar insanı. Çakılır kalırsınız. Halbuki özel sektörden adam ithal etseler, profesyonel 10 yıllık işletmecileri getirseler, daha etkin sonuçlar alabilirler. Nitekim bizim okul müdürlerinin 10 yıllık profesyonel işletmeci yöneticilerden seçilmesi ve sınav sonuçlarının müdür ve öğretmenin notu olması önerimiz var. Öğreten not almıyor, bütün suç öğrenendeymiş gibi ona puan veriliyor. Ne anlaşılmaz bir durum.

 

PKK sorunu bir türlü çözülemiyor. Irkçılığın panzehiri “din”dir. Din ve vicdan özgürlüğü ile ikili bir dil eğitimi birbirini kontrol eder ve rahatlatır, güzel olur. Din dilin molla kasımıdır. Bilinçli bir din eğitimi ve uygulaması ırkçılığı reddeder. Bir ırk kendi içinde sorunları ile ilgilenebilir fakat öne çıkaramaz.

 

İmam hatip okulları açmak güzel görünüyor. Kuran Kursları da olabilir. Fakat Kuran Kurslarının ne sonuç vereceği belli olmaz. Dinin anlatımı yok çünkü. İstenen bir bilincin sağlanmasıdır ve meslek sahibi olmasıdır. İmam Hatipler de uzun vadede sonuç verir. Kısa yoldan en iyi sonucu dersaneler sağlar denilebilir. Böylece kısa yoldan dersane açılmasına sadece güneydoğu için teşvik verilebilir. Meslek liseleri ile ilgili görüşlerimiz aşağıda yer aldığından burada tekrar edilmemiştir. Yani asıl alternetif 5+3 formüllü meslek liseleridir. Dersanelerin tarikatların gölgesinde olmasında bir mahsur yoktur. Zaten onlar çocuğu sokaktan alıyor, bedava ders ve çay büsküvi derken bir şeyler de söyleniyor. Çocuk islah oluyor. Din olmadan ahlak gelişemez, uyum sağlanamaz. Fakat devlet bu silahı yanlış anlayışlar ve korkular yüzünden kullanmıyor, kullanamıyor.

 

Eğitimde “canlı örnek” uygulaması olan Amerikalı’ların “case study” dedikleri sistem, eğitim metedolojisi olarak uygulanmalıdır. Bu hem Kuran’ın hem Ahiliğin eğitim metodolojisidir. Hiç bir üniversite bu noktaya dikkat çekmiyor? Halbuki bütün Amerikan Üniversiteleri şakır şakır eğitim metedolojimiz budur diye ilan veriyor. Kendimizi başkalarından öğrenmiyoruz.

 

Tarikatlarla görüşülerek onların birbirine Sufi diyeceğine Ahi demesi salık verilebilir. Sufi hem Arapça bir terimdir ve anlayış olarak da bize yabancı, çile veya inzivayı çağrıştırırken, Ahi, hem Türkçe ve bizden biri ile, dinini dünyaya taşıyarak yaşayan ve herhangi bir işi olan, ahlaklı, mükemmel müslüman mesajı verebilir. Bu ismin bile din anlayışları üzerinde etkili olması beklenebilir. Ayrıca içlerinden yalnızca teorik bilgi yerine, dinini veya Ahi prensiplerinde kristalize olmuş, edep ve davranışlarıyla inancını hayata uygulamada öne çıkaranlara, Ahi madalyası verilebilmelidir. Tarikat liderlerine “Ahi Baba” lakabı verilmesi uygun olabilir. Bu, tarikatların içe kapanık merkeziyetçi yapısını biraz olsun açabilir, teslimiyetçi davranışları kaldırıp, sorgulayarak içselleştirmenin ve hayata uygulayarak toplumsal uyumun yollarını açabilir. Tarikatların kapalı yapısının açılarak Ahilik gibi herkesi kucaklaması sağlanmalıdır. Tarikatları karşıya almak tepki doğurabilir ve rahatsız edebilir fakat onun yanına aynı yönde yaklaşırsanız onu etkileyebilirsiniz. Tarikatlar birbirlerini eşit görmeliler. Ahilik bu toplumsal eşitliği önererek, toplumsal barışa hizmet edebilir. Ötekileştirmenin toplumun her kesimine sirayet etmiş bulaşıcı bir hastalık olduğu unutulmamalıdır. Birbirine “onlar bidatçı” ya da “benim şeyhim daha üstün” deyip hatta diğerini küfre gönderenler hangi makulde uzlaşabilirler ki? Bunlar önemli bir sorundur ve diyalogla çözümlenmelidir, merkezi hükümet toplumu barıştırma anlamında bu sorumluluktan kaçmamalıdır.

 

Maliye’nin bütün denetim elemanları hizmet içi kurslarını bitirip biraz refakat yaptıktan sonra büyük firmalara giderek iki ayrı firmada örneğin ikişer ay üretim ve firelerin nasıl oluştuğu, belge düzeni ve takibi, verimliliğin nasıl sağlandığı, insan ilişkilerinin nasıl canlı tutulduğu ve idare edildiği,onların ortak fayda bilinciyle aynı yöne nasıl senkronize edildiği, geçici vergi dönemi de olsa bir bilanço çıkarılmasının nasıl olduğunu genel müdür yardımcılarının yanında fiili olarak görmelidir. Bu sistem Ahiliğe hem uygun olur ve eleman, hem işletmenin kazanç elde ederken ne tür zorluklara katlandığını anlar, finasman sorunlarını görür ve döndüğünde işinde daha adaletli ve merhametli olur. Yani yaşamayan nasıl bilebilir ki? Lojmalar toplumdan ayrı bir yaşam sağlıyor. Toplumun komşuluk ilişkileri yok. Ayrı servisler halkın otobüslerde neler yaşadığını anlatmıyor. Güvenlik gerekçeli güneydoğudaki lojmanların dışında hepsini satmak gerek. İlla yardım edilecekse etkin ve gerçekçi, kira kontratına dayanan bir kira yardımı mutlaka verilmelidir. Ahiliğin bütün uygulamaları; yaşatarak fikir oluşturmak ve arkasından onu dervişvari harekete geçirerek mükemmel fert ve böylece mükemmel toplum elde etmektir. Oturduğu yerden hayatı kendi gördüğü gibi zannediyor. Toplumdan kopuk. Bu yüzden tavırları sert, anlayışsız ve merhametsiz, kararları da topluma ve geleneklere uygun değil, kurduğu sistemler başarısızlıkla sonuçlanıyor. Her on senede kanun ve sistem değiştiriyor. Sistemi sorgulayabilecek ve bünyeye en uygun çözümleri önerebilecek olgun ve adil ve ileri görüşlü insanlar bu nedenlerle yetiştirilemiyor. İşte toplumsal kabulsüzlükler buralarda başlıyor. İdareye geçenlere de aynı şekilde ikişer aylık iki büyük firmada staj mecburiyeti getirilmelidir. Onlar da üretim, yönetim, piyasa hakkında daha önce öğrendiklerinin nasıl yaşama geçirildiğini, nerelerde neden uygulanabilir ya da uygulanamaz olduğunu idrak etmelidir. En iyi öğretmen hayattır, yaşayarak anlamadır. En iyi fikir yaşayarak oluşur. Orucun emredilmesi “sen de aç kal bakalım” değil midir. Neden bana “damdan düşeni getirin” demişler. İnsan “düşündüğü gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi düşünmeye başlar”. “Siz de benim gibi olmalısınız, ve benim gibi yaşamalısınız. O zaman sizi sever ve itaat ederim. Bu cümle işte insan yönetiminin temel taşıdır = sen de öyle olacaksın!…En basit yemekhanelerde bile bölümler ayrı ayrı. Nasıl aşağıladığı toplum adına onun sorunlarını çözmek için fikir geliştirebilir ki? Nasıl adalet sağlayabilir ki? Kendini ayrıcalıklı gören adil değildir bir kere… Bütün yanlış uygulamaları dozerle düzlemek gerekiyor. Her taraf düz olmalı. Araba bu engebeli arazide nasıl yol alabilir ki..

 

Gelişmemiş Kırşehir, Tokat, Rize ve benzeri küçük illere denetim elemanı gönderilmesi kesinlikle engellenmelidir. İncelemelerimizde iki firma battı. İncelemelerin işletmeler üzerindeki finasman ve üretime ket vurucu etkileri incelenmiyor. İncelemeler işletmeler üzerinde yıpratıcı etkiler yapıyor. Uzlaşmalarda vergi artı yüzde on ceza, tornadan çıkmış gibi bu da bir adalet diye herkese aynı uygulanıyor. Halbuki işletmenin son bilanço ve gelir durumu, işçi sayısı, kredi ve diğer borç durumu, bu vergiyi ödeyip edeyemeyeceği araştırılmıyor. Vergi kutsallaşıyor ve öldürücü bir ceza ve darbe etkisi yapıyor. 25  yıldır adaletli yasa ve adaletli uygulama için mücadele veriyoruz. O batan işletmelerin vicdan azabı insanı sürekli rahatsız ediyor ve üzüyor. Bir yangında “iyi ki benim evim yanmamış” deyip bu sefer altmış sene bu hatanın tevbesiyle uğraşan derviş misali biz de insan olarak üzülüyoruz.

 

Siyasette ise yeni aday olacakların kurulacak siyaset akademilerinde ders görerek, böylece hem yöntem bilgisine hem de ülke sorunlarını ve kültürünü iyi tanımaları ve çözüm mantalitesinin nasıl oluşturulacağı, sistemi nasıl sorgulayabileceği, özgür düşüncenin nasıl gelişeceği konusunda yeterli bilgiye sahip olmaları sağlanabilir. Bu süre 4 aydan az olamaz. Onlara da idarenin içinde bakanların ya da müsteşarların yanında uygulamalı refakat yaptırılması da  mutlaka gerekir. Ahilik bunu gerektirir. Bu işi bir üniversitenin üstlenmesi sağlanabilir. Halk her zaman bilgiliyi seçmiyorsa o zaman onu ben bilgili hale getirmeliyim diyebilmeliyim. Cahillik ve uygulamasızlık Ahiliğin asla kabul etmediği bir şeydir. Fütüvvetnamede geçen ifade “…cahillik hiç bir şeydir” şeklindedir. Bütün çabalar teoriden sonra uygulamalı ve bir ustadan görerek ve arkasından bağımsızlaşıp kendi kendine uygulayarak olmalıdır.

 

Din eğitimi konusunda yeni kurumlar ya da din ve vicdan özgürlüğünde yeni ilerlemeler sağlanamıyorsa cami hocaları dinin eğitim emrini tam yerine getirmesi sağlanmalıdır. Namazdan sonra nasıl camiyi kapatırlar. Hiç olmazsa oturup kendi cematini eğitmelidir. Bir tane hadis de mi okuyamazlar. Bu bilgisizlik ve tembellik bu ülkeyi  yedi bitirdi. Ahiler hergün okur sohbet ve talim eder ve ertesi gün uygularlardı = Sürekli Eğitim. Ne kadar önemli?

Ahilik temiz toplum anlayışına hizmet eden iktisadi ve ahlaki süper bir sivil toplum örgütüdür. Rüşvet ve yolsuzlukla da mücadele etmelidir.

Kanun önünde yöneticilerin de eşit yargılanması konusunda örnek vermiyorum. Siz bunları biliyorsunuz! Fatih’in mimarbaşı ile aynı düz yerde yargılanması ile Hz Muhammed’in “kimin bende hakkı varsa gelsin alsın, işte sırtım” demesi süper eşitlik örnekleridir. Yani herkes hukukta eşittir. Ahilik bu gibi yüksek ideallere koşturmalıdır.

Siz neden bir Ahi olma gayreti ve çabası içinde değilsiniz?

 

Asıl sorun ihtiyaç hissetmeyen ve düşünmeyen insan modelinde. İşte bu modeli yıkmak ve onun yerine ideallerini düşünen ve ona göre davranan yeni insan için

ona ihtiyacını hissettirmek gerekiyor!..

Mükemmel fertlerden, mükemmel toplum oluşturma hedefi = AHİLİK.

 


[1]Maliye Bakanlığı, Baş Hesap Uzmanı. 1973 Kırşehir lisesi, 1979 A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi. Daha fazla bilgi ve yazışmak için “ahmet.atik@huk.gov.tr”

[2] Sabahattin Güllülü, Ahi birlikleri, Ötüken yayınları, İst. 1977, sf. 64-65

[3] Abdulbaki Gölpınarlı, Burgazi Fütuvvetnamesi, İst.Ünv. İktisat Fak. Mec. cilt 15

[4] Bu görüş A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden emekli, kıymetli hocam sayın Prof. Dr. Beşir Hamitoğulları’nın bize sözle, içtenlikle ve yanarak ifade ettiği “ Bunlar şed kuşatmadan başka bir şey bilmiyorlar. Halbuki Ahilik bir kalkınma modelidir” demişti.

[5] Ebû Dâvud, İmare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.

[6] Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556.

 

———————————————————————————————————————

 

Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

GÜNÜMÜZ İNSANINA YAŞAM SORULARI

Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir.

Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir.

“nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim”

-Cep telefonu kullanımında Avrupa’da üçüncüyüz. Neden?

-Namazın ve haccın  insan davranışlarında meydana getirdiği davranış değişikliği sizce nedir?

-İnanan ve inanmayan neden farklı düşünür?

-Çok tüketmek size göre mutluluk getirir mi?

-Bilgi, güç ya da servet bir üstünlük sağlar mı? Siz de dayatmacılık yapıyor musunuz, yoksa gerçekten eşitlikçi misiniz? Toplumda eşitlik fikrinin yaygın olarak uygulanması barış getirir mi? Yetkili olsaydınız akraba ya da hemşehrilerinize torpil yapar mıydınız? Üstün olması gereken şey sizce nedir? Makul kelimesinden ne anlıyorsunuz?

-İlimde uzmanlık mı önemli, yoksa genel bilgi mi? Maddi ilimler yanında manevi ilimler verilmeli mi? Bunun yararı nedir?

-Sanatkarın işi yapıp yapmadığı mı önemli yoksa meşgul olduğu için parayı hakeder mi?

-Canınınzı sıkan bir tavırla karşılaştığınızda bile hala güler yüzlü olmaya devam edebiliyor musunuz?

-Menfaatinizle çatışma olduğunda yalana başvurduğunuz oluyor mu? Sizce yalan gerekli mi?

-Sizce inanmak mı kolay yoksa inanmamak mı? Somut ve soyut ayrımında ne düşünüyorsunuz? Fıtrat diye bir şey var mı? Komünizmin ve Kapitalizmin insan tanımı yanlış mıydı?

-Tüketicinin aklının ifsat olduğu doğru mu, yoksa tanıtım mı, gelişme için gerekli mi?

-İnsana mı, olaylara mı yoksa fikirlerin kaynağına mı bakmalı? Neden örnekler hep aranır?

-Ötekileştirme bir idare etme yöntemi olarak doğrumu? Şeytan niye var?

-Neden Mu’tezile Eşariye yenik düştü? Akıl mı nakil mi sizce daha önemli. İslam akli bir din olarak da düşünülemez mi? Aristo, Eflatun ve Sokrat’ın aklı ile İslam’ın fıtri aklı farklı şeyler midir?

-İslam’ın bilimle çelişmediği bilindiği halde neden 12. yüzyılda gelişmeler durdu?

-Size göre sebepler sonuçları belirler mi? İbni Haldün’ü ne kadar tanıyorsunuz? O bir materyalist mi acaba? İnsan inanırken de şirke düşemez mi? Ne kadar inşallah’cısınız?Bilim ideoloji ayrımını nasıl yapacaksınız?

-“Ümmetim yanlışta birleşmez(ittifak etmez)” –hadis- bundan ne anlıyorsunuz?

-Anlamak, sevmek, özenmek ve uymak bir formül olabilir mi? Allah ve Rasülü, Kuran ve Sünnet sevişmesinde siz neredesiniz? Sünnet uymamak dalga geçmek sayılabilir mi?

-Musa gibi konuşup Firavun gibi davranmak ne demek?

-Müslüman kendinden nefret eden bir toplumla geçinebilir mi? Her şeye rağmen müslüman etkili olmaya devam edebilir mi? Neden Hz. Peygamber İbrahim a.s. gibi putları kırmadı? “Kıyametin kopacağını da görseniz elinizdeki fidanı dikiniz” hadisinden ne anlıyorsunuz?

-622 medine sözleşmesi hakkında ne biliyorsunuz? Günümüze ışık tutabilir mi? Çoğulcu toplum ne demek? Sabır ve geçinme- vefa ve uyumlu olma- yardımlaşma-adaletli davranma- bu dört evre size neyi hatırlatıyor?

-Hz. Peygamber neden münafıkları açığa çıkarmadı?

-Farklı yaşam farklı düşünceye yol açar mı? Düşüncenin güzelleşmesi için damdan düşmek gerekir mi?

-Bela umumi gelir, içimizdeki beyinsizler, dilsiz şeytan sözünden ne anlıyorsunuz?

-Dinsiz ahlak olabilir mi? Ahlakın kaynağı nedir? Bireysel mi olmalı yoksa yaygınlaşmalı mı? İyiliği emretmek demokrasi ve bireysel hürriyetlerle çelişmez mi? Diğergam olmak ne demek? Sahabe muhacir ilişkisi nasıldı?

-Sizce önce iyilik sonra adalet mi olmalı yoksa önce adalet sonra iyilik mi olmalı? Erdemleri kazanmada dervişvari hareket ne demek? Etkili olur mu?

-İslamın ekonomik bir model olarak görülmesi sizce yanlış mı? “Din açısından meşruiyeti sağlayan yöntem değil sonuçlarıdır” sözü sizce doğru mu?

-Değişmek mi değiştirmek mi? Hırs kazancı artırır mı? Hırsı ne azaltır?

-Allah der döneriz, Allah der bir daha dönmeyiz, ve Allah der çalışırız kimlerin sözüdür ve nasıl bir anlayışı ifade eder?

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AÇ KÖPEĞİN DOYMUŞ VE ŞİŞMAN UYUYAN KÖPEĞİ PARÇALAMASI VE ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLER VE ZENGİNLER

 

Kullarını seven Rahman’a şükreder ve Onun rahmet peygamberine salatü selam ederiz.

Son günlerde Tunus’ta başlayıp domino taşlarının yıkılışı gibi Mısır’da devam eden isyan, başkaldırı ya da dini nitelikten ziyade sosyal bir patlama olarak görülen gelişmelerin arkasında yatan faktörler neler diye düşündüğümüzde karşımıza bir kaç temel faktörün çıktığını görüyoruz.

Birincisi gittikçe artan gıda fiatlarının tetiklediği yoksulluklar baskın gen olarak görünmektedir.

İkincisi ise yaklaşık 30 yıldır iktidarda olan Bin Ali ve Mübarek’in iktidarlarında yaptıkları yolsuzluklar ve adaletsizliklerin halkın dimağında yarattığı isyan ve itiraz duyguları görünmektedir.

Üçüncüsü ise her iki rejimin de bir baskı rejimi olarak halka yaşanamaz bir hayat yaşatmasıdır.

Siz bütün bunlara ilave olarak Batı ülkeleri, Amerika ve İsrail’le rejimin içli dışlı olmasının halk nezdinde yarattığı gurur kırgınlığını ve kızgınlığını da ekleyebilirsiniz.

Kuzey Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından karşılaştıkları en temel konulardan birisi kalkınma sorunu. Bu sorun, üzerinde oturulan milyarlarca dolarlık zengin doğal kaynaklara rağmen toplumun bütün kesimlerine yansımayan bir zenginlik olarak az sayıdaki aristokrat bir kesime hizmet ediyor.  Kaynakların önemli bir kısmı Amerika ve İsviçre bankalarında faize yatırılıyor ve ülkedeki kalkınma için gerekli yatırımlar gerçekleşmediği için şehirleşme ve artan nüfusun da etkisiyle %14’lere varan bir işsizlik olarak bugünkü sosyal patlamanın temelini oluşturuyor.

Yoksulluk da bu işsizliğin bir diğer ayağı. Geliri olanların yaklaşık %40’a yakını günde 2 dolarlık bir gelirle yaşam savaşı veriyor. Dolayısıyla sosyal patlamadaki ikinci kitleyi bunlar oluşturuyor.

Yukarıda sözkonusu ettiğimiz iki kitleye ilave olarak %30-40 oranında artan gıda fiatlarının da etkisiyle orta kesimden de önemli bir kitlenin bu hareketlere aktif olarak katıldığını görüyoruz.

Geriye sadece %10-15 oranında mutlu bir dar azınlık kalıyor ki bunların yaşamına baktığımızda milli gelirden aslan payını onların aldıklarını, toplumdan tamamen tecrit olmuş bir halde etrafı duvarlarla çevrilmiş, alışveriş merkezlerinden yüzme havuzuna kadar her türlü imkanın olduğu ve çocuklarının Batı tarzı eğitim veren kolejlerde okuduğu bir ayrı dünyayla karşılaşıyoruz. Özellikle Suudi Arabistan’da adına Compound denen bu siteler Cidde ve Riyad’da çok var. Ve İslam’a aykırı olan bar, bikinili girilen havuzlar oldukça yaygın.

Bizde de gittikçe yaygınlaşan devasa siteler toplumun diğer kesimlerinden gittikçe kopan bir yapı sergiliyor. Eskiden toplumumuzda özüretim vardı ve zengin konağı ile fakir damı yan yanaydı. Birinden birine bir parça et giderse diğerinden de ona bir kase yoğurt gelirdi. Şimdi ise zenginler ve fakirler birbirinden koptu. Fakir en ucuzu 400 bin liralık dubleks evlerin oturduğu evlere yaklaşamaz oldu. Onun gecekondusunu da zengin ziyaret etmiyor. Yardımlaşma koptu. Bu yüzden aracı olarak İHH benzeri sivil toplum kuruluşlarına olan ihtiyaç gittikçe artıyor. Bencilleşmeden ve çok tüketmeden arta kalan bir kırıntı olursa belki sadaka niyetine fakire gidiyor. En iyi müslüman zekatımı veririm gerisi beni alakadar etmez diyebiliyor. Sonuç olarak bizim toplumumuzun da sosyal depremlere açık olduğunu söyleyebiliriz.

Ülkemizde 15-35 yaş arası 57 milyon genç var. İşsizlik oranı artan büyüme ile %13’lerden yüzde 11,4. lere anca gerileyebildi. İş bulup da çalışan yaklaşık 3 milyon talihlinin aylık geliri asgari ücret. Ve bunlar beyan edilen muhtasar beyannamenin %45’ini oluşturuyor. Milli gelirden aslan payını nüfusun %20’si alıyor. %80 oranında bir fakirlik var. Orta düzey gittikçe eriyor. Şehirleşmeyle gelen yeni toplum yapısı artan nüfusla birlikte iş için sokağa çıkıyor. Bütün bunlara rağmen Türkiye’de neden sosyal patlama olmuyor?

Birinci olarak aile yapısı gittikçe çekirdek aileye dönüşsede hala yakınlıklar ve yardımlaşmalar devam ediyor. İkinci olarak padişahlıktan gelen bir yönetim şeklinin getirdiği itaat duygusu hala baskın gen. Üçüncü olarak İslam’ın itaata daha yakın olan emirleri. Parlementer sistemin insanlardaki itiraz duygularını karşılayarak hafifletmesi. Ve son olarak gittikçe yaşanabilir bir siyasi ve ferdi özgürlüklerin bulunması bu patlamayı hafifletiyor.

Ak Parti, gittikçe kısır milliyetçilik sendromuna giriyor, değişimi terkediyor ve merkezi bürokrasiyle uğraşarak enerji ve zaman kaybediyor. Bir miktar kalkınma ve büyüme sorunlarıyle ilgilenmiş görünse de, paylaşım sorunları hala ortada duruyor. Birçok varsayıma dayalı bir milli gelir hesabının arkasından bunu nüfusa bölerek “kişi başı milli gelirimiz 10 000 doları buldu” demek ne kadar doğru? Muhafazakarlığın temelini oluşturan İslam, mülkiyete verdiği serbestiyet yanında zekattan başlayarak paylaşımı da ana hedefler arasına koyar. Bugün asgari ücretten bile vergi ve sigorta pirimi alıyorsunuz. Bu adalet mi?

Erbakan’nın adil düzeninin iki ayağı vardı. Bunlardan birisi kalkınma ve diğeri ise paylaşım. 28 şubat deneyimi ise ona hürriyetler yönünde “yaşanabilir bir Türkiye”’nin de ayrı bir unsur olarak hesaba katılması gerektiğini hatırlattı. Şehre göçün temsilcisi olan MSP, MNP, RP, FP’nin de kısmen o tabakaların temsili ile dar gelirlinin tansiyonunu azalttığı söylenebilir.

Bir hadisi şerifte Peygamber efendimiz bir devletin küfür üzere ayakta durabileceğini fakat zulüm üzere ayakta kalamayacağını ifade ediyor. Bu yönüyle bakıldığında bu zalim yönetimlerin yıkılması Allah’ın en hassas olduğu zulüm karşıtlığı ile açıklanabilir. Bu toplumlar umarız ki özgürlükleri kendi çıkarına kullanan kapitalizmin bir değişik versiyonunun ağına düşüp bacadan kovduklarını kapıdan geri almazlar.

Tarihte Emevi’lerde ve Abbasi’lerde isyan edenler hep toplum değil imamlar olmuştur. Hz Hüseyin’de bunlardan biridir. Fakat bütün isyan edip etrafında bir miktar insan bulunan imamlar ya o insanların terketmesiyle (Hz Hüseyin’de böyle oldu) ya da ağır ve kanlı bir bastırmayla idam edildiler. O zaman ki yönetimlerin dediği şey şuydu: dinini yaşa fakat siyasi yönetime karışma. Fakat hilafet meselesi sürekli birilerinin isyan etmesine yol açıyordu. Bizde de hilafet kaldırıldı zannediliyor fakat gerçekte ise TBMM’nin uhdesine verildi.

Muhafazakarlık kendi iktisadi ve paylaşım ile özgürlüklerini kurgulayarak sistemini kapitalizme alternatif olarak oluşturamadığı sürece fakirler ve zenginlerin  yeni ayrışmalarından  sosyal depremlerin yeni biçimleri patlamaya devam edecektir. İşbaşına geçecek her zaman yeni bir zalim bulunacaktır: “Ben kralsam yaşasın krallık”

Aşağıda eski medeniyetlerdeki fakirlerin haline şöyle bir göz atalım:

 

 

ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLER VE ZENGİNLER

İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.

İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:

Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.

Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek bir şey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmayan ve açlığı gidermeyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında bir şey bırakmıyordu.

On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.

Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.

İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.

Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.

Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.

Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.

Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.

Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili de olmadı.

Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.

Kölelik

Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsaade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azat etmeyi sevaba bağlayarak, hizmeti belli bir yılla sınırlayarak ve efendisi ile farklılığını ortadan kaldırarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve köleler de istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur.

Fakat toprağın işlenmesi için kölelik, Amerika’nın keşfinden sonra yine canlanmış ve uzun yıllar  acılarla sürmüştür.  Bugün bile siyahlar Amerika’da ikinci sınıf vatandaş olarak görülmektedir. Bunu beyaz vatandaş yapmaktadır. Bunlar bizim oradaki (1989’da Amerika’da bulunduk) şahsi gözlemlerimiz arasındadır. Başkan Obama, toplumsal empati için bir şanstır. Onun bu şansı iyi kullanması gerekir.

İkinci Sınıflar

 

İkinci sınıf vatandaşlar ya da toplumlar ise dünyanın her yerinde daima olagelmiştir. Toplumsal dayatmalar ülkemizde de zaman zaman şu veya bu neden adı altında görülebilmektedir. Coğrafi sınırlar ile ırk ve kültür sınırlarının çakışmaması ve baskın halkın parçalanma korkusu, onu ötekileştirdiği ve zayıf gördüğüne zulüm yapmaya itmektedir. Halbuki en demokrat ve müsamahakar olanlar dinlerdir. Kişi kendi dininin farkında olmak yerine, gelenek ve ırki özelliklerle hareket ettiği için evde ya da ülkede baskıcı tavırlar ortaya çıkmaktadır ve bir türlü de önlenememektedir. Siyasi iradelerin hürriyetlerden yana tavır almaları, kültürel kimliklerin rahatlamasını sağlıyacak, huzur ve barış ortamını getirecek ve parçalanmayı değil, zorla içiçe değil yan yana birlikteliği getirecektir diye düşünürüz.

 

İşçinin Hakkının Verilmemesi

 

İşçinin hakkının verilmemesi ise günümüzde bir çeşit modern kölelik olarak zuhur etmiştir. Günde 2 dolara ya da asgari ücretle nasıl yaşanır? Marks şunu diyordu. Ölmeyecek kadarla yaşa ki bana tekrar çalışabilesin. Nerde HAK ve alın teri kuruması? En iyisi; camide müslüman, evinde zalim, işinde kafir değil ama kafir gibi.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

“MAKUL” VE “DOĞRU” FİKİRLER NASIL OLUŞUR?

Sevgili okurlar,

Yaratılmışların sahibine hamdediyor ve O’nun mübarek kulu elçisine salatların ve selamların en güzelini yolluyorum.

Bu yazımda benim kafa yapımın içini size açacağım. Ne yapıyor ve nasıl düşünüyorum, fikirlerim hangi tezgahta hazırlanıyor ve sunuluyor, kazıkları var mı yok mu bunları anlatacağım.

Sosyolojik, iktisadi, mali ve İslami konularda yazılarımız olacak demiştik. Bununla bazen sabrınızı zorlayacağız, bazen fikrinizi. Fikir ve düşünce hürriyeti çerçevesinde aklınıza hitap edecek ve fikir fırtınası oluşturmaya çalışacağız. Fikir fırtınasını deyince; İmam-ı Azam 60 kişilik ilim halkasıyla ilim yapardı. Herkesi geniş bir halka halinde dizer (bu eşitlik anlamına geliyor) önce konuyu ana hatları ile anlatır ve sıradan herkesin görüşünü sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü açıklardı. Bu yöntemle binlerce talebe yetiştirdi. İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf onun müctehit seviyeye gelmiş öğrencileri idi. Şimdi ise ne gariptir ki biz bu yöntemi Amerikalı’lardan öğreniyoruz. Ve hala okullarımıza ya da bürokrasiye adapte edebilmiş değiliz. Kanun çıkıyor, bunu bakanla müsteşar hazırlıyor, yahut üç beş bürokrat. İşletme körlüğü denen at gözlüğü ile bakma sorununu nasıl aşacaksınız bu kimsenin umurunda değil. Bu yüzden yasalar, yönetmelikler hatalarla dolu ve toplum bünyesine uygun değil. Çünkü biraz da özgürlük gerektiği için, özgürlükler de birilerinin iki dudağı arasına sıkışınca artık ben yaptım oldu mantığıyla toplumu sosyal şizofreniye iten durumlar ortaya çıkıyor. Toplumun yapısına uygun, makul ve adaletli, yumuşak uygulamalar daima gereken karşılığı bulur ve uzun ömürlü olur huzur getirir, barış sağlar. Özellikle adalet bütün bu işlerin temelini oluşturur. Türk’ler Polonya’dan çekilince Polonya’lılar şunu söylüyorlar. “Türk’ler gitti, adalet gitti” Osmanlı’nın en temel özelliği “Adalet” idi ve yedi düveli adaletle idare etti. Birazcık geçmişimize baksak o kadar çok şey var ki…hele AHİ’likte…

Doğrular sunmaya çalışmayı bir fikir dayatması olarak görürüz. Bu yüzden süreç hakkında akılcı yorumlar getirmek ve sizi düşünmeye sevketmek asıl gayemiz olacak. Bu noktada aranan insan tipinin “düşünen insan” tipi olduğunu unutmayınız. Bu ise çok geniş özgürlüklere ihtiyaç hissettirir?!..

Bizler tarafız. Hak’tan, iyiden, doğrudan, tasarruf ve makulden yanayız. Makul fikri, insanı uzlaşmaya götüren çok önemli bir kelimedir. Bu yüzden ben “makul” fikrini çok severim. Her konuda anlaşmak, bir tekdüzeliktir, anlamsızdır ve insanı sıkar, fikirleri sağlıktan ve sağlama yapmaktan da uzaklaştırır. Muhalefetler niçin var?

 Makul deyince aklıma Peygamber efendimizin 622 yılında Madineye hicret ettikten iki yıl sonra en güçlü olduğu bir zamanda hırıstiyanlar, yahudiler ve paganlarla oturup imzaladığı bir ilk yazılı anayasa anlaşması var. Bu anlaşma çağlara ışık tutan ve ilgili toplumları bir makulde birleştiren bir anlaşma. (yayınlayacağız inşallah) Gelin de özgürlüklerin genişliğini bir görün.  İslam’a da aykırı olan katı milliyetçi tavırlar ülkeyi kilitliyor ve bazılarının bazılarına, bazı şeylerini dayatıyor ve diğerleri olarak ötekileştiriyor. Halbuki Osmanlı bile dininde, dilinde ve ırkında serbest ol fakat bana tabi ol dedi. Güçlüydü ve korkutuyordu. Herneyse..

 Don Kişot bir gün kendine bir kalkan yapar. Denemek için onu yamağı Sanço Panço’ya verir ve üzerine denemek için saldırır. Kalkan kırılmıştır. Bu sefer bir kalkan daha yapar, fakat bu kez denemez.. Biz böyle yapmıyacağız. Biz her fikri deneyeceğiz ve öyle alıp size de öyle sunacağız. Lokman Hekim’e sormuşlar “bu ilmi nasıl elde ettin” diye. O da demiş ki “körlere bakarak” demiş. “Çünkü onlar elleriyle dokunup yoklamadan yani denemeden bir şey almazlar”demiş. “Ben de öyle bir şeyi alıyor, test ediyor, deniyor ve öyle alıyorum” demiş.

 Sevgili okurlar ben dini konuları bile aklıma vurmadan almıyorum. Allah’ın yüceliği ve kutsal değerler sizi korkutup aptalca kabullere itmesin. Allah yalnız gibi görünür fakat gerçekte onun kendisiyle konuştuğu hem aklıyla hem kalbiyle ona tam yönelmiş çok dostu, konuştuğu vardır. Düşünsenize bir adam ahmak veya aptalsa onunla konuşmaktan zevk duyar mısınız? Duymazsınız değil mi? İşte Allah’da duymaz. O, emirlerini ve hikmetlerini düşünerek alan akıllı ve eh biraz da ilim sahibi olup arkasından artık bütün kalbiyle ona meftun olmuşları sever. Tefekkür neden binlerce nafile namazlardan üstündür. Aptallar tefekkür edebilir mi? Gerçi akıllı olup tefekkür etmeyenler de vardır ama yol üzerinde Allah’ın delillerinin serili olduğu bu alemde makul bir aklı selim sahibinin “bunun bir ustası olmalı ya hu” demesi beklenir. Bu kadar delilin ortasında inanmak kolay ve normal, inanmamak ise zor ve anormaldir. Allah zalim değildir. Delilleri görene ve isteyene iman nurunu nasip edecektir. İmana davet ederken neden akli delilleri örnek gösteririz? Ona kitaptan peygamberden bahsetmek fayda eder mi? Sadece aptal ve cahil bir müslüman Kuran’dan Peygamber’den bahsederek inanacak adamı da gittikçe inkara ve onu müslümanlıkla mücadeleye iter. Halbuki onun anlayacağı güzelce verilmiş akli ve ilmi delillerdir.

 Biraz da başarıdan bahsedelim. Hitler askerlerine emir verir. “Berlini bombalayın!” der. Askerler itiraz ederler. Fakat o şöyle der: Başarılı olamayanın yaşamaya hakkı yok! Biz fikirlere işte böyle yapacağız.

 Fakat bunu fikirde yaparken insandan ve öğrenciden sakındırmak gerekir. Erdemli – erdemsiz yerine, başarılı- başarısız ayrımı, öğrenciyi Pavlov’un köpekleri ile (şartlı refleks) bir tutmak olur ki bu çok yanlıştır. İnsan başkadır. Biz insana, şeytanı sevmediği, birazcık yaradanına yöneldiği zaman ona gönlümüz meyleder. Bu yazıları zaten insan için yazıyoruz. Ancak inansın inanmasın adalet yönünden ayrım yapamayız. Umarız ki idrakini yaralarız, onu kıvrandırırız ve bırakırız. Çözümü kendi bulur!

 İşte bütün fikirler bir fırsatını bulup uygulama alanı bulduklarında yaşam testi onlara haddini bildirir!..Buna dinler ve partiler de dahildir.

 Başarının ölçüsü; uygulanabilir olmak ve mutluluk getirmek ve Hakk’a uygun olmaktır.

 Amerika’da üniversitede bir film izlemiştik. Hz İsa, dünyaya yeniden gelmiştir ve bir panayırda bir papazın konuşma yaptığını görür ve onu dinler. Papaz kendi getirdiği emirlerin tam aksi şeyler söylemektedir. Başlar papaza bağırmaya. Yalancı, iftiracı, o bunları emretmedi. Farklı şeyler söyledi, dediyse de kimse onu dinlemez. Konuşma bittikten sonra papaz onun yanına gelerek şöyle söyler. “Sen ne diyorsun be adam. Neredeyse Hz İsa olduğunu söyleyeceksin” deyince, “evet ben İsa’yım” der. Papaz güler. “İstersen çık bağır. Sana kim inanır. Seni deli diye içeri bile tıkabilirler. Bak ben insanların istedikleri şeyleri söylüyorum” der.

 İşte sorun; isteklere dayalı fikir mi mutluluk getirir, yoksa orijinal kaynağa itaat mi mutluluk getirir? İstekler üstün bir öngörü ve her zaman aklı selimi içerseydi her ikisi çakışabilirdi belki. Fakat insanın istekleri duygusal, korkusal, önyargılar, neyi nasıl gördüğünüz, gibi subjektif değerler de içerdiği ve miyop olup uzağı göremediği için zaman zaman doğruya yaklaşsa da tam doğruya isabet ettiremeyebilir. Bu yüzden “üstün akla”-vahye- ihtiyaç olur. Bunu reddeden de yaşayabilir, fakat aklın ölümden sonrası için fikri yoktur (burada kastedilen nefsi isteklerin yönetimindeki bir düşüncedir, aklı selim değildir. Buna rağmen aklın bir yere kadar olduğu da unutulmamalıdır. Daha sonrasında kalp başlıyacaktır) Ya sürpriz olursa ne olacak?..

 Yalnız, zeminin bozukluğu fikrin hatası olmayabilir. İnsan her zaman rasyonel davranmaz. Onun tercihlerini bazen duyguları, korkuları, arzuları ve ön yargıları da belirleyebilir. Yahut tarihsel gelişmeler bazen “haset”e (komünizm) bazen de “hırs”a (kapitalizm) yol verebilir. Ya da fikirler ferdi taraftar bularak baskıların da etkisiyle fert vicdanlarında da yaşayabilir. Fikirlerin çarpışması ise hür ortamlarda  aklı selim sahipleriyle (taraf olanlarla değil) yapıldığında sağlam olanı muhakkak ki galip gelir. Fakat her fikrin iktidara gelme isteği, zaman, zemin, tesadüfler, sosyolojik gerçekler, tarihi olaylar gibi bir çok etkene bağlıdır. Buna bazen liderlerin de uygun ortamlarda yön verdiği olur. Fakat asıl olan toplumun derdinin ne olduğudur? Yani ilahi iradeyi hesaba katacak mıyız? Yoksa katmayacak mıyız? Bu kararı toplum verir ve buna müdahale etmek uygun bir davranış olmaz. Ancak insanın çabası Allah’a ve onun dediğine yönelik olursa, eh, ücreti de ondan alması ümit edilir. Yani kimin tarlasına su taşıyorsunuz?

 Bu noktada bilim adamına düşen şey, bütün fikirleri dini veya akli olup olmadığına bakmaksızın kaynağına inerek önyargısız bir şekilde aklı selime vurmak, konuyu derinlemesine inceleyip aydınlatmak ve topluma “makul çözümler üretmektir.” (Entellektüel bakış)

 İnsanlar zaman zaman 100 yıllık zaman periyotlarında moda fikirleri, yükselen değerler olarak da geçici süre kabul edebilirler. İşte “zamana göre doğru” fikri, kazıksız bir fikirdir ve kısa zaman sonra yanlışlığı anlaşılarak terkedilir ve onu yaşayan insanları perişan eder. (Cumhuriyetin ilk yıllarının yönetcileri Batı’nın “görmediğimi, denemediğimi almam” diyen “pozitivist” akımdan çok etkilendikleri söylenebilir. Şimdilerde biraz daha yumuşamış ve terkedilmeye yüz tutan bu akımın o zamanki taraftarları neyle karşılaştılar acaba.)

 Kazığı olan fikirlerin daha doğru olmaları ve her döneme hitap edebilecek kapasitede, fıtrat, ilim ve insan davranışı ve ekonomik gerçeklerle uyumlu ve makul çözümler sunan, geçer akçeler olmaları umulur. Bu yüzden kaynağı sağlam, fıtrata uygun, uygulanabilir, ilimle örtüşen fikirleri arayıp bulmak, insanların genel eğilimlerinden zaman zaman uzak durmak da uygun olabilir. Babasını izleyen biri için, ya babası yanlışta ise ne olacak? O zaman her fikrin ilk mızrakla denenmesi yani, kişinin kendisi tarafından fikri sorgulamaya tabi tutulması gerekir. 14 yaşımda inancımı sorgulamıştım. Kitapçı Baytoklar’a girerken başlayan bu sorgu üç gün sürmüştü. Sonunda sağlam bir itikatta karar kıldı ve onu kendine mal etti. O gün bu gündür beraberiz. Bu yönüyle bakıldığında örgütsel davranış kalıpları, sadakat, birlik beraberlik gibi yaldızlı sözler içerseler de, kişinin aklı selimini kiraya vermesi nedeniyle kişiyi (çoğunluğu) sağlıklı bir sorgulamadan uzaklaştırır.

 Ancak bu kişisel sorgulamayı yapabilen bilinçli bir kitle de daima var olagelmiştir. İşte bu kişisel sorgulamayı; kemikleşmiş diye tabir edilen kitle değil, sempati duyabilen ancak aklına ve bilgisine güvenen, kararlarında duygusal değil rasyonel tercihler yapabilen, fikrin kaynağı ne olursa olsun fikrin kendisini sorgulayabilen, önyargısız insanlar yapabilirler.

 Bakın bu konuda Psikoloji ilmi konusunda otorite sayılabilecek bir bilim adamı olan Doğan Cüceloğlu ne diyor: “Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” “Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı). Bizim “çarıklı erkan” dediğimiz kül yutmaz kişiler bunlardır.

 Bu yüzden, bu parelelde, sorgulama kapısını açan bilimsel şüphecilik de ilmin rehberi kabul edilir. İslam’da kişi kendini Eşari mezhebinin nakilciliğinden biraz olsun kurtarabilirse Cenab-ı Hakk’ın Kuran’ı Kerimde 200 defa hitabettiği en kıymetli varlığı olup eğriyi doğrudan onunla ayıracağı aklı ile sorgulayarak ilmi deşeleyebilir. İslam medeniyetinin altın çağı kabul edilen 8 ve 12. yüzyıllara şöyle bir bakarsak fikir özgürlüğünün en üst seviyede yaşandığını ve elbette bunun altında da akli ve ilmi çalışmaların olduğunu görürüz. Ancak 13. yüzyıla gelindiğinde akılcı mu’tezilenin, nakilci Eşari’ye yenildiğini göreceksiniz. Anılan yüzyıllarda insanlar sahip oldukları kitap ciltleriyle öğünürken daha sonraları insanlar anlamadan dinledikleri Kuran ile mesrur olup ilmi yalnızca cami hocalarına havale ettiler. Eskiden insanlar yaşayarak yürüyen Kuran iken şimdilerde milyonlarca baskısı yapılan Kuran olmasına rağmen iman insanların boğazından aşağı geçmiyor? Bunları daha geniş konuşacağız inşallah. 

Kainatta her şey zıddı ile bilinir. Bu ön kabul, farklı fikirlerin hayat bulduğu erdemliler yönetimi olan demokrasinin de temelini teşkil eder. Bunun aksi ise totaliter zihniyettir ki, kendinden başkasına hayat hakkı tanımaz. Dayatma yapar. Her ideoloji dayatmasını yapmıştır. Bugünkü sıkıntıların kaynağı da budur zaten. Bunlar artık kişinin veya yönetimlerin ayıp hanesine yazılacak şeylerdir. İnsanlar nasıl ki doğal hukuk dediğimiz ortak yasaklarda birleşmişlerse, hürriyetler ve daha fazla demokrasi konusunda da toplum olumlu gelişmeler göstermektedir. Evde, işte ve siyasette demokrat olmak, farklı fikirlere saygı göstermek gibi bir erdem yoktur. Fakat ferdi olarak herkes aklı, yüreği ve ahlakı kadar erdemli olabilir. Toplumlar da eğer aklı selimlerini kaybedecek müdahalelere uğramamışlarsa ortak tercihlerle (seçim-referandum v.s.) demokrasi ve hürriyet derecelerine karar verirler. İşte bu hürriyetler ne kadar fazla olursa toplum bizim sevdiğimiz makul kelimesinin çağrıştırdığı uzlaşma çizgisine o kadar çok yaklaşır ve ahlaki yaşamla ilgili tercihleri de doğruysa ( en büyük ahlakı veren ve onu bir sevgi ve korkuya – Allah ve ahiret- bağlayan “din” dir) huzur olur, barış gelir, her fikir yaşama şansı elde eder, gerçek demokrasi olur, totaliter dayatmacı uygulamalardan uzaklaşılır ve toplum mutlu olur. Toplum yönetiminin amacı da budur. Doğruda mutluluk…

Her neyse, fikirlerimizi lütfen eleştirin. Bunlar bizim fikirlerimizin sağlaması olacak ve bütün okuyucuya zenginlik olarak tekrar dönecektir. Bütün mütefekkirler serbestçe tartışılan ortamlardan çıkmışlardır. Bizler mütefekkir değiliz, fakat iyi bir eğitim almış ve çok yurt dışı yaparak farklı fikir ve insanları tanıma fırsatı bulmuş, ve her konuyu biraz merak eder ve çok okuyan biri olduğumuzu söylememize lütfen müsade ediniz. Bundan umarım sizler de istifade edersiniz. İşte bu hizmettir. İşin aslı ben akşam okuyacağım, sabah yazacağım, öğleye de siz okuyacaksınız. Aramızda zamanlama dışında pek fark olmayacak.

Siz kendinize bakamazsınız, sizi alemlerin Rabb’ine emanet ediyorum. Sağlıcakla kılınız efendim…

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma