SEVGİLİLER SEVGİLİSİ MUHAMMED (SAV)

Sevgili okurlar,

Peygamber efendimizin 12 Rebiul Evvel 571’deki doğum gününün yıldönümü nedeniyle bir şükran ifadesi olarak bu yazıyı kaleme almak istedim.

14 Şubat sevgililer günü ise bir Hırıstiyan kültürüdür ve bizimle alakası yoktur. İşin aslı onlar aşkı terkettiler ve günlük cinsi hazlara yöneldiler. Aşk ve sevgi ile cinsel istekliliği ayırmak gerekir. Onlar, Çok yiyerek obez, aile birliği olmadan çok çiftleşerek nesebsiz nesiller dünyaya getirmek, bencilleşerek çocuk yapmadan zevk almak ve eğlenmeyi tercih ettikleri için nüfuslarında bir azalma ve yaşlanma meydana geldi ve gerilemeye başladılar. Her neyse.

Peygamber efendimizin adı Ahmed’i Mahmud’u Muhammed Mustafa’dır. O, sevgililer sevgilisi olarak bilinir. Allah onu çok sevmiş ve “habibim” –sevgilim- demiştir. Ancak bizlerin severken Habibullah olarak değil, Rasulüllah olarak sevmemiz gerekir. Ebu Hureyre’den gelen bir hadiste ilk varlık cevherinin Hz. Peygamberin nuru olduğu belirtilir. O, Hz. Adem’e kadar geçmiş ve kendinden sonra gelecek bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. Ayettede seni alemlere rahmet olarak gönderdik buyurulmaktadır.

O Adem’den beri geleceği bilinen bir peygamberdir. İbrahim ve  İsmail aleyhisselamın soyundandır. Bir kadın, babası Abdullah’ın alnındaki nuru farkeder ve onunla evlenmek ister. Fakat Abdullah önce reddeder ve Amine’yle evlenir. Daha sonra o kadına dönerek onunla da evlenmek isteyince kadın bu kez alnında o nuru göremez ve reddeder. Çünkü o nur Amine’ye geçmiştir.

Araf 157. ayette “onlar ümmi bir resule tabi olurlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılıdır… “ buyrulur. Burada üç husus vardır. Rasul, nübüvvet ve ümmi olması. Tiyn suresinde “vet tiynu vez zeytuni ve turi siniyne ve hazel beledil emin” olarak 4 mekandan sözedilir. Bu 4 mekanın 3’ü Tevrat’ta da vardır (Tesniye 33). Allah adamı “Mura”dır. Bu nur “Sina’da başladı (Musa), Seyir’de yükseldi(İncil ve Zebur), Paran’da parladı” diye biter. Paran, Batlamyus’un haritasında Kızıldeniz’in yanında bir yer olarak gösterilir. İncil’de Mezmur bölümünde Hz. Davud’un nağmelerinin yanında şöyle der: “Ustaların reddettiği taş köşenin başı olur ve bu Rab’dendir ve görenler şaşırır” Hz. İsa tekrarlıyor: Rabbim kırallığı   sizden alacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek başkalarına verecek. Onlar hor görülecek bir millettir”  Burada hor görülmekten maksat İsmail’in annesi Hacer’in bir köle olmasıdır. Aynı parelelde Peygamber efendimiz Buhari 14. bölümde “Benim ve benden önceki adamların meseli bir ev inşa etti, onu mükemmel yaptı, insanlar etrafında dolaşıyorlar. Fakat köşede bir tuğla eksik. Keşke şu tuğla da olsaydı diyecekler. İşte o tuğla benim ve ben peygamberlerin sonuncusuyum” buyuracaktır. Kuran-ı Kerim’in Saf 6. ayetinde ise Hz. İsa, “ önceki Tevratı doğrulayan ve benden sonra gelen Ahmet adlı peygamberi müjdelemek için gönderildim” diyecektir.

Bir hadise göre Musa öğle vaktine kadar,  İsa öğle ile ikindi arasına kadar, Muhammed ise ikindiden akşama kadar hüküm sürecektir. Allah diğerlerine krat krat.(yani birer birer) ümmeti Muhammed’e ise krateyn (yani ikişer ikişer) sevap verecektir. Diğerleri buna itiraz edince Allah “ sizin hakkınızı verdim mi” dediğinde “evet” denilince, “ilavesi benim fazlımdır” diyecektir. Musa’nın ümmetine sabah ve yatsı olarak iki vakit namaz farz kılınmış fakat onlar kılmamışlardır. Bize ise vasat ümmet –orta ümmet- olarak beş vakit farz kılınmış ve bu yerine getirilmiştir. İsa insanlara ulaşamamanın eksikliğini gelecek bir peygamberin aşacağını düşünüp rahatlıyor. Yahudiler Araplara İsmaili diyorlar. Yusuf’u atıldığı kuyuda bulanlar da İsmaili’lerdir.

Hz. Peygamber diğer peygamberler için “ onlar acele ettiler ve bu dünyada dualarını tamamladılar. Ben ise ahirete  sakladım” buyuruyor. Bu duası da bildiğiniz gibi şefaat iznidir. Hendek harbinde hendekler kazarken kazmasından bir ışık parlar ve der ki “Doğunun sarayları fethedilecek” Bir ışık daha parlayınca “Batı’nın da fethedileceğini” söyler.

Biraz da örnek olması için özel hayatından bahsedelim: Eşlerine karşı sevgi dolu idi. Kızı Fatma, Ayşe validemize karşı ileri geri konuşunca, ona “konuştuğu babasının sevgilisi” der. Eşi Safiye bir Yahudi kızı idi ve kısa boylu idi. Ayşe validemiz ona karşı “ o kısa boylu, sen beni seversin değil mi?”deyince “öyle bir söz söyledin ki denizin suyu bile kirlenirdi” diyecektir. Safiye’ye şu öğüdü verir: “de ki; atam Harun, amcam Musa, kocam Muhammed, kimin böyle yakınları var, de” deyince, diğer eşler “bu senin uslubun değil” diyecekledir. Her bir eşi de “Allah Rasulü en çok beni seviyor” diye düşünürdü. Onlara bu dengeyi ve sevgide eşit ve üst düzeyi sağlamak ne kadar önemliydi. Eşleri, küçük küçük odalarda azla yaşadılar fakat şikayet etmediler. Bir sahabi şöyle söylüyor: “odalar 3;5* 5 büyüklüğünde ve elim tavanına değiyordu” İslam yayılıp ganimet malları artınca Aişe validemiz odasına bir şeyler yaptırmak ister. Bunun üzerine sert bir ayet iner ve ey Peygamber hanımları. Allah dilerse ona sizden daha hayırlı eşler verebilir diye ikaz eder. Böylece peygamber efendimiz zenginliğe rağmen  o sade yaşamını bozmaz. Evinde eşyası azdır. Cam bir bardağı var. Bir divan, deri bir yastık ve kuş resmi bulunan bir perdesi var. Onun tasviri yasaklamasıyla İslam sanatı şekilleniyor ve üç buğutlu resimden iki buğutlu minyatür resme yöneliniyor. Ve bugün bunun şahane eserlerini görüyoruz. Güzel şeylere değer verirdi. Namazda dikkatini çeken bir resim olan elbiseyi namazı etkiliyor diye bir sahabiye hediye ediyor. Hasır bir seccadesi var. Üzerine yatınca yüzüne izleri çıkıyor ve sahabiler bunu görünce kadife bir şeyler verelim diyorlar. Onlara cevaben: “ben dünyada bir ağaç altında soluklanan bir yolcu gibiyim” diyor ve reddediyor. Mekke hakkında “eğer kavmim beni çıkarmasaydı asla seni terketmezdim” diyerek Mekke’ye sevgisini dile getirecektir.

İlk yıllarda Kabe’de namaz kılarken secdede üzerine devenin iç organlarını atacaklar ve uzun bir süre öylece kalacaktır. Kızı Fatma gelince onları üstünden alacak ve ağlarken “kızım üzülme Allah sevdiklerini asla terketmeyecektir” diyerek engin bir ilahi dostluk ve güven örneği verecektir. Üzerine o organları atanları da “ya Rabbi şunu, şunu sana havale ediyorum” diyecek ve o kişiler ilerleyen yıllarda Bedir harbinde hepsi de ölmüş bir haldeyken ölülere dönüp “Allah’ın bize vadettiğini biz bulduk, siz de buldunuz mu?” diyecektir.

Efendimiz “bedduayı haketmeyen kimseye dua etmişsem onu rahmete çevir ya Rabbi” diyor. Bu bir garanti. Ümmeti için zaman zaman (Allahümme ümmeti) diye ağlıyor. “Her ne de merhamet olursa güzelleşir, ve her ne den alınırsa çirkinleşir” buyuruyor. Ayşe validemiz huysuzluk yapan deveye biraz sert çıkınca “merhamet, merhamet” diyor. Sebepler aleminde her şeye kıymet veriyordu. Yahudiler “es samu aleyküm” – ölüm senin üzerine olsun- deyince “ve aleyküm” –sizinde- diyor. Ayşe validemiz bunu farkedip lanet de edince “merhametli ol ya Ayşe” diye buyuruyor. Küfreden kimseye karşı fazla söz söylenmesini istemezdi. Zira İslam’a göre bu halde suçlu, kavgayı ilk başlatandır. Uhud’da dişi kırıldığında beddua ve lanet etmesi istenince “ben rahmet olarak gönderildim, lanetçi değil” dedi ve reddetti. Karınca ısırdığı için onu yakan birisine “merhametli ol, yakmak sadece Allah’a aittir” diyordu.

Bir hadisinde “ümmetim bozulduğu bir zamanda sünnetimden ayrılmayarak onu ihya edene 100 şehit sevabı vardır” buyurdu. İşte bunu yaşayabilene büyük bir kazanç kapısı. Avrupalı Oryantalistler sünnetin bizi biz yapan özelliğini bildikleri için sünnetlerle mücadele ederler ve işi daha da ileri götürerek saldırıyı sünnetin sahibi Peygamber efendimize kadar vardırırlar. Kamusal alan tartışmalarının temelinde de bu vardır. İslam’ı dışlamak ve daraltmak, hayat bulmasını engellemek.

Her peygambere bir takım mucizeler verilmiştir. Musa’ya asa, İsa’ya çamurdan kuşu canlandırması gibi. Peygamberimiz bu konuda: “ma evhalullahi hi”- Allah’ın bana vahyettikleridir- buyuruyor. Vahiy iki türlüdür. Birisi melek aracılığı ile gelen. Bu vahiy Kuran’dır ve onun asıl mucizesi budur diyebiliriz. Bir de “vahyi gayri metluv” vahiy vardır ki Cenab-ı Allah’ın “o ne derse alın, sizi neden yasaklarsa kaçının” dediği, bazı haramlar ve “namazı benden gördüğünüz gibi kılın” dediği şeyler bu vahyin kapsamındadır.

Bir sohbetinde “Ahir zamanda ilim hükmedecek” diyor ve arkasından Nübüvvetin sona ereceği konuşulunca, mübeşşiratın geleceğini söylüyor. Ve bunun da müminin göreceği rahmani rüya olacağını ilave ediyor. Onun iktisada ışık tutan bir sözü de şuydu. “Güven verirseniz, bu size  zenginlik getirir” Ticaretle meşgul olanlara duyurulur.

23 yıllık Peygamberlik zamanında bütün Arabistan müslüman olmuş ve veda hutbesinde 124 bin sahabiye hitab ederek insan haklarının temelini oluşturan veda hutbesini buyurmuştur. Orada İslam’ı “tebliğ ettim mi” diye insanlara sormuş ve onların “tebliğ ettin ya Rasulüllah” cevabı karşısında “şahit ol ya Rabb” diyerek görevini ifa ettiğini bildirmiştir.

Her müslüman peygamber efendimizi rüyasında görebilir. Fakat biraz tuzlu yeyip suya yanmak gerekir. Bu fakir iki defa gördü. Yaşadığı gibi yine sade bir yerde, sedirde oturuyordu. Onu habibullah olarak seviyordum. Resulüllah olarak sev diye uyarı aldım. Ya Rasulüllah Makamı Mahmud’a çıksan da bize şefaat etsen diye söylüyordum. Onu doğrudan Allah rızası için sev diye ikinci uyarıyı aldım. Zulme uğradığım iki olayda karşıma çıktı ve beni teskin etti. İki Ramazan Bayramını onun yanında mahşeri bir salavatların arasında geçirdim. Onu açık gözle çok büyük ve kalın bir lafza-yı celali güllerle ördüğünü gördüm. Bundan peygamber efendimizin Allah sevgisinin yüceliğini anladım. Bir de Allah’ın her şeyi Peygamber efendimize söylediği bilgisi bana ulaştı. Bununla da onların sırdaş olduklarını anladım. İhlaslı müslümanların ölümleri sırasında onlara kolaylık sağlamak üzere dua ederek karşısına geldiğini de biliyorum. Bu yüzden müslümanlar şöyle dua etmelidirler: “Ya Rabbi sağımızda Kuran, göğsümüzde iman, karşımızda Resulüllah olduğu halde iman ile çene kapamayı nasib eyle” Eskiden her gün 100 salavat çekerdim ve “ali”-ailesi, arkadaşları- bölümünü söylemiyordum. Bir gün bir Allah dostunu ziyarete gittim. Şöyle bir baktıktan sonra sert bir şekilde “salavatı şerifeyi tam söyle” diye ikaz etti ve bildi. Demek ki eksik salavat üzerime aynen yansımıştı.

Unutmamak gerekir ki her müslüman dininin tebliğcisidir. Bu dini yaşamak ve yaşatmak tebliğden sorumludur. Bu bir bayrak yarışıdır. Bayrağı taşıma sırası şimdi bizdedir. Allah dilerse bu dini kafirlerle de kaim eder. Fakat ister ki sevabı biz alalım.

Sadi Şirazi şöyle diyor: Bir avuç toprak aldım. Gül kokuyordu. Sordum ona: Bu senin aslî kokun değildir, sen bu kokuyu nereden aldın? Toprak dedi ki: Ben bir gül ağacının altının toprağıydım. Gülün kokusu bana sindi. İşte ben bunun için gül kokuyorum.

Gül kokusu giderek kayboluyor. Artık ülkemizde, çarşılarında gül alınıp gül satılan, gülden terazi yapılan, gül ile gül tartılan, gül kokulu beldelerin yerinde yeller esiyor. Beklenen gül mevsimi bir türlü gelmiyor…Bahardan kalan küf kokuları her tarafı sarmış. En iyisi Cuma müslümanı olmuş. Camide müslüman, evinde zalim, işinde faizci ve kafir değilse de kafir gibi. Dağıtarak mutlu olmak yerine çok tüketerek mutluluk aramaya kalkmış ve diğergamlık yerine bencilleşmiş, en iyisi zekatımı veririm ötesi beni ilgilendirmez diyebiliyor. Biraz ağır oldu değil mi?

Tek çare, gül ağacını kurutmamak. Onu çağa taşımak, hayata taşımak..Bu misyonu yüklenmek. Başka şansımız da kurtuluşumuz da yok. Farzdan sonra bol sünnetli ve salavatlı (en az 100 olmalı) günler dilerim. Peygamberi sevmek; anılarla avunmakla değil onu örnek almak ve misyonunu yüklenmekle olur.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

NAMAZ RİSALESİ

“Kâinatta imandan sonra en büyük hakikat olan namaz,” maalesef hak ettiği kıymet ve ehemmiyeti görmüyor. Yaşadığımız asırda iman zayıflığıyla birlikte ibadete de gereken hassasiyet gösterilmiyor.

Rabbimizden namaz emrini alan ve nasıl kılınacağını bize gösteren Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabeleri, savaşta bile (Bedir savaşı) cemaatle namaz kılmaktan geri durmuyorlardı.

Günümüzde ise, hiçbir ciddi mazereti olmayan nice Müslüman, basit bir tembellik yüzünden namazı ihmal edebiliyor.

Anadolu insanının çoğunluğu özellikle gençler sadece Cuma namazlarına iştirak ediyorlar. Bazıları da sadece Ramazanda beş vakti eda ediyorlar. Şüphesiz Allah merhamet sahibidir. Her türlü ibadeti ihlaslı olunduğu sürece kabul eder. Ancak O’nun emri beş vakittir ve bunun küçüklükten itibaren aksatılmadan kılınması gerekir. Bu şuna benziyor. 35 milyarlık bir arabaya 1 milyar verip alıp kaçmaya benziyor. Siz böyle bir ticaret gördünüz mü? Beş vakit kılmayana Allah’ın cennet vaadi yoktur. Dilerse affeder, dilerse azab eder(Hadis). Cennet vaadi beş vakit aksatmadan kılanadır.

Ayrıca beş vakit kılmayan Allah yolunda cihad edemez. Küfürle komşu olur ve bazen küfürde bazen İslam’da garib bir durum hasıl olur. Kişi şeytanın müdahalesine açık olur. Zaten ilerde kılarsın diye şeytan onu kandırmıştır. Cenab-ı Hak ayette dikkat edin şeytan sizi benim rahim sıfatımla kandırır. Allah merhametlidir nasıl olsa affeder der ve suçu işletir (veya namazı kıldırmaz) buyurmuştur. Halbuki Allah’ın gazab sıfatı da vardır. Bunu da hesaba katmak gerekir. Allah bu dünyada kendisini unutanı o da öbür dünyada unutacağını söylemiştir.

Bu yüzden iman havf (korku) ve reca (ümit) arasında olmalıdır buyuruldu hadiste. Ayetlerde de ümit ve korku içinde dua edilmesi emredilmiştir. Kişi de ümit fazla olursa şımarır ve şeytanın yukarıda belirttiğimiz tuzağına düşer. Suç işler, namaz kılmaz, ihmalkar davranır. Korku ise belli ölçüde yararlı sonuçlar verir ve kişiyi diri tutar itaate getirir. Ancak fazlasını kişi kaldıramaz ve isyan noktasına da gelebilir. Ölçüye  dikkat gerekir. Ancak aklı başında insanlar sevgi ve rızayı iyi yorumlarsa, sevmenin sevilene itaatle olduğunu idrak ederse, sevgi ve rıza için ibadet eder ve tadını da alır, artık bırakamaz. Bir an gecikse sevgilisinden ayrı kalmış biri gibi koşarak gelir ve ihsan makamında artık Rabb’ini görür gibi ibadet eder. Onu ne ticaret ne evlat ne mal namazdan alıkoyamaz. Bu husus ayettede böylece buyuruldu.

Namaz kılmayanın ayrıca imanının içi de boş olur. Örneğin Kuran’a inandım demek yeterli değildir. Bunun içinin de doldurulması, yani içindeki (kısasa kısasa, mirasta iki pay erkeğe bir pay kadına, hırsızın elinin kesileceğine, sebepsiz ve haksız yere bir müslümanı öldürenin de kısas yoluyla öldürülmesi ve diğer şer’i hükümlere) şu an uygulanmıyor da olsa inanmak, alay etmemek, şimdi bu devirde uygulanır mı? gibi küçümsememek gerekir. Aksi halde kişi kitablara iman etmemiş olur ki bu tehlikelidir.

Şeri hükümler dikkatle incelendiği zaman, zalim yerine sokaktaki masum insanların tümünü korumayı amaç edindiği görülecektir. İlahi kanunlar tabiatta da aynı şekilde değil mi? Akıl mükemmeli bulamaz. Beş duyudan aldığı verilerle deneme yanılma yoluyla bir miktar yol alabilir, ancak kesin sonuç elde edemez. Çünkü göremediği tahmin de edemeyeceği bir çok ilahi gerçekler vardır. Bu yüzden akıl daima vahyin önderliğine muhtactır. Peygamberler ve kitablar onun için gönderilmiştir. Uygulayabildiğimizi uygulamamız, uygulayamadığımıza da keşke uygulanabildeydi diye taraftarlığın belli edilmesi ve bu yönde aktif olarak somut gayret gösterilmesi gerekir.

Namaz kılmayıp Allah’ı seviyorum demek olmaz. Allah’ı sevmek onun emirlerine itaat ile olur. Peygamberi sevmek de öyle. Onun sünnetine yapışmakla olur. Hatta öyle ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın buyrulmuştur. Yani Allah’a giden yol da peygamberden geçmektedir. Peygamberse bütün ömrünü namaza adamıştır adeta. Vefat ederken bile namaz, namaz diye sayıklamıştır. Buna rağmen sadece Cuma namazı kılan ilahi sevgi dolu bazı insanlar da vardır ve onların bu çelişkiyi atlatarak kısa zaman sonra namaza başlamaları umulur. Ve onlar bu sevgileri ile  yıllardır namaz kılan fakat bir türlü mesafe alamamış insanları basıp geçeceklerdir. Cenab-ı Allah’ın aradığı da muhabbettir.

İki türlü iman vardır. Bir kimse hiç bir olağanüstü şeyler görmemiş ve yalnızca Rabbine sakin sakin yine muhabbetle ibadet etmiştir. Bu kişinin imanı değerlidir. Birisi de vardır Allah ona bazı olağanüstü haller göstermiştir ve bununla onu kendisine çekmiş ve iman etmesini istemiştir. Bunun imanı diğerinin ki kadar değerli değildir. Çünkü bir şeyler görmüştür. Sultan Reşat’ın kardeşi biraz deli biraz veli Behlül Dane bir gün sarayın bahçesinde toprak üzerine ev resmi çizer. Sultanın hanımı, yengesi pencereden seslenir. Behlül ne yapıyorsun orada? Behlül cevap verir. Cennette ev yapıyorum. Yengesi : peki onu bana satar mısın? Satarım. Ne istiyorsun. Bir lira. Pencereden bir lirayı atar ve o evi almış olur. O gece Sultan Reşat hanımını cennette bir ev almış görür ve ertesi günü bunu hanımına sorar. O da bunu bana Behlül sattı der. Hemen Behlüle koşar ve bir ev de kendisine vermesini ister. Bu kez fiat farklıdır. 1000 lira ister Behlül. Yengene 1 liraya vermişsin  deyince ona: ama sen gördün der. Aynı rüyayı o da görmüştür. Bu yüzden kulluk, iyilikten ve kötülükten bağımsız olmalıdır. Peygamber efendimiz bütün günahları bağışlandığı halde ayakları şişinceye kadar ibadete devam etmiştir. Kendini cehennemde görüp hiç etkilenmeden namaza devam eden zatlar vardır. Bedir harbinde savaşa rağmen namaz kılınmıştır. İşte namaz hiç bir engel tanımamalıdır.

Oruç tutmada bir gelenekselleşme tehlikesi de var görünüyor. İnsanlar birbirini taklit ederler, bazen de toplumsal baskılar kendini kişide hissettirir. Kişi bunu bazen kendisi de farketmez. İşte bu bir tehlikedir. Bunun önüne geçmek için kişinin oruç için özel bir dua ederek ya rabbi senin rızan için bu ramazan orucumu tutmayı bana nasib eyle demesi, bunu idrakine ısrarla vurması gerekir. Bunu ölçmenin bir yolu da, birisinin onun orucunu (ya da namaz da olabilir) övmesi ve nefsinin bundan hoşlanır olması bir tehlikeyi işaret eder. Halbuki yermek de dahil etkilenmemek, yani övme ve yerme karşısında kayıtsız kalmak temel ölçüdür. Bir kişi bir gün namazda ikinci safta kalmıştır ve birinci safa geçemediği için canının sıkıldığını farkeder. Kendini hemen sorgulayarak “Ben buraya Allah rızası yerine birinci saf için mi geliyorum, sevap ticareti için mi geliyorum” der ve geçmiş iki aylık namazlarını tekrar kılar.

Hayra koşmak gerek fakat bu hayrı sen yapma da ben yapayım demek bile nefsi, yani benliği işaret eder. Bu yüzden hayır yaparken bile nefse dikkat gerekir. Bir veli birisiyle konuşurken yüzünü biraz sert tutmuştur. Daha sonra sorulduğunda birbiriyle gülerek konuşan kişilere gelen rahmetin tamamı ona gitsin diye böyle yaptığını ifade etmiştir.

Sadece teravih için de olsa yine de camiye gelmiş, oruç da tutan kişinin işi Allah havale edilip tatlı bir tavsiyenin dışına çıkılmamalıdır. Artık devir imanı kurtarma devridir.

İslamda Namazın Önemi

Sözlükte, salat =”zikir, dua ve boyun eğmek” anlamlarına gelmektedir. İslam’da namaz, dinin direğidir. O, olmayınca din ayakta durmaz. Rasulüllah (s.a.v.), namazla ilgili “Dinimizin özüdür”‘ şeklinde önemle çok defa hadis-i şeriflerinde namaz konusunda bizi uyarmıştır. Bu uyarılardan bazıları şunlardır: “işin başı İslam, İslam’ın direği namaz, en zirvesi ise Allah yolunda cihaddır.” “İslam’da namaz, bir baş gibidir. Namazı olmayanın dini yoktur.” “Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği şey onun namazıdır. Nama­zı iyi ise diğer amelleri de iyi olur. Namazı bozuk ise diğer amelleri de bo­zuk olur.” Rasulüllah (s.a.v.)’in Dünya’dan ayrılıp ahirete irtihal edeceği zaman son ola­rak ümmetine vasiyet ettiği şey namazdır. Son nefesinde iken şöyle bu­yurdu: “Namaz! Namaz! Bir de emriniz altındaki köleler. Dînden en son kay­bolacak ibadet namazdır. Namaz, zayi oldu mu bütün din zayi olmuş de­mektir.” Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah namazla ilgili şöyle buyuruyor: “(Resulüm) sana vahyedilen Kitab’ı (Kur’anı) oku ve namazı kıl. Mu­hakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı anman ise (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (Ankebut: 45) Cabir bin Abdullah (r.a.)’dan rivayet olunduğuna göre Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu işittim, diyor: “Sizden biriniz kapısı önünden bir nehir akar da ondan günde bes de­fa yıkanırsa, o kimsede kirden bir şey kalır mı? İste beş vakit namaz kılan kimse de bunun gibidir. Allah bu namazlarla onun hatalarını giderir.” Burada aftan maksat küçük günahlardır. Namazın hiç bir şekilde terki uygun görülmemektedir. Yolculukta, korku halinde, hastalıkta… vb. gibi her durumda kılınması gerekir. Kul hakkı hariç diğer günahlar için tevbe edilmesi kaydıyla affolunma ümidi vardır. Ama namaz için aynı şeyleri söylemek zordur. Kişi hasta olduğu zaman ayakta duramıyorsa, oturarak, oturarak da kılamıyorsa uzanarak, daha ağır bir vaziyette ise o hali ile Allah’ı anarak bu ilahi görevi eda etmesi gerekir.

Yaratılışın gayesi namazda şekillenir

Diyanetin bir afişinde görmüştük. Ortada bir ağaç, bu ağacın kökleri imanı, bedeni ibadeti, dallarındaki meyvalar  ise ahlakı gösteriyordu. Şüphesiz bu güzel bir benzetmeydi. Sağlam bir iman, yani kökler sağlam olmadan beden sağlam olamazdı. İşte imandaki sağlamlık kişinin harekete geçmesini yani salih amel dediğimiz uğraşa yönelmesini sağlayan şeydir. Namaz bu yönüyle bir tevhid eylemidir. Zariyat suresi 56. ayette zikredilen “Ben cinleri ve insanları beni tanısınlar ve bana ibadet etsinler diye yarattım” sözünün anlamı, insanın aklı ile kainattaki düzenliliği anlayarak Allah’ın sıfatlarını idrak etmek ve bunun sonucunda da bu üstün ve namütenahi güce boyun eğerek secde, yani ibadet etmektir. Kuran’ın bu noktada önerdiği yöntem “eserden müessire” yani ortada bir eser varsa, bunu yapan da birisinin var olduğu gerçeği. Arabaya binip mühendisini inkar etmemek! İşte yaratılışın asıl gayesi; Allah’ı eserlerinden hareketle sıfatları olarak bulmak ve onun yüceliği karşısında eğilerek ibadet etmektir. Buradan hareketle yaratılışın gayesi namaz olarak şekillenir denilebilir.

Hadislerde namaz; dinin direği, gözün nuru, müminin miracı olarak belirtilir ve onun ulvi niteliği ön plana çıkar. Ancak namazdan beklenen amaç ve faydanın sağlanması için onun “ihsan” makamında kılınması gerekir. “İhsan: Allah’ı görür gibi ibadet etmektir, sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” anlamındadır. İşte insanın büyük bir sevgi ve hürmetle bağlandığı Rabb’inin huzurunda, sanki onu görür gibi bulunmasıdır. Bütün dünya sorunlarından arınmış olarak varılan huzurda insan kendinden geçmelidir. Günlük meşgaleler, uğraştıran ticaret, kadın ve çocukların istek ve sorunları, kişiyi namazda dahi meşgul eder. Bu yüzden para, mal, ve oğullara bir emanet gözüyle bakmayıp, mülkiyet gözüyle bakanın bu dertlerden kurtulması zordur. Buradaki temel sorun, Allah dışında hiç bir şeyin sevgisini kalbe sokmamaktır. Bu da ancak her şeyi emanet görmekle olur. İşte insan bu bilinci kendi kendine  telkin etmelidir. İnsan daima sevdiği şeyin lehine hareket eder. Bir kalbe iki şey sığamıyacağı için bu kez de diğer şeylerin aleyhine hareket eder. Para sevgisi olan, ona kilitlenen bir insan, ticaretinde daima hile yapar, yalan söyler. Halbuki ticaret müslüman için de meşrudur, fakat helal yoldan makul ölçüler içinde hareket etmesi emredilmiştir. Malın kusurunu söyleyerek, sözünde durarak, dürüst bir ticaretle.

 

Bir müslüman ticareti

Bir gün 92 model Şahin olan arabamı satılığa çıkardım. Önce bir soru sordum. Ahmet, bir müslüman olarak ne yapmalı, nasıl hareket etmeliyim ? dedim. Cevap gayet basitti. Arabanın kusurlarını kağıda yazmalıydım.  Öyle de yaptım. “Şafttan ses geliyor, sol ön çamurluk değiştirilmiştir”. Gelen önce yazıyı okuyor, sonra da “enayiye bak her şeyini yazmış” diyordu. Akşama kadar belki 50 defa enayi, keriz olmuştum. Fakat hiç etkilenmedim. O gün arabayı satamadım. Aynı akşam evde televizyon seyrederken bir telefon geldi. Akrabalarımdan biri araba istiyordu. Ona da aynı şeyleri söyleyerek 15 dakikanın içinde arabayı satmıştım. Allah doğruluğumun karşılığını vermişti. Ya o bana enayi, keriz diyenleri ne saymalıydım. Hırsız, üçkağıtçı, sahtekar, yalancı kelimeleri ağır mı olur sizce? Eminim bir çoğu namaz da kılıyordur. Yazık. Müslümanın işi işte böyle. İsterseniz arabanızı çekin, yazın üstüne bir sürü hata ve kulaklarınızı açıp sıfatlarınızı dinleyin…

 

Namaz ve ahlak

İşte namaz, son tahlilde, kişinin hal ve hareketinde, yani ahlakında değişim meydana getirmelidir. Yani namaz tevhidden sonra ahlaka vesiledir. Eğer davranışlarda bir değişiklik meydana getirmiyorsa o zaman namaz doğru kılınmıyordur denilebilir. Doğru kılınan namaz, ayetle sabit olduğu üzere, kişiyi münkerden korur. Fakat bir sürü insan hem namaz kılmakta, hem de ticaretinde ya da günlük hayatında günah işlemeye devam etmektedir. Kişinin ben günah işliyorum diyerek namazı terketmesi de yanlış bir davranış olacaktır. Bu ikilem nefsi emmareden kaynaklanmaktadır. Bundan kurtulmanın yolu ikidir. Birincisi kişinin kendini sürekli kontrol ederek doğru telkinlerde bulunmasıdır. İkincisi ise bir gönül eri rehberliğinde Allah’ı zikirdir. Rehberlik olmadan kişinin kendi başına zikir yapması ise şeytanın müdahalesi ile sonuçlanır.

 

 

Namaz ve zikir

Namaz, hem kıraatiyle, hem duasıyla ve hem de kıyam, ruku ve secdesiyle tam ve mükemmel bir zikirdir. Her canlı ya da cansız Allah’ı zikreder. Ancak onların zikirleri başka başkadır. Peygamber efendimiz sahabiden Eba Zer’e “gel güneşin batışını seyredelim” diyor ve soruyor: “Güneş nereye gitti ya Eba Zer?” “Allah ve Rasulü daha iyi bilir.” Cevap verir: “Güneş, Allah’a secde etmeye gitti”: Yani Allah’ın verdiği görevi yapmaya gidiyor = yörüngeye uyuyor. Adeta bir tavaf. Onun Allah’ı zikri bu. Yasin 40’da “her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler” ayetinde geçen yesbehun’un yüzmektedirler = tesbih etmektedirler, anlamında olması boşuna değildir. Hz. Adem cennette bir nur sutununun etrafında   dönerek Rabbine ibadet ederdi. Dünyaya düşünce uzun bir tevbenin ardından eşi ile Arafat’ta buluştu. Müzdelife ve Mina’dan sonra bugünkü Kabe’nin yerine gelince eşine kavuşturduğu için Rabb’ine teşekkür etmek gerektiği aklına geldi. Cennetteki ibadetini hatırlayarak başladı dönmeye. Ve Rabb’i oraya bundan böyle bir beyt yapmasını emretti. Bugün hacıların Kabe’nin, kelebeğin ışığın, elektronların çekirdeğin, gezegenlerin birbirinin etrafında dönmesi = tavaf  = tesbih = aşkın, muhabbetin, zikrin tecellisi.

Her hayvan Allah’ı zikreder. En az zikri eşek yapar, o da günde 5 000 dir. Zikri biten hayvanın ecelide gelmiştir, bir şey vesile olur ve ölür.

Nefisle ilgili şeylere otomatik bir isteklilik konmuştur. Acıkanın karnı ağrır, işemesi gelen sıkışır v.s. Ancak ruhun isteklerinde otomatik bir çağırıcı yoktur. O, kişinin hür iradesine bırakılmıştır. Tercih edebilmek; isyan ya da itaat. Cennet ve cehennem onun için vardır. Kişi ruhunun ilahi ihtiyacını bilemediği için tebliğ yapanın kişiye bu ihtiyacı hissettirmesi yönünde çaba göstermesi ve önce aklına hitab etmesi gerekir. Zaten bu makalenin yazılış amacı da budur.

Ağaçlar kökleri ile secdede, eşya gölgesi ile secdede, hayvanlar ön ayakları ile rukuda, dağlar dimdik ayakta durarak kıyamda. İnsan ise bu üçünü birlikte yapar = namazda…Yaratılışın gayesi = tanı ve eğil = ibadet. Eserden müessire. Arabaya binip mühendisini inkar etmemek…

Namazda niyet, kıyam, ruku ve secdenin anlamı

Allah insanın her işinde kalbindeki niyetine bakar. Bir hadis-i şerifte “Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize (suretlerinize, şekillerinize) bakmaz, ancak kalplerinizdeki niyete bakar” buyurulmuştur. Niyetin halis olması, kılınan namazın ve yapılan amelin kabul edileceği anlamına gelir. Bu itibarla, kalbi dünyevî bağlardan koparıp ihlâs ve samimiyetle huzura durmak namazın kabul olmasının ön şartlarındandır.

Kıyamın hikmeti: kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek O’na duyduğu saygı ve tazimi ayakta hareketsiz durmak suretiyle göstermesidir. Kıyamın, küfre karşı durmak, islamı savunmak, cihad etmek anlamları da olabilir.

Kıraat dediğimiz Kur’an okumak, bizzat Allah ile konuşmak demektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır, sözüdür. Kur’an ağır ağır manaları tefekkür edilerek okunmalıdır. Zira namazda yapılan tefekkür, namazın dışındakinden daha faziletlidir.

Fatiha’yı idrak gerekir. Kul ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ dediği zaman, Cenâb-ı Hak ona mukabil, ‘Kulum beni andı’ der. Kul, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’  deyince, Allah ‘Kulum bana hamdetti’ buyurur. Kul, ‘Errahmânirrahîm’ dediği zaman, ‘Kulum beni övdü’ der. Kul, ‘Mâliki yevmi’d-dîn’ deyince, Allah  ‘Kulum işini bana havale etti’ der. Kul, “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn dediği zaman, Allah  ‘Bu, kulumla benim aramdadır’ der. Kul, İhdina’s-sırâta’l-müstakim. diyerek sonuna kadar okuduğu zaman, Allah Teâlâ, ‘Bu (kısım), kulum içindir, kuluma istediği verilecektir’ buyurur.”

Rükûda baş ve sırt dümdüz olacak şekilde eğilmek, rükûnun sünnete uygun olan şeklidir. Rükûnun hikmeti, kulun, Allah’ın büyüklüğü karşısında ne kadar âciz ve zelil olduğunu itiraf ederek, huzurunda tevazu ile boyun eğişinin fiilî bir göstergesi olmasıdır. Bu şuurla yapılan rükûnun karşılığı cennet nimetleri ve en önemlisi cennette Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede etmektir.

 

Secde sözlükte, teslimiyet, tevazu içinde yere kapanmak ve yüzü yere sürmek demektir. Bununla beraber secdenin yedi âza üzerine yapılması sünnettir. Hadiste “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlarda, (burunla birlikte) alın, iki el, iki diz ve iki ayaktır” buyurmuştur.

Secdenin bilinen en önemli hikmeti, kulun Allah’ın kendisine verdiği nimetleri düşünüp “Allahüekber” diyerek vücudun en kıymetli organı olan başı ile secdeye kapanmasıdır. Çünkü kul böyle yapmakla hem nimeti verene şükretmiş hem de kötülüğü emreden nefsi ayaklar altına alarak Allah’a yaklaşmış olur. Zira kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır.

Ukbe b. Müslim (r.a.) bir sözünde, “Allah’ın bir kulda en çok beğendiği haslet, kulun Allah’a kavuşma arzusudur. Kulun da Allah’a en yakın olduğu an, onun yaratıcısına secdeye kapandığı andır” demiştir. Secdenin bir diğer önemli hikmeti ise insana topraktan yaratıldığını ve yine toprağa döneceğini hatırlatarak kalbin hastalıklarından olan kibrin belini kırmasıdır.

 

Niçin ibadet Ediyoruz

Râbia el-Adeviyye: “Ben, Allah’a O’ndan korktuğum için ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibinden korktuğu için çalışan hizmetçi gibi olurdum. Ben, O’na cennet sevgisiyle de ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibi kendisine bir şey verince çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Ben, Rabbim’e ancak O’nu sevdiğim ve kendisine kavuşmak istediğim için ibadet ediyorum” demiştir.

Bedîüzzaman Said Nursi de bu konuda, “İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i ilâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz faydasız olur” demiştir.

Aşk eri Hz. Mevlana da bu konuda: Bedenini beslemeye, onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorsun. Ruhunu beslemek için de çalış! Bedenini beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin var, bir mesleğin var. Ruhunu beslemek için de din sanatını öğrenmeye çalış.

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir? Kâinatta hiçbir varlık boş yere yaratılmış değildir. Her varlığın bir yaratılış gayesi ve hikmeti vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede, “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık’ (Sâd 27) “Sizi boşuna, amaçsız yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 115) buyurmaktadır. Amaç; tanımak ve eğilmek=ibadet. Gez, dolaş, ye, iç, fakat bir sahibini, ustasını da düşün, ancak bir gün hesabını da ver…Garson bile yenilen yemeğin hesabını soruyor!?

 

İdarecinin namaz kılması

Sonuç olarak namaz öyle bir ibadettir ki kılınması önce bir tevhid eylemi, kıyam, ruku, ve secde ile şeklin en mükemmel anlamı, ve doğru kılındığında insan davranışlarında yani ahlakta bir iyileşmeyle sonuçlanmalıdır. İşte bu yüzden bir kişiyi anlamak istiyorsanız, onun yalnız namazına bakmanız yetmez. Onun iyi ahlakını da soruşturmalısınız. Siyasette bir kişiyi seçecekseniz kişinin ehil yani işi iyi biliyor olması kadar, ahlakının da iyi olması aranmalıdır. Namaz ise ahlakın içindedir. Yönetici hem ehil olmalı, hem ahlaklı olmalı ve hem de namaz kılıyor olmalıdır.

Her peygamber iktidara talip olmuştur. Hz. Peygamber Mekke’yi fethetmiş ve oranın da devlet başkanı olmuştur. Bu arada Kabe’nin anahtarını almaya giden Hz. Ali’ye anahtarları vermemiş, anahtarların halen anahtarları  elinde bulunduran müşrik olan şahısta bırakmasını istemiştir. Yani bir müşrik de ehilse aktif olmayan bir alanda görev alabilir. Ancak ona “gel beni yönet” denilemez. İslami bir devlette gayrimüslim olup dinle mücadele etmemiş mazbut kişilere aktif olmayan görevler verilebilir. Örneğin bir köprü inşaatında mühendis olarak çalışabilir, fakat ordu komutanı, eğitimci, ya da hakim olamaz. Fatih de bir Macar top ustasına en büyük topları döktürmüştü. Hz. Yusuf rüyasını tabir ettiği krala bolluktan sonra gelecek kıtlığı atlatabilmesi için kendisini Hazine Bakanı tayin etmesini, kendisinin hem işi iyi bildiğini ve hem de dürüst olduğunu bildirmiştir. Yani laik bir sistemde bir müslüman görev alabilir. Bu konuda Mevdudi’nin “Hilafet ve Saltanat” adlı eseri geniş açıklamalar içermektedir. Bakılabilir.

 

Namaz ve adalet

İkili insan ilişkileri yönünden insan yönetiminde aranan en önemli unsur adalettir. Kendisi müslüman olmadığı halde adil olan bir çok adil devlet başkanı ya da krallar vardır. Sultan Reşat’ın kardeşi biraz deli biraz veli Behlül bir gün camide imamın arkasına durur ve imam fatiha’ya başlayıp “elhamdülillahi Rabbil Alemin” der demez imamın ensesine tokadı basar. Yanlış okudun der. İmam tekrar okur, bir tokat daha. Derken zorlukla namaz tamamlanır. İmam hemen sultan Reşat’a şikayete koşar. Sultan Reşat kardeşini ve imamı çağırır. Bir de benim yanımda okuyun bakalım der. Orada da imama bir tokat atar. Sultan Reşat yanlışlık yok deyince, Behlül cevap verir. Doğrusu “Elhamdülillahi Rabbil Müslimin” olmalıydı der. Yani, yalnız “Müslümanların Rabbi”. Sultan Reşat itiraz edince “o halde neden gayrimüslimlerin suyunu ve gıdasını kestin” der. Sultan Reşat gayrimüslimlere kızmış ve onların su ve gıda yardımı almalarını yasaklamıştır. Hatasını anlar ve onlara da adaletli davranması gerektiğini idrak eder. İşte bazı alimlerin ifade ettiği üzere bir devlet küfür üzere ayakta durur, fakat zulüm üzere ayakta durmaz. Haksızlık karşısında, Allah huzurunda kafir ile müslümanın farkı yoktur. Her ikisine de gök kapıları açılır ve duaları doğrudan kabul edilir.

 

Namazı Terketmenin Hükmü

İslama girişte bir insana zorlama yapılamaz. Tebliğ yapılır ancak inanmaya zorlanamaz. Peygamberlerin görevi de tebliğden ibarettir. Hidayet ise ancak Allah’tandır. Bakara Suresinde Ayet-el Kürsi’den sonra gelen “la ikrahe fiddin=dinde zorlama yoktur” ayetinin anlamı budur. Ancak bir kimse İslamı seçmişse namaz kılması zorunludur. Bu konuda mezheb imamları farklı görüşler serdetmiş olmakla beraber hepsi de bir ceza uygulamasından yanadır.

Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî ve fasık olur.

Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik” (Müddessir, 40-43). Riyaya da dikkat etmek gerekir. “Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler” (Mâûn, 4-5). Hz. Peygamber (s.a.s)’de şöyle buyurmuştur: “Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulünün zimmeti kalkar” “Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teâlâ onun kalbine mühür vurur” 

Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr ve fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te’dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir .

Hanefiler dışındaki şafii, maliki ve hanbeli mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted’de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır .

Ubâde b. es-Sâmit’in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar” Ebû Hureyre (r.a)’ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?” Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır”

İbadetler kul hakkına keffaret olur

Peygamber Efendimiz iflas eden bir adamı tarif ederken şöyle buyurdu: Bir adam ki namaz kılmış, oruç tutmuş, zekat vermiş fakat diğer taraftan kimine sövmüş, kiminin parasını gasbetmiş, kimini dövmüştür. Ahirette bu kul hakkı sahipleri sıraya girerler ve her gelen kul hakkı alacağına karşılık bir miktar sevabı alır gider. Öyle ki sevaplar biter fakat alacaklılar bitmez. Bu sefer gelenler sevabı yoksa o zaman benim şu kadarlık günahımı alsın der ve kişi o günahlar sebebiyle cehenneme düşer. Bir hadisi şerifte, bir dirhem gümüş borcu için kişinin 700 kabul edilmiş farz namaz sevabının verileceği bildirilmiştir. Ayrıca peygamber efendimiz borçlu ölenlerin cenaze namazını kılmaktan kaçınırdı. Bu konuda bir gönül eri şöyle diyor: “Tek başınıza kıldığınız namazlar sizi kurtarmaz”. Bu yüzden ya kul hakları konusunda daha hassas olunmalı ya da cemaat sevabıyla 25, 25 sermaye edinilmelidir.

 

 

Namaz ve sorumluluğu

Namaz aleni bir ibadettir. Fakat kimseye bir üstünlük vermez. Zira herkes namaz kılmak zorundadır. Namaz kılıyor olmak, insanlara karşı ortaya çıkmak, bir İslami temsil anlamı taşır. Bu yüzden yapılacak bir hata İslam’a mal edilebilir. Sultan Süleyman zamanında bir adam bir serçenin kanadına basarak kırmıştır. Serçe kuş dilini bilen Hz. Süleyman’a bunu şikayet eder ve mahkeme olunur. Sonuçta adam suçlu bulunur ve kısas yapılarak adamın da kolunun kırılmasına karar verilir. Tam kıyas uygulanacakken serçe der ki; “ben bu adamı uzaktan gelirken görmüştüm, sakalı, cübbesi ve sarığını görünce güvenilir bir adam zannettim ve kaçmadım. Bilseydim böyle olacağını bir ağacın dalına kaçar kurtulurdum. Onun için siz bu adamın kolunu kırmak yerine, en iyisi sakalını kesin ve cübbesiyle sarığını da çıkarın” der. İşte toplumda aleni bir müslüman işareti taşımak, namaz, sakal ya da gümüş yüksük takmak bir sorumluluk ve dikkat gerektirir. Önce günah işlememek, istemeden işlemişse bunu açığa vurarak yayılmasına sebebiyet vermemek ve anlatarak da (ahirete) şahit tutmamak gerekir. Bir kul gece bir günah işlemiştir. Allah da onu affetmiştir. Fakat kişi ertesi günü o günahını başkalarına anlatır ve o günahı tekrar yüklenir.

Dinden menfaat temin etmek de bir başka handikabdır. Konuşurken doğallığı terkederek bazı islami mesajları vermeye çalışarak kendisine ayrıcalık yapılmasını beklemek de aynı anlamı taşır. Devletin fertlere muamelesinde adalette kafir ve müslüman eşittir. İmamı Azam bir gün bir alışveriş için bir dükkana girer. Bir malı ister. Dükkan sahibi merdiveni kurar, açıktan bir bismillah diyerek merdivene çıkar. İmam hemen orayı terkeder. Arkadan koşan dükkan sahibine “sen açıktan besmele çekmekle, “bak ben güvenilir, müslüman bir insanım” diyerek dini ticaretine alet ettin” der.

Uzun lafın kısası İslam hem zor hem kolaydır. İlim ve İhlaslı olunduğu sürece her şey kolaylaşır ve istenen fayda sağlanır. Sağlam bir iman, salih amelden daha önemlidir ve bu yüzden önce  zikredilmiştir. Salih amelinizdeki bir eksiklik, örneğin yukarıda belirtildiği gibi, farz namazdaki bir eksiklik sünnetlerle tamamlanabilir veya Allah Teala şirk dışında bütün günahları affedebileceğini bildirmiştir, affolunabilir. Fakat imanda bir sakatlık olursa affedilecek olan şey nedir? Bu yüzden imanın sağlam olmasına daha çok önem verilmelidir. İlim; (OKUMAK; Maddi ilimler Allah’ın sünneti olarak okunmalıdır: Sünnetullah. Allah unutularak okunursa materyalizm ile sonuçlanır. İnkara gider. Manevi ilimler okunurken de tek yönlü kalınırsa taassubla sonuçlanır ve İslama da zarar verir. Manevi ilimler, maddi ilimlerle birlikte matemetik, fizik, kimya, astronomi edebiyat ile birlikte okunmalıdır. Denge o zaman bulunur. Müctehid imamlar hem maddi ilimleri hem de manevi ilimleri birlikte tahsil ederlerdi. Kuran’da her şey var. İnsanın yaratılışı, evrenin yaratılışı, toplumsal olaylar, özel hukuk ve kamu hukuku v.s.) ve tefekkür (yaratılışı ve hikmetlerini düşünmek, bu konuda bilim teknik dergilerini takip etmek güzel olur.), her daim Allah’ı hatırlamak (halk içinde Hak ile-işlerinizi aksatmadan, sessizce, içinizden, biraz la ilahe illallah, Allah, elhamdülillah, yolda giderken salavat, otobüste giderken boş durmamak, ezberleriniz, yer değişikliğinde o yerin size hayırlı olması için ayetel kürsi v.s.  Sağlam mümin her yerde kendini belli eder ve etkiler. Günde kılınan beş vakit namaz da imanın güçlenmesine yardım eder. Namaz imanı besler. Onun suyu gibidir. Namaz kılmayanın küfürle arasında perde kalmaz. Yani namaz küfre de perdedir. Hadislerde: “Kişi ile küfür arasında, namazı terketmek vardır.” “Bizimle kafirler arasındaki ahd, namazdır. Kim namazı terkederse kâfir olmuştur.” “Namaza devam eden kimse için kıyamet gününde namaz bir nur, bir delil ve bir kurtuluştur. Namaza devam etmeyen kimseler için namaz bir delil ve kurtuluş değildir. Ve o kimse kıyamet gününde Karun, Firavun, Hâmân ve Uheyy bin Halef ile beraber olacaktır” buyurulmuştur. Namazı bilerek terkedenin ahirette küfür önderleriyle beraber olması, o kimsenin küfür üzerinde olduğunu gösterir.

NAMAZ VE SONUÇ

Sonuç olarak namaz olmadan yaşamak, susuz bir ağacın yaşaması gibidir. Namaz iman ağacının suyudur. O olmazsa iman da zayıflar ve kişi küfürle komşu olur. Namazı bir zamanın ihyası olarak görerek – nitekim bütün namazlar belli vakitlerde farz kılınmıştır – değişik nafile vakitlerine de yaymak – gece, kuşluk, ebvabin gibi – az ama devamlı kılmak güzel olur. Namazı tavsiye ederken kolayından örneğin; yalnızca farzlarla başlatmak, hatta günde bir vakitle başlamasını tavsiye ederek geri kalanını kendisinin utanç duyarak beşe çıkarmasını beklemek uygun olabilir. Üç sene çocuklarıma yalnız akşam namazı kıldırmıştım. Daha sonraları kendileri 2, 3 vakit, ve derken 5 vakite çıkardılar. Ayette, aile fertlerine aile reisinin namazı emretmesi emredilirken bunun üçüncü şahıslara sadece tavsiye olarak anlaşılması uygun ve gereklidir. Aksi halde ters etki yapar kişiyi dinden soğutur. Önce Allah’ın nimetlerinden verdiği sağlık ve sıhhatten bahsederek, bunun teşekkürü gerektiğinden sözetmek, bunun da namazla olabileceğini bildirmek, daha sonrasında ise gençse biraz ahiretteki cezasından da bahsetmek, yaşlıysa sevap ve ümidini artırmak yararlı olur. Çünkü namaz istenirse kılınıp, istenirse terkedilecek bir şey olmayıp Kuran’da 70 yerde geçen bir emirdir. İslamın şartıdır. Bir adam cemaate geç kalmıştır. Geldiğinde cemaati çıkarken görür ve şöyle bir ah! çeker. Bunu duyan bir alim zat ona: “sen o ahının sevabını bana ver, ben de kıldığım namazın sevabını sana vereyim” der…Müslümana en çok düşmanlık edenlerin yahudiler olduğu unutulmamalı. Bu konuda onlar şöyle söylüyor: “Biz şimdi sizden korkmuyoruz. Ne zaman ki beş vakit namazınızı Cuma ve Bayram namazı gibi kılarsınız, işte o zaman sizden korkabiliriz.”

Canab-ı Hak kıyamete kadar iman ile küfrün çarpışmasını murad etti. İlla ki küfre yakın olanlar, onların kılıcını sallayanlar, müslümana eziyet edecek, zulmedecek, dışlayacak, tıyniyetinin gerektirdiği her şeyi yapacak. Müslüman da bazen sabrederek, bazen karşı çıkarak, gerektiğinde aynı silahları kullanarak, öncelikle kalemle, basınıyla, ifade ederek, demokraside parçalanmadan birlik beraberlik içinde ehil, dürüst ve namaz kılan, kendinden saydığı büyük birlikteliklere parçalanmadan oy kullanarak, mücadeleden yılmadan gayret gösterecek. Bu onun imanının da bir sağlamlık göstergesi olacak ve cihad hanesine yazılacak. Allah deneyecek ve çürük elmaları açığa çıkaracak. Bunda alimlerin haksızlığa karşı cesareti (emri bil mağruf nehyi anil münkeri onlar yapacak), zenginlerin fakirleri gözetmede cömertliği, ve idarecilerin adaleti belirleyici olacak. Halk da; müslüman, dürüst, ehil ve namaz kılanların peşinden onlara uyacak, kendinden olanlara itaat edecek. Adaletten idare ayrılırsa, hata ederse, iman seviyesine göre, önce alimler, emri bil mağruf nehyi anil münker yaparak idareyi cesaretle uyaracak, halk da gördüğü aksaklıkları düzeltilmesi için sözle veya yazı ile idareyi uyaracak, hiç birine de gücü yetmiyorsa, yani imanı da zayıfsa, içinden de olsa bir buğuz edecek. Yani haksızlığa kalben de olsa rıza göstermeyecek.

Fakat öyle bir noktaya getirildik ki, müslüman kitaba iman ettiğini söylüyor fakat “o eski şeyler artık bu devirde uygulanmaz” diyebiliyor. İşte namazını kılıyorsun ya bu sana yeter diyor. Dini vicdana hapsetmiş, onu hukukta  ya da  muamelatta düşünemiyor bile. Allah’ın kitabındaki hükümlerine inanmadığı için gerçekte imanı yok. Fakat dinle mücadele edenler onu öyle bir noktaya getirdi ki, ben müslümanım fakat şeriat istemem, veya irtica bir tehlikedir diyebiliyor. Kimse doğrudan ibadeti ve islam kelimesini hedef almıyor fakat bunun yerine şeriat, irtica gibi değişik kavramlar üzerinden nefret duyguları körükleniyor. Bunu düzeltmek yine müslüman kalemlere düşüyor. Ama şimdilik böyle düşünen bir müslümanla nereye gidilebilir ki? Dininden haberi yok, kaldı ki cihad edecek.

İşte dosdoğru namaz kılmayanın, imanının içini doldurmayanların, ulvi bilince ulaşamayanların bu cihadı yapması zor..

İnsana namaza olan ihtiyacını hissettirmek gerekiyor…

———————————————-

 

Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..

 

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.

 

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KURAN’IN PEYGAMBERİ

Konuşmacı heyecanlı bir ses tonuyla tezini sunuyordu:

“Allahımız bir!

Kitabımız bir!

Peygamberimiz bir!”

İşte tam burada durmuştum. Bu duruş hayli uzun sürdü. Üzerinden yedi yıl geçti. Elinizde tuttuğunuz bu kitap, işte bu duruşun hasılatıdır. İncitmeden bırakıyorum akleden kalbinizin nazik kollarına…

***

O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Peygamberimiz bir!..” Bu ne güzel temenni; fakat yaşanan gerçeğe tekabül ediyor mu? Bu temenninin aktüel karşılığı var mı? Sahi, bir mi Peygamberimiz?

Sorular bunlarla sınırlı değildi: Müslümanların tümü aynı peygambere mi inanıyorlardı? Farz-ı muhal, inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse, “Peygamberimiz bir!” diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel alabilmek için saçma sakalına hücum edenlerin yüzdesi, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne kadar olurdu?

Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi? Yoksa, “benim zihnimde oluşturduğum imaj aslından daha iyi” deyip gerçeğine sırt mı dönerlerdi? Peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi, taşlayanlar da çıkar mıydı?

Her şey için geçerlidir: Bir şeyin gerçeği kaybolunca, imajı oluşturulur. Oluşturulan imaja “tasavvur” denir. Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber…

Ya da “vahiy postacısı”?

Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber… Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.

İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu: Hayattan dışlamak… Ne ki, birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi indirgeme adına gerçekleştiriyor.

Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı ilâh hâline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayarak öldüren, iftira eden, onları kovalayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.

Şu bir gerçek ki, bir peygamber iki tür yaşar: Birincisi fizikî varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir: Birincisi fizikî varlığını ortadan kaldırarak, ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak.

Eğer peygamberin fizikî varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa, o gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Fakat, eğer ortadan kaldırılan misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ve öldürülmüş demektir.

Birincisini genellikle peygamber düşmanları yapar, fakat ikincisini peygambere dost olduğunu söyleyenler yaparlar. Bu nasıl dostluktur ki, dost oldukları peygambere onun düşmanlarından daha beter fenalık ederler?!

“Uhud’a vardığımızda … Efendi dedi ki: “Sizden, Rasulullah Efendimizin gezip dolaştığı bu mekânda sol ellerinizi gizlemenizi rica ediyorum. ” Kendisi, gömleğinin tek düğmesini çözerek elini göğsünde sakladı, bizler de öyle yaptık.”

Yıllar önce bu hatırasını bana anlatan muhatabımı, akliyyet sahibi, kelimenin gerçek anlamında okuyan okutan biri olarak biliyordum. “Çok büyük bir zatın hem irşad hem soyca varisi” olarak nitelediği kişinin söz konusu davranışından öylesine etkilenmişti ki, kendisine, Medine’de ikamet ettiğini bildiğim rehberinin sol elini Peygamber Mescidi’nde nereye koyduğunu, Rasulullah’ın makberinin hemen yanı başında namaz kılanların bu tür bir “edeb”i uygulamaları durumunda manzaranın nasıl bir hâl alacağını, böyle bir ‘saygı’ türünün eğer yaşasaydı bizzat Hz. Peygamber tarafından nasıl karşılanacağını, böylesi bir edep ve saygı tanımının nasıl bir Peygamber tasavvurundan kaynaklandığını, bu tasavvurun hangi sorumlulukların üzerini örtüp hangi zaafları öne çıkardığını soramadım.

Mesele, sadece “Sol elimizi ne yapmalı?” meselesi değildi.

Mesele, sadece ‘seçkin’ ve sınırlı bir grubu ilgilendiren bir mesele de değildi.

Mesele, çok daha derinlerde yatan “peygamber tasavvuru” ve “müslüman aklı”yla ilgiliydi. Ümmet-i Muhammed’i ilgilendiriyordu ve varlığı, hayatı, insanı, kutsalı ve dini nasıl okuduğumuzun da bir göstergesiydi. Daha doğrusu, başta peygamberlik kurumu olmak üzere, Müslümanların kendi değerlerini ve inanç sistemlerini anlama ve anlamlandırma konusunda ciddî bir krizle yüz yüze olduklarının sayısız örneklerinden sadece biriydi bu.

Tüm peygamberlerin gönderiliş amacı, insanın kendisini, çevresini, hayatı, varlığı ve Allah’ı doğru anlamasını sağlamaktır. O yüzden peygamberler, hep anlamın kaybolduğu, ortalığı yanlış anlamanın kapladığı bir zaman ve zeminde gelmişlerdir. Kendisini, çevresini, hayatı, varlığı ve Allah’ı yanlış anlayan, bunun sonucunda da hayatın anlamını kaybeden insanlığa doğru anlamanın en kalıcı yöntemini bizzat yaşayarak göstermişlerdir.

İnsanlığa rahmet pınarı olarak gönderilen son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselamın evrensel misyonu da budur.

Fakat, işte tam da bu noktada korkunç bir anlama problemiyle yüz-yüze gelinmiştir. Gönderiliş amacı “doğru anlamayı” temin olan Hz. Peygamber ve onun temsilcisi olduğu peygamberlik kurumu, bizzat “yanlış anlamanın” konusu olup çıkmıştır. Sorunu karmaşıklaşman ve krize dönüştüren de burasıdır.

Peygamber sayesinde anlama sorununu çözmesi ve hayatı tekrar anlamlandırması gerekenler, bizzat peygamberin kendisini yanlış anlamışlarsa, ne yapacaklardı? Nitekim öyle de olmuştur. İşte elinizdeki kitap, Müslümanların peygamberlik kurumuna ve Hz. Peygamber’in misyonuna ilişkin anlama sorununu irdelemektedir.

Kitabın adı, kitabı oluşturan üç ana konuya bir atıftır:

  1. Aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru.
  2. İndirgemeci peygamber tasavvuru.
  3. Kur’an’ın peygamberi.

 

Bu ana başlıklardan da anlaşılacağı gibi kitap, ikisi de birbirinin zıddı fakat ikisi de bir anlama probleminin sonucu olan iki peygamber tasavvurunu, Kur’an’ın tanıttığı peygambere arz etmektedir.

Kur’an’a arz edilen bu tasavvurlardan birincisini işlerken, önce genel manada anlama sorunu üzerinde durduk. Sonra bu sorunu peygamber tasavvuru özelinde ele aldık. Aşırı yüceltmeci peygamber tasavvurunun tarihsel köklerini, psikolojik ve sosyolojik arka planını, “cahilî-bedevî Arap aklı” ekseninde tahlil etmeye çalıştık.

Peygamberlik kurumuna ilişkin tarihteki en tipik anlama problemi Hz. İsa örneğinde yaşanmıştı. Hz. İsa’nın peygamberlik misyonunun, Pavlus ve kurduğu Kilise tarafından nasıl bir anlama problemine kurban edildiğini ayrıntılı olarak ele aldık. Çünkü bu tarihsel sapma, Müslümanların gözünün önündeki bir ibret vesikasıydı. Bu vesikada “İnsanoğlu İsa”nın “Tanrı oğlu” ve “Tanrı” olarak kurgulanış süreci okunuyordu. Gerçekte olan, İsa Peygamber hakikatinin Tanrı İsa imajında çarmıha gerilmesiydi.

Daha sonra, Müslümanların Hıristiyanlaşması anlamına gelen eğilimin tarihsel köklerini bulmaya çalıştık. Hz. Peygamber’i anlama noktasında istikamet ve sapma açılarını doğru tesbit edebilmek için, müslüman aklının aktığı iki yatağı iyi tanımak gerekiyordu. Bunun için anahtar işlevi gören kavram çiftleri kullandık: Makul ve mahsus, logos ve mitos ya da gerçek ve efsane gibi.

Gerçek peygamber bilincinin, kurgusal peygamber tasavvuruna dönüşmesiyle, doğal olarak muazzam bir edebiyat oluşmuştu. Aşırı yüceltmeci tasavvurdan beslenen ve onu besleyip büyüten bu edebiyatın içerisinden iki örneği ele aldık: Kadı lyaz’ın eş-Şifa ve Süyuti’nin el-Hasaisu’l-Kübra isimli eserleri. Nisbeten ayrıntılı bir tahlile tâbi tuttuğumuz bu eserler, güncel aşırı yüceltmeciliğin altyapısını oluşturan eserlerdi. Bu eserlerden yaptığımız alıntılarla müslüman kitlelerin peygamber tasavvu­ru karşılaştırıldığında, bu eserlerin aktüel değeri ve peygamber tasavvuru­nun oluşmasındaki inkâr edilemez rolü daha bir anlaşılmış olacaktır.

Bu kitapta ele aldığımız ikinci tasavvur, indirgemeci peygamber anlayışıdır. Bu anlayış, yukarıdakinin tam zıddına, Hz. Peygamber’in peygamberliğini sırf “haberciliğe” indirgemek isteyen bir yaklaşımdır. Onun örneklik misyonunu görmezden gelen ya da hafife alan bu anlayışın çağımızdaki en tipik temsilcileri, Hind Kur’aniyyun akımı olmuştur. Sünneti ve hadisi tümüyle reddeden, yaklaşımlarını peygambersiz bir Kur’an tasarımına kadar götüren bu anlayış, bu yüzyılın ilk yarısında Hindistan müslümanları arasında ciddî bir taraftar kitlesi kazanmış, âdeta fırtınalar estirmiştir.

“Kur’an, sadece Kur’an!” sloganıyla çıkan Hind Kur’ancılık akımının hemen hepsi de dönemlerinin en önde gelen âlim ve müfessirlerinden oluşan önderleri, çok geçmeden kendi kadrolarını ve cemaatlerini oluşturmuşlar ve birbirinden farklı ekoller hâlini almışlardır. Hind Kur’aniyyun akımını oluşturan farklı ekolleri, hem birbirine karşı hem de müslüman cemaatin kendileri dışında kalan büyük bölümüne karşı ilk kez krize sokan konu “namaz” olmuştur. Hind Kur’aniyyun akımını oluşturan fraksiyonların her biri, kendilerine özgü “sünnetsiz namaz” yöntemleri geliştirmeye kalkışmışlar, fakat Alt Kıta’yı kısa zamanda etkisi altına alan hareket, namaz konusunda girdiği krizden çıkamayarak, yükseldiği hızla düşüşe geçmiştir. İndirgemeci Peygamber Tasavvura bölümünde, müslümanların bu yüzyılda yaşadığı işte bu ilginç tecrübeyi ayrıntılı olarak işlemeye çalıştık.

Bunun ardından üç İslâmî disiplinin üç ayrı peygamber anlayışına yer verdik: Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları kodlamacı ve formel peygamber anlayışı ve Mistisizm’in, Peygamber’i âdeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-ı Muhammedi” felsefesine dayalı irfanı peygamber anlayışı…

Bu iki tasavvur, birbiriyle taban tabana zıt yaklaşımlardı. Fakat, bu zıtlığa rağmen garip bir biçimde birbirine benziyorlardı. Çünkü ikisi de bir anlama probleminin ürünüydüler. Bu iki eğilim de yanlış anlamaya dayanıyorlardı. Bu bakımdan ikisi de sapma açısını temsil ediyorlardı. Hz. Peygamber’i anlama konusunda bir sapma açısından söz edebilmek için, bir istikamet açısının olması gerekliydi. İşte kitabın son bölümü ilk iki bölümündeki tasavvurları kendisine arz edeceğimiz gerçek bilinci işliyordu: Kur’an’ın Peygamberi

Neden Kur’an’ın Peygamberi?..

Çünkü biz Kur’an’ı Peygamberle tanımıştık. Kur’an’ı Peygamber’i gözardı ederek anlamaya çalışmanın, kaçınılmaz bir biçimde anlama sorununa yol açacağını söylemiştik. Aynı ısrarla diyoruz ki: Peygamber’i tanıyacağımız en sahih, en birincil ve en çaplı kaynak Kur’an’dır. Nasıl ki Kur’an’ı peygambersiz anlamaya çalışmak anlama sorununa yol açıyorsa, Peygamber’i Kur’ansız anlamaya çalışmak da aynı soruna yol açacaktır.

Kur’an’ın Peygamberi ana başlığı altında, Kur’an’ı referans alarak Hz. Peygamber için vahyin çerçevesini belirlediği Nitelikler, Görevler ve Talimatlar’ı tek tek tesbit etmeye çalıştık. Bunun bizim için çok farklı bir önemi daha vardı: Hz. Peygamber’in şahsında, vahyin bir insanın kişiliğini nasıl inşa ettiğini öğrenmek. İşte bu motif, bu bölümün tamamının eksenini teşkil eden en belirgin unsurdur.

Kitabın referans çerçevesi içinde yer alan başat unsurlardan biri, sünnet ve hadis edebiyatıdır. Önemli ya da kritik bulduğumuz kimi metinleri, çevirisinin yanında vermeyi uygun bulduk. Hadis kaynaklarına başvururken, yer yer çift nüsha kullanmak zorunda kaldık. Bunlardan biri her zaman olduğu gibi basılı eserler, diğeri de artık ilim hayatımızın kaçınılmaz bir parçası olan CD’ler idi. Eğer çift nüsha kullanmak zorunda kalmışsak, kaynakçada ikisine ait bilgilere de yer verdik.

Bu kitabı kaleme almaktaki amacımız, Hz. Peygamber’in ebedî risaletinin doğru anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. Bunun için yapılması gereken ilk iş, mevcut peygamber anlayışlarını Kur’an ekseninde sorgulamaktı. Bu sorgulama yapıldığında ortaya çıkan manzara, ne yazık ki hiç de iç açıcı görünmüyor. Zaten bu gerçek, ona ümmet olma iddiasındaki dev bir kitlenin mevcut hâlinden de anlaşılabilir.

O, tarihin ender şahit olduğu insanlık hamlelerinden birini gerçekleştirmişti. Onun misyonunu sürdürme yükümlülüğü ise, İslâm Ümmeti’ne ait bir yükümlülüktü. Fakat İslâm Ümmeti, mevcut durumuyla bu sorumluluktan ne kadar da uzak görünmektedir! Bu tür çabaların, bu uzaklığı bir nebze de olsa gidermeye yardımcı olması, en büyük temennimizdir.

Ele aldığımız konunun, nazik ve netameli bir konu olduğunu biliyoruz. Bu nedenledir ki, eseri kaleme alırken en çok zorlandığımız husus, üslûp ve dil meselesi olmuştur. Böylesine hassas bir konuyu işlerken ne kadar titiz ve dikkatli olmaya çalışsak da, üslûbumuz ya da kullandığımız dil bir kısım okuyucuya yabancı gelebilir. Herkese, “cama” değil “camdan” bakmalarını teklif etmekten başka ne yapabiliriz ki!

Kul kusursuz, insan ürünü hatasız olmaz. Bu eserin daha da güzelleşmesi için ilim ve hikmet ehli her okurun yapacağı katkı, bu satırların sahibi tarafından bir teşekkür olarak algılanacaktır.

Hiçbir çabayı karşılıksız bırakmayacak olan Allah’tır. O hâlde tüm hamd ve senamız da O’na yönelik olacaktır. Hiç kuşku yok ki, bu kitabın yazılış vesilesi O’nun Elçisi, bizim sevgili Peygamberimiz’dir. Kur’an, “Allah ve meleklerinin ona salât ettiklerini” ifade etmekte ve müminlere de ona “salât etmeyi” emretmektedir.

Bu emir, bir fiili yapma emridir. Ben de ona salâtımı fiilî olarak yapmak isterdim. Bu isteğimin “kitap suretinde” gerçekleşmiş olması, benim için büyük bahtiyarlıktır. Bu fiilî salâtımın, onun ruhunu şad etmesi, en büyük dileğimdir.

  SONUÇ

Her din, kurucusu sayılan kişilerin adıyla anılır. Budizm, Maniheizm gibi. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın tabileri de, onların getirdiği mesajdan uzaklaştıktan sonra Musevi/Yahudi ve İsevi adını almışlardır. Oysa ki onlar da, her peygamber gibi İslamın peygamberi idiler ve takipçilerini İslâm’a (Allah’a teslimiyet yoluna) çağırmışlardı.

Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedi denilemez. Çünkü, Hz. Peygamber İslâm’ın mucidi ve kurucusu değildir. O, tüm peygamberlerin tebliğ ettiği ortak dinin son peygamberidir. Onun aracılığıyla insanlığa gönderilen Kur’an mesajı ise, tüm peygamberlere gelen İslâm vahyinin zirvesidir.

Onun tebliğ ettiği dinin adını, Hz. Peygamber’in kendisi değil vahiy koymuştur: İslâm. Zaten, Kur’an’a göre Allah katında tüm zamanlarda ve mekanlarda tek makbul din vardır, o da “İslâm”dır. (3.19) Bu dine inananlar da bu nedenle “müslüman” diye isimlendirilmişlerdir. (22.78) Kur’an, Hz. İbrahim’i de işte bu yaklaşımla “müslüman” olarak isimlendirir. (3.67) Yine Kur’an’a göre Hz. Nuh (10.72), Hz. Yusuf (12.101), Hz. Musa’ya iman eden sihirbazlar (7.126), Hz. İsa’nın havarileri (5.111), hep müslümandırlar.

İslâm, hiçbir kişiye, zümreye, kültüre, medeniyete indirgenemeyecek olan, bir evrensel değerler sistemidir. Kur’an mesajının evrensel olabilmesi de İslâm’ın bu özelliğine bağlıdır. Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez. Öyleyken, insanlığın evrensel değişmez değerlerini temsil eden İslâm Arap İslâmı, Türk İslâmı gibi adlarla bir ırka, bölgeye, kavme, kabileye, kültüre ve geleneğe nasıl indirgenebilir? Eğer bir isme indirgenmesi mümkün olsaydı, o kendisini mükemmel bir biçimde tebliğ ve temsil eden son peygamberinin ismine indirgenirdi.

Kur’an’ın tebliğ ettiği İslâm’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlışsa, o mesajı Hz. Muhammed’siz algılamak da en az o kadar yanlıştır. İslâm’ı, İslâm’ın teorik kaynağı olan Kur’an’a indirgeyerek pratik kaynağından mahrum bırakmaya kalkmak, aslında İslâm’ın hayat damarlarını koparmakla eş anlamlıdır. Çünkü bu, İslâm’ın geleneğini yok etmeye kalkışmaktır. Peygamberi geleneği toptan yok edilmiş bir İslâm öğretisi, geleceği inşa iddiasını yitirmiş demektir.

Kur’an vahyi, neden sık sık İslâm’ın Hz. Peygamberle başlamadığı mesajını verme gereğini duyuyordu? Elbette vahyin zirvesi olan Kur’an ile peygamberlerin zirvesi olan Hz. Muhammed’i kendisinden önceki gelenekle buluşturmak ve kaynaştırmak için. Kur’an bu tavrıyla, İslâm’ın evrensel geleceğini, onun insanlıkla yaşıt geleneği üzerine inşa ediyordu. Bugün, Hz. Peygamber’i ve onun sünnet ve hadisleriyle inşa edilmiş muazzam bir geleneği Kur’an adına yok saymak ne garip çelişki! Kur’an’ın yöntemini uygulamak yerine, onu hayata dönüştüren nebevi birikimi Kur’an adına toptan yok saymak kişiyi Kur’anlı yapmıyor, olsa olsa “Kur’an’cı” yapıyor.

Kur’an’lı olmak için, Kur’an’ı doğru anlamak şarttır. Onu doğru anlamak, onu en güzel anlayanların başında gelen Hz. Peygamber’in beyanına sırt dönerek nasıl mümkün olabilir? Bu açıdan, Musa Carullah üstadımızın Kitabu’s-Sünne’de yaptığı şu tesbit ne kadar hoştur: “Biz samimiyetle inanıyor ve gerçek anlamda diyoruz ki; bize Allah’ın kitabı yeter ve Kur’an-ı Kerim bütün ümmet için yeterlidir. Biz ne Kur’an-ı Kerim’i her hangi bir şeyle değiştirmek ne de onun yerine bir şey koymak isteriz. (Sünneti kabul etmekle bütün isteğimiz) Kur’an’ı bizden daha iyi bilene tabi olmaktır. Kur’an’ı en iyi bilenlerin başında da Rasul-i Kerim (sav) gelmektedir.” (s.17)

İslamı sünnetsiz, bir bakıma geleneksiz bırakmanın en kesin sonucu onu hayatsız bırakmaktır. Çünkü geleneği olmayan bir inanç sistemi, geleceği yeniden inşa iddiasını kaybetmiş demektir. Oryantalizmi sünnet ve hadise karşı, böylesine iştahla savaş açmaya itekleyen neden bu olmalıdır.

Onlar bu sınırda da kalmamışlardır. Sünnet ve hadis birikimini toptan mahkum ettikten sonra sıra Hz. Peygamber’in şahsına gelmiştir. Çünkü sünnet ve hadis Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardandı. O sütunları parçalamak, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini manevi şahsiyetinden mahrum etmek anlamına geliyordu. İşte buna kani olduktan sonra, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliği, oryantalizmin saldırı hedefi haline geldi.

Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini hedef alan oryantalist çalışmalar içerisinde William Muir’in The Life of Muhammed, Dr. Dozy’nin History of İslam ve İtalyan kardinal Leon Caetani’nin Annali del İslam adlı eserlerini sayabiliriz. Dozy’nin kitabı Abdullah Cevdet tarafından, Caetani’ninki ise Hüseyin Cahid Yalçın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Cumhuriyet’in ilk nesillerinin peygamber tasavvurunu, örtülü ya da açık devlet desteğiyle yayımlanan bu yanlı ve garezkar çeviriler oluşturmuştur. İşte bu nedenledir ki, sözkonusu nesillerin Hz. Peygamber’e bakış açısı, kinci bir oryantalistin bakış açısından farklı olmamıştır. Türkiye’deki din-devlet ilişkilerinin üzerine inşa edildiği bu bakış açısı, resmi din politikalarını belirleyici bir etken olmuştur.

Günümüze kadar örtülü ya da açık olarak sürdürülen resmi Türk İslamı projesi, aslında indirgemeciliğin başka hiçbir yerdeki tezahürüyle kıyaslanmayacak çok özel bir biçimidir. Dinin kamusal alandan tümüyle çekilip hayatı inşa iddialarından vazgeçmesini isteyen militan laiklik anlayışı, her fırsatta “peygambersiz” bir din düşlediğini dile getirmekten çekinmemiştir.

Bu örnek, Hz. Peygamber’in misyonunu zayıflatan her tavrın, gerçekte hangi tür projelere dolaylı destek anlamına geldiğinin ilginç bir göstergesidir. Böylesi bir yanlışa karşı durmanın yolu, sünnetçilik-hadisçilik diye adlandırdığımız bir başka yanlış anlamaya sarılmak değildir. Aksine, yüzyıllar içerisinde oluşan geleneğin zararlı ya da yararsız unsurlardan arındırılması için seçici davranarak çürükleri kendi elimizle ayıklamaktır. Asıl o zaman doğru bir peygamber anlayışına ulaşabiliriz.

Ne ki bunu yapabilmek için, doğru ölçülere ihtiyacımız vardır. İşte o ölçüleri bize Kur’an vermektedir. O halde yanlış anlamaya dayalı peygamber anlayışlarını tashih etmenin en sağlıklı yolu Kur’an’ın Peygamberi’ni tanımaktan geçmektedir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İLK İSLAM DEVLETİNİN KURULUŞU

CEMAATİN TEŞKİLÂTLANMASI; Medine Halkı:

186 Mekke’li ailenin hukuki bir karar ile bir o kadar sayıda Medine’li aile içerisine dahil edilmesini gördük. Hicret’in başında İslâmiyeti kabul eden aile reisi sayısı dört yüz civarında ise, Müslümanların sayısı çok daha fazla olmalıdır. O halde Buhârî’nin[1] naklettiği şu hadîsin bu devre ait olduğunu söyliyebiliriz: «Huzeyfe’nin rivayet ettiğine göre bir gün Hz. Peygamber (S.A.S.) bize dedi ki: İslâmiyeti kabul edenlerin isimlerini bana yazınız. Biz ona bin beş yüz kişinin ismini yazdık.»

Bu ilk İslâmi nüfus sayımında kaydedilen 1500 müslümandan başka, Medine’de, henüz müslüman olmamış arap kabileleri vardı, bundan başka da hemen hemen Araplar kadar Musevi vardı, şu halde Medine’de Hicret’in birinci yılında on bin kişilik bir insan kütlesiyle karşı karşıyayız.

Dahili Münasebetler:

Evs ve Hazreç iki kardeş idi; onların nesilleri ise, Medine’de birbirine rakip iki kabile teşkil etmiştir. Hicretten hemen önce vuku bulan Buas harbi bir kardeş kavgasıdır, Hazreçliler meydan muharebesini kazanmışlardı ve şehrin Musevi halkı ile ittifak halinde idiler[2]. Daha önce zikretmiş olduğumuz gibi, Evs kabilesini Mekke’lilerle ittifak aramaya sevkeden şüphesiz bir kuvvet muvazenesizliğidir, iki kabilenin de hikmetli şahsiyetleri bu kardeş kavgasında bıkmışlardı[3]. Aşikârdır ki, Hz. Muhammed (S.A.S.) gibi bir yabancının hepsine reis olarak muvaffak olma şansı daha fazladır. Hicretten önce, Hazreçliler bir kral seçmek için karar vermişlerdi ve filhakika, Medine’li sanatkârlar, Hz. Peygamber’in Medine’ye avdetinde, Abdullah ibn Übey ibri Selül’ün giyeceği bir tacı yapmak için sipariş almışlardı[4]. Hazreçli bir kral Evsliler için şayanı kabul değildi. Muhtemelen Museviler için de durum aynı idi. İslâmiyet Hazreç’lilerin tasavvurunun takibine mani oldu, tabiatiyle tayin1 edilen kral buna çok üzüldü. Abdullah ibn Übey’in münafıklığının ve bundan sonra Müslümanları bir çok defalar sıkıntıya sokmasının sebeplerini burada aramalıdır.

Musevi’lere gelince, başlıca üç kabileye ayrılmışlardı: Kaynukâ’, Benu Nadîr ve Benu Kureyza. Birincisi Hazreçlilerle, sonuncusu Evs’lilerle ittifak halinde idi[5]. Bazı Musevi’lerin bir arap kabilesi ile, diğerlerinin birinciye düşman başka bir arap kabilesi ile ittifak akdettiklerine göre Musevi’ler arasında da iç harpler olmalıdır. Kelimelerin etimolojik manasına göre Kaynukâ kuyumcu, Nadîr yaprakların tazeliği (şu halde ziraatçi); Kureyza derileri tabaklamakta kullanılan bir nebat ifade ediyor. Muhtemelen başlıca meslekleri bunlardı, veyahut da Medine’ye hicret ederken bunlardı. Ticarette, ithalâtçı, yiyecek maddeleri satıcıları olarak, ve banker olarak (Hz. Peygamber Aleyhisselâm irtihalinden önce bir miktar hububat almak için, zırhını Medine’li bir Musevi’ye ipotek olarak bırakmış idi, vefatında zırhı ipotekli bulunuyordu[6] ) çalışırlardı.

Hıristiyanlara gelince, Medine’deki sayıları nazara alınmıyacak kadar azdı: Ebu Amir (Evs kabilesinden) isminde birinden bahsediliyor, bu adam Hıristiyanlığı[7] kabul etti ve keşiş oldu; (oğlu Hanzala pek iyi bir müslüman idi ve Uhud muharebesinde şehit olunca Melekler tarafından gasledilmiş manasına gelen «Ğasîlü’l-Melâike» unvanı aldı.) İslâmiyete muarız olari, Ebu Amir Medine’yi terketti, elli kadar taraftarı ile Mekke’liler safında Uhud muharebesine iştirak etti; bundan sonra bütün ümidini kaybederek, Bizans arazisi­ne yerleşti. Vâhidî’nin[8] zikrettiğine göre bu keşiş Medine’yi Bizans birlikleri ile istilâ edeceğini söyleyerek Müslümanları tehdit ediyordu; bu hâdisenin ne zaman vuku bulduğunu bilmek zordur. Ondan bir de dokuzuncu Hicrî yılda bahsediliyor[9]. Buna göre Müslümanlar arasındaki dostlarını toplamak için Medine banliyösünde (= civarında) «rakip bir cami» inşa ettirdi; fakat Hz. Peygamber (S.A.S.) bunun saiklerinden şüphelendi ve bu münafık ocağının imha edilip, yakılması için emir verdi. Ebu Amir iki sene sonra Herakliüs’ün yanında öldü. Me’dine’de Hıristiyanlığın başka bir izi yoktur.

İslâm’dan önceki Medine’de, başka dinlerin de temsilcisi yoktur.

Siyasi hayata gelince, kabile hayatı safhası aşılmamıştı, henüz site-devleti dahi yoktu. Araplarda olduğu gibi, Musevilerde de her kabile, müstakil bir birlik teşkil ediyordu ve kendi reisinden başka otorite tanımıyordu. Bu kabile reislerinin seçilişi hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Her kabilenin umumi toplantılar, lüzumu halinde kabile büyüklerinin’ müzakereleri ve eğlenceler, bilhassa yazın eğlenmek ve geceleri geçirmek için bir yeri vardı. Nadîr’li Musevilerin durumuna göre hüküm verilecek olursa[10] her kabile, harp, vs. gibi beklenilmiyen masraflar için kabile mensuplarının bağışlarını ihtiva eden bir umumi kasaya sahip idi. Arap kabileleri arasında bir rievi içtimaî sigorta mevcut idi: Şayet azalarından biri para cezası icap eden bir suç ile cezalandırılmışsa, bilhassa bir kati vukuunda kan diyetini, fert değil, kabile cemaati ödemek zorunda idi.[11] Muhtelif kabilelerde müşterek otorite yoktu; adalet icrası için, suçlu, kurban edilenin kabilesinden başka bir kabileye mensup ise neticeye varmanın yegâne yolu, kuvvet kullanmak suretiyle müzakere idi. Müsavat dahi yoktu: bildirildiğine göre, zayıf olan bazı kabilelere ödenen diyet, kuvvetli kabilelere ödenenin yarısı kadardı. Kanunlar mecmuası yoktu, duruma göre seçilen hakemlerin hükümleri, onların şahsi kanaatlerine veya müphem kaidelere dayanıyordu.

Şehir arazisi iyi tayin edilmemişti. Müstevlilere karşı müdafaa için her kabile muayyen kule veya küçük kalelere sahipti, erkekler ovada çarpışmağa çıkınca, kadınlar ve çocuklardan başka koyun sürüleri de oraya sığınıyordu. Uheyha ibnü’l-Culâh’a ait —bu zatın dul kalan karısıyla aradan’ zaman geçince Hâşim evlenmiş ve bu evlilikten Abdü’l-Muttalib dünyaya gelmişti— Dihyân kalesi harabeleri bir kaç katlıdır ve «gümüş gibi beyaz» taşlardan inşa edilmiştir. Medine ortasında bulunan bu kule zamanının tahribine karşı bu güne kadar mukavemet etmiştir.

Eğitime gelince, çok mahdut sayıda insan okuma yazma biliyordu. Museviler arapça konuşurlar, fakat zannedildiğine göre arapçayı, İbrani alfabesi ile yazarlardı. Onların Beytü’l-Midrâs denilen bir mahalle sahip olduklarına da işaret ediliyor[12][13]. Hem okul, hem kazaî mercî vazifesi gören bu müessese, ayni zamanda İlâhi bir kitaba (Tevrat) sahip olmaları, Musevilere müşrik ve cahil komşuları karşısında ruhi bir üstünlük vermişti.

Medine arazisi çok geniş bir vadidir: Kuzeyden güneyi ve keza, doğudan batısı deve sırtında bir günlük mesafedir; vadi dağlarla çevrilidir. Bu arazinin büyük bir kısmını volkanlar lâvları ile kaplamıştır. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Suyu serin ve boldur. Ben şahsen bu sudan daha iyisini hiç içmedim. Hurmaları hasılatın evsafı, cinslerin tenevvüü ve mahsulün bolluğu sebebiyle haklı bir şöhret kazanmıştır. Hicretin birinci asrında, Medine Suriye’ye buğday ihraç ediyordu. Orada Mekke’dekinderi fazla yağış vardır ve Mekke’nin güneyindeki Vacc (Tâif) vadisinin suları Medine’den geçerek Kızıl Deniz’e dökülür. Medine’ye varmadan (Kuzey banliyösü) bu sular, Akûl denilen bir göle dökülür, ekseriya bütün yıl burada su vardır. 1946′daki ziyaretim esnasında bölgede bazı göçebeler vardı ve bana, Birinci Dünya Harbinden önce, Türk valilerinin, burada tenezzüh gayesiyle bazı vasıtalar bulundurduklarını söylediler.

İlk İslâm Devletinin Kuruluşu:

Hz. Peygamber’in (S.A.S.) bundan önce Medine’de müslüman cemaati takviye etmeye çalışmış olmasına rağmen (Hicretten önce, Akabe biatinde kabile başkanlarını ve başkanların başkanını tayin etmesinde gördüğümüz gibi), cemaat birbirine bağlı ve muntazam değildi. Hz. Peygamber ve müminlerin karşılıklı hak ve vazifelerinin tarifi icap ediyordu; şehrin müslüman olmayan Arap ve Musevileri ile anlaşmak, içtimai hayatı teşkilâtlandırmak, onu adlî, malî, askerî, dini ve eğitimle ilgili vesair müesseselerle teçhiz etmek icap ediyordu; ve Hz. Muhammed’in (S.A.S.) yegâne vazife ve gayesi olan İslâmiyetin geleceğini düşünmek icap ediyordu. İlk günden itibaren onun öğretimi, Allah’ın birliği ve salih amellere dayanıyordu. Mekke devrinden beri günde beş vakit namaz farz idi, herkes imkânlarına göre fakirlere vermek mecburiyetinde idi. Fakat bu kadarı kâfi değildi: daha sağlam bir şey yapılmalıydı. Bir çok sebepler, Allah’ın tebliğcisi sıfatı ile sahip olduğu manevi imtiyazlar yanında, O’nun dinî olmıyan işleri de üzerine almasını icap ettirdi: Önce tecrübe, içtimai ahlâka riayeti sağlamak için maddi müeyyidelerin lüzumunu O’na kabul ettirdi. Zaten, memlekette İslâmî mefhumlara göre dinî olmayan sahalarda cemaatın liderliğini yapacak kimse yoktu, zira İslâmiyet henüz oluş halinde idi ve Hz. Peygamber’deri (S.A.S.) başka kimse gerektiği gibi İslâmiyeti bilmiyordu. Bundan başka, beşeriyetin geçmiş tarihi göstermiştir ki, Devlet başkanları ve ordu kumandanları diğer idareciler gibi örneklere ve hareket kaidelerine muhtaçtırlar ve İslâmdan önce dünyada vuku bulan sosyal ve dini reformların eksik tarafı bu idi. Şayet her şey iktidara tamamen sahip Devlet reisinin keyfine bırakılırsa despotluk beşeriyete anarşiden fazla zararlı olur. Nihayet eski peygamberler arasında, Hz. Musa ve Davud gibi aynı zamanda maddi ve ruhani iktidarı icra eden emsaller vardır.

Mevzuumuza dönelim, Hz. Muhammed (S.A.S.) Müslimlere ve Gayrı Müslimlere danıştı ve hepsi bir site-devleti halinde teşkilâtlanmak üzere Hz. Enes’in[14] evinde toplandılar. Anayasa resmen bir kâğıda yazıldı. Bu metnin tamamının bize kadar gelmiş olması büyük bir bahtiyarlıktır[15]. Bu vesika sadece İlk İslâm Devletinin Anayasası olmakla kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk Anayasayı teşkil etmektedir. Aristo, Konfiçyüs, Kavtiliya’nın çalışmaları, hükümdarlar tarafından vazedilmiş anayasalar değildir, bunlar sadece prensler ve siyasi ilimler talebeleri için öğrenim vasıtalarıdır. Aristo’nun yazmış olduğu «Atina Anayasası» dahi, bu site devletinin, daha ziyade tarihi bir tasvirinden başka bir şey değildir.

Vesikalarımızın Avrupa dillerinde ilk tercümesi (Wellhausen tarafından) 47 bölüme ayrılmıştır ve onu takibeden mütercimler de maalesef bu taksimi aynen devam ettirmişlerdir, fakat hakikatte, kanaatimce 52 kısımdır. Bu resmî vesikanın belirli iki kısmı vardır: l’den 23′e (bu kısım da adet olarak 25 maddeyi havidir) kadar olan ilk kısım müslümanları ele alıyor ve 24 ilâ 47 (27 maddeden müteşekkil) Musevilerle alâkalıdır. Kaynaklarımıza[16] göre, vesika Hicretin birinci yılında yazılmış olmalıdır (Hz. Peygamber’in (S.A.S.) Medine’ye muvasalatından bir müddet sonra) ve mehazlar bu iki kısım için ayrı menşe vermiyorlar.. Onların bu mevzudaki sükûtu bizi her şeyin aynı devrede vuku bulduğuna inandırır. Bununla beraber Museviler, nasıl olup da ve niçin istiklâllerinden kendi arzuları ile vazgeçip, bir yabancının, bir Musevi olmayanın, bir meçhulün ve hattâ kendileri kadar kuvvetli olmıyan birinin metbuiyetini tanımışlardır? Arzedeceğimiz sebeplerle, burada belki iki vesika bahis mevzuudur, iki ayrı devirde yazılan bu vesikaları tarih birbiri ardınca ekliyerek bize bir vesika olarak intikal ettirmiştir.

Vesikanın (kitap) ismini taşıdığını kaydetmek ilgi çekicidir, o halde bu, sadece tâbi olanların işlerini ayarlamak için bir büyükten gönderilen emirname değil, aynı zamanda yazılı bir vesikadır. Hz. Muhammed (S.A.S.), yazıyı metheden O’nun insan hayatındaki yerini belirten, ilk vahyi, unutmamıştı. Daha ileri satırlarda, bu vesika, sekiz defa sahîfe (yaprak, vesika, yazılı kanun) olarak isimlendirilmektedir; bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim ve Musa’ya[17] gönderilen İlâhi kitapları isimlendirmek için kullanılmıştır. Bu durum belki de, hayatlarını idare edeceği kimseler tarafından bu anayasaya atfedilecek ehemmiyeti göstermek içindir.

Birinci madde bir islâm cemiyetinin kuruluşunu —bu cemaat hem siyasi, hem dinidir— ele alıyor. Bu cemaat, Mekke’den hicret eden Müslümanlar, Medine’li Müslümanlar ve sivil iktidarın merkezileşmesini, bir harp vukuunda Müslümanlar safında harp etmeyi kabul eden gayrı-müslimlerden müteşekkildir. Bu cemaat bütün dünya muvacehesinde belirli bir varlık, bir ümmettir (§ 2) ve kurucu elemanların her birine, bilhassa harp zamanında eşit haklar tanır (§ 15, 18, 19). Hususi bir madde (§ 16) Musevilere karşılıklı yardımlaşma ve herkes için adalet temeli üzerinde bu siyasi teşekküle girebilme için açık kapı bırakır. Adaletin icrasına gelince, bu mevzuda yazılı anayasa hakiki bir ihtilâl yapıyor, zira bu hizmet katiyetle, ferde değil, cemaate, merkezi hükümete tevdi ediliyordu. Her vatandaş kabilesinin, ailesinin, yakınlarının fertlerine bile karşı olsa merkezi iktidara yardım etmelidir (§ 13). Bir caniye asla iltica verilmemelidir (§ 22). Bütün ihtilâflarda Allahü Tealâ, kanunların ve adaletin yegâne merciidir ve Allah’ın elçisi Muhammed, yüksek hakemdir (§ 23). Anayasa, «mazide olduğu gibi»: (meâkilahümü’1-Ûlâ) tâbirinin teyid ettiği gibi eski bir adeti bazı tadillerle alarak, harp esirlerini satın almak ve insan öldürme veya yaralama halinde kısas bedelini karşılamak için bir içtimai sigorta tesis ediyordu, zira müslümanlar, aralarından hiç birini ağır mükellefiyet altında bırakmamalı, onun borcunu beraberce ödemelidirler (§ 12). Bu sistemin idaresinde her kabile istiklâl sahibidir (§ 4-11), fakat bu yeni bir ideoloji iledir: Kabile artık temeli doğum ve tabiyete girme olan fosilleşmiş bir bünye değildir; o, irade ile çalışan dinamik bir teşekküldür. Meselâ «Mekke’li Muhacirleri» ele alalım; bunlar, sayısız arap kabileleri mensuplarını, hattâ Habeşliler gibi Arap olmıyan unsurları da içine alarak yeni bir «kabile» meydana getirdiler (§ 3). Araplar o devirde yabancıların tabiiyete alınma müessesesini biliyorlardı, aşikârdır ki bunun, cüzi bir tatbikatı vardı ve bir kabile bünyesinde kabilenin asli azaları ile yeni tebealar arasında eşitlik tanınmamaktaydı; fakat bütün unsur ve cüzleriyle yeni bir kabilenin meydana getirilmesi işitilmemiş bir hâdise idi. Öyle görülüyor ki, İslâmî «vatandaşlık = milliyet» ağacı bu küçük menşeden neşet etmiştir; ve diğer cemiyet ve insan camialarında görülen değişmezlik veya ârızilik, meselâ ırk birliği, deri rengi birliği, dil veya doğum yeri birliği gibi mefhumlar üzerine müesses «milliyet = vatandaşlık» mefhumu yerine, İslâmiyet, kendi dünya görüşünde (= AVeltanschauung) ayniyet ve birliği, bir anlaşmayı veya ferdin bizzat seçmesini, kendi «milliyet = vatandaşlık» fikir ve telâkkisinin temeli olarak kabul etmiştir. Müdafaa ve emniyet meselesine gelince, anayasa sulhu bölünmez bir şey olarak beyan ediyordu (§ 17), askerlik vazifesinin herkes tarafından tam bir eşitlikle ifasını şart koşuyordu (§ 18). Müslüman olmıyan tebeaya —şu halde öncelikle müslümanlara— o zamanki yegâne düşmanları Kureyş’lilerin şahıs ve mallarım himayeleri altına almağı yasak ediyordu (§ 20) ve herhangi bir islâmi dava için zarara maruz kalan fertlere müşterek yardımı mecburi tutuyordu (§ 19). Ve nihayet, bilhassa bu anayasa şahıslar arasındaki tefrika ne olursa olsun «Allah’ın elçisi Muhammed’in» yüksek hâkim olarak tanınmasını istiyordu (§ 23).

Anayasanın bu kısmında Devlet arazisinin hudutlarının çizilmemiş olması nazarı dikkati çekicidir. Musevilere ait olan kısımda belirtilmiştir (§ 39). İslâmlar (arap) kısmında bu sükût bizi şaşırtmamalıdır: halk vadide karma karışık oturuyordu, musevi gruplar arasında, arap kabileler mevcuttu ve mukabili. Birleşik siyasi teşekküle Museviler de dahil olunca, hudut tesbiti mümkün oldu ve tatbik edildi. Anayasada toprak bahsi kısadır ve sadece Medine «Cevf» indan bahsediliyor, bu kelime çeşitli kabilelerin oturduğu ova ve vâdî manasınadır. Fakat diğer esas kaynaklar bu hususta daha sarihtir, meselâ İbn Hanbel[18] bize Hz. Peygamber’in (S.A.S.) Medine’li bir sahabesinden bahsediyor, Guşam İbn Harise kabilesinden Râfi’ ibn Hadîc isimli bu zatın naklettiğine göre Hz. Peygamber (S.A.S.) Medine’yi mukaddes arazi (= haram) ilân etti ve bu mesele onların nezdinde bulunan havlânît cinsinden bir deri üzerinde yazılıdır. Buhârî’niri ilâve ettiğine göre Hz. Peygamber (S.A.S.) Ka’b ibn Mâlik’i site-devletinin muhtelif hudutlarında sütunlar inşa etmek üzere gönderdi; el-Materî[19], Medine şehri tarihi kitabında Ka’b ibn Mâlik’in hikâyesini tamamen muhafaza etmiştir. Buna göre «Ka’b ibri Mâlik dedi ki: Allah’ın Resulü, beni Medine’nin arazisinin yüksek noktalarında işaretler inşa etmek üzere gönderdi. Ben bu işi Zâtü’1-Ceyş, Müşeyrib, Mekhîd’in yükseklikleri, Hüfeyye, el-Üşeyre ve Teym üzerinde yaptım». Rivayet bilâhare Medine’nin dört esas noktasında bulunan bu yerlerin’ hakiki mevkilerini veriyor. Bunlar tepeler ve küçük dağlardır. Meselâ, Teym doğudadır. Hz. Muhammed’in (S.A.S.) biyografileri ekseriya bu hudutlandırmayı iki cümle ile hülâsa ederler: «Sevr ve Eyr dağları arasında» (Tam kuzeyde ve tam güneyde; «iki lâv ovası arasında» ikâmet olunan bölgelerin doğu ve batısında).

Musevi kabileleri ile olan ittifaklara gelince, kaynakların bahis konusu etmemelerine rağmen İslâmlaşan veya putperest arap kabileleri gibi onların da hemen ittifaka dahil olduğu zannedilmemelidir. Hz. Muhammed (S.A.S.) Yahudi ırkından1 değildi; tebliğ ettiği din ise Musevilik değildi. Bu sırada Medine’de İslâmî kudret, bu Yahudilerin emniyyet ve istikbalini tehdit etmiyordu. Göreceğimiz gibi, anayasanın maddeleri yahudilerin mühim bir kısım siyasi ve iktisadi istiklâllerini ellerinden alıyor; anayasanın metninde görülecektir ki, yahudi kabileleri sureti katiyede müstakil bir varlık kabul edilmemektedir, aksine islâmlaşmış on kadar arap kabilesi isimlendiriliyor ve şu veya bu arap kabilesiyle müttefik yahudilerin şu veya bu haklara sahip oldukları belirtiliyordu (§ 23-35 ve 46). Böylece bu Yahudileri, bu federatif site-devletine müsavi haklarla değil de. müslüman âmirlerin himayesine girenler olarak görüyoruz. İşlerin bu durumu ancak, Müslümanlar dışarıda akisler bırakan bir zafer kazandıktan ve içeride durumlarını sağlamlaştırdıktan sonradır. Zaten, Araplara tahsis edilen kısmın 16. paragrafında gördüğümüz gibi, Musevilerin pakta dahil olma ihtimali nazara alınarak açık kapı bırakılmış idi. Şayet başlangıçtan itibaren ittifak halinde olsa idi­ler bu madde lüzumsuz olurdu. Bizzat metnin bu şehadetinden başka, tezimizi destekliyen bazı olaylar malûmumuzdur. İbn Manzûr[20], Yahudilerle yapılan mukavelenin, Medine’li Müslümanları ve muhacirini alâkadar eden mukaveleden ayrı bir yazı olduğunu zannediyor. Filhakika bu yazarın bir yazısının aynı yerinde, «Muhacir Müslümanların ve Medine’li Müslümanların mukavelesinden», başka bir defa «Yahudilerin mukavelesinden’» bahsediliyor. Bu hususta çok daha vazıh olan büyük muhaddis Ebu Dâvud[21] şöyle demektedir: «Bu mukavele Bedir muharebesinden (2. H. yıl) ve Ka’b ibnü’l-Eşref’in ölümünden sonradır.» Ka’b müslümanlarla münasebeti hiç de kardeşâne olmıyan heccâv yahudi şairidir.

Bize endişe veren yegâne olay, mukavelenin yahudilerle ilgili kısmının başını bulamamış olmamızdır: nitekim mukavele, aniden «Yahudilerin müminler gibi muharebe devam ettiği müddetçe, (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetinde olacaklarını beyan ederek başlıyor (§ 24 yani Yahudilere ait kısmın § 1). Mesele şöylece izah edilebilir: Yahudilerle yapılan mukavele ilk anayasanın bir genişletilmesidir ve müslüman site-devletinde yeni birliklerin hak ve vazifelerini bildirmek için ancak ek maddelerin ilâvesine lüzum hasıl oldu. Aksi takdirde kaynaklarımızın, yeni mukavelenin başında bulunan maddeleri tekrarlamayıp atladıklarına inanmak lâzımdır; bu sonuncu, Müslümanların anayasaya bağlı siyasi hayatlarına Yahudileri sokmayı hedef tuttuğundan kaynaklarımız bize iki vesikayı birleşik bir metinde takdim etmektedir.

Anayasanın yahudilere ait kısmı, bir müdafaa harbi esnasındaki vazifeleri saymakla başlıyor, şu halde müslümanların dıştan gelecek bir istilâdan olduğu gibi Medine Yahudilerinin mütecavize sempati beslemesinden de korkulduğu bir devirde olduğumuza inanmak için sebep vardır. Bu Ebu Davud’un zikrettiğimiz hikâyesine uygun düşüyor. Mekke’liler Bedir’de umulmadık bir hezimete uğramışlardı ve bir intikam harbine hazırlanıyorlardı. Medine’li Yahudi şair Ka’b İbnü’l-Eşref, mağlûplara karşı sempatisini izhar etmek ve Müslümanlara karşı Medine’nin bir istilâsında kendisinin onları destekliyeceğine itimat etmeleri hususunda onları temin etmek için hususi surette Mekke’ye gitmişti. Bu hain suikast kararı, Medineye dönüşünde, bir müslüman çete elinden onun hayatına mal oldu[22]. Büyük efendilerinin ölümü üzerine korktular ve müslüman komşuları ile hemen tedafüi bir ittifak ve karşılıklı yardım andlaşması yapmağa sevkolundular ve bu anlaşmayı bilhassa Hicret’in başlangıcında kabul etmiyecekleri tavizler vererek aktettiler. Anayasanın bu kısmında iki defa geçen (§ 42, 47) «Allah’ın Resulü Muhammed» ibaresi şöylece izah edilebilir: Durumlarının zayıf olması bu «Allah’ın Resulü» ibaresine müsamaha edip sükûtla geçiştirmelerine sebep oldu, zaten bu tâbir onlara hiç bir şey tahmil etmiyordu, zira Yahudilere serbestçe dinlerini tatbik etmek hürriyeti hususi bir madde ile sarih olarak tanınmıştı (§ ’25). Kendi aralarında halledilmiyen ihtilâflarının hallinde Hz. Muhammed’i (S.A.S.) yüksek hakem olarak tanımaları da böyledir (§ 42). Anayasa bahsetmiyor, fakat Kur’ân-ı Kerîm’in[23] sarahatle bildirdiğine göre muhtelif cemaatler: Yahudi, Hıristiyan vs. hayatlarının bütün safhalarında kendi dini kaidelerini tatbikle mükelleftirler. Hz. Muhammed’in sağlığında bir kaç defa, reislerinin kararlariyle Medine Yahudileri ihtilâflarını halledemeyince, bizzat kendi arzuları ile O’na müracaat ettiler ve Hz. Muhammed onlara İslâm kanunu değil, kendi nizamlarını (= Tevrat’ı) tatbik etti.

Yahudilerin, Mekke Kureyşlilerine veya onların müttefiklerine yardımda bulunması katiyetle yasaktı (§ 43). Bu maddenin, Mekke’lileri Medine Yahudilerinin yardımından mahrum bırakmasından başka, iki taraftan biri herhangi bir düşmanın hücumuna uğradığında, bir müslüman — yahudi ittifakını hedef tutuyordu. Böylelikle, müstevli ile yapılacak bir sulh anlaşması müşterek bir kararı icabettir ettiriyordu; ve merkezi iktidar tarafından karar verilecek her şey, Medine site-devletinin konfederal birliklerinin işe koyulmasını gerektiriyordu (§ 37, 44, 45). Müdafaa harplerine gelince; masraflar, müslüman ve yahudi cemaat tarafından karşılanmalıdır (§ 24, 37, 38). Fakat tecavüzî, dini bir harp halinde, hiç bir cemaat diğerine yardıma mecbur değildir (§ 45). Yahudilerin, Müslümanların muharebelerine iştiraki Hz. Muhammed’in (S.A.S.) müsaadesine bağlı idi (§ 36). Yabancılara iltica verme, esirlerin kurtulması için fidye verme, kan fidyesi ödemek hususundaki eski adetler, yahudiler için idame ettiriliyordu (§ 23, 31, 40). Fakat, yahudiler artık, müslümanların düşmanı olan Mekke’lileri mülteci olarak kabul etmemeliler­di (§ 43), yakınları için dahi olsa, adaletin icrasını kösteklemek herkese yasaktır (§ 36 vs.) Bütün Yahudi kabileleri, Museviliğe dönen Araplar da dahil, bütün tebaları ve bağlı olanlar, karşılıklı aynı hak ve vazifelere sahip olmalıdırlar (§ 25, vs.). Nihayet hakiki mahiyeti bizi düşündürecek bir tâbire işaret edelim: (§ 25) metin olarak aynen şöyledir: «Beni Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir cemaat (ümmet) teşkil edecekler; Yahudilere kendi dinleri ve Müslümanlara kendi dinleri; buna gerek mevlaları gerek bizzat kendileri dahildir.» Bu İbn Hişâm’ın rivayetindeki metine göredir. Ebu Ubeyd’in rivayetinde şunu okuyoruz: «Müminlerin bir parçasını meydana getiren bir cemaat teşkil edecekler…», (ümme ma’al-mü’nıinin ibaresi birinci metinde, Ümme min el-mü’minin ikinci metindedir, fark sadece bir kelimededir; ma’a veya min). Acaba Hz. Peygamber (S.A.S.) basitçe şunu mu söylemek istemiştir? Yahudiler tek Tanrıcı olduğundan, müşrik olan Mekke’lilerle ittifak yapmamalıydılar. Daha uzağa giderek, Medine site-devletinde, sadece siyasi bir konfederasyon değil, aynı zamanda dini bir konfederasyon da mı meydana getirmek istiyordu? Bunu sarahatle tayin edecek durumda değiliz, ilk faraziye için Kur’ân-ı Kerîm’e müracaat edelim :

«Kendilerine Kitaptan biraz nasip verilenlere bakmadın mı? Kendileri Cibt (kâhin?) ve Tâgût’a (şeytan?) inanıyorlar, küfredenler için de: bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır diyorlar; Bunlar Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona hakiki hiç bir yardımcı bulamazsın.» (Kur’ân, 4:51-52).

Müfessirlere göre[24], burada bahis mevzuu olan, Mekke’lilerin yardımını almak için şeytanca, «Mekke’lilerin putperestliği, İslâmi Tek Tanrıcılıktan iyidir» diyen Nadîr’li Yahudilerdir; şayet ikinci faraziyeyi ele alırsak, bunun için de Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerlerine müracaat edebiliriz. Meselâ :

«De ki: Ey kitaplılar! Hepiniz bizimle sizin aramızda müsavi bir. kelimeye gelin! Allah’dan başkasına tapmıyalım, O’na hiç bir şeyi eş tutmıyalım, Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler (diye) tanımıyalım. Eğer yine yüz çevirirlerse o halde deyin ki: Şahit olun, biz muhakkak müslümanlarız.» (Kur’ân, 3:64).

Hz. Peygamber, İslâmi kabule davet ettiği zaman İmparator Heraklius ve diğer Hıristiyan Prenslere de bu çağrı ile hitabetti. Bir başka misal daha :

«Şüphe yok ki, imân edenlerle, Yahudiler ve Nasraniler ve Sabiilerden kim Allah’a ve ahiret gününe inanır, bununla beraber sâlih amelde bulunursa elbette onların Rableri katında ecirleri vardır. Hem onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.» (Kur’ân, 2:62, mukayese ediniz, 5:69).

İşte, İslâmiyete göre, hakiki imanın, dinin esası. Diğer âyetlerde, Kur’ân-ı Kerîm «Kitap ehlinden» Hz. İbrahim’in dinine uymalarını ve orada birleşmelerini ister.

Geriye metnimizde zikredilen Yahudi gruplarının hüviyetini tesbit etmek kalıyor. Bütün tarihçilere göre, Medine’de üç yahudi kabilesi vardır: Benû Kaynukâ, Benû’n-Nadîr, Beni Kureyza; fakat vesikamız bunlardan bahsetmiyor; Sadece şu veya bu müslüman arap kabilesine bağlı, Yahudileri söz konusu ediyor. Aynı kaynaklara göre, Medine’de Arap olarak sadece Beni Kayle kabilesi vardı. Bunlar iki erkek kardeşin soyu olarak Evs ve Hazreç’liler diye anılıyordu (Kayle, anneleri idi). Anayasa metni onlardan da aynı şekilde bahsetmiyor, fakat onların kollarından bahsediyor. Bununla beraber, bu kolların hüviyetlerini tesbit ile Evs veya Hazreç’ten olduklarını tayin kolaydır. Biyoğraf İbn İshak[25] mühim bir parçada «Kaynukâ’ların ekseriyeti Hazreç’lilerin müttefikleri ve Benû Nadîr ve Benû Kureyza’ların ekseriyeti ise Evs’lilerin müttefiki oldular» demektedir. Anayasa metni Evs ve Hazreç’lilerden böyle bahsetmediğine, fakat sadece onların kollarını, (Neccar, Sâide, vs.) ve onların yakın müttefiklerini zikrettiğine göre, başlıca Yahudi gruplarının ancak nazari bir mevcudiyeti olduğuna ve onların pratik olarak Araplar kadar bölünmüş olduğuna inanabiliriz.

İşte kısaca, Hz. Muhammed’in (S.A.S.) Medine vadisini önce bir site-devleti haline getirmek, bilahare muhtemelen de Müslüman imparatorluğunun başşehri yapmak için ortaya koyduğu anayasa. Bu yazılı bir anayasadır; o zamanın hükümetinin bütün esas uzuvlarından ve doğum halindeki siyasi cemaatin diğerleri arasında müdafaa, teşrî, adaletin tevzii gibi hususi ihtiyaçlarından bahsetmektedir. Zaman zaman, Hz. Peygamber’in sağlığında bile siyasî hayatın şartlarına uyularak bu anayasada bazı değişiklikler yapıldığına inanmak mantıkî olur. Tarihçiler bundan bahsetmiyor. Bununla beraber bu noktada alâka çekici bir hâdiseye işaret edelim; anayasanın müslümanlara ait kısmının 20. maddesine göre, Mekke’li Kureyş’lilerin can ve mallarını himaye altına almak kati surette yasaktır. Bununla beraber Buhârî gibi yüksek otoriteli bir muhaddisin bize bildirdiğine göre: Hicretin ikinci yılında Bedir meydan muharebesine kadar, en az iki hâdisede, müslümanlardan mühim şahıslar Mekke’lilerin mallarını himaye etmekte tereddüt etmediler[26]. Bununla o, bahis mevzuu yasağın başlangıçta bulunmadığını ve Bedir muharebesinden sonra ilâve edildiğini mi; yoksa, anayasanın Bedir’den sonraki bir devirde yazıldığını mı söylemek istiyor?

Her ne hal ise, bu anayasa ile İslâm, hayatının yeni bir safhasına başladı; ve maddi ve cismani ile maneviyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Maneviyatı (hattâ ahlâkı) tanımıyan bir siyaset bizi maddeciliğe ve vahşi hayvanlarınkinden daha aşağı bir hayata götürür; yaşadığımız dünyanın hâdiselerinden ayrı bir maneviyat ise bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir, fakat bu ancak son derece mahdut bir zümre için mümkündür, insanların büyük ekseriyeti böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed (S.A.S.) bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve manâyı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dini doktrin herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktaları seçer, fakat kendilerini manevi hayata daha fazla verebilme tercihini fertlere bırakır. Bu durumda Hz. Peygamber’in sahabeleri müstakil bir Devletin idare edici cemaati; Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu. Eski hayat tarzı değişmeli idi; fakat yerini saltanat debdebesi değil, daha mütteki bir hayat almalı idi. Kadın veya erkek, genç veya ihtiyar, her müslüman hicretten önceki devreden itibaren günde beş vakit namazla mükellefti; şimdi namazların müddeti iki misli oldu*. Evvelce, oruç mecburiyeti yoktu; bu devrede yılda bir ay oruç bütün Müslümanlara farz oldu. Bunlar zamanla artacak olan Medine devrinin başlangıcındaki şartlardır. Maddi hayattan istifade etmek, aynı zamanda kendini manevi hayata, vermek, alelade bir insanın hayatı İslâmiyet tarafından böylece muvazeneye sokuluyordu. Bundan başka, camide cemaatle kılman namazlara ehemmiyet atfedilmekle beraber, evlerde, tarlalarda ve namaz vaktinde bulunulan herhangi uygun bir yerde namaz kılmağa müsaade edildi. Din böylece ferdin hayatına girdi. Papazların aracılığına lüzum kalmadan Allah, sokaktaki adamın kabiliyetinin mesafesine geldi.

Hz. Muhammed’in (S.A.S.) hayatının Medine devresi çeşitli olaylarla o kadar doludur ki kronolojik bir tasnif O’nun hayat ve eserini değerlendirecek esas noktaları ortaya koymaya kâfi gelmez. Bu bakımdan biz, olayların tekâmülünü gösterecek mevzulara göre incelemeyi faydalı addediyoruz. Bazı tekrarlar olacaktır, fakat hayatının muhtelif cepheleri böylelikle ayrı ayrı ve berraklıkla tetkik edilmiş olacaktır, bu mütevazı çalışmanın gayesi de budur.

Bahsini bitirdiğim Medine site-devletinin Anayasasının tam metni şudur:

MUHAMMED HAMİDULLAH


[1] Buharı, 56:181, nr. 1.

[2] İbn Hişâm, s. 286; bundan başka bak. 387.

[3] Aynı eser, s. 287; Buharî, 63:1, nr. 2, 63:46, nr. 7; İbn Sa’d, 1/1, s. 147; İbn Hanbel, V,  427.

[4] İbn Hişâm, s. 411, 727; Taberî, Tarih, I,  1511;  Tefsîr’de sûre, 63:8,  Süheyli, II,  51; Buhari, 79:20

[5]. İbn Hişâm, s. 546, 554-688.

[6] Buhari, 34:14; 43:1.

[7] İbn Hişâm, .s. 561-2.

[8] Vahidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 195.

[9] Makrîzî, I, 481, Taberî Tefsirine göre, XI,  18, 9′da:  107

[10]Şâ’mi, Sîre (el yazması), fasl Ğazvetü’s-Semk  (cilt 4).

[11] Benim Corpus des documents sur la diplomatie Musulmane  adlı kitabım, nr.  l, § 4-11.

[12] İbn Hişam, s. 802-3; Ibn Hanbel, No. 2212, 3434.

[13] Ibn Hişâm,  s. 383, 388,  Hıristiyanlar için bak:  s.  401;  Buhârî,  Kitap  65,  sûre,  3,hadis nr. 9.

[14] Buhârî, 96:17, nr.  17

[15] Arapça metin için bak, İbn Hişâm, Ebû Übeyd ve İbn Ebi Hayseme, vs. bunlar benim el-Vesâikü’s-Siyâsiyye isimli kitabımda zikredilmiştir, nr. 1. Fransızca ter­cüme ve  münakaşası benim Documents,  et Corpus;  isimli  kitabımda;  diğer tercümeler   Wellhausen,   Skizzen,  4/2; Caetani,   Annali,  1:43   müteakip:   Wensinck, Mohammed en de Jöden, s. 78 ve devamı; Macid Khadduri, War and Peace in the Law of İslâm, Baltimore, 1955, s. 206-209 vs.

[16] Meselâ Ebu Ubeyd § 518.

[17] K., 87:19.

[18] İbn Hanbel, IV,  141,  No.  10.

[19] Materi,   et-Tarif  bimâ   ensat  el-hücra  min  ma’alim   dar   el   hicred   (el   yazması, Medine, Şeyhü’l-İslâm), zikredilen kısımda.

[20] Lisân al-’Arab, R-B- maddesine bak.

[21] Ebu Dâvud,  19:23.

[22] İbn Hişâm, s. 548.

[23] K., 5:42-50.

[24] İbn Hişâm, s. 391.

[25] Aynı eser, s. 546.

[26] Buhârî,  40:2;   64:2.

* Başlangıçta, öğle, ikindi ve yatsı namazları 2 rekât idi, sonra 4 rekât olmuştur.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİN KARŞILAŞTIRMASI

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyanname’lerinin ortaya çıkışlarında çok ciddi sosyolojik ve psikolojik zeminleri vardır. 622 yılında İslam medeniyetinin kuruluşundaki zeminle 1948′de Avrupa’daki sosyolojik zemin arasında önemli benzerlikler göze çarpmaktadır. Batının 1948 yılında geldiği noktaya İslam medeniyeti 1326 sene önce gelmiştir diyebiliriz. Her iki sözleşmede de birey hukuku, kültürlerin hukuku ve devlet hukuku arasında denge kurulmaya çalışılmış ve birey, kültür grupları ve devlet yönetimi hakkındaki sınırlar çizilmiştir. Bu tür sözleşmelerde toplumsal empatinin ve birlikte yaşamanın bilinci görülmektedir.

Kültürel birliktelikler olmazsa toplum birlikte yaşamayı başaramaz. İnsanlar birbirleriyle sürekli kavga eden, savaşan, öldüren toplumlar haline gelirler. Bununla ilgili psikososyal deney yapılmıştır. Bir adaya 50 tane ergenlik öncesi gençler koyulur. Başka bir adaya da yine 50 tane aynı yaşlarda gençler yerleştirilir. Her iki adadakilere de üçer aylık süre tanınır. Birinci adadakilere, 3 ay boyunca serbest oldukları ve kendi tecrübelerini yazmaları istenir. Buradakilere hiçbir sınır konmaz, hiçbir amaç belirlenmemiştir, aralarında bir sözleşme yapılmadan bırakılmışlardır. İkinci adadakilerle küçük bir sözleşme yapılır. Bir amaç belirlenir, bu amaca göre bir ateş yakılır ve sönmeden devamlı yakılı tutulması istenir. O ateşin yakılmasıyla ilgili prensipler verilir. 3 aylık sürenin sonunda raporlara bakıldığında amacı ve sözleşmesi olan ikinci adadaki gençlerde kavgaların ve tartışmaların daha az olduğu, birlikte yaşamayı daha iyi başardıkları görülür. Birinci adadaki gençlerde ise sözleşme olmadığı ve keyfi bırakıldıkları için aralarında kavga, tartışma ve olayların çok fazla yaşandığı gözlemlenir. Bu deney, insanların birlikte yaşa­ma konusunda kendiliğinden bunu oluşturamadıklarım, insanlara bunun sunulmasının önemli olduğunu ortaya çıkarmaktadır. İslam dünyası dışındaki toplumların ancak 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi oluşturabilmesi ve ayrıca bu beyannamede Medine sözleşmesinin izlerinin görülmesi insanlığın bu tür sözleşmelere vahiyle ulaşabildiğini göstermektedir. İnsanlık Medine sözleşmesi gibi bir anlaşmayı kendi kendine yapamamıştır. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte gelen vahiyler, kitaplar, suhuflar vardır. Bu belgelerle yapılan sözleşmeler mevcuttur ama insanların hepsini birleştirebilecek bir sözleşme noktasına İslam medeniyetinin başlangıç döneminde ulaşılmıştır. Medine Sözleşmesi, insanlığın zihinsel olarak o seviyeye geldiğini fakat insanlığın olgunlaşmasının çok öncesinde olması bir vahiy sözleşmesi olduğunu gösterir -insanlık kendi olgunluğunu kısmi olarak 1948 yılında insan hakları beyannamesi ile göstermiştir.- Bu nedenle Medine Sözleşmesine medeniyet öncesi sözleşme de denilebilir.

Medine Sözleşmesi Bireyi Tanımlıyor

Medine Sözleşmesinin toplumsal empati açısından önemli unsurlarından biri, toplumun bağlılık duygusuna vurgu yapmasıdır. Bireyin toplumla bağını tanımlamakta ve insanın yaşadığı toplumdaki sınırlarını belirlemektedir. Kişinin, toplumun ve devletin hukuku arasındaki sınırları belirler. Sosyal faaliyetlere iştirakle ilgili yine sınırlamalar yapılır. Medine Sözleşmesi bireyin yatay ilişkilerinin hukukunu geniş biçimde tanımlarken, İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etmede daha ileri seviyededir.

İnanç Özgürlüğü Getiriyor

Medine Sözleşmesi, Yahudi gibi diğer dini gelenekte olanları da vatandaş olarak kabul etmekte ve inanç özgürlüğü getirmektedir. Ortaçağ’da İspanya’da engizisyon mahkemeleri zorla Katolikleştirirken, kendi dininden olmayanları yok ederken, Medine Sözleşmesinde başka dinden olanları da İslam devletinin vatandaşı olarak kabul edildiğinin gösteren maddeler içermektedir. O tarihte başka dinlerden olanlara özgürlük tanıması konusunda yazılı teminat verilmesi ve hatta bunu güçlüyken yapabilmesi sözleşmenin çok öngörülü olduğunu göstermektedir.

Çok Hukuklu Sistemin Temellerini Atıyor

Medine Sözleşmesinde çok hukuklu bir sistemin temel taşları görülmektedir. Şehrin düzeniyle ilgili bir anlaşmazlık durumunda nasıl çözüleceği, dış tehlikelere karşı nasıl korunacağı belirlenmiştir. Farklı hukuklara teminat verilmektedir. Yahudilere kendi içerisinde dini hukuklarını ve kendi kurallarına göre evlilik ve medeni kurallarını düzenleme hakkı tanımaktadır. Müslümanlar da kendi kurallarına göre medeni haklarını belirleyeceklerdir. İngiltere’nin yapmaya çalıştığını İslam medeniyeti yüzyıllar öncesinde başarmıştır. Medine Sözleşmesi çok hukuku öngörmesi açısından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini geçmiştir. Çünkü 1948′deki beyannamede çok hukuklu sistem hakkında bir önerme yoktur.

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi farklı hukuklara ve inançlara saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları Beyannamesinde bile bu kadar açık ifade edilmemektedir.

Tek Tip İnsana Karşı Çıkıyor

Medine Sözleşmesi, fidye ve diyet konusunda Müslümanları ve Yahudileri kendi kuralları içersinde serbest bırakmıştır. Yahudileri Müslümanların fidye sistemine uyma gibi bir zorunluluk getirmemiştir. Benu ‘Afv Yahudileri kendi aralarında adet olduğu üzere önceki şekilde kan diyetlerini ödemelerine iştirak edeceklerdi. Onların geleneksel hukuklarına ve geleneksel birikimlerine saygı gösterildi. Bu kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.

“Genel düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir” anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir. Mesela maddelerden birinde, Yahudilerle ilgili zulme uğramaksızın Müslümanlara karşıt olanlarla yardımlaşmazlarsa, yardım ve desteğe hak kazanacaklardır. Kendilerine karşıt olanlarla bir faaliyet içersine girmezlerse, kendilerine müdahale edilmeyeceği belirtilmektedir. Yine başka bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine Müslümanların dinleri kendilerine” şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır. Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan tek tip insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir. Günümüzde Amerika ve Batı kendi kültürünü, popüler kültürü dünyanın hakimi yapmaya çalışmaktadır. Medine sözleşmesinde böyle bir maddenin bir irade dışında imzalanıp deklare edilmesi, Ortaçağ’da Avrupa’nın hiç yapamadığı, günümüzde ise tam olarak içselleştiremediği, benimseyemediği bir kuraldır.

20. yüzyılda Tek Tip Kişilik

Hangtinton’un kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir. Cumhuriyetin başında kendi kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu. Tarihsel egosunu batıya teslim eden, kendi iddiası olmayan, sadece batıyı taklit eden bir kimlik oluşmuş. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlı­ğı yaşadığı için toplum kabul etmemiştir. Ama bunun sonucunda da kendi eski kültürünü koruyamamış, batılı da olamamıştır. Anadolu’da mevcut kültürün yasaklanması, batı kültürünün yayılmaya çalışılması fakat bunun kabul edilmemesi sonucunda arabesk kültür ortaya çıkmıştır. Osmanlı döneminde olmadığı kadar halk, Arap müziğini dinlemeye başladı. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir kimlik ortaya çıktı. Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını gösterdi.

Benzer bir durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir. Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.

Kendi kültürlerini koruyarak batının ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını biz ülke olarak gösteremedik. Günümüzde hâlâ kıyafet tartışmaları nedeniyle entelektüel enerjimiz bu konulara harcandığı için ekonomik üretimimiz zarar görmektedir. Türkiye’yi küresel güç, üniversiteleri bilimsel merkez haline getirme yerine jandarmalık yapıp öğrencilerin kılık kıyafetleriyle uğraşılmaktadır. Ülkenin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış kullanmasının rolü vardır. Bu durum da Türkiye’deki resmî ideolojinin tek ulus, tek tip insan kavramı olduğunu göstermektedir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesine göre devletin resmî ideolojisi yoktur. Devlet ideolojiler arasın­da dengeyi sağlayıcıdır. Bütün insanların tek bir ideolojiye uyma zorunluluğu, Ortaçağ yaklaşımıdır. Ülkemizde geçerli olan anayasa, resmî ideolojisi olan darbe anayasasıdır. Kurulu düzenden çıkarı olanlar, toplumun büyük çoğunluğuna empati yapamadıkları için Türkiye’nin çağdaşlaşmasına karşı çıkarak bu anayasanın değiştirilmesini onaylamıyorlar. Aynı zamanda batıya da empati yapamadıkları için Avrupa Birliği’ne girmeyi Sevr olarak algılıyorlar. Avrupa Birliği’nin kültürel, siyasi ve toplum yönetimiyle ilgili standartları vardır. Türkiye’deki azınlık, birliğin bu temel değişmez kurallarına ve birliğin amacına empati yapamıyor. Hem girmek istiyorlar hem de değişmek istemiyorlar. Bu durum da ya algılama kusuru veya niyet bozukluğu olarak açıklanabilir.

Köleliğe Karşı Çıkıyor

Medine Sözleşmesi “Himaye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir. Ne zulmedilir ne de kendisi zulmedebilir” maddesiyle köleliğin değişmesini sağlamıştır. Köle alınan kimsenin veya himayesi altında bulunan grubun kendisi gibi kabul edilmesi, yediğinden yedirerek, giydiğinden giydirerek köleliği yavaş yavaş eritmeyi planlamıştır. 13 asır önce gündeme getirilmesine rağmen Amerika’da zenciler, Avrupa’da Yahudiler, Almanya’da Türkler 2. sınıf olarak ötekileştirilmiştir. Bu madde ötekileştirmeye karşı çıkarak herkesi kendin gibi görme anlayışını getirmiş ve ırkçılığa karşı çıkmıştır. Irkçılığı sorgulatan ve ona karşı tavır aldıran bir maddedir. Medine Sözleşmesinin bir başka maddesinde “Himaye verme hakkına sahip olanların dışında hiç kimse himaye veremez” denilmektedir. Bu maddeye göre hiç kimse patron gibi herkesin hamiliğine cüret edemez. Himaye vermenin hukuku belirlenmiştir. İnsanların bir cemaat, grup oluşturarak bir şeyler yapılmasını pek onaylamayan bir maddedir. Böylece menfaate dayalı hukuk oluşturulmasının ve himayenin suiistimali önlenmiş olmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yayınlandığı yıldan itibaren köleliğe karşı çıkılmış ve köle ticareti yasaklanmıştır. Fakat Amerika’da yakın zamana kadar zencilere ikinci sınıf insan muamelesi yapılmıştır.

Savaş Hukukunu Belirtiyor

Günümüzde bütün dünyada savaşlar hukuksuz yapılırken, asırlar öncesinde Medine Sözleşmesi savaş hukukunu belirledi. Hangi savaşta, kimlerin masrafları nasıl karşılayacağı, savaş açanlara nasıl davranılacağı ile ilgili ilkeler sözleşmede yazıldı. Savaş esirlerine nasıl davranılacağı, güvenliği gibi konulara açıklık getirilmiştir. Bu maddeleriyle Medine sözleşmesine “Toplumsal Empati Sözleşmesi” de denilebilir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi onun modern versiyonudur. Medine Sözleşmesinde zalimlik yapılamaz deniyorsa, İHEB’de işkence yapılamaz denir.

Yasalar Önünde Adil Yargılanma Hakkı Veriyor

Sözleşmede yaşama özgürlüğü ve kişi güvenliği hakkı vardır. Herkesin yasalar önünde eşit olması ve kimseye imtiyazlı davranılmaması vurgulanmıştır. Birçok sahabenin Yahudilerle eşit ve aynı anda sorgulandığını gösteren rivayetler vardır. Her iki sözleşmede de (Medine Sözleşmesi ve İHEB) hiç kimseye keyfi davranılamayacağı belirtilir. “Ben yaptım oldu; hukuk da neymiş; emir demiri keser” gibi yaklaşımlar her iki sözleşmenin de ilkelerine aykırıdır. Adil yargılanma sırasında padişahın oğlunun veya kızının diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Hukuksuzluk yaptıysa aynı cezalar onlara da uygulanır. Herhangi bir davada yalancı şahitlik yapılmasını istemek, resmi bir kurumda işinin bir an önce halledilmesi için torpil kullanmak, trafikte öne geçmek gibi yanlışlıkların hata olduğu bilinerek yapılabilir ama bunların doğru olduğunu savunmak çok daha yanlıştır. Hukuksuzluk ilkelliktir ve her iki sözleşme de insanlığın ilkellikten çıktığı­nı göstermektedir. Medeni toplumlarla ilkel toplumları birbirinden ayıran en önemli özellik hukuka saygıdır. Bu birey, toplum, sosyal hukuk gibi bütün hukuk dallarını kapsar. Hukuka saygı da insana değer vermek anlamına gelir.

Zulme Karşı Çıkıyor, Yardımlaşma Teşvik Ediliyor

Medine Sözleşmesi’nin “Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir” maddesi toplumsal empati anlayışım öne çıkarmaktadır. Bir kimse dövüldüğünde, bir evlat annesini babasını dövdüğünde çevredekilerin duyarsız kalmayıp yardım etmesi gerektiği teşvik edilmektedir. Zulmedilene yardım, zulmü önlemeye yönelik bir tavırdır. Haksızlığa uğrayana yardım etme devlete bırakılmıştır. Ayrıca sosyal yardımlaşma desteklenmiştir. Sözleşmede, “Yahudi Yahudi’ye, Müslüman Müslüman’a yardım edecek” denmiyor. Dil, din, ırk ayrımı yapılmadan zulmedilene yardım edilecek deniyor. Mesela birisi komşusuna zulmederse, öbür komşu zulmedilene yardım edecektir. Komşuluk hukuku ve yardımlaşma desteklenmektedir. Medine Sözleşmesi’nde yardımlaşma vurgusu çok yapılırken İHEB’de bu vurguya rastlanmıyor. Çün­kü batı yardımlaşmanın önemini yeni keşfetti. Amerika’da suç işleyen çocuklara ıslah evlerinde yapılan empati eğitiminde işkence gören insanların görüntüleri seyrettirilerek bu kişilerden birinin yakınlarının olması halinde neler hissedecekleri sorularak empati öğretilir. Bu eğitimden sonra topluma bırakılırlar. Batı bu eğitimlerin bilimsel olarak yararlarını anladıktan sonra zulme karşı çıktı ve yardımlaşmanın önemini anladı.

Diyalog Teşvik Ediliyor

“Makul” kelimesi Medine Sözleşmesi’nde sıkça kullanılmıştır. Bu kelime empati üretir ve uzlaşma çağrısı yapar. Makul, “akla yakın” manası taşımaktadır. Makul bir yerde birleşmek demek, her hangi bir konuda iki tarafın veya daha çok tarafın birer adım atması ve bir yerde uzlaşmasıdır. Makul olmayanda ise “illa benim dediğime tâbi olunacak” manası vardır. Makul kelimesinin çok kullanılması uzlaşmanın teşvik edildiğini gösterir. Medine Sözleşmesi farklı düşünce yapısındaki, farklı kültürlerdeki, farklı gelenekteki insanların makul bir şekilde bir araya gelmesini yani toplumdaki yatay ilişkileri teşvik etmektedir. Klasik devletçilikte, toplumda yatay ilişkinin tersine dikey ilişki, emir-komuta ilişkisi söz konusudur. Yukarıdaki otorite doğruları bilir ve ona itaat edilir. Otoriteye tabi olan da rahat eder. İHEB’de ise uzlaşma ile ilgili bir maddeye rastlanmamaktadır.

Muhalefete Hak Tanıyor

Medine’de İslam dininden olup da aykırı davranan kimseler bulunmaktaydı. Medine münafıkları denilen bu kişiler ikili oynayarak Müslümanları zor durumda bırakıyorlardı. Mesela savaşa gidileceği zaman söz verip de son anda yüzlerce kişinin savaştan çekilmesine sebep oluyorlardı. Bazı Müslümanlar bunları öldürmek istediler. Fakat buna izin verilmedi. Böyle davranan insanlarla mücadelenin, onları yok etmek olmadığı, onlarla diyaloga girerek açık açık konuşulduğunda gerçeğin zaman içersinde anlaşılacağı savunuldu. Çünkü onların da sevenleri ve sempatizanları vardı ve haksız saldırı gibi algılanabilirdi. Medine’deki uygulama bu tarz ikili oynayan, nifak psikolojisindeki insanlara karşı nasıl davranılacağı konusunda ipuçları veriyordu. Bu kişilere mütecaviz, saldırgan olmadıkça dokunulmaması gerektiği savunuldu çünkü her toplumda farklı düşünen, muhalif kişiler olacaktı. Münafıkları öldürmek, sürgüne göndermek, düşüncelerini değiştirmeye zorlamak İslam dininde izin verilmedi. Onun yerine bu insanlarla empati kurmaya çalışıldı. Neden bu kimseler yanlışlıklar yapıyorlar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tutuyorlar diye psikolojileri anlaşılmaya çalışıldı. Münafığın tanımına bakıldığı zaman, kendi egosunu daha çok kutsallaşman ve seven, başkalarının çıkarları ile kendi çıkarı arasında tercih yaptığı zaman kendi egosunu tercih eden olduğu görülür. Bu kişilerin yapay çekicilikleri vardır. Bunların etrafında iyi niyetli olan kişiler vardır, onların bu münafıkları zamanla tanıyarak görmeleri gerekir. Bu da biraz bedel ödenmesini gerektirir.

Hz. Peygamber o zamana kadar yapılmamış ve çağlar öncesi bir tavırla muhalefetin olduğunu kabul edip, onla­ra karşı nasıl bir davranış alınması gerektiğinin yollarını göstermiştir. İnsanların tartıştığı zaman kılıcı çekip hemen sonuç aldığı, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, çocukların tanrılara kurban edildiği, diğer bir ifade ile pagan kültürünün bütün kurallarının yaşandığı bir kültürde kendine muhalefet edeni yok etmek yerine onun mizacına, düşüncelerine saygı duymak ve kararlarına müdahale etmemek üstün bir siyaset örneğidir. Mesela savaş kararı alındığında bir grup kimsenin savaşa gitmekten vazgeçmesi siyasi muhalefettir. Hz. Peygamber bu muhalefeti yok etmek yerine onların tercihi olarak gördü ve karışmadı. Bir müddet sonra münafıklar yalnızlaştılar ve Resulullah’ın haklılığı ortaya çıktı. Böylece muhalefetle mücadelenin bir hukuku olduğu ve ona göre mücadelenin yapılması gerektiği anlaşıldı. Hz. Peygamber’in Yahudilere ve münafıklara olan bu tavrı liberalist bir yaklaşımdır. Münafıklara özgürlük tanımış, serbest düşünce ortamının oluşmasını sağlamış ve zaman içinde hatalarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Hudeybiye Anlaşması

628 yılında Hz. Peygamber Kabe’yi ziyaret etmek için bin dört yüz kişi ile birlikte Mekke’ye hareket etti. Hudeybiye mevkiine geldiğinde, Mekkelilere haber gönderdi ve Kabe’yi ziyaret etmek istediklerini belirtti. Mekke’ye Müslümanların girmesini istemeyen müşrikler karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kesinlikle savaşmak için gelmediklerini, amaçlarının sadece Kabe’yi ziyaret olduğunu, isterlerse bir anlaşma yapabileceklerini söyledi. Mekkeli müşrikler de savaşmaya yanaşmadıkları için Hudeybiye Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın maddelerinden biri “Mekke’ den birisi Müslüman olarak Medine’ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine’den Mekke’ ye sığınanlar iade edilmeyecekti.” Bu madde sahabelerin itirazına sebep oldu. Müslümanlar için zayıflık işareti olarak kabul edildi. Mekke’de bu sözleşmeyi imzalayanların oğulları Müslüman olup Medine’ye geliyordu. Sözleşme gereği üzülerek de olsa geri iade ediliyordu. Fakat daha sonra bu gençlerin sayısı arttı. Mekke’den kaçan fakat Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke-Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üç yüze ulaşan Müslümanlar, müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş’in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Mekkeliler kendilerinden olmayan Medinelilerin de içine almadıkları bu gruptan gördükleri zarar karşısında Medinelilerden ilgili maddenin anlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber isteklerini kabul ederek Müslümanları Medine’ye çağırdı. Bu anlaşma, kendi çıkarına bile olmasa güçlü olanın dediğinin olmadığını, hukukun dediğinin olduğunu gösterdi. 13 asır önce hukuka saygının en güzel örneği yaşandı. Hukuka saygı, toplumsal empatinin bir parçasıdır.

Hukuk Vicdani Sorumluluğu da İçermeli

Batı da ise özellikle yasaların kutsallaştırılmasını Almanya’da görüyoruz. Çok çalışkanlık, kurallara bağlılık, zevkleri erteleme gibi püriten ahlak gösteren Almanların bu özelliği ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra çabuk toparlanmalarının sebebi olmuştur. Fakat bu tür toplumlarda içsellik olmadı­ğı için kurallar bozulduğunda kaos çıkar. Çünkü iç hukuk dediğimiz, vicdani sorumluluk yani yaratıcıya karşı bir sorumluluk yoktur. Kural öyle olduğu için sorgulamadan itaat eder. İslam hukuku kuralları kutsallaştırmadan vicdani boyutu ön plana çıkararak yardımlaşmayı vurgular. Gazetecilikte verilen bir örnek vardır. Kaza geçirmiş bir yaralı kıvranırken gazetecinin görevi onun fotoğrafını çekip haber yapmaktır, yardım etmek değildir. Kuralcı bir gazeteci görevini yapar, inisiyatif kullanıp yardımda bulunmaz. İşte bu örnekte olduğu gibi İslam hukukunun birinci görevi insani boyuttur ve vicdani sorumluluktur. Bu sebepten dolayı bu hukuk sistemi diğerlerinden daha ileridir.

Medine Sözleşmesi toplumsal empati açısından vizyonu daha büyük bir sosyal sözleşmedir. Bireyler arasındaki yatay ilişkinin hukuki tanımlamasına daha çok vurgu yapılmıştır. İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etme açısından daha yüksek bir toplumsal sözleşmedir.

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KURBAN BAYRAMLAŞMA VE MEZAR ADABI

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Zilhicce’nin ilk dokuz günü oruç tutana, her günü için bir yıllık oruç sevabı verilir.” buyurarak aslında ömrünü bereketli bir zeminde geçirmek isteyenler için ne kadar paha biçilmez fırsatların olduğuna işaret buyuruyor.

Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her ayın ilk pazartesi ve Perşembe günleri olmak üzere üç gün oruç tutardı.”[204]

Hafsa annemiz der ki: “Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem dört şeyi terk etmezdi. Aşure günü orucu, zilhiccenin on günü orucu, her ay üç gün orucu ve sabahın iki rekat sünneti.”[205]

Hadisteki”..on gün orucu..”ifadesinden maksat dokuz gündür. Çünkü onuncu gün Kurban Bayramı’dır.[206]Kurban Bayramı günü oruç tutmak haramdır. Zilhiccenin başında dokuz gün oruç tutmak müstehaptır.

Ebu’d-Derda radıyallahu anh Zilhicce ayının önemini söyle anlatıyor:

“Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli, çok dua ve istiğfar etmelidir. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bu on günün hayır ve bereketinden mahrum kalana yazıklar olsun” buyurdu.

“Zilhicce’nin ilk dokuz günü oruç tutanın, ömrü bereketli olur, malı çoğalır, çocuğu belâlardan korunur, günahları affedilir, iyiliklerine kat kat sevab verilir, ölüm anında ruhunu kolay teslim eder, kabri aydınlanır, Mizan’da sevabı ağır basar ve cennette yüksek derecelere kavuşur.”[207]

Bu kadar mübarek gecelerde, insana daha çok sevaplar kazandıracak şifreli ifadelere de ihtiyaç vardır. Ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize,

“Allah indinde Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde teşbihi (Sübhanallah), tahmidi (Elhamdülillah); tehlili (La ilahe illallah); ve tekbiri (tekbir ise Allahü Ekber demektir.) çok söyleyin.,!”[208] ifadeleriyle bu şifreleri bize öğretiyor.

Arafe Gününün Önemi

Zilhicce’nin ilk on gecesinde yapılan her bir amel için, yedi yüz misli sevap verilirken, buna rağmen bu on günün hayrından mahrum olan kimselerin neler kaybettiklerinin izahı elbette ki zordur. Bu on günün özellikle dokuzuncu/arafe gününe dikkat çeken İslâm alimleri bu günün oruçla geçirilmesi üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu ısrara gerekçe olarak da onda olan ve saymakla bitmeyecek kadar olan çok hayrı göstermişlerdir.

Arafe, bizde günümüzde zann olunduğu gibi herhangi bir günden önce gelen gün anlamına olmadığı gibi özellikle Kurban Bayramı’ndan önceki güne, bayramdan önce geldiği için “Arafe” denmemiştir. “Arafe Günü” Arafat’ta hacıların durma gününe has dini bir isim olup hiçbir güne bu isim verilemez.”[209]

Hacı olsun olmasın herkes için, arafe gününden önceki Zilhicce ayının sekiz gününde oruç tutmak menduptur.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah katında Arafe gününden daha faziletli bir gün yoktur. Çünkü Arafe günü Allah-ü Teâlâ dünya semasına iner ve dünya sakinleri ile semâ sakinlerine karşı iftihar eder, övünür. İnsanların cehennem’den en çok çıkarıldığı gün Arafe günüdür.”[210]

“Arafe orucu tutmak sünnettir.”[211]

Arafe, Kurban Bayramından bir önceki gün, hicrî takvime göre Zilhicce ayının 9. günüdür. Başka güne arafe denmez. Ülkemizde Ramazan Bayramının bir önceki gününe de arafe denmiştir.

Bil ki, bu on günde diğer zamanlardan daha çok zikretmek ve arafe gününde, kalan günlerden de fazla zikretmek müstehaptır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Duaların en hayırlısı, arafe günü duasıdır ve

“La ilahe illallahu vahdehu la şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve âlâ külli şey’in kadiyr.”

Allah’dan başka ilâh yoktur. O birdir ve ortağı yoktur. Mülk O’nun ve hamd O’nadır. O her şeye muktedirdir” zikri, benim ve benden evvelki peygamberlerin söylediği gibi en hayırlı sözdür.”[212]

İmam-ı Malik şu hadisi rivayet eder: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Günlerin en faziletlisi arafe günüdür. Faziletçe cumaya benzer. O, cuma günü dışında yapılan yetmiş hacdan faziletlidir. Duaların en faziletlisi de arafe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz de: La ilahe illallah vahdehu la şerike lehu. (Allah birdir, ondan başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur) sözüdür.”[213]

Abdullah b. Ömer radıyalalhu anh, arafe günü halktan para isteyen bir dilenci gördü ve ona:

“Ey âciz! Bugün Allah-ü Teâlâ’dan başkasından istenir mi ?dedi.”[214]

Arafe Gün ve Gecesinde Okunacak Dua

Bilindiği üzere mübarek gün ve gecelerimizden biri de bayram gecesi bayram günüdür. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem arafe gecesinde şu duayı okuyana Cenâb-ı Hak istediğini vereceğini beyan buyurmuştur. Dua şudur:

“Sübhânellezi fi’-semâvâti arşuhu. Sübhânellezi fi’l-ardı mevtıuhu. Sübhânellezi fi’l-bahrî sebilühu. Sübhânellezi fi’n-nâri sultânühu. Sübhânellezi fi’1-cenneti rahmetühu. Sübhânellezi fi’1-kubûri kadâuhu. Sübhânellezi fi’1-hevâi rûhuhu. Sübhânellezi rafaa’s-semâe bi-gayri amedin. Sübhânellezi vadaa’1-arda. Sübhânellezi la melce illâ ileyhi.”

Buhari’de geçen bir hadisten öğrendiğimize göre arafe günü şu duayı okuyan, şeytanın tasallutundan kurtulur, kendini muhafaza altına almış olur.

“Allahümme’c’al fî kalbî Nûran ve fî basan Nûran. Allahümme’şrahlî Sadrî ve yessir lî emil.”

“Allah’ım, kalbimi, gözümü, gönlümü nurlu kıl. Allah’ım, kalbime genişlik, işlenme kolaylık ver”[215]

Netice itibarıyla, bu mübarek günleri ve gecelen dolu dolu geçirmemizi, tam bir ibadet ve dua insanı kesilmemiz gerekiyor. Arafe gününü de hiç unutmayalım. Bediüzzaman Hazretleri; “Bizim memlekette eskiden Arafe gününde BİN İHLAS-I ŞERİF okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arafe dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen birden okuyabilir.”[216] diyor.

Arafe ve Tevriye Günü Oruç tutmak

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Tevriye yani Zilhicce’nin sekizinci günü oruç tutmak bir senelik küçük günahlara keffârem’r. Arafe yani Zilhicce’nin dokuzuncu günü oruç tutmak da iki seneye keffârettir.”[217]

Ayrıca Ebu Hüreyre radıyallahu anh’den rivayete göre “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Arafe günü, Arafat’ta oruç tutmayı yasaklamıştır.” Binaenaleyh, hacıların tevriye ve arafe günlerinde oruç tutmaları mekruhtur.[218]

İhramda bulunan hacılara benzemek için kurban kesmek isteyen kimsenin, zilhiccenin birinci gününden kurbanını kesinceye kadar saçından, sakalından ve tırnaklarından bir şey kesmemelidir.

Müslim b. Ammar el-Leysi radıyalalhu anh rivayet etti. Dedi ki: Kurban bayramının önceğizinde hamamda idik. Orada bâzı kimseler kasık kıllarını temizlediler de hamam sahiplerinden biri: “Said b. Müseyyeb bunu mekruh görüyor; yahut yasak ediyor”, dedi. Az sonra Said b. Müseyyeb’e rastlayarak bunu kendisine andım. Said el Müseyyeb rahmetullahi aleyh:

“Be kardeşimin oğlu ! Bu unutulmuş ve terk edilmiş bir hadistir. Bana Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin zevcesi Ümmü Seleme radıyallahu anh rivayet etti. Dedi ki:

“Kimin kesecek kurbanı varsa, zilhicce ayının hilâli girince kurbanını kesinceye kadar saçından ve tırnaklarından hiçbir şey kesmesin.”[219]

Bayramda kurban kesecek kimse, ihramda bulunan hacılara benzemek için, zilhicce ayının birinci gününden kurban kesinceye kadar, saçından, sakalından ve bedeninin hiçbir yerinden ve sair tüylerini kısaltmaz ya da traş etmez, tırnağını kesmez.

İhramda bulunan hacılar kurbanlarını kesmedikçe tıraş olup ihramdan çıkmadıkları gibi, kurbanını kestikten sonra, hacılar gibi, ihramdan çıkar gibi, bedeni temizliğini yapmalı, tıraş olmalı, tırnaklarını kesmelidir. Böyle yapmak müstehaptır.[220] Bundaki hikmet, kurban sahibinin kendisini ihramlı hacılara benzetmesidir.[221]

Mevlâ bizi affede, Bayram o bayram olur

Cürm ü hatalar gide, Bayram o bayram olur

Avlarlı Efe Hazretleri

BAYRAM ADABI

 Bayramların Önemi

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem , Medine’ye teşrif ettiklerinde Medine’lilerin eğlenip oynadıkları iki günleri vardı. Efendimiz:

“Bu günler neyin nesidir ?” dedi.

“Biz cahileye devrinde bu günlerde eğlenirdik (Ya Resulallah” dediler. Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Şüphesiz, Allah size bu günlerin yerine daha hayırlısını, iyilerini, kurban ve fıtır günlerini (kurban ve ramazan bayramlarını) verdi.”[222] buyurdu.

Bayramlar Cenâb-ı Hakkın rahmet tecellileridir. Affın, hoşgörünün, yardımlaşmanın, gönül almanın, muhabbet, ikram ve ihsan duygularının yaşandığı müstesna günlerdir. Ramazan’da ve Hac’da ibadete yoğunlaşarak, mağfiret ve rızây-ı ilâhiye nail olan müminler, bayramlarda Allah’ın nimetlerinden daha rahat bir şekilde istifade ederler. Bir bakıma bayramlar, meşakkatli dünya imtihanından yüzünün akıyla çıkan müminlerin, cennet nimetlerine kavuşmasını ve orada diğer müminlerle, gönüllerinde haset, kıskançlık, kin gibi hiçbir menfi duygu olmaksızın karşılıklı muhabbet etmelerini temsil eder. Zâten, esas bayram da o gündür. Nitekim Hak dostları:

“Gerçek bayram, yeni elbise giyene değil, Allah’ın azabından emin olanadır.”demişlerdir.[223]

Kurban Bayramı

Kurban Bayramı ıydü’l-edhâ/ıydü’n-nahr, İslâm aleminin 10-13 Zilhiccce günlerinde kutladığı en meşhur dinî bayramdır. Hicri takvimin son ayı olan Zilhicce’nin onunda başlayan ve dört gün devam eden Kurban Bayramı, bu günlerde ‘Kurban’ kesildiği için bu adla anılmıştır. Hac ibadeti, Hicretin 9. yılında Kurban kesilmesi ve Kurban Bayramı namazı, oruç ibadeti ve Ramazan Bayramı gibi hicretin 2. yılında teşri kılınmıştır. Bu bayram Kur’an-ı Kerim’de Saffat (37/83-113) ve Hac sûrelerinde (22/26-28) geçtiği üzere Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın sünneti olarak tes’îd edile gelmektedir.

“Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk ki, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları keserken O’nun adını ansınlar…”[224] ayeti de kurban kesmenin daha sonra bütün ümmetlere şâmil bir ibadet olduğunu bildirmektedir.

Kurban Bayramı, Mekke’de nazil olan “Biz gerçekten Sana Kevser’i verdik. Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes !” emri ilâhisince yalnızca kendisine farz kılınmış olarak kuşluk namazı kılmaya ve kurban kesmeye başlayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ilk defa, hicretin birinci yılında, Medine’de, Allah’ın emri doğrultusunda kavlî ve fiilî sünnetiyle bütün müminlere bir bayram olarak teşri’ buyrulmuş ve bugünlerde bayram namazı kılmak ve kurban kesmek de vacip kılınmıştır.

Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu ve hükümlerini belirlediği bayram olan Kurban bayramı, aynı zamanda ilgili hadislerin bildirdiğine göre senenin en kıymetli günüdür veya hayırda Arefe gününe denktir. Arefe günü ve Kurban Bayramı günleri, esasında İslâm’in kutsi ve semavi kongresi hükmünde olan Hac ibadetinin vakitleridir.

“Kurban ibadetinin dinin delillerinin Kur’an-ı Kerim’de bulunmadığını” iddia etmek ve Allah’ın bu çeşit buyruğunun olmadığını ileri sürmek de mesnetsizdir. Zira Kur’an-ı Kerim’de:

“Ey Muhammed ! Onlara Adem’in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat! İkisi birer kurban sunmuşlardı da birinin ki kabul edilmiş; diğerinin ki ise kabul edilmemişti…”[225] buyrulmuştur.

Ayrıca Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın oğlu Hazret-i İsmail’in yerine bir koçun Allah tarafından fidye/kurban olarak verildiği açıkça bildirilmektedir.[226]

Nitekim; “Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık.[227] ve

“Bu hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.”[228] âyetlerinde de izah edildiği gibi bu ibadet büyük bir öneme sahiptir.[229]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kurban Bayramı’ndan bahseden hadislerinde, bu bayramın ilâhi iradeyle ortaya çıkması şu şekilde ifade edilir:

“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır.”[230]

Bu sebeple her mümin bu bayrama, imkânı nispetinde katılmalıdır. İmkânı olanlar kurban kesecek, olmayanlar da bu neşe ve sürür gününde maddi ve manevi lütuflardan istifadeyle, bayramın hazzına ulaşacaktır. Bunun için, insanın kendisini heder edecek kadar sıkıntıya girmesine gerek yoktur.

Kurban kesemeyen kimse bayram için hazırlanır, temizlenir, namaza giderse, kurban kesme sevabını elde eder. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emr olundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır.” buyurmuştu. Bir adam kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Emanet olarak verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim?” diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hayır, ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek tıraşını olursun. Bu da sana Allah yanında bir kurban yerine geçer.” dedi.[231]

Bu kimsenin, kurban kesme hususunda son derece arzulu ve ihlaslı olduğu halde fakirliği yüzünden buna gücü yetmediğini görünce, onun da kurban kesme sevabına erişmesini sağlamak maksadıyla kendisine, kurban kesen kimseler gibi, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bugün yapılması gerekenler arasında: “Bayram günü saç tıraşı olmak, uzamış olan tırnakları, bıyıkları keserek bedenen temizlenmek, yeni ve temiz giysiler giyinmek…” gibi şeyleri saymış, bayramın hürmetine uygun bir şekilde görünmenin de manevi kazanç yönünden kurban kesmiş kadar Allah indinde makbul olacağını belirtmiş,[232] bayrama iştirak etmesini tavsiye etmiş ve kendisine böyle hareket etmekle, aynen kurban kesmiş gibi sevaba erişeceğini bildirmiştir,[233]

Peygamberimizin Bayram Adabı

Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, her cuma ve bayram günü adeti veçhile dişlerinden tırnaklarına kadar umumi bir temizlik yapardı. Boy abdesti alarak yıkanır. Yeni elbiseler giyer. Güzel kokular sürünerek bayram namazına giderdi. Giydiği bayramlık elbiseleri kırmızı ve yeşil yollu Yemen kumaşından biçilmiş altlı üstlü iki kat elbisedir.

Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bayram namazına gitmeden önce o gün oruçlu olmadığını, birkaç hurma yemek suretiyle gösterir ve hurma sayısının tek olmasına dikkat ederdi.

“Allah-ü Teâlâ tekdir, tekleri sever” buyurmuştur. Bayram namazlarına gidiş ve dönüş yollarını ayrı ayrı (intihab) ederek, halkın bayramlaşmasını kolaylaştırırdı. Bütün bu tebrikleri neş’e ve sevinç içinde kabul ederdi. Şair Ka’b, bir şiirinde Peygamberimizin bu neş’e ve sevincini;

“Peygamberimiz gülümsedikçe mübarek yüzü şimşek çeker gibi nur saçardı” mısraları ile tasvir etmiştir.

Kurban Bayramında Yapacağımız Vazifeler

Bayramlarda Boy Abdesti Almak Sünnettir.

Bayram günü erken kakıp boy abdesti alalım. Yeni ve temiz elbiselerimizi giyelim.

“Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem fıtır (Ramazan) bayramı günü ve Kurban bayramı günü boy abdesti alırdı.”[234]

“Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Fıtır (Ramazan) bayramı günü Kurban bayramı günü ve arefe günü boy abdesti alırdı. (Ravi demiştir ki) el-Fakih de bugünlerde boy abdesti almayı ev halkına emrederdi.”[235]           

1. Bayram gününde yıkanmak, hoş kokular sürünmek, misvak kullanmak, erkeklerin en güzel elbiselerini giymeleri Allah’ın nimetini göstermek ve Allah’a şükretmek için menduptur.

2. Aile fertlerine genişlik sağlamak, gücün yettiği ölçüde adetinden fazla olarak çokça sadaka vermek, böylece fakirleri istemeğe muhtaç etmemek için, çevremizde bulunan fakir-fukara ve yetimleri sevindirelim.

3. Karşılaştığı mümin kardeşlerine karşı güler yüz ve sevinç göstermek kardeşlik ve sevgi bağlarını kuvvetlendirmek için hayatta bulunan akraba ve dostlarını ziyaret etmek.

4. Kurban bayramında namazdan önce bir şey yemeyelim. Kurbanımız varsa ilk olarak kurban etinden yiyelim.

5. Hanefi mezhebine göre kişinin sabah namazını kendi mahallesinin mescidinde kılması menduptur.

6. Çocuklarımıza bu güzel günde bayram namazına götürelim. Bunun hazırlığını akşamdan yapalım. “Yarın, ben oğlumla bayram namazına gideceğim” demek suretiyle bu tatlı anı onlara yaşatmaya gayret edelim.

7. Birinci safın faziletine erişebilmek için camiye erken gitmeliyiz.

8. Kadınlar ise, fitne korkusundan ötürü, bayrama süslü olmayan normal elbiseleri ile ve hoş koku sürünmeksizin çıkarlar.

9. Bayramın verdiği sevinç ve mutluluk ile mü’minlerin kalplerinin mesrur, yüzlerinin mütebessim ve nurlu, gözlerinin nuru ilahi ile ışıl ışıl parladığı mübarek bayram günlerinde, boynu bükük, gözleri yaşlı ve kalpleri mahzun olan fakir, yetim ve kimsesizleri unutmayalım. Onlara yardım ellerimizi uzatalım ve kurban etlerinden gönderelim. Sevinç ve mutluluk ifadelerinin satır satır okunduğu bayram günlerinde onlarında sevinmelerini temin edelim.

10. Büyüklerimiz, anne ve babalarımızı ziyaret edip bayramlarını tebrik ederek hayır dualarını alalım. Şayet büyüklerimiz anne ve babalarımız vefat etmişlerse, kabirlerini ziyaret edip Kuran okuyalım ve bağışlamaları için Allah’a dua edelim.

11. Dargınlarımız varsa bayram günlerin fırsat bilerek barışalım.

Bayram Namazları

Bayram namazı, biri Ramazan Bayramı’nda diğeri Kurban bayramı’nda olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rekatlık bir namazdır. Hanefi mezhebine göre vaciptir. Hicretin birinci yılı meşru olmuştur. Bayram namazlarının meşru olduğuna delil Kur’an, Sünnet ve İcma’dır.

Kur’an’dan delil: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes”[236]Tefsir kaynaklarında meşhur olan görüşe göre, bu ayetteki namazdan kastedilen mânâ Kurban Bayramı Namazı ve Kurban’dır.

Sünnetten delil: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in iki bayram namazını da kıldırdığı tevatür [kuvvetli haber] yolu ile sabittir. Peygamberimizin ilk kıldırdığı bayram namazı, hicretin ikinci yılındaki, Ramazan Bayramı namazıdır. Hazret-i Peygamber aleyhis-selâm bayram namazlarını ezansız ve kametsiz olarak kılardı.

Câbir b. Semure radıyalahu anh’den; demiştir ki: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte ezansız e kametsiz olarak defalarca bayram namazı kıldım.”[237]

Bütün müslümanlar iki bayram namazını da meşru olduğu konusunda icma [birlik] etmişlerdir.

Hanefi fukahası, Cuma ile bayram namazlarını birbirinden ayırmamış, edası için aynı şartların bulunması gerektiği hususunda ittifak etmiştir. İmam Merginani: “Bayram namazı, üzerine Cuma namazı vacip olan herkese vacip olur”[238]buyurmuştur.

Ömer Nasuhi Bilmen: “Kendilerine Cuma namazı farz olan kimselere -Cuma namazının vücup ve eda şartları dairesinde- Ramazan ve Kurban bayramı namazları vaciptir. Yalnız bayram namazlarında hutbeler, vacip olmak üzere şart değildir. Belki bu namazlardan sonra hutbe okunması bir sünnet-i seniyyedir.”[239]

Ali Fikri Yavuz: “Üzerine Cuma namazı farz olan kimselere bayram namazları da vaciptir. Bayram namazlarının sıhhat şartları aynen Cuma namazının sıhhat şartlarıdır.”[240]

Bayram namazlarına gelince: Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir. Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır.[241]

Bayram Namazına Yürüyerek Gitmek Sünnettir “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bayram namazına (mu-sallaya-camiye) yürüyerek çıkar ve yürüyerek dönerlerdi.” [242]

Bayram namazına yürüyerek gitmek sünnettendir.”[243]

Bayram Günü Bayram Namazına Bir Yoldan

Gitmek ve Başka Bir Yoldan Dönmek Sünnettir.

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bayram namazına yürüyerek giderdi ve geldiği yoldan başka, bir yoldan dönerdi.”[244]

Hadis-i şerif, bayram namazına gidip gelişte ayrı ayrı yolları tercih etmesinin müstehab olduğunu göstermektedir. Bundaki hikmet, camiye gidiş-gelişte, yolların ve sakinlerinin şahit olmaları, İslâm’ın şeref ve izzetinin izharı, tabir caizse kafirlere karşı bir gövde gösterisi yapmaktır.

Kurban Bayramında Bayram Namazına Giderken Tekbir Getirmeli

Ramazan Bayramı’nda bayram namazı kılınan camiye giderken gizli olarak, Kurban Bayramı’nda açıktan tekbir getirmek sün­nettir. Delili, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Zikirlerin en hayırlısı gizli olanıdır. Rızıkların en hayırlısı yetecek kadar olanıdır.” hadis-i şerifidir.

Kurban bayramı münasebetiyle namaza giderken duyulacak sesle tekbir getirelim.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bayramlarınızı tekbirlerle süsleyin” buyurmuştur.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kurban bayramı sabahı, namaz kılınacak yere gelinceye kadar tekbir getirir ve namaz bitinceye kadar devam ederdi. Namaz bitince tekbiri keserdi.

İbn-i Ata rahmetullahi aleyh: “Bayram günü tekbir getirmek sünnettendir.” buyurmuştur.

Tekbirin lafzı:

“Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l- Hamd”

[Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’dan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür ve hamd O’na mahsustur.]

Tekbirde aynı zamanda İslâm’ın şiarını göstermek, başkalarına İslam’ın üstünlüğünü hatırlatmak vardır.[245]

Kurban Bayramı Namazı Vakti

Kurban Bayramı namazını vakti girer girmez hemen acele kılmak sünnettir. Çünkü, Kurban bayramında acele edince namazdan sonra kesilecek kurbanlar için vakit genişlemiş olur.

Ramazan Bayramı namazını ilk vaktinden biraz tehir etmek de sünnettir. Ramazan bayramında biraz gecikilirse, fitresini vermemiş bulunanlar, bu arada zaman genişliği bulmuş olurlar.

Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Necran’da bulunan Amr b. Hazm radıyallahu anh’a şöyle yazmıştır:

“Necranlılara kurban bayramı namazını acele kıldır. Ramazan bayramı namazını tehir ederek kıldır ve insanlara öğüt ver. Çünkü böyle yapmakla kurban kesmek ve fıtır sadakasını vermek için genişçe bir vakit kalmış olur.”[246]

Kurban Bayram namazını vakti girer girmez kılmak sünnettir.

Bayram Namazı Nasıl Kılınır ?

İki Rekâtlı Namazın Kılınışı

Niyet: Niyet ettim Allah rızası için vacip olan Kurban Bayramı namazını kılmaya. Uydum hazır olan imama.

Birinci Rekât

Allâh-ü Ekber [İmamla birlikte iftitah Tekbiri]

Sübhâneke’l-lâhümme ve bihamdik. Ve tebârekesmük. Ve teâlâ ceddük. Ve la ilahe ğayrük.

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, bağlanır]

Eûzü billahi mineşşeytânirracim [imam gizlice okur]

Bismillâhirrahmânirraahîm [imam gizlice okur]

El-Hamdü lillâhi Rabbi’l – Âlemin. Er-Rahmânirrahim. Mâlik-i yevmiddin. İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîyn. İhdîne’s-sırâta’l -müstekim. Sırâtallezine en’amte Aleyhim. Gayrilmağdûbi aleyhim veleddâllîn. (Amin-İmam açıktan okur.)

Elemtera keyfe feale Rabbüke bieshâbi’l – fil. Elem yec’al keydehüm fî tadlilin ve ersele aleyhim tayran ebâbil. Termîhim bi hıcâretin min sicîl. Fecealehüm keasfin me’kûl. [imam açıktan okur]

Allâh-ü Ekber [rükûya varırken]

Sübhâne Rabbiye’l Azîm [rükûda üç kere]

Semiallâhü limen hamideh [rükûdan kalkarken]

Rabbena lekel hamd [rükûdan doğrulduktan sonra]

Allâh-ü Ekber [secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [otururken]

Allâh-ü Ekber [ikinci secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [secdeden ayağa kalkarken]

İkinci Rekât

Bismillâhirrahmânirraahîm [imam gizlice okur]

El-Hamdü lillâhi Rabbi’l – Âlemin. Er-Rahmânirrahim. Mâlik-i yevmiddin. İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîyn. İhdîne’s-sırâta’l -müştekim. Sırâtallezine en’amte Aleyhim. Gayrilmağdûbi aleyhim veleddâlfih. (Amin, -imam açıktan okur]

İnnâ a’taynâke’l – Kevser. Fesalli li-rabbike venhar. İnne şânieke hüve’l – ebter. [imam açıktan okur]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, yana salıverilir]

Allâh-ü Ekber [eller kulaklara götürülür, yana salıverilir.]

Allâh-ü Ekber [eller yanda iken rükû’a varılır.]

Sübhâne Rabbiye’l Azîm [rükûda üç kere]

Semiallâhü ilmen hamideh [rükûdan kalkarken]

Rabbena lekel hamd [rükûdan doğrulduktan sonra]

Allâh-ü Ekber [secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [otururken]

Allâh-ü Ekber [ikinci secdeye varırken]

Sübhâne Rabbiye’l – A’lâ [secdede üç defa]

Allâh-ü Ekber [teşehhüde oturur]

Ettehıyyâtü lillâhi ve’s-salevâtü ve’t tayyibâtü. Esselârnü Aleyke eyyühe’n – nebiyyü. Ve Rahmetullâhi ve berakâtüh. Es-selâmü Aleynâ ve Âlâ ibâdiUâhi’s-sâlihîn. Eşhedü ellâ ilahe illlahlâh, ve eşhedü erme Muhammeden Abdühü ve Rasûlüh.

Allâhümme salli Âlâ Muhammedin ve Âlâ âli Muhammed. Kemâ salleyte âlâ ibrâhime ve âlâ âl-i İbrahim. Inneke hamîdün mecid.

Allâhümme bârîk Âlâ Muhammedin ve Âlâ âli Muhammed. Kemâ bârekte âlâ ibrâhime ve âlâ âl-i İbrâhîrn. Inneke hamîdün mecid.

Allâhümme Rabbena Atina fiddünyâ haseneten ve fi’l – âhirâti haseneten ve kına azâben – nâr. Birahmetike yâ erhamerrâhimin.

Esselârnü Aleyküm ve Rahmetullâh [sağ tarafa selâm verirken]

 Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullâh [sol tarafa selâm verirken]

Estağfirullah [üç defa] [247]

İmam namazdan sonra hutbe için minbere çıkar, oturmaksızın hutbeye .- “Allâhü Ekber” diye üç defa tekbir getirerek başlar. Cemaat de bu tekbirlere iştirak eder. İmam hutbede Kur’an ve teşrik tekbirleri ile yapılacak ziyaret ve yardımlaşmalar hakkında konuşur. Birinci hutbeden sonra kısaca oturur. İkinci hutbeye yine tekbirle başlayıp sonunda tekbirle iner.[248]

Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu kaza edemez ve tek başına kılamaz. Dilerse döner gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar.[249]

Teşrik Tekbirleri

“Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhü Ekber Allâhü Ekber ve lillâhi’l- Hamd”

Erkek ve kadınlara Kurban Bayramında namazlardan sonra teşrik tekbirlerini bir kere getirmek vaciptir.

Teşrik günlerinde tekbir getirmenin vacip olduğu ve müddeti konusunda delil: “Allah’ı sayılı günlerde zikredin”[250] ile Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem arafe günü sabah namazından sonra tekbire başlar, teşrik günlerinin sonuncu günü ikindi namazına kadar devam ederdi. Bunu farz namazlardan sonra selâm verince yapardı.” Buna göre yirmi üç vakitte tekbir getirilir.

Yalnız olarak, seferi olarak yahut imamla birlikte farz namaz kılan herkes için farzların peşinden tekbir getirmek vaciptir. Çünkü tekbirler namaza bağlıdır.

Kadınlar dışında herkesin bu tekbiri açıktan alması da sünnettir.

Tekbir cemaatle de yalnız başına da eda edilebilir. Erkekler tekbiri açıktan getirirler. Kadınlar ise tekbiri gizlice getirirler. Teşrik tekbirlerini cemaatle hep birlikte söylemek müstehaptır.

Vitir namazı ve bayram namazları sonunda tekbir getirilmez.

Teşrik Tekbirleri

Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın sünnetidir

Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, Hazret-i İsmail aleyhisselâm’ı kurban etmeye hazırlanırken bir anda “Allâhü Ekber Allâhü Ekber” sadâlarını duyar. Yanı başında Hazret-i Cebrail’in semiz bir koçla kendisine doğru geldiğini görür, hamd ve şükür duyguları içinde “Lâilâhe illallâhu vallâhu ekber”der. Durumu fark eden Hazret-i İsmail aleyhisselâm ise, Cenab-ı Hakk’a karşı olan minnet ve şükranını “Allâhü Ekber ve lillâhi’1-hamd” sözleriyle ifade eder. Getirilen bu teşrik tekbirlerinden sonra Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, “Bismillâhi Allâhü Ekber” diyerek koçu kurban eder.

Kurban bayramı günlerinde, Arafe günü sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her vakit, namazın farzından sonra teşrik tekbirlerini okumak vacip kabul edilmiştir.[251]

Neden Tekbir Getiriyoruz ?

“Sayılı günlerde Allah’ı zikredin.”[252] Emri ile yapılması istenen zikir; kurban bayramı öncesi 9 Zilhicce Arafe günü sabahtan başlayıp bayramın 4. gününe kadar beş gün süre ile teşrik günlerinde farz namazların akabinde “Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l- Hamd”[Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’dan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür ve hamd O’na mahsustur.] şeklindeki tekbir getirmek[teşrik tekbirleri], Hac’da cemerata taş atarken “Bismillahi Allâhu ekber” [Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür] demek ve kurban keserken tekbir almaktır.[253]

Bakara suresinin 183-185 âyetlerinde oruçla ilgili hükümler zikredildikten sonra 185. âyetin sonunda:

“..Size doğru yolu gösterdiğimizden dolayı Allah’ı tekbir etmenizi ister.” Hac suresinin 36-37 âyetlerinde kurbanla ilgili hükümler zikredilmiş, 37. âyetin sonunda:

“…kurbanlıkları bu şekilde size boyun eğdirdi ta ki size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı tekbir edesiniz.” buyrulmuştur. Yüce Allah, bu iki âyette bizden verdiği nimetler karşısında “Allâhu Ekber” diyerek kendisini hamd ü sena ile tazim etmemizi istemektedir.

Bakara süresindeki “tekbir” emri ile bayramlarda tekbir getirilmesinin kastı da söz konusudur. İbn Abbas; “Şevval hilâlini gördükleri zaman tekbir getirmek Müslümanların üzerine bir haktir.” demiştir. Bu âyete dayanarak İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, bayram namazlarına giderken tekbir getirilmesi içtihadında bulunmuşlardır. Ramazan ve Kurban bayramı namazında birinci rekatta fatihadan önce üç defa, ikinci rekatta zammı sureden sonra üç defa “Allâhu ekber” diyerek tekbir alınır. Bunlara “zevâid tekbirleri” denir. Selâmdan sonra, hutbe içinde ve hutbe sonrasında; “Allâh-ü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l-Hamd” denilerek tekbir alınır. Bu tekbirlerin dayanağı bu âyettir.

Kurban bayramının bir gün öncesi olan Arafe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar 23 vakit farz namazların selamından sonra bir defa “Allâhü Ekber Allâh-ü Ekber la ilahe illellâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l- Hamd” tekbir alınır ki buna “Teşrik tekbirleri” denir.

Bakara süresindeki “tekbir” emri, “bayram namazı kılınız”, Hac süresindeki “tekbir” emri ise, “hayvanları keserken tekbir getirin” anlamına da gelebilir. Bunu En’am suresinin;

“O halde Allah’ın âyetlerine inanıyorsanız kesilirken üzerine O’nun adı anılan hayvanların etinden yeyin.” ayeti ile;

“Kesilirken üzerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların etlerinden yemeyin. Çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır.” ayeti teyid eder.

Eti yenen hayvanlar kesilirken “Bismillâhi Allâhu ekber” [Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür] denir. “Allâhu ekber” [Allah en büyüktür] sözü aynı zamanda Allah’ı zikirdir. Tekbir getiren kimse “Allah’ı çok zikredin”[254] emrini de yerine getirmiş olur.[255]

Kurban Bayramının 1. Gününün Önemi

Allah’ın bazı günleri, ayları diğerlerine üstün kılıp mübarekleştirmesi de bu ‘dilediğini seçer’ olmasındandır. Allah katında günlerin en hayırlısı kurban kesme günüdür.[256]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Şânı yüce olan Allah katında günlerin en büyüğü kurban bayramı günüdür. Sonra da karr günüdür.”[257] Diğer bir rivayette:

“Allah katında günlerin en faziletlisi Kurban günüdür.” buyrulmuştur.

Kurban kesilen günlerin en faziletlisi Kurban Bayramı’nın birinci günüdür., sonra “karr günü” denilen Kurban Bayramı’nın ikinci günü gelir. Bu güne “karr günü” denmesinin sebebi o günde halkın Minâ’da karar kılıp istirahata kavuşmasıdır.[258]

Kurban Bayramında Namazdan Sonra Yemek

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Ramazan bayramında bir şey yemeden namaza çıkmaz, Kurban bayramında ise namaz kılıncaya kadar bir şey yemezdi.[259]

“Döndüğü vakit kurbanından yerdi.”[260]

“Döndüğü vakit kurbanının karaciğerinden yerdi.”[261]

Kurban bayramında, kişi ister kurban kessin, ister kesmesin mutlak olarak yemeği tehir etmek menduptur.

Bir kimse kurban bayramında, ilk yediği şeyin kurban eti olması müstehaptır. Bu, Allah’ın bir ziyafetidir.

Kurbanda yemeği namazdan sonraya bırakmanın hikmeti: Kurban kesmeyi meşru kılmak suretiyle Allah-ü zülcelâl kullarına kerametini gösterdiği cihetle, o gün namazdan sonra yapılacak en mühim işi Allah’ın nimetlerine şükür için onun ziyafetinden yemeye başlamak olmuştur.[262]

Bayramlarda Tebrikleşmek

Bayram günü ilk bayramlaşma, bizden istiğfar, dua ve sadaka sevabı bekleyen geçmişlerimizle yapılır. Onlara Fatihalar ve sadaka sevapları ikram edilerek ruhları şad edilir. Hallerinden ibret alınarak, hakiki bayrama hazırlık yapmak gerektiği anlaşılır. Daha sonra akraba, eş ve dost ziyaretleri yapılarak hâl hatır sorulur. Herkes birbiriyle helâlleşir ve dargınlar barışır.[263]

Sevinçli anlarda tebrikleşmek sünnettir. Remli isimli kitapta.-

“Mübarek günlerde Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde tebrikleşmek meşrudur.” denilmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen rahmetullahi aleyh: “Büyük İslam İlmihâli” adlı eserinde;

“Ramazan, Kurban bayramı günlerinde, mübarek gün ve gecelerde tebrikleşmek ve dualaşmak sünnettir.” demektedir.

İmam-ı Sehavi rahmetullahi aleyh: “Ayları ve bayramları tebrik etmek insanların adetlerindendir.” buyurmuştur[264]

Bayram günleri bayram tebrikleri için musafaha ederken önce davranan biri diğerine şöyle dua eder:

“Tekabbelellâhü minnâ ve minküm”

“Allah sizden ve bizden kabul buyursun.”

Muhatab olan da buna “amin” demekle karşılık vereceği gibi.

“Gaferallâhü lenâ ve leküm” “Allah bizi de, sizi de mağfiret buyursun” demektir.[265]

Bayram Gecelerini İbadetle Geçirmek Sünnettir

Bayram gecelerinde dua kabul olur. Kabul edilmesi rahmet-i ilahi ile beklenir. Bu yüzden Cum’a gecesi ile Recep ayının ilk cuması ve Şaban ayının ortasında dua etmek müstehap olduğu gibi, bayram gecelerinden duada bulunmak da müstehaptır.

Bu ibadetler zikir, namaz, Kuran okumak, tekbir, teşbih, istiğfar gibi şeylerdir. Bu ibadetler de gecenin son üçte birinde yapılmalıdır. En iyisi bütün bayram gecelerini ibadetle geçirerek ihya etmektir. Çünkü peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Her kim Ramazan Bayramı gecesi ile Kurban Bayramı gecelerini Allah’tan ecir bekleyerek ibadetle geçirirse, kalplerin öldüğü günde onun kalbi ölmez.”[266]

“Kim ahiret sevabını umarak, iki bayram gecelerinde Allah’a ibadet ederse, kalplerin öldüğü zamanda onun kalbi ölmez.”[267]

“Şu beş geceyi ihya edenlerin cennete girmeleri vacip olmuştur: Bu gecelerde: Terviye gecesi (Zilhiccenin sekizinci günü), Kurban Bayramı arafe gecesi, Kurban Bayramı gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Saban ayının on beşinci gecesidir.”[268]

“Bayram gecelerini Allah-ü Teâlâ’nın zikri, namaz ve başka ibadetlerle ihya etmek müstehaptır.

Bayram gününde ibadetin diğer günlerdekinden efdal oluşunun sırrı şuradan ileri gelir: “Gaflet vakitlerinde ibadet, diğerlerinden üstündür. Teşrik günleri ise umumiyetle gaflet günleridir. Bu sebeple o günlerde ibadet yapana, diğer günlerde yapana nazaran ziyade bir sevap vardır. Bu tıpkı, insanların çoğunluğu uykuda iken geceleyin kalkıp ibadet yapan kimse gibidir.[269]

Yatsı namazı ile sabah namazlarının cemaatle kılınması da bunun yerini tutar.

Osman b. Affan radıyallahu anh’ den demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yatsı namazını cemaatle kılan kimse o gecenin yansını namaz kılmakla geçirmiş gibidir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılan kimse o gecenin tamamını namaz kılmakla geçirmiş gibi sevap alır. [270]

Bayram Günü Duası

Bayram günlerinde yapılan dua ve iyiliklerin sevabı daha fazladır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bayram günlerinde şu duayı çok okuyanın kalbinin ölmeyeceğini haber vermiştir. Dua şudur:

“Yâ hayyû, yâ kayyûm, yâ bedîa’s-semavâti ve’1-ardı, yâ ze’l-celâli ve’1-ikrâm.”

“Ey Hayy ve Kayyûm olan Rabbimiz, ey semâvât ve arzın bedî’i, ey celâl ve kerem sahibi. Beni sen koru, sen istikametde dâim eyle. Kötülük ve günahlardan muhafaza et, sırat-ı müstaksimde dâim ve sabit eyle.”[271]

Ramazan ve Kurban Bayramı Günlerinde

Oruç Tutmanın Yasak Olması

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Fıtır günü (Ramazan bayramının ilk günü) ve Kurban Bayramı’nın günü oruç tutulmasını yasakladı.”[272]

“Ramazan Bayramı ise, oruçlardan çıkışınızı ve Müslümanların bayramıdır. Kurban bayramına gelince, kestiğiniz kurbanların etlerinde yiyiniz.”[273]

“Ramazan ve Kurban Bayramı günleri ile teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bunlar yemek içmek günlerimizdir.”[274]

“Teşrik günleri yiyip içme ve namaz günleridir. Binaenaleyh onlarda hiç kimse oruç tutmaz.”[275]

“Teşrik günleri yiyip içme ve Allah Azze ve Celleyi anma günleridir”[276]

“Teşrik günleri yiyip içme ve cima günleridir.”[277]

Bayram günleri Allah’ın kullarına ziyafet günleridir. Ramazan ve Kurban bayramı günleri oruç tutmak haramdır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem iki günün orucunu yasakladı. Çünkü kurban bayramı günü kurbanlarınızın etlerinden yiyeceğiniz gündür. Ramazan Bayramı ise, oruçlarınıza son verişinizdir.”[278]

Bayram Günlerinde Kabirleri Ziyaret Etmeliyiz

Kabir Ziyaretinde Ahireti Hatırlar

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önceleri kabir ziyaretini yasaklamıştı. Bunun sebebi cahiliye devrinden yeni çıkan Müslümanların kabir ziyareti sebebiyle bir takım bâtıl inanç ve adetleri hatırlamalarını, hataya düşmelerini önlemekti. İslâm gönüllere yerleşince kabir ziyaretine izin verdi ve bunu “ahireti hatırlatma” hikmetine bağladı.[279]

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti bize ahireti hatırlatır.”[280] Diğer bir rivayette:

“Çünkü şüphesiz kabirlerin ziyareti, dünyayı küçümsetir ve ahireti hatırlatır.”[281] buyurarak da bu ziyaretlerden asıl maksadın, ahireti hatırlamak ve o güne hazırlanmaya önem vermek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehap, kadınlar için caizdir. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır.

Diğer yandan Hazret-i Aişe annemiz de kardeşi Abdurrahman b. Ebubekir’in kabrini ziyaret ettiği nakledilmektedir.[282]

Mehmet Emre Hoca Efendi kadınların kabir ziyareti ile ilgili şunları söylemektedir:

Kadınların kabirleri ziyaretlerine gelince, bazı hususlara riayet etme şartı ile buna müsaade olunmuştur:

1.Kalabalık bir günde, erkeklerin arasına karışarak ziyarete gitmemelidir.

2.Tesettüre son derece riayet etmeli ve güzel koku/parfüm kullanmamalıdır.

3.Bu ziyareti tek başına yapmamalı; ya mahremi olan bir er kekle veya birkaç kadın bir araya gelerek ifâ etmelidir.

4.Kabrin başında feryâd-ü figan ederek ağlamamalı ve ölünün üzülmesine ve azap görmesine sebep olmamalıdır.[283]

Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır.

Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Allah Resûlü’nün kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık verir ve ulvi hislerin duyulmasını sağlar. Efendimiz’in ve Allah’ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte;

“Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, şefaatim ona hak olur.” [284]buyrulmuştur.

Salih kişilerin ve din büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmekte çok büyük faydalar mevcuttur. Şuurlu bir şekilde hareket etmek, gerekli ibreti almak ve yanlış itikatlara kapılmamak şartıyla kabir ziyaretinde herhangi bir beis yoktur. [285]

Kabirleri ziyaret etmek, orada bulunanlara selâm verip dua ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır ve hasenat yapıp Kur’an tilavet etmek, mevtalar için bir rahmet vesilesidir. Kuran’ı Kerim’de Rabbi’miz, bizden önce ahrete intikâl etmiş mümin kardeşlerimiz için şöyle dua etmemizi tavsiye eder:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.”[286]

Kabir ziyaretiyle maksad, ziyaretçilerin ibret alması, ziyaret olunan kabir ehlinin onların dua ve istiğfarlarından faydalanmaları ve sağlığında olduğu gibi, hürmet görmesidir.”[287]

 

Ziyaret Ölüler İçin De Faydalıdır:

Mezara Verilen Selâmı Ölü Alıp Geri Verir

Bizler; kabirleri ziyaret ederiz. Çünkü insan hayattayken sevdiği kişileri ölümlerinden sonra da unutmak istese de unutamaz.

Onların kabirlerini ziyaret etmekle, onlara karşı minnet borcunu ödemiş hissi uyanır. Onların hatırası yeniden canlanır.

Hayat mücadelesinde koşuştururken ölümü ve ahireti hatırlayıp, ona göre hazırlık yapmak için zaman zaman kabristana gidip yakınlarımızın mezarlarını sık sık ziyaret edemiyoruz. Bayramlar; bizim yakınlarımızın mezarlarını ziyaretine sebep oluyor.

Kabirleri ziyaret etmekte fayda iki yönlüdür. Hem ziyaretçi, bu ziyareti sayesinde ölümü, kabri ve orada karşılaşacağı suâl, azap ve nimeti hatırlayıp, kalan ömrüne; kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek şekilde yön verir. Hem de kabirde yatan mü’min kardeşine, yakınına selâm verip dua ederek, okuyacağı ayet ve surelerin sevabını ona bağışlayarak ziyaret ettiği yakınına, mü’min kardeşine faydalı olur.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir kutlu ifadesinde şöyle buyurmaktadır:

“Mezardaki ölü, boğulmakta olup da yardım isteyen gibidir. Babadan veya anadan veya oğuldan veyahut sadık dosttan dua bekler. Beklediği dua yapılıp da ona ulaştıkta, onun için bütün dünyadan daha ziyade makbul ve faydalı olur. Muhakkak ki, Allah-ü Teâlâ dünyadakilerin duasından mezardakilere dağlar gibi fayda id-hâl eder. Şüphesiz ki sağ olanların ölülere hediyesi, onlar için istiğfar etmek ve sadaka vermektir.”[288]

Bundan ötürü Müslümanlar, ölüleri için dua edip afv ve mağfiret olunmalarını Allah’dan isteyip niyaz etmeyi ve ölülerinin ruhları için sadaka vermeyi unutmamak ve ihmal etmemek lâzımdır.[289]

Çünkü; yukarıda hadis-i şerifte de belirtildiği gibi mezardaki ölü, suya düşmüş olup da başkasından yardım dileyen kimse gibidir. Onun sevap alacak veya -eğer müstehak ise- kendisini azaptan kurtaracak işleri yapma imkânı kalmamıştır. Artık faydalanacağı tek şey, ziyaretçilerinin ve mü’min kardeşlerinin yapacakları dua ve yaptıkları hayırlı amellerden bağışlayacakları sevaplardır.

Mümin ölülerinin ruhları, sağ olan din kardeşlerinin hayırlı dualarından ve güzel selam vermelerinden memnun ve mesrur olacakları bildirilmektedir.

Bir kabre rastlayan yahut ziyaret için mezarlığa varan kimsenin ilk yapacağı iş, şüphesiz oradaki ölülere selâm vermektir. Ölü, gelen ziyaretçiden haberdar olup, verdiği selâmı alır, yapacağı duadan istifade eder ve mezarının yanında oturmasıyla ölü ünsiyet edip memnun olur.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir kutlu ifadesinde şöyle buyurmaktadır:

“Herhangi bir kişi, yakın adamının mezarını ziyaret edip selâm verir ve yanında oturursa, mezar sahibi selâmını alıp iade eder ve orada oturduğu müddet kalkıncaya kadar onunla ünsiyet eder.”[290] diğer bir kutlu ifade de:

“Herhangi bir kul, sağlığında tanıyıp bildiği bir kişinin mezarının yanından geçer de ona selâm verirse, mezar sahibi onu bilir ve sevinçle selâmını alıp iade eder.”[291]

İbn-i Kayyım el-Cezviyye bu konuda demiştir ki: “Ziyaretçi her ne zaman bir mezarı ziyarete gelirse, ziyaret olunan mezar sahibi onu bilir ve selâmını işitir de alıp iade ederek onunla ünsiyette bulunur olduğuna delalet eder. Bu hüküm umumi olup şehitlere ve gayrilere şâmildir ve muayyen bir vakti yoktur, her vakitte husulü mümkündür. Hâddî zatında akıl sahibi muhataba verilen selâmı, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kabir ehline verilmesini meşru kılmış ve ümmetine emretmiştir ki, bu da kabir ehlinin verilen selâmı idrâk ve iade edeceklerine delâlet eder.”[292]

Kabir ziyaretine abdestli gitmeliyiz. Şüphesiz her zaman abdestli olmak iyidir. Ama kabir ziyareti için abdest şart değildir. Abdestsiz de ziyaret edilebilir.

Kabir ziyaretine giden kişi kabristan/mezarlık kapısına vardığı zaman selâm vermelidir.

Ziyaretçi kabristanın kapısına vardığı zaman yüzünü mezarlara döndürerek ve kabrin yanına vardığı zaman da Peygamber Efendim iz’in öğrettiği üzere şöyle selâm verir-.

“Es-Selamü aleyküm dara kavmin müminin ve innâ inşaâllâhü biküm lâhikün, es’elüllaheli ve lekemü’l Afiyet”

“Ey müminler yurdunun sakinleri. Selam size. Bizlerde inşallah sizlere kavuşacağız. Allah-u Teala’dan bizim ve sizin için afiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılardan kurtuluş dilerim.”[293]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabristandaki ölülere selâm verişi ve Müslümanlara da selâm vermeyi emredişi, onların selâmı duyduklarına ve aldıklarına delil olarak yeter.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı kabristana vardıkları zaman oradakilere selâm verip ölüler ve diriler için dua ediyorlardı. Gerek selâm verirken ve gerekse ölülere dua ederken, yüzlerini mezara doğru çeviriyorlardı. Ziyaretlerinin gayesi, ölülerin affına vesile olmak ve onlardan ibret almaktı.[294]

Ziyaret edeceğimiz yakınımızın başı tarafından değil, ayak tarafından gelmek suretiyle, sanki hayattaymış, onunla konuşuyormuşuz gibi yüzümüzü yakınımızın yüzüne doğru dönerek/çevirerek yaklaşmalı, kendisine çok yakın durmalı; Sağlığında kendisine çok yakın ise yakınına varmalı, fazla yakın değilse uzakça durarak dua etmelidir.[295] Ziyaretçi dirinin önünde nasıl duruyorsa, ölünün önünde de öyle durur.[296] Sünnet olan kabirleri ayakta ziyaret etmek ve yine ayakta dua etmektir.[297] Oturulabilir. Sonra; selâm vermeliyiz.

“Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı senin üzerine olsun.

Ey [Anne veya baba] Allah’ım seni ve beni merhametiyle kuşatsın, merhametiyle sarsın, merhametine boğsun. Allah sana rahmet etsin.

 Allah’dan bizim ve senin için afiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılarından kurtuluş dilerim.

Allah seni de beni de affetsin. Dedikten sonra oturur. Böylece, kabirdeki yakını, gelen mü’min kardeşiyle yalnızlığını gidermek isteyecek ve sevinecektir.[298]

Kişi kabrin yanında kolayına gelen Kur’an ayetlerinden okur. Kabirlerde Kur’an okunması sünnettir. Çünkü Kur’an okumanın sevabı orada bulunanlara ulaşır. Ölü de hazır olan gibidir. Onun hakkında da rahmeti ilâhi umulur.

Ölüyü ziyaret eden, yine onun yanında, Fatiha ve Bakara suresinin baş tarafı gibi; Kur’an’dan kolayına gelen Yasin, Fatiha, Ihlas, Ayetel-Kürsi, Amenerrasulü, Tebareke, Tekasür surelerini okur, sonra İhlas suresini on iki yahut on bir, yahut yedi, yahut üç kere okuyarak dua eder: [299]Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir kutlu ifadesinde şöyle buyurmuştur:

“Sizden biri vefat ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fatiha Suresi’ni, ayak ucunda da Bakara Suresi’nin son kısmını [Amenerrasulü] okusun.”[300]

“Her kim kabristana uğrayıp İHLÂS süresini on bir kere okur da sevabını ölülere bağışlarsa, orada bulunan ölülerin sayısınca kendisine sevap verilir.”[301]

Kabristan’da “Yasin-i Şerif” okumak da, sünnetle sabit olmuştur. Nitekim:

“Her kim kabristana girer de Yâsin’i okur ve sevabını ölülere bağışlarsa, o gün Allah Teâlâ onların azabını hafifletir. Kendisinin de bu kabristandaki ölüler sayısınca sevabı olur.”[302] hadis-i Şerifi, bunun delilidir.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“….Yasin Kur’an’ın kalbidir. Bir kimse onu Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yasin suresini okuyunuz.”[303]

Yasin Sûresini bilemeyen mükellef; Kur’an-ı Kerim’den Fatiha, Ayete’l Kürsi ve İhlâs okur. “Ya Rabbi; okuduğumun sevabını fûlana ve burada yatanlara ulaştır” diye dua eder.[304]

İmam-ı Şafiî şunları söyler:

“Mezarın başında Kur’an’dan ayet ve sureler okumak müstehaptır. Kur’an’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.”[305]

İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:

“Kabristana girdiğinizde Fatiha Muavvizeteyn (Felâk ve Nas sureleri) ve İhlâs surelerini okuyup, sevabını kabristan ehline bağışlayın, onlara gidip ulaşır.[306]

Kur’an okumanın peşinden kabulünü umarak ölüye dua edilir. Çünkü dua ölüye fayda verir. Çünkü kıratın peşinden yapılan dua kabul olunmaya daha yakındır.

Hadislerde geldiğine göre ölü görür, yanında yapılan işleri anlar, güzel işlerden ötürü sevinir, kötü işlerden ötürü üzülür. Ölü yine Cuma günü güneş doğmadan önceki ziyaretçilerini tanır. Yapılan hayırlardan faydalanır, yanında işlenen kötülüklerden rahatsız olur.[307]

Kabirleri gece ziyaret etmek de caizdir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gece Cennetü’l-Bâki mezarlığına gidip dua etmiştir.”[308]

Ölüye Kur’an Okuyup Sevabını Bağışlamak

Alimler; okunan Kur’an-ı Kerim ölülere mânevi bir ikram olduğu gibi, dua ve istiğfardan faydalanacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Onlar adına yapılan hayır ve hasenatın sevabının kendilerine ulaşacağı da sahih hadislerle ve icmâ ile sabittir. Buna şu âyet-i kerime de delâlet etmektedir:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.”"[309] Yine Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur:

“Kendi günahın, müminlerin ve mümine kadınların günahları için mağfiret dile.”[310]

Ebu Hüreyre radıyallahu anh diyor ki: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’le beraber yürüyorduk. İki mezar başına geldik. Resûl-i Ekrem bu mezarların başında dikilip durdu. Biz de durduk. Resûl-i Ekrem’in rengi değişti, sararıp soldu. O derece ki gömleğinin koltukları titremeğe başladı. Biz:”Ya Resûlullah,ne oluyor ? diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Benim duyduğumu duymuyor musunuz ?” buyurdu.

Biz: “Duyduğunuz nedir ya Resûlullah ? ” diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bu iki mezarda yatan erkekler şiddetle azab oluyorlar” buyurdu. Devamla:

“Azab oldukları, kaçınıp kendileri için kolay ve aslında büyük olduğu halde kendilerince küçük sanılan iki günahtır” buyurdu.

Biz: “Nedir o iki günah ?” diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bunlardan biri idrardan sakınmaz, diğeri ise dili ile insanlara eziyet eder, söz gezdirirdi.” buyurdu ve iki yaş hurma dalı istedi. Biz de getirdik. Mezarlarına birer tane dikti. Biz: “Bu yaş dalların, azabın kalkmasında bir rolü var mıdır ?” diye sorduk.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Evet bu dallar yaş kaldıkları/kurumadıkları müddetçe azabları hafifler.” buyurdu.[311]

Müfessir Kurtubi bu kutlu sözü şöyle izah eder: “Hadisin, ‘kurumadıkları müddetçe’ kısmı, o dalların yaş kaldıkları müddetçe teşbih ettiklerine işaret etmektedir. Nitekim alimlerimiz şöyle demişlerdir: Kabirlere ağaç dikmekten ve orada Kur’an-ı Kerim okumaktan oradaki mevtalar istifada ederler. Bir ağaç dikmek bile ölülerin azabını hafifletirse, bir mü’minin Kur’an okumasından kim bilir ne kadar istifade ederler? Ölüye hediye edilen şeyin sevabı da kendisine ulaşır.”[312]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. “Kul:

“Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?”diye sorara. Cenab-ı Hak ona:

“Arkamda bıraktığın hayırlı ve salih evlâdın seni için istiğfarda bulundu, dua etti” buyurur[313]

Yine Efendiler Efendisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey müstesnadır: Sadaka-i cariye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlât.”buyurmuştur.[314]

Bir adam Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle sordu: “Yâ Resûlullah! Benim annem öldü. Onun adına sadaka versem kendisine faydası olur mu ?” Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de: “Evet olur, buyurdu.”[315]

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin bütün mümin ve müminelere niyet etmesi en faziletlisidir. Çünkü bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından bir şey eksilmez. Okunan Kur’an’ın sevabının önce Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e hediye edilmesi müstehaptır.[316]

Bir kimse oruç tutar, namaz kılar veya sadaka verir de sevabını başka bir ölüye ve ya diriye bağışlarsa caiz olur.[317]

Bir kimse bütün kabristandakiler için bir Fatiha okusa. Kabristanda yatan bütün ölülerin her birine birer fatiha sevabı yazılır.[318]

Bir kimse başta Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere, din büyüklerine, anne ve babasına, sevdiği insanlara “amellerini sevabını bağışlayabilir.”[319]

Ölü yanında okunan Kur’an’ın sevabı ölüye ulaşır. Kur’an okumanın peşinden yapılan dua, orada bulunmasa da ölüye ulaşır. Çünkü Kur’an okunan yere rahmet ve bereket iner. Kur’an okumanın akabinde dua etmek ise daha çok kabule şayandır. Kabul edilmesi daha çok umulur.[320]

İnsan yaptığı amelin sevabını başkasına bağışlayabilir, ister namaz olsun ister oruç olsun, ister sadaka ve benzen şeyler olsun fark etmez. Bunların sevabını ölüye bağışlamak, kendi sevabından hiçbir şey eksiltmez.[321]

Vefat etmiş müminlerin, sağlıklarında yaptıkları ve vefatlarından sonra da devam etmekte olan hayırlarından fayda göreceklerini, ayrıca hayatta olan yakınlarının ve mümin kardeşlerinin dua ve infaklarından/yardımlarından istifade edeceklerini bildirerek onları bu hayırlara teşvik etmektedir.[322]

Ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde alimlerimiz irtifak etmişlerdir. Alimlerimiz; dua ve sadaka ve istiğfarın, Müslümanların ölülerine ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını bildirmektedirler, ayrıca; alimlere göre, sevabı ölüye bağışlanmak şartıyla her amel-i sâlihin sevabı ulaşır.

Bu itibarla Kur’an okuyacak olan, bunu mezar başında değil de evde, camide ya da başka bir yerde, her yerde okuyabiliriz. Evinde, mescitte veya dilediği her yerde Allah rızası için Kur’an’ını okur ve sevabını ölüye hediye ederse, Cenâb-ı Hakk onu ulaştırmağa kadirdir. İllâ da mezar başında okuması gerekmez. Başka bir yerde yapılıp sevabı ölüye bağışlanmalıdır.[323]

Yolculuk yaparken, yol güzergahında gördüğümüz ilçe, kasaba ve köylerin mezarlarının yanından geçerken, okuyacağımız on bir ihlas-ı şerif ve Fatiha surelerinin sevabını mezarlıklarda yatanlara hediye etsek binlerce sevaba nail oluruz.

Duayı, şu şekilde yapsak güzel olmaz mı?

“Yarabbi! Bu okumuş olduğum Kur’an-ı Kerim’in sevabını Efendiler Efendisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in temiz pak ruhlarına, âlinin ve ashabının temiz pak ruhlarına; Hazret-i Adem aleyhisselâm’dan şu ana kadar ölmüş bütün Müslümanların ruhlarına, yaşayan bütün Müslümanların ruhlarına ve burada bulunan bütün ölülerin ruhlarına hediye eyledim. Sen kabul buyur. Yarabbi. Amin.”

Kabristanda Yapılmaması Gerekenler

Kabristanda ziyaret ile bağdaşmayan edep dışı ve malâyani söz söylemekten, kibirlenip çalım satarak yürümekten sakınmak ve mütevazi bir tavır takınmak gerekir.[324]

Kabirlerde büyük ve küçük tuvalet etmekten sakınmalıdır.

Kabir yanında kurban kesmek ve hayvan boğazlamak. Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek islâm’da yoktur.” buyurarak kabir ve yatırlara kurban kesmeyi yasaklamıştır. İslâm’da kurban Allah rızası içi kesilir. Kabir başında kesilende ise sanki başkasının/o kabirdekinin rızasını ummak vardır. Bu üstelik yasak olan fiildir. [325]Allah için olsa bile mekruhtur. Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımını elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibadettir. İbadet ise yalnız Allah’a mahsustur.

Kabirler Ka’be tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilemez.

Kabir ziyaretinde edebe riayet etmek lâzımdır. Mekruh ve haram olan işleri yapmaktan sakınmak lâzımdır. Bir takım cahil insanların yaptıkları gibi; mezar taşlarına ve duvarlarına sarılmak veya elini sürmek, taşları ve yerleri öpmek, karnını ve göğsünü taşlara sürmek mekruh ve çirkin bidattir. Mezara eğilmek, secde eder gibi mezarın üzerine veya yerlere eğilip kapanmak, mezarın etrafını tavaf edip dolaşmak Peygamber ve Evliyaullah’dan bir velinin mezarı olsa dahi haramdır.[326]

Mezar sahibinden hastasına şifa, derdine derman istemek, mezara kurban adamak, çocuğu olmayana çocuk vereceğine inanmak, gömleğinden yırtıp mezarın taşlarına ve dikenlerine ve çalılara veya türbenin kapı ve pencerelerine bağlamak ve bu suretle hastalıktan kurtulacağına inanmak, İslâm inancına aykırı cehalet devrinden kalma şirk ve batıl inançlardır. İslâm’ın nezih inancına aykırı olan böyle batıl inançlardan kalplerimizi temizlemek lâzımdır. Ölülerden yardım istemek ve bunun gibi mezar taşlarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye bir fayda sağlamaz. Kabirdeki kişinin başkasına bizzat fayda vermeye veya bir zararı gidermeye gücü yetmez. [327]

Ancak Allah’tan bir şey isterken Salih zâtları vesile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Meselâ; “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hakkı için, O’nun hürmetine, ya Rabbi onunla sana dua ediyorum, şu isteğimi yerine getir! “demek duaların kabulüne vesile olur.

Kabir ziyaretini özellikle Cuma, cumartesi, pazartesi ve Perşembe günleri yapılan ziyarettir. Sünnet olan kabirleri ayakta ziyaret etmek ve yine ayakta dua etmektir Ancak diğer günlerde de ziyaret mümkün ve caizdir.[328]

Kabir başında ağlamak ve açılmak. Bilhassa yakın akraba ziyareti esnasında kadınlarda görülen ağlama ve açılıp saçılma yanlış bir harekettir. Bu ağlama esnasında çoğu kez yakışmayan sözler söylenir. Halbuki Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kabir ziyaretine izin verildiğini bildirdiği hadislerinin birinin sonunda: “Ziyaret esnasında yakışıksız sözler söylemeyin.” buyurmuştur.[329]

Mezar başında sesli olarak zikir yapılmaz. Oranın zikir yeri olmadığı herkesin malumudur.[330],

Teberrük kastıyla mezarlar üzerine elbise veya mendil bırakılmaz.[331]

Cahil Müslümanlar arasında çok yaygın olan yanlış hareketlerden biri de paçavra bağlama hurafesidir. Kendisini hatırlayıp, dileğini yerine getirsin diye, bazı türbelerin etrafına ya da çevrede kutsal sayılan taş, ağaç ve demirlere çaput bağlamak, yahut çocuğum olsun diye çalı ve çaputlardan yaptığı bir bebeği mendil içerisine koyup asmak, akıl ve İslâm’la ilgisi olmayan hareketlerdendir. Böylesi hurafeleri yapana hiçbir faydası olamayacağı gibi, günah kazandırmak suretiyle, zararı da olur.[332]

Kabrin/Mezarın Üzerinde Oturmak

Kabirde/mezarlıkta yemek, içmek, gülmek, çok konuşmak, yine yüksek sesle Kur’an okumak, kabir üzerinde oturmak, yürümek, uyku uyumak, küçük veya büyük abdestini yapmak ve bunları adet edinmek de mekruhtur.[333]

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Sizden birinin ateş koru üzerinde oturması ve bu ateş korunun elbisesini yakıp da derisine işlemesi bir kabrin üzerine oturmasından çok daha hayırlıdır. “[334]

“Kabirlerin üzerine oturmayın; onlara doğru namaz da kılmayın.[335]

“Bana ateşte yürümek, bir müslümanın mezarının üzerinde yürümekten daha iyidir.”[336]

Bir sahâbi anlatıyor: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem beni bir mezarın üzerinde otururken gördü ve:

“Ey mezarda oturan adam, in aşağı. Mezardakine eziyet etme ki, o da sana eziyet etmesin (orada oturduğun için Allah seni cezalandırmasın)”[337]-

Kabir üzerine oturmak İmam Şafiî ile diğer bir çok ulemaya göre haramdır. Hanefilere göre: Kabir üzerine oturmak ve uyumak tenzihen mekruh, büyük ve küçük abdest bozmak gibi şeyler ise tahrimen mekruhtur. Hanefiler’le diğer birçok ulemaya göre kabre karşı namaz kılmak mekruhtur.[338]

Mezarın Üzerine veya Etrafına Ağaç Dikmek

Mezarın üzerine ve etrafına ağaç ve gülfidanı dikmek, çiçek ve yeşillik olacak bitkiler ekmek suretiyle mezarın üzerini yeşillendirmek sünnettir.

“Kabre ağaç dikmek de sevaptır. Hattâ dikilen ağaç ve bitki, ölünün azabının hafifletilmesine sebep olur.” [339]

Ecdadımız müessese önlerine çınar, kabristanlara ise selvi ağacı dikmiştir. Çınar, sonbaharda yaprağını döktüğü için dünyanın ve müesseselerinin faniliğini, selvi ise yapraklarını dökmediği için ahire tin ebediliğini simgeler. Aynı zamanda, bu uygulamalarla çevrenin, dünyanın akciğeri mesabesinde olan ağaçlarla süslenmesi sağlanmıştır.[340]

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabre yaş dal dikme sünnetine uyarak çiçek, gül, vs. yeşil bitkiler dikmek, mezara güzel bir görünüm kazandıracağı gibi, bunların teşbihi sebebiyle ölünün affına da vesile olur. Bu itibarla mezar üzerine yeşil bitkiler dikmek, ziyaretçinin yapacağı işler arasındadır.[341]

Kabir üzerinde bulunan yaş bitkileri, ağaçları, otları kesmek mekruhtur. Kuru otları kesmekte bir sakınca yoktur.

Binâenaleyh, yaş otların ve ağaçların zikrü teşbih etmeleri ile azabın hafiflenmesi ümid edilirse, Kur’an okumakla ve insanların dua ve istiğfar etmeleriyle azabın hafifleneceği daha çok kuvvetli olarak ümid edilir. Çünkü Kur’an okumanın rahmet ve bereketi, onların zikrü teşbihinden daha çok büyük olduğundan Kur’an okunan yere hepsinden fazla rahmet nazil olacağı şüphesizdir.”[342]


[204] Ebu Davud,H.no:2437

[205] Zadu’1-Meâd.2/651

[206] İbn Mace.4/632

[207] Furkan GALIB; “Mübarek Günler ve Geceler”, Timas, s.89-105

[208] Kutlu zamanlar.175; Abd b. Humeyd, Müsned.1/257

[209] TecridTer.3/189

[210] Ebu Davud, 6/503

[211] Bulûğ-ül-Merâm.2/452

[212] İmam-ı Nevevi.El-Ezkârl/295

[213] İmam Nevevi. 1/295- Furkan GALJB; “Mübarek Günler ve Geceler”, s.89-105

[214] İmam-ı Nevevi. El-Ezkâr. 1/295

[215] Ahrnet Şahin.Günlük Hayatımızda Dualar.170

[216] Bediüzzaman Said Nursi.13. Şua

[217] Ramuz e!-Hadis:542/9; 309/3; Musahabe.5/85

[218] M.Talu, Dini Meselelerimiz.2/499

[219] Müslim, H.no:1977; Ebu Davud, H.no:2791;lbn Mace, H.no:3149-3150

[220] Riyazüs Sâlihin.7/228

[221] Ebu Davud,10/467

[222] Ebu Davud, h. no: 1134

[223] Efendimizin Hayat Ölçüleri .131

[224] Hac:22/34

[225] Maide suresi,27

[226] Saffat suresi. 107

[227] Hac suresi.34

[228] Hac suresi,37

[229] Kutlu Zamanlar, 146-147

[230] EbuDavud, h.no:2789

[231] Furkan GALIB; “Mübarek Günler ve Geceler”, Timas, s.89-105

[232] Kutlu Zamanlar.133-134

[233] Ebu Davud. 10/462

[234] İbn Mace, H.no:1315

[235] İbn Mace, H.no:1316

[236] Kevser süresi:2

[237] Ebu DavudH.no: 1148

[238] Fıkhi Mese!eler.4/113

[239] Ö.Nasuhi Bilme.B.İslâm İlmihâli. 167

[240] A.Fikri Yavuz.İslâm İlmihâli.211

[241] Şamil İs.An

[242] İbn-i Mace, h. no: 1295

[243] İbn Mace, H.no:1296 

[244] Tirmizi, H.no:540; Ebu Davud, H.no:1156; İbn Mace, H,no:1298

[245] Is. Fık. Ans. 2/468

[246] İs. Fık. Ans. 2/456-475

[247] Mahmut Özakkaş, Namaz An. 176

[248] Mahmut Özakkaş, Namaz An. 176

[249] Şamil İslâm. An.  

[250] Bakara suresi.203 

[251] Kutlu Zamanlar. 125-126 

[252] Bakara suresi.2/203

[253] Kur’anda Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir.77

[254] 33/41

[255] 1.Karagöz. Kur’anda Zikir Kavramı.83-85

[256] Zadu’l Meâd.1/75

[257] Ebu Davud.H.no:1765

[258] Ebu Davud.6/503-504  

[259] Tirmizi, H.no-.541

[260] Selâmet yolları.2/179

[261] Selâmet yolları.2/179

[262] Selâmet yolları.2/179

[263] Efendimizden Hayat Ölçüleri. 134

[264] Ruhul-Furkan, 2/297

[265] Ahmet Şahin Günlük Hayatımızda Dualarımız. 171

[266] Tergib ve Terhib. 2/531

[267] Tergib ve Terhib. 2/532

[268] Tergib ve Terhib.2/531

[269] Kütüb-i Sitte Muhtasarı. 13/134

[270] Ebu Davud:H.Nu:555

[271] Ahmet Şahin.Günlük Hayatımızda Dualar. 170

[272] Tirmizi, H.no:768

[273] Tirmizi, H.no:769

[274] Tirmizi, H.no:770

[275] Selâmet Yolları.2/461

[276] Selâmet Yolları.2/461

[277] Selâmet Yolları.2/462

[278] Ebu Davud, H.no:2416

[279] H.Karaman. Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken

[280] Tirmizi, h.no: 1060

[281] İbn Mace, H.no:1571

[282] Üsve-i Hasene. 1/471; Müslim, c:5/260

[283] Mehmet Emre.Müslümanca yaşama Sanatı. 1/411

[284] Üsve-i Hasene. 1/473

[285] Üsve-i Hasene. 1/471

[286] Haşrsuresi.59/10

[287] Dürretül Fahire.319

[288] Ramuz el-Hadis.368/10; Dürretül Fahire.319

[289] Dürretül’ Fahire:320

[290] Ramuz el-Hadis. 382/5

[291] Cami’üs Sağir.2/131

[292] Dürretül’ Fahire:318

[293] Müslim, H:no:975

[294] S.Toprak.Kabir Hayatı.445

[295] Üsve-i Hasene. 1/476

[296] İs.Fık.An.3/91

[297] Kabirleri ayakta ziyaret etmek ve yanlarında ayakta dua okumak da sünnettir. Nitekim Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Cennetü’1-Bâki” mezarlığına çıktığı zaman bu şekilde yapmıştır

[298] S.Toprak. Kabir Hayatı. Muhtelif sayfalar.

[299] ibn-i Abidin.c:3/502

[300] Üsve-i Hasene. 1/473

[301] İs.Fık.An.3/88; İbn-i Abidin.3/503

[302] İs.Fık.An.3/88; İbn-i Abidin.3/503

[303] İbn Hanbel.V.26

[304] Emanet ve Ehliyet, c: 1/349

[305] Üsve-i Hasene. 1/474

[306] Dürretül Fahire.319

[307] İs.Fık.An.3/88

[308] Üsve-i Hasene. 1/474-477

[309] Haşr suresi.59/10

[310] Muhammed suresi.79

[311] İslamda Helâllar ve Haramlar: 1/341

[312] O.Nuri Topbaş.Faziletler Medeniyeti.2/292

[313] İbn Mace.Edeb.l; O.Nuri Topbaş.Faziletler Medeniyeti.2/292

[314] Müslim.Vasiyyet. 10; O.Nuri Topbaş.Faziletler Medeniyeti.2/294

[315] İs.Fık.An.3/98

[316] İs.Fık.An.3/88

[317] İbn-i Abidin.3/504

[318] İbn-i Abidin. 3/504

[319] İbn-i Abidin.3/504

[320] İs.Fık.An.3/99

[321] İs. Fık. An.3/99

[322] O.Nuri Topbaş. Faziletler Medeniyeti.2/296

[323] S.Toprak.kabir Hayatı.461-462

[324] Üsve-i Hasene. 1/476

[325] S.Toprak Kabir hayatı.471

[326] Dürretül Fahire.316

[327] Üsöve-i Hasnel/476; Dürretül Fahire.316

[328] İs.Fık.An.3/88

[329] S.Toprak Kabir ziyareti.476

[330] S.Toprak.Kabir ziyareti.476

[331] S.Toprak.kabir hayatı. 1/477

[332] S.Toprak.Kabir Ziyareti.477

[333] İs.Fık.An.3/91

[334] Müslim, H.no:971; Nesaî, H.no:2046; Riyazü’s Sâlihin, H.no:1770

[335] Müslim, H.no:972-973

[336] Tergib veTerhib.7/81

[337] Tergib ve Terhib.7/81

[338] Müslim,5/246

[339] Müslim, H.no:292; Nesâi, H.no.-2070

[340] Üsve-i Hasene. 1/475

[341] S.Toprak kabir hayatı.445

[342] Dürretül  Fahire.325

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

NAMAZA DAVET MEKTUBU

Sevgili Recep, değerli kardeşim.

Yukarıda bazı çalışmalarımızı bulacaksın. Bilgiler “verilmiştir” diye insan düşünürse “hamde” gider, paylaşır, tevazuya dönüşür, hizmete vesile olur. Eh bizim de böyle düşündüğümüzü 50 gramlık bir ahilik yapmaya çalıştığımızı varsayabilirsin. Senin eleştirilerin bizim zenginliğimiz olur.

Önümüzdeki temmuz ayında yapılacak sempozyuma “ahiliğin iktisadi görüşü ve günümüze nasıl uyarlanabileceği” konulu (bu başlık konuşularak içerikle değişebilir şüphesiz) bir tebliğ sunmak isterim. Bu konudaki girişimi senden rica edebilirim sanıyorum. Gerekirse Fatih hocayla sen ilk teması kurduktan sonra benim de doğrudan bir hiç olmazsa telefon konuşması yapmam uygun olur. Daha  sonra onun telefon numarasını senden alabilir miyim?

Son yapılan sempozyumda yapılan konuşmalardan tuttuğum notlar ile kendi bilgi beceri  araştırma ve tecrübelerimden oluşan karma bir ahilik konulu yazdığım bir makale ulusal düzeyde yayınlanan mali dergilerde bu ay yayınlanacak. Bunu küçük bir katkı olarak yayın hayatına sunmak bana gurur verecek.

Bizler uzmanlaşmış kişiler olduğumuz için körlerin yeni gelmiş bir fili anlamaya çalışmalarına benziyoruz. Eskiler her konuda yetiştiriyorlardı kendilerini. Hem dünyevi bütün dersler ve hem de dini dersler birlikte veriliyordu ve amelle mücehhez hale geliyordu. Örneğin müctehit imamlar bütün konularda kendilerini yetiştirdiği için Kuran’ı tefsir ya da hukuk oluştururken zorlanmıyorlardı. Çünkü Kuran da herşey var. İktisat, sosyoloji, tıp, astronomi, edebiyat, v.s. ancak ben bu sorunu şöyle aşabileceğimizi düşünüyorum. Eğer ben yalnızca filin bacağının boru gibi olduğunu, siz kulağının yelpazeye benzediğini, bir başkası kuyruklu olduğunu söyleyebilir ve biz akıllıca bunları işleyebilir ve biraraya getirebilirsek bu fili tam olarak resmedebiliriz. İşte aranan da budur.

Üç tane Japon Amerika’ya gider ve Amerikalı’lar yeni yaptıkları bir makina üzerinde Japonları seyrettirirler, alay ederler yapamazsınız diye ve fotoğraf çekmelerine izin vermezler. Onlar şöyle yapar. Üçüde farklı açılardan o makinayı üç saat boyunca seyreder ve otele gidince herkes gördüğü resmi çizer ve sonrasında onları birleştirirler, bir bütünü ifade eden yeni bir resim yaparlar. Bütün ortaya çıkmıştır! Artık bunu taklit edip kullanabilirler.

İşte bizim ki de böyle olmak zorunda. Örneğin ben Arapça okuyorum fakat Osmanlıca’yı tam bilemiyorum. Birisinin fütüvvetnameleri,  şecereleri, kitabeleri ve diğer bütün dökümanları okuyup yeni dile çevirmesi gerek. İlk yapılacak iş bu. Sonra bizler üzerinde işleyebiliriz.

İşte işleyen kişilerle ilişkin bir sorun da şudur diye düşünürüm. Örneğin namaz kılmayan bir doktorun hastasına “sen namaz kılmayabilirsin” demesi bana göre yanlıştır. Çünkü hastalığı biliyor fakat namazın önemini bilmiyor. Bu bir eksikliktir. Oruç niye var? Açın halinden anla diye değil mi? Onun gibi yine bir doktor yine hastasına kendi oruç tutmuyorsa o da ona “oruç tutma” diyemez. Bana hasta olduğunu oruç tutamayacağını söyleyip kolaydan icazet almak isteyen kişilere, onları namazsa namaz kılan, oruçsa oruç tutan bir doktora  gitmelerini tavsiye ediyordum. Dini ben biliyorum fakat ben de namaz kılan doktor değilim.

Her neyse, senin de Cuma dışında namaz kılmadığını babandan öğrendim. O söylemedi fakat ben sordum. Ben hem okumuş hem namaz kılanları çok severim. Namaz kılanlar iyi yerlere gelmedikleri sürece İslam’ın ve Müslümanın bir yere gelmesi mümkün değil. Bir yere gelenlerin de namaz kılmamaları halinde hizmet etmeleri imkansız değil, fakat biraz zor. Yani konu yalnız kişisel değil. Mutlaka namaz onun bakış açısına yansır. Dedik ya doktorun namaz kılanı. Aynı hesap. Sen namaz kılmıyorsun fakat ahiliğe hizmet etmeye kalkıyorsun. Şüphesiz bu reddedilmez. Adalette kaldığın sürece bir anlam ifade edebilir, fakat bundan recep şöyle insan, şöyle hoca laflarından nefsini koruman gittikçe zorlaşır. Yorumlarında da hata etme olasılığın yükselir.

Ben sana göre bir adım önde olduğumu söylememe lütfen izin ver. Benim yıllar yılı hiç bir namazım asla aksamamıştır. Bunu riya olsun diye değil, örnek olsun diye söylüyorum. Ancak hedefte yine namaz değil Allah’a olan muhabbet yatar. İşte bu muhabbet bize namazı kıldırır, aksattırmaz. Onsuz hayat yaşayamayız biz. Sevap ticareti de yapmayız. Fakat ilahi rıza talebi bizi ihlasa da iter götürür. İşte riya kaybolmuştur. İhlas ise, işte kul ile Allah arasında izah edilemeyen bir ilişkidir.

Kabe de namaz kılan Hz. Peygamberin üstüne namazda işkembe atıldığında kızı ağlıyor. Ona dönerek diyor ki “ ağlama kızım, Allah sevdiklerini terketmeyecektir.”  İşte önemli olan ilişkileri KAVİ tutabilmektir.

Fakat insan garib bir yaratıktır. Koyun gibidir. İki koyun alıp birini yanında kessen diğeri anlamaz. Kişi arkadaşını toprağa verir üzerine toprak atar, dua okur, döner gelir aynı hayata devam eder. Ders almaz.

İşte temel sorun düşüncesizliktir. Kişi düşünmemektedir. Düşünmesi gerektiği gibi yaşamadığı için yaşadığı  gibi düşünmeye başlamakta ve sorgulamamaktadır. İşte kişinin aklı selimine hitab ederken bu gerçeğe dikkat edilmeli ve onu düşünmeye sorgulamaya davet eden ortamların oluşması kadar (örneğin geziye gitmek düşünsel bir ortam sağlayabilir. Bilimde düşünme kuralı bir şeyin etkisini anlamak istiyorsanız onu sistemden çıkarırsınız ve değişiklikleri gözleyerek onun önceki etkisini anlarsınız. Bu da onun gibi. Gezide kişi sistemden çıkmıştır, uyarıcılardan oyalayıcılardan uzaklaşmıştır. İçki kadın ve eğlenceye dalmamışsa aklı selim ifsad olmamış demektir ve bu kişinin biraz olsun düşünebileceği varsayılabilir.- aynı şekilde i’tikaf da aynı etkiyi yapar. Yani ibadet niyetiyle camide belli bir süre inziva aklı başında kişiyi sistemden uzaklaştırmıştır ve  düşünebileceği bir ortam oluşmuştur. – son olarak HAC da öyledir. O da akıllı, bilgili, ve ihlaslı kişilerde gerçek bir müslüman bilincine yönelmelerine yol açar. Örneğin Amerikalı Malkom X, kendi şeyhinin Amerika’da İslamı siyahların eğemenliğinin mücadelesi  olarak algılamış olmasına rağmen o haccca gittikten sonra bunun yanlışlığını, İslam’ın bütün insanların bir tevhit mücadelesi içinde olması ve hak ve çıkarlarını bu düzlemde araması gerektiğini idrak etmiş ve Amerika’ya dönüşünde ondan yollarını ayırmıştır. Filmini belki seyretmişsindir.)

İşte bu düşüncelerin hepsi birer ortamın eseridir. Fakat yine namaz da vardır. Namaz kılmayanın sorunları idrak edebilecek seviyeye gelmesi beklenemez. Çünkü bunun arkasından bir de fikir için mücadele gerekecektir. Yani bilinen anlamıyla cihad.

Sen çok sevmezsen benim için nasıl fedakarlık yapabilirsin ki? Oğlan kızı seviyor ve onun için yapmayacağı fadakarlık yok. Yani sevgi arttıkça harekete, fedakarlığa dönüşebiliyor. İşte bunun birinci ayağı namazdır. O zaman sorun ne kadar sevdiğinizde yatıyor demektir. Suya atlamadan önce ayağımızı suya değdirip “aman bu su soğukmuş” deyip geri mi çekileceğiz, yoksa “ya Allah” deyip kimseden korkmadan balıklama atlayıp dalacak mıyız?

Sen birincisini yapıyorsun. Yalnız cumaya gitmekle ihtiyacın için denizden bir tas su alan insan gibisin. Halbuki bir tasla yıkanamazsın. Denize mutlaka girmen gerekir. kıyıya gelmişsin ve sadece bakıyorsun. O zaten güzel. Ona bir şey olmaz. Sensin ihtiyacı olan. İşte bu temizlik bu arınma, denize girmek namazdır. İnsanı arıtır. Günde beş defa arınan birini düşünsene. Onda hiç kirden eser kalır mı?(hadis)

Aşıkpaşa mezarlığını niye yol üstüne yapmışlar? Herkes görüp ibret alsın diye. Ama kimseyi hiç ibret alır görüyor musun?

Hazreti peygamber akıllı insanı şöyle tarif ediyor: “ akıllı insan ölümü çok düşünen ve ölümden sonrası için çalışan insandır” diyor.

Neden devlet adamları diğer insanlardan farklıdır. Çünkü onlar ileriyi gören insanlardır. Normal olarak da okuyan insanların da biraz ileriyi görmeleri beklenmelidir. Sadece sistematik düşünme yeteneğini geliştirip, sorunların nerelere varacağını hesaplayıp kendi sonunun nereye varacağını düşünmemek ne anlama geliyorsa onun adını sen koy istersen.

Benim lafım bitmez. Ben Allah’a aşığım. Onun dinine hizmet etmekten dolayı ben hep ücretimi alırım zaten. Fakat bunu öne almam. Ben bal yiyorsam sen kuru ekmek yiyorsan bak gel sen de bal ye demekten öte nedir ki? Yani sevgiden dolayı bir davet var sana anlarsan. Ben oturur budistlere, şirke düştükleri için Hırıstiyanlara da üzülürüm ve onlara da dua ederim. Kim olursa olsun bir kişiyi kar sayarım. Gider papazlarla insanları şirke düşürdünüz diye kavga ederim. Benim imanım KAVİdir. Sarsılmaz. Sen de öyle ol. Ucundan tutma, dişlerinle tam ıssır, ve bırakma. Ya da balıklama atla. İhtiyaç kadar müslümanlık da neymiş? Kimden korkuyorsun? Şeytan mı seni ayartıyor? İlahi dinlere ilk inananlar zayıflar, köleler, işçiler fakirler olmuştur. Çünkü onların adalete ihtiyaçları vardı. Ve din de adalet getiriryordu. Sen de onlar gibisin.= İhtiyaç için müslümanlık.

Bu düşüncesizliği bırakmanı dilerim. İstersen Aşıkpaşadan kendine bir yer hazırlattır. O seni daha çok İslama yaklaştırır. Ağır oldu değil mi? Dostlar acı söyler. Sürprizler her zaman iyi netice vermez. Sende sürpriz görme diye bu hafta sonunda bu kadar yazıyı sana döşedim. Teşekkür etmene gerek yok. Baban iyi insan fakat seni namaza zorlamıyor. Onu da uyardım. Ben her namazda çocuklarımı uyarırım. Oğlum namazını kıl diye. Yalnız namaz için telefon ettiğim olur. Asla yılmam. Çünkü bilirim ki ateş var. Müminlerle ilgili bakara suresinin ilk beş ayetinde “müminler ki onlar ahirete de yakinen inanırlar” diye geçer. İşte ben ahireti görür gibi yaşarım. Diğer insanlar da namazını kılsın iyi insan olsun diye kıçımı yırtarım. Sana da kıçımı yırtmış olmuyor muyum.?

Selam ve sevgilerimi yollar çalışmalarının önce adaleti sonra HAKK’ı göstermesini dilerim. Uygun bir zamanda haber bekliyorum.

Not:

-Ahilik dosyası son sempozyuma sen katılmadığın için yararlı olabilir. Genede eleştirilerini almalıyım.

-Yönetimle ilgili yazılar da umarım yararlı olur. Senin de yönettiğin insanlar var, işe yaramalı.

-Namaz yazısı sana çok şey anlatmalı diye düşünürüm. Ben taşı atarım kuşun önüne, kuş gelir kendi çarpar taşa inşallah,

Allah’a emanet ol. Hep onunla yaşa. Hep hatırla. Haftada da bir hatırlayanlara küsmez ama cennet sözünü 5 vakit kılana söz vermiştir. 5 vakit kılmayana sözü yoktur. dilerde azap eder, dilerse bağışlar. (hadis). Yani %50 risk taşıyorsun…

Kal sağlıcakla.

Ahmet atik

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

ZEKÂT – VERGİ İLİŞKİSİ

Zekât ise malî bir ibadettir. Bunda hâkim olan ruh Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızâsını kazanmaktır.

O’nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.

Zekâtın bu dinî ve mânevî hikmetleri yanı sıra toplumda sosyal adaleti sağlama, zenginlerle fakirler arasındaki maddî ve hissî uçurumları kapatıp karşılıklı sevgi ve saygı tesis etme, sosyal amaçlı gider ve yatırım alanlarından bir kısmını karşılama gibi önemli yararlar taşıdığı da açıktır. öte yandan Hz. Peygamber ve sahâbe döneminden itibaren belli malların zekâtının devlet tarafından toplandığı ve bu sosyal ve kamusal alanlara harcandığı da bilinmektedir.

Zekatın bu ikinci grupta yer alan sosyal amaçları ve kamu hukukunu ilgilendiren yönleri, öteden beri İslâm âlimleri arasında zekâtın, aynı mal veya gelirden devlete verilen vergiden farklı olup olmadığı, vergi ile zekâtın aynı şeyin iki farklı isimlendirmesi mi, yoksa tamamıyla farklı şeyler mi olduğu tartışmasının  da ana sebebini teşkil etmiştir.

Vergi, devletin kamu harcamalarını finanse etmek amacıyla fert ve işletmelerden, karşılıksız olarak ve kamu hukukunun kuralları çerçevesinde aldığı paralardır.

Vergiyi fertler ve işletmeler hukukî zor altında öderler ve bu ödeme karşılığında devletten, vatandaşlık konumlarından doğan genel ve kamusal haklar hariç, herhangi bir hak iddia edemezler. O halde vergiden doğan hukukî ilişki bir alacak borç ilişkisidir. Bir alacak veya borcun meydana gelme-si için esas itibariyle iki tarafın bulunması gerekir. Vergi ilişkisinde taraflardan biri vergi alacaklısı, diğer vergi borçlusudur; her iki tarafın da yetki ve ödevleri kanundan doğar.

Devletin kendinden beklenen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi için gelire ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı vergilerdir.

a) Zekâtın Vergiye Benzemeyen Tarafları

I. Zekat ile vergi arasında mevcut farklar söylenirken, öncelikle zekâtın Allah taraf’ından konulmuş, Kur’an’da yazılı kalıcı ve değişmez bir hüküm, verginin ise kanunla konulup kaldırılan, açıkçası beşerî bir otoriteye dayanan bir karar olduğu gündeme getirilir ve vergi kanunlarının yürürlüğe girmesi veya yürürlükten kaldırılması şeklinin diğer kanunlardan farkı bulunmadığı söylenir.

2.      Vergi kanunla konup  kanunla kaldırıldığı gibi,  onun miktar ve nisbetleri de kanunla düzenlenir, gerektiğinde aynı usulle arttırılır eksiltilir.

Zekâtın nisab ve nisbetleri Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu nisab ve nisbetler Hulefâyi Râşidîn döneminde ve müteakip dönemlerde aynen korunmuş, tarih içinde hiç değiştirilmemiştir. Zekâtın bu unsurlarının değiştirilmesi, onun malî bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır.

3.      Zekâtın sarf yerleri âyetle belirlenmiştir. Zekâtı devlet de tahsil etse, hukukî bakımdan  onun  durumu yetim   malını elinde bulunduran vasînin durumu gibidir. Devlet ancak koruma amacı ile elinde bulundurabilir. Dilediği mal ve hizmetlere harcayamaz, zikredilen âyette gösterilen zümrelere sarfetmekle yükümlüdür. Halbuki devlet vergi gelirlerini sosyal ve kamusal alanda istediği gibi harcayabilir.

Bu açıdan söylemek gerekirse; zekâtın vergiye benzeyen yönleri dikkate alındığında onun nerelere tahsis edileceği önceden belirlenmiş tahsisî bir vergi olduğu, fertten ferde transfer edildiği zaman hem sosyal güvenlik vergisi veya primi, hem de ivazî mahiyetinde görülebileceğini söylemek mümkündür.

Vergiler genel bütçe gelirleri içinde kaybolacağı gibi, belirli bir gaye için belirli bir verginin de tahsil edilmesi mümkündür. Eğer bir vergi, özellikle sosyal güvenlik gayesine tahsis ediliyorsa bu tahsisî bir vergidir. Zekât işte bu tür tahsisî bir sosyal güvenlik vergisi mahiyetinde görülebilir.

Zekâtın vergiye benzemeyen tarafları dikkate alındığında ise onun ibadet yönünün ağır bastığı ve vergiden farklı olduğu söylenebilir. Bu farklılık en çok hükmün kaynağı, zekâta tâbi mallarda nisab ve nisbetler ve zekâtın sarf yerlerinde belirgin hale gelmektedir.

b) Zekâtın Vergiye Benzeyen Tarafları

1.Zekât da vergi de toplumsal yaşamın gereklerinden olup zorunludur.

2.Zekâtı kaide olarak devlet tahsil eder ve ilgili yerlere sarfeder. Vergi tahsili de merkezî devlet idaresine veya onun yetki devrinde bulunduğu taşra kamu kurum ve kuruluşlarına aittir.

3.Zekât mükellefi bu farîzayı yerine getirirken kendisi için özel bir menfaat gözetmez. Vergi mükellefi de vergisi karşılığında doğrudan kendisine bir menfaat beklemez.

4.Hem zekâtın hem de verginin malî hedefleri yanında iktisadî, içtimaî hedefleri de vardır.

Böyle olunca, zekât ile vergi arasında ontolojik ve aksiyolojik anlamda bir farkın bulunduğu, yani aralarında menşe ve değer hükmü bakımından fark olduğu söylenebilir. Amaçlan aynı olsa bile zekât emri, ilâhî kökenlidir, dolayısıyla mânevî müeyyidelidir-, vergi ise dünyevî bir otoritenin emridir ve müeyvidesi maddîdir. Fakat, bu durum aralarında pratik ve dogmatik açıdan fark bulunduğu anlamına gelmez. Meselâ, her ikisi de sosyal ve kamusal amaçlıdır. Zekâtın uygulanması mânevî müeyyideye, verginin uygulaması ise kanunî müeyyideye bağlanmıştır ve müeyyideye bağlılık açısından aralarında fark yoktur. Kaldı ki devlet, zekât uygulamasını daha düzenli hale getirmek için kanunî düzenleme yapacak olsa, bu fark da ortadan kalkar.

Çağımızda zekât-vergi benzerliği veya ayrılığı konusunda bu ve benzeri mülâhazalardan hareket eden İslâm âlimlerinin neticede iki gruba ayrıldıkları görülür.

a) Çoğunluğa göre zekât ve vergi ayrı ayrı mükellefiyetlerdir. Devlete verilen vergi, aynı maldan verilmesi gereken zekât borcunu düşürmez. Verginin zekâta benzeyen bazı yönleri bulunsa da, vergiden doğan hukukî ilişki bir borç ilişkisidir. Vergi alacaklısı vergi koyma yetkisine sahip kamu kuruluşlarıdır. Vergi borçlusu ise, vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu tereddüp eden gerçek veya tüzel kişilerdir. Mükellef bu ödenmesi zorunlu vergi borcunu çıkardıktan sonra zekâta matrah olan servetini hesap edip bu malî bir ibadet olan zekâtını Allah’ın emrine uyarak, O’nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.

Bu görüşün dayandığı ana gerekçe, zekâtın dinî bir mükellefiyet ve ibadet, verginin ise tamamen dünyevî çerçevede kalan kamusal borç ilişkisi olduğu tezidir. Ayrıca, Hz. Ömer’in fethedilen topraklara haraç vergisi koy-muş olması da, zekâttan ayrı olarak vergi de konulabileceğinin delili sayılmıştır.

Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak vatandaşlar devletin meşrû giderlerine katılmak zorundadır. Devletin nimetlerinden istifade etmek vergi külfetini ödemeyi gerektirir.

Islâm hukukçularının çoğunluğu sebep ve şartları gerçekleşince devletin zekât. dışında adalete dayalı vergi almasının meşrû olduğunu, mükelleflerin  bunu ödemekle yükümlü bulunduklarım ifade etmişlerdir.

b) Bazı İslâm âlimleri ise, zekâtın sosyal amaçlarını ve kamu hukukunun bir parçası olarak devlet tarafından tahsil edilmekte oluşunu ölçü alarak ve İslâm’ın zekât emrini amacı ve işlevi doğrultusunda geniş yorumlayarak zekât ile verginin esasen aynı olması gerektiğini ifade ederler. Onlara göre zekât, Müslüman bireyin içinde bulunduğu toplumun kamu harcamalarına, sosyal adaleti kurmayı ve kamu hizmetlerinin en iyi şekilde ifasını hedef alan her türlü yatırım ve gidere ibadet aşk ve heyecanı içinde katılmasıdır. Kur’an’da zekâta tâbi malların tek tek belirtilmeyip sadece bir kısmına işaret edilmiş olması, zekât nisabının ve nisbetinin belirtilmemiş bulunması bunun bir göstergesi sayılabilir. zekâtın sarf yerlerini bildiren âyet, toplumdaki ihtiyaç sahiplerinin ilk ve en canlı örneklerini vermeyi hedeflemiş olmalıdır.

Hz. Peygamber ve sahâbe, İslâm’ın bu zekât emrini o günkü Müslümanların ekonomik şartlarını da dikkate alarak en iyi şekilde uygulamış ve örneklendirmiştir. Zekât borcunu hesap edip ödemenin gizli mallarda mükellefin kendisine bırakılması, açık mallarda ise devlet eliyle yapılması biraz da pratik zorunluluktan kaynaklanmıştır. Bu husus da zekâtın tek bir malî ödev olduğunu, tahsil zorluklan bulunduğunda bireyin kendi sorumluluğuna bırakılabileceğini gösterir.

Hz. Peygamber zekât tahsilini gözetilen hedefleri sağlayacak kapsamda tutmuş, zekât dışında cebrî bir vergi tahsili yapmamıştır. İslâm’ın fert ve toplum hayatını bütün yönleriyle, prensip itibariyle veya ayrıntıya inerek kuşatıyor olması Müslüman toplumlarda genişletilmiş anlamda zekâtın, kamu adına yapılan bütün malî tahsilâtı temsil etmesini de zorunlu kılar.

Batı toplumlarının vergi ödemelerinde içtenliği ve gönüllülüğü sağlayabilmek için vergiyi kutsal bir kamu ödevi olarak tanıttıkları, toplumların bu yönde eğitip böyle bir sağduyu oluşturmaya çalıştıkları bilinmektedir. İslâm dini, toplumun imarı ve kamu yararı için âdeta zorunlu olan bu malî katılımı dinin beş esası arasında yer alan bir ibadet olarak takdim etmiş, böylece Müslümanlara sosyal güvenliği kurma, yönetilen-yöneten, millet-devlet arasında karşılıklı güveni, saygıyı ve sosyal barışı tesis etme, kamu giderlerine bütün bireylerin içtenlikle katılımını sağlama yönünde önemli bir imkân getirmiştir.

Her iki görüşün de haklı gerekçeleri vardır. Zekâtın toplumsal yönü in-kâr edilemediği gibi, zenginliğin toplumun iman için seferber olması, bireylerin içinde yaşadıkları ve sayesinde çeşitli imkâna kavuştukları toplumların yararı için kanun harcamalarına ibadet aşk ve heyecanıyla katılması da çağımızda fevkalâde önem kazanmıştır. Bununla birlikte Kuran’da zekatın sarf yerlerinden söz edilirken öncelikli olarak ihtiyaç sahibi şahısların gün-deme getirilmesi de anlamlıdır. Bu bizlere, toplumun huzur ve mutluluğunu sağlamanın yolunun bireylerin tek tek huzur ve güvenliğini sağlamaktan geçeceğini öğretmektedir.

Öte yandan, günümüzde gerek fertlerin vergilerini gerektiği şekilde ödemede, gerekse devletlerin serveti vergilendirmede ve topladığı vergileri yeri-ne harcamada kamu vicdanını rahatsız edecek ölçüde mütesâhil veya kusurlu davrandığı, çeşitli baskı gruplarının bütçeden pay alma mücadelesi içinde gerçek ihtiyaç sahiplerinin, kimsesiz ve yoksulların haklarının âdeta unutulduğu da bir gerçektir. Bu itibarla zekât, doğrudan ihtiyaç sahibine ulaşması, toplumda sosyal dengeyi ve barışı kurmada tek başına etkili olma-sı sebebiyle hâlâ önem ve etkinliğini korumaktadır. Zekâtın bu anlam ve önemi, bütün bireyleri kuşatacak ölçüde bir sağlık sigortası ve sosyal güvenliğin, kimsesizlik ve işsizlik sigortasının, devlet destekli sosyal dayanışmanın bulunmadığı toplumlarda daha yakından hissedilmektedir. Böyle olunca son tahlilde, söz konusu şartlar muvacehesinde zekâtın vergiden ayrı düşünülmesi, zenginlerin yukarıda belirtilen usul ve esaslara göre zekât borçlarını hesap etmeleri ve onu da hak sahiplerine ulaştırmaları dinî bir mükellefiyet olarak devam etmektedir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAMDA TİCARİ İLMİHAL BİLGİLERİ

         İSLAM’DA  AMEL   VE  NİYET İLİŞKİSİ

Amel sözcüğünün Arapça mastar anlamı; iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek, hareket etmek demektir. İsim olarak ise; iş, görev, meşgul olma, ibadet ve hayırlı iş anlamlarına gelir. Daha çok canlıların belli bir amaç için yaptıkları işe “amel” denir. Yapılan iş bir amaca yönelik değilse buna “fiil” adı verilir. Fiil Cenâb-ı Hakk’a isnâd edilince dilediğini yapması, yaratması anlamına gelir.

Amel iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisine “Salih amel”, diğerine ise “kötü veya sâlih olmayan amel” adı verilir. Kur’an-ı Kerim’de iyi ve güzel ameller “sâlih ve sâlihât” kelimeleri ile ifade buyurulmuş, güzel amel işleyenlerin âhiretteki ecirlerini bildiren pek çok âyet inmiştir. Ancak daima güzel amel imandan sonra zikredilmiş, imansız amelin insanı kurtuluşa erdiremeyeceği de açıkça belirtilmiştir. [1]Allahü Teâlâ, Nuh (a.s)’ın inanmayan ve bu nedenle suda boğulan oğlunun bu halini “iyi ve sâlih olmayan amel” olarak ifade buyurur. Olay Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Nuh (a.s) tufan sırasında Rabbine nida ederek: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ki oğlum ailemdendir. Sen’in ailemi helak etmeme va’din haktır. Sen de hükmedenlerin en adaletlisisin.’ dedi. Allah şöyle buyurdu: “Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” [2]

Tarih boyunca semavî dinler toplumlara iyi ve kötü amellerin neler olduğunu açıklamış, birincileri emir ve tavsiye ederken, kötü amelleri yasaklamıştır. İnsanın dünya üzerinde bir süre kalışı da iyi ve kötü ameller arasında bir imtihan devresi geçirmesi amacına yöneliktir. Dünya bu yönüyle insan için bir deney laboratuvarıdır. Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle dile getirir: “Hanginizin daha iyi amel işleyeceğinizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[3]  İnsanın yeryüzünde çeşitli sıkıntı ve musibetler yoluyla da imtihana tabi tutulabileceği şöyle açıklanır: “Şüphesiz sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet dokunduğu zaman; “Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O’na döneceğiz’ derler.” ( el-Bakara, 2/155-156)

İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih bir amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bunu yapan kimsenin mü’min olması ön şarttır. İman da; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı kapsamına alır. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın (ö.23/643) naklettiğine göre, Cebrail (a.s) insan suretinde gelerek Hz. Peygamber’e; imân, İslâm, ihsan ve kıyametin kopma zamanı gibi sorular sorarak Allah elçisinden aldığı cevapları “Doğru söyledin” diyerek tasdik etmiştir.[4]

Cenâb-ı Hak Asr sûresinde, insanın kurtuluşuna vesile olacak dört esası şöyle açıklar: “Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî-manevî büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”[5] Bu duruma göre, bir mü’minin, Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün rızasına uygun olan bütün iş, hareket, hayır ve hasenatı ile ferdî ve ahlâkî görevleri ve ibadetleri “sâlih amel” adını alır.

 

                       İSLAMDA AMELDE İHLASIN ÖNEMİ                                                        

İslâm bütün iyi işlerde ve başkalarıyla olan ilişkilerinde mü’minin samimi ve ihlâslı davranmasını ister, ihlâs amelin özüdür. Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün rızası gözetilmeyen amellerin ilâhî terazide bir ağırlığı bulunmaz. İman temelinden yoksun olan amellerin insana âhirette bir yarar sağlamayacağı Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirlenir: “İnkâr edip imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur.”[6]

Diğer yandan iman olmakla birlikte, niyet ve ihlâs eksikliği de amelin değerini düşürebilir. Medine-i Münevvere’ye hicret sırasında yaşanan şu olayı örnek verebiliriz:

Ashab-ı Kiram Medine’ye hicret ederlerken, Mekke müşriklerinin baskı ve işkencelerinden kurtulmak, Medine’de Hz. Peygamber (s.a)’e yardımcı olmak, böylece İslâm’ı cihana yaymak gibi düşünce ve niyetlerle dolu idiler. İçlerinden birisi nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. İşte Hz. Peygamber diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını bildirmiştir. Ha­diste şöyle buyurulur: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herbir kimse için, niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş olur. Kimin hicreti de dünyalık için ise ona kavuşur veya bir kadın içinse, onu nikâh eder. Onun hicreti de, hicret etdiği şey için olmuştur.” [7]

Uhud Gazvesi’nde en önde çarpışanlardan birisi olan Kuzman’ın cehennemlik olduğu haber verilmiştir. Çünkü o, kutsal bir cihâd niyetiyle değil, Medine’deki hurmalıklarına bir zarar gelir korkusuyla savaşa katılmıştı.[8]

Cenâb-ı Hak ihlâsı, sevdiği kullarının kalbine koyar. Bu ihlâsla kötülüklerden korunur. Çünkü şeytanın ihlâslı kişileri etkilemesi güçtür. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “İblis şöyle dedi: Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de, yeryüzünde Ademoğullarına, kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak kullarından ihlâslı olanlar bunun dışındadır.” [9]

Hz. Yusuf’un genç yaşında, çekici bir kadın olan Züleyha’nın isteklerini geri çevirmesi ihlâsı sayesinde olmuştur: “Şüphesiz ki, o kadın Yusuf’a yaklaşarak, onu baştan çıkarmak istemişti. Eğer Yusuf Rabbi’nin mucizesini gör-meseydi kadının arzularına uyabilirdi. Yusuf’u ihanetten ve fuhuştan alıkoymak için, Biz ona böyle yapmıştık. Çünkü o, ihlâslı kullarımızdandı.” [10]

Diğer yandan mü’min bazı durumlarda ameli işlemediği halde, niyet ve ihlâsı sayesinde işleyenlerle aynı ecri alır. Enes b. Mâlik (r.a)’ten rivayete göre, Rasûlullah (s.a) Tebük Gazvesi’ne çıkınca şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Medine’de bıraktığımız bir takım kimseler var ki, onlar geçtiğimiz her vadide, düşmanı kızdıracak bir yere ayak basışımızda, Allah yolunda harcadığımız herhangi bir malda veya karşılaştığımız açlıkta bize ortak olmaktadırlar.” Bunun sebebini soran bir sahabiye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: “Çünkü onları bu cihada katılmaktan özürleri alıkoymuştur.”[11]

Tebük Gazvesi dönüşünde bu sefere özürleri sebebiyle katılamayan seksen kadar sahabi Hz. Peygamber’e gelerek özür dilediler. Hz. Peygamber onların iç yüzlerini Yüce Allah’a havale ederek, özürlerini kabul etti ve onlar için Allah’a istiğfarda bulundu.

Ancak bunlardan Ka’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mirâre b. er-Rabî” (r. an-hüm) adlarındaki üç sahabe özürsüz olarak Tebük Seferi’ne katılmadıklarını bildirerek doğruyu söylediler. Hz. Peygamber, haklarında bir hüküm gelinceye kadar ashab-ı kiramın bu üç sahabî ile münasebetlerini kesmelerini bildirdi. Bu durum elli gün kadar sürdü. Kırk gün sonra hanımları da kendilerine hizmetten men edilmişti. Ancak Hilâl b. Ümeyye yaşlı olduğu için eşine sadece, ev işlerinde kendisine yardımcı olması için izin verilmiştir.[12] Elli gün sonra inen şu âyetle onların tevbeleri kabul edildi: “Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah’tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tevbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.”[13]

Sonuç olarak mü’minler bütün söz, fiil ve amellerinde Allahu Teâlâ’nın rızasını ön planda tutmalıdır. Amel ve davranışlarda ihlâs, fındığın ve cevizin içi gibi­dir. İç olmayınca kabuk ne işe yarar?

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın birliğine ve sıfatlarına yer verilen bir Sûrenin adı da “İhlâs”tır. Bu sûrede şöyle buyurulur: “Ey Muhammed! De ki: Allah birdir. Allah Samed’tir. Hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. O, ne doğurmuş, ne de doğurulmuştur. O’nun hiç bir dengi yoktur.” [14]

                   İSLAMDA MAL HIRSININ KÖTÜLENMESİ                           

Yüce Allah dünyayı, ayı, güneşi, gezegenleri ve diğer gök cisimlerini insanların yararlanması için yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Yeryüzünü size boyun eğecek şekilde yaratan O’dur. Öyleyse onun her yanında gezip dolaşın ve Allah’ın vermiş olduğu rızıklardan yeyin”[15]  Yararlanma şu ayette gök cisimlerini de kapsar: “O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Düşünen ve fikir üreten bir toplum için bunlarda nice ibret ve deliller vardır.”[16]

Mal ve çocuklarla uğraşırken Yüce Allah’a kulluk terkedilmemelidir. Aksi halde dünya ve âhirette en büyük zarara uğranılır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, onlar maddî ve manevî en büyük zarara uğrayanlardır.”[17] “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak birer imtihandır”[18] “İnsan kendisini zengin olmuş görünce mutlaka şımarır”[19] “Mal ve evlât çokluğu ile övünmek sizi oyaladı.”[20]

Diğer yandan malını helal yoldan kazanan, zekâtını verip, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür. Şu ayette Allah yolunda canını feda eden şehitlerle, malını Allah yolunda harcayan servet sahibi zenginler denk sayılmıştır: “Şüphesiz ki Allah, cihad eden mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.”[21]

Hz. Peygamber (s.a) de çeşitli hadislerinde insanın mal ve servet karşısındaki durumunu belirlemiştir. Temiz mü’minin elinde temiz servetin ne güzel bir mal olduğunu bildiren hadis[22] helâl kazanca ve dürüst insanlara dikkati çekmiştir. Başka bir hadis-i şerifte kişinin gerçek malının miktarı ve ölçüsü şöyle belirtilir: “Ademoğlu; “benim malım, benim malım” der. Senin yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden veya tasadduk edip devam ettirdiğinden başka malın var mıdır?”[23]

Yahya b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Para akrep gibidir. Eğer onu elinde usulüne göre tutamayacaksan sakın tutma, aksi halde seni ısırır ve zehiri ile öldürür.” Usulüne göre tutma (rukye) nedir? diye sorulunca; “kişinin helâl yoldan kazanıp, yerine harcamasıdır” diye cevap verdi. Diğer yandan Yahya b. Muaz, malın ölüm sırasındaki özelliğini şöyle belirlemiştir: “Malın hepsi ölenin elinden alınır, fakat kıyamet günü malın hepsinin hesabı kazanan bu kişiden sorulur”[24]

Ancak mal ve servetle ilgili bu gibi âyet, hadis ve tespitler İslâm’ın servet sahibi olmanın ve zenginliğin karşısında olduğu anlamına gelmez. Meşru yoldan kazanılan, zekâtı verilen ve başkalarını ezme, küçümseme, gurur ve kibir için kullanılmayan servetlerin “iyi mal iyi kişilerin elinde ne güzeldir” hadisinin şümulüne girdiğinde şüphe yoktur. Diğer yandan mal mülk edinirken ve bunu idare ederken, bu meşguliyetin mal sahibini yüce Allah’a ibadet ve itaatten alıkoymaması da gerekir. İslâm’ın Medine-i Münevvere’ye yayılması, müesseseleşmesi ve henüz bir devlet bütçesinin oluşmadığı devrelerde düşman karşısına büyük orduların çıkarılması Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman gibi varlıklı sahabîlerin yardımları sayesinde olmuştur. Burada servetler iyi insanların elinde iyi işlerde kullanılmış ve âhiret yatırımının sermayesini oluşturmuştur.[25]

                          İSLAMDA MEKRUH AKİTLER

 

Bazı akitler rükün, şart veya vasıflarında hiçbir eksiklik bulunmadığı halde, akdin kendisi dışında kalan bir sebepten ötürü yasaklanmış olabilir. Hanefîler bu gibi akitleri mekruh sayarken, çoğunluk mezhep müctehitleri haram kabul ederler.

Kendi dışında kalan bir sebeple yasaklanan başlıca muameleler şunlardır:

a) Neceş satışı: Bu, bir kimsenin gerçek alıcı olmadığı halde sırf müşteri kızıştırıp fiyatı yükseltmek amacıyla alış-verişe karışmasıdır. Hz. Peygamber (s.a); “Sırf müşteri kızıştırmak için satışa girmeyiniz”[26] buyurmuştur. Hanefilere göre, müşteri kızıştırma, eğer malın fiyatı gerçek değerini aşarsa mekruh olur. Eğer arttırma, mal değerini bulmadığı için yapılmışsa bunda bir sakınca bulunmaz. Burada adalet için yardımlaşılmış olur. Açık arttırma veya kapalı zarf usulü teklif olarak en yüksek fiyat verene malı satmak mümkün ve caizdir. Ancak açık arttırmaya da hile sokulmamalıdır[27].

b) Telakki’r-rukbân yasağı: Şehirdeki bazı kimselerin köyden veya dışardan mal getirenleri yolda karşılayıp malları elinden almasıdır. Burada, üreticinin şehirdeki günlük rayiç fiyatları öğrenmesi engellenmekte, şehirli tüccarın onun elinden ucuza aldığı malı piyasaya kontrollü ve pahalı olarak sürmesi veya karaborsaya düşürmesi söz konusu olmaktadır. Hadiste şöyle buyurulur:

“Hz. Peygamber binitlileri yolda karşılamayı, yani pazara gelmeden yüklerini satın almayı yasaklamıştır.[28] Hanefîlere göre, bu şekilde üretici veya malı dışarıdan getiren kimse ile tüketici arasına girmek eğer topluma zarar veriyorsa tahrîmen mekruhtur. Eğer sun’î fiyat artışına yol açmıyorsa bunda bir sakınca bulunmaz.

c) Şehirlinin köylü adına satış yapması: Şehirlinin köylüye ait ürünleri depolayıp, komisyoncu sıfatıyla piyasaya sürmesi yasaklanmıştır. Tavus’un, İbn Abbas (r.anhümâ)’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Hz. Peygam­ber, şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasaklamıştır. Tavus, İbn Abbas’tan böyle bir satışın şeklini sormuş, İbn Abbas; şehirli köylüye komisyonculuk (simsarlık) yapıp, onun malını satamaz, diye cevap vermiştir.[29]” Hz. Enes’ten nakledilen başka bir hadiste, köydeki mal sahibi ile şehirdeki komisyoncunun birbiri­nin oğlu veya babası bile olsa bunun caiz olmadığı belirtilir.[30]

Hanefîlere göre böyle bir komisyonculuk belde halkına zarar veriyorsa mekruh olur, aksi halde bunda bir sakınca bulunmaz. Mâlikîlere göre, neceş satışı gibi, bu şekil komisyonculuk da akdin feshini gerektirir.

d) Cuma namazı sırasında satış yapmak: Cuma namazı ile yükümlü olanların cuma saatinde işlerini bırakıp namaza koşmaları gerekir. Sadece cemaate gelmemek için özürlü olan erkeklerle, gayri müslimler, kadın ve çocuklar bunun dışındadır. İşte cuma namazı sırasında namaza gitmeyip de bir takım günlük muameleler, akitler yapılırsa bu akitler geçerli olmakla birlikte mekruhtur. Şâfiîlere göre ise böyle bir akit haram olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ın zikri olan namaza koşun, alış verişi bırakın”[31] buyurulmuştur.

Hanbelîlere göre bu sırada yapılan akitler geçerli olmaz, Mâlikîlerde meşhur olan görüşe göre ise akit feshedilir.

Cuma namazı vakti Hanefîlere göre ilk ezandan, çoğunluğa göre ise hatibin minbere çıkışından itibaren namazın sonuna kadar olan süredir.[32]

            İSLAMDAN ÖNCEKİ DİNLERDE TİCARET VE EKONOMİK              

            HAYAT

Eski çağlardan beri insanların ihtiyaçları çeşitli san’at ve mesleklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İlk insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)’in dokumacılık, İdris peygamberin terzilik, İbrahim (a.s)’in kumaş ticareti, Nuh ve Zekeriya peygamberlerin marangozluk, Hz. İsa’nın ise kunduracılık mesleğinin öncüleri olduğu nakledilmiştir. Yine Musa (a.s)’ın, Şuayb peygambere 8-10 yıl çobanlık yaptığı, birçok peygamber ve Allah dostu velîlerin de bu mesleği yaptıkları bilinmektedir.[33]

Demir endüstrisinin ilk kurucusu Davud (a.s)’dır. Demiri kalıba döküp, ona şekil verme san’atı ona yüce Allah tarafından vahyedilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Şüphesiz ki Biz, Davud’a nezdimizden bir üstünlük verdik: “Ey dağlar ve kuşlar! Davud’la birlikte teşbih edin” dedik. Ona demiri yumuşak kıldık. Biz Davud’a; Geniş zırhlar îmal et, dokumasını ölçülü ve sağlam yap, diye vahyettik. Davud’a ve ailesine şöyle dedik: Salih amellerde bulunun. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görüyorum.”[34] “Biz Davud’a, si­zi savaşta korumak için zırh yapma sanatı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?[35]

Hasan el-Basrî (0.110/728) ve Katâde (ö.117/735) Davud (as.)’ın demiri ateşe sokmağa ve çekiçle dövmeğe ihtiyaç duymadığını, onun demiri eliyle ip gibi dilediği şekilde büktüğünü söylemişlerdir. Zırhın ince ve sert telden örüldüğü düşünülürse, demire ölçülü su verme, onu kalıba dökerek şekil verme sanatının o dönemde ne kadar ileride olduğu anlaşılır. Davud (a.s) hem peygamber hem de bir hükümdardır.[36]

Süleyman (a.s)’a Yüce Allah tarafından büyük medeniyet ve saltanat verilmiştir. Mucize olarak rüzgar onun emrine verilmiş, cinleri işçi olarak çalıştırma imkânı tanınmış ve göz kamaştıran saraylar inşası onun saltanatının simgesi olmuştur. Nitekim Saba’ Melikesi Belkıs’ın Yemen’den Kudüs yöresine göz açıp kapayıncaya kadar getirilebilmesi bu medeniyetin ruh olarak itici gücünü gösterir.

Kur’an-ı Kerim’de o büyük saltanata şöyle yer verilir: “Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgar estiğinde, sabahleyin bir aylık yola gider, akşam olunca da bir aylık yoldan dönerdi. Süleyman için erimiş bakırı kaynağından su akar gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir bölümü, onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıysa ona alev alev yanan ateşin azabını tattıracağız. Cinler Süleyman’ın istediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı.”[37]

Allah Teâlâ ticaret ahlâkı bozulan, ölçü ve tartıda hile yapan Medyen halkının durumunu örnek olarak verir. Medyen’e peygamber olarak gönderilen Şuayb (a.s) şöyle der: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum.”[38] “Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmayın.”[39]

Medyen halkı puta tapan bir toplumdu. Şuayb (a,s) bunları tevhîd inancına çağırdı. Onlar ölçü ve tartılarıyla, silik, kesik, vezni eksik paralarıyla halkı aldatırlardı. Ashab-ı kiramdan Zeyd b. Eşlem (r.a)’den rivayete göre, Medyenli tüccarlar altın (dinar) ve gümüş (dirhem) parayı halka, etrafını keserek sayı ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile alırlardı.[40] Meselâ; dört gram olan altın paranın kenarlarından yarım gram kadar alındığı halde, sayı ile verilince yine tam altın lira olarak işlem gördürülür. Fakat geri alırken tartı yoluna gidilince satın alma gücü yarım gram eksilmiş olur. Böyle bir para piyasasının esnaf ve tüccar lehine haksız kazanç meydana getirdiği açıktır. Bu da enflasyonun benzeri bir olaydır.

Şuayb (a.s)’ın uyarılarına kulak asmayan Medyen toplumunun başına gelen felâketi Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir: “Şuayb şöyle dedi: Ey kavmim! Olduğunuz gibi devam edin. Ben de yoluma devam edeceğim. İleride alçaltıcı azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte bekliyorum. Azap emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise, korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar.”[41] “Sanki yeryüzünde yaşamamışlar gibi izleri silinip gitti. İyi bilin ki, daha önce Semud kavmi, Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen kavmi de, öylece uzaklaştı.”[42]

Sonuç olarak Medyen toplumunun başına gelen olayın iki etkeni vardı:

1) Allah’a ortak koşmaları,

2) Alış-verişlerinde hile yapıp halkı aldatmaları.

Kur’an-ı Kerim’de zulüm ve haksızlığın sembolü olarak gösterilen Karun da, toplumun problemleriyle ilgilenmeyen, yoksulları gözetmeyen zenginlere örnek teşkil eder. Karun, Musa (a.s)’ın kavminden büyük hazinelerin sahibi olan bir tüccardır. Hazinelerinin anahtarlarını büyük bir topluluk ancak taşıyabiliyordu. Karun; “Bu servet bana, ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir.” der, bütün nimet ve servetlerin Allah’ın rızkı genişletmesinden ibaret olduğunu düşünmezdi.[43] Karun büyük bir ihtişamla kavminin huzuruna çıkınca, dünya hayatını arzulayanlar; “Ne olurdu Karun’a verilenler gibi bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük şans sahibi bir insandır” derlerdi.[44] İlim sahipleri ise topluma yararı olmayan, sadece başkalarına karşı böbürlenmek, zulüm ve haksızlık yapmak üzere toplanan böyle bir servete özenmek gerekmediğini söylerlerdi.[45]

Karun’un sonu şöyle açıklanır: “Sonunda, Karun’u da, evini de yere geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek hiç bir topluluğu olmadı. O, kendisini de savunamadı. Daha dün onun yerinde olmayı arzulayanlar: “Demek ki, Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allah bize lutufta bulunmasaydı, bizi de yere geçirirdi. Demek ki, imansız kimseler, asla kurtuluş yolu bulmuyorlar.” demeye başladılar.”[46]

Yusuf (a.s) da Mısır hükümdarının mâlî ve ekonomik işlerini yürütmekle görevlendirilmişti. Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre hükümdar şöyle bir rüya görmüştü: “Ben rüyamda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya tabirini biliyorsanız, bu rüyamı tabir ediniz.” dedi.”[47] Başkalarının tabir edemediği bu rüyayı Yusuf (a.s) şöyle açıkladı: Mısır ve çevresinde yedi yıl bolluk olacak, ondan sonra da bunu yedi yıl kıtlık izleyecek. Yusuf (a.s) bu ekonomik bunalımlı yıllar için çare olarak da, bolluk yıllarında fazla ürünün depolanmasını, kıtlık yıllarında düzenli bir şekilde bunlarla ihtiyaçların karşılanmasını önermişti.[48] Ayrıca hükümdara şöyle bir teklifte bulunmuştu: “Beni ülkenin hazinelerinin başına getir. Çünkü ben, iyi muhafaza eden ve iyi bilen biriyim.” dedi.[49] Gerçekten Yusuf peygamber çeyrek yüzyılı içine alan bu çalkantılı dönemde adaletli bir ekonomik düzen kurmuş ve toplumu sıkıntılı yıllar için tasarruf yapmaya alıştırmıştır. Bu yüzden o, zenginlikle yoksulluk, bollukla darlık arasında dengeli bir ekonomik modelin uygulayıcısıdır.

Hatta bazı iktisat tarihçileri, arkasında standart değerler bulunan ilk kağıt para uygulamasını M.Ö. 1600 yıllarında Mısır yöresindeki bazı tecrübelere dayandırırlar. Bu ise Yusuf peygamberin dönemine rastlar. İktisat tarihçisi J. Dobretsberger [50]Mısır’da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedavül ettiğini söyler. Bu ülkede devlet hazine ve depolarının emanet kabul etmesi usuldendi. Halk, elindeki altın, mücevherat ve hububatı saklanmak üzere buralara tevdi eder ve kendilerine emanet bıraktıkları şeyin değerini belirten bir makbuz verilirdi. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki malı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hatta bu belgeler Fenike ve Mezopotamya’da da tedavül ediyordu.[51]

Diğer yandan ekonomik hayatta risk dengelerini ve maliyet unsurlarını bozarak haksız kazançlara yol açan faizin de İslâm’dan önceki toplumlarda ortaya çıktığı ve Yahudi toplumuna yasaklandığı görülür.[52]

Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim’den bazı örnekler sunmaya çalıştığımız eski toplumların ticaret ve ekonomik hayatları günümüze ışık tutmaktadır. Çünkü ekonomide toplum dengeleri, riziko, haksız kazanç, ölçü ve tartıda hile, aldatma, ekonomik gücünü kötüye kullanma gibi yapanı Yüce Allah’ın rızasından uzaklaştıran haller her dönemin ekonomik problemleridir. Vahye dayalı dinlerin yasakladığı bu noktalara dikkat etmek ve emredilen hususları yerine getirmek vahiy ve sünnetin bu konularda getirdiği esasları bilmeyi gerektirir. Diğer konularda olduğu gibi ticari ve ekonomik hayatla ilgili esasları bilmek de helal kazanç için önemlidir.

                        SATIM AKDİNİN DAYANDIĞI DELİLLER

 

Şartlarına uygun olarak yapılacak alış-verişin meşru oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır.

a) Kur’an’dan deliller:

Kur’an-ı Kerim’de alış-verişle ilgili çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helâldir.”[53] “Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”[54] “Alış-veriş yaptığınız zaman şahit tutun.”[55] “Hac mevsiminde, Rabbinizin fazlından ticaret istemeniz (alış-veriş ederek kazanç sağlamanız) size günah değildir.”[56] Ölçü ve tartıda hile yapanlarla ilgili olarak da şöyle buyurulur: “İnsanlardan bir şey ölçüp alırken, tam alan, onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken de eksik tutan hilekârların vay haline.”[57] Başka bir ayette de vadeli borçların yazıyla tesbit edilmesi istenir. (el-Bakara, 2/282)

 

b) Sünnetten deliller:

Hz. Peygamber (s.a)’in ticaret ve ekonomik hayatla ilgili bir çok söz, fiil veya takrirleri vardır.

Rasûlullah (s.a)’a hangi kazancın daha temiz olduğu sorulunca şöyle buyurmuştur: “Kişinin elinin emeğiyle ve mebrûr alış-verişle kazandığıdır.”[58] Dürüst yapılan, yalan yere yemin ve aldatma karışmayan satışa “mebrûr alış-veriş” denir.

Doğruluktan ayrılmayan esnaf ve tüccarın ahiretteki derecesi şöyle açıklanmıştır: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.”[59] Başka bir hadiste İslâm toplumu rayiç fiyatla alış-verişe teşvik edilerek şöyle buyurulur: “Bir kimse gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa, sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.”[60]

Allah elçisi bir defasında esnaf ve tüccarı şöyle uyarmıştır: “Ey tüccar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telafi ediniz.” [61]

Diğer yandan sözünde ve işinde doğru tüccarın ahiretteki birlikte olacağı kimseler şöyle belirlenmiştir: “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.”[62]

Hz. Peygamber kendisi de bizzat alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O, insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş ve onları ticaretlerinde serbest bırakmıştır. Ancak ticaret hayatında faiz, karaborsacılık, yalan, hile, gabin ve garar gibi haksız kazanca yol açabilen şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını alabildiği ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik sistem kurulmuştur.[63]

c) İcmâ ve akıl delili:

Müslümanlar alış-verişin meşruluğu konusunda görüş birliği içindedir. Akıl da bunu gerektirir. Çünkü insanın, başkasının elinde bulunan şeye ihtiyacı olur. O kimsenin de bu malı her zaman bedelsiz vermesi beklenemez. Bu durum insanları mal mübadelesine zorlar. İnsan, yaratılış bakımından medenî ilişkiler içinde bulunmaya elverişlidir. Bir çok muameleler gibi alış-veriş de toplum halinde yaşayışın bir gereğidir.

Alış-verişlerde asıl olan mübahlıktır. Kitap ve sünnette açıkça yasak bulunmayan konularda alış-veriş serbesttir. Yeter ki karşılıklı rıza olsun ve akit şartlarına uygun olarak yapılsın. Şu ayetlerin genel anlamı da bunu ifade eder: “Allah alış-verişi helal kılmıştır”[64] “Sizden karşılıklı rıza ile yapılan ticaret olması duru­mu müstesnadır”[65]  Diğer yandan yerde ve gökte olan herşeyin insan için yaratıldığını[66] ve Allah’ın helâl kıldığı şeylerin haram sayılamayacağını bildiren ayetlerin[67] genel anlamı da yasak bulunmayan konularda temel prensibin “mübahlık” olduğunu gösterir.

                      

 

 

 


 

                               KABZDAN ÖNCE SATIŞ YASAĞI

 

Bu yasak yalnız menkul (taşınabilir) malların satışında söz konusu olur. Çünkü Allah elçisi; “Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe başkasına satmasın”[68] buyurmuştur. Menkul malın kabzdan önce telef olması halinde, bunu teslim almadan satan kimse satım akdini ifaya güç yetiremez.

Gayri menkullerde ise telef olma nadir olarak vukubulduğu için bunların kabzdan (teslim almadan) önce satışı Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre caiz görülmüştür. Böylece taşınmazların niteliğine uygun olan özel satış şartları ortaya çıkmıştır.[69]

                       Sarf akdinde bedellerin peşin verilmesi:

 

Satım akdi altın, gümüş, para veya dövizin birbirleriyle mübadelesi gibi sarf akdi (sarrafın veya döviz alım-satımı yapanların muameleleri) niteliğinde olursa, taraflar birbirinden ayrılmadan önce iki bedelin de kabzedilmesi şarttır. Aksi halde faize düşülmüş olur. Meselâ; altın altınla, altın gümüşle veya bunlar nakit para ile mübadele edilmek istenince mübadelenin peşin olması gerekir. Bunlarda veresiye satış “nesîe ribasf’na yol açar. Delil sünnet ve sahabe uygulamasıdır. İleride sarf ve faiz konusunu geniş olarak açıklayacağız. Burada uygulamadan bir örnek vermekle yetineceğiz.

Ashab-ı kiramdan Mâlik b. Evs (r.a) şöyle demiştir: “Yüz dinar altın parayı (yaklaşık 400 gr. altın para), gümüş para olan dirhemle değiştirmek istedim. Tal-ha b. Ubeydillah (r.a) beni çağırdı, pazarlık edip anlaştık. Benden dinarları aldı ve çevirmeye başladı. Sonra hazinedarım ormandan gelince bedelini veririz, dedi. Hz. Ömer de yaptığımız bu muameleyi izliyordu. Bana hitaben; “Vallahi dirhemleri alıncaya kadar Talha’nın  yanından ayrılma. Çünkü Hz. Peygamber bunların mübadelesinin peşin yapılmasını emir buyurdu” dedi.

              Paradan başka alacakların kabzdan önce satılamaması:

 

Zimmette borç olarak sabit olan şeylerin başkasına satılabilmesi için kabz gerekir. Meselâ; para peşin, mal veresiye bir satış şekli olan selem’de; üç ayın sonunda teslimi şart koşulan standart bir malı, alacaklı teslim almadıkça başkasına satamaz. Yine alacaklının da alacağı karşılığında kabzetmeden önce, borçludan başkasından bir şey satın alması geçerli değildir. Ancak karşılıklı rıza ile bir para alacağının başkasına havalesi (ciro) de mümkün ve caizdir. Bu takdirde alacağı belgeleyen senet veya çek gibi belgelerin satıcıya ciro edilmesi, ona, alacağı gününde tahsil yetkisi vermektedir. Bu nedenle başkasından ciro yoluyla alınan bir senet veya çek karşılığında üçüncü kişilerden mal satın alınması ya da bunların, miktarı denk borçların ödenmesinde kullanılması mümkündür.

               ZİMMET  BORCU OLAN ŞEYLERİN SATIŞI

 

 

Zimmet borncuna “deyn” denir. Çoğulu “düyun”dur. Satılan bir malın bedeli (semeni), karz bedeli, kadının mehir alacağı, çalışma karşılığı olan ücret, yaralamanın tazminatı (erş), mala verilen zararların tazminatı, boşama karşılığında kocanın alacağı bedel (muhâlea bedeli) ve selem akdinde standart mal alacağı gibi borçlar “deyn” niteliğindedir. Zimmet borcunun başkasına devredilmesi halinde aşağıdaki hükümler söz konusu olur:

a) Borcun veresiye satılması:

Zimmet borcunun alacaklı tarafından vadeli olarak borçluya veya üçüncü bir kişiye satışı yasaklanmıştır. Çünkü; “Hz. Peygamber borca karşılık borcun (kâli’in kâli’e karşılık) satışını nehyetmiştir.”[70] Borcun borca karşılık satışının yasaklanması teslime güç yetmemesi, faizin gerçekleşmesi veya aldanma riskinin bulunması gibi nedenlere dayanır.

Borcun borçluya satılmasına şunu örnek verebiliriz. Bir kimse bir ay sonra teslim alacağı bir ton buğdayı parasını da bir ay sonra vermek üzere satın alsa, iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş olur. Burada bedellerin ikisi de vadeli olduğu için satım akdinden çok bir satış vadinden söz edilebilir. Taraflar verdikleri sözde durarak satışı gerçekleştirebilecekleri gibi, satış bağlayıcı olmadığı için uygulanmaması da mümkündür.

Borcun, borçludan başkasına satılması ise şöyle olur: Bir kimse başkasında olan bir ton buğday alacağını, bedeli bir ay sonra alınmak üzere belli bir para karşılığında başkasına satsa, burada da iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş bulunur.[71]

  b) Borcun peşin satılması:

Dört mezhep müctehitlerine göre alacaklı alacağını borçluya peşin olarak satabilir veya bağışlayabilir. Çünkü borcun borç karşılığında satışının yasaklanması teslimine güç yetirilememesi esasına dayanır. Borcun borçluya devredilmesi halinde ise teslime ihtiyaç olmaz, çünkü onun kendi zimmet borcu kendisine teslim edilmiş sayılır. Meselâ; bir kimse, karz olarak verdiği bir ton buğdayı geri almak yerine, ödünç alana belli bir para karşılığında satabilir veya bağışlayabilir. Burada buğdayı teslim hükmen yapılmış olur.[72] Zahirîlere göre, böyle bir satış aldanmaya (garar) yol açabileceği için caiz değildir.[73]

Diğer yandan borçlunun buğday yerine, karşılıklı rıza ile kıymetini vermesi de mümkündür.

Bir zimmet alacağının borçludan başkasına satılması geçerli değildir. Çünkü alacaklı bu takdirde borcu teslime güç yetiremez. Borçluya üçüncü bir kimseye teslimi şart koşsa bu da fasit bir şart olur ve satış geçerli olmaz. Meselâ; bir kimse ödünç verdiği bir ton buğdayı, başka birisine peşin para ile satsa, satıcının buğdayı teslim etmeye gücü yetmeyebilir. Para alacağını başka cins bir para ile peşin olarak satmak da böyledir. Nesîe faizinin meydana gelmemesi için borçlunun da peşin ödeme yapması gerekir. Ancak alacağını satan kimsenin borçludan bunu sarf meclisinde sattığı kimseye teslim etmesi gerekir ki buna gücü yetmez. Çünkü gücü yetecek olsa, önce alacağını teslim alır, ondan sonra başka cins paraya çevirebilir.[74]

c) Senet kırdırmak:

Bir kimse vadeli bir alacağını daha az bir bedel karşılığında başkasına satarsa, buna “senet kırdırma” denir. Eğer senet veya çek bedeli asıl borçluya vadesinden önce daha az bir bedelle devredilmiş olursa bunda bir sakınca bulunmaz. Meselâ; 10 milyon liralık 6 ay vadeli bir senedi, senet borçlusu vadenin dolmasına üç ay kala karşılıklı rıza ile 8 milyon lira ödeyerek senedi geri alsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bu senet veya çek üçüncü bir şahsa veya bankaya kırdırılırsa, 8 milyon, üç ay sonraki 10 milyon lira ile mübadele edilmiş olur ki, aradaki fark faiz olur.[75]

Mâlikîlere göre, bir zimmet borcunun aldanma (garar), riba veya kabzdan önce satış gibi şer’an sakıncalı bir durum söz konusu olmadıkça borçludan başkasına satılması caizdir.[76]

           

 

 

 


                  

               İSLAMA GÖRE SİGORTA NASIL OLMALIDIR

 

1. Birden çok kimseler her ay veya belli vadelerde para koymak suretiyle bir  yardımlaşma sigortası oluşturabilir. Bu para hiç çalıştırılmadan sağlam bir paraya veya altın gibi bir değere çevrilerek bekletilebilir. Yangın, sel, kaza, hırsızlık gibi kaçınılması imkânsız bir zarara uğrayan üyeye, zararın durumuna göre, o güne kadar ödediği primlerin bir kaç katı ödeme yapılır. Üyenin geri ödeme gücü tamamen ortadan kalkmış olursa bu meblağ bağış kabul edilir. Eğer ödeme gücü varsa belli taksitlerle bu yardımı geri iade eder. Bu takdirde darda kalan üyelere karz-ı hasen yardımı yapılmış olur.

Toplanan para ticaret yatırımlarında işletilerek geliri ana paraya eklenmeye devam eder, sigorta şirketi güçlenince aylık veya belli vadelerde ödenen primler azaltılır ve sonunda sıfıra kadar indirilebilir. Ortaklardan kimileri ek prim ödemek suretiyle, otomobil, fabrika, dükkân, iş hanı ve benzeri taşınır veya taşınmaz mallarını sigorta kapsamına aldırabilir.

Diğer yandan yalnız belli bir malı nakil veya belli bir yere kadar yolculuk süresi ile sınırlı olmak üzere, yatırılacak standart prim karşılığında geçici sigorta da mümkün olabilir.

Bir felâketle karşılaşan üyenin zararının büyük olması halinde verdiği, primden fazlasını alırsa, bu fazlalığı diğer sigortalılar ona bağışlamış, böyle bir zararın meydana gelmemesi halinde ise, sigortalı yardımlaşma kurumuna ödediği primleri bu kuruma bağışlamış sayılır. Böylece sigorta kuruluşu, başkalarını istismar aracı olarak değil bir yardımlaşma kurumu olarak meydana gelmiş bulunur.

2. Devletin organize edeceği sosyal güvenlik kuruluşu: Yukarıda özelliklerini belirttiğimiz sigorta kuruluşunu üst noktada İslâm Devleti’nin organize ve kontrol etmesi daha sağlam bir yoldur. Ancak burada da şirket kurucusu olan devletin bu işi kâr amacıyla yapmaması gerekir. Elde edilecek gelirler ana paraya eklenmeli, sigorta şirketi güçlendikçe eski ortakların prim oranı azaltılmalı, belirli dönem sonra prim ödemeden mal, can, organ vb. beklenmedik zararların bu kuruluşça karşılanması amaçlanmalıdır.

Sigortanın amacı tek kişinin altından kalkamayacağı ağır yükü mümkün olduğu kadar fazla sayıda kişilere yaymak ve böylece büyük zararları, kimseye ağır gelmeyecek bir yolla karşılamaktır. Bir mü’minin karşılaştığı sıkıntı ve zararı diğer mü’minlerin paylaşması kadar tabii bir şey olamaz. İflâsın eşiğinde olan bir mü’mini geri dönmeyecek bir maddî yardımla desteklemek güzel bir haslettir. Ancak insanların bu sıkıntı ve dayanılmaz acılarla dolu kaza, musibet ve felâket durumlarını istismar ederek büyük paralar toplamak bunun çok az bir bölümünü zararların tazmini için harcadıktan sonra geri kalan büyük gelirlerin sigorta şirketi sahibi bir kaç kişi arasında paylaşılması İslâm’ın öngördüğü bir yardımlaşma kurumu sayılamaz. Çünkü sigorta bir ortaklıksa bundan oraya prim veya aidat ödeyen her üyenin meydana gelecek kârdan payını alması gerekir. Ya da kâr ana paraya eklenerek yardımlaşmanın yaygınlaşması amaçlanmalıdır.

 Sonuç

Sonuç olarak sigorta konusunda şunları söyleyebiliriz:

1) İslâmî hükümlerin tam olarak uygulandığı bir ülkede ayrı bir sigorta sistemine ihtiyaç duyulmaz. Yangın, sel, kaza, iflâs gibi kişinin tek başına üstesinden gelemeyeceği büyük harcama ihtiyacı ortaya çıkarsa bu kimsenin ihtiyacı Devlet bütçesinin “zekât” fonundan karşılanır.

2) Kişiyi tamamen yoksul duruma düşürmemekle birlikte belli bir mal varlığını veya sağlığını bir anda yok edebilen rizikolara karşı da zirvesinde devlet organizesi bulunan yardımlaşma sigortası kurulabilir. Böyle bir sigortada kâr amacı güdülmez. Anapara işletilirse kâr anaparaya eklenir ve sistem güçlendikçe bu sisteme bağlı olanların ödeyeceği primler azaltılır ve giderek prim alınmaz olur. bu çeşit sigorta “karşılıklı olarak hibeleşiniz, birbirinizi seversiniz” hadisine uygun düşer.[77]

3) Tamamen, ticaret amacıyla kurulan ve finansmanlarını faizli bankalarda nemâlandıran sigorta teşkilatları ise, insanların sıkıntılı ve acılı anlarını istismar eden aracılar durumundadır. Çünkü böyle bir sigorta işlemi, ihtiyaç olmadığı halde, ileri derecede belirsizliği (garar) bünyesinde bulunduran bir bedelleşme (ivaz) akdidir. Hz. Peygamber gararı (aldanma riski bulunan işlemi) yasaklamıştır.

Ancak sosyal sigortalar kurumu, emekli sandığı ve bağ-kur teşkilatı gibi sosyal güvenlik kuruluşları, zirvesinde devlet organizesi bulunan ve sosyal yardımlaşma niteliği olan, kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Bunlar az prim ödeyip çok alma veya çok pirim ödeyip az alma durumlarında “İslâm’daki karşılıklı hibeleşme” prensibine göre yardımlaşma görevi yaparlar. Anaparaları meşru şekilde gelir getiren yatırımlarda kullanılabilir. Elde edilen gelirler anaparaya eklenerek büyüme sağlanır veya sistemin küçülmesi ya da zayıflaması önlenmiş olur. Anaparaları meşru şekilde nemâlandırılan böyle bir kuruluşa üye olmak, prim ödemek ve gerektiğinde hastalık, sakatlık, malûllük, dul, yetim, yaşlılık veya emeklilik gibi nedenlerle buralardan ikramiye, maaş ve benzeri yardımlar almak mümkün ve caiz olur.

           VADELİ SATTIĞI MALI PEŞİN PARA İLE GERİ ALMAK      (lyne Satışı):

 

İslâm’da para peşin mal veresiye veya mal peşin para veresiye satış yapmak caiz görülmüştür. Birincisi selem akdi adını alır, bunun standart (mislî) mallarda, teslim tarihi belirlenerek yapılabileceği sünnetle sabittir. Mal peşin para veresiye satışlar, vadeli satış adını alır. Bu da Kitap ve Sünnetle caiz görülmüştür. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinizle borçlandığınız zaman onu yazın.[78] Bu ayet genel anlamda peşin ve vadeli satışları da kapsamaktadır. Nitekim Rasûlullah (s.a) bir Yahudi’den veresiye yiyecek satın almış ve demirden zırhını rehin olarak bırakmıştır.

Diğer yandan veresiye satışlara kimi zaman finansman temin etmek için başvurulmaktadır. Meselâ; bir kişi bir başkasına vadeli bir satış bedeli karşılığında bir mal satsa, sonra aynı malı ondan peşin paraya satın alsa, bu durumda iki satış akdi gerçekleşmiş olur. Bir otomobili bir yıl vadeli yetmiş milyona satıp elli milyona geri almak gibi. Bunu alıcı bakımından düşünürsek, yetmiş milyona bir yıl vadeyle satın aldığı otomobili peşin olarak aynı kişiye elli milyona satmış olur ve böylece bir yıl süreyle kullanabileceği elli milyon lira finansman sağlanmış bulunur. Vadeli olarak aldığı bu aracı, üçüncü bir kimseye peşin parayla satması mümkündür. Bütün bu durumlarda her iki satım akdi de rükün ve şartları tam ol­duğu için dış görünüş bakımından geçerlidir. Bu tür satışlara Mâlikîler “büyûu’l-âcâl (vadeli satışlar)”, bazı bilginler ise “beyu’l-ıyne (lyne satışı)” adını verirler.

Gerçekte böyle bir satış, faizli kredinin yasak ve çirkin görüldüğü bir toplumda, faizi alış-veriş muamelesi içinde gizlemek amacıyla yapılmaktadır. Başka bir deyimle meşru bir muamele, meşru olmayan bir amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanılmış olur. Meselâ; bir kumaş tüccarı kendisinden üç ay süreyle on milyon lira ödünç para isteyen kimseye, bir top kumaşı üç ay vadeli on iki milyona satıp teslim ettikten sonra aynı kumaşı on milyon peşin para ile geri sa­tın alsa “lyne satışı” gerçekleşmiş olur. Burada paraya ihtiyacı olan kimse on milyonu almış, fakat üç ay sonrası için, veresiye kumaş satın alma işleminden doğan on iki milyonu borçlanmış bulunur. Burada iki milyon fazlalığın faize benzediğinde şüphe yoktur.[79]

Ebu Hanife’ye göre, üçüncü kişinin araya girmesi halinde lyne satışı caiz olur. Şöyle ki, meselâ; bir kimse kumaş tüccarından on milyon ödünç para ister. Tüccar para yerine ona on milyon lira tutarındaki bir top kumaşı üç ay vade ile 12 milyona satarak teslim eder. Bu kimse kumaşı üçüncü bir kişiye meselâ, on milyona satıp teslim eder, üçüncü kişi de kumaşı ilk satan tüccara alış fiyatı üzerinden yani on milyon lira peşin para ile satar. Sonunda paraya ihtiyacı olan kimse bu üçlü alış-veriş sonucunda on milyon nakit parayı almış ve üç ay sonrası için on iki milyon lirayı borçlanmış olur.

lyne satışı ile ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar dinar ve dirhem konusunda cimrilik gösterir, iyne satışı yapmaya dalar, ineklerin arkasından gider ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir bela indirir ve yeniden dinlerine dönünceye kadar bu belayı üzerlerinden kaldırmaz.[80] Diğer yandan  Zeyd İbn Erkam (ö.66/689)’ın Hz. Âişe (ö.57/676)ile kıssası da bunu desteklemektedir. Eyfa kızı el-Âliye dedi ki: “Zeyd b. Erkam’dan çocuğu olan cariye (ümmü veled) olarak ben ve Zeyd’in eşi, Hz. Aişe’nin yanına girdik. el-Âliye dedi ki: “Ben Zeyd b. Erkam adına bir köleyi Atâ’ya sekiz yüz dirheme sattım. Sonra ondan (peşin) altı yüz dirheme satın aldım.” Hz. Âişe dedi ki: Sattığın da, aldığın da ne kötü olmuş. Zeyd’e söyleyin. O, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a) ile birlikte katıldığı savaşta kazandığı sevabı kaçırmış olur, meğer ki akdi boza ve tevbe ede.”[81]

Ebu Yusuf’a göre Iyne satışı geçerlidir. İmam Muhammed, Şafiî ve Dâvud ez-Zâhirî (ö.270/883)’ye göre lyne satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Çünkü Şâfiîler yukarıdaki Zeyd b. Erkam’la ilgili olan hadis için “sabit değildir ayrıca Zeyd’in bu konuda Hz. Aişe’ye karşı çıktığı da belirlenmiştir. Sahabe arasında görüş ayrılığı bulununca bizim izleyeceğimiz yol kıyastır” demişlerdir. Diğer yandan böyle bir satış, dış görünüş bakımından rükün ve şartları tam olan bir akittir. Burada gizli olan niyete de itibar edilmez. Akdin bu yönü Allah’a havale edilir. Ancak İmam Muhammed’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu satım akdi kal­bime dağlar gibi oturmuştur, faiz yiyicilerin uydurduğu kötü bir adettir. Çünkü Hz. Peygamber bu çeşit satış yapanları yermiştir.”[82]

Ebu Hanife’ye göre iyne satışında satıcı ile alıcı arasına üçüncü bir kişi girmezse satım akdi fasit olur. Ancak araya üçüncü kişi girerse satış geçerli olur.[83]

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış bâtıldır. Delil seddu’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama) prensibidir. Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam (r.a) kıssası da bunu desteklemektedir.

Sonuç olarak vadeli satılan bir malın yeniden satıcısına peşin ve ucuz şekilde dönmesi yapmacık alış-verişlerin içinde faizi gizlemeye elverişli bulunmaktadır. Çünkü ayni malı iki kişinin karşılıklı olarak birbirine ıyne yoluyla satmasında faiz şüphesi vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında XV. yüzyıldan itibaren ekonomik hayatta önemli bir yer tutan para vakıflarının esnaf ve tüccara finansman olarak kullandırılmasında da ıyne yönteminden yararlanıldığı görülür. Hatta lynenin meşru şeklini bilmeyen mütevellilerin vakıf merkezinde bulundurdukları bazı eşyayı, işletmek üzere para isteyenlere vadeli pahalı satıp, o anda daha ucuz fiyatla peşin olarak geri aldıkları bilinmektedir.[84] Halbuki nakit paranın vakfedileceğine ilk fetvayı veren Hanefi müctehidi Züfer b. el-Huzeyl (0.158/774) bu paraların işletilme yöntemini de şöyle belirlemiştir: “Bir kimse dirhemleri, ölçü veya tartı ile satılan mislî menkulleri vakfetse bu caiz olur. O’na denildi ki; Bu nasıl olur? Dedi: Dirhemler (nakit para) mudârabe (emek-sermaye ortaklığı) yoluyla verilir, sonra kârı (ribh) vakfın hayır cihetine harcanır. Mislî menkuller ise önce satılır, satış bedeli dirhemlerdeki gibi mudârabe veya bidâa (vakıf parayı meccânen çalıştırıp anaparayı ve tüm kârı vakfa verme yöntemi) ile verilir. Meydana gelecek olan kâr, vakıf cihetine sarfedilir.”[85]

lyne satışında gerçekleşen iki veya üç muamele her ne kadar şekil bakımından tamam olsa bile, sonuçta satıcının amacının, veresiye pahalı olarak sattığı malı daha düşük peşin para ile geri alma olduğunda şüphe yoktur. Başka bir deyimle alış-veriş içinde faiz gizlenmeye çalışılmaktadır. Mecelle’de; “Akitlerde itibar lafza değil mânâyadır”[86] kuralı yer alır. Bir akit rükün ve şartları tam olsa bile, âhiretteki sorumluluğun niyet, anlam ve akdin iç yüzüne göre olacağını unutmamak gerekir. Bütün ibadet ve muamelelerde niyetin önemi büyüktür. Niyetin bunların bazısında farz, bazılarında sünnet veya müstehap olması amelin faziletinin niyetteki samimiyete göre belirleneceği gerçeğini değiştirmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Her bir kişi için niyet ettiği şey vardır…”[87]

Günümüzde vadeli olarak satın alman bazı mallar, nakit sıkıntısı yüzünden, satın alındığı fiyatın altında bir bedelle peşin olarak satılmaktadır. Böyle bir alım-satım yapan kimse de faize düşmüş olur mu? Burada ucuza satılan mal, satın alınan kişiye değil, üçüncü bir kişiye satıldığı için muamelede “lyne satışı” niteliği yoktur. Meselâ; bir kimse bedelini altı ay sonra vermek üzere bir otomobili seksen milyon liraya satın alsa, ancak paraya olan ihtiyacı nedeniyle bunu altmış milyon peşin para ile üçüncü bir kişiye satsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bunu bir kredi kaynağı olarak kullanıp, borçlarını ya da ödeyemediği çeklerini bu yolla kapatmaya çalışmak bu kimseyi kısa sürede çıkmaza sürükler. Çünkü borçların vadeleri geldiğinde, peşin satışlardan elde ettiği paranın fazlasını ödemek zorunda kalacağı için büyüyen farkı kapatması mümkün olmaz. Bu yüzden yüksek fiyatla vadeli mal alıp, zararına peşin fiyatla satış yoluna gidenlerin çoğunun bir süre sonra iflasla karşılaştıkları görülmektedir. Böyle bir satış şekli, unsurları bakımından tam görünse bile sürekli olarak başvurulacak bir yol değildir. Burada da zamana bağlı olarak ortaya çıkan fazlalığı karşılayamamak kişiyi sıkıntıya sokmaktadır. Ayrıca veresiye pahalı alınan malı peşin olarak alış fiyatının altında bir fiyatla satarken “hiç kârsız veya zararına satış” yapıldığını ilân etmek de yanıltıcı bir yoldur. Çünkü böyle bir mal peşin fiyatla satın alınsaydı, yine peşin fiyatla satışında kâr olacaktı. Kârın olmayışı, veresiye yüzünden vuku bulduğu için, bu kimsenin kârsız satış iddiası dayanaksız kalmaktadır. Eğer zararına satış yapıldığını ileri sürerse, bunun yanında malı vadeli aldığını da açıklamalıdır. Böylece alıcıyı yanıltmamış ve ona doğru bilgi vermiş olur. Ancak serbest pazarlıkla yapılan alış-verişte (musâvemeli satış) satıcı alış fiyatını veya maliyeti ya da kâr oranını alıcıya açıklamak zorunda değildir. Ancak açıkladığı takdirde de verdiği bilgilerin doğru olması, bu konuda alıcıyı yanıltmaması ve etki altında bırakmaması gerekir.

        


 

       MEYVA VE EKİNLERİN HASATTAN ÖNCE SATILMASI

Günümüzde bir takım meyvelerin çiçeğinde veya daha olgunlaşmadan dalında iken, ağaç başına veya bahçenin bütünü için bir satış bedeli belirlenerek satıldığı görülmektedir. Ekinlerin de başağında iken satışı söz konusu olabilmektedir. Burada satıştan amaç meyvenin veya ekinin kendisi olduğu için bunlarda meydana gelmeme rizikosu “garar’ı (aldanma satışı)” akla getirmektedir.

Çiftçilikle uğraşanların, ya da sebze ve meyve ticareti yapanların çokça karşılaştığı bu gibi, muameleleri aşağıda açıklamağa çalışacağız.

İslâm bilginleri henüz meydana gelmemiş olan meyvenin dalında satışının geçerli olmayacağı üzerinde görüş birliği içindedir. Çünkü bu, mevcut olmayan bir şeyin (ma’dum) satışı veya belli bir ağacın bir kaç yıllık meyvesinin peşin para ile satışı anlamına gelir. Bunların her ikisi de hadisle yasaklanmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Hakîm b. Hizâm’a; “Sahip olmadığın birşeyi satma”[88] buyurmuştur. Yine Allah elçisi Medîne’ye geldiklerinde, orada meyveler için bir veya iki yıllığına selem (para peşin, hasat zamanı elde edilecek tüm meyveyi satın alma) sözleşmesi yaptıklarını gördü. Onların bu şekilde meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan bir şey üzerinde bir kaç yılı kapsayabilen satışını Hz. Peygamber (s.a) yasakladı. Hadiste; “Hz. Peygamber ağaçları yıllar boyu satmayı nehyetti.”[89] buyurulur. Bu satışın yasaklanma nedeni, satışa konu olan şeyin akit sırasında mevcut olmaması ve daha sonra da meydana gelmeme rizikosunun bulunmasıdır. Bu durum garar hali olup, Hz. Peygamber garar’ı yasaklamıştır.[90] Garar; yukarıda açıkladığımız, gibi ne olduğu belli olmayan ve sonucu belirsiz olan demektir. Çiçeğinde iken satılan meyvelerin ve başağında yeşil iken satılan ekinlerin verim durumunun ne olacağını önceden belirlemenin güçlüğü açıktır.

İslâm belirsiz, nitelikteki ve miktardaki meyveler üzerinde selem yapmak yerine, nitelikleri belirli olan standart (mislî) şeylerin para peşin mal veresiye (selem) sözleşmesine konu olabileceği prensibini benimsemiştir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim para peşin mal veresiye selem sözleşmesi yaparsa, bunu belirli ölçüye veya belirli bir tartıya göre ve belirli süre tayin ederek yaparsın.[91] Bununla satıcı ve alıcının aldanma riski kaldırılmış bulunur.

Diğer yandan sebze, meyve ve ekinlerin hasat edildikten sonra ölçü, tartı veya sayı ile yahut da tahmin üzere toptan satışının da caiz olduğu konusunda görüş birliği vardır.

Sebze, meyve veya ekinlerin meydana geldikten sonra henüz dalında veya başağında iken satışlarının caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefîlere göre dalında veya başağında satılan bu maddelerin satışı konusunda aşağıdaki durumlar söz konusu olabilir:

          


 

             ALDANMA TEHLİKESİ BULUNAN (GARAR) SATIŞI

 

Meydana geleceği kesin olmayan ve bir taraf için aldanma tehlikesi bulunan satışa “garar satışı” denir. Garar, hadisle yasaklanmıştır. Gararlı satışların bir bölümü batıl satış çeşidine girerken bir bölümü de fasit satış grubunda yer alır. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre garar satışı çeşitleri bâtıl hükmünde bulunur.

Şu sözleşmelerde özellikle alıcı için aldanma rizikosu açıkça görülür. Balıkçıya; “Ağını suya bir defa at, ne kadar balık çıkarsa 200 bin liraya alıyorum” denilse, hiç balık çıkmaması halinde satış bedeli karşılıksız kalır. Yine bir dalgıca; “Bir dalışta çıkaracağın süngerleri 500 bin liraya alıyorum” denilse, dalgıcın hiç sünger çıkaramaması muhtemel olduğu gibi, alacağı para miktarı değişmeyeceği için kendisini fazla yormadan az miktarda süngerle yetinmesi de mümkündür.

Dalındaki meyveyle daha önce toplanmış meyveyi, başağındaki buğdayla hasat edilmiş buğdayı tahmin yoluyla trampa etmekte de garar söz konusudur. Çünkü aynı cinsten olan iki malın değişiminde aradaki fazlalık faiz olur. Ancak halkın yemelik taze hurma ihtiyacını karşılamak amacıyla az miktarda taze hurmanın kuru hurma ile değişimine (ariyye) Hz. Peygamber izin vermiştir.

İbn Cüzeyy hadis-i şeriflerle yasaklanan gararlı satışın 10 çeşidinin bulunduğunu tespit etmiştir. Bu çeşitler şunlardır:

  1. Malın teslim güçlüğü. Kaçıp gitmiş ve dönmemiş hayvanı veya hayvanın doğmamış olan yavrusunu yahut da yavrunun yavrusunu satmak gibi.
  2. Satılan malın veya satış bedelinin cinsinin bilinmemesi.
  3. Bedellerin niteliğinin bilinmemesi. “Evimdeki bir elbiseyi sana sattım” demek gibi.
  4. Satılanın veya satış bedelinin miktarının bilinmemesi. “Malı, günün rayiç bedeli ile satıyorum” demek gibi.
  5. Veresiye satışta vadenin belirlenmemesi veya belirsiz bir tarihin tespit edilmesi. Meselâ; “Şu malı Ali’nin yolculuktan dönüşüne kadar veya Mehmed’in öleceği tarihe kadar vadeli olmak üzere sana satıyorum” demek gibi.
  6. Bir satışta iki satış yapmak. Bu da farklı iki satış bedelinden birisi ile malı  satmak veya iki maldan birisini tek bir satış bedeli ile satmak şeklinde olur. “Ben sana şu elbiseyi peşin yüz, bir yıl vadeli iki yüze satıyorum” deyip satışın ikisinden birisi hakkında bağlayıcı olmasıdır. Ancak alıcı bu iki fiyattan birisini tercih  ederse satım akdi bu fiyat üzerinde kesinleşmiş olur. “Ben sana şu iki maldan birisini şu fiyata satıyorum” denilmesi halinde de satılan malda belirsizlik vardır ve satış fasit olur. Ancak satış meclisinde alıcı tercihini bildirerek satışı geçerli hale getirebilir. Aksi halde tarafların satışı bozma hakkı doğar.
  7. İslahı veya iyileşmesi umulmayan şeyin satışı. Çürümüş malı veya hasta olup iyileşmesi umulmayan hayvanı satmak gibi.
  8. Elindeki çakıl taşını atıp isabet ettirdiği malın satılmış sayılması.
  9. Münâbeze satışı. Bu, satıcının elindeki kumaşı alıcıya atması sonucunda satışın meydana gelmesi yoluyla yapılan bir satış türüdür.
  10. Mülâmese satışı: Bu, alıcının satın alacağı mala dokunması ile satışın bağlayıcı olmasıdır. Burada malı inceleme, eline alıp bakma fırsatı verilmediği için alıcının aldanma ihtimali vardır. İşte bu on çeşit satış aldanma rizikosu bulunduğu ve bir takım belirsizlikleri bünyesinde bulundurduğu için “garar satışı” sayılır ve Rasûlullah (s.a)’ın hadisle yasakladığı kapsama girer.

 

                                  KABZDAN ÖNCE SATIŞ

 

Hanefîlere göre taşınabilir şeylerin kabzdan önce satışı caiz değildir. Çünkü böyle bir satış sünnetle yasaklanmıştır.[92] Fakat taşınmazların kabzdan önce satışı caiz görülmüştür. Çünkü bunların satış süresi ile teslim tarihi arasında bir değişikliğe uğraması ender rastlanan bir durumdur. Bu yüzden gayri menkullerin kabzdan önce alıcı tarafından başkasına satılması halinde satım akdini ye­rine getirmede güçlük doğmaz.

Şâfiîlere göre ise kabzdan önce satış yasağı genel anlam ifade eder, menkul ve gayri menkul tüm malları kapsamına alır. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Hz. Peygamber malların satın alındıkları yerde satışını, tüccar onları kendi yükleri arasına götürünceye kadar yasaklamıştır.”[93] Mâlikîler bu konudaki yasağı yalnız yiyecek maddelerine, Hanbelîler ise ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeylere ait kabul etmişlerdir. Hadiste şöyle buyurulur: “Bir yiyecek satın aldığın vakit, onu tam olarak eline geçirmedikçe başkasına satma.”[94]

 


 


 

               ŞEHİRLİNİN KÖYLÜ ADINA SATIŞ YAPMASI

               (Hâzırın Bâdî İçin Satış Yapması):

Sebze, meyve ve taneli bitkileri üretenlerin bunları pazarlaması sırasında aldanmamaları için İslâm’da birtakım önlemler alınmıştır. Çünkü tarımla uğraşan çiftçi ve köylü çoğu zaman piyasa fiyatlarını izleyemez, esnaf ve tüccarın bu konudaki tecrübeleri karşısında aldanmaya maruz kalır. Diğer yandan dışarıdan mal getirenleri belli sayıda kişilerin karşılayıp ellerinden mallarını alması ve onlar adına satış yapması tekelleşmeye yol açar. Aynı cins malı satan az sayıda kişilerin ise kendi aralarında anlaşarak fiyatları sun’î olarak yükseltmeleri ve bu­nun topluma zarar vermesi her zaman söz konusu olabilir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Nebi (s.a) şehirlinin köylü adına satışını yasaklamıştır. İsterse bunlar onun babası veya kardeşi olsunlar.”[95] Bununla yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerinin belirli ellerde toplanıp, piyasaya kontrollü biçimde sürülmesi ve bu yolla fiyatların sun’î olarak yükselmesi önlenmek istenmiştir.

İslâm, dış müdahalelerden uzak, kendi içinde serbest rekabete açık, akıcı ve şeffaf bir ticaret piyasası amaçlamıştır. Câbir b. Abdillah (r.a)’ın naklettiği aşağıdaki hadis bu amacı açıkça belirlemektedir: “Şehirli köylü adına satış yapamaz. İnsanları kendi haline bırakınız, Allah onlardan bir bölümünü diğerleri sebebiyle rızıklandırır.”[96]

Dıştan mal getirenle yerleşim merkezinde bulunan tüccar arasında şöyle bir sözleşme söz konusu olur. Şehirli satıcı köylüye veya dışarıdan mal getirene; “Sen bu malı bana bırak; ben onu senin adına tedricen satayım.” Bunun genel olarak şehre giren bütün mallar için başvurulan bir yöntem olduğu düşünülürse o yörede belli tekeller oluşur ve toplum bundan zarar görür.

Hanefîlere göre böyle bir satış belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur. Şafiî ve Hanbelîlere göre burada yasaklanan husus köylünün elinden malın günlük fiyatın üstünde bir fiyatla peyderpey satmak üzere şehirli tarafından alınmasıdır. Fiyatı bilmeyen şehirliler de bu kapsama girer. Böyle bir satışta mu­hayyerlik hakkı söz konusu olur. Mâlikîlere göre ise şehir dışından gelen (bâdî) ifadesi hadiste bir kayıt olup, bununla piyasa fiyatlarını bilmeyen kimseler kastedilmiştir. Malların ve piyasanın fiyatlarını bilen şehir ve köy halkı ise bu kapsama girmez. Fiyatları bilmeyen kimsenin bu şekilde satışı ile fesih hakkı doğar.[97]

               

KAFİLELERİ YOLDA KARŞILAMA YASAĞI

(Telakkı’r-Rukbân)

 

Bu, şehirde satmak üzere yiyecek maddesi getirenlerin yolda karşılanıp yüklerinin satın alınmasıdır. Tavus’un İbn Abbas (r. anmuhâ)’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:

“Allah’ın Rasûlü binitlileri yolda karşılamayı (pazara gelmeden yüklerini almayı) ve şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasaklamıştır. Tavus, İbn Ab-bas’tan; şehirlinin köylü adına satışının anlamı nedir? diye sormuş, o da; “şehirli köylüye komisyoncu (simsar) olup onun adına malını satamaz” şeklinde cevap vermiştir.[98]

Hadis-i şerifte dışarıdan mal getirenler genellikle binitli olarak geldikleri için kafilelerden söz edilmiştir. Mal getirenlerin binitli olması ile yaya bulunması veya bir kişi olmasıyla kalabalık bulunması arasında bir fark yoktur.

Hanefîlere göre binitlilerin yolda karşılanıp yüklerinin alınması belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur. Mal sahibi piyasa fiyatlarını öğrenince aldandığını anlarsa satış akdini bozabilir. Çünkü buradaki yasaklama satışın dışında kalan bir nedene dayanır. Nitekim hadis-i şerifte böyle bir durumda satıcıyı korumak üzere şöyle buyurulmuştur:

“Malın sahibi bu durumda pazara vardığı zaman muhayyerlik hakkına sahiptir.”[99] Burada satışın geçerli olduğuna da işaret vardır.

Mâlikîlere göre pazar esnafının hakkı nedeniyle caiz değildir, fasittir. Şafiî ve Hanbelîlere göre aldanma halinde muhayyerlik hakkı söz konusu olur.

Günümüzde tarımla uğraşan çiftçi ve köylülerin ürünleri henüz gerçek piyasa fiyatları oluşmadan ürün hasat edilir edilmez, özel sektör ve devlet sektörü tarafından ilân edilen fiyatlarla satın alınmaktadır. Çiftçi daha önceden özendirilen banka ve tüccar kredileriyle borçlandırıldığı için ürününü belli bir süre içinde satmak zorunda bırakılmaktadır. Buğday, arpa, çay, fındık gibi önemli tarım ürünleri belli sayıda devlet veya özel sektör kuruluşunun eline geçtikten sonra arz ve talep dengesi sonucunda ya da piyasaya kontrollü arz yapılarak fiyatlar yükselmektedir. Böylece tarım ürünlerinden asıl büyük kârı bu kuruluşlar sağlamaktadır. Yukarıdaki hadiste belirtilen şehir kenarında karşılanan ve piyasa fiyatlarını öğrenemeden malları ellerinden alman üreticilerle, günümüzdeki daha gerçek piyasanın oluşmasına fırsat bırakılmadan köylünün elinden ürününün alınması arasında büyük benzerlik vardır. Burada yine köylünün arz talep dengesiyle fiyatların oluşması konusundaki piyasa fiyatlarını izleyememesi, büyük sermaye çevrelerinin ise bu konuda geniş tecrübe sahibi olmalarının önemli rolü vardır.

Kanaatimizce bu konuda devletin üreticiyi ezdirmeyecek, onları borç yükü altına sokarak, meselâ her yıl Eylül ayı içinde ürününü hasat eder etmez satmak zorunda kalmayacakları bir düzenleme yapması gerekir. Tarımla uğraşanların kendi ürününü depolayıp daha düzenli olarak piyasaya sürmesi ve hakkı olan kârı alması amaçlanmalıdır. Bir İslâm toplumunda İslâm ekonomisinin dengeleri içinde tarımla uğraşanların da bu dengeden payına düşeni alacaklarında şüphe yoktur.


 

    MÜŞTERİ KIZIŞTIRILARAK FİATLARIN YÜKSELTİLMESİ

    (Neceş Satışı)

 

Bazen gerçek alıcı olmadığı halde, müşteri kızıştırmak için alıcı gibi davranan ve bu yolla fiyatı sun’î olarak yükselten kimseler olur. Müşteri kızıştıran kişi, satıcı ile anlaşarak bu işi yapar. Ya ona satışta ortaktır, ya da ondan satış başına bir komisyon alır.

Hz. Peygamber (s.a); “Müşteri kızıştırmayınız”[100] buyurarak bunu yasaklamıştır.

Necş bir terim olarak satış bedelindeki sun’î artışı ifade eder. Bu artış satıcının anlaşması sonucu gerçek alıcı olmayan fakat alıcı gibi davranan kişi tara­fından sağlanır. Bunlar her ikisi de günahta ortak olurlar.

Günümüzde özellikle açık arttırmalarda bu yola çokça başvurulduğu görülür. Gerçek alıcı olmadığı halde satışa giren bazı kimseler kimi zaman fiyatın yükselmesini sağlarken kimi zaman da bir menfaat karşılığında açık arttırmadan çekilerek malın çok ucuza satılmasını sağlamaktadır. Bu son durumda da satıcı yerine alıcı lehine menfaat sağlanmaktadır. İslâm’da açık arttırma yoluyla satış caiz görülmüş, bizzat Hz. Peygamber tarafından da bu gibi satışa başvurulduğu olmuştur. Meselâ; yoksul bir sahabenin bir eşyası açık arttırma sonucu en yüksek fiyatı verene satılmıştır.

Ancak açık arttırmaya fesat karıştırılmaması gerekir. İslâm bilginleri neceş yapanın âsî olduğu konusunda görüş birliği içindedir.

Neceş satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Bu kerahet malın gerçek değerinden daha yüksek bir fiyata satılması halinde söz konusu olur. Bir kimse alıcı olmadığı halde malın gerçek değerine kadar fiyatı yükseltmeye devam etse bunda bir sakınca bulunmaz. Çünkü bu, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olur. Diğer yandan açık arttırma ile satış en yüksek fiyatı verene malı satmak anlamına geldiği için sonuçta satım akdi gerçekleşir. Dışarıdan fiyatı hileli yollarla aşırı yükseltmeye veya aşırı düşük tutmaya çalışanlar ise günah yükü altına girmiş olurlar.

 

 


 

           CUMA NAMAZI SIRASINDA ALIŞ-VERİŞ YAPMAK

 

Cuma namazı için ezan okunduğu zaman, çevrede bulunan bütün ergin mü’min erkeklerin toplu olarak namaza katılmaları gerekir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah’ın zikri olan namaza koşun. Alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılıp Allah’ın lutfundan nasibinizi arayın, Allah’ı çokça anın ki kurtuluşa eresiniz.”[101]

Cuma günü nöbette bulunan güvenlik görevlisi, bekçi, nöbetçi, hasta, sakat, hastabakıcı gibi özürlü olanlar dışında[102] cuma namazı kılınan yöredeki tüm ergin müslüman erkeklerin alış-verişi veya başka işlerini bırakarak cuma namazına gitmeleri farz-ı ayn’dır. Bu, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğünün de bir gereğidir, işi bırakıp cuma namazına gidiş ve dönüş süresi Ebu Hanife’ye göre ilk ezandan cuma namazının farzını kılıncaya kadar olan süredir. Diğer müctehitlere göre ise bu süre imam hutbe için minbere çıktığı andan itibaren başlar ve farzın sonuna kadar sürer.

Hanefilere göre bu süre içinde alış-veriş yapmak tahrimen mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Şâfiîlere göre haram, Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise feshedilebilir niteliktedir. Hanbelîlere göre bu süre içinde yapılacak alış-veriş prensip olarak geçerli değildir.[103]

               


 

                ŞARAP FABRİKASINA ÜZÜM SATMAK

 

Bir kimsenin doğrudan şarap üreticisine üzüm satması Hanefîlere ve Şâfiîlere göre sonuç doğurur ve fakat hükmü mekruhtur. Çünkü dış görünüş bakımından satım akdi rükün ve şartlarına uyularak yapılmıştır. Satışın günah oluşu ise bu konudaki fasit niyet veya meşru olmayan amaç yüzündendir. İslâm toplumunun aleyhinde ya da zulüm, kargaşa ve haksızlık yolunda kullanacağı açık olan yere silah satışı veya haramın yayılmasına yardımcı olacak kumar eğlence vb. âletlerin üretilmesi ve satışı da bu niteliktedir. İslâm Devleti bu konuda gerekli tedbirleri alır, topluma zarar verecek üretim ve dağıtımı engeller.

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise kötülüğe giden yolu kapamak (seddü’z-zerâyi’) amacıyla bu gibi satışlar batıl kabul edilmiştir. Fitne döneminde veya yol kesenlere silah satmak gibi. Faize yol açabilen “lyne satışı” da bu niteliktedir. Çünkü haramın kendisi gibi, bu harama götüren, yol da niyet şeklinde bile olsa haramdır.

Sonuç olarak mü’minin harama veya haramın güçlenip yayılmasına yol açacak üretim veya ticaret çeşitlerinden sakınması gerekir.

 


 

                        SATIŞ ÜSTÜNE SATIŞ YAPMAK

 

İslâm’da alış-verişler mü’minlerin birbirine zarar vermemesi, anlaşmazlığa yol açmaması veya akdin taraflarından birisine ek bir yarar sağlamaması esaslarına dayanır. Bu yüzden satıcı ve alıcı belli bir mal ve satış bedeli üzerinde anlaştıktan sonra başkasının araya girerek bu alış-verişi bozması ve bu arada alıcıya kendi malını satmaya kalkışması mü’minler arasında menfaat çatışmalarına yol açar.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbir kimse kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın”[104] Başkasının satışını engelleme ya pazarlık sırasında ya da muhayyerlik bulunan satışlarda muhayyerlik süresi içinde söz konusu olur. Pazarlık sırasında satıcı ve alıcı satış üzerinde karar vermekle birlikte henüz akit tamamlanmadan önce bir başkası gelip satıcıya; “Ben bunu senden daha yüksek fiyatla alırım” diyerek sonuçlanmak üzere bulunan satışı bozar. Muhayyerlik halinde ise, bir kimse meselâ; üç gün muhayyer olmak üzere bir malı satın alır, ona bu süre içinde başka birisi gelerek; “Sen bu satışı feshet, ben sana onun benzerini daha ucuza vereyim veya ondan daha iyisini satayım” diyerek önceki satışı bozdurur. Ya da bu kimse yine muhayyerlik süresi içinde satıcıya gidip; “Bu satışı feshet, ben bu malı senden daha yüksek fiyata satın alırım” demesiyle gerçekleşir.

İslâm fakihleri bütün bu şekillerin haram olduğu ve bunu yapanların âsî bulunduğu konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz “satış üstüne satış yasağı” ifadesinden “mü’min kardeşliği” anlaşılır. Satış üstüne satışın hükmüne gelince; Hanefî ve Şâfiîlere göre bu tür satış günah olmakla birlikte sonuç doğurur. Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış fasittir.[105]

              GÜVENE DAYANAN SATIŞLAR

 

A) Serbest Pazarlıkla Satış (Müsâvemeli Satış):

Müşteriye alış fiyatı veya maliyet açıklanmaksızın bir satış bedeli üzerinde serbest pazarlıkla yapılan satışa musâvemeli satış denir. Burada pazarlık satıcının belirlediği bedel üzerinde olur. Fiyatların güvenilir olduğu piyasada satıcı­nın teklif ettiği bedel üzerinden pazarlıksız satış da yapılır. İslâm fıkhında bey’ (satış) denilince daha çok bu çeşit alışverişler hatıra gelir. Yalan ve aldatma karışma ihtimalini azalttığı için İslâm fakihlerinin çoğu musâvemeli satış şeklini daha uygun bulurlar.

Meselâ; bir kimse yüz bin liraya mal olan bir malı, bu maliyeti açıklamaksızın 120 bin liraya satsa bu musâvemeli satış olur. Alıcının pazarlıkla bu fiyattan indirim yaptırması da mümkündür. Böyle bir satışta, miktarı alıcıya açıklanmayan kâr da vardır.[106]

B) Murabaha Satışı (Kâr Miktarı Açıklanan Satış):

Alış fiyatının veya maliyetin misline bir kâr eklemek suretiyle yapılan satıştır. Burada malın sahibi, alıcıya, malı kaça aldığını ve ne miktar kâr eklediğini açıklar. Kârın miktarı yüz bin lira gibi maktu olabileceği gibi, yüzde on veya onda iki gibi oranlı da olabilir. İleride murabahalı satışın özelliklerini ayrıca açıklayacağız.

 

C) Tevliye Satışı (Kârsız Satış):

Bir malı alış fiyatına veya maliyetine satmaya tevliye satışı denir. Satıcı bazan malı elinden çıkarmak, para darlığı yüzünden onu nakde çevirmek, malın modasının geçmekte olması, mevsim sonunun gelmesi gibi nedenlerle hiç kârsız satış yapabilir. İslâm’da bir malın kârsız satışı da mümkün ve caizdir. Hz. Peygamber (s.a.) Medîne’ye hicret etmek isteyince, Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) iki tane deve satın alıp, birisini Allah elçisine bağışlamak istedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Bu iki deveden birisini bana aldığın fiyatla devret.[107] Hz. Peygamberin burada deveyi kârsız olarak satın alma teklifinde bu­lunması, bunun caiz olduğunu gösterir.

Tevliye’nin bir çeşidi olan beylu’l-işrâk başka birisini satışa ortak etmek demektir. Bu ortaklık alış fiyatı veya maliyet üzerinden olacağı için muamele kısmî tevliye niteliğindedir, nitekim Hz. Ebû Bekir Mekke’de köle statüsünde bulunan Bilâl b. Rabah el-Habeşî’yi (ö.20/641) satın alıp hürriyetine kavuşturmuştu. Hz. Peygamber, Bilâl (r.a.)’in satış bedeline ortak olmak isteyince de, Ebû Bekir (r.a) O’nu azat ettiğini bildirdi. Eğer satın alınan bir şeye, alış fiyatı üzerinden başka birisinin ortak olması caiz bulunmasaydı, bunu Allah elçisinin de istememesi gerekirdi.[108]

D) Vazîa Satışı (Zararına Satış):

Bir malı alış fiyatından veya maliyetinden daha düşük bir bedelle satışa “zararına satış” denir. Bir kimse malını belirli bir kârla satabileceği gibi, hiç kârsız hatta zararına da satabilir, hiç bedelsiz bağışlama yetkisi bile bulunduğuna göre, az veya çok bedelle satışı öncelikle caiz olur.

Ancak darda kalan kimsenin malını aşırı düşük fiyatla satın almaktan sakınmak gerekir Hz. Ali (r.a.)’ten şöyle dediği nakledilmiştir: İleride sıkıcı devirler gelecek ve zenginler ellerindeki servete sımsıkı sarılacak. Halbuki onlar bununla emrolunmadılar. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Aranızdaki iyiliği unutmayın.[109] Darda kalan kimselerle alış-veriş yapılır. Halbuki Nebî (s.a.) darda kalanın satışını, aldatma bulunan satışı ve olgunlaşmadan önce meyvelerin satışını yasaklamıştır.[110]

Ebû Davud’un Sünen’ini şerheden ebû Süleyman el-Hattâbî (ö. 388/998) darda kalanın (muzdar) satışını şöyle açıklar: Kişi ya tehdit ve korkutma ile malını satmak zorunda kalır ki böyle bir satış fasittir. Ya da ağır bir borç yükü yüzünden, zaruret nedeniyle malını ucuza satmak zorunda bulunur. Böyle bir kimsenin malını ucuza almak yerine ona yardımcı olmalı, ödünç para verme yoluna gidilmeli veya borcu, ödeyebileceği zamana kadar ertelenmelidir. Ancak bununla birlikte zaruret halinde yapılacak satış geçerli olup feshedilemez. Âlimlerin bü­yük çoğunluğu darda kalanın satışını mekruh saymıştır.[111]

İslâm her muamelede en güzel usul ve yöntemlerin yerleşmesini amaç edinmiştir. Alış-verişlerde de birbirinin sözüne, malla ilgili olan açıklamalara güvenen taraflar etki altında kalır. Sonradan aldatıldığını anlayan kimsenin insanlara ve topluma karşı güveni sarsılır. Bu yüzden ticarette güveni sarsacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Çünkü ticaret güven demektir.

Ashab-ı kiram, aleyhlerinde bile olsa ticarette doğru sözlülükten ayrılmazdı. Buna Cerîr b. Abdillah el-Becelî’yi (ö.51/671) örnek verebiliriz. Cerîr (r.a.), bir at satın almak ister. Beğendiği ata, sahibi 500 dirhem (o dönemde 5 dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir) ister. Alıcı Cerîr, ata 600 dirhem verebileceğini, ancak atın değerinin daha da yüksek olduğunu ve fiyatı 800 dirheme kadar artırabileceğini söyler. Atın gerçek değerinin farkında olmayan satıcı; Atın gerçekten bu kadar değerli midir? diye sorunca Cerîr; At, belki 800 dirhemden de fazla edebilir. Fakat ben daha fazla veremem diye cevap verir. Bu sırada çevrede bulunanlar Cerîr’e; Atı 500 dirheme satın alman mümkün iken fiyatı niçin bu kadar yükselttin? diye sorarlar. Cerîr şu cevabı verir: Biz alış-verişlerimizde hile yapmayacağımız ve bildiğimiz şeyleri söyleyeceğimiz konusunda Allah’ın Rasûlüne söz verdik. [112]


 

 

          MÜŞTERİYE VERİLMESİ GEREKEN BİLGİLER

 

A) Verilen Bilgilerin Doğru Olması:

Kâr miktarı açıklanarak veya kârsız satış yapıldığı bildirilerek yapılan satışlar “emânet (güvene dayalı) satışlaradır. Çünkü alıcı, satıcının alış fiyatı veya maliyet konusunda verdiği bilgilere bir belge veya yemin istemeksizin güvenmiştir. Bu yüzden onun bu güveninin kötüye kullanılmaması ve etki altında bırakılarak aldatılmaması gerekir. İslâmda yalan, hile ve aldatma yasaklanmıştır.

Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulur. Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hainlik etmeyiniz. [113]Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmuştur: Hile yapan bizden değildir.[114]

Helâl açıktır, haram da açıktır. Bu ikisi arasında şüpheli bir takım işler vardır. Bu yüzden kalbine şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap.[115] Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ederse itham altında kalabileceği yerlerde dolaşmasın.[116]

Malda sonradan bir ayıp meydana gelse, satıcı kâr miktarını açıklayarak satış yapmak istediği takdirde bu ayıbı açıklamak zorunda mıdır? Açıklamadığı takdirde yalancı durumuna düşer mi?

Eğer ayıp semavî bir âfet sonucu veya alıcı tarafından yahut canlı hayvanın kendi fiili ile meydana gelmişse Hanefîlerin çoğunluğuna göre, böyle bir mal, ayıbı açıklanmaksızın satış bedelinin tamamı ile murabahalı (kâr miktarı açıklanan) yolla satılabilir. Çünkü ayıplı cüze, satış bedelinin herhangi bir parçası karşılık sayılmaz. O, elindeki malı ulaştığı son durumla satmış olur.[117]

İmam Şafii (ö. 204/819) ve Züfer (ö. 158/775)e göre ise yalan şüphesini kaldırmak için sonradan meydana gelen ayıbın murabahalı satış türünde alıcıya açıklanması gerekir. Çünkü ayıp malın değerini eksiltir.[118]

Ayıp, satıcının veya üçüncü bir kimsenin fiili ile meydana gelmişse, bu durum açıklanmadıkça mal murabahalı olarak satılamaz. Bu konuda görüş birliği vardır.[119]

Malda, satıcının elinde iken doğum, meyve, yün ve süt gibi ziyadeler meydana gelse, bu durum müşteriye açıklanmadıkça murabahalı yolla satılamaz. Çünkü Hanefîlere göre satılacak malın kendisinden meydana gelen artışlar mal hükmünde olup satış kapsamına girer ve âdeten tek satış bedeli bildirmekle yetinilir.[120]

Ancak bir malı satın alan veya üreten kimse yeniden satıncaya kadar kira geliri elde etse bunu müşteriye açıklamaksızın kar miktarı açıklanan yolla satabilir. Çünkü burada ziyade (artış) malın kendinden meydana gelmiş olmaz ve bu yüzden de kira geliri murabahalı satışta satış kapsamına girmez.

Veresiye satın alınan bir mal, bu durum müşteriye açıklanmadıkça kâr miktarı açıklanan yolla (murabaha) satılamaz. Çünkü vadeli satış çoğu zaman satış bedelinin yüksek tutulmasına neden olur. Malı peşin parayla satın alan kimse fiyatta indirim, yaptırma imkânı bulur. Bu yüzden genellikle peşin veya veresiye alma durumuna göre alış fiyatı farklı olur[121] İlende veresiye satış ve vade farkının hükmü üzerinde ayrıca duracağız. Ancak malı vadeli almak bir fiyat farkına yol açmamışsa, bu takdirde bunun murabaha yoluyla satışta alıcıya açıklanması gerekmez.

Veresiye satın alınan bir mal, bu durum açıklanmaksızın, kâr miktarı açıklanan yolla satılsa ve alıcı bunu sonradan öğrense, malı tüketmediği sürece seçimlik hakka sahip olur. Dilerse satım akdini bozar, dilerse tasdik eder.[122]

İlk alıcı malı bir alacağı karşılığında satın almışsa, bu durumu açıklamaksızın güvene dayanan bir akitle satış yapabilir. Burada ilk alıcının etki altında kalarak malı borçlusundan pahalı alma ihtimali söz konusu olmaz. Ancak mal bir alacak karşılığında sulh yoluyla satın alınmış olursa, bu durumun kâr miktarı açıklanan bir yolla satışında açıklanması gerekir. Çünkü sulh, indirim yapma ve kolaylık gösterme sonucunu doğurur. Bu yüzden malı ikinci müşteriye satarken alış fiyatında bir müsamaha olup olmadığını açıklamak gerekir. Alacaklı alacağını bir an önce alabilmek veya alınamayan bir alacağını elde etmek için, bunun karşılığında malı yüksek fiyatla kabul etmek zorunda kalmış olabilir, ikinci satışta bu durum müşteriye açıklanmalı ki, malın gerçek değeri konusunda yanılmasın.[123]

Satın alınan bir mal, alıcının elinde iken değerlense, yeni değer üzerinden belirlenecek fiyatın üzerine belli bir kâr eklenerek murabaha yoluyla satılabilir. Bu durumun yeni alıcıya açıklanmaması aldatma sayılmaz. Çünkü satıcı yeni değere eklediği kâr miktarını açıklamakla dürüst davranmış olur. Ancak artık bu malı şu fiyata aldım demez, belki malın yeni değeri şudur der. Bu ilk alış fiyatı ile yeni değer arasında fark olduğu zaman böyledir. Eğer bunlar birbirine eşit olursa, hıyanet söz konusu olur ve yeni alıcı durumu öğrenince muhayyerlik hakkına sahip bulunur.

Yine bir kimsenin miras, vasiyet veya bağış yoluyla mâlik olduğu bir mala, adaletli bir bilirkişi değer koysa, sonra malik bu malı kâr miktarı açıklanan (murabahalı) yolla satsa caiz olur. Çünkü o, sözünde doğru söylemiştir.[124]


 

             KAR VE FAİZ ARASINDA NE FARK VARDIR

Kâr satın alınan veya üretilen bir malın maliyetine satış için eklenen bir fazlalıktır. Ticarette kâr, zarara katlanmayı göze alma karşılığında meşru kılınmıştır. Burada riziko sermayenin üzerindedir. Faizli muamelede ise riziko sermayeyi kullanana yükletilmiştir. Faizle kredi kullanan kişi veya kuruluş vade sonunda ‘ anaparayı ve kararlaştırılan faizi ödemeyi taahhüt eder. Sermayeyi kullanırken zarar da etse bu taahhüdünü yerine getirmek zorunda bulunur. Buna göre faizli bankacılıkta mevduat sahipleri ile banka arasında tek yönlü işleyen riziko vardır. Çünkü banka zarar etse bile, gerektiğinde gayri menkullerini satarak anapara ve faiz borçlarını ödemeye zorlanabilecektir. Diğer yandan banka ile faizli kredi kul­lanan kişi ve kuruluşlar arasındaki riziko da tek yanlıdır. Çünkü banka kefil veya ipotek karşılığında kredi dağıtmakla, kendi üzerindeki rizikoyu faizli kredi kullananlara aktarmaktadır. Böylece faizli bir banka mevduat sahipleri ile kredi kullanan esnaf, tüccar, sanayici ve diğer müteşebbisler arasında bir aracı konumundadır. Tasarruf sahibi ile müteşebbisin (işletmeci) güçlerini doğrudan birleştirmesini engelleyen bir unsurdur.

İslâm’daki Mudârabe (emek-Sermaye ortaklığı) modeli ise sermaye sahipleri ile, bunu çalıştıracak olan işletmeciyi (mudarib) doğrudan bir araya getirir ve rizikoyu sermaye üstlenir. Kâr çok olursa bundan iki taraf da anlaşmaya göre payını alır. Zarar olursa bu önce kârdan karşılanır, bu yeterli olmazsa, anaparadan giderilir. Ancak böyle bir durumda işletmeci de kârdan pay alamayacağı için emeği karşılıksız kalır.

İslâm bankacılığı da temelde emek-sermaye (Mudârabe) ortaklığına dayanır. Burada faizli bankanın aksine zarar rizikosu sermaye sahiplerinin üzerindedir. İşletmeci durumunda bulunan İslâm bankası emeğinin karşılığı olarak dönem veya yıl sonu kârlarından anlaşmada belirlenen oranda pay alır. Günümüzde kârın paylaşımı % 20 işletmecinin, % 80de sermaye sahiplerinin olmak üzere yapılmaktadır. Ancak zarar önce kârdan karşılanacağı için, zarar hâlinde İslâm bankasının o dönemdeki bütün emeği karşılıksız kalır. Zararı kâr karşılamazsa anaparadan karşılanır ve zarar büyük olunca anaparanın tamamı da gidebilir. Buna göre, İslâm’ın asıl riski sermaye sahiplerine yaydığı ve bu yolla bankacılığı güçlendirdiği söylenebilir. Kâr ve faiz, her ikisi de alan bakımından bir gelirdir, fakat Allah kârı helal faizi ise haram kılmıştır. (el-Bakara, 2/275).

 


 

                           KARIN MEŞRULUĞU VE SINIRI

 

İslâm’da ticaret meşru olunca, kâr elde etmenin de meşru olması tabiidir. Çünkü kâr, mal mübadelesinin semeresi olup, onsuz ekonomik bir hayat düşünülemez. Bu yüzden İslâm kârı yasaklamamıştır. Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli prensiplere uyularak, kendi tabii kuralları içinde yürümesi amaçlanmıştır. Kârın tabiî ve ahlaki ölçüler içinde ve serbest rekabet ortamında oluşması esas alınmıştır. Ancak bu prensibi korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için bir takım tedbirler öngörülmüştür. Ribanın yasaklanması, haksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha başvurulması bunlar arasında sayılabilir.

Alış-verişlerde yalan, hile, aldatma, satılan şeyin ayıbını gizleme veya onu mevcut olmayan niteliklerle övme yasaklanmış; açık, gerçekçi ve makul ölçüler konulmuştur: Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızaya dayanan, meşru bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnadır.[125] Allah alış-verişi helâl, ribayı ise haram kılmıştır.[126]

Bir satım akdinde kâr miktarını belirleyebilmek için her şeyden önce bu malın alış fiyatının veya maliyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Malın bu ilk değerine anapara (re’sü’l-mâl) denir. Bu, ilk alıcının akitle ödemeyi üstlendiği bedeldir. Başka bir deyimle, mala kendisiyle mâlik olunan ve akitle ödenmesi üstlenilen bedeldir. Hanefîlerde alış fiyatına eklenip eklenmeyecek masrafların belirlenmesinde tüccar arasındaki örfe ağırlık verilmiştir. Bu konuda temel prensip malın kendisinde veya değerinde artış meydana getiren harcamaların alış fiyatına eklenmesi, bu niteliği taşımayan harcamaların ise eklenmemesidir.[127]

İslâm’da net maliyet hesabı güvene dayanan bir satış niteliğindeki karlı (murabaha), kârsız (tevliye) ve zararına (vazîa) satışlarda gereklidir. Satıcı kendi alış fiyatını ve eklediği kâr miktarını alıcıya açıklamaksızın, belirleyeceği bir satış bedeliyle de malını satabilir. Hatta eskiden kalan mala, piyasadaki rayiç fiyatları ölçü alarak, yeni bir değer koyup, bunun da üzerine kâr ekleyerek satış yapmak da mümkün ve caizdir. Yeter ki, alıcıyı yanıltacak ve onu etki altında bırakacak yanlış bilgiler verilmesin. Kârın meşru ve güzel kazanç (tîb) olması için, satıcının iyi niyet kurallarından ayrılmaması ve alıcıya doğru bilgiler vermesi gerekir. Aksi halde aldatma ile aşırı kâr bir araya gelirse alıcı lehine bir takım haklar doğar. Aşağıda fahiş gabin halini ayrıca inceleyeceğiz.

Bu duruma göre İslâm’da, alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Eğer çeşitli mallara belirli oranda kâr haddi uygulaması getirilseydi, ekonomik hayat zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak o malın alış fiyatını veya maliyetini tam olarak bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanamaz ve satışa hile karışabilir. Diğer yandan ayni cins ve kalitedeki malın maliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin para ile çok ve ucuz mal satın alır, kendi araçları ile nakleder ve işyerine kira ödemez. Bütün bu nedenlerle malı ucuza mâl eder. Başka bir tüccarda bu imkânlar bulunmadığı için maliyetleri yüksek olabilir. Üretimdeki maliyetler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Ayni cins ve miktarda bir çok malın maliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilâvesiyle oluşacak satış bedelleri de farklı olacaktır.

İşte bu ve benzeri sakıncalar yüzünden Rasûlullah (s.a.s.) piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için başvuran sahabilere şöyle cevap vermiştir: Şüphesiz, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allahtır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem.[128]

          FİATLARDA EMSAL GÖZETİLMESİYLE İLGİLİ DELİLLER

İslâm’da bir malın değerini belirlemek için, kendi cinsinin günlük rayiç fiyatına başvurulur. Böylece o malın emsaline göre değeri ve fiyatı ortaya çıkmış olur.

Allah Rasûlünün Medine piyasasında zaman zaman yükselen fiyatlara müdahale etmesi istendiği halde, müdahale etmemesi ve ashab-ı kiramı serbest rekabet şartları içinde dürüst ticarete teşvik etmesi, piyasa fiyatının ölçü alınışına delildir.[129]

İslama göre, başkasının standart (mislî) malına zarar veren kimse bunu misliyle tazmin eder. Telef edilen mal; hayvan, akar, kullanılmış nakil aracı gibi kıyemî mal niteliğinde ise, aynısı temin edilemeyeceği için değeri ile tazmin edilir, işte bu gibi malların değerini bilirkişi piyasada bulunan benzerlerinin rayiç bedellerini dikkate alarak belirler.[130]

Ticaret mallarının zekâtı kırkta bir olarak kendi cinsinden verilebileceği gibi, malın değerinin kırkta biri de verilebilir. Zekât yükümlüsü bu konuda tercih hakkına sahiptir. İşte malın zekâtı değeri üzerinden para veya başka cins bir mal olarak verilmek istenirse bu mallara piyasa değerleri dikkate alınarak bilirkişi tarafından kıymet konulacaktır.[131] Hz. Ömer hilafeti sırasında yaptığı bir piyasa kontrolünde üzüm tüccarı, Hâtib b. Ebî Beltea’nın fiyatlarını düşük bulur ve kendisine şöyle der:

“Taif’ten üzüm yüklü bir kervanın gelmekte olduğunu haber aldım. Onlar istemeyerek senin bu fiyatını rayiç bedel olarak kabul ederler. O halde, onların za­rar görmemesi için ya fiyatını arttır, ya da malını topla, pazardan git. istediğin yerde, dilediğin fiyata sat.”[132] Ancak daha sonra Hz. Ömer’in, Hâtıb (r.a.)ın evine giderek; Sana söylediklerim ne emirdir, ne de hüküm; sadece halkın iyiliğini istediğim için söylediğim sözlerdir. Nerede ve nasıl istersen satabilirsin dediği nakledilir. Burada Hz. Ömer’in sonradan Hatıb’ı, serbest bırakması mal arzının artması üzerine fiyatların düşmesi sonucunu doğuracak niteliktedir. Diğer yandan bu durum ayni cins ve kalitedeki mallarda bazı fiyat farklılıklarının da olabileceğini gösterir.

Ünlü Mâlikî hukukçularından el-Bâcî (ö. 474/1081) çoğunluğun fiyatlarını, piyasa fiyatı olarak kabul eder. O, el-Muvatta şerhinde şöyle der: Bir kişi veya az sayıda bir grup, büyük çoğunluğa muhalefet ederek fiyatları düşürseler; onlara, ya büyük çoğunluğun sattığı fiyattan satış yapmaları, aksi halde alış-verişi terketmeleri bildirilir. Ancak bir kişi veya az sayıda kişiler fiyatları yükseltse çoğun­luğa, bu zamlı fiyattan satış yapmaları veya alış-verişi terketmeleri emredilmez.[133]

Günün rayiç bedeli ile satış yapmanın caiz olduğunu gösteren başka bir delil Ashab-ı kiramdan Hakîm b. Hizam (r.a)ın, Rasûlullah (s.a.) adına yaptığı şu alış-veriştir. Hz. Peygamber, adı geçen sababeye bir dînar para (yaklaşık dört gr. ağırlığında altın lira) vererek kendisi için bir kurbanlık koyun satın almasını ister. Bu para ile iki koyun satın alan Hakîm (r.a.), henüz pazar yerinden ayrılmadan hayvanların pahalanması üzerine bu iki koyundan birisini bir dînara satar ve elinde bir dinar, yedeğinde de bir koyunla Allah elçisine gelir. Hz. Peygamber parayı ve koyunu kabul eder ve Hakîm için hayır duada bulunur.[134] Günümüzde kurban bayramı öncesinde bu çeşit satışlara rastlanır. Sabahtan hayvanların çokluğu buna karşılık alıcı azlığı yüzünden fiyatlar düşük iken, akşam üzeri hayvan azalır, alıcı çoğalırsa fiyatlar iki katına kadar çıkabilir. Bu da gösteriyor ki, başkalarının satış yaptığı fiyattan satan kimse bazı durumlarda yüzde yüzün üstünde de kâr yapmış olabilir. Eskiden kalmış ve çok ucuza alınmış olan bazı malları da yeni alınanları ile birlikte satarken bazan çok yüksek kâr yapıldığı düşünülür. Gerçekte malın satış yapıldığı tarihteki günlük değeri, asıldır. Çünkü mal satıldığında yerine yenisi satın alınırken yeni fiyatlar üzerinden alınacaktır. Bu durumda eski mallar önceki fiyatları ile satılırsa, tüccar için sermaye kaybı söz konusu olur. Ancak belki böyle bir malı satarken şu fiyata aldım denilmemeli, malın değeri budur denilmelidir. Aksi halde alıcı yanıltılmış olur.

Eskiden kalma malın yeni fiyatlar üzerinden maliyet veya kâr miktarı açıklanmaksızın satışı mümkün ve caizdir. Ancak alıcıya kâr miktarı açıklandığı takdirde doğru sözlü olmalıdır. Büyük Hanefî fakîhi es-Serahsî (ö. 490/1097), el-Mebsût isimli eserinde şöyle der: Bir kimse satın aldığı bir mala, alış fiyatından daha yüksek bir değer belirleyerek, bunun üzerine de belli bir kâr eklemek suretiyle murabaha yolu ile satsa caiz olur. artık bu durumda alıcıya karşı; Bu mal bana şu fiyata mal oldu veya bu malı şu fiyata aldım diyemez. Aksi halde yalana düşer. Burada yalana ruhsat yoktur. Alıcıya şöyle diyebilir: Bu malın değeri şudur veya bu malı şu kadar kârla satıyorum.[135]

Ebû Yûsuf’a göre, yukarıdaki durumda alıcı; tüccar ve esnafın mala alış fiyatının üstünde yeni bir fiyat uyguladıklarını biliyorsa satım akdi geçerli olur. bunu bilmiyorsa, satıcı müşteriyi yanıltmış sayılır ve onun, durumu öğrenince akdi bozma hakkı doğar. Bu, ihtiyaten böyledir. Çünkü murabaha satışında ihtiyatlı davranmak gerekir. Hatta bu yeni fiyat ayarlaması, insanların bildikleri takdirde alış-verişe razı olmayacakları derecede yüksek olursa, başka bir deyimle fahiş gabin derecesinde bulunursa, durum alıcıya açıklanmaksızın murabahalı satış yapılamaz.[136]

Sonuç olarak İslâm, miktarı belirli bir kâr haddinden çok serbest rekabetle oluşacak piyasa fiyatları içinde yer alan kârı meşru kılmıştır. Ancak bu fiyatın da İslâmî ölçüler içinde işleyen bir ticaret piyasasında oluşması gerekir. Piyasanın sağlıklı işleyebilmesi için İslâm’ın öngördüğü tedbirleri ve getirdiği yasaklamaları ileride açıklayacağız. Ancak önce aşırı fiyat veya fahiş gabin nedir? Ölçü ve sınırları neden ibarettir? Bunu belirlemeye çalışacağız.

                    AŞIRI VEYA FAHİŞ FİYAT

 

Fahiş Veya Yesir Gabn (Çok veya Az Aldanma):

Gabn; alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelir. Bir fıkıh terimi olarak gabn; alış-verişlerde, malın normal değerinin üstünde veya altında olmak üzere bedeller arasındaki eşitsizliği ifade eder. İslâm’da kâr için belli bir sınır konulmamakla birlikte alış-verişlerde yalan, hile, satılan malın ayıbını gizleme, malı kendisinde bulunmayan nitelikle övme yasaklanmıştır. Böylece alış-veriş yapanların hileli yollarla birbirini aldatması ve bu yolla malın çok yüksek veya çok düşük fiyatlarla satılması meşru görülmemiştir.

Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki o mallar, sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı ola.”[137]  Burada ticaret bir bedel karşılığında yapılan bütün muameleleri kapsamına alır. Ancak bâtıl yolla başkasının malını yeme yasaklanmıştır. Buna göre, bedelin faiz oluşu, meçhul bırakılması veya şarap, domuz eti gibi meşru olmayan şeylerin bedel kılınması gibi durumlar ticaret sayılmakla birlikte meşru olmaz.[138]

Başka âyetlerde şöyle buyurulur: “Onlar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar.”[139] “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar.”[140] “Tartıda taşkınlık yapıp, dengeyi bozmayın, tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.”[141]

Enes b. Mâlik (r.a.)ten rivayete göre, ashab-ı kiramdan Habban b. Münkız (r.a.) alış-verişlerinde aldatılıyordu. Hz. Peygamber kendisine şu tavsiyede bulunmuştur: “Alış-veriş yaptığın zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır.”[142]

Ebû Hüreyre (r.a.)ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahîre yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahîrenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan bizden değildir.”[143] imam en-Nevevî (ö. 676/1277) bu hadisin son kısmını şöyle açıklamıştır: “Hile yapan benim yolumda gidenlerden; ilim, amel ve yoluma uyanlardan değildir.” Diğer yandan İslâm’ın ilk yüzyılında tabiî müctehitlerinden Süfyan b. Uyeyne (ö. 198/813) gibi bilginler bu hadisi tefsir etmeyi uygun bulmamışlar ve tevîlden (uygun olan başka bir anlama hamletme yolu) çekinmişlerdir.[144]

Gabn; fahiş (çok aldatma) ve yesîr (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır. Fahiş sözcüğü, fuhuş mastarından ism-i fail olup, kök anlamı; söz veya işin çok çirkin olması, haddi ve ölçüyü aşmak, yüz kızartıcı iş yapmak demektir, böylece fahiş fiyat bir malın normal piyasa değerinin çok üstünde veya altında satılmasını ifade eder. Çünkü haksız ve ölçüsüz olarak fiyat yükselten kimse insanların mallarını haksız yemiş ve onları Allah’ın mubah kıldığı şeylerden mahrum etmiş olur.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm kesin bir kâr sınırı getirmeyince, belli bir piyasadaki fiyatların esneklik alanı içinde satış caiz olur. Çok aldatma, başka bir ifadeyle fahiş fiyat normal fiyatın ne kadar üstüne çıkılırsa teşekkül eder? Fahiş fiyatın miktarını ve kesin olarak ölçüsünü belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Konu genel esaslara ve tüccar örfüne dayanarak içtihatla çözümlenir. Hanefilerin yaygın tarifine göre fahiş gabn; herhangi bir malı o malın fiyatı hakkında bilirkişilerin belirleyeceği fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satma veya bu ölçüde düşük bir fiyatla satın almadır. Yesîr gabn ise; bu derece yüksek veya düşük olmayan, insanların aldanma saymakla birlikte müsamaha ile karşıladıkları bir bedelle satış yapmaktır. Buna göre, meselâ, bir mal 900 bin lira ile bir milyon lira arasında peşin satılıyorsa, malın normal piyasa değeri budur. Bu alanın dışına çıkılınca gabn hali başlar ve nisbet yükseldikçe de sorumluluk artar. Ancak bu fazlalığın sonuç meydana getirmesi aldatmanın da bulunması halinde söz konusu olur.[145]

Diğer yandan Belh fakîhlerinden Hanefî mezhebine bağlı Nusayr b. Yahya (ö. 268/881), satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fahiş gabni; gayri menkullerde % 20, hayvanlarda % 10 ve menkul eşyada % 5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatı aşılarak bu oranların üstünde bir fiyatla satışın fahiş gabin derecesinde olduğunu belirtmiştir.[146] Osmanlılarda bu oranlar Mecelle’nin 165nci maddesiyle kanunlaştırılmıştır. Maddenin sadeleşmiş şekli şöyledir: “Fahiş gabin; menkul mallarda beşte bir, hayvanlarda onda bir ve gayri menkullerde beşte bir miktarı ve daha çok aldanmaktır.”

Bu oranlar uygulama ile ilgilidir. Günlük hayatta çokça yapılan alış-verişlerde aldanma ihtimali azalırken, nâdir olarak yapılanlarda çoğalır. Bu yüzden Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) birden çok fazla para çeşidinin tedavülde bulunduğu bir piyasada para mübadelesinde fahiş gabin oranını % 2,5 olarak belirlemiştir. Çünkü çok sık yapılan muameleler fiyatların hatırda kalmasını sağlar ve aldanmalar daha az olur.[147]

Yukarıda belirlenen oranların altında, piyasa fiyatı dışına çıkmalar ise “yesir gabn” niteliğinde olup, bu müsamaha ile karşılanmıştır.

İmam Mâlik’e (ö. 179/795) göre fahiş gabn terimiyle ifade edilen çok aldanma, malın değerinin üçte birinden daha yüksek bir fiyatla satış yapmaktır. Bu ölçüde düşük fiyatla satış yapmak da aynı niteliktedir.[148] Dayandıkları delil Hz. Ebu Bekir’in uygulamasıdır. Ebu Bekir (r.a) halife iken valilerine yaptığı bildirimde fahiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Daha sonra Malikilerde fahiş gabin oranı için bir rakam vermek yerine şu tarif yaygınlaşmıştır: “Gabn; bir malın, değerinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya eksiklik açık olduğu zaman fahiş gabn meydana gelir.”[149]

Hanbelilerden bir kısmı, Malikiler gibi malın değerinin üçte birinden fazla bir fiyatla satışı fahiş gabin sayarken, bir bölümü Hanefilerle aynı görüştedir.[150]

Sonuç olarak, kanaatımızca İslâm’ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir sınır getirmeyişinin amacı, nisbetlerin tesbitini beldelerin örflerine bırakmak içindir. Mezhep müctehidlerinin birbirinden farklı tesbitler yapmaları da bunu gösterir. Gerçekten ekonomik bakımdan kalkınmış, paranın değerini korumayı, hatta sürekli olarak yükseltmeyi başarmış olan ülkelerde fiyatlar çoğu zaman istikrarlıdır. Toplum böyle bir ekonomide, uzun süre, bazen yıllarca aynı düzeyde kalan piyasa fiyatlarının dışına çıkılmasına razı olmaz. Fakat paranın sık sık değer kaybettiği ve eşya fiyatlarının sürekli olarak arttığı bir ekonomide, insanlar fiyat değişikliklerine alışırlar; bu yüzden mesela; %5 olan menkul eşya fahiş gabn oranı önemini kaybedebilir. Çünkü 90 bin lira ile 100 bin lira arasında satılmakta olan bir malın, meselâ 106 bin liraya satılmış olması toplum tarafından önemsenmeyen bir aldanma sayılabilir. Çünkü sık sık fiyat değişiklikleri toplumda alışkanlık meydana getirir. Halbuki yıllarca 100 bin lira dolaylarında satı lan bir malın istikrarlı bir piyasada birden 106 bin liraya yükselmesi dikkati çeker ve insanların razı olamayacağı “aşırı kâr” oranını oluşturabilir.

Diğer yandan piyasa fiyatı veya rayiç bedel konusunda kendi başına özelliği olan ve piyasa oluşturan belde, şehir, kasaba, köy veya bir şehrin farklı piyasa özellikleri bulunan çarşı, pazar, semt, galeri, süpermarketler, hal, borsa ve benzeri piyasalar kendi içinde değerlendirilmelidir. Çünkü bir mal işportacıların veya düşük kira ödeyen barakaların yaygın olduğu bir pazarda ucuz fiyatla satılırken, aynı mal varlıklı kesimin alış-veriş yaptığı, yüksek kiraların ödendiği mağaza ve konfeksiyoncularda dikkati çekecek ölçüde pahalı olabilir. Böyle bir semtte ticaret yapan esnaf ve tüccarın maliyet masraflarının da yüksek olduğu açıktır.

Peşin satışlarla vadeli satışları da kendi içinde değerlendirmelidir. Çünkü vadeli satışta kâr oranının yüksek tutulduğu bilinmektedir. Bu vade farkına önemli ölçüde yüksek enflasyon sebep olduğu da bilinmektedir. Çünkü altın veya enflasyona uğramayan bir dövizle yapılan vadeli satış veya kira sözleşmelerinde bir farkın ve zaman içinde bir zammın istenmemesi bunu göstermektedir (bk. “Veresiye Satışlar”).

(İPTAL EDİLEBİLİR)

 

ÇOK ALDANMAYA KARŞI KORUMA ALTINA ALINAN MALLAR

 

İslâm’da yetim malı ve bu hükümde olan vakıf veya beytülmale ait malların satışı veya bunlar adına mal satın alınması yahut da bu malların kiraya verilmesi özel bir statüye bağlanmıştır. Gerek bu malları idare eden temsilcilerin töhmetten kurtulması ve gerekse usulsüzlük yapıldığı takdirde hakları koruyabilmek için alınan tedbirleri şu şekilde açıklayabiliriz:

 

a) Yetim malı:

Yetimin mallarını yöneten veli veya vâsî yetime ait malı aşırı aldanma sayılan düşük bir bedelle satamayacağı gibi, yetim adına bu derece yüksek fiyatla da alım yapamaz. Aksi halde satım akdi yetim bakımından bâtıl olur. Burada satışta hile ve aldatmanın bulunup bulunmaması da sonucu değiştirmez. Hatta küçük, erginlik çağına girip icazet verse bile akit geçerlilik kazanamaz.

Ancak temsil olunan adına, fahiş gabinle satın alınan mal, veli veya vâsî hakkında geçerli olur ve mal onun mülkiyetine geçer. Bu durumda satış bedelini veli veya vâsînin ödemesi gerektiğinde şüphe yoktur. Çünkü genel olarak bir vekilin, müvekkili adına aldığı mal, eğer temsil olunan için yürürlük kazanmazsa, vekil için yürürlük kazanır ve bağlayıcı olur.[151]

b) Vakıf malı:

Vakıf malının usulüne göre hakim tarafından karar verilse bile, yetim malında olduğu gibi çok aldanma ölçüsünde düşük bir fiyatla satılması halinde satım akdi batıl olur. Burada da çok aldanmanın hile ve aldatma ile birlikte bulunması şart değildir. [152]

Hanefilere göre vakfedilmiş bir malın satışı “istibdâl (mal yerine mal satın alma)” yoluyla olur. Bunu, vakfeden şart koşmuşsa, rayiç bedelle satılır ve yerine başka bir vakıf gayri menkul alınır. Eğer vakıfnamede böyle bir şart yoksa mescid olmayan akarın satışına zaruret halinde hakim karar verir. Bu kararın geçerli olması için şu altı şartın gerçekleşmesi gerekir:

1)           Satılacak vakıf akarın tamamen yararlanılabilir olmaktan çıkması,

2)           Vakfın onarılmasında hiçbir yararın bulunmaması,

3)           Satışın çok aldanma (fahiş gabin) ile yapılmaması,

4)           Satış kararını veren hakimin ilim ve amel sahibi olması, istihdafın müslümanların yaptığı vakıflara zarar vermemesi için bu gereklidir.

5)           Akar yerine yine akarın alınması, akarın paraya dönüştürülmemesi,

6)           Hakimin vakıf akarı, lehine şahitlik geçerli olmayan ana-baba, çocuk ve eş gibi yakınlarına veya borçlu olduğu kimselere satmaması. Yukarıdaki şartlar tam olarak bulunmadığı zaman vakfın satışı fâsid değil bâtıl olur.[153]

Vakfa fahiş gabin derecesinde yüksek fiyatla mal alınması halinde de akit bâtıl olur. Bu durumda mal, onu fahiş gabinle satın alan temsilcinin üzerinde kalır ve bedelini onun ödemesi gerekir.[154]

c) Beytülmale ait mallar:

Beytülmale ait mallar da yetim malı hükmünde olup, topluma ait olan mülkler maslahata dayalı olarak ve ancak rayiç bedelle satılabilir. Bu duruma göre devlete ait mallar fahiş gabin ölçüsünde ucuz satılsa veya bu kadar bir fazlalıkla devlete mülk satın alınsa bu gibi alış-verişler batıl olur. Bunların ya rayiç bedel üzerinden yenilenmesi, ya da bedelin geri verilerek, satılan veya satın alınan malın iadesi gerekir. Bu satım akdinde de ayrıca hile ve aldatmanın (tağrir) bulunması şart değildir.[155]

Yukarıda belirtilen bu üç çeşit malın kiraya verilmesi de rayiç bedel üzerinden olmalıdır. Kira bedeli fahiş gabin ölçüsünde düşük olursa akit batıl olur. Kiracıdan ya farkı tamamlaması veya kiralanan yeri boşaltması istenir. Zaruret olmadıkça yetim, vakıf ve beytülmale ait gayri menkullerden dükkan, mesken ve benzerlerinin bir yıllığına, arazilerin ise en fazla üç yıllığına kiraya verilmesi asıldır. Vakfın ve ayni hükme tabi olan malların korunması ve amaca uygun gelir sağlanabilmesi için bu sınırlamalara gerek duyulmuştur. Hanefilerde fetvaya esas olan görüş budur. Ancak vakfın onarılması için acele paraya ihtiyaç olursa, kira süresi, kira bedeli peşin alınarak uzatılabilir.[156]

Günümüzde vakıf gayri menkullerin; hazine, özel idare, belediyeler, emekli sandığı, sosyal sigortalar kurumu gibi devlet kurum ve kuruluşlarına ait emlakın satımı veya kiraya verilmesi de İslâmî açıdan aynı hükümlere tabidir. Ancak bu kuruluşlara ait iş hanı, otel, santral, garaj, iş yeri vb tesisler araştırıldığında rayiç bedelin çok altında bir bedelle kiraya verildikleri ve özellikle pek çok vakıf gayri menkullerin çeşitli devirlerde “istibdal” esasları gözetilmeden özel şahıs mülkiyetine intikal ettirildikleri görülür. Bunlar topluma ait mülkler olduğu için, maslahat gözetilmeksizin yapılan bu gibi tasarrufların, tasarruf sahipleri için uhrevi bakımdan ne kadar riskli olduğu açıktır. Devletin yönetim velayetini üzerine aldığı toplum mülklerine satış veya kira halinde “rayiç bedel” prensibinin uygulanması; vakfiyelerde yer alan hayır hizmetlerinin gerçekleşmesini; memur, işçi ve emeklilerin refaha kavuşmasını sağlayacak güçtedir.

Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) Mecelle’nin 58. maddesinin şerhinde, toplum işlerini üstlenen idarecilerin sorumluluklarını şöyle belirler: 58. madde: “Raiyye yani tebea üzerine tasarruf maslahata bağlıdır.” Bu madde; âmme işlerini idare eden bütün memurları kapsamına alır. Devlet başkanı, ondan yetki alan bakanlar, valiler, hakimler, veli, vasi ve kayyımlar bunlardandır. Bunların bütün tasarrufları “maslahata” dayanmalıdır. Bu konuda şeriata aykırı olan işlerde emre itaat sorumluluktan kurtulmaya yetmez. Bu sayılan idarecilerin tasarrufları özet olarak şu örneklerle açıklanır:

Devlet başkanının tasarrufları: Devlet başkanı, öşür, zekâtını borçluya terk etse bu caiz olur. Borçlunun yoksul veya zengin olması sonucu değiştirmez. Ancak öşrün kendisine bırakıldığı kimse zengin olursa, devlet başkanının bunu tazmin etmesi gerekir. Yine devlet başkanının emriyle, şahsa ait olan yerler gerçek değeri ödenerek yola katılabilir.

Bakanların tasarrufu: Beytülmale ait olan bir yeri maliye bakanı fahiş gabin derecesinde düşük fiyatla satsa, bu akit sahih olmaz, yani batıl olur.

Valilerin tasarrufu: Bir köy veya kasaba halkına bırakılmış olan bir yeri, vali bir şahsa verse bu sahih olmaz. Daha sonra burası geri alınıp, eski haline döndürülür.

Hakimlerin tasarrufu: Hakimin toplum işleriyle ilgili olarak vereceği kararın geçerli olması, toplum yararına olması şartına bağlıdır. Topluma zararlı bir kararsa geçerli olmaz. Böyle bir hakimin emrinin varlığı ile yokluğu birdir. Meselâ; hakim bir kimseye beytülmalin malını istihlâk (tüketme) için izin verse, bu izni geçerli olmadığı gibi, kendisi böyle bir malı istihlâk etse tazmin etmesi gerekir.

Diğer yandan hakimin yetim ve vakıf malları üzerindeki tasarrufu da maslahata dayanmalıdır. Bu yüzden, mesela, onun, küçük çocuğun malını bir kimseye bağışlaması geçerli olmaz.

Veli veya vasinin tasarrufları: Bir çocuğun davasından velisi sulh yoluyla vazgeçse, bu sulh küçüğe açık bir şekilde zararlı ise geçerli olmaz. Açık bir zarar yoksa geçerli olur.[157]

                            TRÖST, KARTEL VE HOLDİNG

Tröst müteşebbise mal sahibi adına hareket etme ve onu temsil etme yetki­si veren bir vekalet sistemidir. Tröstün çıkış yeri Birleşik Amerika’dır. Tröst fikri XIX. yüzyılın büyük işadamlarından Rockfeller’in avukatı T. Dood’un bir buluşudur. T. Dood Amerika’da petrol kuyularını işleten ayrı ve bağımsız kuruluşları bir idare altında toplamayı düşündü. Bu amaçla “Standart Oil Company” adında bir sendika kurdu. Bu mâlî sendika ellerinde petrol kuyularına ait hisse senetleri bulunanların, bu senetleri kendisine tevdi etmelerini istedi ve daha yüksek bir sermaye geliri vadetti. Böylece Rockfeller, akaryakıt piyasası üzerinde hakimiyet kurarken, petrol arzını ve fiyatları en uygun şartlarla tanzim ve tesbit etmeyi de tekeline geçirmiş oldu. Burada müteşebbis piyasaya hakim olmak için büyük bir sermaye rizikosu altına girmemekte ve hissedarlardan aldığı vekâlet sayesinde bu imkânı elde etmektedir. Kendilerine rehberlik eden iş adamlarının tecrübe ve becerisi sayesinde daha fazla gelir kazanacaklarına inanan mal sahipleri ise hisse senetlerini teslim etmek suretiyle tröstlere katılmaktadırlar.

Tröst sistemi tek bir idare altında toplanan işletmelerin piyasalarda tekelcilikler meydana getirmesine yol açmıştır. Bunun üzerine devlet makamları tröst sistemi aleyhine cephe almak gereğini duymuşlardır. ABD’de 1890′da çıkarılan Sherman kanunu, mal sahibinin rey hakkını üçüncü bir kişiye devretmesi sonucunda oluşan tröstleri (voting trust) dağıtmıştır.

Tröstlerin kanunla yasaklanması üzerine hukukçular aynı amacı gerçekleştirecek yeni formüller bulmuşlardır. Tröste bağlı müesseseler feshedilince, bunları aynı hukuki bünye altında toplayan büyük şirketler kurulmuştur. Feshe uğrayan müesseselerin hissedarlarına yeni şirketin hisse senetleri verilmiştir Çeşitli şirketlerin bu şekilde tek bir şirket halinde birleştirilmesine kaynaşma (fusion) adı verilmiştir.

Ancak Rockfeller ve Carnegie gibi büyük müteşebbisler “kaynaşma sistemi”ni külfetli bulmuşlardır. Kaynaşma sisteminin formalitelere yol açması, masraflı muameleleri gerektirmesi ve vergi ödemeye sebebiyet vermesi sakıncalı görülmüştür. Bu yüzden iş adamlarının, kaynaşma (fusion) sisteminden vazgeçerek “holding” denilen başka bir tipe yöneldikleri görülmüştür.

Holding; başka şirketlere ait hisse senetlerini elinde tutan bir şirkettir. Holding, başka şirketlerin genel kurulunda çoğunluk sağlayacak kadar hisse senedi toplayarak onların yönetimine hakim olmaktadır. Bu şekilde ortaya çıkan tröst, eski şirketlerin hukuki durumlarında ve görünüşlerinde bir değişiklik meydana getirmemektedir. Holdinge bağlı her kuruluş bağımsızlığını kaybetmekle birlikte aynı isim ve statü ile faaliyetini sürdürmektedir. Bu müesseselerin dizginlerini elinde tutan holding, tek bir menfaati temsil ettiğinden, müesseseler arasındaki rekabet kalkmaktadır. Böylece aynı çeşit üretim yapan müesseseler holding çatısı altında birleşince o çeşit malın fiyatlarında bir tekelcilik söz konusu olmaktadır. Başka bir tekelcilik sistemi de “kartel” adını alır.

Kartel; çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar etmek üzere kurdukları bir birliktir. Kartellerin meydana gelmesi ve de­vam etmesi için, belirli bir ticaret eşyasının tekelciliği zaruri bir şarttır. Bunlar satış şartlarını birleştirme, sürüm pazarlarını aralarında bölüşme, ortak büro açma ve asgari bir satış bedeli belirleme gibi amaçlarla kurulur.[158]

Tröstlerin yıkıcı rekabeti şu şekilde cereyan eder. Tröstler önce piyasaya yüksek fiyatla mal sürerler. Bu durum küçük rakip firmalara cesaret verir ve onları fazla miktarda üretim ve stok yapmaya sevkeder. Bunlar tüketicilerin rağbetine güvenerek mal arzını genişletir ve mali taahhütlerini arttırırlar. Tröst rakiplerin piyasaya çok açıldığı anı kollar ve zamanı gelince fiyatları birdenbire ve önemli ölçüde düşürerek, küçük firmaları mal satamaz ve bonolarını ödeyemez duruma düşürür. Bunun sonucunda, piyasada dürüst kalmak isteyen iş adamı ya iflasla karşı karşıya kalır ya da tröste katılmak zorunda bırakılır.

İşte adı tröst, kartel, kaynaşma veya başka olsun, bir piyasada kendi aralarında gizil veya açık anlaşarak tekelcilik oluşturmak ve bu yolla topluma ya da dürüst ticaret yapmaya çalışan esnaf ve tüccar kesimine zarar vermek serbest piyasa ekonomisinin aşması gereken bir engeldir. Bu yüzden aşağıda İslâm’ın yıkıcı rekabetle veya topluma zarar vermeye yönelik tekelcilikle ilgili esaslarını belirlemeye çalışacağız.

                             İSLAM VE YIKICI REKABET

İslâm, toplumla ilgili konularda daima maslahat prensibinden hareket etmiştir. Maslahat da en geniş anlamıyla; toplum için yararlı olanı almak, zararlı olanı da terketmek olarak tarif edilebilir. Ekonomi ve ticaret hayatında bir muamele eğer sonuçta toplum zararına bir sonuç doğuracaksa bu muamele işin başında yasaklanarak toplum korunmuştur. Faizin, karaborsacılığın, şehirlinin köylü adına satış yapmasının ve yine dışardan mal getirenlerin şehir kenarında karşılanıp mallarının alınmasının yasaklanması bu amaca yöneliktir. Hz. Peygamber; “Sizden bazınız mü’min kardeşinin satışı üstüne satış yapmasın”[159] buyurmuştur. Buna göre, ticaretle uğraşan her şahıs veya müessese serbest hareket edebilmeli ve dış müdahalelerden korunmalıdır.

İmam Malik’e göre piyasa fiyatının ne altında ve ne de üstünde bir fiyatla satış yapılmamalıdır. Piyasa fiyatı ticaret yapanların büyük çoğunluğunun serbest rekabetle oluşturduğu satış bedelleridir. Bu görüşün dayandığı delil Hz. Ömer’in, Hâtıb b. Ebi Beltea’ya söylediği narh’la ilgili sözlerle, Ömer b. Abdila-ziz’in (ö.101/720) uygulamasıdır. İkinci Ömer olarak ün yapan bu halife döneminde bir bölge halkı, diğer bölge halkını engellemek üzere fiyatlarında indirim yapmışlardı. Halife, fiyatların Allah’ın elinde olduğunu belirterek, kendilerinden bu duruma son vermelerini istemiştir.[160] Fiyatların Allah’ın elinde oluşu; piyasanın suni dış etkiler olmaksızın kendi rekabet kuralları içinde çalışması ve böylece fiyatların tabii oluşumu anlamına gelir.

Maliki fakihlerden el-Bâcî (ö.403/1100), piyasa fiyatı dışına çıkanlar hakkında şöyle der: “Bir kişi veya küçük bir grup tüccar, büyük çoğunluğa muhalefet ederek fiyatları düşürmüşlerse; onlara çoğunluğun sattığı fiyattan satmaları, aksi halde alış-verişi terketmeleri emredilir. Ancak bir kişi veya küçük bir grup, fiyatları yükseltirlerse, çoğunluğa bu yüksek fiyattan satış yapmaları emredilmez.”[161]

Normal işleyen bir piyasada sırf rakipleri zarara sokmak veya onların piyasadan çekilmesini sağlamak amacıyla fiyatların bazı kişi veya müesseselerce önemli ölçüde indirilmesi kısa vadede toplum yararına gibi görünüyorsa da, rakipler piyasadan çekilince, daha önce fiyat düşüren firmaların bu defa fiyatları aşırı yükseltmeleri söz konusu olur. Çünkü karşılarında fiyatları dengelemede etkili olacak rakip firma kalmamıştır.

Ebu Hanife yıkıcı rekabet konusuna dolaylı yoldan temas etmiştir. Şöyle ki; bir menkul veya gayri menkulü paylaşma hakkına sahip olanların, sırf malın değerini yükselterek fiyatı arttırmak amacıyla aralarında anlaşıp ortaklık kurmaları caiz değildir. İbn Teymiyye (728/1327) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.750/1350) bu esası daha geniş bir tüccar kesimine teşmil ederek şöyle demişlerdir: “Belli bir mal çeşidini alıp satmakta olan bir grup tüccar piyasa fiyatından daha düşük olan ve kendi kararlaştırdıkları bir fiyatla satın alarak zulüm ederlerse ve sattıklarını da piyasa fiyatından daha yüksek bir fiyata satar ve aralarında ortaklık kurup elde ettiklerini bölüşürlerse, bu işten menedilirler.”[162]

Sonuç olarak bir İslâm toplumunda piyasa normal işlediği, arz-talep dengesi kurulabildiği ve fiyatlar serbest rekabetle güvenli bir ortamda oluştuğu sürece devlet müdahaleci olmamalıdır. Ancak tröst ve kartel benzeri tekelcilikler oluşur ve toplum bunlardan zarar görmeye başlarsa, devlet bunların üzerine cesaretle gitmeli ve tabii piyasa şartları oluşuncaya kadar esnaf, tüccar ve sanayici üzerinde varlığını hissettirmelidir. Devlet bunu yaparken İslâm’ın “iyiliği emir ve kötülükten nehiy”[163] prensibini uygulamış olur.

                 


 

                 VERESİYE SATIŞTA VADE FARKI CAİZMİDİR

Peşin alış-verişte kâr meşru olduğu gibi, vadeli satışta da meşrudur. Hatta vadeli satışta, borcu ödeme süresi dikkate alınarak peşinden daha yüksek kâr oranı uygulandığı görülür. Her devirde veresiye satışlara vade farkı eklendiği olmuştur.

Çoğunluk fakihlere göre veresiye satışlarda vade farkı eklemek caizdir.[164]

Ancak peşin olursa şu fiyata, vadeli olursa bu fiyata diye iki fiyat üzerinde pazarlık yapılır ve hangi fiyatın tercih edildiği belirtilmezse, satış bedelinin miktarı belirsiz olacağı için böyle bir satışın fasit hükmünü alacağında açıklık vardır. Çünkü hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Hz. Peygamber bir satış içinde iki satış yapmayı yasakladı.”[165] “Hem ödünç, hem satış ve bir satış içinde iki şart helâl değildir.”[166] “Hz. Peygamber bir akit (safka) içinde iki akit yapmayı yasakladı. Simâk dedi: Bu, satıcının peşin alırsan bu fiyat, veresiye alırsan şu fiyat demesidir.”[167] Ebu Davud’un Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa satıcı için ya bu iki fiyattan az olanı, yahut da riba vardır.”[168]

Yukarıda verilen hadisler peşin ve vadeli fiyat arasında tercih yapılmadan satım akdinin yapılmış olması ile ilgili görülmüştür. Bu konuda ünlü fakihlerden bazılarının açıklamalarını vereceğiz.

Hanefî hukukçularından es-Serahsî (0.490/1097) şöyle der: “Satış; şu vadeye kadar şu fiyata, peşin olursa şu fiyata yahut bir ay vade ile şu fiyata iki ay vade ile şu fiyata denilerek yapılırsa fasit olur. Çünkü bu durumda satım akdi belirli bir fiyat karşılığında yapılmamıştır. Hz. Peygamber bir satış içinde iki şartı yasaklamıştır. Bu örnek, bir satış içinde iki şartın tefsiridir. Şer’î akitlerde mutlak yasaklama fesadı gerektirir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli tesbit etmeden ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde satışı bitirirlerse bu caizdir. Çünkü bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine getirmiş olurlar.”[169]

el-Kâsânî (0.587/1191) el-Bedâyi adlı eserinde şöyle der: “Şunu sana bir ölçek buğday veya iki ölçek arpa ile sattım.” Yahut “şu malı sana bir yıl vade ile bin dirheme veya iki yıl vade ile bin beşyüz dirheme sattım” derse satış bedeli belirsiz olduğu için böyle alış-veriş caiz değildir ve fasittir.[170] EI-Merginani (ö.593/1197) el-Hidaye adlı eserinde bir akit içinde iki akit hadisini naklettikten sonra şu örneğe yer verir: “Satıcının bir ay kullanmak şartıyla bir malı, içinde bir süre oturmak şartıyla evini satması veya alıcının kendisine, bir hediye ya da ödünç para vermesini şart koşmasıdır. el-Hidâye’yi şerheden İbnü’l-Hümâm (ö.861/1457), hadisin tahrîcini yaptıktan sonra şu sonuca ulaşmaktadır: “Bir malın fiyatının peşin bin, veresiye iki bin olmasının faizle (ribâ) bir ilgisi yoktur. Bunun aksine satıcının kullanma veya sattığı evde bir süre oturmayı şart koşması ise faiz niteliğindedir.”[171]

İbn Âbidin (ö.1252/1836) aynı konuyu “Sattığı evde oturma, hediye veya ödünç verme şartıyla satış yapmak” şeklinde açıklamış, el-Fetâvâ’l-Hindiyye’de ise vadeli satışa “şartlı satış” konusu içinde yer verilerek şöyle denilmiştir: “Bir kimse peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata yahut bir ay vadeli şu fiyata iki ay vadeli şu fiyata diyerek satış yapsa, bu caiz değildir ve satış fasit olur.”[172]

Sonuç olarak Hanefilerde “bir satış içinde iki satış veya iki şart” hadisleri “satış bedelinin belirsiz kaldığı” veya “satışla birlikte ödünç isteme veya sattığı evde bir süre oturma şartı gibi, bir taraf lehine üstün yarar sağlayan bir şartı öne sürerek satış yapma” olarak değerlendirilmiştir. Bu duruma göre, satıcı müşterinin hangi şartlarla alabileceğini öğrendikten sonra vade durumuna göre tek fiyat söyler ve pazarlık bunun üzerinde yapılırsa hile ve aldatma ile birlikte fahiş fiyat söz konusu olmadıkça satış geçerli olur. Bu durumda vadeli fiyatın peşin fiyatına göre farklı olmasında bir sakınca bulunmaz. Satıcı peşin ve vade durumlarına göre iki veya daha fazla fiyat söylerse, bu takdirde alıcı bu bedellerden birisi üzerinde pazarlığını kesinleştirince satış bu bedelle yapılmış olur. Burada da vadeli fiyat tercih edilmiş olur ve bu da peşinden yüksek bulunursa yine bir sakınca doğmaz. Ancak burada satıcı, peşin fiyatı esas kabul ederek, bunun üzerine kâr oranını yükseltmek yerine, banka faiz oranlarını esas alarak ilave yapmaktan sakınmalıdır. Çünkü bu durum İslâm’ın meşru kıldığı ve miktarına kesin bir sınırlama da getirmediği kâr (ribh) yerine faiz (riba) kalıplarının zihinlere ve tüccar örfüne girmesine yol açabilir. Bunun yerine enflasyon oranı, paranın değer kaybı, satılan malın yeniden satın alınmasında pahalanma yüzünden ortaya çıkacak sermaye kaybı gibi unsurlar dikkate alınarak makul ve insaflı bir vade farkı İslâm’ın meşru saydığı kârın bir tamamlayıcısı sayılmalıdır. Nitekim satış bedelinin emsalin üstünde fahiş gabin (çok aldanma) ölçüsünde yüksek olması, buna ek olarak hile ve aldatmanın da bulunması halinde alıcıya satım akdini bozma hakkı verir. Alıcı fiyatı bilerek razı olmuşsa böyle bir fesih hakkı da bulunmaz.

İmam Mâlik’e göre peşin ve veresiye iki fiyatla yapılan satışta, taraflar iki fiyattan birisini tercihte muhayyerlik hakkına sahip olmadıkça satış caiz olmaz. Delil “sedd-i zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama)” prensibi ile Abdullah b. Ömer’in (ö.73/692) ve tabiîlerden el-Kasım b. Muhammed’in (ö.107/722) böyle bir satışı mekruh saydıklarını bildiren rivayettir.[173]

Diğer yandan banka faizlerinin ve buna paralel olarak esnaf ve tüccarın veresiye satışlarda eklediği “vade farkı”nın fiyatların sürekli olarak artmasına yol açtığı ve bunun “fasit bir daire (kısır döngü)” meydana getirdiği de bir gerçektir. Bu yüzden önemli ölçüde kâğıt paranın sürekli değer kaybetmesinden yani enflasyondan meydana gelen bu durumun da kontrol altına alınması gerekir. Bu yüzden böyle bir ticaret hayatında peşin alıp peşin satma veya belli vadelere kadar bir fark eklemeyip bu yolla “sürümü arttırma” ve peşin parayla iş görülen tica­ret kollarına yönelme bu konuda ilk akla gelebilen tedbirlerdendir.

            BORÇLARIN VADESİNDE ÖDENMESİNİN ÖNEMİ

İslâm’da verilen sözün veya yapılan taahhüdün süresi içinde yerine getirilmesi önemlidir. Ticaret itibar ve güvene dayanır. Tüccarın senedi kadar, sözü senet olmalıdır. Mü’min prensip olarak sanat ve ticaretine yalan karıştırmamayı amaç edinmelidir. Hz. Peygamber (s.a)’e ümmetinin durumu sorulunca; “zina etmiş olabilir, hırsızlık yapmış olabilir, fakat ümmetim asla yalan söylemez” diye cevap vermesi mü’minin önemli bir hasletine dikkat çekmek içindir. Ticarî hayatta verilen sözlerin yerine getirilmesinde ve vadesi belirlenen borçların süresi içe­risinde ödenmesinde titizlik gösterilmesi mü’minin şiarı olmalıdır.

Borcun vadesinde ödenmemesi alacaklıyı çeşitli bakımlardan sıkıntıya düşürür. O, kendi ihtiyaçları için harcama imkânını kaybedebileceği gibi, çoğu zaman hesaplarını alacağının vadesinde ödeneceğini düşünerek yapar. Bir borcun zamanında ödenmemesi zincirleme birçok kimsenin sıkıntıya düşmesine yol açar. Alacaklı kendi borçlarını ödemek, yeni mal almak veya yatırımlarını genişletmek için alacaklarını bir karşılık olarak düşünür. Borçlunun sözünde durmaması, alacaklıyı da taahhütlerini yerine getiremeyen kimse durumuna düşü­rür. Bu durum karşısında alacaklılar da, alacağa güvenerek verdikleri sözlerinde daha dikkatli ve itinalı olmalıdırlar.

Diğer yandan borçlu sözünde durabilmek için elindeki bütün imkânları kullanmalıdır. Önce tedbir olarak “yedek akçe” bulundurmalı, ödünç para (karz) bulmaya çalışmalı, elinin altında döviz, altın, otomobil gibi kısa sürede paraya çevrilebilecek değerler bulundurmalı, fiyat düşürdüğü takdirde paraya çevirebileceği ihtiyaç fazlası gayri menkulü varsa bunları satmayı denemelidir. Bunlar borcun miktarına ve alacaklının tavrına göre başvurulabilecek çarelerdir.

Varlıklı olan ve ödeme gücü bulunan kimsenin borcunu ertelemesi caiz değildir. Nitekim Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Zenginin borcunu erteleyip geciktirmesi zulümdür.”[174] Bu yüzden alacaklı kötü niyetli olan varlıklı borçludan

alacağını gerektiğinde malına hacz, ipotek vb. tedbirler koydurarak mahkeme yoluyla zorla alabilir. Bu arada mahkeme masraflarını ve alacağını tahsil için yapmak zorunda kaldığı diğer harcamaları alacağın üzerine ekleyebilir.

Diğer yandan borçlu, darlık içinde bulunuyorsa ona bir takım kolaylıkların gösterilmesi de gerekir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet verin. Alacağı sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz.”[175]

KURTUBİ’NİN BORÇ ERTELEMEYİ DÜZENLEYEN AYETİ TEFSİRİ

Büyük müfessir el-Kurtubî (ö.671/1273) borçların ertelenme esaslarını belirleyen Bakara Suresi 280. âyeti şu şekilde açıklamıştır:

  1. Bu ayet, faizli kredilerle yalnız anaparanın alınabileceğini bildiren ayetin uygulanmasında, krediyi alanın ödeme gücü varsa hemen ödemesini, darlık içindeyse genişlik zamanına kadar borcun ertelenmesini öngörmektedir. Nitekim faiz yasağı geldiği zaman Sakîf toplumu, Mugîre Oğullarında olan alacaklarını isteyince; Mugîre Oğulları darlık içinde olduklarını, borcu ödeme imkânlarının bulunmadığını bildirdiler ve hasat zamanına kadar süre istediler. İşte yukarıdaki ayetin nüzul (iniş) sebebi budur.[176]
  2. Faizli bir muamelede yalnız anaparanın alınabileceğini bildiren Bakara Suresi 279. ayetle, ödeme güçlüğü içinde olan borçluya süre verilmesini hükme bağlayan 280. ayet, gerektiğinde ödeme gücü olan borçludan alacağın zorla alınabileceğine işaret etmektedir. Diğer yandan ödeme imkânı varken borcunu ödemeyip vadesinden sonra geciktirenin “zalim” olduğu hadisle bildirilmiştir.
  3. Bazı bilginlere göre, cahiliyye devrinde borcunu ödeyemeyen kişinin, borcu karşılığında satılması uygulaması bu ayetle kaldırılmıştır. Çoğunluk fakihler, ayetin faizli kredilerin tasfiyesi yanında diğer bütün borç ve muameleleri de kapsamına aldığı görüşündedir. Bunlardan darda olana aynı kolaylıkların gösterilmesi gerekir. Ancak İbn Abbas ve Kadî Şurayh’a göre ayet, yalnız faizli kredilerle ilgili olup, diğer borç ve muamelelerde borçluya süre tanıma gerekmez. Borçlu borcunu öder ya da ödeyinceye  kadar hapsedilir. İbrahim en-Nehâî de aynı görüştedir. Dayandıkları delil şu ayettir: “Şüphesiz Allah, emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.”[177] Ancak İbn Atıyye borçlunun açıkça darda olduğu bilinince, ona zarurî olarak süre vermek gerektiğini söylemiştir.
  4. Borç çok olur ve alacaklılar bütün alacaklarını isterlerse, hakim borçlunun zarurî olan malları dışında herşeyini alacaklılara verebilir. Ancak böyle bir durumda diğer mü’minlerin darda kalana yardımcı olması gerekir. Nitekim Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayete göre Hz. Peygamber döneminde bir adam satın aldığı ürünlerden zarar etmiş ve büyük bir borç yükü altına girmişti. Hz. Peygamber, ashab-ı kirama, borçluya tasaddukta bulunmalarını bildirince, bağışlar yapılmış, ancak bunlar da borcu ödemeye yeterli olmamıştı. Bunun üzerine Allah elçisi alacaklılara; “Borçlunun elinde bulduklarınızı alın. Sizin için bunun dışında bir şey yoktur” buyurmuştur.[178]
  5. Ebû Hanife, Şafiî, Mâlik ve diğer fakihlere göre iflâs eden kimse, darda olduğu anlaşılıncaya kadar hapsedilir. İmam Mâlik’e göre, malını saklamakla itham edilmediği sürece hapsedilmez. Borçlu darda olduğu anlaşılınca serbest bırakılır.
  6. İflâs masasında toplanan mal varlığı, hak sahiplerine ulaştırılmadan ve satılmadan önce telef olsa, iflâs edenin tazmin sorumluluğu devam eder. Çünkü alacaklar onun üzerinde zimmet borcudur. Ancak hakim tarafından mallar satılıp satış bedelleri alındıktan sonra fakat alacaklılara ödeme yapılmazdan önce telef olsa, artık iflâs edenin tazmin sorumluluğu bulunmaz.
  7. Alacağı borçluya bağışlamanın hayırlı olduğu ayette bildirilmekle, alacağı bağışlamanın, borçluya süre vermekten daha hayırlı olduğu belirlenmiştir. Ancak bu bağışlama darda olan borçlu içindir. Varlıklı borçluyu kapsamaz.[179]

 

Darda olanın borcunu ertelemeyi teşvik eden pekçok hadis nakledilmiştir. Bazıları şunlardır: Büreyde b. el-Huseyb (r.a) demiştir ki; Hz. Peygamber: “Kim darda olan borçluya süre verirse, kendisi için her gün için bir sadaka ecri vardır” buyurdu. Ben: “Hergün borcun misli kadar bir sadaka ecri mi?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Borcun vadesi gelinceye kadar her gün için bir sadaka, borcun vadesinden sonra erteleme halinde ise her bir gün için borcun misli kadar sadaka ecri vardır.”[180]

Başka bir hadiste şöyle buyurulur: “Sizden önceki ümmetlerden bir adam hesaba çekildi. Hayır olarak hiç birşeyi yoktu. Yalnız, insanların arasına girer, adamlarına darda olanların borçtan kurtarılmasını emrederdi. Allahu Teâlâ bu kimse hakkında şöyle buyurdu: “Biz darda olanı sıkıntıdan kurtarmaya daha fazla hak sahibiyiz. Bu kulun sıkıntısını kaldırınız”[181] “Darda kalanın borcunu erteleyen veya borcu silen kimseyi Yüce Allah kendi gölgesinde gölgelendirir.”[182]

Hz. Peygamber borçlu olarak ölenin cenaze namazını kılmazdı. Bir gün bir cenaze getirildi. Allah elçisi; borcu olup olmadığını sordu. “İki dinar borcu var” dediler. “Arkadaşınızın namazını kılın” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Katâde (r.a); “O iki dinarı ben üstleniyorum” deyince Hz. Peygamber adamın namazını kıldı.”[183]

Diğer yandan borcunu ödeyemeyecek derecede işleri bozulan, geliri kesilen ve darlık içinde bunalan kimse bir İslâm toplumunda devletin çeşitli kaynaklarından da destek görür. Zekât fonu bunların başındadır. Nitekim, fetihler başlayıp, beytülmâle gelir akışı artınca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım. Kim borç bırakırsa onu öderim. Kim de mal bırakırsa o mirasçılarına aittir.”[184]

 SELEM AKDİ

(PARA PEŞİN MAL VERESİYE SATIŞ)

Selemin Tarifi ve Dayandığı Deliller:

Selem veya selef akdi; peşin parayı standart (mislî) bir malla vadeli olarak mübadele etmektir. Selemin konusu olan mal; nitelikleri tam olarak belirlenebilen ve zimmet borcu olabilen standart şeylerdir. Buğday, arpa, standart kumaş gibi. Başka bir deyimle selem; hazır bir bedeli zimmette nitelikleri belirli bir bedel karşılığında belli bir vadeye kadar satmaktır. Burada anapara peşin verilir, zimmet borcu olan mal ise veresiye olur.[185] Şafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise şöyledir: Selem; akit meclisinde kabzedilen peşin bir bedelle, zimmette nitelikleri belli bir malı vadeli olarak satmaktır.[186]

Selem’in meşru oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Belli bir vadeye kadar borç verdiğiniz zaman onu yazın.”[187]  İbn Abbas (r. anhümâ) selem akdinin Allah’ın kitabı ile helal kılındığını söylemiş ve delil olarak da bu ayeti zikretmiştir.[188] Yine İbn Abbas’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah (s.a) Medine’ye hicret ettiği zaman, Medineliler meyvelerde bir, iki hatta üç yıllığına selef (selem) akdi yapıyorlardı. Hz. Peygamber selemin esaslarını şöyle belirledi: Bir şeyde selem yapacak olan kimse belirli ölçüde, belirli tartıda belirli zamana kadar yapsın.”[189]

İbnü’l-Münzir, selemin caiz olduğu konusunda görüş birliği olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Çünkü selem, insanların muhtaç olduğu bir muâmeledir.  Zira; tarım, meyvecilik veya ticaretle uğraşanların çeşitli zamanlarda krediye ihtiyacı olur. İşte selem onlara muhtaç oldukları bu finansmanı sağlamış olur.

Diğer yandan selem, bulunmayan şeyin (madûm) satışı yasağının bir istisnasıdır. Bu istisna; ihtiyaç, ekonomik maslahat ve hadise dayalı istihsan yoluyla yapılmıştır.[190]

Selemin rüknü icap ve kabuldür. Satım akdi icap ve kabul ile meydana geldiği gibi, selem de icap ve kabul ile meydana gelir. Meselâ; alıcı satıcıya sulama ile üretilen yüz kile Kanada cinsi buğdayı üç ayın sonunda filan yerde bana teslim etmek üzere şu kadar peşin para ile selem yapmak istiyorum dese, satıcı bu teklifi kabul edince selem akdi meydana gelmiş olur.

Selem “satış (bey1)” sözcüğü ile de yapılabilir. Meselâ; bir kimse “şu kadar şu cins buğdayı sana selem yoluyla sattım” dese, alıcı da kabul edince satım akdi değil selem meydana gelir. Satış gibi selemin hükmü de iki bedelde mülkiyet hakkının sabit olmasıdır. Yani alıcı selem konusu malda, belirlenen tarihte; satıcı ise anaparada (satış bedeli) derhal mülkiyet hakkına sahip olur. Fakat selem fasit olduğu takdirde alıcının, selem konusu şeyi alma hakkı yoktur. Ancak satıcıdan, vermiş olduğu bedeli geri alabilir.[191]

 


 

 

                            İSLAMDA DÖVİZ TİCARETİ

 

Altın ve gümüşün gerek zinet ve gerekse sikkeli para olarak birbiriyle mübadelesi caiz olduğu gibi, diğer madeni paraların veya temsili para olarak kullanılan banknotların ya da satın alma gücünü devletlerin ekonomik gücünden alan kağıt paraların birbiriyle mübadelesi caizdir. Ancak bu konuda bir takım esaslara uyulması öngörülmüştür. Kısaca altın, gümüş veya fels adı verilen bakır, nikel karışımı paraların alım-satımı ile ilgili hükümler bunların yerine geçen diğer para birimlerine de uygulanmıştır. Buna göre;

Döviz alım-satımının peşin yapılması gerekir. Eğer vadeli satış yapılırsa “nesîe faizi” meydana gelir. Ashab-ı kiramdan Mâlik b. Evs (r.a) yüz dinar altın parayı, gümüş para dirhemle değiştirmek istemişti. Talha b. Ubeydillah ile pazarlık yapıp anlaştılar ve Mâlik, dinarları ona teslim etti. Diğeri yanında dirhem bulunmadığı için bedelini akşam üzeri verebileceğini bildirdi. Bu alış-verişi izleyen Hz. Ömer tarafların birbirinden ayrılmadan önce bedelleri peşin vermesi gerektiğini söyledi ve Hz. Peygamber’in “Altın altınla, gümüş gümüşle., peşin olarak ve misli misline (alıp-satılır)”[192] hadisini nakletti.

İslâm para mübadelesinde ve faiz cereyan eden diğer malların kendi cinsiyle veya başka cinsle trampasında “peşin değişim” esasını getirmekle bunların ticaretini sınırlamayı ve bunların haksız kazanç aracı haline getirilmesini önlemeyi amaçlamıştır.

Döviz ticareti yapan kimse teslim aldığı bir paranın döviz karşılığını ertesi gün verebileceğini söylemişse, alıcının parayı geri alıp ertesi gün alım yapması gerekir. Ancak satıcıya kolaylık göstermek için parayı onda bırakmak istiyorsa, karz-ı hasen olarak bırakabilir. Döviz hesabı ertesi günün kur fiyatı üzerinden hesaplanarak sonuçlandırılmalıdır. Adam göndererek veya telefonla döviz bağlantısı kurmalarda eğer iki tarafın bedelleri karşılıklı teslim aldıkları gün veya saatte bir kur değişikliği olmamışsa şer’î bir sakınca ortaya çıkmaz. Fakat bu arada kur değişmişse asıl döviz muamelesinin gerçekleştiği gün veya saatteki kur esas alınır. Meselâ; sabahtan İstanbul’a telefonla elli bin mark bağlantısı kuran kimse, bunun bedeli o sırada 250 milyon Türk lirası olsa, bu parayı İstanbul’a götürüp teslim edeceği sırada mark düşmüş veya yükselmişse yeni kur üzerinden hesap görülmesi gerekir. Böylece taraflardan herhangi birisi aldanmış olmaz.

Ancak bağlayıcı olmamakla birlikte satıcı telefonda bildirdiği fiyat üzerinden hesap görse, eğer döviz değer kazanmışsa bilerek kendi fazla alma hakkından vazgeçmiş olur. Çünkü iki cinsin birbirine göre satışında bedelin düşük veya yüksek tutulması aldatma, hile ve fahiş gabin bulunmamak şartıyla caizdir.

Altın ticareti için de aynı esaslar söz konusudur. Emanetçinin götürdüğü kullanılmış altın teslim edildikten sonra darphaneden veya kuyumcudan yeni altının alınması, bir mecliste gerçekleşiyorsa, o saatteki altın fiyatları üzerinden işlem yapılır. Yeni altına standart bir işçilik takdir edilerek başka cins bir para ile değerlendirmede, bunun esas alınması altın piyasasında fiyat standardına yardımcı olur.

Altın, gümüş veya para mübadelelerinde günlük rayiç bedel üzerinden işlem yapılınca borçların ödenmesinde bunlardan birisinin yerine diğerinin verilmesi mümkündür. Meselâ; bin dolar borcu olan kimse ödeme sırasında bunun yerine o günkü kurda denk olan iki bin mark veya 9,5 milyon Türk lirası verebilir. Karşılıklı rıza bulununca bu mümkün ve caizdir.

Abdullah b. Ömer (r. anhümâ)’in şöyle dediği nakledilmiştir:

“Hz. Peygamberin yanına vardım ve şöyle dedim: “Ben Bakî’de deve satıyorum. Dinar karşılığında satıp dirhem alıyorum; dirhem karşılığında satıp dinar alıyorum. “Allah elçisi şöyle buyurdu: “Ayrılırken aranızda alacak verecek kalmamak üzere günün fiyatı ile (dinar veya dirhem) almanda bir sakınca yoktur.[193]

ÇAĞDAŞ EKONOMİK PROBLEMLER VE İSLÂMÎ YAKLAŞIMLAR

 

 GÜNÜMÜZDE UYGULANAN BAŞLICA EKONOMİK SİSTEMLER

Ekonomi ve İktisat Terimleri:

İktisat kelimesi arapça “kasada” kökünden “iftial” vezninde bir mastar olup; mu’tedil davranmak, adaletle hükmetmek, israf etmemek, ifrat ve tefritten sakınmak, orta yolu tutmak anlamlarına gelir. Ekonomi ve iktisad eş anlamlı sözcüklerdir. Halk arasında eskiden beri hesaplı ve tutumlu bir davranışı belirtmek üzere bu kelimeler kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de “kasd” ve “iktisad” kökünden türemiş lafızlar “tutumlu olma”, “orta yolu izleme”, “davranışında aşırılığa düşmeme” anlamlarına gelir.

Lokman (a.s) oğluna verdiği öğütde; “Yürüyüşünde ölçülü hareket et ve sesinin tonunu da düşür” demiştir.[194] Ehl-i kitaptan söz eden bir ayette; “Onların içinde orta yolu tutan bir ümmet vardır, fakat onlardan çoğu ne kötü işler yapı­yorlar”[195] buyurulur. Çeşitli hadis-i şeriflerde de “iktisat” ve ism-i faili olan “muktesid (orta yolu tutan)”; ölçülü davranmak, orta yolu izlemek anlamlarında kullanılır. “Ölçülü davrananlara gelince, onlar hesapları kolay görülenlerdir.”[196] “Ölçülü hareket etmek peygamberlikten bir cüzdür.”[197]

Ekonomi (oikonomia) kelimesi eski Yunanda ev ve çiftlik yönetimi ile ilgili kuralları ifade etmek üzere kullanılırdı. Kelimenin anlamı daha sonra genişlemiştir.

Günümüzde iktisat ilminin incelediği konular aile çemberini hatta ülke sınırlarını bir hayli aşmış bulunmaktadır. Artık serbest bölgeler, gümrük birliği, ortak pazar, ülkeler arası ekonomik işbirliği gibi problemler ekonominin ülkeler arası planda incelenmesini gerekli kılmıştır. Çünkü gerek iş adamları ve gerekse devlet planında ekonomik uygulamalar sürekli olarak büyümektedir. Bu yüzden sürekli gelişme içinde bulunan bu ilmin tarifinde iktisatçılar güçlük çekmiştir. Nitekim bazı iktisatçılar iktisadı “servet ve refah ilmi” olarak nitelerken, bazısı “mal ve hizmet mübadeleleri”ni tarife esas almış, bazıları da insan ihtiyaçlarının sınırsız oluşuna karşılık yararlanılan ekonomik kaynakların sınırlı oluşuna bakarak iktisat konularını belirlemeye çalışmışlardır.[198]

Yukarıdaki özellikler dikkate alınarak iktisat ilminin tarifi şöyle yapılmıştır: Sınırlı olan ekonomik kaynakların en verimli kullanım yollarını, ihtiyaçların karşılanmasında tercih sıra ve ölçülerini inceleyen bir ilim ve sanattır. Bu, genel bir tariftir. İslâm ekonomisi ise; bu ekonomik kaynakların aşırılığa düşmeden, israf ve saçıp-savurma olmadan meşru ve en verimli bir şekilde elde etme, üretme, dağıtma ve kullanma ölçü ve sınırlarını inceleyen bir ilimdir.

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

Biz aşağıda İslâm’ın ekonomik hayatla ilgili problemlerine geçmeden önce, günümüz beşer ekonomisinde meydana gelen sistemler üzerinde kısaca duracağız. Böylece, basın ve yayın organlarında ve toplum içinde çokça kullanılan kapitalizm, liberalizm, komünizm ve karma ekonomi sistemi gibi kavramlar da açıklık kazanmış olacaktır.


 

                                              KAPİTALİZM

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Kapital kelimesi eskiden beri bir şeyin önemini veya üstünlüğünü belirtmek için kullanılmıştır. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; istihsal aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.[199]

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Bir toplumda sermayenin bir güç haline gelebilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a)           Ferdî hak ve hürriyetler az-çok gelişmelidir.

b)          Kapitalist ekonomik sistemde üretim vasıtalarının mülkiyeti ve yönetimi özel kişilere ait bulunmalıdır.

c)           Toplumda adalet ve hürriyet anlayışı ileri bir merhaleye ulaşmış olmalıdır. Aksi halde yatırımcı çekingen hareket eder ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanamaz.

d)          Piyasada paranın hakim rol oynadığı ve finansman kaynaklarının rahat işlediği bir ortamın oluşması gerekir.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin temsil ettiği zihniyetin geçmişi çok eski olmakla birlikte sistemin asıl güç ve ihtişamı “birinci sanayi devriminin” üretim bünyesinde yaptığı değişikliklerden sonra meydana gelmiştir. 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin dış ticareti gelişmiş ve iş adamları makine kullanarak fazla kazanmanın mümkün olabileceğini anlamışlardır. Kömürün yakıt ve buharın hareket ettirici güç olarak kullanılması üretimde yeni ufuklar açmıştır. Ancak bununla birlikte sanayi kalkınması birtakım mücadeleleri gerekli kılmıştır. Çünkü bir taraftan işçiler ve diğer taraftan resmi makamlar makineleşme hareketini baltalamışlardır. Makine kullanan işçiler bir aralık kamuoyunda birer suçlu gibi gösterilmiştir. Devletin müdahaleci ekonomik politikası sermayedarları liberalizm davasını benimsemeye sevketmiştir.

Kapitalizmin özellikleri:

a)           Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b)          Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c)           Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d)          Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e)           Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f)            Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g)           Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı. [200]

                                     LİBERALİZM  

  

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith[201] devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. O, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Başka bir iktisatçılar grubu olan Fizyokratlar[202] ekonomide “tabii düzeni savunur. Onlara göre bu düzen dünyayı yaratan güç tarafından kurulmuş olup, devlet iktisadi hadiselerin akışına müdahale etmezse, herşey kendiliğinden ahenk ve düzen içinde yürür. İktisadın başlıca amacı, bu tabii düzenin kanunlarını incelemekten ibaret olmalıdır. Bunlar ayrıca tarıma ön sırada yer verirler.

Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, böyle ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.[203]

                             KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm)

 

Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve di­lediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mü­badele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir. [204]

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca müca­dele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.[205]

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

Yukarıda kısaca açıkladığımız bu sistemlerden ayrı olarak İslâm’ın da kendine mahsus bir ekonomik sistemi vardır. Biz aşağıda kısaca onun özelliklerinden söz edeceğiz.


 

                                   İSLAM EKONOMİSİ

 

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getiril mistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)               İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)              İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

c)               Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.[206]

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[207] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.[208]

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)              İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmış tır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir (bk. “Narh” konusu). Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

e)               İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”[209] Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[210] Aşağıda işçi işveren ilişkilerini ayrıca inceleye­ceğimiz için kısa geçiyoruz.

f)                İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,[211] yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

g)               İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

h)               Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

i)                 Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

j)                 İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.[212]

                                        


 

                           

                             İSLAMDA RİBA VE FAİZ TERİMLERİ

Riba sözcüğü Arapça olup; ziyade, fazlalık ve faiz demektir. Sözcüğün kökeninde “mutlak çoğalma” anlamı vardır. Bir fıkıh terimi olarak; bedelli akitlerde taraflardan birisi lehine şart koşulan fazlalığı ifade eder. Riba cereyan eden şeylerden birisinin peşin, diğerinin veresiye olması halinde miktarlar eşit bile olsa fazlalık hükmen var sayılır. Yüz gram altının 120 gram altınla peşin veya veresiye mübadele edilmesi halinde, 20 gram fazlalık riba olduğu gibi, 100 gram altın peşin verilerek, bedeli olan 100 gram altın bir ay sonra alınmak üzere sarf akdi yapılsa, burada fazlalık hükmen var kabul edilir ve “nesie ribası” meydana gelir.[213]

Riba kelimesi yerine Türkçede daha çok “faiz” terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen paradan alınan gelir anlamlarında kullanılır.[214] Elmalılı Hamdi Yazır (ö.1358/1939) riba ile faizin eş anlamlı olduklarını şöyle açıklar: “Riba; aslı sözlükte, ziyadelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur… Cahiliyye devrinde asıl borca “re’sü’l-mâl” ziyadesine ise “riba” adı verilirdi. Cihanın bugünkü faiz muamemeleri nitelik bakımından cahiliyye devrinin bu adetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muamelenin niteliğini değiştirmez. İşte Arap örfünde riba tam anlamıyla zamanımızdaki nükûdun (nakit paraların) faizi veya neması tabir olunan fazlasıdır. Karz ve (ödünç para) ve karzdan başka borçlar (duyûn) da tatbiki dahi böyledir. Şüphe yok ki lügatte bunun en uygun ismi riba, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nema tabirinin kullanılması “Alım-satım ancak riba gibidir”[215] ayetinin delaletiyle, alım-satım ve ticarete benzetilerek yalan bir kullanmadır.”[216]

Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişme sini gerektirmez. Böylece, ribanın hükümleri aynı hukuki özellikleri taşıyan faize de uygulanır. Bu, icare akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir.

                      İSLAMDA FAİZİN GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR

 

  1. Mi’rac Hadisinde Faiz Yiyenlerin Kınanması:

Ebu Hureyre (r.a)’den Hz. Peygamber (s.a)’in şöyle dediği nakledilmiştir:

“Miraç gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görülen yılanlar vardı. Cebrail (a.s)’e, bunların kimler olduğunu sorduğumda; “faiz yiyenlerdir” cevabını verdi.”[217] Hadisin ravileri arasında bulunan Ali b. Zeyd hakkında bazı tenkitler yapılmışsa da, Ebu Sa-id el-Hudri (r.a) ve başkalarının naklettiği miraç hadislerinde de ribadan söz edilmesi, yukarıdaki hadisi desteklemektedir.[218]

Miraç olayı 621 miladi yıllarında Mekke’de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır.

2. Faizin Malı Arttırmayacağının Bildirilmesi:

Faizle ilgili olarak nazil olan ilk ayette şöyle buyurulur:

“İnsanların mallarında artış olsun diye faiz cinsinden verdiğiniz şey (nakit para, mal, sadaka vb) Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını dileye­rek verdiğiniz zekât ise, işte sevaplarını kat kat arttıranlar onu verenlerdir.”[219]

Bu ayet, Mekke’de inmiştir. Ayette ribayı yasaklayan bir hüküm bulunmamakla birlikte, ribanın sevap kazandıran bir amel olmadığına ve onda Cenab-ı Hakk’ın buğzunun bulunduğuna işaret vardır.

3. Önceki Şeriatlarda Faiz Yasağı Bulunduğunun Haber Verilmesi:

Kur’an-ı kerim’de daha önceki dinlerde de faizin yasak kılındığı haber verilmiştir. Yahudilere yapılan faiz yasağından şöyle söz edilir: “Yahudilerin yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menedildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.”[220] Bu ayet Medine-i Münevvere’de inmiştir. Burada müminler faize karşı dolaylı yoldan uyarılmıştır. Çünkü Yahudilerin yasağa rağmen faiz almaları kötülenmiştir.

Toplumda görülen haksız kazançlara engel olmağa çalışan Şuayb peygambere kavminin verdiği şu cevapta da aynı anlam sezilir: “Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden veya mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor. Oysa sen yumuşak huylu, akıllı (bir insan)sın.” [221]

Günümüzde yahudilerin elinde bulunan Tevrat’ta faiz yasağı bulunmaktadır, ancak bu yasağın yalnız yahudiler arasında geçerli olduğu, yahudilerin yahudi olmayanlarla faizli muamele yapabilecekleri belirtilmiştir.[222]

Hıristiyanlıkta kilise M.S. 13. asrın ortalarına kadar faiz ve krediler aleyhinde tavır almıştır. Faizin mahkum edilmesi, başka bir deyişle “paranın para doğuramayacağı” prensibi Aristo’ya (384-322) kadar iniyordu.

Başlangıçta kilisenin ticaret hayatı ve kredi faaliyeti karşısında takındığı olumsuz tavır, Avrupa’da para ve finansman kaynaklarının Lombardiyalılar (faiz konusunda kilise görüşüne uymayan çoğu İtalyan olan ekol), Yahudiler ve Temple Şövalyeleri (1118 M.de kurulmuş askerî ve dinî bir tarikat olup, büyük servetler elde etmişlerdi) elinde toplanmasına yol açmıştı. Bu durum kilise topluluğunu uzun münakaşa ve kararsızlıklara düşürdü. Din adamları arasında iki görüş uzun süre çarpıştı. XI. yüzyılda kurulan Bolonya Üniversitesine mensup ekol hukukçuları Justinien kanunlarına dayanarak faizin lehinde görüş ortaya koydular. Sonunda kilisenin iktisadî doktrinine biraz esneklik vermek gereği duyulmuştur. Bu arada Papa Innocent III (1198-1216), bir tüccara tevdi edilmiş paranın kârından hisse almakla günah işlenmiş olmayacağını söylemiştir. Durumu Hıristiyanlıkla bağdaştırmak için bir çok formüllere başvurulmuştur. Faizin meşru ilan edilmesi Katoliklerin büyük simalarından Saint Thomas d’Aquin’in (1225-1274); ticaret ve kredi rizikosunu göze almış ve parasını tehlikeye atmış kimseler lehine kâr ve kazanç hakkı tanımanın gerektiğini söylemesiyle gerçekleşmiştir[223]

Ancak faizle ilgili bu ilk kilise görüşlerinde sermaye rizikosundan ve sermayeyi işleten tüccarın elde edeceği kârdan alınacak paydan söz edilmesi, sermayenin tüccara “kâr-zarar” ortaklığı çerçevesinde verildiğini gösterir. Aşağıda açıklayacağımız gibi, böyle bir sermaye geliri “faiz” değil “kâr/ribh)” niteliğinde olur. Nitekim önceleri kiliselerin, ellerinde toplanan sermayelerden çiftçilere kredi verdikleri ve faiz yerine çıkan üründen pay aldıkları nakledilmiştir.[224]

 

4. Katlanmış Faizin Yasaklanması:

Vade sonlarında anaparaya eklenen faize “basit faiz” anapara ve faiz toplamına yeniden faiz eklenmesine ise “mürekkep (bileşik)” veya “katlanmış faiz” denir. Cahiliyye toplumunda ve İslâm’ın ilk dönemlerinde borçluyu altından kalkamayacağı yük altına sokan bu sonuncu riba çeşidi olduğu için önce bu yasaklanmıştır.

Ayette şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin.”[225] Bu ayet Medine’de inmiştir. Buradaki “kat kat arttırılmış olarak…” ifadesi bir kayıt veya şart olmayıp, cahiliyye devrinde uygulanan fahiş riba olayına dikkati çekmek için kullanılmıştır. Ribanın azının da çoğunun da meşru olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Çünkü bir şeyin azı, çoğunu davet eder. İslâm’da; “seddü’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama)” prensibinden yola çıkılarak azı zarar veren şeyin çoğu da yasaklanır. Nitekim aşağıda açıklayacağımız kesin riba yasağı bildiren ayet ve hadisler azı ile çoğu arasında bir ayırım yapmaz.[226]

5) Kesin Faiz Yasağının Gelişi:

Faiz yasağı Kitap, Sünnet ve İcma delilleri ile sabittir. Haramlık hükmü sekizinci veya dokuzuncu hicret yılında gelmiştir.

a)               Kitaptan deliller: Allahü teâlâ şöyle buyurur: “Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”[227] “Faiz yiyenler kabirlerinden ancak kendilerini şeytan çarpmış kişi gibi kalkarlar.”[228] “Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve eğer gerçek müminler iseniz faizden (henüz alınmamış olup da) kalanı bırakınız. Eğer böyle yapmayacak olursanız Allah ve Peygamber ile savaş halinde olduğunuzu biliniz. Şayet tevbe ederseniz anaparalarınız yine sizindir. Böylelikle ne zulmetmiş ve ne de zulme uğratılmış olursunuz.” [229]

b)              Sünnet delili: Hz. Peygamber (s.a)’den faiz yasağını düzenleyen pek çok hadis nakledilmiştir. Bazılarını aşağıda vereceğiz:

“Yedi helak edici şeyden kaçınınız. Bunlar; Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, savaştan kaçmak, iffetli ve imanlı bir kadına zina iftirasında bulunmaktır.” [230] Bunlar büyük günahlardandır.

Allah’ın Rasûlü veda haccı sırasında faiz yasağı uygulamasına kendi yakınlarından başlayarak şöyle buyurmuştur:”Cahiliyye dönemine ait faiz kaldırılmıştır, ilk olarak da bizim (sülaleye ait) faizi, Abdülmuttalib’in oğlu Abbas’ın faizini kaldırıyorum. Artık faizin tamamı kaldırılmıştır.”[231] “Biliniz ki, cahiliyye döneminin bütün faiz çeşitleri kaldırılmıştır. Anaparalarınız ise sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa da uğramamış olursunuz.”[232]

Bir hadiste herkesin ileride faiz muameleleriyle karşı karşıya gelebileceğine işaret edilmiştir: “İnsanlara öyle bir devir gelecek ki, faiz yemeyen kimse kalmayacak. Yemeyenlere de buharından -başka bir rivayette tozundan- isabet edecektir.”[233]

Bazı hadislerde Hz. Peygamberin, faiz muamelesi ile ilişiği olan kişileri lanetlediği görülür. Bir hadiste; “Hz. Peygamber faiz yiyene ve yedirene lanet etti.” buyurulur. Başka bir rivayette buna; “faizi yazan, muameleye şahitlik yapan” ifadesi eklenir ve “bunların hepsi eşittir” denilir.[234]

Sünnet faizin kapsamını genişletmiş, bütün mislî mallarda fazlalık ve nesîe ricasının gerçekleşme şartlarını belirlemiş ve bu arada kaide dışı faiz çeşitleri de koymuştur.

Faiz cereyan eden standart şeylere altı madde örnek verilerek şöyle buyurulur: Ubâde b. es-Samit (r.a) Rasûlullah (s.a)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit olarak peşin satılırlar. Bu maddeler farklı cinsten olduğu zaman, peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.[235] Müslim’in rivayetinde şu ilave vardır:

“Kim fazla verir veya alırsa faize düşmüş olur. Bu konuda alan da veren de eşittir.”[236]

Bu maddelerin trampasının, cinsler değişik olsa bile peşin yapılması gerektiği şöyle belirlenir: “Altını gümüşle, gümüş fazla olsa bile, peşin olmak şartıyla satmanın sakıncası yoktur. Fakat veresiye yapılırsa olmaz. Buğdayı da arpa karşılığında, arpa fazla olarak, peşin olmak kaydıyla, satmanın bir sakıncası yoktur. Ancak veresiye yapılırsa olmaz.”[237]

İbn Hazm (ö.456/1063) faiz cereyan eden altı çeşit maddenin zikredildiği hadislerin rivayet bakımından tevatür derecesine ulaştığını belirtir.[238]

c) İcma delili: Faiz yasağı üzerinde görüş birliği vardır. Ancak faizin illeti, çeşitleri ve niteliği üzerinde bazı görüş ayrılıkları olmuştur.


 


 

                                   İSLAMDA RİBA ÇEŞİTLERİ

 

İslâm’ın yasakladığı faiz ikiye ayrılır. Fazlalık ribası ve nesîe (vadeye dayalı) ribası.

1 Fazlalık ribası: Ölçü ve tartı ile alınıp satılan şeyleri kendi cinsleriyle, peşin ve biri diğerinden fazla olarak mübadele etmektir. Aynı ayarda ve eşit miktardaki iki altını iki buçuk altına veya iki altın ve belli bir para ilavesi ile satıp, karşılıklı kabzetmekle bu çeşit faiz gerçekleşir. Yine bir kile buğdayı, bir buçuk kile buğdayla peşin satıp kabzetmek de bu niteliktedir. Ancak fazlalık ribası standart olup sayı ile veya metre hesabı ile satılan şeylerde cereyan etmez. Bu yüzden aynı cins olsa bile iki kumaş farklı metrelerle peşin olarak mübadele edilebileceği gibi, sayı ile satılan yumurtalar da peşin olarak farklı miktarda trampa edilebilir. Onbeş metre polyester kumaşı, yirmi metre polyester kumaşla, yine on yumurtayı daha küçük yapılı on beş yumurta ile veya on tane çiftlik yumurtasını, aynı büyüklükteki sekiz tane köy yumurtası ile peşin olarak mübadele etmek gibi.[239]

Ebu Hanife ile İmam Muhammed’e göre, Hz. Peygamber tarafından ağırlık ölçüsü ile (veznî) satılacağı belirtilmiş olan şeyler ebediyyen veznîdir. Hacim ölçüsü ile (keylî) satılacağı bildirilmiş olan şeyler de daima keylîdir. Hakkında nass bulunmayan, asrı saadette veznî mi, keylî mi olduğu bilinmeyen şeyler konusunda ise örfe göre amel edilir. Ebu Yusuf’a göre ise bir şeyin veznî veya keylî oluşu her devrin örflerine bakarak belirlenir.[240]

Diğer yandan fazlalık ribası iki üç avuç buğday veya bir iki elma yahut ayva gibi küçük parçalarda gerçekleşmez. Hatta ağırlığı yarım sâ’dan az olan miktarlara itibar edilmez.[241] Çünkü faizin söz konusu olması için miktarın İslâm’ın belirlediği şer’î ölçüden az olmaması gerekir. Küçük cüzler ise şer’î ölçü dışında sayılır.[242]

2. Veresiye satıştan doğan riba (Nesîe ribası): Standart şeylerin veresiye satışından doğan faizdir. Bu çeşit faiz; aynı cinsten iki şeyin birini diğeri karşı lığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup, hacim, ağırlık veya uzunluk ölçüsü ile veyahut da sayı ile satılma bakımından aynı özellikte olan iki şeyden birini diğeri karşılığında veresiye satmakla ortaya çıkar. Burada miktarların eşit veya fazlalıklı olması sonucu değiştirmez.

Buna göre iki ölçek buğdayı bir veya iki yahut üç ölçek buğday karşılığında veresiye olarak satmak caiz olmadığı gibi iki ölçek buğdayı da bir veya iki yahut üç ölçek arpa karşılığında veresiye olarak satmak caiz olmaz. Yine bir metre Bursa kumaşını aynı cinsten bir veya iki metre Bursa kumaşı karışlığında veresiye olarak satmak da caiz değildir. Yüz yumurtayı, yüz veya yüz yirmi yumurta karşılığında veresiye olarak satmak da bu niteliktedir.

Cinsleri bir olan, aralarında hacim veya ağırlık ölçüsüyle satılma bakımından da birlik bulunan iki şeyin biri diğeri karşılığında eşit ve peşin olarak, cinsler ayrı olunca ise eşit veya fazlalıklı fakat yine peşin olarak satılması halinde ise, faiz söz konusu olmaz.

Aralarında faiz cereyan eden iki şeyden birinin peşin diğerinin veresiye olması halinde, miktarları eşit bile olsa hükmen bir fazlalık var sayılır. Aynı cinsin veresiye satışında miktarlar eşit olduğu halde, muamelenin yasaklanma sebebi değerdeki fazlalıktır. Çünkü peşin olarak verilen bedel, gelecekte ödenecek olan bedelden, cins ve miktarları bir olsa bile daha üstündür. Genellikle peşin olan vadeli olandan fazla olur. Nitekim ayn olarak teslim edilen şey zimmet borcu olan (deyn)den üstündür. Zira borçlu borcunu vadesinde ödemeyebilir, kimi zaman üzerinde anlaşma yapılan şartlara uymayabilir.”[243]

Faiz cereyan eden şeylerin aynı cinsleri mübadele edilirken kalite farkı dikkate alınmaz. Kaliteli tohumluk buğdayla kalitesiz yemelik buğdayı trampa yapmak isteyenler ya eşit miktarda ve peşin olarak mübadele etmelidir ya da başka cins bir mal yahut para ile kıymetlendirerek satışı gerçekleştirmelidirler.


FAİZ ÇEŞİTLERİNDE ÖZEL DURUMLAR

 

1. Bir satış içinde iki satışın yasaklanması:

Ebu Hureyre (r.a) Rasulullah (s.a)’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa, bu satış bedellerinden az olanını alması gerekir, aksi halde faiz almış olur.”[244] Bu hadis Tirmizi ve Nesai’nin rivayetinde; “Rasulullah (s.a) bir satışta iki satış yapmayı menetti” şeklinde olup, sonundaki ilave yoktur.”[245] Bir mal; “peşin şu fiyata, veresiye bu fiyata” denilerek satılsa, alıcı tercih yapmadan malı alsa, satış fasit olur. “Senin arsanı bana satman şartıyla dairemi sana satarım” gibi iç içe satışlarda ise taraflardan birisi için şart koşulan üstün menfaat faiz niteliğindedir.

2. Borçludan alınacak hediyenin faiz sayılması:

İslâm’da güçlünün zayıfı ezmemesi, darda bulunanın bu durumunun istismar edilmemesi için alınan ekonomik tedbirler yanında, birtakım sosyal ve psikolojik tedbirler de alınmıştır. Alacaklının borçlarından, âmirin veya hakimin menfaat ilişkisi olan memur ve kişilerden hediye almasının yasaklanması bunlar arasında sayılabilir.

Hz. Peygamber’den bu konuda çeşitli hadisler rivayet edilmiştir. Ebu Bürde (r.anhüma), Medine-i Münevvere’ye gelince Abdullah b. Selam kendisine şöyle demiştir: “Sen faizin yaygın olduğu bir beldede bulunuyorsun. Birisinde alacağın varsa, borçlun sana bir yük saman, arpa veya yonca (gibi basit şeyler) hediye etse kabul etmemelisin. Çünkü bu faiz olur.”[246]

Ebu Umame (r.a)’ın naklettiği bir hadiste bir müslümana yardımcı olan kimsenin ondan alacağı hediyenin faiz kapsamına girdiği belirtilir: “Bir kimse müslüman kardeşi, için aracılık yapsa, o da ona bir hediye verse, diğeri de kabul etse, faiz kapılarından büyük bir kapıdan içeri girmiş olur.”[247]

Şu hadis bu konuda genel prensibi belirler:

“Bir menfaat sağlayan her ödünç (karz) faizdir.”[248]  Bu hadis gerek ravileri ve gerekse manası bakımından tenkid edilmiştir. Hanefiler bunun ödünç verme sırasında yararlanmayı şart koşma veya yararlanma konusunda örfün bulunması halinde söz konusu olabileceğini söylemişlerdir.[249]

Diğer yandan Hanefilere göre menfaat ilişkisi bulunan kişiden böyle bir hediye alınması mekruh olur. Ancak taraflar akrabalık, samimi dost ve arkadaşlık gibi nedenlerle her zaman birbirine benzer hediye ve ikramda bulunan kimselerden olursa sakınca kalkar.

3. Müslümanla zımmî veya harbî arasındaki faiz:   

Müslümanların yönetime hakim olmadığı ve gayri müslimlerin hükümran bulunduğu ülkeye “dâru’l-harb” denir. Böyle bir beldede İslâm’ın temel yönetimi ile ilgili hükümlerini uygulatmaya İslâm toplumunun gücü yetmeyeceği için had cezaları düşer ve harbiden hırsızlık, gasp gibi bir yolla ele geçirilmemiş olan kumar ve faiz alacakları müslümana mubah olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Müslümanla harbî arasında daru’l-harbte faiz cereyan etmez.”[250]

Şa’bi, Hz. Peygamber (s.a)’in Necranlı Hıristiyanlara şöyle yazdığını söylemiştir: “Sizden biriniz faizle satış yaparsa, onun zimmeti kalkmış olur.”[251] Buna göre, müslüman ile zimmî arasında riba cereyan eder.

4. Aralarında faiz cereyan etmeyen diğer kimseler:

Faizin gerçekleşme şartlarından birisi de her iki bedelin, dokunulmazlığı bulunan (masum) bir mal olmasıdır. Ayrıca telef edilince tazmin edilmesi gereken mallardan olması da gerekir. Meselâ; bir esirin veya müslüman bir tüccarın, düşman ülkesindeki harbînin veya hicret etmeyip orada yaşamakta olan bir müslümanın malını aynı cins malla fazlalıklı yani faiz cereyan edecek şekilde satın alması caiz olur. Çünkü bu mal, dokunulmazlığı olan bir mal değildir.

Diğer yandan her iki bedelin bir kişiye ait olmaması da gerekir. Bu yüzden köle ile efendisi arasında Ebu Hanife ve İmam Şafiî’ye göre faiz cereyan etmeyeceği gibi, bazı âlimlere göre baba ile oğul arasında da cereyan etmez. Nitekim Cabir b. Abdillah’tan “Baba ile oğul arasında faiz cereyan etmez” dediği nakledilmiştir.[252]

Mufavada  ve inan şirketinde bir ortak karz muamelesinde her iki bedele de ortak durumda olursa yine faiz cereyan etmez.[253]

5. Selem ile ilgili faiz:

Para peşin mal veresiye yapılan satışa “selem” denir. Veresiye olan malın tesliminde güçlük veya imkânsızlık doğmaması için, satılan bu malın mislî olması ve zimmet borcu olarak belirlenmesi istenmiştir (bk “Selem” konusu).

İşte bu nitelikleri taşımayan ve malı teslim güçlüğü doğurabilecek bazı bozuk selem çeşitleri hadislerde “faiz” olarak nitelendirilmiştir. İbn Abbas (r. anhü-ma)’dan Nebi (s.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Gebe olan devenin, dişi doğacak olan yavrusunun yavrusunu, ceninini satmakta faiz vardır.”[254]

Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince, o sırada Medineliler meyvelerde bir veya iki yıllığına para peşin meyveler veresiye selem (selef) akdi yapıyorlar di. Bunun üzerine Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Kim meyvesini bu şekildeki bir selem satışı ile satarsa bu faiz olur. Ancak belirli bir ölçekle ve belirli bir vadeye kadar satış yaparsa bu durum müstesnadır.”[255]

                   İSLAMDA MUFAVADA ORTAKLIĞI

Tanımı:

Bu, eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir. Sermaye miktarlarının eşit olması, kâr ve zararın paylaşılmasının da eşitlik esasına göre çözümlenmesi gerekir. Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefili durumundadırlar. Ortakların şirket sermayesi olabilecek özel mülkleri bulunmaz. Özellikle tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü bulunmayan, tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu gruba girebilir. Bir bakıma ortakların sorumluluğuna tüm mal varlıkları girdiği için dışa karşı güçlü bir ortaklık söz konusu olur.

İbn Mace’nin naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Üç ticaret muamelesinde bereket vardır. Bunlar: Va’deli satış, mufavada ortaklığı ve satmak için değil de yemek için buğdayla arpayı karıştırmaktır.” [256]

Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa, bu ortaklık “inan şirketi”ne dönüşür. Mufavada şirketini Hanefi ve Mâlikîler caiz görürken, Şafiî mezhebi bunu uygulama bakımından mümkün görmemiştir. Hanbelilerde Şâfiilergibi düşünür.[257] Bunlara göre mufavadada eşitlik, istenilen anlamda gerçekleşmez.

Şartları:

1)           Her ortağın vekâlet ve kefalet ehliyetine sahip olması gerekir. Bu da onların hür, akıllı, ergin ve reşid olmalarını gerektirir. Çünkü burada her ortağın yapacağı tasarruf diğerlerini bağlar.

2)           Başta ve sonda miktar ve değer olarak sermayelerin eşit olması gerekir. Bu eşitlik bozulursa ortaklık şekil değiştirir ve inana dönüşür.

3)           Ortaklardan herbirinin sahip olduğu ve şirket malı olmaya elverişli bulunan mallarının ortaklığa dahil edilmesi gerekir. Altın, gümüş, nakit para gibi. Ancak ticaret malı (uruz), gayri menkul, alacak ve kayıp mal gibi müfavada sermayesi olmağa elverişli bulunmayan şeylerde ortaklık bağlayıcı olmaz.

4)           Müfavada, kârda eşitlik prensibi gözetilmelidir. Eğer bir ortak için eşitliği bozan kâr konuşulmuşsa müfavada bozulur.

5)           Müfavada bütün ticaret işlerinde eşitliği gerektirir. Bu yüzden bir ortak diğerlerinden ayrı olarak kendisine ait bir ticaret yapamaz. Buna göre Ebu Hanife ve İmam Muhammed böyle bir ortaklıkta bütün ortakların müslüman olmasını şart koşar. Onlara göre bir müslümanla gayri müslim arasında müfavada geçerli olmaz. Çünkü meselâ; zımmî olan bir gayri müslimin, müslümana caiz olmayan şarap ve domuz ticareti gibi bir ticareti yapması caizdir. Ebu Yusuf’a göre ise müslümanla gayri müslim arasında müfavada ortaklığı caizdir. Çünkü ehliyet, vekalet ve kefalet bakımından aralarında eşitlik vardır.[258]


 

                        İSLAMDA İNAN ORTAKLIĞI

 

A) Ortaklığın Tanımı:

İki ve daha çok kişinin sermaye koyarak ticaret yapmak ve elde edilecek kârı aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Burada sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak ortaklar zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar.

Burada ortaklar birbirinin yalnız vekili sayılır, kefili sayılmaz. Bu yüzden ticaret izni verilmiş küçük çocuk gibi, kefil olması geçerli bulunmayan kimse de inan şirketi ortağı olabilir.

inan ortaklığı her çeşit ticaret yapmak üzere genel olabileceği gibi tekstil, demir, inşaat malzemesi, taneli bitkiler gibi bazı ticaret türünde de özel olabilir. Diğer yandan inan şirketi müslümanla gayri müslim arasında da caizdir. Çünkü bu ortaklıkta eşitlik şartı yoktur.[259]

 

B) inan Ortaklığının Esasları:

1. Ortakların şirkette çalışma şartı:

İnan şirketinde, ortaklardan birisinin veya hepsinin şirket içinde çalışması şart koşulabilir. İki kişi belli bir sermaye ile ortaklık kursalar, işleri birisinin yürüteceği, diğerinin şirket işiyle hiç ilgilenmeyeceği kararlaştırılsa mümkün ve caizdir.

Ancak çalışmadan maksat, çalışmanın bizzat meydana gelmiş olması değildir. Çalışma şartı konulmakla yetinilir.[260]

2. Kârın paylaşılması:

İslâm’ın ortaklık anlayışında kâr, prensip olarak, yaygın bir cüz şeklinde belirlenir. Kârın %10, %20 veya %50′sini almak gibi. Kâr az olursa, bu oranların miktarı azalır, çok olursa yükselir. Hiç kâr olmazsa, bir şey alınmaz. Şirketten, miktarı önceden belirlenmiş maktu kâr almak faiz sayılır. Meselâ, şirkette 10 milyon sermayesi olan kimse, yıl sonunda kâr olsun veya olmasın, sermayesinin net %40′ı kadar maktu bir parayı şart koşsa, 4 milyon lira faiz olur. Böyle bir şirket %150 kâr elde etmiş olsa, bu ortağın sermayesine göre daha fazla kâr alması mümkün iken, başlangıçta kendisini %40′la sınırlaması zarara uğramasına yol açmıştır. Hiç kâr olmaması halinde, şirket ona, anaparadan 4 milyon lira ödemek zorunda kalacaktır. Bu da şirketin zararınadır. Buradan İslâm’ın, sermayeye maktu bir meblağın yani faizin belirlenmesini yasaklamasının sebebini anlamak mümkündür. Bir yıl önceden yıl sonunda net kârın miktarını tam olarak tesbit etmek mümkün olmadığı için, taraflardan birisi şu veya bu ölçüde belirsizlikle karşı karşıyadır. Normal kâr ortaklığı ölçüleri içinde alması gerekeni alamamakta veya almaması gerekeni fazla olarak almaktadır. Bu da “haksız kazanç”a neden olmaktadır. Bu duruma göre, gerçekte faizin illetinin “haksız kazanç” olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer yandan İmam Züfer (ö.158/775) dışında Hanefiler, çalışan ortağın kârdan fazla pay alması prensibini kabul etmişlerdir. Hatta bütün ortaklar çalışsa bile, aralarında, ustalık, sanat, beceri ve benzeri bakımlardan farklılık olabilece­ği için kârın da bu özellikler dikkate alınarak paylaştırılması mümkündür. Meselâ, iki kişi 5′er kg. 22 ayar altın sermaye ile bir fabrika kursalar, ortaklardan birisi mühendis olarak kuruluşu yönetse ve işin başına geçse, diğer ortak da ni­teliksiz işçi olarak çalışsa, sermayeler eşit olmakla birlikte, mühendis olan, %10 fazla kâr istese, bu fazlalık onun çalışması karşılığı olur. Çünkü kâra hak kazanma ya sermaye, ya çalışma ya da dımânı yüklenme sebeblerinden birisiyle olur.[261]

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kâr, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre paylaşılır. Zararın tazmini ise sermaye oranlarına göre olur.[262]

Bu hadis Hz. Ali’nin sözü olarak da nakledilmiştir.

Hanbeli ve Zeydiye mezhebleri de Hanefiler gibi düşünür. Yani onlara göre de ortakların sermayeleri eşit olmasına rağmen farklı kâr almaları mümkündür.

Şafiî, Mâlikî, Zahirî ve İmamiyye mezhebleri ile Hanefîlerden İmam Züfer’e göre, inan şirketinin sahih olması için, kâr ve zararın anaparadaki paylara göre olması gerekir. Çünkü kâr anaparanın geliri, zarar ise yine anaparanın eksilme-sidir. Bu ikisi anapara miktarlarına göre olur. Yani kâr zarara benzer. Ortaklardan birisinin zararın belli bir bölümünü yüklenmeyi şart koşmasının geçerli olma­ması gibi, kârdan anapara oranını aşan bir fazlalığı şart koşması da geçerli ol­maz.

Görüşlerin Değerlendirilmesi:

İkinci görüş sahipleri, ortakların çalışmasını kârda bir fazlalık sebebi kabul etmediğine göre, çalışanlara emeğine uygun bir ücret takdir etmek gerekecektir. Yani ortaklar ayrıca, kendi işyerinde “iş akdi” ile çalışabilir. Sözleşmeye göre maaşını da alır. Buna göre, işyeri zarar etse de maaşı almaya hak kazanırlar.

Hanefilere göre de, yıl sonunda alacağı kâra mahsuben, çalışan ortağın maaş alması mümkündür. Çalışma karşılığı %10 kâr tesbit edilmişse, aldığı ma­aşların tutarı %5 ise, fazlasını alır. Maaşlar %10′u aşarsa, diğer kârından mahsub yapılarak denkleştirilir. Ancak şirket kâr etmediği zaman, çalışan ortak hiç ücret alamayacak, şirkete meccânen çalışmış olacaktır. Bu takdirde de avans olarak aldığı maaşları, onun anaparasından kesilecektir. Diğer yandan özellikle şirketi yöneten, kendi şahsı itibariyle şirket adına zaman zaman büyük risklere giren ticarî hayatta manevi kredi ve itibarı bulunan ortağın bu özelliklerinin maaşın ötesinde bir hakka neden olabileceğini düşünmek gerekir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

                               İSLAMDA MUDARABE ORTAKLIĞI

 

Mudârabenin Tarifi ve Dayandığı Deliller:

Mudârabe “darb” kökünden, bir sözcük olup, kök anlamı; ticaret için yolculuk yapmak demektir. Emek-sermaye ortaklığına Irak yöresi “Mudârabe” adını verirken Hicaz yöresi “Kiraz (kredi)” terimini kullanmıştır. Bu ortaklığa “Muamele” adı da verilmiştir. Mudârabe şu şekilde tarif edilmiştir: Sermaye sahibinin belli miktar sermayeyi işletmeciye ticaret yapmak üzere vermesi ve elde edilecek kâra, belirledikleri şartlara göre ortak olmalarıdır. Zarar ise yalnız sermaye sahibine aittir. İşletmeci zarara katlanmaz, ancak emeği boşa gitmiş olur. Burada sermaye sahibi kâra sermaye sebebiyle, işletmeci (mudarib) ise emeği karşılı­ğında hak kazanır. Mudârabe kısaca; sermaye bir taraftan, bunu işletmek diğer taraftan olmak üzere kurulan “emek-sermaye ortaklığı” olarak da tarif edilmiştir.[263]

Başkasına sermaye verip kullandırmada kârın tamamının sermaye sahibine ait olacağı şart koşulursa, bu muamele “bidâa” adını alırken, kârın tümü işletmeciye şart koşulmuşsa “karz-ı hasen” muamelesi söz konusu olur.

Mudârabenin meşruluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ’ya dayanır.

Kitaptan deliller: Kur’an-ı Kerim’de Mudârabeden söz eden bir ayet olmamakla birlikte, yeryüzünde dolaşarak ticaret yapmanın meşru olduğunu bildiren ayetle, ticaretin genel olarak meşru bir kazanç yolu olduğunu ifade eden bazı ayetler Mudârabeyi de kapsamına alır.

Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah içinizden hastalar, yeryüzünde dolaşıp Allah’ın lutfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan başka insanlar bulunacağını bilmiştir.[264]

Artık namaz kılındımı yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan arayın.[265]Rabbinizin rızkından istemenizde size bir günah yoktur.”[266]

Sünnetten deliller: ibn Abbas (r. anhümâ) şöyle demiştir: Abbas (r.a) Mudârabe yoluyla sermaye verdiği zaman, ortağına bu sermaye ile deniz yolcu­luğuna çıkmamasını, bir vadide konaklamamasını ve canlı hayvan satın almamasını şart koşardı. Eğer bunları yapar ve zarar ederse anaparayı tazmin edecekti. Onun Mudârabede öne sürdüğü bu şartlar Allah elçisine ulaşmış ve o buna izin vermiştir.”[267] Hakim b. Hızam(r.a) da Mudârabe yoluyla sermaye verince benzer şartlar öne sürmüştür.

Diğer yandan Hz. Ömer’in yetimlere ait malı, Hz. Osman’ın ise kendi malını Mudârabeye verdiği, Cabir (r.a)’in Mudârabe ortaklığında bir sakınca görmediği nakledilmiştir.[268]

Suhayb (r.a) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Üç şeyde bereket vardır. Vadeli satış, Mukaraza (Mudârabe) ve satmak için değil, evde yemek üzere arpa ile buğdayı karıştırmak.”[269]

İbn Hazm şöyle demiştir: Kitap ve sünnette Mudârabeyi belirleyen doğrudan bir delil bulunmamakla, birlikte bu konuda açık icma (görüş birliği) vardır. Çünkü biz Hz. Peygamber döneminde Mudârabe’nin uygulandığını ve Allah elçisinin de bunu takrir buyurduğunu kesin olarak biliyoruz. Eğer böyle olmasaydı, Mudârabe caiz olmazdı.”[270]

Bu konuda başka bir uygulama da Hz. Ömer’in halifeliği sırasında olmuştur. Ömer (r.a)’in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah Irak ordusuna katılırlar. Ancak dönüş için paraları kalmayınca, vali Ebu Musa el-Eş’ari’ye (0.44/664) başvururlar.

Ebu Musa şöyle der: “Size beytülmalden kredi vereyim. Buradan mal alıp, Medine’de satarsınız. Anaparayı müminlerin Emirine verirsiniz, kârı da aranızda paylaşırsınız.” Abdullah ve Ubeydullah Irak’tan aldıkları malları Medine’de sattılar ve kâr elde ettiler. Anaparayı Hz. Ömer’e getirince, o şöyle dedi:

- Ebu Musa, sizin gibi bütün orduya da kredi dağıttı mı? Hayır, cevabını alınca da;

- Anaparayı ve elde ettiğiniz kârı beytü’l-mâle teslim ediniz, dedi. Ubeydullah şöyle dedi:

- Mal yolda helak olsaydı tazmin edecektik. Bu arada diğer bir sahabi söz alarak şöyle dedi:

- Ey Ömer, bu sermayeyi kredi olarak kabul etseniz, yani bunu Mudârabe şirketi olarak değerlendirseniz. Buna göre, anaparanın tümü ve kârın yarısı beytü’l-mâle, kârın diğer yarısı da Hz. Ömer’in iki oğluna verilecektir. Ömer (r.a) buna razı oldu ve hüküm uygulandı.[271]

İslâm’da Mudârabe ortaklığı uzun veya kısa vadeli herçeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklık çeşididir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, Mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir, ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık tamamen güvene dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene layık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir.

  Mudârabede Kârın Paylaşılması:

Mudârabe için sermaye verilirken, kârın paylaşılma şartlarının da belirlenmesi gerekir. Kâr, sermaye sahibi ile işletmeci arasında 1/2,1/3, 2/3 gibi şayi bir cüz olarak belirlenir. Gelir çok olursa tarafların alacağı kâr payı da büyümüş olur. Mudârabede akdin konusunu kâr teşkil ettiği için, bunun bilinmemesi akdin fesadını gerektirir.[272] Mudârabe sözleşmesinde, kârın taraflar arasında ortak olduğu belirtilmekle yetinilse Mudârabe ortaklığı geçerli olur. Ancak bu takdirde kâr aralarında yarı yarıya paylaşılır. Çünkü ortaklık, aksi kararlaştırılmadığı sürece, prensip olarak eşitliği gerektirir.[273]

Mudârabede maktu bir kârın şart koşulması geçerli değildir. Böyle bir şart Mudârabeyi de fasit kılar. Çünkü Mudârabe kârda ortaklığı gerektirir, işletmeci­nin, yalnız belirlenen maktu kâr kadar gelir sağlaması halinde karşı taraf bir şey alamaz. Bu nedenle de ortaklık gerçekleşmez. Meselâ; bir kimse bir kg. 22 ayar altını %40 maktu kâr almak üzere Mudârabe yoluyla işletmeciye verse, yıl sonunda bütün kâr 400 gr. altından ibaret olsa, işletmecinin emeği karşılıksız kalır. Yüzde yüz elli kâr edilmesi halinde de sermaye sahibi anaparanın %40′ını az bulabilir. Diğer yandan anaparanın %40′ı denilince bu faiz olur. Burada Mudârabe muamelesi fasit olacağından bütün kârı sermaye sahibi alırken, işlet­meci yalnız çalışmasının karşılığını (ecr-i misil) alabilir[274]

 

İşletmecinin Kâra Mahsuben Maaş Alması: 

 

Mudârabe akdinde, işletmecinin yıl sonunda elde edilecek kâra mahsuben belli ücreti avans olarak alması kararlaştırılabilir. İslâm hukukçularının çoğunluğu, işletmecinin özellikle şirketle ilgili dış seyahatlerindeki şahsî masraflarını da ortaklıktan alabileceği görüşünü benimsemiştir. Yeme, içme, giyim ve diğer normal masraflar bunlar arasındadır.

İşletmecinin gerek şahsı için yapacağı harcamalar ve gerekse avans olarak aldığı meblağlar, yıl sonunda kârın kendi hissesine düşen kısmından mahsub edilir. Eğer kâr bu harcamaları karşılamazsa, yalnız nafaka kapsamına giren şahsı ile ilgili harcamaları anaparadan karşılanır. Şâfiîlerin en meşhur görü­şüne göre, sermaye sahibinin izni olmadıkça, işletmeci şirket malından ne hazarda ve ne de seferde kendi nafakasını sağlayamaz.[275]

Alt Mudârabe ve Banka Sistemine Geçiş:

 

İşletmecinin sermayeyi bizzat işletmesi şart değildir. İşleri yürütürken başkalarını çalıştırması mümkün olduğu gibi, sermayeyi daha iyi çalıştıracak başka birisine vermesi de mümkündür. Böylece alt Mudârabe meydana gelmiş olur. Sermaye sahibine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati haleldar olmaz. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. Meselâ; hastalanan ve uzunca süre tedavi görmesi gereken bir sarraf, 20 kg. 22 ayar altını Mudârabe yoluyla işletmesi için, dükkanını A’ya teslim etse, yıl sonlarında net kârı yarı yarı­ya paylaşmak üzere anlaşsalar, A daha sonra sarraflık işinde çok yetenekli olan, fakat sermayesi bulunmayan B ile, yıl sonlarında kendi hissesi olan %50 kârının %30′unu vermek üzere, ikinci bir Mudârabe sözleşmesi yapıp, dükkânı devretse, bu mümkün ve caizdir. Yıl sonunda beş kg. 22 ayar altın net kâr olarak meydana gelmişse 2,5 kg.’ı sermaye sahibinin, 1 kg.’ı A’nın, %30 olan 1,5 kg.’ı da B’nin olur. Burada A belki hiç çalışmadığı halde, sermaye sahibine karşı riske girmesi, sermayeyi, bu konuda yetenekli bir işletmeciye teslim edip, fazla kâr elde edilmesine katkıda bulunması nedeniyle 1 kg. altını hak etmiş bulunur.[276]

A’nın yaptığı işi daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa, sermayeleri ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği ve dürüst, yetenekli işletmecileri bulmada aracılık ettiği için ilk Mudârabe anlaşmasında belirlenen kârı almaya hak kazanır. Bunu bir İslam Bankası olarak şu tarzda düşünmek mümkündür: Bir yıl vadeli yatırılan mevduatı tek hesapta toplayarak, en geç bir yıl içinde sonuç alınacak işlerde bizzat kullanmak suretiyle işletebilir. Bir yıl sonunda net kârdan anlaşmadaki payını aldıktan sonra kalanını mevduat sahiplerine dağıtır. Bu bir “kâr-zarar ortaklığı” olur.

İkinci bir yol, bu bir yıllık mevduatı, banka bizzat kendisi işletme imkânı bulamazsa, Mudârabe akitleriyle, piyasada dürüst iş yapan, yetenekli işletmecilere dağıtabilir. Bu şekilde paraya daha fazla devir sağlayarak kâr marjını yükseltebilir. Ancak böyle bir İslâm Bankasına para yatıran mevduat sahipleri, işin gidişini kontrol etmek, imkânından mahrum olduğu için, muameleler mutlak güvene dayanır, işletmenin net kâr hesabının doğru olduğu kabul edilir. Banka güveni sarsıcı işlem ve davranışlardan kaçınır. Aksi halde kâr miktarının önceden belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir. Faiz lehine prim yaratılmış olur.

Kısaca kâr-zarar ortaklığı biçiminde çalışan bir bankaya yatırılan tüm vadeli mevduatı, vadesine göre gruplara ayırarak, Mudârabe akdiyle işletmek mümkündür. Banka bizzat işletmesi veya işletecek olanları bulması nedeniyle, akitte belirlenecek “işletme kârı”na hak kazanır. Geri kalan kârı da sermaye oranlarına göre mevduat sahiplerine dağıtır.


 

                          BİR İSLAM BANKASININ ÇALIŞMA SİSTEMİ

 

a) Sistemin fon toplama yöntemleri:

 

Özel cari hesaplar: TL. veya döviz cinsinden açtırılan, istenildiği her an kısmen veya tamamen geri çekilebilen, karşılığında “faiz” veya “kâr” ödenmeyen gerçek veya tüzel kişilere ait vadesiz hesaplardır. Geri çekilmeler, hesabın açtırıldığı para cinsinden olur. Bu hesap sahiplerine her türlü bankacılık hizmetleri sağlanır, fon kullandırmada öncelik tanınır. Bunlar, Kurum’un teminat ve garantisi altındadır.

 

Katılma hesapları: En çok 5 yıl veya daha uzun vadeli TL. veya döviz cinsinden yatırılan fonların Kurumca kullandırılmasından doğacak kâr veya zararlara katılmayı öngören hesaplardır. Katılma hesapları vadelerine göre; üç aylık, altı aylık, 1 yıllık ve 1 yıldan uzun vadeli katılma hesapları olmak üzere gruplara ayrılır. Döviz cinsinden katılma hesaplarının kâr ve zarar payı da açıldığı döviz cinsinden ödenir. Bu hesaplarda, hesap sahiplerine “faiz” ödenmediği gibi, sabit bir gelir taahhüdünde de bulunulmaz. Anaparanın aynen geri ödeneceği garantisi de verilmez. Hesapların işletilmesiyle ilgili tüm masraflar kurumca karşılanır.

Kurumun katılma hesaplarının işletmesinden doğacak kâr veya zarardan alacağı pay genel olarak %20 dolaylarında olur.

Başlangıçta hesap sahipleri ile Kurum arasında “Kâr ve Zarara Katılma Akdi” diye bir sözleşme imzalanır. Burada katılma hesabı sahibinin hakları ve risk­leri belirtilmiştir

b) Fon kullandırma yöntemleri:

aa) Kâr ve zarara katılma yöntemleri:

Kurum topladığı fonları, uzman birimlerinin yapacağı inceleme ve değerlendirmeleri esas alarak, gerçek veya tüzel kişilere, yapılacak olan bir “Kâr ve Zarara Katılma Yatırım Akdi” çerçevesinde kullandırır. Bu yolla, bir ticari işletme­nin tüm faaliyetlerine veya faaliyetlerinin bir bölümüne, ya da yalnız bir parti malın alım satımına finansman sağlanabilir. Kurum karşı taraftan kârı sözleşmeye göre alır. Zarara ise, en fazla o işe tahsis ettiği meblağ kadar katlanır

 

bb) Üretim desteği sağlama yöntemi:

Bu yöntem, işletmeler için gayri menkul, ham ve yarı mamul maddeler ile teçhizat ve makine temini amacıyle başvuranlara, bunları üçüncü şahıslardan peşin satın alıp, üzerinde anlaşılan fiyattan vadeli satmak şeklinde uygulanır. Bu işlem “Alım Satım Akdi” ile yapılır

 

cc) Kiralama yöntemi (leasing):

Mal ve hizmet üretiminde kullanılacak teçhizatın, mülkiyet Kurum’da kalmak şartiyle, sözleşme serbestliği içinde, işletmelere kiralanması şeklinde uygulanan bir yöntemdir. Taraflar arasında “Kira Akdi” imzalanır. Akdin bitiminde, mülkiyetin kiracıya devri için anlaşmak da mümkündür.

 

dd) Vesaikin alım satımı yoluyla fon kullandırma yöntemi:

İthal konusu mal ve vesaikin devir yoluyla Kurum’ca peşin satın alınıp vadeli olarak satılması ve ihraç malını temsil eden vesaikin Kurum’a devri suretiyle ihracatçıya mal bedelinin hemen ödenmesi şeklinde uygulanır.

Kurum, yukarıda belirtilenler dışında ayrıca döviz alım satımı, poliçe, emre muharrer senet, temettü belgesi, çek, konişmento, tahvil ve diğer vesikaları keşide etmek, akreditif açmak, teyid etmek, gelen akreditiflerin uygulanmasını sağlamak ve benzeri banka faaliyetlerini yürütür.[277]

MUDARABE YÖNTEMİ VE RİSK SERMAYESİ (Venture Capital)

 

Risk sermayesinin mahiyeti:

Mudârabe ortaklığı yöntemi X. M. yüzyıldan itibaren “Commenda” adı ile Avrupa’ya geçmiş ve Avrupa ticaret hukukunda diğer ortaklık çeşitlerine de öncülük etmiştir.[278] Emek-sermaye ortaklığının 20. yüzyılda en önemli halkası risk sermayesi ile tamamlanmıştır.

Risk sermayesi 1970′li yıllardan bu yana özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde büyük ölçüde başvurulan ve en son teknolojik yeniliklere yönelip, bu tip projelerin finansmanını sağlayan bir finansman kullanma yöntemidir. Venture Capital adı verilen bu modelin ortaya çıkışı şöyle olmuştur: ABD ve diğer gelişmiş bazı ülkelerde bilim adamları keşif ve icat sayılan ve patent hakkı doğuran projelerini önceleri belirli bir bedel karşılığında sermaye sahiplerine satarken 1950′lerden sonra, satış yerine “emek-sermaye ortaklığı” teşkil etmeye başlamışlardır. Keşif ve icadın sahibi olan bilim adamı beyaz eşya, motor, elektronik alet vb. projesini sürekli olarak geliştirmeyi üstlenerek ortaklığın “emek” tarafını teşkil etmiş, bu projelere yatırım yapıp üretimini sağlayan sermaye sahipleri de sermaye tarafını (rabbu’l-mal) oluşturmuştur. Böylece ABD, İngiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde risk sermayesi modeli ileri teknolojiyi geliştiren itici bir güç olmuştur. Çünkü bilanço kârından %20 dolaylarında pay alan bilim adamı için, risk sermayesi yöntemi, hergün yüzlerce yeni proje üretilmesinin etkeni olmuştur.

ABD’de emek-sermaye ortaklığının öncüsü sayılan Harvard Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekan Yardımcısı General Doriot şöyle der: “Yaratıcı ve uzak görüşlü genç insanları arayınız. Bu insanların proje ve fikirlerine sermaye ile, hatta sermayeden de önemli olarak, onların teknoloji üretme vasıflarına duyacağınız saygı ile hayat veriniz. Amacımız yeni keşif ve icat yapabilen insanlar ve bu insanların şirketlerini yoktan var etmek olmalıdır. Kâr, amacımız değil mükâfatımızdır…” Doriot’un yönettiği risk sermayesi şirketi (ARDC), 1957’de Digital Equipment Co. (D.E.C) isimli girişimci şirketi desteklemeye karar verir. Desteklenecek şirket, başlangıçta yalnız fikir ve proje üreten yoksul fakat yetenekli iki mühendisten ibarettir. Doriot’un şirketi, girişimci şirketin (D.E.C) %78 hissesini 70 bin dolar karşılığında almış, 15 yıl sonra yani 1972′de kâr payı olarak 350 milyon dolar kazanmıştır. Bu, anaparanın dolar hesabıyla beş bin katına yükseldiği anlamına gelir.[279]

Risk sermayesi şirketleriyle İslâm’daki Mudarabe arasında büyük bir benzerlik vardır. Risk sermayesi şirketi kamu veya özel sektörden sermayeyi, titizlikle seçeceği projelere yatırır. Buna göre iç içe çalışan üçlü bir şirket yapısı ortaya çıkar. Risk sermayesi şirketi mudarib (işletmeci), proje üreten girişimci şirket alt mudarib (2. işletmeci), finansman sağlayan kamu veya özel sektör de sermaye sahibi (rabbu’l-mal) durumundadır. Günümüzde bir İslâm bankası da, tasarruf sahiplerinin mevduatını toplamada Mudarib (ticarete emeği ile ortak olan işletmeci), bu mevduatı Mudarebe veya Müşâreke (sermaye ortaklığı) yoluyla girişimcilere sermaye olarak verirken ise sermaye sahibi (Rabbu’l-mal) durumundadır. Böyle bir ekonomik modelde girişimci yani alt veya 2. Mudarib des­teklenir ve elde edilen kâr sözleşme esaslarına göre paylaşılır. Ancak İslam bankası kâr-zarar hesabı katılma fonlarını kullanırken Mudarabe veya Müşâreke muamelesi yerine murabaha (peşin parayla mal alıp veresiye satma) yöntemini uygularsa, bu ikili kimlik gerçekleşmez. Çünkü Murabaha muamelesinde emek-sermaye ortaklığı oluşmaz. Bu takdirde yalnız mevduat sahipleriyle, İslâm bankası arasında, Mudarabe devam eder. Meydana gelecek zarara ise Mudârab de de, risk sermayesinde de sermaye sahipleri katlanır. Proje üreten şirket, kendisi sermaye koymamışsa, meydana gelecek zarara sadece emeğinin karşılığını alamamak şeklinde katlanır.

Risk sermayesinde, Demokles’in kılıcı gibi daima zarar etme ihtimalinin bulunması, onu faizli kredilerden ayırır. Nitekim ABD’de Venture Capital sektörünün gelişmesi faizli kredi kullanan şirketler eliyle değil, özellikle emekli sandığı fonlarının doğrudan doğruya risk sermayesi şirketlerinin yatırım fonlarına katılmasıyla gerçekleşmiştir. Risk sermayesi şirketinin, faizli krediyi, belli bir zamanda faiziyle birlikte geri ödeme zorunda olması, uzun dönemli, ancak büyük kâr potansiyeli olan projeleri finanse etmesine engel oluyordu.

Yapılan bir araştırmaya göre; ABD’de 400′den fazla yüksek teknolojiye yönelik Risk Sermayesi şirketi bulunmaktadır. Büyük sermaye ihtiyaçları bu şirketleri birleşmeye zorlamış, önce yatırım havuzları kurulmuş, bu da yetmeyince Risk Sermayesi şirketleri, anonim ortaklıklar haline gelerek, borsaya kaydolmuş ve halka açılmışlardır. Bu yolla şirketlerden her biri 15 ila 800 milyon dolar arasında sermaye toplamıştır.[280]

Kanada’da, devlet Risk Sermayesi şirketlerine faizli kredi vermek yerine Canadian Development Corporation (CDC)’un %48 hissesini satın alarak bu büyük şirkete ortak olmuş, CDC’de doğrudan doğruya girişimci şirketlerin hisse senetlerini satın alarak bu şirketlere faizsiz finansman sağlamıştır.

Proje üreten ve emeği ile şirket ortağı olan girişimci şirket faizli kredi ile yatırım yapmaya kalkışırsa, Almanya örneğinde olduğu gibi olumlu sonuç elde edemez. Çünkü emeğinden ve hazırladığı projelerden başka sermayesi bulunmayan girişimci şirket ortağı bilim adamlarının, projenin gecikmesi halinde, vadesi gelen faizli kredileri ödeme imkânları bulunmaz. İşte gerçek Risk Sermayesinde zarar halinde riziko yalnız sermayeye aittir. Emeği ile ortak olan Girişimci kişi veya şirket ise, zarar halinde yalnız emeğinin karşılığını alamamış olur. Aynı özellikler Mudârabe’de de bulunmaktadır.

İngiltere, Japonya, Almanya, İsveç ve Hollanda’da risk sermayesi uygulaması faizli krediler karşısında önemli bir finans kaynağı olarak uygulanmakta olup, olumlu sonuçlar elde edildiği belirlenmiştir.[281]


 

       İSLAM EKONOMİSİNDE RİSK SERMAYESİ KULLANIMI

 

Bir İslâm bankasının Mudârabe (emek-sermaye) veya müşarekeye (sermaye ortaklığı) yönelmesi halinde, kısa vadeli katılım hesabı fonlarının uzun süreli yatırımlarda nasıl kullanılacağı veya henüz projenin sonucu alınmadan kredinin vadesinin gelmesi halinde nasıl hareket edileceği problemi ortaya çıkmaktadır.

İslâm’da Mudârabe ortaklığının sona ermesi için, akit süresinin bitmesi yanında, anapara ve kârın nakit para cinsinden olması, başka bir deyimle anaparanın yatırıldığı projenin sonucunun alınmış olması da şarttır. Çünkü anapara ve kârı ayırmak başka türlü mümkün olmaz. Bu takdirde Mudaribe (işletmeci) ek süre verilerek, projeyi sonuca bağlaması beklenir.[282]

İslâm bankasının çıkaracağı kâr-zarar tahvili ve benzeri yöntemlerle de uzun vadeli projelere, risk sermayesi desteği sağlanabilir. Tasarruf sahipleri de girişimci şirketin hisse senedini satın alarak risk sermayesine katılabilirler. Hisse senedi para ihtiyacı olunca başkasına devredilebilir. Çünkü İslâm’da bir şirketin belli bir hissesini satın almayı, dilediği zaman da, bunu başkasına satmayı engelleyen bir hüküm yoktur. Ortaklıklarda kârın anlaşma esaslarına göre paylaşılması, zarara sermaye oranlarına göre katlanma, Mudârabe’de zarara yalnız sermaye sahibinin katlanması, vücuh (kredi) şirketinde kârı, tazmini göze aldıkları zarar oranında paylaşma gibi düzenleyici ve bağlayıcı prensipler dışında, ortakların şirket anasözleşmesinde belirleyecekleri şartlar geçerli ve bağlayıcı olur. Çünkü Hz. Peygamber; “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartla­ra uyarlar. Ancak helali haram, haramı helal kılan şart müstesnadır” buyurmuştur.[283]

Sonuç olarak, ekonomik bakımdan kalkınmış ülkeler yeni dünya düzeninde faizli kredilerin yerine, risk sermayesi yöntemine yönelmiş bulunmaktadır. Bu model İslâm’ın asırlar önce uyguladığı emek-sermaye ortaklığından (Mudârabe) başka bir şey değildir.

Buna göre günümüz bilim ve teknolojisinin gelişmesinde İslâm’ın Mudârabe modelinin itici bir güç olduğunu söyleyebiliriz. İslâm ülkelerinin de bu öz değerlerine sahip çıkması ve pratiğe yönelmesi gerekir. Çünkü 21. yüzyılın paranın parayı doğurmayacağı, ancak paranın bir mübadele aracı olarak algılanacağı bir asır olması beklenir.

       KİTAP VE SÜNNETTE İŞ HAYATI İLE İLGİLİ DELİLLER

 

Kur’an-ı Kerim’de çalışma ve iş hayatı ile ilgili çeşitli ayetler vardır. Yusuf peygamberin Mısır Meliki’nin isteği üzerine hazine ve ekonomik işleri düzenlemeyi üstlenmesi ve böylece ortadoğuda vuku bulan kıtlık yıllarının hafif atlatılması, Hz. Musa’nın da Şuayb peygamberin işinde ücretle 8 veya 10 yıllık süreyle çalışması bunlar arasında sayılabilir. Bu hizmetlerden Hz. Yusufunki devlet hizmetinde bir “memurluk”, Musa (a.s)’ın çalışması ise “işçilik” olarak kabul edilebilir. Biz bu ikincisi üzerinde kısaca duracağız. Hz. Musa, Peygamberliğinden önce Mısır’dan ayrılarak Şuayb peygamberin yurdu olan Medyen’e gider. Şehir kenarında Şuayb (a.s)’ın iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Derken iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa’nın yanına geldi ve şöyle dedi: Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor. ”

“O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır. “[284]

“Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik yapmak üzere- sana nikahlamak istiyorum.”[285] İslâm’dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkid ve kötüleme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur.[286]

Diğer bazı ayetlerde işçilikten söz edilir: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”[287] “İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin.”[288] “Eğer boşadığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz”[289] “Musa (a.s) ile Hızır, yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere bulunan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde olduklarından Musa (a.s) ona şöyle der: “Eğersen isteseydin bu işe karşılık ücret alırdın.”[290]

Yukarıdaki ayetler, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşru olduğunu gösterir. Diğer yandan geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder.

Hz. Peygamber’in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır. “İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz. “[291] “Bir işçi çalıştıran kimse, ona vereceği ücreti bildirsin.”[292] Kudsi bir hadiste de şöyle buyurulur: “Üç kimse, kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır. Benim adımı verip haksızlık eden; hür insanı satıp paras         ını yiyen; bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen. “[293]

Hz. Peygamber eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir: “Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, Allah katında en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye karar verirler. İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle dua eder: Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ödedim. Ancak işçilerden birisi ücretini almadan gitti, onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Bir çok malı oldu. Bir süre sonra gelerek ücretini istedi. Ben, gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi dedim. Benimle alay etme diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp gitti, hiç bir şey bırakmadı. Ey Rabbim; bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi bu mağaradan kurtar!” Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar.”[294]

İslâm’da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiştir. Bugün uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar aynı hükümlere tabi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuş tur. Sadece işin bir kişiye veya birden çok kişilere yapılmasına göre bir ayırım yoluna gidilmiştir. Aşağıda vereceğimiz işçi çeşitleri böyle bir ayırımdan ibarettir.

İSLAM EKONOMİSİNDE ÜCRET VE MAAŞ MİKTARI

 

a) Genel değerlendirme:

İslâm’da, çeşitli iş ve meslek gruplarına ücret veya maaş miktarlarını belirleyen doğrudan bir ayet veya hadis yoktur. Nass’larda işçi ücretinin temiz bir kazanç olduğu, işçiye ücretinin eksiksiz olarak ve zamanında ödenmesi gerektiği belirtilmiş bu arada işçi için bir yaşam standardına işaret edilmiştir. Problemi doğrudan çözen bir nass (ayet-hadis) bulunmayınca bu konuda İslâm’ın genel prensiblerine, adalet ve nısfet (insaflılık) ölçülerine başvurmak gerekir.

Ayetlerde şöyle buyurulur: “Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder.”[295] “Ölçü ve tartıyı tam yapın insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.”[296] “Şüphesiz, Allah adaleti, iyiliği ve yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder.”[297]

Bütün iş ve meslekler eşit emek ve yetenek gerektirmediği için, ücret ve maaşların da eşit tutulması gerekmez.

Meselâ; bir inşaat işçisi özel eğitim ve yeteneğe muhtaç olmaksızın çalışabilir. Aynı inşaatın mühendisi ise uzun eğitim sonucu bu mesleği elde etmiş ve özel yetenekler kazanmıştır. Bir doktor ise, daha uzun ve yorucu bir eğitim ve tecrübeyle meslek edinmiştir. Bu üç meslekte 8 saatlik mesaiye eşit ücret takdir etmek uygun bir değerlendirme olmaz. Adalet, herkese hak ettiğini ve layık olduğunu mümkün olduğu ölçüde vermeye çalışmaktır. Eşit ehliyet ve yetenekle eşit hizmet görenlere aynı ücreti takdir etmek ne kadar âdil ise, farklı ehliyet, yetenek ve emeğe değişik ücret takdir etmek o kadar âdildir.

İslâm’da çeşitli iş ve mesleklere göre belirli ücret ve maaş miktarları önceden tespit edilmemekle birlikte, bunu işçi ile işverenin ilk iş sözleşmesi yapıldığı sırada belirlemesi istenmiştir. Bu yüzden işe girme sırasında verilecek ücret konuşulmamışsa işçi emsal ücrete hak kazanır. Meselâ; bir inşaat ustası ücret konuşulmadan çalışsa, çalıştığı günler için benzer inşaat ustalarının aldığı kadar yevmiyeye hak kazanır. Aynı esası aylık veya yıllık ücretle çalışanlara da uygulamak mümkündür.

 

b) Ücret veya maaşın miktarı:

Bir beldede eşya fiyatları arz ve talep dengesine göre, serbest rekabet sonucunda oluştuğu gibi, emeğin fiyatı da işgücünün arz ve talebi sonucunda oluşur. Satım akdinde, fiyatların karaborsacılık yoluyla veya tröst ya da kartel gibi gizli anlaşmalarla suni olarak yükseltilmiş olması mümkündür. İşçinin emek değerinin, başka bir deyimle işçi ücretlerinin suni olarak olumsuz yönde etkilenmesi daha kolaydır. İşçi zayıf durumda bulunduğu için, özellikle ilk işe girişte eşit şartlarla pazarlık yapabilme şansı azdır. Yaygın işsizlikten yararlanarak, ücret ve maaşların çok düşük tutulmuş olması da muhtemeldir.

Diğer yandan işçilerin sendika çevresinde güçlenmesi ve bu gücün kötüye kullanılması sonucunda kimi zaman işçi ücretlerinin normalin üstünde artması da mümkündür. Emek bedelinin bu şekilde aşırı yükselmesi üretilen malların maliyetine ve dolayısıyla piyasa fiyatlarına yansıyacağı için paranın satın alma gücü düşer. Bu durum da sonuçta işçi ücretlerini ve memur maaşlarını olumsuz yönde etkiler.

İşte bir İslâm toplumunda adaletli bir ücret ve maaş anlayışı işverenlerde oluşuncaya kadar ücret konusunun devletçe alınacak tedbirlerle düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Bu konuda eşit ehliyet ve yetenekle çalışanlar için bir taban ücret (maaş)belirlemek, farklı iş ve meslekler arasında adaletli bir denge kurulduktan sonra, aynı dengeleri yapılacak zamlarla da korumak amaçlanmalıdır.

Belirlenecek temel ücret veya maaşta ise; çalışan işçi veya memurun kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler için yapmak zorunda olduğu masraflar ve ailenin içinde yaşadığı sosyal çevre dikkate alınmalıdır. Çünkü İslâm’a göre evli bir erkek; eşinin ve henüz iş ve meslek edinmemiş olan küçük çocuklarının geçim masraflarını karşılamak zorundadır. Bazı durumlarda yaşlı veya hasta olan yoksul anne-baba ve diğer bazı hısımlar da bu bakım çevresine girebilir. Çalışan bir işçi veya memurun temel ücreti yalnız kendi geçimi ölçüsünde alınırsa, eş ve çocukları için başka bir kaynak bulmak zarureti ortaya çıkar. Halbuki İslâm’da kadın gelir getiren bir işte çalışmaya zorlanamadığı gibi, ona miras, bağı, vb. yollarla gelen malını da kocasına veya çocuklarının masraflarına harcamaya zorlanamaz. Çalışan ve kazanan bir aile reisi varken, bu nafaka yükümlülüğünü devlete yüklemek de mümkün olmaz.[298] Durum böyle olunca, işçinin ücret miktarı ne olursa olsun bunu, çalışmayan aile fertleri ile paylaşmak zorunda olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi işçinin geliri yeterli olmaz ve yoksul durumda bulunursa zekât alması caiz olur. Ancak işçi ve memuru zekâtla desteklemek yerine, sürekli bir çözüm için, onun gelirini zekâta muhtaç olmayacak bir seviyeye çıkarmak daha uygundur. Gerçekte bir işletme işçilerine ödediği ücretleri ürettiği malın maliyetlerine yansıtır, bu mallar satılınca da ücretlerin toplamı yeniden işletmeye döner.

Bir İslâm toplumunda emeği ile geçimini sağlayanlar için öngörülen hayat standardı bir hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir:

“Kim bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o hilekârdır yahut hırsız.”[299] Buna göre, işçi ve memurlar maaşlarından yapacağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlenebilmen, sosyal çevresi hizmetçi istihdamını gerektiren bir meslekte çalışıyorsa hizmetçi edinebilmeli ve gerektiğinde bir araç satın alabilmelidir. İşçilerin bu belirtilenler dışında aşırı istekte bulunması, ya işverenleri iflâsa sürükler veya piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açar. Bu ise uzun vadede emeği ile geçimini sağlayanların da aleyhine olur.

Diğer yandan hadiste belirlenen standarda ulaşıncaya kadar işçi ve memurlara ev yerine “kira yardımı” veya “lojman” sağlanması, evlenme yardımı yapılması, binit yerine servis aracı veya seyahat imkânlarının temin edilmesi, hizmetçi yerine de çocuklar için kreş, ana okulu veya eğitim hizmetlerine işverence yapılacak katkılar da bu konuda atılan olumlu adımlar sayılabilir.

Emevi Halifelerinden Ömer b. Abdülaziz’in (ö.101/720) geçimini maaşla sağlayanlara söylediği şu sözler yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir. “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip bulunmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[300]

Hz. Peygamber bir hadisinde işçi-işveren ayırımı yapmaksızın mü’minin dünya ve ahiret mutluluğunu yakından ilgilendiren unsurlara şöyle işaret etmiştir: “Üç şey müminin mutluluk kaynağıdır. Geniş ev, iyi bir binit ve iyi bir eş.”[301]

    MAAŞ MİKTARINI BELİRLEMEDE ESAS ALINAN KRİTERLER

 

İşçi ve memurlara temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar maaş ödenmesi gerektiğinde açıklık vardır. Nitekim Rasulullah (s.a)’in memurlara; evlenip yuva kurabilecekleri, ev ve binit satın alabilecekleri ve gerektiğinde hizmetçi istihdam edebilecekleri bir miktarda maaş bağlanmasını öngördüğünü yukarıda belirtmiştik.

Diğer yandan Allah’ın Rasûlü, Afrika ve Avrupa’da köleleştirilen insanların işkence altında ezildiği bir dönemde, köle-efendi arasındaki ilişkiyi; “onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onlara ‘oğlum’, ‘kızım’ diye hitab edin.”[302] buyurarak bu sınıfa tarihte ilk defa insanca haklar tanımıştır.

Bu duruma göre temel ihtiyaçların karşılanmasında işçi ve memurlar arasında eşitlik ilkesi söz konusu olur. Maaş farkı iş ve meslekler arasındaki nitelik farkından, bilgi ve beceri gerektirip gerektirmemesi, veya sorumluluk bakımından ortaya çıkar. Bu yüzden devlet çeşitli mesleklerde olanlara farklı maaş verebilir. Çünkü emeğin değerini belirlemek ve bu konudaki haksızlıkları önlemek devlete ait bir hak ve görevdir.

Bu konuda Ebu Yusuf (ö. 182/798), Harun Reşid’e şöyle demiştir: “Valilere, maliye memurlarına ve kadılara verilecek olan maaşların miktarını belirlemek size ait bir haktır. Özel durumlarını dikkate alarak kimilerine az, kimilerine de daha fazla maaş bağlamak sizin yetki alanınıza girer. İslâm toplumunu iyiye götüreceğine kanaat getirdiğin şeyleri geciktirmeden hemen yerine getir.”[303]

Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Ömer b. Abdilaziz’e maaş belirlenirken “yeterli miktarda olması” esas alınmış, hakimlerin maaşlarında da aynı kritere uyulmakla birlikte “hakim tarafsızlığını korumak için onlara ayrıca ilave tahsisatlar da verilmiştir. Nitekim Hz. Ömer, Şam’da bulunan Ebu Ubeyde’ye ve Muaz b. Cebel’e yazdığı yazıda; ehil kişileri hakim tayin etmelerini ve bunlara yüksek maaş ver­melerini emretmiştir.[304]

Bu dönemde hakimlere birden çok görev verilerek her görev için ayrıca maaş ödenmek suretiyle yüksek ücret alması sağlanıyordu. Buna hicri 69-83 yılları arasında Mısır kadılığı yapan Abdullah b. Huceyre’yi örnek verebiliriz. el-Kindî (213-350H.), O’na sağlanan üç çeşit ödeneği şöyle belirtir:

“İbn Huceyre, kadılık görevinden yılda 200 dinar, kısas (diyet) ile ilgili görevinden 200, beytülmal yöneticiliğinden de 200 dinar alıyordu. O’nun divandan aldığı atıyye miktarı da 200 dinar idi. Ayrıca 200 dinar da caize alıyor ve böylece o, toplam olarak yılda 1000 dinar almaktaydı.”[305] Bir dinara (4 gr. altın para) en iyisinden bir tane koyunun satın alınabildiği ekonomik şartlarda üst düzey devlet görevlilerine tanınan bu imkânlar günümüz standartlarının çok üstündedir. Bu gibi memurlara sorumluluklar verilmiş, görev istenmiş ve buna karşılık onlara başkasının malına muhtaç olmayacağı ölçüde maaş verilmiştir.

Ücret ve maaşların devlet bütçesini veya özel sektörü sarsacak yükseklikte olmaması yanında, emeği ile geçimini sağlayanları hırsızlık.rüşvet ve hıyanete sevkedecek derecede düşük de olmaması gerekir. Nitekim Hz. Ömer Devlet başkanlığı sırasında maaşları arttırmanın kendisine düşen bir görev olduğunu bildirmiş[306], Ubeyde b. el-Cerrâh’ın maaşı düşük olan memurların yan gelir temini için çirkin işlere başvurabileceği uyarısına şu cevabı vermiştir: “Ben memur tayin ettiklerime, onları başkasına muhtaç bırakmayacak ölçüde bir atıyye (bütçe fazlası paradan karşılıksız verilen para) ve bir maaş veriyorum.”[307]

Diğer yandan Hz. Ali’nin valisi Malik b. Eşter’e yazdığı bir yazıda, memurlarına; yeterli ölçüde ve emanetlere hıyanet etmeyecekleri bir miktarda maaş vermesini istemiş, II. Ömer de aynı düşünceyle memurlarına kendi aldığından daha yüksek maaş ödemiştir.

Ahmed b. Hanbel’e (0.241/855) göre, maaş yeterince takdir edilse bile işverenin geliri arttıkça, onu da arttırmak caiz olur.[308]

                          İŞÇİNİN İŞİNİ SAĞLAM VE İYİ YAPMASI

 

İşçinin işini mümkün olduğu ölçüde iyi ve sağlam yapması gerekir. Çünkü o hem İslâm’ın ve hem de toplumun kontrolü altındadır. Müslüman işçi üzerinde ilahi murakabe, çalışma verimini yükseltecek önemli bir etkendir. Eksik çalışma, eksik ve kusurlu iş yapma, ücret hakkını etkilediği ve uhrevî sorumluluğu gerek­tirdiği için işçi oto-kontrol altındadır.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur:

“Biriniz bir iş yapınca, onu en sağlam ve en iyi şekilde yapması Allah’ın sevdiği bir davranıştır.”[309] yine;

“Allah mesleğinde becerikli olan sanatkârı sever.”[310]

“İki günü eşit olan aldanmıştır.”[311] hadisleri de işi sürekli geliştirmeyi ve yeni teknolojiler uygulamayı öngörmektedir. Kaliteli ve sağlam mal, piyasada uzun vadede kabul görür ve sürümü süreklilik arzeder. Batı ekonomilerinde marka ve patent hakkını koruyarak yüzyılın üzerinde piyasaya kaliteyi düşürmeden mal süren ve bu yolla dünya pazarlarını tutan firmaların sayısı az değildir. Bu ekonomik gücün İslâm toplumunda gerçekleşmesi İslâm ahlâkının gereğidir.

Ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler, Allah’a ve Rasulüne hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emanetlerinize de hainlik etmeyiniz.”[312]

İşçinin yapmayı üzerine aldığı iş, onun üzerinde bir emanettir. Onu en güzel ve eksiksiz bir biçimde yapması gerekir.

Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Hile yapan benden değildir.”[313]


 

                 ÇEK KIRDIRMA FAİZLİ BİR MUAMELE MİDİR?

 

Soru: Babam, bir arkadaşının 15 milyonluk çekini 12 milyon nakit vererek bozdu. Bunun hükmü nedir? Bu parayı bana veya evimize sarfederse ne yapmalıyım?

Cevap : Çek veya senedin vadesinden önce paraya çevrilmesine “kırdırma” denir. Bu iki duruma göre düşünmek gerekir. Eğer asıl borçlu vadesinden önce borcunu erken ödemek isterse bu mümkün ve caizdir. Alacaklı bu erken ödemeden dolayı bir miktar indirim de yapabilir. Çünkü bir alacağın tamamını bile almama, bağışlama hakkına sahip olan alacaklının bunun bir bölümünü almama hakkının da bulunduğunda şüphe yoktur.

Ancak-çekin bedelini üçüncü bir kişi, vadesinden önce öder ve alacaklı, çek bedelinde indirim yapmış olursa, bu zimmet borcu olan bir alacağı (deyn) miktarı farklı başka bir deyn’le veresiye mübadele etmek olur ki, aradaki fark “faiz” olur. Buna göre soruda belirtilen iki milyon TL. fark faizdir. Çocukların bu konuda ebeveyn’ini uyarma ve gerçeği söyleme hakkı vardır. Ancak böyle bir muameleyi düzeltme imkanı olmazsa, babanın mal varlığı çok olduğu takdirde helal olan çoğunluk servetten yararlanmak mubah olur (ayrıntı için bk. “Zimmet borcu olan şeylerin satışı” konusu).

FİNANS KURUMLARININ DAĞITTIĞI KAR, FAİZ NİTELİĞİNDE MİDİR?

Soru: “Faizsiz finans kurumları”nın işlemleri İslâm’ın faiz yasağı içine girer mi? Dağıttıkları kâr nisbetleri hemen hemen faiz oranları ile aynı çizgide devam ediyor. Sonra kâr ve zarar ortaklığı tam değilmiş gibi bir durum var. Bunların bütün işlemleri faiz dışı mıdır? Bunlar, İslâm ekonomisinin finans problemini çözebilecek bir çare midir?

Cevap: Faizsiz finans kurumları tasarruf sahipleri ile işletme arasındaki muamele bakımından İslâm’daki “Mudarabe (Emek-Sermaye Ortaklığı)” esasına dayanır. Finans kurumu işletmeci (mudarib), bu işletmelerin kâr-zarar katılım fonlarına para yatıranlar ise, sermaye sahibi (re’sülmal) tarafını oluşturur.

İşletme çeşitli vadelerde yatırılan sermayeleri, vadesine göre 3 veya 6ay, 1 yıl, 3 yıl gibi kâr-zarar katılım fonlarında toplar ve bunların vade sonundan önce geri dönecek şekilde finansman olarak müteşebbislere kullandırır. İşte bütün finans kuruluşlarının para kullandırma yöntemleri şunlardır. Mudarabe, Muşareke, Murabaha ve Leasing (kiralama).


[1] bk. Muhammed Fud Abdulbâki, el-Mu’cemu’l-Müfehres Li Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerim, “Sâlih” ve “Sâlihât” mad., s. 410-412.

[2] Hûd, 11/45, 46.

[3] el-Mülk, 67/2; el-Enbiyâ, 21/35.

[4] Buhârî, İmân 37; Müslim, İmân 5, 7; Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam ilmihali, İstanbul, 1991, s. 66.

[5] el-Asr, 103/ 1-3.

[6] Âlü imrân, 3/91,

[7] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, l; Müslim, imâre 155.

[8] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, Beyrut 1969, IV, 342.

[9] el-Hıcr, 15/39, 40.

[10] Yûsuf, 12/24.

[11] Buhârî, Cihâd 35, Meğâzî, 81; Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbn Mâce, Cihâd 6; Ahmed b. Hanbel, III, 103; bk. et-Tevbe, 9/120-122.

[12] İbn Kesir, Muhtasar Tefsîru İbn Kesir, Tahk. Muhammed Alî es-Sâbûnî, 7. baskı Beyrut 1402/1981, II, 175-177.

[13] et-Tevbe, 9/118.

[14] el-ihlâs, 112/1-4.

[15] el-Mülk, 67/15

[16] el-Câsiye, 45/13.

[17] el-Münâfikûn 63/9.

[18] et-Teğâbün, 64/15.

[19] el-Alak, 96/6.

[20] et-Tekâsür, 102/1.

[21] et-Tevbe, 9/111.

[22] Ahmed b. Hanbel, IV, 197, 202.

[23] Müslim, Zühd 3; Tirmizi, Zühd 31, Tefsirû Sûre 102/1; Nesâî, Vesâyâ 1.

[24] İmam Gazali, Zübdetü’l-İhyâ tere. Ali Özek, İstanbul 1969, s. 408.

[25] Ahmed b. Hanbel, IV, 197, 202.

[26] Buhârî, Büyü, 58, 64, 70, Şurut, 8;Müslim, Nikah 8.

[27] Buhârî, Büyü, 59; İbn Mâce, Ticârât, 25.

[28] Buhârî, Büyü, 72, icâre, 11,19; Nesâi, Büyü, 18.

[29] Buhârî, Büyü, 72, icâre, 11,19.

[30] Müslim, Büyü, 21; Ebû Dâvud, Büyü, 45.

[31] el-Cuma, 62/9.

[32] bk. İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 239, vd; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 139; Zeylâi, Tebyînü’l-Hakâik,  IV, 67; İbn Rüşd, a.g.e, II, 164 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 212 vd; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 239 vd.

[33] el-Kasas, 28/27, 28; Aliyyü’l-Kâri Aynü’l-ilm Şerhi, l, 192.

[34] Sebe’, 34/10, 11.

[35] el-Enbiya, 21/80.

[36] İbn Kesir. Muhtasâru Tefsiri İbn Kesir, tahk., M. Ali es-Sâbûnî. 7. Baskı, Beyrut, 1402/1981, III, 122.

[37] Sebe’. 34/12, 13; bk. el-Enbiya, 21/81.

[38] Hûd, 11/84.

[39] Hûd, 11/85.

[40] ez-Zebîdî a.g.e, VII, 294, 295 vd.

[41] Hûd, 11/93, 94.

[42] Hûd, 11/95; bk. âyet 86, 92.

[43] el-Kasas, 28/76-78.

[44] el-Kasas 28/79.

[45] el-Kasas 28/80.

[46] el-Kasas 28/81, 82.

[47] Yusuf, 12/43.

[48] Yusuf, 12/47-49.

[49] Yusuf 12/55.

[50] Avusturyalı bir ekonomi profesörü olup bir ara İ.Ü. İktisat Fakültesi’nde hocalık yapmıştır.

[51] Feridun Ergin a.g.e, s. 569.

[52] bk. en-Nisa. 4/160, 161: Tevrat, Levililer, XXV, 35, 36, 37, Yeremya, XV, 10 .Tesniye, XXIII. 19-20.

[53] en-Nisa, 4/29.

[54] el-Bakara, 2/275

[55] el-Bakara 2/282.

[56] El-Bakara, 2/198

[57] El-Mutaffifin 83/1-3.

[58] Ahmet b.Hanbel, III,466,IV,141.

[59] İbn Mace, Ticaret, 1.

[60] İbn Mâce, Ruhun 16.

[61] EbuDâvud, Büyü, 1.

[62] Tirmizi, Büyü, 4; İbn Mâce, Ticârât, 1; Dârimî, Büyü 8.

[63] es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, XII, 108.

[64] el-Bakara, 2/275.

[65] en-Nisa 4/29.

[66] el-Bakara, 2/29; el-Câsiye, 45/13; Lokman 31/20; el-Hacc 22/65; el-Mülk 67/15.

[67] el-Mâide 5/87.

[68] Buhârî, Büyü, 54, 55; Müslim, Büyü 30, 35, 36; Ebu Dâvud, Büyü 65; Nesâî, Büyü 55.

[69] ez-Zühaylî, a.g.e, IV. 382.

[70] Bu hadisi Dârekutnî İbn Ömer’den, Taberânîde Rafı’ b. Hadîc’den rivayet etmiştir. Hadis  zayıftır.

[71] es-San’ânî, Sübülü’s-Selâm, 2. baskı, III, 45; eş-Şevkânî, a.g.e, V, 156; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, l, 262; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 432, 433.

[72] el-Kâsânî, a.g.e, V, 148; İbn Âbidin, a.g.e, Tekmile, II, 336; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, IV, 366 İbn Kudâme, a.g.e, IV, 120.

[73] İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır, t.y, IX, 7vd.

[74] el-Kâsânî, a.g.e, V, 148; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 7 vd.

[75] bk. ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 435.

[76] İbn Rüşd, a.g.e, II, 146; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 434, 435.

[77] Malik, Muvatta, Husnü’l-Huluk, 16

[78] El-Bakara, 2/282.

[79] el-Kâsâni, a.g.e, VI, 141, 305; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 186; İbn Abidin, ag.e, IV, 105, 108.

[80] Ebû Dâvud, Büyü 54; Ahmed b. Hanbel, II, 84; eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 206; ez-Zühaylî,  a.g.e, IV, 469.

[81] Ahmed b. Hanbel, IV, 180; el-Kâsânî, a.g.e, V, 198, 199.

[82] İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 207, 208; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 255, 291; Zeylâî, a.g.e, IV, 16,17.

[83]İbnü’l-Kayyim, i’lâmu’l-Muvakkıîn, l, 106 vd; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 207; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 130-132,170, 171.

[84]Ahmet Akgündüz, islâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988,s. 160 vd.

[85] el-Fetâvâ’l-Hîndiyye, el-Hindiyye, kenarında, Mısır 1310/1892, VI, 311, 312; bk. Hamdi Döndüren, “İslâm Bankacılığı ve Risk Sermayesi”, islâmî Araştırmalar D. VI, 1/1992, s. 17vd.

[86] es-Süyûtî, el-Eşbâh, ve’n-Nezâir, Mısır 1378/1959, s.8 vd; Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, l, 35 vd, Mecelle, Mad. 3.

[87] Buhârî, İman 41, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, imare 155; Ebû Dâvud, Talak 11.

[88] Ebu Davud, Büyu 70.

[89] bk. Müslim, Büyü 85, Müsâkât 127; Ebû Dâvûd, Büyü 33, 55; Tirmizi, Büyü 70, 72; Nesâî, Büyü 74; Ahmed b. Hanbel, III, 313, 356, 364.

[90] Müslim, Büyü 4; Ebû Dâvud, Büyü 24, 25; Tirmizi, Büyü 17; Nesâî, Büyü 27; İbn Mâce, Ticârât 23; Mâlik, Muvatta, Büyü 75.

[91] Müslim, Müsâkât, 128; Buhari, Selem 1, 2, 7; Ebu Dâvud, Büyü 55.

[92] bk. Ebû Dâvud, 68; Tirmizi, Büyü 19; Nesâi, Büyü 60.

[93] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 157.

[94] eş-Şevkânî, a.g.e, V, 157.

[95] Müslim, Büyü’ 21; Ebu Davud, Büyü1 45; Nesai, Büyü’ 17.

[96] Buhârî, Büyü’ 58, 64, 68-71, icâre 14, ŞurutS; Müslim, Büyü’ 11, 16, 18-21; Ebû Dâvud, Büyü’ 45; Tirmizi, Büyü’ 17, 18.

[97] ez-Zühayli, a.g.e, IV, 509, 510.

[98] Buharı, Büyü’, 72, İcâre, 11,19; Nesâî, Büyü 18.

[99] Ebû Dâvud, Büyü, 43; Tirmizi, Büyü1 12; Ahmed b. Hanbel, II, 403.

[100] Buhârî, Büyü’ 58, 64, 70, Şurut 8; Müslim, Nikah 52, Büyü’ 11 ,’Birr 30- 32; Ebû Dâvud, Büyü’ 44; Tirmizi, Büyü’ 65; Nesâi, Nikah 70, Büyü’ 18,19, 21; İbn Mâce, Ticârât 14.

[101] el-Cum’a 62/9-10.

[102] es-Serahsî, el-Mebsût, II, 22, 23; İbnü’l-Hümâm, a.ge., l, 417; Hamdi Döndüren Delilleriyle islâm ilmihali, İstanbul 1991, s.,323, 324.

[103] ez-Zühayli, a.g.e, IV, 512.

[104] Buhârî, Büyü’, 58, 64, 70, 71, Şurut 8, Nikâh 45; Müslim, Nikah 49, Büyü’ 7, 8,11, Birr 29, 32; Ebu Dâvud, Nikah 17, Büyü’ 43, 46; Tirmizi, Nikah 38, Büyü1 57.

[105] eş-Şevkânî, a.g.e, V, 167 vd; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 513.

[106] el-Kâsânî, el-Bedâyî’, Beyrut 1394/1974, V, 134; bk. Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm Şerhu mecelleti’l-Ahkâmjstanbul 1330/1912, l, 469, Mecelle, Mad. 298.

[107] el-Kâsanî, a.g.e., V, 220

[108] el-Kasânî, a.g.e, V, 220.

[109] el-Bakara, 2/237.

[110] Ebû Dâvud, Büyü, 25; Ahmed b. Hanbel, l, 116.

[111] el-Hattâbî, maâlimü’s-Sünen, Beyrut 1400/1980, V, 47, Ebû Davud’un Sünen’i ile bir arada.

[112] İbn Hazm, ei-Muhallâ, Mısır 1389, Mesele: 1464, IX, 454 vd.

[113] el-Enfal, 8/27.

[114] Müslim, iman 164; Ebû Dâvud, Büyü 50; Tirmizi, Büyü 72.

[115] Buhari, Büyü 3; Tirmizi, Kıyame 60; Nesai, Kada 11.

[116] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223.

[117] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 163.

[118] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223; eş-Şirazi, el-Mühezzeb, l, 289; İbn Kudame, el-Muğni, IV, 182.

[119] el-Kâsânî, a.g.e, V, 223.

[120] es-Serahsi, a.g.e, XIII, 80; el-Kâsânî, a..g.e, V, 224.

[121] el-Kâsânî, a.g.e, V, 224; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna göre Alım-satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 119 vd.

[122] el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 163.

[123] el-Kâsânî, a.g.e, V, 224.

[124] es-Serahsî, a.g.e, XIII, 90; el-Kâsânî, a.g.e, V, 224; İbn Âbidin, a.g.e, IV, 155.

[125] en-Nisa, 4/29.

[126] el-Bakara, 2/275.

[127] bk. es-Serahsi, el-Mebsut, XIII, 80, 91; el-Kâsânî, el-Bedayi’, V, 223; el-Fetâvâ’l-Hindiyye III, 162; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 155; Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm, l, 598.

[128] Ebu Davud, Büyü 49; Tirmizi, Büyü 73; İbn Mace, Ticârât 27; Ahmed b. Hanbel, II, 327, l 85, 106,286.

[129] bk. Ebu Davud, Büyü 49; Tirmizi, Büyü 73; eş-Şevkani, a.g.e, V, 219.

[130] ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, IV, 45, 51, 54.

[131] el-Kâsânî, a.g.e, II, 21; İbn Kudame, a.g.e, III, 31; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 518, 519.

[132] İbn Kudame, el-Muğni, 3. baskı, Mısır 1367, IV, 240.

[133] El-Bâcî, el-Müntekâ, Beyrut 1332 H. V, 17.

[134] Ebû Dâvûd, Büyü 27; el-Kâsânî, a.g.e, V, 149; eş-Şevkânî, a.g.e, Mısır ty VI, 5.

[135] es-Serahsi, a.g.e, XIII, 90.

[136] es-Serahsi, a.g.e, XIII, 90; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 161.

[137] en-Nisa, 4/29.

[138] el-Kurtubi, el-Cami li Ahkâmi’l-Kur’an, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, III, 100.

[139] el-Bakara, 2/9

[140] el-Mutaffifin, 83/1-3.

[141] er-Rahman, 55/8, 9.

[142] Buharı, Büyü 48; Müslim, Büyü 48.

[143] Müslim, iman 164; Ebû Dâvud, Büyü 50; Tirmizi, Büyü 72.

[144] el-Askalânî, Büluğu’l-Meram, Tere. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1967, ,55.

[145] İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 159.

[146] İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Mısır 1334, VII, 169.

[147] Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm, İstanbul 1330, l, 165, 166.

[148] el-Cezeri, el-Fıkh ale’l-Mezahibi’l-Erbaa, 6. Baskı, Mısır, t.y. II, 284; İbn Kudame el-Muğni III, 585.

[149] el-Cezeri, a.g.e, II, 284.

[150] el-Cezeri, a.g.e, II, 265; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1961-1973, VI, 425

[151] Ali Haydar, a.g.e, l, 588, 589.

[152] Ali Haydar, a.g.e, l, 589.

[153] İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 58 vd; İbn Abidin, a.g.e, III, 406 vd; ez-Zühayli, el-Fıkhu’l- İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1405/1985, XIII, 219, 220.

[154] Ali Haydar, a.g.e, l, 589.

[155] Ali Haydar, a.g.e, l, 589; Mecelle, Mad. 58, 256, 356.

[156] İbn Abidin, a.g.e, III, 414 vd, 434-440; ez-Zühayli, a.g.e, 233, 234.

[157] Ali Haydar, a.g.e, l, 128-130; Mecelle, Mad. 58,1216,1317,1540.

[158] Ergin, iktisat, s. 308-315.

[159] Buhari, Büyü 58, 64, 70, 71, Şurut 8; Nikâh 45; Müslim, Nikah 49, Büyü 7, 8, 11; Ebu Davud, Nikah 17.

[160] el-Bâcî, el-Münteka, V, 17, 18; Celal Yeniçeri, islâm iktisadının Esasları, s. 356.

[161] el-Bâcî, a.g.e.V, 17.

[162] İbn Teymiyye, el-Hisbe, y.y, 1967, s. 16 vd.

[163] bk. el-Maide, 54,105; Alu imran, 3/110; el-A’raf, 7/181; et-Tevbe, 9/71, Hacc, 22/41; İbrahim, 14/19,20

[164] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 153.

es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 7, 8; bk. XIV, 36

[165] Ahmed b. Hanbel, I, 394; Nesâî, VII, 295; Mâlik, Muvatta, II, 663.

[166] Buhârî, Büyü’ 73; Tirmîzi, Büyü’ 19; Nesâî, Büyü’ 60, 71, 72.

[167] Ahmed b. Hanbel, l, 398; eş-Şevkânî, a.g.e, V, 171.

[168] Ebu Dâvûd, Büyü’ 53; Abdurrazzak, VIII, 137.

[169] es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 7, 8; bk. XIV, 36

[170] el-Kâsânî, el-Bedayî, V, 158.

[171] jbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kâdir, 1 baskı, Mısır, 1316/1898, V, 215-218.

[172] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, Beyrut, t.y, IV, 122 vd.

[173] el-Bâcî, el-Müntekâ, V, 38-40; Sahnûn, el-Müdevvene, Mısır 1323, IX, 151; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 134.

[174] Buhârî, Havale, 1, 2, istikraz, 12; Müslim, Müsâkât, 33; Ebû Dâvûd, Büyü’ 10; Tirmîzi, Büyü’ 68.

[175] el-Bakara, 2/280.

[176] el-Kurtubî, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, lII, 239 vd; bk. el-Bakara, 2/279, 280.

[177] en-Nisa, 4/58.

[178] el-Kurtubi, a.g.e, III, 240.

[179] el-Kurtubi, a.g.e, III, 240, 241.

[180] Buhârî, Büyü’ 18; Müslim, Zühd 74; Tirmîzi, Büyü’ 65; İbn Mace, Sadakat 14; Ahmed b. Hanbel, l, 327, III, 427, IV, 443.

[181] Müslim, Müsâkât, 30; Tirmîzi, Büyü’ 65; Ahmed b. Hanbel, IV, 120.

[182] Müslim, Zühd, 74; Tirmizî, Buyu, 67; Dârinnî, Buyu, 50.

[183] Buhâri, Havâlât  3,6.

[184] Buharı, Ferâiz 15; Müslim, Ferâiz 16; Ebû Dâvûd, Büyü’ 9; Tirmîzi, Cenâiz 69.

[185] es-Serahsi, el-Mebsût, XII, 124; el-Kâsânî, el-Bedayi, V, 201; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadir, V, 323; İbn Âbidin Reddü’l-Muhtar, IV, 213; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II, 199.

[186] eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, Mısır, t.y., II, 102.

[187] el-Bakara, 2/282

[188] ez-Zeylâi, Nasbu’r-Raye, IV, 44.

[189] Müslim, Müsâkât 128; Buhârî, Selem 1, 2, 7; Ebû Dâvûd, Büyü’ 55; Tirmîzi, Büyü’ 68; Nesai, Büyü’ 63; İbn Mace, Ticârât 59; Ahmed b. Hanbel, l, 217.

[190] es-Serahsî, a.g.e, XII, 124; el-Kâsânî, a.g.e, V, 201; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 323.

[191]el-Kâsânî, a.g.e, V, 201; eş-Şirazi, el-Mühezzeb, l, 297; eş-Şirbini, Muğni’l-Muhtac, l 102; Ali Haydar, a.g.e, l, 642; Mecele, Mad. 370.

[192] Buharı, Büyü1 53, 76; Ahmed b. Hanbel, IV, 19, 20.

[193] Ebû Dâvûd, Büyü’ 14; Nesai, Büyü’ 50, 52; Darimi, Büyü’ 43.

[194] Lokman, 19/31.

[195] el-Maide 5/66; bk. et-Tevbe, 9/42; Fâtır, 35/32.

[196] Ahmed b. Hanbel Müsned, V, 198, VI, 444.

[197] Ebu Dâvud, Edeb 2; Tirmizi, Birr 66.

[198] Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s. 1 vd; Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, İstanbul 1986, s. 78 vd.

[199] Ergin, a.g.e, s. 169, 261, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.

[200] 4/c. Ergin, a.g.e, s. 169 vd; 174-177.

[201] 4/d. Adam Smith (1723-1790) iktisat ilminin ve klasik ekolün kurucusu.

[202] Bunların temsilcisi François Ouesnay (1694-1774) çiftlik sahibi bir avukatın oğludur. Kendisi saray hekimi idi. 1758′de telif ettiği “iktisadi Tablo” büyük ilgi toplamış ve birçok tartışmalara yol açmıştır.

[203] Ergin, a.g.e, s. 59 vd.

[204] Ergin, a.g.e, s. 233-243.

[205] John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin a.g.e, s. 243.

[206] Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191.

[207] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.

Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle ispanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Samda Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.

[208] Ergin, a.g.e, s. 40.

[209] Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.

[210] Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556.

[211] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.

[212] Ergin a.g.e, s. 40.

[213] İbnü’l-Hümam, Fethül’-Kadir, V, 277; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 117; el-Cassâs, Ahkâmu’l- Kur’an, Kahire, t.y. II, 183.

[214] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 2. baskı İstanbul 1971 III,35.

[215] el-Bakara, 2/275.

[216] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 2. baskı, İstanbul 1960, II, 952. 953.

[217] İbn Mace, Ticârât, 58; Ahmet b. Hanbel, II, 353, 363

[218] Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IV, 117.

[219] er-Rum, 30/39.

[220] en-Nisa, 4/160, 161.

[221] Hûd, 11/87.

[222] bk. Çıkış, XXII/26; Levililer, XXV/35-37; Yeremya, XV/10; Tesniye, XXIII/19, 20.

[223] Ergin, iktisat, s. 38, 39.

[224] Ergin, a.g.e, s. 38.

[225] Alü imran, 3/130.

[226] el-Kurtubi, el-Cami Li Ahkâmi’l-Kur’an, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, IV, 130; es-Sâbûnî, Tefsîru Âyâti’l-Ahkâm, 2. baskı, Dımaşk 1397/1977, l, 393; el-Bakara, 2/275 vd.

[227] el-Bakara, 2/275.

[228] el-Bakara, 2/275.

[229] el-Bakara, 2/278, 279

[230] Buhari, Vesâyâ, 23; Müslim, iman, 38; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10.

[231] Müslim, Hac 147; Ebu Davud, Menasik 56.

[232] Ebu Davud, Büyü 5; Tirmizi, Tefsir sure 9 (Tevbe 2).

[233] Ebû Davud, büyü 13; A. b. Hanbel, II, 494; Nesai, Büyü 12; İbn Mace, Ticârât 58.

[234] Müslim, Müsâkât 105,106; bk. Nesai, Zinet 25, Talak 13; Ahmed b. Hanbel, l, 409, 448, 465.

[235] Müslim, Müsakat, 81; Ebu Davud, Büyü, 18; A. b. Hanbel, V, 314, 320.

[236] Müslim, Müsâkât, 82; bk. A. b. Hanbel, III, 49, 66, 97.

[237] Ebu Davud, Büyü 12.

[238] İbn Hazm, el-Muhalla, Kahire 1347-1351/1928-1932, IX, 542.

[239] el-Kurtubi, a.g.e, III, 226, 227; İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar tere., XI, 112 vd; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, VI, 404, 405.

[240] Bilmen, a.g.e, VI, 106.

[241] Bir sa’; şer’î dirheme göre 2,917 kg, örfî dirheme göre ise 3,333 kg. tutarında bir ağırlık öl­çüsüdür.

[242] Bilmen, a.g.e, VI, 106.

[243] el-Kâsânî, a.g.e, V, 183; İbn Abidin Reddü’l-Muhtar, IV, 184 vd; eş-Şatıbi, el-Muvafakat, IV, 42; ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, IV, 672, 673.

[244] Ebu Davud, Büyü 53.

[245] Tirmizi, Büyü 18; Nesai, Büyü 71; Tirmizi Ebu Hureyre hadisi için “Hasen-sahihtir” demiştir, İbn Hazm da bu haberin sahih olduğunu söyler, bk. el-Muhalla, IX, 628, 629.

[246] Buhari, Menakibu’l-ensar, 19. Hadisin senedi muttasıl, ravileri mutemettir.

[247] Ebu Davud, Büyü 82; A. b. Hanbel, V, 261; Hadisin ravisi olan Abdurrahman oğlu Kasım’ı, İbn Hanbel, İbn Hibban ve Yakub b. Şeybe zayıf sayarken, Tirmizi ve İbn Main mutemet olduğunu söylemiştir.

[248] İbn Hacer, Metalib, l, 411. Bu haberi Busûri ve Suyûti zayıf saymış, Beyhaki Fudale b.Ubeyd’in sözü olarak rivayet etmiştir.

[249] ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî fi uslubihi’l-cedid, 2. baskı, Dımaşk, t.y. l, 504.

[250] Zeylai, Nasbu’r-Râye, IV, 44. Beyhaki Marife’de naklettiği bu hadise mürsel demiş imam Şafii “bu haber sabit değildir” demiş, İbnü’l-Hümam, “Garib” olduğunu söylemiştir. Mekhul bunu Hz. Peygamber’den nakletmiştir. Halbuki kendisi tabiilerdendir, bk. Başaran a.g.e, s. 57, 58.

[251] İbn Ebî Şeybe’den naklen el-Hindî, M. Kenzi’l-UImmâl, II, 239.

[252] bk. İbn Ebi Halim, İlelü’l-Hadis, l, 387; Bilmen, a.g.e, VI, 108, 109; İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtar, tere, XI, 112.

[253] İbn Âbidin, a.g. tere. XI, 112, el-Kâsâni’nin Bedâyiu’s-Sanâyi isimli eserinden naklen.

[254] Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 240; Bu hadisin Kütüb-i Sitte’deki meşhur rivayetlerinde “faiz” ifadesi yer almamış, böyle bir satışın yasaklandığı bildirilmekle yetinilmiştir.

[255] Abdurrezzak, Musannef VIII, 4, Bu nakil Zuhri’ye ait olup mürseldir. Muttasıl rivayetlerde Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai “bu faiz olur” lafzı dışında bu hadisi nakletmişlerdir. Başaran, a.g.e, s. 60.

[256] İbn Mace, Ticârât, 83.

[257] ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 797 vd.

[258] b. el-Kâsânî, a.g.e, VI, 60 vd; İbn Abidin a.g.e, l 316. l, 369 vd; ez-Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, l

[259] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 62; İbn Abidin, a.g.e, III, 373.

[260] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 62, vd; İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 21.

[261] İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 21; el-Kasani, a.g.e, VI, 62 vd; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 815 vd.

[262] ez-Zeylai, Nasbu’r-Raye, III, 475.

[263] es-Serahsi, a.g.e, XXII, 18; İbnü’l-Hümam, a.ge., VII, 57 vd; İbn Abidin, ag.e, IV, 504; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 836 vd.

[264] el-Müzzemmil, 73/20

[265] el-Cuma, 62/10.

[266] el-Bakara, 2/198.

[267] ez-Zeylai, a.g.e, IV, 114; el-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IV, 161.

[268] ez-Zeylai, a.g.e, IV, 114, 115.

[269] ez-Zeylai, a.g.e, III, 475; es-San’ânî, Sübülü’sSelâm, III- 76. Bu hadisin isnadı zayıftır. Başka bir rivayette “Mukaraza” yerine “Mufavaza (Mutlak eşitliğe dayalı ortaklık)” ifadesi vardır.

[270] ez-Zühayli, a.g.e IV, 838.

[271] Malık, Muvatta, Kiraz, 1; ez-Zeylai. a.g.e, IV, 113.

[272] es-Serahsi, a.g.e, XXII, 27; el-Kâsânî, a.g.e, VI, 85; İbn Rüşd, a.g.e, II, 234: eş-Şirazi, a.g.e. l, 385; İbn Kudame. a.g.e, V, 30; İbn Abidin, a.ge, IV, 505.

[273]  Nisa, 4/12.

[274] es-Serahsı, a.ge, XXII, 27; el-Kâsânî, VI, 85 vd.

[275] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 105; İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 81; es-Serahsi, a.g.e, XXII, 63; İbn Rüşd, a.g.e, II, 238; İbn Abidin, a.g.e, IV, 512.

[276] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 96; es-Serahsi, a.g.e, XXII, 98; İbnü’l-Hümam, a.g.e, V, 70 vd.

[277] Faisal Finans Kurumu Ana Sözleşmesi: el-Baraka Türk Kurumu’nun çalışma sistemi de buna benzer durumdadır. Ülkemizde yeni bazı finans kuruluşları da doğmuştur. Bunlarda da önemsiz ayrıntılar dışında aynı nitelikleri görmek mümkündür.

[278] bk. Tansu Çiller-Murat Çizakça, Türk Finans Kesiminde Sorunlar ve Reform Önerileri neşr. İSO, İstanbul 1989, s.152.

[279] Hamdi Döndüren, “İslâm Bankacılığı ve Reform Önerileri”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c.  I, sy, 1 yıl, 1992; Çiller-Çizakça, a.g.e, s. 128, 129.

[280] Çiller-Çizakça, a.g.e, s. 173.

[281] bk. Sarıaslan, a.g rapor, s. 9 vd.

[282] el-Kâsânî, a.g.e, VI, 112; İbnü’l-Hümam, a.g.e, VII, 74 vd

[283] Buhari, İcare, 14, 50; Tirmizi, Ahkam 17.

[284] el-Kasas, 28/25, 26.

[285] el-Kasas, 28/27.

[286] Ali Haydar, a.g.e, l, 673.

[287] en-Necm, 53/39.

[288] el-Araf, 7/85.

[289] et-Talak, 65/16.

[290] el-Kehf, 18/77.

[291] ez-Zeylai, Nasbu’r-Raye, IV, 129.

[292] Nesai, Eyman, 44.

[293] Buhâri, Büyü 106; icare 12, 15;İbn Mace, Rehin, 4; A. b. Hanbel, II, 292.

[294] Buhârî, İcare, 12; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tere. VII, 37 vd.

[295] en-Nisa, 4/58.

[296] el-Araf, 7/85.

[297] en-Nahl, 16/90.

[298] bk. İbnü’l-Hümam, a.g.e, III, 345 vd; el-Kasani, a.g.e, IV, 30 vd; el-Fetava’l-Hindiyye, l  558 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islam Hukuku 2. baskı, İstanbul 1983, s. 294-320; 1333/1915 tarihli Osmanlı dönemine ait “Kitabu’n-Nafakat” Mad. 1-634.

[299] Ebu Davud, imare, 10; A. b. Hanbel, Müsned, IV, 229.

[300] Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, s. 556.

[301] Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 168

[302] Buhârî, iman, 22, Edeb 44; Müslim; Eyman, 38, 40; Ebu Davud, Edeb 124.

[303] Ebu Yusuf, el-Harac, Kahire, 1397H. s. 202.

[304] Yeniçeri, a.g.e, s. 313, Sadru’ş-Şehid, Serhu Âdâbi’l-Kadi, (yz) Süleymaniye/Hafız Ahmed Paşa No: 14 v. 36/a-b’den naklen.

[305] el-kindi, el-Vulat ve’l-Kudat, Beyrut, London, 1908-1912, s.317.

[306] Ebu Yusuf, el-Harac, 122, 127

[307] bk.Müslim, Libas 2; Ebu Yusuf, a.g.e, s. 87; Ferra, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, Mısır 1356/1958, s. 12; İbn Haldun, Mukaddime, (tere. Zakir Kadiri Ugan), İstanbul 1968,11, 134; Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Beyrut 1969, s. 336, No: 327.

[308] Ferrâ, a.ge., s. 227.

[309] Süyuti, el-Camiu’s-Saığır, II, 286.

[310] a.g.e, II, 290.

[311] Acluni, Keşfü’l-Hafa, II, 233.

[312] el-Enfal, 8/27.

[313] Müslim, iman 164; Ebu Davud, Büyü 50.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM İKTİSADININ GAYE VE MAHİYETİ

 

“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim,

üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size

din olarak Müslümanlığı (verip ondan)

hoşnud oldum”[2]

Bu ayet-i kerime Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Veda Haccı esnasında ve hayatının son günlerinde nazil olmuştur.[3] Müslümanlar asırlar boyunca bunu şöyle tefsir etmişlerdir: “İslam, insan hayatının bütün yönlerini idare eden tam bir hayat nizamıdır.” İslam’ı böyle tarif edince, o zaman şu sorular meydana çıkıyor: Eğer İslam mükemmel bir hayat nizamı ise, kendine has müstakil bir iktisad nizamı var mıdır? Eğer varsa, bugün cari olan kapitalizm ve sosyalizm gibi sistemlerden hangi bariz vasıflarla ayrılmıştır?.

Bu kitap, İslam iktisadının bazı hususiyetlerini belirtmeye ve İslam’ın kapitalizm ile sosyalizmden ayrılan önemli taraflarını tebarüz ettirmeye çalışır. Burada İslam iktisadını incelerken hep Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere müracaat ettik. Çünkü bu iki menba, İslam ideolojisinin iki temel kaynağıdır. Gerektiği yerlerde ayet ve hadislerden başka, fıkıh kitaplarına da başvurduk. Kur’an ve Sünnet’in, İslam’ın iktisad nizamını en ince teferruatına kadar açıklamadığı, ancak her cemiyete ve bütün zaman ve hale uyacak şekilde temel kaidelerle uğraştığı malûmdur. Kur’an-ı Kerim tefsirleri ile Hadis-i Şerif şerhlerine ve bunlardan çıkartılan hükümlere başvurmadan, modern inceleme usulleri ile İslam iktisadını tedkik etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. İslam, açık bir nass’a karşı aykırı hareket edilmediği ve tebligatının umûmi çerçevesi dışına çıkılmadığı takdirde, ayet ve hadislerden ve onların tefsir ve şerhlerinden hükümler çıkarmak için tetebbuda bulunmaya şüphesiz ki; müsaade etmiştir.

Kur’an ve Sünnet’teki, iktisadi hayatımızı düzenleyen hükümler başlıca iki bölüme ayrılırlar: Birinci bölümdekiler, İslam’ın, Müslümanlara getirdiği gaye ve hedeflerle alakalıdır. Bu hedefler, zekat, miras ve faizin haram oluşu gibi emir ve hükümlerle bina edilerek İslam’ın siyasi ve içtimai nizamını meydana getirmektedir. İkinci kısımdaki hükümler de, bu gaye ve hedeflere nasıl varılacağını gösteren birtakım çarelerden ibarettir. Biz çalışmalarımızı birinci kısma hasrettik. Son kısma da, lüzumlu yerlerde kısaca atıflar yaptık.

Aşağıdaki birinci bölümde İslam iktisadının gaye ve hedefleri, müteakip bölümde de bu gayenin mahiyeti incelenmektedir. Böyle bir sıra takip etmeye sebep şudur: Herhangi bir iktisadi sistemin ne olduğunu öğrenmek için onun gayesine bakmak lazımdır. Aynı şekilde İslam’-ın iktisadi sistemini bilmek için de onun gaye ve hedeflerini bilmek lazımdır.

İslam, dünyaya sırt çeviren bir din değildir.[4]  O, “Allah’ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları”[5]

Müslümanlara haram etmez. İslam’ın hayat görüşü müsbettir İnsanın günahkar olduğunu kabul etmez. Üstelik insanın, Allah’ın yeryüzünde halifesi olduğunu kabul eder.[6] İslam’a göre yeryüzünde her şey insan için yaratılmıştır.[7] Binaenaleyh inanları Allah’ın nimetlerinden mahrut etmek fazilet değildir. Fazilet, “Hak yolda yaşamak” gayesiyle insanları bu nimetlerden faydalandırmaktadır. İslam’ın cemiyeti yükseltme usûlü işte budur.

İslam’ın öğrettiği yaşayışın bazı değer ve kıymetleri vardır ki; insan hayatının bütün yönlerine hakim olmuştur. İslam’a göre, hayatın tamamen dünya ile alakalı hiçbir tarafı yoktur. İslam’ın gaye ve değerlerine uygun düştüğü müddetçe iktisad dahil, insanın her sahadaki işlerinin manevi bir tarafı vardır. İslam’ın iktisad nizamını ortaya koyan, aslında bu gaye ve değerlerdir. İslam iktisadını gözler önünde canlandırmak için bunların iyi anlaşılması çok önemlidir. Bu gayeler şunlardır:

a)      İslam ahlakı içinde iktisadi kalkınma,

b)      Cihanşümul kardeşlik ve adalet,

c)      Gelirin adilane dağıtımı,

d)      İktisadi refah içinde şahsın hürriyeti.

Bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Ancak bunlar, İslam iktisadını anlatmak ve İslam iktisadının kapitalizm ile sosyalizmden ayrıldığı tarafları belirtmek için malzeme temin etmeye kafidirler.

I — İSLAM AHLAKI İÇİNDE İKTİSADİ KALKINMA

“Allah’ın rızkından yeyin için (Fakat) yeryüzünde fesadcılar olarak taşkınlık yapmayın”[8]  “Ey insanlar, yerdeki şeylerden helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın”[9] “Ey iman edenler, Allah’ın size helal ettiği o en temiz ve güzel şeyleri (nefsinize) haram kılmayın. Haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Allah’ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden helal ve tertemiz olarak yeyin. Siz, kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’dan korkun”[10] “Bu ve benzeri ayet-i kerimeler,[11] iktisadi sahada Kur’an’ın önem verdiği en mühim mes’elelere işaret etmektedirler. İslam Müslümanlara, Allah’ın nimetlerinden faydalanmayı emreder ve islami bir cemiyetin maddi gelişmesine hiçbir hudud tanımaz. Hatta maddi refahı bir fazilet sayar: “Artık o namaz kılınınca yer yüzüne dağılın, Allah’ın fazlından (nasib) arayın”[12] “Eğer Allah sizden birine ma’işetini kazanmak üzere bir imkan verirse onu sonuna kadar kullansın”[13]  “Bir mü’min bir ağaç diker veya bir tarlayı işler de ondan herhangi bir kuş, insan veya bir hayvan faydalanırsa bu ameli •onun için bir sadakadır”.[14] “Ailesine bakmak,  komşusuna lütufkar davranmak ve dilencilikten uzak kalmak için kim meşru yoldan rızkını ararsa, o mehtap gibi bir çehre ile Allah’ın huzuruna çıkacaktır”[15]

İslam bu vadide daha da ileri gider. Müslümanlara, tabiatın sırlarını öğrenmeyi emreder. Çünkü Kur’an’a göre, yerde ve gökteki bütün nimetler insanların menfaati için yaratılmışlardır.[16]

Resule Ekrem (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde “Allah’ın devasını yaratmadığı hiçbir hastalık yoktur,” buyurmuşlardır. Bundan çıkan netice şudur: İktisadi üstünlüğe sahip olmak, Müslüman bir cemiyetin gayesidir. Çünkü Allah’ın insanları yaşatmak ve onları tekamül ettirmek için halkettiği nimet ve vasıtalar bu maksatla tetkik edilmekte ve bu vesile ile yapılan teknik ilerleme sayesinde insanlığın yaradılış gayesine hizmet edilmektedir.

İslam, dilenciliği menetmiş ve Müslümanlara kendi maişetlerini kazanmayı emretmiştir.[17]  Demek oluyor ki, Müslüman bir cemiyetin iktisadi hedeflerinden biri de, iş arayan ve çalışmaya muhtaç olanlar için kabiliyetlerine göre iş sahaları açmaktır. Eğer bunda muvaffak olunmazsa, Müslüman cemiyet yüce gayesine erişemez. Çünkü işsizler, ya son derece müşkül bir duruma düşerler veya iane, dilencilik ve gayr-i meşru yollarla hayatlarını kazanmaya mecbur olurlar. Halbuki dilencilik ve gayr-i meşru yollar, İslam’ın ruhuna taban tabana zıttır. İslam’ın iktisadi gelişmişliğe verdiği bu önem, onun tebligatının mahiyetinden ileri gelmektedir İslam, insanlığa bir nimet olarak gönderilmiştir. Gayesi, hayatı fakirleştirmek ve zorlaştırmak değil, zengin ve yaşanmaya değer bir hale sokmaktır. Kur’an-ı Kerim’”de şöyle buyruluyor. “Biz seni (Habibim) alemlere (başka bir şey için değil) ancak rahmet için gönderdik”[18]  “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüd, gönüllerde olan derdlere bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir”[19] “Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez”[20] “Allah (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmıştır”[21] “Allah, sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez, fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki nimetinin tamanlanmasını diler. Taki şükredesiniz”[22]

Müslüman hukukçular, Kur’an-ı Kerim’in bu ayetlerine dayanarak, Şeriatın esas gayesinin insanların menfaatlerini korumak ve onları meşakkatlerden kurtarmak olduğunda ittifak etmişlerdir[23]  Büyük sûfi, filozof ve ıslahatçı Gazali iddia eder ki, Şeriatın hedefi, halkın refah seviyesini yükseltmektir; bu ise onların imanını, hayat, akıl, zürriyet ve mallarını korumakla mümkün olur. Binaenaleyh, bu beş unsurun muhafazasını garanti eden her teşebbüs bir amme hizmetidir ve mergubdür.[24]  İbn Kayyım da şunu demiştir. “Şeri’atın temeli hikmet ve insanların bu ve öteki dünyada refahıdır. Bu refah tam bir adalet, merhamet, saadet ve akılla tahakkuk eder. Adaletten zulme, merhametten vahşete, saadetten sefalete götüren hiçbir şeyin Şeri’atle alakası yoktur”[25]- İktisaden müreffeh böyle bir cemiyette bir Müslümanın, manevi değerlere omuz silkerek hatta kendileri sayesinde maişetini temin ettiği ve servet sahibi olduğu kimselere haksızlık yaparak, son derece ileri gitmesi ve fevkalade maddi bir refaha kavuşması mümkündür. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim Müslümanlara bu tehlikeyi açıkça gösterir, ve İslam “pak” bir hayatı emreder: “Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın, Allah’ın fazlından (nasıyb) arayın. Allah’ı çok zikredin, Taki umduğunuza kavuşasınız”[26] Müslüman alimlerin çoğu, “Allah’ı çok zikretme”nin, insanın çok namaz kılması ve fazlaca teşbih çekmesi şeklinde bir manaya geldiğine değil, fakat İslami ölçüler içinde yaşayan ve vazifesini müdrik, ahlaklı bir insan hayatına işaret edildiğine hükmetmişlerdir.[27] Bu hayat, batıl felsefe ve düzenler terkedilerek sadece meşru yollarla kazanılır.[28]  Böyle bir hayat içinde kazanılan servet, hesabı Allah’a verilen bir emanet olarak telakki edilir.[29] Şimdi bu makamda, dünya ve dünya malının değersizliğini bildiren ayet ve hadisleri anlamak daha kolaydır.[30] Bu değersizlik hakiki manada değildir, yalnız manevi değerlerle alakalıdır. Eğer dünya serveti, manevi gayretler gösterilmeden kazandırsa, o zaman onları tasadduk etmekte hiçbir fazilet yoktur. Aşağıdaki Hadis-i Şerif buna bir delildir: “Allah’dan korkan için servetinde hiçbir beis yoktur”[31] Eğer bir ihtilaf varsa, o vakit insan, az da olsa helal kazandığı ile yetinmelidir. Buna Kur’an-ı Kerim şöyle işaret etmektedir: “De ki: -murdarın çokluğu hoşunuza gitse bile- (hiçbir zaman) murdarla temiz bir olmaz. Onun için ey selim akıl sahipleri, (murdarı ihtiyar etmek hususunda) Allah’tan korkun (temiz olun). Olur ki kurtuluşa erersiniz”[32] İslamın ebedi değerlerini geçici dünya zevklerine tercih eden bir kimse bı fedakarlığı yapmakta tereddüt etmez. Çünkü Hz. Peygambe: (s.a.v.)’in şu Hadis-i Şerifle ne demek istediklerini anlar ve takdir eder: “Dünya muhabbeti bütün kötülüklerin anasıdır”[33]  ve “Kim dünyayı severse ahiretini tehlikeye düşürmüş olur, kim ahireti severse o da dünyada muvakkat bir gerilemeye uğrar. O halde ebedi olanı fani olana tercih edin.”[34]  Aşağıdaki ayet-i kerimeler İslamın madde ile ahlak arasında meydana getirdiği ahengi izah ederler. Bu ahenk, Müslümanları maddi refah için çalışmaya teşvik etmekle beraber aynı zamanda onlara bu çalışmalarım ahlaki bir temele de oturtmalarını hatırlatarak maddi teşebbüslere manevi bir yön verdiren ilahi emirler sayesinde hasıl olmaktadır: “Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara sadaka vererek) ihsanda bulun Yeryüzünde fesad arama. Çünkü Allah fesadcıları sevmez”[35] “Müslümanların en hayırlısı hem dünya hem de ahiret için çalışandır” [36]

“Sizin en hayırlınız ne ahiret için dünyayı, ne de dünya için ahireti terkedendir. En hayırlınız dünya ve ahiretten nasibini alandır” [37]

Hayatın maddi ve manevi taraflarına aynı anda ehemmiyet verişi, İslam iktisadiyatının kendine has bir hususiyetidir. Onda madde ile mana birbirine sıkı sıkıya kenetlenip biri diğerinin mesnedi olmuş ve insanlığın tam bir refahı için zengin bir kaynak haline gelmişlerdir. Eğer insan, hayatın bu iki unsurundan birini ihmal ederse hakiki saadete nail olamaz. Sadece maddi refaha ehemmiyet verilirse o zaman bunu ahlaki tefessüh ve kültürel inkıraz takip eder. İçtimai çöküntünün bütün alametleri meydana çıkar. Fertlerin ne derece bedbaht olduğunu gösteren, hüsran cinayet, içki, yakın akraba arası evlilik, boşanma, delilik ve intihar gibi felaketler artar. Hayatın manevi tarafına ehemmiyet verildiği zaman da insanların çoğu bunu zor ve mantıksız zannedeceklerdir. Böylece maddi ve manevi değerler arasında ihtilaf ve parçalanma meydana gelecek ve bu hal, cemiyetteki bütün değerleri imha ile tehdid edecektir.

Sosyalizm ve Kapitalizm gibi iktisadi sistemlerde, madde ve mananın sentezi yoktur. Bunların ikisi de laiktir. İkisinin de ahlaki tarafı yoktur, ahlaki bakımdan nötürdürler. Kapitalist düzenin hayat seviyesini yükseltmedeki maharetini ve çalıştırdığı mekanizmasının üstün muvaffakiyetini hiç kimse inkar edemez. Aynı şekilde, sosyalist sistemin iktisadi gelişmedeki hızını da hiç kimse görmemezlikten gelemez. Fakat, kapitalist ve sosyalist sistemlerinin ikisi de insan şahsiyetinin manevi ihtiyacını ihmal etmişlerdir.

II — BEYNELMİLEL KARDEŞLİK VE ADALET

 

“Ey insanlar!.. Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır” [38]

“Sizin Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Siz Ademin çocuklarısınız. Adem topraktan yaratılmıştır. Ne bir Arabın Arab olmayana, ne de bir kırmızı derilinin siyah derili üzerine, takvadan başka üstünlüğü vardır”[39] “İnsanoğlu Adem ve Havva’dandır. Onlardan türeme bakımından hepiniz eşitsiniz. Hesap gününde Allah sizin asıl soyunuzdan veya sülalelerinizden hesap sormıyacaktır. O gün Allah indinde en şerefliniz mütteki olanlarınızdır”[40]

Tek olan Allah’ın bir çift insandan yarattığı aile fertleri gibi, içinde bütün insanların muhabbet ve kardeşlik bağlan ile kaynaştıkları bir içtimai düzeni getirmeyi İslamiyet gaye edinmiştir. Bu kardeşlik, cihanşümuldur: Sadece bir bölge ve memlekete aid değildir. Coğrafi hudutlarla sınırlanmamıştır. Bütün insanlığı içine alır. Herhangi meşhur bir gruba, kabile veya ırka münhasır değildir. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki: (Habibim) de ki: “Ey insanlar, şüphesiz ben göklerin ve yerin mülk (-ü tasarruf) una malik olan, kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği pey­gamberim”[41] Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdu: “Kırmızı ve siyah fark gözetilmeksizin hepinize gönderildim”[42]

Bu cihanşümul kardeşliğin tabii neticesi karşılıklı yardım ve tesanüdtür. Bilhassa Müslümanlar arasındaki müşterek ideolojidir. Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi, “kendi aralarında merhametlidir”[43] ve “din kardeşidirler”[44] Öteki insanlarla da aynı kaynaktan geldiklerin için birlik halindedirler. Peygamberimiz buyurdular ki: “İnsanoğlu Allah’a mensub bir ailenin ferdidir. Allah’ın, nezdinde insanların en sevimlisi O’nun ailesine karşı en iyi davranandır”[45] “Yeryüzündekilere karşı müşfik olursan, semada olanlar da sana müşfik olacaklardır”[46] “Mü’minler karşılıklı olarak sevme, şefkat ve merhamet etmekde bir vücut gibidirler. Eğer bir tarafı ağrırsa, bütün vücûd, bir uyanıklık ve hararetle mukabele eder”[47]  “Mü’min mü’minin kardeşidir. Biri diğerine ne zulmeder ne yardımsız bırakır, ne de birbirlerini terzil ederler”[48] Kardeşlik fikri, İslam’ın ayrılmaz unsurudur ve onun adalete ne kadar ehemmiyet verdiğini gösterir. Adaletin yeryüzünde tesisi, Hz. Muhammed (s.a.v.) dahil, bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen en mühim gayelerden biridir. Bunu Kur’an-ı Kerim açık açık beyan etmiştir.[49]

Adaletsizliğe bulaşmış imanı, Allah tasvib etmez. Onun için Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “İman edenler, bununla beraber imanlarını haksızlıkla da bulaştırmayanlar, işte (ancak) onlardır ki (korkudan emin olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir”[50]  Adaletin var olması için Müslümanlara Kur’an-ı Kerim sadece öğüt vermekle kalmamış, onları, aynı zamanda adaleti yaşatmakla da mükellef tutmuştur. “Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği (hususiyle) akrabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emreder”[51] ve “insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenizi emreder” [52]

Adalet tevzi etmek işi İslamda çok mühim bir yer işgal eder. Bu itibarla, adil olmak, dindarlığın ve muttekiliğin en zaruri şartlarından biri olarak kabul edilmiştir. Mutteküik ve dindarlık, bir Müslümanın en mümtaz tarafıdır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hakimler, insanlar, adaletle şahidlik eden (kimse) ler olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adalet yapmamanıza sevk etmesin. Adalet yapın ki o, takvaya en çok yakın olandır”[53] Adalet tatbik edildiği zaman eğer bu, bir kimsenin kendi veya yakınlarının menfaatine dokunsa ondan yine vazgeçilmiyecektir: “Söz söylediğiniz vakit -leh ve aleyhinde söyliyeceğiniz (kimse) hısım dahi olsa- adaleti gözetin”[54] ve “Ey insanlar, adaleti titizlikle ayakta tutan (hakimler) ve Allah’a şahidlik eden (insanlar) olun. (O hükmünüz veya şahidliğiniz) velevki kendinizin veya ana ve babalarınızın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz (hakdan) dönerek (keyf-ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğib büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır” [55]

Aşağıda içtimai ve iktisadi adalet incelendiği zaman, adaletin İslamdaki mevkii ve tatbiki daha da vuzuha kavuşacaktır.

Sosyal adalet

İslam, bütün insanlığı bir aile olarak kabul eder. Bu ailenin fertleri, Allah’ın indinde ve O’nun vahyedilen kanunu önünde eşittirler. Siyahla beyaz, zenginle fakir ve yüksekteki ile alttaki arasında hiçbir fark yoktur. Rütbe, ırk ve renk sebebiyle hiçbir şekilde tefrik yapılmaz. İnsan değerini ölçen tek kıstas, ahlakı, kabiliyeti ve insanlığa hizmetidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah muhakkak ki sizin cemalinize ve zenginliğinize bakmaz. Sizin kalbinize ve amellerinize bakar”[56] “En şerefliniz, ahlakı en iyi olandır”[57]  Resûlullah (s.a.v.) daha da ileri giderek, bir şahsa veya bir millete karşı kanun önünde farklı muamele ve adaletsizlik yapmanın feci neticelerini de ikaz etmişlerdir: “Sizden önceki milletler dalalete düştüler. Çünkü onlar soylu birini hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakırlar. Fakat fakir biri yapınca da onu mahkûm ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsa Muhammed onun ellerini keser.”[58]  ”İmkanlarının azlığı veya.fakirliği sebebiyle kadın veya erkek herhangi bir Müslümanı tahkir eden yahut zillete duçar eden kimseyi Allah Hesab Gününde terzil edecektir” [59]

İkinci Halife Hz. Ömer (r.a.), kendi valilerinden biri olan Ebû Mûsa’l-Eş’ari’ye şunu yazdı: “Huzuruna gelen herkese hürmet etmekte eşit muamele yap. Taki zayıf senin adaletinden ümitsizliğe düşmesin. Kuvvetli de, haketmediği bir nimeti elde etmeye hayaline kapılmasın.”[60]

İşte sosyal adaletin böylesi, ilk dört halife zamanında ve kısa süreli olmakla beraber sonraki devirlerde, baştan başa bütün İslam aleminde cari idi. Ve muhtelif vesilelerle varlığını izhar ediyordu. Meşhur hukukçu Ebû Yusuf un Halife Harunu’r-Reşid’e yazdığı mektubu burada zikretmek çok yerinde olacaktır; Ebû Yusuf der ki: “Sana yakınlığı bulunsun bulunmasın herkese aynı muameleyip yap” ve “senin teb’anın refahı, ancak İlahi Hukuku tatbik adaletsizliği bertaraf etmenle mümkündür”[61]

İktisadi adalet

Kardeşlik fikrinin, cemiyette ve kanun önünde bütün fertlere eşit muamele yapmanın, iktisadi adalet olmadıkça hiçbir manası yoktur. O halde her fert, cemiyete ve ictimai istihsale yaptığı yardım karşılığında hakkını alacak ve bir şahsın diğerini istismar etmesine meydan verilmiyecektir. Kur’an-ı Kerim’in Müslümanlara ve husustaki öğüdü şudur: “İnsanların haklarından biri şeyi kısmayın”[62]  Burada işaret edilen mana, her şahsın sadece hak ettiğine sahip olması, başkalarının hakkına tecavüz etmemesidir. Peygamberimiz ne güzel buyurmuşlardır: “Adaletsizlikten kendinizi koruyunuz. Çünkü o, Hesap Günündeki zulme denktir.”[63]

Haksızlığa ve istismara karşı vaki olan bu ikaz, müstahsil, müstehlik, kabzımal, işçi ve işveren gibi cemiyetteki bütün fertlerin haklarım korumak ve umumun refahını temin etmek için yapılmıştır. Umûmun refahını temin ise İslamın nihai gayesidir.

Şimdi, husûsi bir ehemmiyeti olan bir başka mesele de işçi ile iş veren arasındaki münasebettir. Bu meseleyi İslam, hakiki yerine oturtmuştur: işçi ve işverenin karşılıklı hareket tarzlarını tayin ederek aralarında adaletin kurulmasını sağlamıştır. Bir işçi istihsale yaptığı yardım sebebiyle adil bir ücrete hak kazanmıştır. Bir Müslüman işverenin, işçinin haklarını çiğnemesi gayr-i meşrudur. Hz. Peygamber (s.a.v.) hesab gününde üç kişinin Allah’ın istiskali ile karşılacağını beyan buyurmuşlardır: “Allah’a olan va’dini yerine getirmeyen kimse ile hür bir insani satarak parasını kullanan kişi ve bir işçiyi çalıştırarak ondan umduğu işi aldığı halde işçinin ücretini ödemeyen insan”[64] Bu Hadis-i Şerif, emeğin sûistimalini hür bir insanı köle yapmak gibi bir hataya benzetmekle, emeğin karşılığının verilmemesinden İslam’da nasıl karşısına çıkıldığını göstermektedir.

“Adil” ücret nedir ve işin istismarını tayin nasıl olur? Bunlar, Kur’an ve Sünnet ışığı altında aydınlığa kavuşacak meselelerdir[65] İslam, sadece emek mahsûlü istihsale değil, imalat komisyoncularının meydana getirdiği istihsale bile yardım etmeyi benimser. Bundan dolayı İslamda bir işin istismar edilme düşüncesi ile Marks’ın ileri sürdüğü “artık değer” nazariyesi arasında hiçbir münasebet yoktur. “Adil” ücretin, bir işçinin üretime yapacağı yardım nispetinde olması lazımdır. Fakat bu mesele tartışılabilir. Çünkü bu, ücretleri tayin edebilmek için hep pratik bir yol değildir hem de zordur. Diğer taraftan, öyle Hadis-i Şerifler vardır ki, onlarla, en az ve en ideal ücretleri hakkıyle tespit etmek mümkündür. Hz. Peygamber’e göre, “kadın olsun erkek olsun bir işçi en az, normal gıda ve giyinmeye ve yapamayacağı işten mesul tutulmamaya hak kazanmıştır[66] Bu Hadis-i Şeriften, asgari ücretin ne olabileceğini anlıyoruz: Asgari ücret muhakkak ki, işçinin fazla yük omuzlamadan, kendisi ve ailesi için normal giyim ve gıdasını temin edecek miktarda olmalıdır. Bu miktar, Ashab-ı Kiram tarafından Müslüman bir cemiyetin manevi değerlerini koruman gayesiyle, en az bir ölçü olarak kabul edilmiştir. İkinci Halife Hz. Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilir: “Hayatını kazanmakta olan ve kalifiye sayılmayan bir kadın işçiye, gücünün yettiğinden fazlasını yaptırma. Zira böyle yaptığımız takdirde o, belki meşru olmayan yollara baş vuracaktır. Keza alt kademedeki bir erkek işçiye de yapamayacağı işi emretme. Çünkü öyle yaparsanız belki o da hırsızlığa meyledecektir. İşçilerinize karşı makul ve mülayim davranırsanız Allah da size karşı müşfik muamele edecektir. Onlara meşru ve iyi gıda temin etmek üzerinize vazifedir” [67]

Aşağıdaki Hadis-i Şerif e göre, asgari ücret gibi ideal ücret de tarif edilebilir. Ücretin bu türlüsü ile bir işçi, tam bir patron gibi yer içer ve onun gibi giyinir: “İşçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Allah onları size yardımcı yapmıştır. O halde, herkes idaresinde bulunan kardeşine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin”[68]

Onun için “âdil” ücret, “asgarî” ücretten aşağı olamaz. Şüphesiz ki, asgarî ücretten beklenilen seviyenin “İdeal” ücrete çok yakın olması lâzımdır. Böylece işçi ile patronun yaşama şartları arasındaki gedik kapanmış olacak ve gelirlerindeki eşitsizlik en küçük miktara düşmüş bulunacaktır. Bu gedik ve eşitsizliktir ki, “sahip olanlar” ve “sahip olmayanlar” diye iki ayrı sınıfın doğmasına sebep olmakta ve sonunda da İslâm toplumunun temel unsuru olan kardeşlik bağlarının çözülmesine âmil olmaktadır. O halde, mezkûr iki ücret arasındaki hakîki miktar nasıl anlaşılacaktır? Bu, taleb ve arzın birbirine tesirinden başka iktisadî kalkınma, İslâmî cemiyetteki ahlâk-ı şuur ve devletin vazifesini yapabilmesi ile belli olur.

İslâm işçiye, en azından “asgarî” ücreti ve tercihen de “ideal” ücreti ödemeyi âmir olduktan başka işçilerin, çok çalıştırılmamalarını, onların maişet temin edici ve aile hayatlarını devam ettirici kabiliyetlerini zayıflatacak ve sıhhatlerini tehlikeye düşürecek şartlar altında bulundurulmamalarını emreder [69]- Eğer onlar kabiliyetlerinin ötesinde bir iş yapmaya zorlanırsa o zaman, yersiz güçlüklere maruz kalmadan işi bitirmeleri için desteklenmelidirler. Yukarıya iktibas edilen ve Hz. Peygamber (s.a.v.) in işçiyi kardeş saymayı tenbih eden Hadîs-i Şerîfi’nde devamla şöyle buyuruluyor: “… ve onları ezecek fazla yük taşıtmayın. Eğer öyle yaparsanız onlara yardım edin.”[70]  Bu Hadîs-i Şerife göre, çalışma saatlerinin en uzun olarak tesbiti, iyi çalışma saatlerinin hazırlanması, ve sanayi tehlikelerine karşı ihtiyatî tedbirlerin alınması İslâm tebligatının ruhu ile tamamen tevâfuk halindedir. Bir iş verenin, işçisine karşı yapacağı muamele bu olduğu halde, İslâm, adaletin yaşamasını kendi üstüne bir vazife edinmiş olduğundan, işçinin üzerine muayyen  bazı mükellefiyetler yüklemek suretiyle iş vereni de korumuştur. İlk mükellefiyet, işi şuurlu, canla başla ve mümkün olan en üstün itina ve özenle yapmaktır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah size iyilik yapmayı emretti” [71] ve “Allah, sizden biriniz işini iyi yaptığı zaman ondan razı olur”.[72]  Hiç şüphesiz, İslâmın lüzumunu açıkça teyid ettiği içtimaî ve iktisadî adalet, bir kimsenin yapmaya memur edildiği işin en mükemmel surette icra edilmesini gerektirir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir vesiyle ile de şöyle buyurdular: “Efendisine karşı üzerine düşen vazifeyi yapan, samîmi, itaatkâr ve Allah’a sonsuz muhabbeti olan bir işçi (köle) için iki misli mükâfat vardır.” [73]

İşçiye yüklenen ikinci mükellefiyet, şerefli ve itimatkâr olmaktır. Kur’ân-ı Kerîm, ücretle çalıştırılacak insanların en liyakatlilerinin, kuvvetli ve emin kimseler arasından seçilmesini emretmektedir.[74] Peygamberimiz de şöyle buyurmaktadırlar: “Kendisini bir işe koyduğunuz ve maişetini temin ettiğiniz bir kimse, sonra bunun dışında ne elde ederse onu meşru olmayan usullerle kazanmıştır, dememektir”[75] Eğer İslâm iş verene böylece birçok mes’uliyetler yüklemişse, buna mukabil işçiye de işini, vicdanlı ve canlı bir şekilde yapmasını, ayrıca, emin ve şerefli olmasını emretmiştir. Maksat, bütün iktisadî münâsebetlerde işçi ile iş veren arasındaki adalet temin etmektedir. İşte iki tarafın münâsebetlerini böyle muvazeneli bir şekilde tanzim eden, tarafların tesânüd içinde olmalarını, vazifelerini kardeşlik, adalet ve ahlâkî değerlerin atmosferi, içinde dürüstlükle yapılmasını emreden sadece bu mevzuat sayesindedir ki, endüstriyel sulh tesis edilebilir, işçi-patron ihtilâf ve münakaşaları bertaraf edilebilir.

III —GELİRİN ÂDİL BİR ŞEKİLDE TEVZİİ

İnsanî kardeşliğe, iktisadî ve içtimaî adalete İslâmın kendisini böylesine ve benzeri olmayacak şekilde vakfetmesi, servet ve gelir arasındaki büyük dengesizliklere İslâmın ne kadar zıd olduğunu göstermektedir. Dengesizlik ve adaletsizlikler, İslâmın meydana getirmek istediği kardeşlik bağlarının tahkimi yerine, imhasından başka bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerîm, “Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O “dur”,[76]  buyuruyor. O halde, o servetin birkaç elde temerküz etmesine hiçbir sebep yoktur. Binaenaleyh İslâm, herkese şâmil bir adaletin önemi üzerinde durur. Gelir ve servetin tekrar tevziini yapabilmek için, kendi sistemine göre bir program yapar. Böylece her ferdin hayat standardı garanti edilmiş olur ve bu insanîdir, muhteremdir ve insan haysiyeti ile tevafuk halindedir. İslâm’dan öğrendiğimize göre insan, ‘Allah’ın yeryüzünde halîfesidir.’[77] Böyle bir insanî hayat seviyesini temin edemeyen Müslüman bir topluluk, bu isme lâyık değildir. Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Komşusu açken tıka basa yiyen hakîkî Müslüman değildir”[78]

İkinci Halîfe Hz. Ömer (r.a.) umûma hitaben yaptığı bir konuşmasında, İslâm’da herkese şâmil bir adaletin ne olduğunu izah etmişti. Bu izaha göre herkes cemiyetteki servetten eşit şekilde hakkını alacaktır. Kendisi dahil hiçbir kimse, ondan fazla pay elde edemeyecektir. Eğer halîfe uzun ömürlü olursa, San’a Dağı’ndaki bir çobanın bile bu servetten hakkını aldığını görmek isteyecektir.[79] Halîfe Hz. Ali (r.a.)nin de şöyle dediği rivayet edilir: ” Kendilerine kâfi gelen maldan, fakire vermeyi Allah zengin üzerine vâcib kıldı. Eğer fakir aç çıplak veya darlık içinde ise, bu, zenginin ona hakkını vermemesinden dolayıdır. Bu yüzden onları muhakeme etmek ve cezalandırmak Allah’a yaraşır.”[80] İslâm hukukçuları ittifakla şu hükme varmışlardır: Fakirin belli başlı ihtiyaçlarını karşılamak, umûmî olarak Müslüman topluluğun, fakat bilhassa zenginlerin vazifesidir. Eğer zengin, imkânlarına rağmen mes’ûliyetinin icabını yapmazsa, devlet onu icbar eder. Hatta devlet onları zorlamaya mecburdur.[81]

Tekrar tevziat hakkında olan İslâmî program, üç kısımdan ibarettir: Birincisi, yukarıda izah edildiği gibi İslâmın işsizlere ve iş arayanlara dolgun ücretli iş bulmakta yardım etmeyi ve âdil ücret ödemeyi emretmesi hakkındadır. İkincisi, zekâttır. İslâm, zenginin gelirinin tekrar tevzii için, onun zekât olarak fakire ödenmesini emreder[82] Fakir, aklî veya fizikî arızası yüzünden veya işsizlik gibi haricî âmiller sebebiyle kendi kabiliyetini kullanarak mütevâzi bir hayat seviyesine nail olamıyan kimsedir. Zekâtın işte böylelerine verilmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerîm lisânı ile: “(bu mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın”.[83]  Üçüncüsü, ölü kimsenin mülkünün muayyen formüllere göre muhtelif şahıslar arasında paylaşılmasıdır. Bu suretle servetin cemiyette tevzii çoğalmış ve hızlandırılmış olacaktır. Diğer taraftan, İslâmın ne iktisadî adalet fikri, ne de servet ve gelirin tevziindeki adalet düşüncesi, herkesin cemiyete yaptığı hizmet hesaba katılmadan eşit şekilde mükâfatlandırılacağı mânâsına gelmez. İslâm, gelirdeki müsavatsızlığı müsamaha ile karşılar. Çünkü bütün insanlar kabiliyet, karakter ve cemiyete hizmet bakımından müsavi değildirler.[84]  Bundan dolayı İslâm cemiyetindeki adalet tevzii, zekât müessesesi sayesinde cemiyetin bütün fertlerine insanî bir hayat seviyesini garanti etmekte, sonra da kazançtaki böyle farklılıkları makul görmektedir. Tıpkı, yapılan yardım ve hizmetin değerindeki farklılık gibi ki her fert, cemiyete yaptığı hizmetin içtimaî değeri kadar bir gelir elde etmektedir.

İslâmın adalet tevziine verdiği ehemmiyet o kadar büyüktür ki, bu yüzden Müslümanların çoğu, servette mutlak bir eşitlik olması lâzım geldiğine inanmışlardır. Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in ashabından olan Ebû Zer (r.a.), bir Müslümanın, ailesinin zarurî ihtiyaçlarının dışında bir zenginliğe sahip bulunmasının meşru olmıyacağı kanaatindeydi. Fakat ashabın çoğu, onun bu müfrit görüşüne iştirak etmediler ve bu düşünceden onu vaz geçirmek için iknaya çalıştılar.[85] Mamafih Ebû Zer de, gelirin eşitliğini iddia edenlerin öncüsü değildi. O, birikmiş servetin müsavatına taraftardı. Bu tahakkuku için gelirin, zarurî masraflar karşılandıktan sonra elde kalan artık kısmını, herkesin fakir kardeşlerine harcaması lâzımdır, diyordu.

İcmâ-ı Ümmet, adalet tevziini hararetle müdafaa etmesine rağmen şu görüştedir: Eğer bir Müslüman, meşru yollardan kazanıp cemiyetin refahı için kendi gelir ve servetinden zekâtını verir ve öteki gerekli yardımlarını da yaparsa onun, bir Müslüman kardeşinden daha fazla servet sahibi olmasında hiçbir beis yoktur.[86]

Bununla beraber, eğer İslâmın servet sahibi olmaktaki helâl ve haram emirleri hakîkaten dinlenir, işçi ve tüketicilere adaletin hükümleri tatbik edilip, gelir ve servetin tevziine müteallik tâlîmât icra edilir ve İslâmın miras hukuku da tatbik edilirse, o zaman Müslüman bir cemiyette hiçbir şekilde muazzam bir gelir ve servet müsavatsızlığı olamaz.

IV — İÇTİMAÎ REFAH İÇİNDE ŞAHSIN HÜRRİYETİ

 

İslâm itikadının en ehemmiyetli temellerinden biri, insanın, Allah tarafından yaratıldığına ve sadece O’na kulluk yapılacağına inanmaktır.[87] Bu inanç, hürriyete İslâmî bir karakter kazandırmakta ve onu bütün esaretlerden kurtarmaktadır. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (s.a.v.) in peygamberliğinin en ehemmiyetli hedeflerinden biri olarak “Onların (insanların) ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor”[88] diye buyurmaktadır. İşte hürriyetin bu halidir ki, ikinci Halîfe Hz. Ömer (r.a.)’e şunu dedirtmiştir: “Anaları hür doğurduğu halde siz insanları köle yaptınız”[89] Şâfi’i mezhebinin kurucusu olan İmam Şâfi’i de, “Allah seni hür yarattı, o halde hür yaşa”[90] dediği zaman aynı mânâyı kastedmiştir. Çünkü insan hür doğmuştur. Hiç kimse, hatta devlet bile onun bu hürriyetini elinden almaya ve hayatını sıkı bir siyâsî murakabeye mâruz bırakmaya selâhiyetli değildir. Akıllı, baliğ ve hür bir insana, tahdid konulamaz diye fukahanın icmâ’ı vardır. Hanefî mezhebinin kurucusu olan Ebû Hanifi daha da ileri gider ve o kanaate varır ki, kendi ifadesiyle: “Parasını gayesiz bir şekilde harcayarak” âkil, baliğ ve hür bir kimse kendi menfaatleri hilâfına hareket etse bile ona hürriyetini kısıtlayıcı muamele yapılamaz. İmam-ı Azam hazretlerinin bunun için ileri sürdüğü sebep şudur: Onu seçme hürriyetinden bırakmak “onun şahsiyetini rezil etmek ve ona hayvan muamelesi yapmak” demektir. “Onu bu şekilde incitmek ise onun müsrifliğinden daha dehşetlidir. Küçük bir kaybı bertaraf etmek için insan, daha büyük bir kayba duçar edemez”[91]

Mamafih bu görüş ayrılığı sadece, bir şahsın İslâmın ahlâk umdelerini çiğnemeksizin kendi menfaatlerine zarar verirse o vakit onun hürriyetinin kısıtlanabileceği hakkında hiçbir ihtilâf yoktur.

Başkasına yapılan zararı önlediği veya umumun menfaatini ko­rumaya yardımcı olduğu zaman kısıtlamayı, bütün fukaha kabul etmektedir. Keza İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’ye göre, eğer şahsın hürriyeti üzerine konan bu tahditler, kısıtlamalar “acemi bir doktor, dikkatsiz bir hâkim veya müflis bir patron kontrol edilmek istenince tatbik safhasına konur. Çünkü böyle bir kontrol, küçük bir zararla büyük bir zararın önlenmesini sağlar”[92] İçtimaî refahın, İslâmda çok mühim bir yeri vardır. Ferdî hürriyet, birinci derecede ehemmiyetli olduğu halde yine de içtimaî hürriyetin dışında ve müstakil değildir.

Bir kimsenin bir başka şahısla veya cemiyetle aralarında olan haklan hakkıyle izah edebilmek için, hukukçular aşağıdaki ana kaideleri vaz etmişlerdir:[93]

1)      Cemiyetin menfaati daha büyük olduğu için, fertlerin menfaatinin önüne geçer.

2)      “Güçlükleri hafifletmek” ile “fayda sağlamak” Şerîatin en ehemmiyetli gayeleri arasında bulunduğu halde birinci ikincisine tercih edilir.

3)      Küçük bir kaybı telâfi için daha büyük bir kayıp yapılamaz, veya büyük bir fayda, daha küçüğü için feda edilemez. Aksine küçük bir zarar, daha büyüğünü önlemek için yapılabilir veya küçük bir fayda daha büyük bir fayda için feda edilebilir.

Bundan dolayı ferdî hürriyet, İslâm ahlâkının hudutları içinde kaldığı ve cemiyetin menfaatleri ile çarpışmadığı yahut, başkalarının haklarına tecâvüz etmediği müddetçe kutsidir.

İKİNCİ BÖLÜM

İSLÂM İKTİSÂDININ ESASI

 

İslâm iktisadî sisteminin tedkîki göstermiştir ki, sarsılmaz manevî temeller üzerine oturtulan maddî refah, İslâm iktisâd felsefesinin en ehemmiyetli bir rüknünü teşkil etmektedir. Kapitalizm ile sosyalizmin ikisi de, dünyaya bağlı olan ve manevî değerleri hedef almayan iktisadî düzenlerdir. İslâm, bunlarla temelden ayrı olduğu için tabiatiyle, zirvede de onlardan farklıdır. İslâm iktisâdı, kapitalizm ve sosyalizm, üç ayrı iktisadî sistemlerdir. İslâm iktisâdı, kapitalizm ve sosyalizm, öteki iki sistemden herhangi biri ile mukayese edip aralarında bir benzerlik bulunduğunu göstermeye çalışmak, üç iktisadî sistemin birbirinden tamamen farklı olan bariz taraflarını anlamamış olmayı ilân etmekten başka bir şey değildir.

İslâmî sistem, serapa insanî kardeşliğe tahsis edilmiş ve içtimaî ve iktisadî adalet, gelirin müsâvî şekilde tevzii ve sosyal refah içinde ferdî hürriyet gibi esaslarla tezyin edilmiştir. Ehemmiyetle ifâde edelim ki, bu tahsis manevî bir hedefe yönelmiş, ve İslâmın iktisadî ve içtimaî kaideleri ile mükemmel bir şekilde örülmüştür. Halbuki modern kapitalizmin hedefi, bunun tersinedir. Kapitalizmde içtimaî ve iktisadî adalet ve gelirin müsâvî bir şekilde tevzii gibi hususlar, sadece bir tarafın menfaatinedir ve bir grubun tazyiki ile meydana gelmiştir. Kapitalizm, insanî kardeşliği tesis etmek gibi bir ulvî gayeden doğmamıştır. Bundan dolayı böyle bir gaye, onun umumî felsefesinin bölünmez bir parçasını teşkil etmez. Diğer taraftan sosyalizm de, hakikatte, manidar bir gayeye sahip değildir. Gerçi bu, gayesinin kendi temel felsefesinden doğduğunu söyler. Sosyalizmin iddialarında bir mâna olmayışının sebebleri vardır. Evvelâ o, kendini insanî kardeşliğe adamamıştır. Adalet ve müsavat için, mânevi temellere dayalı âdil ve tarafsız bir kıstası yoktur. Nihayet onda, ferdî vakar ve şahsiyet mevcut değildir, çünkü insanın temel ihtiyacı olan hürriyet inkâr edilmiştir.

İslâmın, ferdî hürriyete büyük ehemmiyet verişi, onu, sosyalizmden veya şahsî hürriyeti fesheden herhangi bir sistemden bariz bir şekilde ayırd etmektedir. İslâm amelî mezheplerine göre, satıcı ve alıcının karşılıklı ve hür olarak rıza göstermeleri, herhangi bir muamelenin en lüzumlu şartıdır.[94] Bu şart Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyet-i kerîmesinden neşet etmektedir: “Ey îman edenler, birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola”[95] Hz. Peygamber’den de şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanları yalnız bırakınız. Çünkü Allah onlara birbirleri sayesinde rızık verir”[96] İslâmî hayattaki hürriyet fikrine uygun tek sistem, malların tevzii ve hizmet gibi işlerle istihsâlin büyük bir kısmının idaresinin fertlere veya ihtiyarî olarak teşekkül eden gruplara terkedildiği sistemdir. Bu sistemde her fert, satıcı ve alıcının tasvib edeceği bir fiyatla satma ve satın almaya müsaade edilmiştir. Sosyalizmin aksine olarak, teşebbüs hürriyeti, böyle bir imkânı bahşeder ve islâm bunu, kendi ana unsurları yanında saymıştır. Bu unsurlar, hususî mülk ve ticari pazarlama mekanizmasıdır. Şahsî ve ticarî malların tasarruf ve temenini, ticarî eşyanın alış ve satışım, hatta miras ve zekât müesseselerini, Kur’ân-ı Kerîm ile Hadîs-i Şerîfler ve Fıkıh kitapları, en ince teferruatına kadar izah etmişlerdir. Eğer İslâm, münbit kaynakların şahıslar tarafından mâlikiyetini tanımasaydı, bu kadar tafsilâta lüzum kalmazdı. Keza Müslümanlar, bütün tarih boyunca, pek istisnaları hâriç, büyük bir ekseriyet ile bu prensibi kabul ve muhafaza etmişlerdir. İstisnalar da İslâmî tefekkür cereyanından sayılmamıştır. Bundan dolayı husûsî mülk edinme hakkının inkârı İslâmın tebligatı ile tevâfuk hâlinde değildir.

Pazarlama mekanizmasını da İslâm iktisâdının bölünmez bir parçası olarak kabul etmek lâzımdır. Çünkü, husûsî mülk müessesesi, o olmadan çalışamaz. Diğer taraftan o, tüketiciye bir imkân kazandırır. Zira tüketiciler bu imkân sayesinde tercih ve ücretini ödemeyi kabul ettikleri bir malın üretimini arzuladıklarını ifade etmek fırsatını buluyorlar. Keza pazarlama mekanizması, mâlî kaynağı olanlara, istedikleri gibi bu kaynakları satma imkânını vermektedir.

İslâm, kâr gayesini de tanır. Çünkü kâr, hür teşebbüsle alâkalı herhangi bir sistemin muvaffakiyetle çalışabilmesi için zarurîdir. Dört mezhebin fıkhı hakkındaki meşhur eserinde Cezîrî şöyle der: “Alış-verişe Şerî’at müsâade etmiştir. Böylece insanlar karşılıklı kâr ederler. Bunun yine bir adaletsizlik kaynağı olabileceğinde de şüphe yoktur. Çünkü satıcı ve müşteri her ikisi de daha çok kâr yapmak ister. Sâri’ ne kârı haram etmiş ve ne de ona bir sınır koymuştur. Bununla beraber O malı, hile, dolandırıcılık ve uydurma vasıflarla satmayı men etmiştir”.[97] Çünkü kâr, Allah’ın verdiği mâlî kaynaklan kullanmak için lâzım olan liyâkat ve teşviki sağlar. Bu mâlî vâsıtaların, erbabına tahsîsi ise, sağlam ve istikrarlı bir cemiyet hayatı için bir temel unsurdur. Fakat, kârı bir vâsıta olmaktan çıkarıp, birçok iktisadî ve içtimaî marazlara yol açan bir mecraya sokmak mümkündür. Onun için îslâm, bu teşebbüsü muayyen bazı ahlâkî emirlerle sınırlamıştır. Bu ahlâkî emirler içtimaî hayattaki ferdî menfaatleri beslemekle beraber “servetin ve gelirin müsâvî şekilde tevzii” ve “içtimaî ve iktisadî adalet” gibi İslâmî prensipleri çiğnemez.

İslâmın, kâr gayesini ve şahsî mülk müessesesini kabul etmesi, İslâmî sistemin kapitalizme benzediği mânâsına gelmez. Kapitalizm, teşebbüs hürriyetine dayalıdır, İslam ile aralarındaki fark iki sebep yüzündendir ve çok mühimdir. Birincisi şudur: İslami sisteme göre herkesin mal-mülk, sahibi olması mümkündür. Ancak bu mal-mülk, Allah’ın insanlara bir emânetidir. İnsan, Allah’ın yeryüzünde bir halîfesi olduğu için, onların mülkiyet hakkına sadece emanetçi olarak sahiptir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Göklerde ne var, yer ne varsa (hepsi) Allah’ındır”[98] “(Sen, Habîbim, onlara) de ki: ‘Kimindir o yer ve ondaki (bütün mahlûk) lar, biliyor musunuz?’ “Allah’ındır” diyecekler. ‘O halde iyiden iyi düşünüp de ibret almaz mısınız siz?’ de.”[99] ” “Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin”[100]

İslâm iktisadiyatım kapitalizmden ayıran ikinci fark şudur: İnsan, Allah’ın halîfesidir de sahip olduğu servet ve Allah’ın ona bir emanetidir. Onun için insan, emanetin şartları ile mükelleftir, yani, İslâmın ahlâkî değerleri, bilhassa helâl ve haram hükümleri, kardeşlik, içtimaî ve iktisadî adalet, gelir ve servetin müsâvî şekilde tevziî ve umumun hayrına çalışmak gibi mes’uliyetler altındadır. İnsanın sahip olduğu mal ve mülk, mutlaka İslâmî ölçüler içinde kazanılmak ve servet muhakkak yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: “Bu servet şüphesiz yeşil ve tatlı (iğfal edici ve ayartıcı) dır. Fakat kim onu hakkıyle kazanır ve hakkıyle harcarsa, o, sahibi için en mükemmel bir yardımcıdır. Halbuki kim onu meşru olmayan usullerle kazanırsa, o kimse, hep yiyen fakat hiç doymayan insan gibidir”.[101] Biri mal ve mülkü Allah’ın emâneti olarak muhafaza etmek öteki de manevî mükellefiyetler olan, iki cins faktörün meydana getirdiği fark, kapitalist mehazlara göre, pazar usûlü hakkındaki tahditler incelenirken meydana çıkacaktır:

a) Evvelâ, pazar sistemi bir plebisiti temsil eder. Plebisitin olduğu yerde, şahıslar tarafından harcanan her kuruş, oy demektir. Burada millî gelir kaynaklan çeşitli ihtiyaçlara ve şahısların oylarının bütününe göre otomatik olarak tevzi edilmiştir. Meselâ, liköre sütten daha fazla para harcanıyorsa, bu liköre olan daha âcil bir arzu yüzündendir. Bundan dolayı millî kaynakların daha çok likör istihsâline tahsis edilmesi lâzım ge­lecektir. Fiyat sistemine göre, bu, millî kaynakların en güzel şekilde tahsisine sebep olur. Bundan dolayı pazar sistemi, ahlâkî balamdan tarafsız olan bir hâkimdir. Hâkim hükmünü, sadece bu plebisitin neticelerine göre vermektedir. Halbuki İslâm iktisadî sisteminin ahlâkî bakımdan tarafsız olması için bazı şartlar vardır: İslâm’da mâlî ve tabiî kaynakların tahsis ediliş şekli, evvelâ İslâmî ölçülere uygun düşer, sonra da tüketicinin tercihine muvafık olursa işte o zaman en mükemmel bir değerlendirme yapılmış olur. Hakîki bir Müslüman, cemiyette bu ikisi arasında bir ihtilâf olması muhtemel değildir. Eğer böyle ihtilâf zuhur ederse o zaman da devlet seyirci kalamaz. Halk efkârını İslâm efkârına göre hazırlaması, onlara önder olması, ayrıca istihsal ve tevzi mekanizmasını idare etmesi ve böylece kaynakların tahsisini İslâmi gayelere göre tekemmül et­tirmesi devletin birer vazifesidir. Burada şu sual akla gelebilir: Gelir kaynaklarının tahsisinin İslama göre olup olmadığı nasıl bilinecektir? Bunu ortaya koymak, herhangi organize edilmiş hiyerarşik bir teşkilât veya din amirliğinin işi değildir ve böyle bir teşkilâtı da İslâm tesis etmemiştir. Fakat bu iş ancak, İslâmın tâlim ettiği siyasetin neticesi bulunan demokratik karar verme usûlü ile belli olur.

b) Sonra pazar sistemi, fiyatlarla bir mukayese yapılarak muhtelif fertlerin ihtiyaçlarının ve bunların ehemmiyetinin ortaya konabileceğini farzeder. Çünkü, tedavüldeki her para bir oyu temsil eder. Fertlerin müsavi miktarda para sarfına istekli olmaları ile aynı nispetteki ihtiyaçlarına işaret edildiği sanılmıştır. Hatta isteklerin hangisine öncelik tanınacağı şahıslar arasında mukayese edilebilse bile, kaynakların matlûba uygun tarzda tahsîsî için pazar düzeninin serbest çalışması iktisadda, gelirin müsavi surette tevziînin mevcut olduğunu gösterir. Gelirin böyle müsavi surette tevzii usulünün yokluğu halinde ise pazar sistemi tarafından meydana konacak olan mâlî kaynakların tahsisi işlemi, belki tüketicilerin büyük bir kısmı tarafından istenmeyebilir. Pazar sistemi, yüksek geliri olan insanlara, millî gelirden, kendi sayılarına kıyasla fevkalâde büyük bir hisse almak suretiyle, zaten pek az olan millî kaynaklan tamamen kendi oylarının ağırlığı sayesinde, içtimaî bakımdan çok düşük sayılan bir istihsâle çevirmeye fırsat vermektedir. Bundan dolayı, neticede tahsis edilen gelir kaynakları da içtimaî bakımdan az taleb edilir vaziyette olmaktadır. Burada fiyat sistemi, şahısların ne kadar oy aldığıyla uğraşmaz. O, sadece herhangi bir servis veya iyinin tercih ettiği tarafla alâkalı bulunan oyların toplamı ile ilgilenir. Binâenaleyh, İslâm iktisadiyatının gayelerinden biri olan, “gelirin müsâvî şekilde tevzii” prensibi, fiyat sistemini tatbik ederek matlûba uygun bir şekilde kaynakların tahsisini yapabilmek için bir zarurettir.

c) Üçüncüsü, pazar sistemindeki kuvvetlerin faaliyetleri kusurlu olabilir. Bu kusurlar inhisarcılar sebebiyle meydana geldiği gibi maliyet ve menfaati aksettirmeyen fiyatlar yüzünden de olabilir. Hizmet ve malın fiyatı, hem gereğinden fazla olabilir, hem de mâlî kaynaklara sahib olanlara yapılan ödeme, kendilerinin istihsâle yaptıkları yardımın üstünde veya altında olabilir, içtimaî refah yönünde çok mühim olduğu halde, değil sadece hizmet ve malın fiyatı, fakat aynı zamanda içtimaî maliyet ve menfaatler de fertler tarafından kendi hesaplarının dışında bırakılabilirler. O içtimaî refah ki, İslâmî sistemde çok mühim bir ağırlığa sahiptir. Kendi kendini ıslah temayülünde olan fiyat sistemi, hususî ve içtimaî menfaatler arasındaki ağırlığı bertaraf etmek ister. Fakat bu tahammül edilemeyecek kadar çok zaman alır. Sebebi de, pazarcılık idaresinde şahıs ve firmaların daima görüşlerinde bulunan kusurlardır. Böyle kusurlar meyanında, bazı mevzuatın rehberliği ve sıhhatli bir hükümetin kontrol olmadan, pazar sisteminin yalnız başına mâlî kaynakların en güzel şekilde tahsisini tahakkuk ettirmesi mümkün değildir.

d) Dördüncüsü: Kapitalist bir pazar sisteminde şahıs, kendi mallarının tek sahibi olduğu için, onları istediği şekilde kullanır. Bu nizamda istihsâlin imhasına karşı hiçbir ahlâkî müeyyide yoktur. Fiyatları yükseltmek veya yüksek bir seviyede tutmak için, adam malım isterse yakar, isterse okyanuslara döker. Fakat İslâmî nizamda, bütün mal-mülk Allah’ın bir emâneti olduğu için, böyle yapmak büyük bir cinayettir. Kur’ân-ı Kerîm, mülk ve hayatın bu şekilde imha edilişini, dünyada fitne ve fesat çıkarmakla bir saymıştır.[102] Kur’ân’ın bu talimatıdır ki, birinci halîfe Hz. Ebû Bekir’e, kendi kumandanı Yezid b. Ebû Süfyan’a harbe giderken şu talimatı vermeye mecbur kılmıştır: “Düşman toprağında bile olsan, gelişi güzel öldürme. Ekinleri ve hayvanları imha etme”.[103] Buna harpte bile müsaade edilmezse hiç sulh zamanında müsaade edilir mi? Böyle bir hareketin içtimaî mâhiyeti hayli yüksektir ve İslâm devleti buna müsaade edemez.

e) Beşincisi: Rekabet, pazarcılık sisteminin doğru çalışabilmesi için onun ayrılmaz bir unsurudur. Bu sistem sıhhatli bir rekabet şartları altında bile iktisadî mes’eleleri çözecek tabiî bir temayül göstermemiştir. Bu mes’eleler, işsizlik fiyat istikrarsızlığı ve içtimaî geliri müsâvî şekilde tevzi edebilmek, gibi meselelerdir. Onun için iddialı bir devlet tarafından vaz edilmiş bazı mevzuat ve talimatın bulunması lâzımdır.

f) Altıncısı: Rekâbetli bir mücâdelede, muvaffakiyet, bir takım usullerle mümkündür, ki, bu usuller belki hem ahlâkî bakımdan münâkaşa mevzuudur, hem de içtimâi ve iktisadî adalet ve gelirin müsâvî şekilde tevzii gibi prensiplerle ihtilâl halindedir. Bundan dolayı şahıslar üzerinde ahlâkî kontrol tesis  etmeden yapılan rekabet, bk faaliyeti, içtimaî bakımdan faydalı olsa bile mükâfatlandıramaz; içtimaî ve iktisadî adalet ibka ve kifayetsizliği bertaraf edemez; nihayet, gelirin müsavi şekilde tevziini tahakkuk ettiremez. Ayrıca mezkûr ahlâkî kontrolün, müessir bk mevzuat ve ahlâkî hedefi belli olan bir devlet tarafından da desteklenmesi lâzımdır.

Fertlere sunduğu hürriyet sebebiyle pazarcılık sistemini, İslâm’ın tanınmış olmasına rağmen bu sistemi mukaddes ve değişmekten müstağni olarak düşünmek mümkün değildir. Mühim olan, Müslüman bir cemiyetin gayeleridir. Pazarcılık sistemi, bu gayelere giden yollardan sadece biridir. O da, ferdî hürriyete götüren gaye ve hedeftir. Şu halde, İslâmî gayelerle mümkün olduğu kadar uyabilmesi için pazarcılık sistemini tâdil etmek lâzımdır. Pazarcılık sisteminin tatbikinde zarurî değişikliği yapmak için İslâm devleti faal bir rol almasını ister. Fakat sadece devletin müdâhalesi pazarcılık sisteminin bazı tahditlerini bertaraf etmesine rağmen içtimaî refah ve adalete müteveccih sıhhatli bir pazar iktisadiyâtı meydana getirmeye kâfi değildir. Pazar sisteminin öteki hususları da sadece mükemmel bir içtimaî sağlamlığın elde edilmesi ile giderilebilir. İçtimaî sağlamlık ise, iktisadî bk sistem ile ahlâk felsefesinin kenetlenmesi sayesinde elde edilir. Bu ahlâk felsefesi de içtimaî ve iktisadî adalet kaidelerini, içtimaî refahı, servet ve gelirin müsâvî şekilde tevziini bünyesinde taşır. Artık diye-biliriz ki, İslâm ile kapitalizm arasındaki bariz fark ikincisinin, devletin iktisadiyatta rolünü kabul etmesine rağmen, aslında laik olması, umûmun refahı, içtimaî ve iktisadî adalet için ahlâkî esaslara dayalı bk felsefenin bulunmayışıdır.

Bu hüküm, iki mühim meseleyi ortaya koyar. Bunlardan birincisi, İslâm iktisâd sisteminin manevî tarafıdır, ikincisi de, devletin, Müslüman cemiyetin iktisadî işlerindeki rolüdür. Bu iki meseleden birincisinin üzerinde durmak mevzuumuzun dışındadır. Mamafih, hayatın iktisadî yönünü tesiri altında bulunduran esaslar üzerinde kısaca durmak zarurîdir. Bu arada İslâmî iktisâd sistemi ile alâkalı olarak devletin rolü de muhtasar olarak gözden geçirilecektir.

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MANEVÎ DEĞERLER VE İSLÂMDA İKTİSÂD

NİZÂMI

 

 

İslâmın en bariz vasıflarından biri, onun beşerî faaliyetlerin her sahasında güzel huy ve ahlâkî mes’ûliyetlere çok ehemmiyet vermiş olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruluyor: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için, hem ölümü, hem hayatı icad eden O’dur.”[104]

Hz. Peygamber (s.a.v.) de yanı mevzuya muhtelif vesilelerle temas etmiş ve risâletine âid en mühim vazifelerden birinin “ahlâkın en güzelini tamamlamak” olduğunu beyan etmiştir.[105] En mükemmel Müslüman, ahlâkı en güzel olandır” buyumuşlardır[106]‘ İmanın dil ile ikan şarttır. Fakat, bir Müslümanın kıyamet gününde tamamen selâmette kalabilmesi için kâfi değildir. İnancın bir mâna ifâde etmesi için onun kendi samimiyetini ispat etmesi lâzımdır. Daha açık bir ifade ile, iman sahibinin, İslâmın tâlim ettiklerini tatbik etmesi lâzımdır. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm ne zaman îmandan bahsetse, hemen akabinden “âmâl-i sâliha” yi zikreder. Müminlere, yapmadıkları işleri başkalarına nasihat olarak söylememelerini ihtar eder. Çünkü Allah, söz ile amel arasındaki ihtilâfı, sözü başka işi başka olmayı sevmez.[107] Hz. Peygamber (s.a.v.), amel ile îmanın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ve biri olmadan diğerinin Allah tarafından kabul edilmeyeceğini beyan buyurmuşlardır.[108] İnanç ile vazife arasındaki âhenge İslâmın bu derece ehemmiyet verişi, Resûlullah efendimize şu mealdeki bir açıklamayı yaptırmıştır: İçki, zina ve hırsızlık gibi günahlardan herhangi biriyle İslâmın cemiyet nizâmını çiğneyen bir Müslüman, bu fiilleri işlediği anda, hakîki mânâda mü’min sayılmaz. Niçin? Çünkü, bir Müslüman Allah’ın rızasına teslim olan kimse demektir. Müslüman, inandıklarını dili ile söylediği halde, fiil ve hareketleri ile yaşamazsa o, hakikî Müslüman sayılmaz. Bu dünyada İslâmın istediği hayatı, ancak mükemmel inanç temellerine dayalı müstakim bir yaşayış, yahut güzel ahlâk sayesinde elde etmek mümkündür. Hakîki bir Müslüman cemiyeti, ancak şer’î emir ve nizamlara göre yaşayan insanlar tarafından tesis edilebilir.

İslâm tebligatının gayelerinden biri, ahlaken mükemmel fertlerin sayısını çoğaltmak ve mes’ud bir cemiyet meydana getirmektir. Hatta beş vakit namaz, oruç, hac ve zekât gibi farz ibâdetler, İslâm’da müstakil birer değere sahip olmalarına rağmen netice itibariyle fertleri tathîr etme ve onlarda ahlâkî şuur ve değerleri tekemmül ettirme gayesini güderler. Böylece insanları “müstakim bir yaşayış”a götürürler: “Namazı da dosdoğru kıl (ve kıldır). Çünkü namaz edebsizlikten ve akıl ve Şerî’ata uymayan her şeyden alıkoyar”[109] “Ey îman edenler, sizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi sizin üzerinizde de oruç yazıldı (farz edildi.) Tâki korunasmız”[110]. yalan söylemeyi terketmeyen ve yalan söylemeye devam edenin yeme ve içmekten vazgeçmesine Allah’ın ihtiyâcı yoktur”[111] “Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendisine) farz eder (ihrama girer) se artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac seferinize yetecek miktarda) azıklarının. Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekten, insanlara yük olmaktan) kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri, benden korkun”[112]“Onların ne (sadaka edilen) etleri, ne kanları hiçbir zaman Allah’a (yükselip) erişmez. Fakat sizden O’na (yalnız) takvaa ulaşır”[113] “Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onları (n hasenatını) bereketlendirmiş (kendilerini muhlisler mertebesine yükseltmiş) olasın”[114] Hatta, Hz. Peygamber (s.a.v.) cihâdı, insanın kendi içindeki şer temayüllere karşı esaslı bir mücâdeledir, diye tarif etmiştir[115] Çünkü bu çeşit temayülleri yenmeden, Ebû Zehra’nın dediği gibi “Cemiyet mensupları için sefalet veya musibet menbaı değil, fakat cemiyet için saadet kaynağı olan”[116] fertleri yetiştirmek mümkün olmaz. Bunun için önce şunu kabul etmek lâzımdır: Fazilet, yalnız farz ibâdetlerin ifa edilmesine denmez. Fazilet, Allah’a karşı olan kulluk, kendimize karşı olan şahsî ve bütün insanlara karşı olan insanî ve ahlâkî vazifelerimizin samîmi olarak yerine getirilmesine denir. İşte böylece, hayırlı ve hakîkî bir refah devletinin tesisi için adım atılmış oluyor. Bu tesis, içtimaî gayenin tatbikidir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruluyor: “(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz: bir (taat bu) değildir. Fakat bir, Allah’a âhıret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden, malı (m Allah) sevgisiyle (yahud: mala olan sevgisine rağmen) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalmış misafirlere,) dilenenlere ve köle ve esirler (i kurtarmay) a veren (kimselerin), ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler (in), sıkıntıda ve hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabr-u metanet gösterenler (in birridir). Onlar (yok mu? îmanlarında ve birr-ü taat iddiasında) sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin de ta kendileridir”.[117]

Bu, Kur’ânî emre uygun yaşamak yanında zikre değer bir başka nokta da, gerçekten insanın, dünyevî bir otorite tarafından kontrol edilmek ve cezalandırılmak tehlikesi olmadan, ahlâkın tesiriyle karar vermesi ve yanlışı reddetmesidir. Neden? Çünkü, ilâhî otorite, her şeyi gören ve bilendir. İnsan, dünyevî otoritenin elinden kurtulsa bile Âlemlerin Rabbı’ndan kurtulamaz. İlâhî Hukuk, hakkıyla yaşanmalıdır. İnsanın niyet ve amelleri medenî hukuku çiğnemeye matuf olmasa, fakat sadece yüksek ahlâk nizâmını çiğnemeye mütemayil olsa yine telin edilmeye mahkûmdur. İnsanların nazarında, o belki, günahsızdır. Fakat Allah indinde suçludur. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak soruyor: “O, kendisini hiçbir gören olmadığını mı sanıyor?”[118] ve buyuruyor ki, “Nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücâdele etme. Çünkü Allah hâinlikde ileri gitmiş günahkârları sevmez. İnsanlardan gizlerler de Allah’dan gizlemezler… Allah (m ilmi) yapacakları her şeyi kuşatıcıdır”.[119]

Bu kitabın esas mevzuu olan, iktisadî sahadaki doğruluğa gelince, bu, iktisadî gayretleri ahlâkî bir temele oturtmakla tahakkuk eder. Bu kısaca şu demektir: Gelir; sahih bir kaynaktan elde edilecektir. Harcama da, yerine ve meşru maksatlarla olacak ve insanlara yardım gayesi ile yapılacaktır. Bir Hadîs-i Şerifte bu ne güzel anlatılmıştır.: “Kıyamet günü insan, şu dört soru sorulmadan yerinden kıpırdayamıyacaktır: 1) İlmiyle ne kadar âmil oldu, 2) Zamanını nasıl harcadı, 3) Servetini nasıl kazandı ve nerede kullandı, 4) Vücûdunu nasıl bitirdi?”.[120]

Binaenaleyh, Müslümanların kazanma ve harcama faaliyetlerini nizama koyan İslâmın ahlâkî umdelerini kısa da olsa burada incelemek lâzımdır.

Kazanç

Dünyada bir kazanç ve mülk sahibi olmak için İslâm, yüksek ahlâkî ölçüler ortaya koyar. Yukarıda işaret edildiği gibi, bunlara itaat ve mucibince amel etmek bir Müslüman için farzdır. Hz. Peygamber (s.a.v.), her Müslümanın “bu meslekte mütevâzi olmasını” nasihat ettiler ve devamla, bunun ne mânaya geldiği anlattılar: “Helâlinden almak, haramından kaçınmak”, diye beyan buyurdular.[121] Kur’ân ile Hadîs, ikisi de bu meselenin üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Aşağıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler bu mevzuyu daha çok aydınlatmaktadırlar:

“Ey îman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticâret (malı) ola”[122] “Doğru ve namuslu bir iş adamı, Kıyamet Günü’nde peygamberler, sâlihler ve şehitlerle beraber olacaktır”.[123] “Hakkı olmadığı halde kim bir parça toprağı mülkiyetine geçirirse, o kimse Kıyamet Günü yedi kat yerin dibine batırılacaktır”.[124] “Haram yemektense, insanın ağzını tozla doldurması daha iyidir”.[125]

Meşru olmayan kazanç yolları men edilmiştir. Meşru bir usulle kazanılmış olan bir meblağ tesadduk gayesi ile harcanmalıdır. Çünkü “Allah iyidir ve iyiliği kabul eder”.[126] Ayrıca “Allah sadakayı meşru bir kazançtan verilmiş olmadıkça kabul etmez”.[127] Meşru olmayan kazanç yollarına karşı ikazda bulunurken Resûlullah (s.a.v.) teyidli olarak şöyle buyurdular: “Giymi (ve yiyim) işi ahlâkî bakımdan şüpheli olan kaynaklardan elde eden insanın namaz ve orucunu bu kaynaklardan vaz geçmedikçe Allah kabul etmez”.[128] Bir gün, “ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyin”[129] mealindeki âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra Resûlullah (s.a.v) beliğ ifadelerle şöyle buyurdular: “Yediği, içtiği ve giydiği hep haram yollardan elde edilen ve kendisi haram ile beslenmiş olan bir kimse, uzun bir yolculuktan sonra (hac için gelip), tozlu ve dantenalı bir elbise içinde ellerini semaya kaldırır, “ya Allah ya Allah,” diye niyaz ederse hiç onun ibadetleri Allah katında kabule karin olur mu?”.[130]

Demek ki kesin ve açık olan şey, iş ticâret ahlâkına olan ihtiyaçtır. Onun için bir Müslüman, “ticâret ticârettir”, “din din­dir” bunların birbiri ile alıp vereceği yoktur diyemez. Dünyevilik ile uhrevîlik, aralarında münasebet olmayan, su sızmaz iki ayrı kompartıman değildir. İslâm cemiyetindeki iş ve ticâret, mutlaka İslâmın yüksek ahlâkî değerlerine istinad ettirilmelidir. Bu takdirde o cemiyette ne bir ihtilâf, ne de bir uzlaştırma bahis mevzuu olur.

Bir Müslümana, yaptığı kontrat veya vaadleri yerine getirmesi vaciptir. Verdiği garantilere sâdık kalması şarttır. İsterse bu şerefli vazife onun için büyük bir maddî kayba sebep olsun. İnsanın yapmayı tekeffül ettiğini kasden ihmâl etmesi, imanında samîmi olmamasına işarettir. Keza para veya mülkün, ken­dilerinden emânet olarak alınan kimselere halisane iadesi de bir vecîbedir. En makbul hareketlerden biri, senin emânetine hıyanet edildiği halde senin başkasının emânetine hıyanet etmemendir:

“Ey îman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin”.[131] “Allah’a ve o peygambere hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken kendi emânetlerinize hainlik eder misiniz?”.[132] “Münafığın alâmetleri üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman vaadinde durmaz ve kendisine emânet edildiği zaman ona hıyanet eder”.[133] “Emânetleri onları emânet olarak bırakanlara sadâkatle iade ediniz ve sizi aldatanı siz de aldatmayınız”.[134] Ahlâkî olmayan usullerle veya ahlâksızlığı yaymak suretiyle gelir temin etmek yine aynı şekilde haramdır. Ahlâkî ölçülere zıd olan ve suç sayılan fiillerle eşyaların satışı da keza memnû’dur:

“De ki: ‘Rabbin ancak hayâsızlıkları, onların açığını, gizlisini, bununla beraber (her türlü) günahı, haksız isyanı, Allah’a – hiçbir zaman bir burhan indirmediği – herhangi bir şeyi eş tutmanızı, Allah’a bilmeyeceğiniz şeyleri isnad etmenizi haram etmiştir”.[135] “Kötü sözlerin iman edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler (yok mu?) Dünyada da, âhırette de onlar için pek acıklı bir azab vardır”.[136]

Çalmak, kandırmak, hile ve sahtekârlık yolu ile gelir temin etmek veya servet sahibi olmak ahlâksızlıktır. Bunun yanında, bir Müslüman iş adamının malını satmak için şaşırtıcı bir ifâde veya hilekâr bir lisan kullanması ve meslekdaşının iş ve istihsâlini haksız olarak küçültmesi de haramdır. Müşterilere sunduğu mal hakkında dürüstlükle bilgi vermeli ve ticâret metâının maddî hakikatlerini ortaya koymalıdır. Aksi halde müşteri yanıltılmış olur:

“Kim böyle hainlik eder (ganimet ve ammeye âid hâsılattan bir şey aşırır, gizler) se kıyamet günü hainlik ettiği o şey (in günahını) yüklenerek gelir. Sonra herkes ne etti, ne kazandıysa (mücâzat ve mükâfatı) eksiksiz ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar”.[137] “Kim Allah’ın hürmet (edilmesini emreylediği şey) lere ta’zimde bulunursa bu Rabb indinde kendisi için (mazh-ı) hayırdır”.[138]

“Namus olmayanda îman yoktur”.[139] “Meşru olmayan yollarla kazanan cennete giremez”.[140] “Hırsızlık ânında îmanı olan kimse hırsızlık yapmaz”.[141] “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Kusurlu bir malın kusurunu söylemedikçe ona o malı satmak caiz olmaz”.[142]

Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif yerlerde Müslümanların ahlâkî emirlere uymaları emredilmiştir. Müslüman, ölçüde ve tartıda vicdanlı olacaktır. Cenâb-ı Hak, ahlâkî emirlere uymamayı, dünyada fesat çıkarmaya eşit saymıştır:

“Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk etmeyin”.[143] “Ölçek de ve tartıda hileye sapanların vay haline. Ki onlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman (haklarını) taslaman alanlar, onlar (insanlara) ölçekle yahud tartı ile verdikleri zaman ise eksiltenlerdir. Sahiden onlar (öldükten sonra) diriltileceklerini sanmıyor(lar) mı, büyük bir günde, âlemlerin Rabbı (olan Allah’ın hükmü) için insanların (kabirlerinden) kakacağı günde?”[144]

Malın kalitesi, methedildiği gibi veya umûmî arzuya muvafık şekilde olmalıdır. Bu da ahlâkî bir vazifedir. Gıda maddelerinin kalitesini düşürmek ahlaken suçtur. Ticarî emtianın böyle kalitesiz şekilde satılışı da hatadır. Zira kalitesiz mal ve gıda umûmun sıhhat ve saadetine zarardır. Binâenaleyh, “Aldatan kimse bizden değildir”.[145] Ayrıca: “Yemin, malın satışını belki daha iyi yapar fakat işin bereketini giderir”. [146] “Müslümanı inciten ve aldatan kimse tel’in edilmiştir”[147] “Kim başkasını incitirse Allah da onu incitir, kim başkasına zorluk çıkarırsa Allah da ona zorluk çıkarır”.[148]

Para, mevki, iş veya mukavele yapmak gibi avantajlar sağlamak için baştaki âmir ve insanlara rüşvet veren kimseler, rüşveti kabul eden ve aracılık yapanlarla beraber aynı şekilde takbih edilmişlerdir. Hatta memurun halktan hediye alması bile men edilmiştir.

“Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını günah (ı mucib suretler) le yemeniz için onları (o malları) hâkimlere aktarma etmeyin”.[149] “Resûlullah (s.a.v.), rüşveti alanı, vereni ve ikisi arasında tavassut edeni takbih etti”.[150]

“Tayin ettiğim bir vali nasıl olur da bu Beytü’l malindir, bu da hediye olarak benimdir diyebilir? Niçin o, ebeveyninin evinde oturmaz ve bu hediyeleri orada da alıp almayacağına bakmaz. Eli Muhammed’in üzerinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden herhangi biriniz haksız olarak Beytü’1-male âid olandan bir şey alırsa, hesap gününde o, onun boynuna geçirilecektir”, Resûlullah sonra ellerini kaldırdı ve iki defa şöyle dedi: “Ya Rab, tebliğ ettim mi?”[151]

Bir başka yasak da, fiyatları yükseltmek maksadıyle, mal istifçiliği ve inhisarcılığı yapmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Kim, Müslümanlara karşı fiyatları yükseltmek niyetiyle istif yaparsa, o kimse günahkârdır”.[152] Hidâye müellifine göre bunun mânâsı şudur: “Malı tüketicilere vermek -istifçilik yapmak- demek, tüketicileri haklarından mahrum bırakmak ve onların yaşayışlarını zorlaştırmak demektir”. Mamafih şunu da ilâve etmiştir: “Eğer istifçilik umumun menfaatini rencide etmezse, o zaman onu muzır kabul etmemelidir”.[153]

Ebû Hanîfe hazretleri, istifçiliği tarif ederken onu sadece gıda maddelerine tahsis etmiştir. Ona göre istifçilik, uzun müddet erzakın elde tutulması ve böylece umumun menfaatinin zarar görmesidir. Fakat talebesi Ebû Yusuf meseleyi daha geniş ele aldı. Satıştan alıkonma suretiyle umumun menfaatini zedeleyen ve hayatın devamı için ister lüzumlu isterse lüzumsuz olsun, her çeşit ticaret malını, Ebû Yûsuf istifçiliğe dâhil etti.[154] Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf un görüşlerinin tahlilinden şu netice çıkıyor: Bu iki imamın da maksadı, umûmî menfaatlerin korunmasıdır. Piyasanın mühim maddelerinin mühim bir kaynağı üzerinde istif ve inhisarcılık yolu ile kontrol sahibi olmayı ve böylece piyasada taleb arttırılarak malın fiyatını değerinden daha fazla çıkartmayı, her iki imam iltifatla mekruh saymıştır. Diğer taraftan Ebû Yûsuf, bunu umûma teşmil ederek daha da ileri gitti. Her çeşit malda, istifçilik ve inhisarcılık yapmanın mekruh olduğunu söyledi. Bu mallar piyasadaki talebe göre is­ter eksilip artan cinsten olsun isterse olmasın. Yeter ki umûmun menfaati bu istifçilik veya tekelcilikle incinmiş bulunsun. Ebû Hanîfe’nin bunu her mala teşmil etmekteki isteksizliği, yukarıda işaret edildiği gibi, belki de onun ferdî hürriyeti tahdîd ederim endişesinden ileri gelmektedir. Çünkü şahsın hürriyeti, sadece içtimaî menfaat zarar gördüğü zaman kısıtlanmaktadır. Büyük çaptaki işlerin umûmileştiği modern dünyada tekeller, ki ne normaldirler ve ne de iktisadî bir ölçüleri vardır, mutlaka tahdid edilmelidirler. Çünkü onlar, fiatları rekabet edebilecek bir seviyenin üzerinde tutmak ve gelişen iş kabiliyetleri ile büyüyen istihsalden zarar görürüz endişesiyle istihsâli en normal seviyeden daha aşağı bir mertebede bulundurmak temayülünde olduklarından umûmî menfaate zarar vermektedirler. Mamafih, amme hizmetlerine yarayan bazı tabiî inhisarlar (meselâ, hava gazı, elektrik ve su işletmesi gibi) ve tartı iktisadiyâtı sebebiyle olan tekellere mutlaka müsâade edilmelidir. Çünkü bunlar, amme menfaati içindir. Yeter ki, istihsâlin veya onun tevziinin en âlâ mertebede olduğunu takip ve yüksek tekel fiyatlarının tatbik edilmediğini kontrol edebilecek devletin yeterli bir mevzuatı bulunsun.

İslâm, içtimaî ve iktisadî bir devlet tesis etmekle bir şahsı diğerine istismar ettiren bütün yollan kapatmaktadır. Bu istismar, patronun işçiyi, kapitalistin müteahhidi, tüketicinin üretici ve komisyoncuyu, istismarıdır veya aksine, birincilerin onuncular tarafından sömürülmesidir. Ne eksik ne de fazla, herkes sadece hak ettiğini alacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “insanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesadcılar olarak bozgunculuk etmeyin”[155] diye buyurulmaktadır. Adaleti ibka ve istismarı imha eden böyle bir düzen içinde Kur’ân, ribâyı (faizi), başka bir deyişle, iş riskine iştirak etmeksizin kapitale ilâve edilen bir mikdân almayı haram kılmıştır. Çünkü bu, İslâmın içtimaî ve iktisadî adalet düşünceleri ile ihtilâf halinde bulunmaktadır. Eğer kapitale ilâve edilen o mikdar, işin hem iflâsına hem de kârına iştirak edildiği zaman kazandırsa bu takdirde onu alması caizdir.[156]

Bir Müslüman, meşru olmayan kazanç yollarını bertaraf edip, iyi bir iş ve meslek sahibi olarak kazancını temin edebilir. Bu yol ve usullerin hepsi yukarıda zikredilmemiştir. İyi bir iş veya mesleği Cezîrî şöyle tarif eder: “O, insanın başkalarını aldatmadan, ahidleri ve vaadleri bozmadan veya Allah’a-’ meydan okumadan yapılan bir iştir”.[157] İdeal bir Müslüman iş adamı, “(öyle adamlar) vardır ki onları ne bir ticâret, ne de bir alış veriş Allah’ı zikretmekden, dosdoğru namaz kılmakdan, zekâtı vermekten alıkoymaz”,[158] diye Kur’ân-ı Kerîm’de tarif edilen kimsedir, ve o “satın aldığı, sattığı ve borcunu istediği zaman (hep) mütevâzîdir”.[159] Servet, ik­tidar ve itibar hırsı insanı kazanç için meşru ve ahlâkî olmayan yollara sürüklediği için Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu takbih etmiştir. Ve iman ile temanın bir arada olamayacaklarını kesinlikle beyân etmişlerdir.[160] Buyurdular ki: “Koyun sürüsü içine bırakılan iki kurt, servet ve ikbâl hırsının îmana yaptığı zarar kadar zarar yapamaz”.[161] Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kimsenin hırs ve tamahdan uzak kalması için onun hayat şartlarının daha iyi bir seviyeye yükseltilmesini zarurî görmüşler[162] ve bir kimsenin hayat şartlarını. iyileştirmeye çalıştırmasının dünya muhabbeti ile aynı olmadığım söylemişlerdir. İslâmın iş ahlâkında “doğru” veya “yanhş”ın nasıl anlaşılacağı meselesi üzerinde daha fazla tafsilâta girmeye lüzum yoktur. Bunların nasıl tespit edileceğini bildiren âyet-i kerîme hadîs-i şeriflerde açık emirler vardır. Fıkıh külliyâtı, keza bu mevzuda bir hayli zengindir. Bununla beraber, ticarî sahada şerî’atın beyanları olmayan meseleler de zuhur edebilir. İslâm tebligatının ruhunu anlamış olan zevat, böyle hallerde, kendi vicdanlarına baş vurarak yanlışı doğruyu birbirinden fark edebilirler. Tıpkı Peygamberimizin, sahabe-i kiramdan Vâbisâ’nın bir sorusuna verdiği cevapta olduğu gibi:

“Ey Vâbisâ, kendi kendine sor. Fazilet, seni mutmain eden ve sana rahatsızlık hissettiren şeydir. Redâet de, halk ona iyi dese bile seni rahatsız ve kedernâk eden haldir”.[163]

Öte yandan öyle haller olur ki, insan nenin helâl olduğunu kestiremez. O takdirde aşağıdaki mütevâtir hadîs bir rehber olacaktır. Fakîhler bu Hadîs-i Şerifi, Hz. Peygamberin ahlâka müteallik tebligatınının esaslarından biri olarak kabul ederler. Hadîs-i Şerif şudur:

“Helâl da belli haram da bellidir. Bu ikisi arasında kalan meseleler insanların çoğunun hakkında kesin bilgi elde edemedikleri meselelerdir. Kim ki şüpheli işlerden kendini muhafaza ederse, îmanını ve şerefini korumuş olur.”[164]

Harcama

Ahlâk dışı usullere baş vurmadan hakkıyla kazanılan bir servet, Allah’ın emâneti olduğu için ne istif edilebilir ne de. işletmekten alıkonulabilir. Havaî maksatlarla israfı ise hiç mümkün değildir. Meşru tüketim, amme menfaati veya yatırım için servet ve gelir kaynaklarını kullanmamayı, saklayıp stok yapmayı İslâm tel’in etmiştir. Çünkü insanın kendisi ile başkalarının menfaati için kaynakların çalıştırılması lâzımdır. Ancak bu takdirde onlar yaratılış gayelerine göre kullanılmış olacaklardır: “Altını ve gümüşü yığıb ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek acıklı azabı muştula”[165] Hz. Peygamber (s.a.v.) bir kimsenin münbit arazisini sürmemesini hoş görmediler ve buyurdular ki: “Arazi sahibi arazisini kendisi sürsün, eğer kendisi vazgeçerse kardeşi sürsün”. Halîfe Ömer’in de halka şöyle gediği mervîdir: “Kimin parası varsa onu işletsin. Tarlası olan da onu sürsün”.[166] İslâmın bu talimatının incelediğini kavrayan İbn Haldun şu izahda bulunmuşdur: “Bil ki servet, emniyet içinde saklanmak için istif etmekle çoğalmaz. Bil ki, o, halkın refahı ve kullanıldığı ve insanlara hakları bahsedildiği ve sıkıntıları giderildiği zaman çoğalır ve kendi kendisini tathîr eder. Böylece insanlar müstefid olur ve devlet kuvvetlenir”.[167]

Tüketim masrafına gelince, “vasat” olmak İslâm talimatının özüdür. Bu hususda Kur’ân-ı Kerîm şöyle emrediyor: “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez”.[168]  Bir başka âyet-i kerîmede şöyle beyân buyuruluyor: “Onlar ki (hakîki mü’minler) harcadıkları vakit ne israf ne de sıkılık yapmazlar; (harcamaları) ikisi arası ortalama olur”.[169]

Çünkü İslâm münzevî bir din değildir. Hattâ Hz. Peygamber (s.a.v.) Müslümanları, hayatın bütün konfor ve neş’esinden faydalanmaya teşvik etmiştir: “Siz kendinize ve ailenize karşı bir mes’ûliyet taşıyorsunuz”[170] ve “takva, kendinizi bu dünyada meşru olandan uzak tutmada değildir”.[171] Halîfe Ömer de şu öğütte bulunmuştur: “Allah size cömertlikte bulunduğuna göre, size de kendi kendinize cömert davrandığınızdan emîn olunuz.”[172]

İslâm mes’eleleri aklî bir açıdan ele alırken harcama ile alâkalı olarak sadece rehber mahiyetindeki kaideleri ortaya koyar. Tıpkı şahsî tüketimin zaman ve zemine göre olan masraflarının, ferdî gelir ve durumlara, umûmî servete ve Müslüman bir cemiyetin yaşama şartlarına göre belirtilmesi gibi. Tabiî bu masrafın ahlaken şuurlu ve kalben mütevâzî olan bir şahsın hayatı ile mütenâsib olması lâzımdır. Müslüman, servetini kendi konforu veya verimini artırmak için harcamaya zorlanmasına rağmen, gururlu, haşmetli ve şatafatlı bir gösteriş yapmak maksadiyle gelir kaynaklarını dikkati çekici bir tüketim için harcamasına müsaade edilmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Allah, çalım satmak için giyinenlere bakmaz”[173]  ve “Allah, size mütevazı olmayı öğretmeyi bana vahyetti. Hiç kimse başkasına karşı üstün görünmesin ve hiç kimse bir diğeri önünde böbürlenmesin”.[174] Bundan başka bir Müslüman, içkiye kumara, fuhşa veya ahlâksızlığın bütün nev’ilerine ve İslâmın tasvîp etmediği hallere para harcamaktan men edilmiştir:[175] “Ey îman edenler, içki kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza eresiniz”.[176]

“De ki: Rabbim ancak hayâsızlıkları, onların açığını, gizlisini bununla beraber (her türlü) günahı, haksız isyanı, Allah’a (hiçbir zaman bir burhan indirmediği) herhangi bir şeyi eş tutmanızı, Allah’a bilmiyeceğiniz şeyleri isnad etmenizi haram etmiştir”[177]

“O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten neh-yediyor, onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri helâl, (helâl kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor”[178]

Kendisini kardeşlik ve adalete adamış bir cemiyeti meydana getirmek için İslâm, zengin ve fakir arasındaki muazzam servet ve gelir dengesizliği yüzünden meydan gelen içtimaî ihtilâfları bertaraf etmeyi kendine gaye edinmiştir. İslâm, hukûku’l-ibâda çok önem verir ve oldukça konforlu bir hayatın icab’ ettirdiğinden daha fazla kazanan bir Müslümana, kul hakkı dolayısıyla fakir kardeşlerine yardım etmesini dinî bir vazife sayar. Kur’ân-ı Kerîm kat’î olarak bildiriyor ki, namazlarına devam eden zengin mü’minlerin “mallarında sâil ve mahrum için belli bir hak vardır”.[179] Ayrıca şu emrediliyor: “Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin”[180] “Sadaka fakir için bir lütuf olarak düşünülmemelidir. O, fakirin zenginin malından olan hakîki bir istihkakıdır” demekle halife Ömer Kur’ân’ın bu emrini tefsir etmiştir.[181] İdeal olan amel, başkalarına gelirin sadece masraflar dışında kalan artık kısmından vermek değildir. Diğerlerinin ihtiyâcı çok âcil olduğu anlarda bağış ve fedâkârlıklarda da bulunmak lâzımdır: “Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz mallarından daha üstün tutarlar”.[182] “Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) har-cayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-ü taat etmiş) olmazsınız”.[183] Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuşlardır: “Bir mü’min kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe hakîki mümin sayılmaz”;[184] “Komşusu açken, doyuncaya kadar yiyen mü’min sayılmaz”,[185] “Kim bu dünyada bir mü’minin müşkilini giderirse Allah da hesap gününde onun müşkilini giderir”[186]

Başkaları için olan bu yardımın ard düşüncelerle değil, sadece Allah rızasını kazanmak ve insanın kendisini ıslah etmek gayesiyle yapılması lâzımdır. İslâm dini bunun üzerinde ısrarla durur.[187] Kur’ân-ı Kerîm, bir kimsenin kendi cömertliğini teşhir etmesini men etmiştir. İnsana yapılan yardımı başa kakmak ve onu rezil edip gücendirmek de yasaktır:

“İyi (güzel ve tatlı) bir söz ve bir ayıp örtme; ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Ey îman edenler, sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah’a ve âhıret gününe inanmayan bir kimse gibi- başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin”.[188]

Karşılıklı yardımlaşma ile muhtaçların ihtiyaçların giderildiği ve servetin mütesâviyen tevzi edildiği bir aile yuvasına benzeyen İslâmî bir topluluk meydana getirmek için İslâm mükemmel bir sosyal güvenlik sistemi kurmuş ve buna dînî bir kudsiyet atfetmiştir. Bu nizamın bir başka çeşidi yeryüzünde mevcut değildir. Bir Müslümanın zekât veya sosyal – güvenlik fonuna servetinin yüzde 2,5 nisbetinde yardım etmesi dinî bir vecibedir.[189] İslâm’da böyle büyük ehemmiyeti olan müessese zekât müessesesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, mü’minlere ne zaman namaz kılın diye emredilse hemen ardından zekâtlarınızı verin emri gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.), “kim namaz kılar da zekât vermezse, onun ibâdetleri nafiledir” buyurmuşlardır.[190]

İslâm dini, Müslüman bir devlet mevcut olduğu zaman zekâtın toplatılmasını devlete bırakmayı tercih etmiştir. Bu tatbikat, Hz. Peygamber zamanında ve ilk iki halife Hz. Ebûbekir ile Hz. Ömer devirlerinde carî olan icraattır. Hatta Hz. Ebûbekir, devlete zekât ödemeyenlere karşı harb bile açmıştır.

İhtiyaç içinde olanlara zekâtı doğrudan doğruya almaya müsaade eden, üçüncü halife Hz. Osman’dır.

Meşhur müfessir Ebûbekir el-Cessas, aşağıdaki âyet-i kerimeye dayanarak, zekâtın doğrudan doğruya muhtaç olanlara değil, sadece devlete ödenmesi lâzım geldiği fikrini müdâfaa etmektedir. “Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini (günahlardan) temizlemiş, bununla onları (n hasenatını) bereketlendirmiş, (kendilerini muhlisler mertebesine yükseltmiş) olasın”.[191] Emredilen ve İslâm devleti tarafından tahsil edilen yalnız zekât değildir. Eğer devletin sosyal güvenlik fonuna akan zekât, Müslüman bir cemiyetin gereken sosyal güvenliğini gözetmeye kâfi gelmezse, o zaman zekât adı altında yapılan ödemelere ilâveten yeni bir para daha toplanır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Sizin servetinizde, zekâtın ötesinde daha mükellefiyetler vardır”.[192] Zekât, modern bir devletin aldığı vergi ile karıştırılmamalıdır. Aynı vergi, devletin muhtelif masraflarını karşılamak için İslâm devleti tarafından da toplanır. Zekât hususi bir Sosyal-güvenlik vergisidir. Zengine farzdır ve cemiyetteki bütün fertlere en asgarî bir hayat seviyesini garanti etmek için muhtaç ve fakir olanlara dağıtılır. Böylece gelirlerdeki eşitsizlik, toleranslı ve sıhhatli bir seviyeye düşürülür.

İslâmın, gelirin müsavi şekilde taksimi hakkındaki ideali, bir şahıs öldüğü zaman tam bir şekilde gerçekleşmektedir. Ölünün vasiyeti, ancak mülkünün üçte biri üzerinde geçerlidir. Kalan üçte iki, Kur’ân ve Sünnet’in İslâmî bir cemiyette servetin müsâvî şekilde dağıtımı için emrettikleri dengeli bir programa göre tevzi edilmektedir. Şahsın vasiyet etme hakkı olan üçte bir nisbetindeki miktar, keza kendisi tarafından İslâmî gayelerin ta­hakkuku için dağıtılmaktadır. Bununla muayyen kimselerin veya İslâm cemiyetinin ihtiyaç ve eksikleri giderilir. Çünkü bunlar miras hukuku tarafından tekeffül edilmemiştir. Geliri tevzi eden ve sosyal güvenliği sağlayan böyle bir sistemi ge­tirmekle İslâm, tembelliği teşvik veya çok çalışmayı men etmiş değildir. İnsanın sıkı çalışması ile kendi maişetini kendisinin kazanması hakkındaki İslâmî emri Hz. Ömer (r.a.) şu sözü ile sembolize etmiştir: “Hiçbiriniz, ‘Ya Rab bana rızık ver’ diyerek maişeti için çalışmaktan geri kalamaz. Muhakkak ki gök yüzü altın ve gümüş yağdırmaz.[193] Allah’ın lütfunu ara ve başkalarına yük olma”.[194] Hatta, zekât fonunun dağıtımı ile vazifeli cemiyete hükümete âid müesseselerin, fakiri iyi bir eleman olarak yetiştirmek için bir siyâset takip etmeleri daha akıllıca olur. Fakir bu takdirde lüzumlu vasıflarla teçhiz edilir, kendisine münasip bir iş bulunur ve neticede İslâmın istediği şekilde kendilerini idare edebilecek duruma gelmiş olurlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) in hayatından bir misâl de bunu teyid eder: Resûlullah (s.a.v.), Ansardan birini dilenirken gördüler. Ona, sadaka vermeyip, maişetini kazanacak münasip bir hal tarzı gösterdiler. Hayatı bu şekilde kazanmanın dilenmekten daha hayırlı olduğunu beyan ettiler.[195] Bu hâdise bize şunu öğretiyor: İslâm, işsiz, dul, ihtiyar, hasta ve iktidasız olan talihsiz insanlara yardımı teşvik etmektedir. Hakîki ihtiyaç sahibi olmayan sağlam ve sıhhatli olan kimselerin dilenmeleri Peygamberimizce men edilmiştir.[196]

İçtimaî yardım ve tesânüd için yapılacak harcamalara rağmen, gayesiz masraflar sebebiyle veya gösteriş için yapılan tüketimden uzak kalınarak muazzam bir fazlalık elde edilir. 8u meblâğın, istif edilmesine veya başıboş bırakılmasına müsaade edilmeyeceğinden, onun mutlaka, içtimaî balamdan matlûb olan eşyayı imâl etmek, vazife ve iş imkânlarını artırmak üzere yatırımlar için sarfedilmesi şarttır. Allah’ın yerde ve gökte halkettiği tabiî kaynaklan yatırımlar sayesinde insanlığın iyiliği için işletmek demek, İslâm cemiyetini gayesine erdirmek demektir. Zira bu takdirde tam bir istihdam ve yüksek bir iktisadî gelişme elde edilerek fakirlik nispeti azaltılmakla ve herkese şâmil bir refah seviyesi ve gelirin müsavi tarzda tevzii haline ulaşılmaktadır. Binâenaleyh, lüzumsuz tüketimi kontrol ederek daha büyük bir biriktirme ile daha geniş bir yatırım yapmak, İslâmî gayelerin tatbikine yardım ettiği için bu aynı zamanda faziletli bir ameldir. Peygamberimiz (s.a.v.), bilhassa aşağıdaki nasihatleriyle yatırım yapmayı hoş karşılamamışlardır: “Kim bir ev satar da, kârını aynı işe yatırmazsa, Allah o kârı mübarek kılmaz”.[197] Yine, “İhtiyacı olmaksızın kim bir ev satarsa, Allah onun israf edilmesine müsâade eder ve o da israf edilir”[198]

Bu bölümün hulâsası şudur:

İslâm manevî değerlere fevkalâde büyük bir ehemmiyet vermektedir. İktisadî düzeni ise kuvvetli bir ahlâkî temele dayandırmaktadır. Varlıklar içinde yüzen bir Müslüman kendi nihâî selâmeti için, İslâmın koyduğu yüksek ahlâkî emirlere uymak mecburiyetindedir. Bu çerçeve içinde kazanılan bu- servet asla muattal bırakılmayacaktır. Ayrıca Müslüman cemiyetin iktisadî gayelerini beslemek için yatırımlarda harcanacak ve başkalarının menfaati için kullanılacaktır. Karşılıklı yardım ve dostluk ruhu içinde olan ve ahlâkî şuura sahip bir cemiyetin hedefine varması için, bu değerleri genç dimağlara aşılayacak bir maarifi nizamına da sahip bulunması şarttır. Böyle bir eğitim programını ciddiyet ve samimiyetle yüklenmek İslâm devletinin zaruri bir vazifesi ve Müslüman cemiyetin ahlâkî bir borcudur.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

DEVLETİN ROLÜ

İslâmın iktisadî nizamı devlet inkıraza uğradığı zaman Komünizmin ideal durum olarak kabul ettiğini çare olarak seçmez. İslâm, anarşiyi kat’î olarak reddeder, nizam ve düzeni korur. Kur’ân-ı Kerîm, nizamsızlık ve anarşiyi açık olarak tel’in etmektedir.[199] Hz. Peygamber (s.a.v.) de İslâm cemiyetindeki nizam ve otoritenin lüzumunu belirtmişler ve hatta beraber seyahatte bulunan üç Müslümandan birinin kendilerine başkan seçilmesini nasihat etmişlerdir.[200] Yine buyurmuşlardır ki: “Kendisinden Allah’a karşı gelmesi istenmedikçe bir Müslümanın, sevse de sevmese de âmirini dinlemesi ve ona itaat etmesi şarttır”.[201] İkincisi halife Ömer de, siyâsî bir otoritenin lüzumunu belirtmiş, düzenli bir cemiyet bulunmadan İslâmın yaşamayacağını, bir lider bulunmadan da düzenli bir cemiyetin olamayacağını ve itaat olmadıkça da liderin mevcut olamayacağını söylemiştir.[202]

İmamı Şâfi’î yaşadığı (Hicrî 150 – 204) asrın hâlini şöyle anlatır: “Müslümanlar arasında icma’ vardır. O halde Müslümanların da başında bir halifenin bulunması şarttır.”[203]

İktidar ve nizâma karşı İslâmın bu tavrı, Haricîler hâriç, bütün Müslüman siyâsî efkârını devamlı olarak tesiri altında tutmuştur. Hicrî birinci asrın ilk yansında, Bağdad’da birbirinin muasırı olan ve her biri ideal bir devletin bariz hususiyetleri hakkında yazı yazan meşhur iki hukukçu, Ebû Ya’lâ ile Mâverdî, hükümranlığın mutlak bir zaruret olduğunu teyid etmişlerdir.[204] Hatta Ebû Ya’lâ, fakîh ve muhaddis olan Ahmed ibn Hanbel’in şu sözünü nakleder: “İnsanların işlerini idare edecek bir hükümdar bulunmadığı vakit ortada ni­zamsızlıktan başka bir şey yoktur.”[205] Mâverdi’ye göre: “Hükümdarın mevcudiyeti, ilim tahsili ve hak mücâdelesi kadar zarurîdir”.[206]

Mamafih İslâm, siyâsî otorite mevzuunda orta yolu tutmuştur. Otoritenin kullanılması, ne diktatör bir devletteki gibi sıkıdır, ne de hükümetin sanayi ve ticâret işlerine karışmadığı devletlerde olduğu gibi gevşektir. Devlet, İslâmî gayelerin tatbiki için bir vasıta olarak çalışmaktadır. O,’şahsın hürriyetine hürmet eder; İslâmın ahlâkî değerlerini zerk etmek için salâhiyetini kâfi derecede kullanır. İçtimaî ve iktisadî adaleti takbik eder ve nihayet gelirin müsâvî tarzda tevziini tahakkuk ettirir.

Devlet, kendisine tam bir İslâm devletidir hükmü verilmeden muayyen bazı şartları – yerine getirmesi lâzımdır. O, evvelâ bütün işlerde Allah’ın hâkimiyetini tanımak ve tesis etmek mecburiyetindedir; sonra demokratik olmalıdır ve kendisini refahın sağlanmasına vakfetmelidir.

Hâkimiyet Allah’ındır. Bu dünyada câri olan, sadece O’nun iradesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Haberiniz olsun ki yaratmak da, emretmek de O’na mahsus”[207] “Hüküm AHah’dan başkasının değildir”[208] “Rabbinizden size indirilen (Kur’ân-ı Kerîm)e uygun, ondan başka(larını) velîler (edinip de kendilerin) uymayın”. [209]

Allah’ın hâkimiyeti ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’te izah edildiği veçhile, Ahlâk Kanununun hâkimiyetini ifade eder. İnsan Ahlâk Kanununu ne yapabilir, ne de bozabilir. Çünkü o değiştirilemez, insan ona sâdece teslim olur.

Allah’ın hâkimiyetinin kayıdsız şartsız kabulü sebebiyle İslâm devleti, bazıları tarafından yanlış olarak teokratik diye isimlendirilmiştir. Binâenaleyh o, teokratik değildir. Batılı mânâda da, şüphesiz, öyle değildir. İşaret edildiği gibi, Allah’ın hâkimiyeti ilâhî hukukun veya ahlâkî değerlerin yüceliğini mutazammındır. Yoksa herhangi bir kimsenin, ferd veya grubun diktatörlüğü demek değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar Allah’ın halîfesidir.[210] Binâenaleyh hepsi de İlâhî Hukukun tatbikinde eşit hisseye sahiptirler. Kur’ân-ı Kerîm Sünnet’te açıklandığı gibi İslâm Devleti, Ahlâk kaidelerine dayalı demokratik bir çatı iktisâb etmektedir. Bir kere Allah’ın hâkimiyeti kabul edildi mi artık otorite bütün ümmetin üzere havale edilmiştir. Karar verme işi de ümmet veya onun hakîki temsilcilerine demokratik usullerle danışarak yerine getirilmektedir.

Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyuruluyor: “İş hususunda onlarla müşavere et”.[211] “O kimselerdir ki, Rablerine itaate icabet etmişler ve namazı gereği üzere kılmışlardır. İşleri de hep aralarında danışıklıdır”. [212]

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İstişareye müracaat eden bir millet en doğru usûlü bulmuş demektir”.[213] Peygamber olarak kendileri de yukarıdaki Kur’ânî emre göre yaşamışlar hattâ bu yaşayış, ashabından Ebû Hüreyre’nin şunu nakletmesine vesîle olmuştur: “Hiçbir kimseyi Resûlullah kadar başkaları ile istişare ederken görmedim”.[214]  Bir defasında Hz. Ali (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.) e, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Şerîfe’de işaret bulunmayan bir mesele hakkında nasıl karar verileceğini sordu. O da şu karşılığı verdi: “Mü’minler arasında müttekîleri topla, onlara danış ve bir kişinin görüşüne dayanarak hüküm verme”.[215] Bu demokratik ruhu Hz. Peygamber’den ahzeden ikinci Halîfe Hz. Ömer, istişareye yer vermeden Halifeliğin olamıyacağını söylemiştir.”[216]

İslâm devletinin mühim üçüncü bariz vasfı, onun müreffeh bir devlet olmasıdır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki: “Mü’minlerin işleri ile mükellef olan fakat onların refahı için samimiyetle çalışmayan bir devlet reîsi, onlarla beraber asla cennete giremez”;[217] “Âdil bir devlet reisinin, teb’asının (refahı) için bir günlük çalışması, bir âbidin ailesi içinde yüz sene ibâdet etmesinden daha hayırlıdır”.[218]

İlk Halîfelerin sözleri ve valilerine verdikleri talimat devletin bu vazifesinin ashâb-ı kiram tarafından nasıl ve ne derece anlaşıldığına delâlet eder. Hz. Ömer’in Ebû Musa’ya yazdığı bir mektup vardır. Ebû Musa, vilâyetlerden birine vali tayin edilmiştir. Mektupda deniyor ki: İktidarda olan idarecilerin en hayırlısı, idaresi altındaki halkın müreffeh olduğu kimsedir, en fenası da idaresindeki halkın zorluklarla karşılaştığı kimsedir”.[219] Halîfe Hârünü’r-Reşid’e, Baş Kadı’sı Ebû Yûsuf tarafından yazılan mektupda da keza, İslâm devletinin refah fikri telkin edilmiştir.[220] Aynı telkin, Mâverdî ve Ebû Ya’lâ gibi Ortaçağ’da yaşamış Müslüman siyâsî mütefekkirlerinin yazılarında da görülür.[221]

İslâm devletinin müreffeh manzarasını görebilmek için mevzuyu, İslâm devletinin iktisâdi düzeni ile alâkalı aşağıdaki beş vazifenin çerçevesi dahilinde incelemek lâzımdır:

a)      Kanun ve nizâmı korumak ve bütün fertlerin can ve mal emniyetini muhafaza etmek,

b)      İslâmın iş ahlâkını tatbik etmek,

c)      Bütün   fertlerin   menfaatine   olarak  pazar  teşkilâtını mükemmel şekilde çalıştırmak,

d)      Fizikî ve içtimaî masrafları karşılayan kapitali temin etmek,

e)      Sosyal güvenliği sağlamak.

Şimdi bunları sıra ile açıklayalım:

1— Kanun ve nizâmın korunması, can ve mal emniyeti

Devletin bu vazifesi umum tarafından kabul edilmiştir. Onun için bu vazifenin ehemmiyetini lüzumundan fazla teyid etmeye hacet yoktur. Bu böyledir, çünkü, bir cemiyette hukuk ve nizâmın değeri, can ve mal emniyeti, oradaki istikrar ile iktisadî gelişmenin ve fertlerin manevî saadetlerinin esas ölçülerinden biridir.

İçinde İslâmın birçok içtimaî, iktisadî esaslarını salâhiyetle beyân buyurdukları, o fevkalâde vecîz fakat son derece kudretli “Veda Haccı” hutbesinde Resûlullah (s.a.v.) söyle dediler: “Mallarınız ve canlarınız, bu hacc günü gibi mukaddestir”.[222] Başka bir vesile ile de şöyle buyurdular: “Bir Müslümanın mâlik olduğu can, mal ve servet öteki Müslümana haramdır”. [223]Bu esasa dayanarak Müslüman hukukçular, İslâm devletinin kendi hudutları dahilindeki bütün fertlerin can ve mal emniyetini korumakla vazifeli olduğunu ittifakla teyid etmişlerdir.[224]  Resûl-i Ekrem (s.a.v.) in sözlerinde bu vazife şöyledir.: “Hîra’dan Kâ’be’ye tek başına seyahat eden bir kadın öyle bir emniyet içinde olmalıdır ki yolda. Allah’dan başka korkacak kimse bulunmasın”[225]

2— Devlet ve İslâmın iş ahlâkı

İslâm, ahlâkî değerlere müstesna bir kıymet verdiğinden İslâm devleti memleketin ahlâkî manzarasına karşı hareketsiz kalamaz. Bütün Müslüman siyâsî mütefekkirler ve hukukçular, ahlâkî esasların tatbikî üzerinde durmuşlardır. Tabiî bu, İslâm devletinin bir polis devleti olduğu ve halkı zorla muayyen bazı mecralara ittiği mânasına gelmez. Kapitalizm dâhil bütün sistemler, kendi esaslarını öğretmek isterler ve İslâm bundan müstesna değildir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, İslâmî sistem, ferdî hürriyete büyük bir değer vermesine rağmen düşünce ve hareketlerin aşırı gruplara bölünmesine müsaade etmez, buna mukabil maarife kıymet verir ve İslâmın ahlâkî değerlerinin yaşandığı bir vasatın meydana gelmesinde ısrarla durur. Böyle bir çevre içinde İslâmın iktisâd sistemi te’sfs edilmiş olmaktadır. İslâm devleti bunu hakikat hâline getirmek için üç mühim istikâmette çalışır.

Birincisi, devletin, yetişen nesle lüzumlu ahlâkî terbiyeyi verecek yuvalan tesis etmesidir. İster kalabalık isterse az olsun İslâm bir aile fertleri arasında karşılıklı yardım, tesânüd, sevgi ve şefkatin temini için numuneler bulur. Bu, çocukların mükemmel yetiştirilmeleri için münâsib bir çâredir, ikincisi, Devletin, eğitimini İslâm’a göre yapmasıdır ki, mektepler ve kolejler İslâm ideali ile meşbû gençler yetiştirsinler. Üçüncüsü, Devletin, İslâmın fikir ve değerlerini kanunlaştırarak tatbik etmesidir. Sonra, mevzuatı çiğneyenleri âdil cezalara çarptırman ve bu, sonraki kanun çiğneyenlere göz dağı olmalıdır.

3 — Devlet ve İktisadî Hayat

İktisadî istikrar, yüksek seviyede iktisadî gelişme, servet ve gelirin müsâvî şekilde taksîmi, içtimaî ve iktisadî adalet gibi birçok iktisadî gayelerin, iktisadî hayatta devletin rolü olmadan ve sadece piyasanın faaliyeti ile tahakkuk ettirilmesi mümkün değildir. Bu itibarla hükümet, lüzumlu gördüğü yerlerde fiyat sistemini tanzim etmeli, iktisadî balomdan mühim bir rol oynamalıdır ki, İslâm iktisâd sisteminin gayesine ulaşmasına yardım etmiş olsun.

Ferdî hürriyetin, devletin iktisadî hayatta oynadığı rolün ehemmiyetiyle ters bir şekilde değiştiğini düşünmek hatâdır. Devletin rolünün, ferdî hürriyeti zapturapt altına almak veya ko­laylaştırmak iddiasında olup olmadığım anlamak için devletin aşağıdaki rollerini göz önünde bulundurmalıyız: Bir karşı koyma kuvveti olarak devletin hürriyetleri muhafaza rolü; ferdî ve içtimaî refah ile ahlaken yetişmedeki rolü; devletin, mesuliyetlerini yerine getirirken takındığı tavır ve olgunluk. Binâenaleyh, devletin oynadığı daha da büyük bir rol, mutlaka despotluk mânâsına gelmez. Fakat bununla, beraber, eğer devlet ahlâkî temellere dayanmak ve İslâmın ferdî hürriyetleri muhafaza etmek üzere ona tahmil ettiği hududlara riâyet etmezse, o zaman devlet kuvveti müstebitliğe dönüşür.

Şimdi mesele şudur: İslâmî devletin tatbik edeceği mevzuat veya kontrol ne kadar olmalı ve iktisadî hayatta ne gibi rol oynamalıdır? Bunun açık cevâbı şudur: Devletin bu husustaki tek vazifesi, İslâm iktisâdının gayelerini tatbik safhasına koymaktır. Bu gayeler şunlardır: Tam gün çalışma, iktisadî iktidar ve mükemmel bir iktisadî gelişme; daha mühimi, içtimaî ve iktisadî adalet ve gelirin müsâvî şekilde ve ferdî hürriyete zarar vermeden dağıtımıdır. Dikkate değer bir mesele de, ahlâkî ölçüler içinde fertlerin menfaat sahibi olmalarıdır. Bu takdirde ferd, cemiyetin menfaatini kendi lehine suistimal etmemiş olur. Kendi miras haklanın kısıtlandığı, iş ve emeğinden elde ettiği meşru kazancını istediği gibi harcayamadığı zaman cemiyetin suistimâline karşı korunmuş olur. Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.) in talimatı yerine getirilmiş bulunmaktadır: “Kişi, başkasına, başkası da ona zarar vermemelidir”.[226] Fiyat kontrolü, gasp, vergi, millîleştirme ve plânlama gibi muayyen bazı mevzular, aşağıda misâllerle izah edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.), normal şartlar altında fiyatların kontrol edilmesini teşvik etmemişlerdir. Asr-ı Saadette, bir gün Medine’de fiyatlar yükseldi. Ashabdan, bazısı, O’nun fiyatları dondurmasını istedi. O, bunu kabul etmedi. Zira, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, hiçbir kimsenin can veya paraya müteallik bir adaletsizlikten şikâyette bulunmadığı bir anda Rab’bine kavuşmayı arzu ediyordu.[227] Tekelcilik veya istifçilik yüzünden meydana gelen sun’î bir kıtlığın müstahsil ve müvezzîlerin hâkim olmadığı bir vasatta sabit fiyatların dengeli bir seviyenin altında bulunması, bayiler için hem bir adaletsizlik, hem de bu hal istihsalin artışına bir engeldir. Fiyatları dondurmak, aynı zamanda nadir bulunan eşyanın müsrifâne kullanılmasına da sebep olur. Karaborsayı ve başıbozukluğu kamçılar. Çünkü tüketici için lâzım gelen müessir bir miktarın temini normal olarak zordur. Fakat bu bizi, İslâmın içtimaî ve iktisadî talimatından habersiz bırakmasın, ki üreticiye olduğu gibi tüketiciye de hitâbeder ve mutlaka onlara da tatbiki zaruridir. Eğer fiyat artışı, sun’î bir yokluktan olup, tabiî haler yüzünden olmazsa bizzat adaletin kendisi fiyatların kontrolünü ister. Müslüman hukukçulara göre, eğer fiyat artışı tekelcilik veya istifçilik yüzünden olursa dondurmak üzere, devlet fiyatlara müdahale etmelidir, yahut is-tifciden, istif ettiği mallan satmasını istemeli veya fiyat artışını önlemek için tekelcinin istihsali arttırmasını sağlamalıdır. Böylece halka yapılan haksızlık tamir edilmelidir.[228] Hanefî fakîhi, Burhâ-ne’d-Dîn Margınânî tarafından ifâde edilen kaide şudur:

“Bir idareci için fiyatları dondurmak doğru değildir. Çünkü eşyanın fiyatını tayin etmek bâyinin hakkıdır ve mutlaka ona râci olmalıdır. Bâyinin bu salâhiyetine idarecinin müdâhale etmeye hakkı yoktur. Ancak halka yapılan bir hileyi bertaraf etmek için fiyatları dondurmanın elzem olduğu zaman müstesna. Eğer gıda maddelerinin bayii, fiyatları dondurmada adalet ölçüsünü despotça çiğnerse ve idareci de, fiyatları dondurmakdıkça halkın hakları korumanın imkânsız olduğunu görürse, o zaman mahzurlu değildir.[229]

Eğer fiyatların yükselişi sun’i bir yolduktan değil de, harb, kıtlık ve hükümetin üreticilere mallarının çoğalttırmadığı haller gibi bazı millî bayramlar yüzünden olursa, o vakit umumun menfaatini muhafaza etmek için hiç olmazsa zarurî maddeleri karne ile vermek suretiyle fiyat kontrolünü yapmak mecburî olur.

Bu izahın mânâsı şudur. Normal şartlar altında fiyat kontrolü yapılmaz. Eğer kontrol, umûmî menfaati korumak ve içtimaî adaleti temin etmek için yapılırsa o zaman temkinle, ve arz ve talep kânununa karşı peşin hüküm taşımaksızın yapılmalıdır. Umûmî menfaat ve içtimaî adaletin fiyat kontrolünü gerektirdiği normal şartlar altında bir fiyat kontrolü yapılamaz demek, münâsip tahdidlerin konulamayacağı mânâsına gelmez. Devletin, tüketicinin hakkını korumak için satılan malların kalitesini ve samîmi olup olunmadığını anlamak için de reklâmları kontrol etmesi, ayrıca, yatırım yapanların menfaatini korumak üzere şirketlerin mukavelelerini teftiş etmesi tamamen yerinde bir icraattır. Hakikatte devlet bunları yapmazsa, vazifesini ifa etmemiş olur. Bu mesele ile alâkalı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) in hayatında geçmiş meşhur bir hadise vardır. Resûlullah (s.a.v.), bir gün bir pazardan geçiyordu. Yığın yığın hububat satan bir tüccar gördü. Ekinler dışardan bakınca kuru görünüyordu. Fakat Resûlullah (s.a.v.) elini içeri daldırınca onların yaş olduğunu gördü. Sonra içinin neden yaş olduğunu sordu. Tüccar, yağmur sebebiyle yaş kaldığını söyledi ve kendini mazur göstermeye çalıştı. O zaman Efendimiz Hazretleri, neden yaş olanların dışarıya çıkarılmadığım ve böylece müşterilere kusuru görmeye neden meydan verilmediğini sordu. Neticede, kim aldatırsa onun kendi ümmetinden olmıyacağını beyân buyurdular.[230]

Bunun gibi, işçi sınıfının haklarım korumak ve emeğin suis-timâlini önlemek için asgarî ücretin tespitini mümkün kılacak uygun çalışma şartlarının temininde ve sanayileşme müşkül­lerinin azaltılmasında devletin müdâhalesi şarttır. Belli bir ölçüde toprak sahibi olmayı veya şirketlerin hisse senedlerini almayı sınırlamak, yine devletin bir vazifesidir. Çünkü böylece devlet, gelir kaynaklarından herkesin hisse sahibi olmasına yardım edecektir. Sonra sosyal adalet ve gelir ve servetin müsâvî şekilde tevzii gibi İslâmî gayeleri daha da ileriye götürmüş olacaktır. İçtimaî ve iktisadî adaletsizliği gidermek maksadıyle devletin sadece müdâhalesi değil hatta kuvvet kullanması bile haklı bir hareket olur. Hz. Ebûbekir (r.a.), Halîfe seçildikten sonra ilk hitabesinde halka programını açıklarken şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, benim nazarımda aranızdaki kuvvetli, kendisinden zayıfın hakkını alacağım ana kadar zayıftır ve bana göre aranızdaki zayıf, ben kendisine hakkını elde edinceye kadar kuvvetlidir.”.[231] Halife Ömer de açıkça şöyle dedi: “Hiç kimseye adaletsizlik yaptırmayacak ve hiç kimsenin hakkının çiğnenmesine müsaade etmeyeceğim. Eğer böyle yapan olursa, onu yanağı üzerine yere yatırıp başkasının hakkını ödetinceye kadar öteki yanağını tepeleyeceğim”. [232]

Bir de, devletin, firma ve şahıslara âid mülkü gasbetme meselesi vardır. Hiç, İslâm devleti böyle bir kuvveti kullanır mı? Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri’nde ortaya koyduğu esaslara göre böyle bir gasb merduttur. Bir Müslümanın haklı olmadan veya sahibinin rızası bulunmadan başkasının malını elde etmeye kalkması doğru değildir ve bu mesele yukarda İslâmî numuneleri bahsinde geçmiştir. Müslüman hukukçulara göre şu misâl devlete de şâmildir: “Devlet, bir şahsın mülkü olan malı, tesis edilmiş meşru usuller dışında zorla hiçbir şekilde alamaz”.[233]

Bununla beraber devlet, eğer umûmî menfaat icab ettiriyorsa, zorla bir şahıstan bir miktar mal alabilir. Fakat yalnız, bu tazminat ödendikten sonra olacaktır.[234]

Bu, devletin zorla vergi alamayacağı mânâsına gelmez. Vergi, mâhiyet itibariyle halkın devlete verdiği mecburî bir ödemedir. Bazı vergiler muayyen maksatlar içindir. Bunlardan bilhassa sosyal güvenlik, Kur’ân ve Sünnet tarafından emredilmiştir. İslâm devleti tarafından belki daha fazla vergi konabilir. Fakat, vergiler, muayyen bazı prensiplere uygun düşmelidir. Aksi halde İslâm devleti için tekeffül ettiği çeşitli vazifeler yerine getirmek hemen hemen imkânsız hale gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) in, “sizin servetinizde, zekâtın dışında vecibeleriniz vardır” dediği rivayet edilmiştir.[235] İslâm devletinin vergi toplama hakkı, daha önce zikredilen, “büyük bir menfaat için daha küçük menfaat esirgenmez; daha büyük fedâkârlığı önlemek için küçük fedakârlık feda edilir” sözü fetvâsınca müdafaa edilebilir.

Vergi sisteminin zalimane olmayıp âdilâne olması hâlinde, hukukçular, amme menfaati için devletin vergi toplaması hakkını umumiyetle kabul etmişlerdir. Eğer devletin tabiî kaynakları kâfi değilse o zaman,  Margınâniye göre devlet, amme menfaatine hizmet etmek için halktan sermaye toplaya bilir, çünkü kâr, halkın lehine olunca, masrafı çekmek de halkın üzerine bir vecibedir.[236] İman Ebû Yusuf da, iktidar sahibinin, halkın tahammül kudretine göre, vergiyi azaltma veya artırma salâhiyeti olduğunu müdafaa etmektedir.[237] Mamafih sadece âdil ve mülayim bir vergi sistemi İslâmın ruhu ile mutabakat halindedir. Zalimane bir vergi sistemi, halkın taşıma gücüne göre çok ağır olduğundan daima kınanmıştır. Hulefâ-i Râşi-dîn’in hepsi, bilhassa Ömer, Ali ve Ömer b. Abdülâziz’in vergiyi adalet ve merhametle toplamayı, halkın ödeme kudretlerinin dışında vergi olmamasını, hayatın zarurî ihtiyaçlarından halkın mahrum bırakılmamalannı emrettikleri mervîdir.[238]

Memleketi kalkındıran ve vergi tahsilini çoğaltan, ancak âdil bir vergi sistemidir, demekle İmâm Yusuf çok isabet etmiştir. [239]            Mâverdî de şunu teyid etmiştir.: Halkın hakkı göz önüne getirilince çok vergi almak bir haksızlıktır. Devlet hazinesinin hakkı göz önüne getirilince de az vergi olmak bir adaletsizliktir.[240]         Vergi yükünün hafifletilmesindeki adalet hakkında, zamanının fikir cereyanlarını İbn Haldun, Tâhir b. el-Huseyn’in vali olan oğluna yazdığı mektuptan aldığı şu parça ile ne güzel anlatmaktadır: “Halktan vergiyi mâlî durumlarına göre, adalet ve insafla al. Hepsine şâmil kıl. Kimseyi zenginliğe veya serveti yüzünden hâriç tutma. Hatta kendi memurlarım, saray mensuplarını ve muakkiplerini bile ayırma. Hiç kimseye ödeyemeyeceği vergiyi yükleme”.[241]

Adaletin hedefleri ve gelirin eşit dağıtımı muvacehesinde, mütekâmil bir vergi sistemi, İslâmın gayeleri ile tamamen tevâfuk hâlinde bulunmaktadır. Kür’ân ve Sünnetin emrettiği sadakalar ve zekâttan ayrı olan vergi mevzuunda hukukçuların tetkiklerine dayanarak belirtmek gerekir ki, îslâm devletinin adaletle vergi toplama hakkı, modem çağ nokta-i nazarından makûl bir esastır. Sadece hukukçuların müzâkere ettiği vergilerin toplanması lâzım geldiğini düşünmek doğru değildir. Zaman değişti ve vergi usûlünün İslâmın gayelerine göre tanzim edilmesi lâzımdır, İslami mânâda müreffeh bir devlet olarak vazifelerini yapabilmesi için, modern İslâm devletine ancak bu sayede bir varidat temin edilmiş olmaktadır.

Muayyen istihsâl yollarını İslâm devleti millîleştirebilir mi? Eğer bunu, umûmun menfaati icâb ettiriyorsa, evet. Bazı istihsâl usûllerini şahsî mülkiyete devredip etmemek hususunda fıkıh kitaplarında çeşitli görüşler vardır.[242] Hz. Peygamber (s.a.v.) in hayatında vuku bulmuş meşhur bir misâl, Me’ârib’in tuz misâlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun imtiyaz hakkını Ab-yad ibn Hammâl’a verdi. Fakat sahabeden biri, o tuzu işletmenin çok kolay olduğunu, bundan dolayı onun mülkiyetini bir şahsa vermenin umumun menfaatine aykırı olduğunu bildirdi. Neticede Hz. Peygamber imtiyazı geri aldı.[243] Fukaha, bu hâdise ile benzerlerinden umûmî olarak şu neticeye varmışlardır: Açık madenler gibi kolaylıkla işletilebilen kaynaklarda mülkiyet husûsî ellere geçtiği ve ammenin menfaati zarar gördüğü takdirde, o zaman o kaynak umûmun mülkü olarak kalmakta devam eder. Fıkıh kitaplarında iktisadî kaynakların husûsî ve umûmî işletmeye tahsisi hakkında modern şartlara göre yapılmış, bunun dışında pek az izahat vardır. Bu tabiîdir. Son zamanlarda zuhur etmiş ve ehemmiyet kazanmış mes’eleler hakkında fıkıh kitaplarında izahat aramak gayr-i makul olur. Bununla beraber İslâmî gayelerin ve Şerî’atın müessese prensiplerinin ışığı altında bu gibi meseleler hakkında bir hükme varmak mümkündür. İktisadî kaynakların husûsî ve umûmî sektöre tahsisi hakkında birkaç kaide vaz edilmiştir:

a)      Devletin hakkıyle yürütebileceği hizmetlerde hükümetin iş teşebbüsü lâzımdır.

b)      Yüksek içtimaî kazançları yüzünden lüzumlu olan fakat husûsî teşebbüsleri cezbetmeyen projelerde hükümetin teşebbüsü yine lâzımdır. Husûsî teşebbüsü cezbetmiyor, çünkü nakdî karşılık çok düşük veya iş riski çok yüksektir. Diğer taraftan hükümet, zahirî mâdenlerin umûmun mülkü olması fikrine dayanarak, istihsal mamullerini, bilhassa mâdenleri, millîleştirebilir. O zaman muhtemel risk ve istihsâlin maliyeti çok düşük olur. Binâenaleyh nakdî karşılığın değeri elden çıkan değere göre çok yüksek olur. Kâr fazlalığının büyük bir kısmının, amme refahı işleri için hazineye devri hakkında sağlam bir teminât sağlanınca, bunları husûsî mülkler hâlinde de vermek mümkündür, îşlemesi zor olan bâtınî mâdenler hakkında da bir teminât söz konusu olabilir. Şüphesiz bu takdirde teminât oldukça zayıftır.

c)      Hükümetin iş teşebbüs sahasında haklı görülebilir. Çünkü husûsî teşebbüsün neticeleri, müsavat ve içtimaî refah bakımından belki biraz daha az tatminkârdır. Amme sektörünün hacmi hem sosyal adaletin, hem de ferdî hürriyetin gayeleri ile mütenâsib olan refah sayesinde mümkündür.

İslâm devletinde plânlama ne demektir? Plânlama adı altında iktisadiyatın murakabesi ve gaddar bir hükümetin müdâhalesi, İslâm devletinde gayr-ı mutasavverdir. Fakat İslâm, devleti iktisadî işlere ciddî bir alâka göstermeye teşvik eder. Bu meyanda, plânlama sayesinde iktisadiyatın nâdir kaynaklarını ve öncelik sırasına göre en matlûb mecralara şuurlu bir şekilde yöneltecek ve öylece İslâm devletinin gayelerine hizmet edecek bir teşebbüsü sadece mazur görmüyor, aynı zamanda şart kılıyor.

4 — Devlet ve Umûmî Masraflar

İktisadiyatın gelişmesi ve sıhhatli bir kalkınma ve müreffeh bir cemiyet için, fizikî içtimaî ve umûmî kapital tarzında muayyen bir alt yapının mevcudiyeti, umumiyetle mutlak bir zaruret olarak kabul edilmiştir. Birçok yatırımlar, fizikî kapital olarak iktisadî gelişmeye öncülük eder. Böyle bir kapital, husûsî teşebbüslere şâmil değildir. Çünkü yatırım yapanlar için doğrudan doğruya olan nakdî karşılıklar çok azdır ve lüzumlu olan kapital de onların kudretlerinin dışındadır. Fakat mademki, içtimaî faydalar, husîsî faydalardan daha çoktur. O halde bir İslâm devletinin kalkınma plânının bu bölümlerindeki yatırımlar herhangi gelişen bir iktisadiyatın kalkınma plânında olduğu gibi daha kabarık olmalıdır. İslâmî literatüre bir bakışta bunlar hemen görülürler.

Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlere ne çeşit kuvvetleri olursa olsun her an hazır bulundurmalarını emrediyor.[244] Buradaki ‘kuvvet’ sadece askerî kuvvet değildir. Bu aynı zamanda iktisadî bir kuvvettir ki, başka kuvvetlerle beraber askerî kuvvetin temelinde yatmaktadır. İktisadî kuvvetin mühim bir parçasını, yol ve caddelerin tekâmül ve genişletilmesi köprü, baraj ve sulama tesisleri yapımı ile dahilî iktisadiyata yapılan öteki hizmetler teşkil etmektedir. Devletin rolünün burada fevkalâde mühim olduğu bedîhîdir. Onun için, her ne zaman Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir vali tayin etse ona, halkın müşkilâtı için değil onların refahı için çalışmasını emrederdi.[245] Devletin halk için yapacağı refahın esaslarından biri lüzumlu alt yapıyı temin etmektir.

Bundan dolayı halk hizmeti programları, Hz. Ömer zamanında çok ehemmiyet kazandı. Yollar yapıldı, kanallar açıldı, kuyular kazıldı ve su kıtlığı mühim nispette azaltıldı.[246] İmam Mâverdî diyor ki: Devlet reisini muktedir yapmak ve sevdirmek için mutlaka yerine getirilmesi lâzım gelen muhtelif vazifelerden biri de yol ve caddelerin inşâ ve tekâmülü gibi memleketi kalkındıracak bütün tedbirlerin alınmasıdır.[247] Ebû Yûsuf, Halîfe Hârünü’r-Reşîd’e şöyle tavsiyede bulunmuştur. İstihsalde ve bundan dolayı da vergi tahsilinde bir artış ihtimâli varsa o zaman devlet kanallar açarak sulama işlerini ileriye götürür ve bu kanalların masrafını tamamen veya kısmen devlet hazinesinden temin eder.[248] İmam Serahsî, Hanefî fıkhı üzerine olan meşhur el-Mebsûd adlı eserinde şöyle diyor: Köprü, dinlenme evleri ve kanallar yapmak için amme fonlarını kullanması devletin üzerine bir vazifedir ve bunu münâsib şartlar içinde muhafaza etmesi lâzımdır.[249] El-Mergınânî, devletin umûmî vergi tahsillerini halkın refahı için şöyle yerlerde harcama zorunda olduğunu söyler: Sınırların müdafaası, köprülerin inşası, hâkimlere, vali ve âlimlere kâfi miktarda maaş verilmesi ve silâhlı kuvvetlerdeki subayların çocuklarına burs bağlanması.[250]

İçtimaî kapitalin, eğitim, halk sağlığı gibi sahalarda gördüğü hizmetler, İslâm devletinin münakaşa götürmez faaliyet sahalarından biridir. Maarif hakkındaki umûmî durum malûmdur ve kısmen yukarıda izah edilmiştir. Çünkü Peygamberimize göre “İlim tahsili her müslüman için mecburîdir”.[251]

Binâenaleyh maarif için umûmî bir yatırım şarttır. Bunun, Hz. Ömer ve öteki halifeler devrinde birçok misâli vardır. Halifeler, muhtelif muallimler tayin etmiş ve onları maarifi yaymak için memleketin çeşitli bölgelerine göndermişlerdir.[252]

Fakat maarif çalışmaları, okuma yazma sayısını artırma teşebbüslerinin ötesine geçirilmelidir. Çünkü okuma yazma hakîkî maarifin sadece bir parçasıdır. İslânıî bir cemiyette maarifin umûmî gayesi Kur’ân ve Sünnetin tasvir ettiği örnek Müslümanların yetiştirilmesidir. İslâmî bir muhit meydana getirmek için içtimaî değişikliği umûmîleştirmek, yeni kabiliyetler yetiştirmek, tavziat ve istihsal için yeni teknik ve araştırmalar yapmaya teşvik etmek ve böylece iktisadî gelişmeyi hızlandırmak maarifin en mühim gayelerindendir. Belki, maarifin bu geniş hedefleri yüzündendir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da maarifin ehemmiyetine işaret buyrulmuştur: “Kim öğrenmenin sonu vardır diye düşünürse, o öğrenmenin değerini küçültmüş ve Allah’ın ilme verdiği mertebeyi düşürmüş olur”.[253]

Eğer maarif, hükümetin müsbet adımlar atacağı umûmî masraf sahalarından biri ise, öteki de sağlık hizmetleridir. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allah katında, kuvvetli bir Müslüman zayıf olandan, daha iyi ve daha sevgilidir”[254] ve “temizlik îmânın yarısıdır”.[255] Binaenaleyh buradan şu neticeyi çıkarmak mümkündür: Lüzumlu tıbbî cihaz ve imkânları elde etmek ve böylece halkı mübtelâ olduğu hastalıklardan kurtarmak, onların sıhhat ve verimlerini iyileştirmek, hem tek tek, hem de topluca bütün Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Hatta biraz daha ileri gidip, kirli ve mikrop yuvası olan sulan bertaraf edip temiz ve emniyetli sular temin etmek, kanalizasyon tertibatı kurmak, mezbelelikleri te­mizleyerek modern meskenler yapmak da bu vecîbelerin arasındadır diyebiliriz.

5 — Devlet ve Sosyal Güvenlik

İslâm iktisâdının hedeflerinden biri, umumun hayat seviyesini yükseltmek ve gelirin müsâvî şekilde dağıtımını sağlamak olduğundan İslâm devletin tam gün çalışma ve yetişme imkânlarını temin ile beraber, muhtaçlara işsizlere, öksüzlere, dullara, yaşlılara, kötürümlere ve yardıma muhtaçlarla kendi kendini idare edecek lüzumlu kabiliyet veya kâfi kaynaklara sahip olmayanlara yardım elini uzatması şarttır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Mü’minlerin belli işlerine Allah’ın, kendisini idareci yaptığı kimse, onların ihtiyaç ve yoksulluklarına kayıtsız kalırsa Allah da onun ihtiyaç ve fakirliğine kayıtsız kalır”.[256] “Kim arkasında yardıma muhtaç kimseler bırakırsa onlar bizim mes’ûli-yetimiz altındadır”.[257] “Kendisinin hiçbir desteği olmayan kimsenin, devlet destekçisidir”.[258] Bunlar ve benzeri hadîs-i şerifler, sosyal güvenlik sahasında İslâm tebligatının en esaslı unsurlandır. Hz. Ömer (r.a.), birçok hitabelerinde hiçbir kimsenin arzusunun yerine getirilmemiş olmasını arzu etmediğini söylemiştir.[259] Hatta, müşkül durumda olanların meselelerini halletmeleri için, valilerine emirler vermiştir.[260] Kendisine hakkıyle hürmet edilen müttekî Halife Ömer bin Abdülaziz, hicrî birinci asım sonunda şöyle demiştir. Eğer sizden birinin ihtiyaç içinde olduğunu bilirsem, onun ihtiyacını yerine getirinceye kadar elimden gelen her şeyi yaparım.[261] Meşhur İslâm hukukçusu Nevevî’ye göre’, açları doyurmak ve çıplakları giyindirmek İslâm cemiyetinin vazifesidir.[262] İbn Haldun da, sosyal güvenlik için devletin yapması gereken masrafları, “Fakirlerin, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını gidermek; onlara devlet hazinesinden maaş bağlamak… Kur’ân-ı Kerîm öğreten ve ezberleyenlere, âmâlara haklarını vermek… hazineye fazla yük olmamak şartıyla Müslümanlar arasındaki hastalar için, içinde hastaları tedavi edecek doktorların ve nâzik personelin bulunduğu hastaneler yaptırmak”[263] gibi hizmetlere yapılan harcamalar olarak gösterir.

Hangi ihtiyaçlar ne nisbette yerine getirilecektir? Fıkıh kitaplarını da bu mesele hakkında uzun uzadıya izahat verilmiştir. İmâmı Şâfi’ye göre, hazinenin ihtiyaçtan fazla kaynaklan olsa bile sadece hayatın zarurî ihtiyaçları karşılanmalıdır. Çünkü umûmî fonlar hayatî ihtiyaçlardan başkasına kullanılmamalıdır. Bununla beraber İmâmı Ebû Hanife, kaynakların mebzul olması halinde daha çok tedârikte bulunulabilir, görüşündedir.[264] Mamafih bu soruya hiçbir muayyen cevap verilemez. İslâm devleti, hangi ihtiyaçların karşılanacağını, kendi durumunu göz önünde bulundurarak karar vermektedir. Mükemmel beslenme, giyim, mesken, hıfzıssıhha, nihayet tahsil, herkes için zarurî ihtiyaçlardır. Fakat İslâm devleti, yapılmasını çok arzu etmesine rağmen, elverişli kaynakların eksikliği yüzünden bütün bunları ihtiyaç sahibi herkese temin edemez. Bununla beraber İslâm devleti, kendi kaynaklarını muhasebe eder, yardımdan mahrum olanlarla ihtiyaç sahiplerini bir öncelik sırasına koyar.

Hülâsa, İslâmî devlet, aslında demokratik bir refah devletidir. Ahlâkî temeller üzerine kurulmuştur. Halkın maddî refah ve ahlâkî bakımdan farklı olmasında, aşın derecede müsamahakâr değildir. Müstebit de değildir. Onun faaliyet sahası, İslâmî sistemin hedefleri ile tayin edilmiştir. Bu hedefler şunlardır: Ahlâkî değerlerin yüceliği, iktisadî üstünlük, içtimaî ve iktisadî adalet, servet ve gelirin müsâvî şekilde dağıtımı ve içtimaî refah çatısı altında şahsın hürriyetidir. Devletin vazifelerini yapabilmesi için İslâmî değerlere bağlı kalması lâzımdır. Bu değerlerin tatbiki ise kutsî bir vazifedir. Devletin edeceği usul, zorla idare değil, eğitim ve terbiye ile tebasını yetiştirmektir. Zorla hükmetmeyi Kur’ân-ı Kerîm şu âyet-i kerîmesi ile takbih etmiştir.

“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüdle da’vet et. Onlarla mücâdeleni en güzel (tarîk) hangisi ise onunla yap”.[265]

İslâm devletini, kapitalist ve sosyalist devletlerden ayırd eden en bariz farklar, İslâm devletinin, ahlâka sarsılmaz bir adâkatle bağlanması, adalet, içtimaî refaha ve gelirin müsâvî şekilde tevzî esaslarına kendini adamış olmasıdır.

NETİCE

Onun için İslâm, kendi değerleri üzerine kurulmuş müstesna bir iktisadî sisteme sahiptir. İslâmın gayeleri, bu sistemin rehberidir. İslâm, iktisadî gelişmeyi teşvik eder. Fakat Müslümanları, maddî gayretlerini ahlâkî temeller üzerine oturtmaya mecbur kılar… îslâmî sistemin manevî değerler üzerine dayanması, İslâmın bir taraftan kapitalizm diğer taraftan da sosyalizm ile ayrıldığı ilk farktır. Çünkü son iki sistem ya lâiktir, veya gayr-i ahlâkîdir. Üstelik, insan üstü değerlerden de ilham almamışlardır. Ayrıca İslâm, içtimaî müsavat ve iktisadî adaletle beraber, ahlâkî tebligatının en mühim tarafı olarak kardeşlik nizâmını getirir. İslâmın, bu, benzeri olmayan bariz bir hususiyetidir. Ahlâkî ölçüleri hedef almadan, ne lâik ve ne de gayr-i ahlâkî ideolojilerin İslama bu vâdîde hakkıyle uygun düşmesi mümkün değildir. İslâmî sistemde, kardeşlik ve adalet fikirleri, gelir ve servetin müsâvî şekilde dağıtımına ehemmiyet verilerek daha da takviye edilmiştir. Müslüman bir cemiyet, eğer halkına en düşük bir hayat seviyesini bile garanti edemezse o cemiyet hakiki mânâda İslâmî değildir. İslâmî sistem şahsın hürriyetine de ehemmiyet vermiştir. Fakat bu hürriyet, sosyal refah programı çatısı altında ahlâkî sınırlarla ihata edilmiştir. İslâmın ahlâkî değerlere, içtimaî ve iktisadî adalete, gelir ve servetin eşit şekilde dağıtımına ve içtimaî – ahlâkî münâsebetlerde ferdî hürriyete bu derece yer vermiş olması, İslama mahsus bir eşsizlik ve onu, kapitalizm ile sosyalizmden ayıran en açık farklardır. Muhakkak ki kapitalizm de ferdî hürriyete yer vermektedir. Fakat İslâmın, içtimaî ahlâkî ölçüleri içinde değildir. Şüphesiz sosyalizm de iktisadî adaleti ve gelirin müsâvî şekilde dağıtımını gaye edinir. Fakat o, İslâmın, insanî kardeşlik ve manevî değerlere sonsuz himmeti ile neşvü nema bulmuş olan tarafsızlık ölçüsünden mahrumdur.

Hülâsa, İslâm ile kapitalizmin ferdî hürriyet üzerindeki müşterek tarafı, bu iki sistemi birbirine akraba yapmaz. Keza İslâm ile sosyalizmin müştereken, iktisadî adalet ve gelirin eşit şekilde dağıtımı üzerinde durmaları da, bu iki sistemi birbirinin simetriği yapmaz. Çünkü kökleri ayrıdır, tabiatiyle, mahsulleri de farklı olacaktır.

“Rabbinizden size indirilen (Kur’ân-ı Kerîm) e uyun, ondan başka (larını) velîler (edinib de kendilerin) e uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz”.[266]

“İyilik yapan (bir insan) olarak, (tanı bir hulûs ile) kendisini Allah’a teslim eden, İbrahim’in Allah’ı bir tanıyıcı dînine tâbi olan kimseden daha güzel dinli kimdir? Allah İbrahim’i bir dost edinmiştir”.[267]

“Artık o insanlardan kimi ‘Ey Rabbimiz, bize (nasibimizi) dünyâda ver’ der ki onun âhiretten nasibi yoktur. Kimi de, ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hat ver ve bizi o ateş (cehennem) azabından koru’ der. İşte onların kazandıklarından nâsibleri vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir”.[268]


[1] Bu eseri hazırlarken Suudi Arabistan Mali İşler Umum Müdürü Enver Ali ile yaptığım görüşmelerden tahminlerin fevkinde istifade ettim. Ona müteşekkirim. Keza, daha eser müsvedde halindeyken, kendilerinin yapıcı tenkidlerinden ve eserin son şekliyle takdimindeki yardımlarından dolayı, Dr. Zafer İshak Ensâri, Çovdari Gulam Muhammed ve Muhammed Uzeyr’e de medyunum. Müsveddenin hazırlanmasındaki büyük emekleri  sebebiyle  Mükerrem   Ali  ve Semim Eşrefe ise en derin hürmetlerimi ifade etmek isterim.

[2] Kur’ân-ı Kerim, el-Mâide Sûresi, 3.

[3] Âyetin tefsiri için bakınız: Mahmud b. Ömer el-Zemahşeri, el-Keşşâf, c. l, s. 605; Ebu’1-Fidâ İbn Kesir, Tefsirul’l-Kur’âni’l-Azim, c. 2, s. 12 – 14. Bu âyet-i kerime, hicretin 10. ydmda, Zilhicce’nin 9′una ve cumaya rastlayan bir arefe günü akşam üzeri ve Hz. Peygamber (s.av.)’ın Refik-ı ‘Âlâya vusulünden seksen bir gün önce nazil oluştur, bk.: İbn Hişâm, Siret., c. 2, s. 655; Seyyid S. Nedvi Siret., c. 2, s. 173 – 4. Bu âyetten sonra Hz. Peygambere haram ve helâl ile alâkalı hiçbir emir nazil olmamıştır: E. İbn Kesir c. 2, s. 12.

[4] Kur’âri-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Onların (yeni bir âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince:) Onu üzerlerine biz farzetmedik”, el-Hadid sûresi, 27.

Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) kıyametin pek yakında kopacağı ve Allah’a karşı mes’ûliyetlerimiz hakkında va’az ve nasihatta bulunmuşlardı. O zaman sahabeden bazıları Osman b. Maz’un’un evinde toplandılar ve her gün oruç tutmaya, geceleri uyumayıp ibâdet etmeye, kadınlara yaklaşmamaya et ve yağ yememeye, koku sürünmemeye, kaba elbiseler giyinmeye, hasılı dünyayı reddetmeye başladılar. Resûlullah bunu duyunca onlara şunu dedi: “Bu şekilde yaşamanızı Allah bana emretmedi. Şüphesiz, bedeninizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Onun için’ bazen oruç tutun, bazen de tutmayın. Geceleri namaz kılın, fakat yine de uyuyun. Bana bakınız: Geceleri ibâdet ederim ve uyurum. Oruç tutarım, fakat bazen tutmam. Et yerim, yağ yerim, keza evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir.” Mâide sûresinin 87. âyetinin tefsiri için bk.: Keşşaf, I 67; İbn Kesir, II, 87 – 8; Buhâri, IH, 49 – 50; Müslim, II, 812 – 818; Dârimi, II, 133.

[5] – el-Âraf sûresi, 32.

[6] – el-Bakara, 30.

[7] – el-Bakara, 29.

[8] Kur’ân-ı Kerim, Bakara, 60.

[9]  Kur’ân-ı Kerim, Bakara, 168.

[10] Kur’ân-ı Kerim, Mâide, 87 – 88.

[11] Bk.: Bakara, 172; En’am, 142; Â’raf, 31 ve 160; Nahl, 114; Tâ Ha, 81; Mü’minûn, 51; Sebe’,15; ve 67: 15.

[12] Kur’ân-ı Kerim, Cum’a, 10.

[13] Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvini, Sünnen-i İbn Mâce, II, 727: 2148.

[14] Muhammed b. İsmail el-Buhâri, el-Câmi’u's-Sahih, III, 128; Ebû’l-Huseyn Müslim el-Nisâbûri, Sahih-i Müslim, III, 1189: 12; Muhammed b. ‘İsa el-Tirmizi, el-Câmi’u's-Sahih, III, 666: 1382.

[15] – Veliyü’d-Din el-Tebrizi, Mişkâtü’l-Mesâbih, II, 658: 5207, Beyhaki’nin Şu’abü’l-iman’ından nakletmiştir

[16] Kur’ân-ı Kerim’de buyuruluyor ki: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah’ın muhakkak sizin için musahhar kıldığı, açık ve gizli,  birçok nimetlerin  sizin  üzerinizde  bol  bol  tamamladığını görmediniz mi?”: Lokman, 20. Aynı mânâda daha bir çok âyet-i kerimeler vardır. Meselâ: ibrahim, 32 – 33; Nahl, 12 – 14; Hacc, 65; Cesiye, 12.

[17] “İnsanlardan hiçbir şey dilenme”: Ebû Dâvud el-Sicistâni, Sünen-i   Ebû   Dâvud,   I,   382;   “Veren   el,   alan   elden   daha hayırlıdır”: Buhâri, el-Câmi’u's-Sahih, II, 133, ve Ebû Abdu’r-Rahmân b. Şu’ayb el-Nisâi, Sünnem-i el-Nisâi, v, 45 – 46; ve “İnsan kendi el emeğinden  daha  hayırlı   bir  gelir  kazanmamıştır”:  İbn Mâce, Sünen, II, 723: 2138, el-Nisâi, Sünen., VII, 212.

[18] Enbiyâ, 107.

[19] Yunus, 57.

[20] Bakara, 185.

[21] Nisa, 28.

[22] Mâide,6.

[23] Bk.: Muhammed Ebû Zehra, Usûlü’1-Fıkh, s. 335.

[24] M. el-Gazâli, el-Mustesfâ, I, s. 139 -140.

[25] İbn Kayyım, A’lâm, III. 14.  

[26] Cum’a, 10.

[27] İbn Kesir, bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle der: “Allah’ı çok zikredin” demek, satarken, satın alırken, alır veya verirken Allah’ı o kadar çok zikredin ki böyle dünya meşguliyetleri size âhıret menfaatlerini unutturmasın, (Ebul’1-Fida İ. İbn Kesir, Tefsir, IV. 367.

[28] Hz. Peygamber buyurdu ki, “Allah’dan korkun ve servet sahibi olmakta mütevazi yolu seçin helâlini alın. Haramım terkedin”: Muhammed b.Y. İbn Mâce, Sünen-i İbn Nâce, II. s. 725: 2144.

[29] Kur’ân-ı Kerim, Hadid, 7.

[30] “(Onlara) de ki: ‘Dünyânın fâidesi pek azdır. Âhıret ise sakınanlar için elbette daha hayırlıdır’”, Nisa sûresi, 77. Keza bk.: Ankebût, 64, ve Hadid, 20-21. “Bu dünyâda bir yolcu veya bir ya­bancı gibi yaşa ve kendini mezarda farzet”, M. Y. İbn Mâce, Sünen., II. s. 1378: 4114. “Âhırete kıyasla bu dünyâ nedir ki? Parmağım okvanusa daldır ve ne alabildiğine bak”: Veliyü’d-DinTebrizi, Mişkât., II, 648: 5156, Sahih-i Müslim’den nakletmiştir. “Dünyâya bağlanma, Allah seni sevecektir. İnsanlardakine bel bağlama, o zaman da insanlar seni sevecektir”: Mişkât., II, s. 654:5187, Tirmizi ve İbn Mâce’den alınmıştır.

[31] Ebû A.M.b.İ. el-Buhâri, el-Edebü’l-Müfred, s. 113: 301

[32] Mâide, 100.

[33] V. el-Tebrizi, Mişkât., II, s. 659: 5213. ‘..

[34] a.g.e.II,s.652:5179.

[35] – Kur’ân -ı Kerim, Kasas, 77.

[36] M.b.Y.b Mâce Sünen-i İbn Mâce, II. s. 725: 2143.

[37] Bu Hadis-i Şerif, Ebû’l-Hasan A.b.M. el-Mâverdi, tarafından nak-delmiştir. (Edebü’d-Dünya ve’d-Din, s. 117) Keza, Celâlü’d-Din Süyûti de (el-Câmi’üs-Sağir, II. s. 135) İbn Asâkir’e istinaden fakat biraz değişik bir ifade ile zikretmiştir.

[38] Kur’an-ı Kerim, Hucurat, 13.

[39] Nûreddin el-Heytemi, Mecmau’l,  Zevaid., VIII, s. 84, el-Tabarani’nin naklettiği bir hadistir. Burada iki hadis-i şerif birleştirilmiştir.

[40] Ebû’1-Fida İ.b. Kesir, Tefsiru’l-Kur’an., IV, s. 218 Hucurat sûresinin 13. ayetinin tefsirine bakınız.

[41] A’raf,158.

[42] Ebû İshak el-Şatibi, el-Muvafikat n usûli’ş-Şeri’at II, s. 224.

[43] Tevbe, 11. Keza bk., Ahzab, 5, ve Hucurat, 10.

[44] Feth, 29.

[45] Veliyüd’d-Din el-Tebrizi Mişkat’ül-Mesabih, II, s. 613: 4998.

[46] a.g.e. s. 608: 4969.

[47] M.b.l. el-Buhari, Sahih, VIII, s. 12; Müslim, IV, s. 1999:66.

[48] Ebu’l-Huseyn Müslim en-Nisabûri, Sahih-i Müslim, IV, s. 1986:

[49] Hadid sureti, 25.

[50] En’am sûresi, 82.

[51] Nahl sûresi, 90.

[52] Nisa sûresi, 58.

[53] Maide sûresi, 8.

[54] En’am sûresi, 152.

[55] Nisa sûresi, 135.

[56] Ebû’l. H. Müslim., Sahih-i Müslim, IV, s. 1987: 34.

[57] M.b.İ. Buhari, ‘S-Sahih, VIII s. 15.

[58] Buhari, el-Cami’u's-Sahih, VIII, s. 15.

[59] Müsnedü’l-İmam Zeyd., s. 474.

[60] a.g.e., s. 4 ve 6.

[61] Ebû Yusuf, Kitabü’l-Haraç, s. 117.

[62] Şuara sûresi, 183. Keza bakınız: Muhtaffıfin sûresi, l – 3 ” Veyl o mutaffifine ki nas üzerinden kendilerine ölçtükleri

[63] Celalü’d-Din Süyûti, el-Cami’u's-Sağir, I, s. 8.zaman tam basarlar. Onlara ölçtükleri ve tarttıkları vakit ise eksiltirler”.

[64] Buhari, a.g.e. III, s. 112.

[65] Bu incelemede, kölelerle ilgili bazı Hadis-i Şerif ve diğer iktibaslardan   istifade   edilmiştir.   Fakat tercümede   “işçiler”   tabiri   kullanılmıştır. Eğer kölelere yapılacak muamele mutlaka insanî ve âdilâne ola­caksa, işçilere yapılacak olanın da elbette ondan daha iyi olması lâzımdır.

[66] Ebû A. Mâlik b. Enes, el-Muvatta, II, s. 980: 40.

[67] Ebû ‘A Mâlik b. Enes, el-Muvatta, II, s. 981: 42.

[68] M.b.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sağir, I, s. 15 ve III, s. 185; Ebû’l-Huseyn Müslim., Sahîh-i Müslim, III, s. 1283: 38.

[69] “Ama sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın” dedi. Kur’ân-ı Kerîm, Kasas sûresi, âyet, 27. Şuayb aleyhisselâmın Hz. Musa’yı çalıştırırken söylediği bu ifadesi, Kur’ân’ın bütün iş verenlere şâmil olmak üzere bir emridir..

[70] M.B.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sahîh, III, s. 1282: 38, ve 40.

[71] Ebû’l-Huseyn Müslim., Sahîh-i Müslim, III, s. 1548: 57.

[72] Celâlü’d-Dîn Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, I, s. 75.

[73] Buhârî, a.g.e., III, s. 186.

[74] Kasas sûresi, âyet, 26.

[75] Ebû Dâvud el-Sicistânî, Sünen-i Ebû Dâvud, II, s. 121.

[76] Bakara sûresi, âyet, 29.

[77] Aynı sûre, âyet, 30.

[78] Ebû Abdullah M.b.İ. el-Buhârî, el-Edebü’1-Müfred, s. 52: 112.

[79] M. Hüseyin Heykel, el-Fâruk Ömer, II, s. 233.

[80] Ebû Ubeyd b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl. s. 595:1909.

[81] Daha fazla bilgi için bk., M. Necâtul’l-lah Sıddîkî, İslâm., 272-9

[82] Peygamberimiz, Mu’az’ı Yemen Valisi tayin ettiği zaman ona, ya­pacağı işlerin listesini vermişti. Bu işlerden biri de şu idi: “İnsanlara, Allah’ın zekâtı farz kıldığını ve onun zenginlerden alıp fakirlere verileceğini öğretmek” idi. (Buhâri, Sahîh, II, s. 124; Tirmizî, Sahih, III, s. 21: 625, ve Nisâ’î, v.s. 3 ve 41).

[83] Haşr sûresi, âyet, 7.

[84] Karşılaştırınız: En’âm sûresi, âyet, 165; Saf.71; Zuhruf, 32.

[85] Tevbe sûresinin 34. âyetinin tefsiri için bk, İbn Kesîr, Tefsir., II, s. 352; Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 130.

[86] Bk: İbn Kesîr, Tefsîrü’1-Kur’âni’l-azîm, II, s. 350 – 353.

[87] Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d sûresi, âyet, 36; ve Lokman, âyet, 22.

[88] A’raf sûresi, âyet, 157.

[89] Aliyül, ve Nâcü’l-Tantâvî, Ahbâru Ömer, s. 268.

[90] M. Yûsufuddîn, İslâm ke Ma’âşî Nazariyye, s. 140. ana kaynağı zikretmeden iktibas etmiştir.

[91] Ebu’l-Hasan Ali el-Margınânî, el-Hidâye, III, s. 281; Abdurrahmân el-Cezîrî, Kitâbü’l Fıkh alâ’l-Mezâhibi’l-Erba’a, II, s. 349.

[92] Margınânî, Hidâye, III, s. 281; Cezîrî, a.g.e., s. 349

[93] Muhammed Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkıh, s. 350 – 264; Muhammed M. el-Devâlîbî, el-Medhal ilâ İlmi Usûlü’I-Fıkıh, s. 477 – 479.

[94] Abdurrahmân el-Cezîrî, Kitâbü’I-Fıkh âlâ Mezâhibi’l-Erba’a, II, s. 153 -168.

[95] Nisa sûresi, âyet, 29.

[96] M. ibn RUşd el-Kurtubî, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 167.

[97] Abdurrahmân el-Cezîrî, Kitâbü’1-Fıkh., II, s. 283 – 284.

[98] Bakara sûresi, âyet, 284.

[99] Mü’minûn sûresi, âyet, 84-85.

[100] Nur sûresi, âyet, 33.

[101] Ebû’l-Huseyn Müslim en-Nisâbûrî, Sahîh-i Müslim, II, s. 728:122.

[102] Bakara sûresi, âyet, 205.

[103] Ebû Abdullah Mâlik b. Enes, el-Muvatta, H, s. 448: 10; keza bk.: Ebû’l-Hasan A.b.M. el-Mâverdi, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 34.

[104] Mülk sûresi, âyet, 2.

[105] Veliyü’d-Dîn Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, II, s. 632: 5096.

[106] a.g.e., s. 632:5101.

[107] Saf sûresi, âyet, 2-3.

[108] Celâlü’d-Dîn Süyûti, el-Câmi’u's-Sağıîr, I, s. 124; Nûreddîn el-Heytemî, Mecme’a'-Zevâid ve Menbe’a'l-Fevâid, I, 35.

[109] Kur’ân-ı Kerîm, Ankebût, 45.

[110] Bakara sûresi, 183.

[111] M.b. İsmâü el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sağîr, III. s. 32.

[112] Bakara sûresi, 197.

[113] Hacc sûresi, âyet, 37,

[114] Tevbe sûresi, 103.

[115] S.S. Nedvî, Sîretü’n-Nebî, v, 410.

[116] M. Ebû Zehra, Usûlü’1-Fıkh, s. 350

[117] Bakara, âyet, 117. Bu âyeti kerîme büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Çünkü Kur’ân terbiyesinin esâsını tebarüz ettirmektedir. Bir gün Resulü Ekrem (s.a.v.) e biri üç defa, “îman nedir?” diye sordu. Cevaplardan ikisinde Resûlullah (s.a.v.) bu âyetî kerîmeyi okudular. Üçüncü cevapta da buyurdular ki: “Eğer hayır işlerseniz o sizi memnun eder, eğer şer işlerseniz o da sizi kederlendirir”. Kur’ân’ın bu âyetini tefsir ederken İbn Abbas demiştir ki: “Fâzîlet, ibâdet ve amelde değildir”. el-Dahhak da şunu demiştir: “Fazîlet, insanın vazifesini hakkıyle yapmasıdır”. Mücâhid de şunu söyledi: “Fazîlet, Al­lah’a karşı itaate azimli olmaktır”,  (Ebû’1-Fidâ t.  İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’I-Azim, I, s. 207.

[118] Beled sûresi, 7.

[119] Nisa sûresi, 107-108.

[120] Ebû Yusuf, Kitâbül’l-Haraç, s. 4; biraz farklı bir metin için bk.: Abdullah b. Abdurrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârimî, I, s. 131.

[121] M.b. Yezid b. Mâce, Sünen-i İbn Mâce, II, s. 725: 2144; Şâfi’i, Risâ 3.

[122] Nisa, âyet, 29.

[123] Tirmizî, III, 515: 1209; Dârimî, II, 247.

[124] Buhârî, III, 162; Müslim, II, 1230: 137 ve 138.

[125] Süyûtî, CâmiVs-Sağîr, II, s. 122.

[126] Bu Hadîs, İbn Kesîr tarafından kendi tefsirinde, Bakara sûresinin 172. âyetinin tefsiri dolayısıyle zikredilmiştir (c. Is. 205).

[127] Buhârî, el-Câmi’u's-Sahth, II, s. 128; Nisâ’î, Sünen., V, s. 43.

[128] A. Cezîrî, Mezâhıbü’l-Erbaa, II, s. 9

[129] Bakara, âyet, 172.

[130] İbn Kesîr, Tefsîrü’1-Kur’âni’l-Azîm, I, s. 205.

[131] Kur’ân-ı Kerîm, Mâide, 1.

[132] Enfâl,27.

[133] Buhârî, el-Câmi’u's-Sahîh, I, s. 16.

[134]Ebû Dâvud, Sünen-i Ebû Dâvud, II, s. 260; Abdullah b.A. Dârimî, Sünen-i Dârimî, 11, s. 264.

[135] Kur’ân-ı Kerîm, A’raf, 33.

[136] Nur sûresi, 19.

[137] Kur’ân-ı Kerîm, Âli İmrân, 161.

[138] Hacc, âyet, 30.

[139] Celâlüddin Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, ü, s. 128.

[140] Ebû Dâvud, Sünen-i Ebû Dâvud, II, s. 120.

[141] M.b.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sagîr, VIII, s. 196; Ebû Dâvud, II, 524; Nisâ’i, VIII 58.

[142] M.b.Y.b. Mâce, Sünen-i İbn Mâce, II, s. 755: 2746.

[143] Kur’ân-ı Kerîm, Şuarâ, 181 -183.

[144] Kur’ân-ı Kerîm, Mutaffıfîn, l – 6. Keza bk.: En’am, 153, A’raf, 85, Hûd, 84 – 85, İsrâ, 35, Rahman, 9.

[145] Ebu’l-Huseyn Müslim, I, s. 99: 164; Ebû Dâvud, Sünen., II, 244.

[146] M.b.İ. el-Buhârî, el-Câmi’u's-Sahîh, III, s. 74; Ebû Abdurrahmân b.Ş. el-Nisâî, Sünen el-Nisâî el-Müctebâ, VII, s. 216.

[147] Celâlüddîn Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, II, s. 156.

[148] C. Süyûtî, a.g.e. II, s. 175.

[149] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 188.

[150] Abdü’s-Selâm ibn Teymiyye, el-Muntekâ., 11, s. 935: 6967; Tirmizî, III, s. 623:1337; Ebû Dâvud, 11, 270; İbn Mâce, II, s. 775: 2313.

[151] Müslim, III, s. 1463: 26; Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, I, s. 13.

[152] İbn Teymiyye, a.g.e. cild, I, s. 354: 2949; Müslim, III, s. 1227: 129;İbn Mâce, II, s. 728: 2154.

[153] Ebû’l-Hasen Ali el-Margınânî, el-Hidâye, IV, s. 92; Kudûrî, 119

[154] Ebû’l-Hasen, el-Hidâye, s. 92 – 93.

[155] Şuarâ, âyet, 183.

[156] Ribânın bu kısa izahı, her ne kadar iktisâdla ilgili İslâmın mühim bir ahlâkî tebligatını belirtmekte kâfi ise de, şüphesiz mevzuun ehemmiyeti ve modern iktisadiyatı faizden kurtarma mes’eleleri bakımından kâfi değildir. Burada daha geniş bir tafsilât vermek mümkün değildir. Yine de teyid etmek lâzımdır ki, ribânın men’i, İslâm iktisâdının en mühim değer unsurlarından sa­dece biridir. Onun için ribâyı men etme teşebbüsü, İslâmın öteki değerlerini tecrîd etmetsizin ne muvaffak olur ve ne de o bir mânâ ifade eder. Ribâ, İslâmın içtimaî iktisadî değerlerini tesis etmeden ortadan kaldırılamaz. Tafsilât için bk., Reşid Rıza, Ribâ., Mevdûdî, Sûd.

[157] Cezîrî, II, 154.

[158] Nur, 37.

[159] İbnMâce, II,742.

[160] Kurtubî, Cami’., 1171.

[161] Veliyii’d-Dîn Tebrîzî, Meşkâtü’I-Mesâbîh, II, s. 652: 518.

[162] Celâlii’d-Dîn Süyûti, el-Câmi’u's-Sağîr, II, s. 158.

[163] Abdullah b. Abdurrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârimî, II, s. 246.

[164] Müslim, Sahîh-i Müslim, III, s. 2119: 107; Buhârî, III, s. 66.

[165] Tevbe sûresi, âyet, 34.

[166] M. Huseyn Heykel, el-Fâruk Ömer, II, s. 229.

[167] A. İbu Haldun, Mukaddime, s. 306. Tâhir ibn Huseyn’in oğlu Abdullah’a yazdığı mektubdan iktibas edilmiştir. Mektub, Me’mun tarafından Abdullah bir vilâyete vali olarak tayin edildiği zaman yazılmıştır.

[168] A’raf sûresi, âyet, 31.

[169] Furkân, âyet, 67.

[170] Buhârî, m, 550; Müslim, II, 813:182.

[171] İbn Mâce, ü, 1373: 4100.

[172] İmam Mâlik, Muvatta, H, 911: 3.

[173] Buhârî, VII, 182; Müslim, İÜ, 1651: 42; ve 1653: 48; İmam Mâlik, Muvatta, II, 914: 9; tbn Mâce, 1192: 3606.

[174] Ebû Dâvud,II,572.

[175] Kur’ân-ı Kerîm, Nur, 2; Enbiyâ, 33.

[176] Mâide, âyet, 90.

[177] A’raf,33.

[178] A’raf, 157.

[179] Meâric,24-25.

[180] Nur sûresi, âyet, 33.

[181] Buharı, I, s. 11; Müslim I, s. 67: 71; Nisâf VIII, s. 101. İki âyetin de lisânına dikkat ediniz. Bütün servet hakîkaten Allah’a aittir. O, onu bazısına az bazısına çok olarak insanoğluna verdi. Onun için zenginler onu sadece ken­dileri için değil aynı zamanda fakir kardeşleri için de harcamak mec­buriyetindedirler. Çünkü fakirin zenginin malında hakkı vardır.

[182] Haşr sûresi, âyet, 9.   

[183] Âl-i imrân, âyet, 92.

[184] Buhârî, I, 11; Müslim, I, 67: 71; Nisâî VIII, s. 101. İki âyetin de lisânına dikkat ediniz. Bütün servet hakîkaten Allah’a aittir. O, onu (bazısına az, bazısına çok olarak) insan oğluna verdi. Onun için zenginler onu sadece kendileri için değil aynı zamanda fakir kardeşleri için de harcamak mecburiyetindedirler. Çünkü fakirin zenginin malında hakkı vardır.

[185] Ebû A. Buhârî, el-Edeb, 52:11.

[186] Ebû Dâvud,II, 584.

[187] Leyi sûresi, 17-21.

[188] Bakara, 263-4.

[189] Muayyen mallar üzerindeki mikdar, % 10 veya % 20 dir. Ayrıca zekât fonu Kur’ânî emirlere uygun olarak sosyal güvenlikten ayrı bir şekilde belli masraflar adı altında da harcanabilir. Muhtasar olmamız icab ettiğinden tafsilâta girilmedi.

[190] Ebû Ubeyd K.b. Sellâm Kitâbü’l-Emvâl, s. 354: 919.

[191] Tevbe sûresi, 103; Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 190 -192. Tevbe sûresinin 103. âyetinin tefsirine bakınız.

[192] Abdullah b. A. Dârimî, Sünen-i Dârimî, I, s. 385.

[193] Ali el-Tantâvî ve Naci el-Tantâvî, Ahbâru Ömer, s. 268.

[194] Yûsuf b. Abdu’1-Berr el-Kurtubî, Cami1 Beyân el-İlm., 11,15.

[195] Ebû Dâvud el-Sicistânî, Sünen-i Ebû Dâvud, I, s. 381 – 382.

[196] M.b.Y.b. Mâce, Sünen-i İbn Mâce, I, s. 589: 1839; Ebû Dâvud., Sünen., I. s. 395; Abdullah b. Abduırahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârîmî I, s. 386; Ebû Abdurrahmân b. Şuayb el-Nisâî, Sünen., V, s. 74.

[197] Celâlüddîn el-Süyûtî, el-Câmi’u's-Sağîr, II, s. 167; Abdullah b. Abdurrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dârimî, s. 83: 264.

[198] Süyûtî,a.g.e.,

[199] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 205.

[200] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 205.

[201] Ebû Dâvud el-Sicistânî, Sünen-i Ebî Dâvud, II, s. 34.

[202] Veliyyüddî el Tebrî/î, Mişkâtü’l-Mesâbih, II, s. 316.

[203] M.b. İdrîs el-Şâfî’i, el-Risâle, s. 419:1159.

[204] Ebû Ya’lâ M.b. el-Huseyn el-Ferâ, Ahkâm., 3; Mâverdî, Ahkâm., 5

[205] EbûYâ’lâ,a.g.e.,s. 3.

[206] Mâverdî, a.g.e., s. 5.

[207] A’raf sûresi, 54.

[208] Yûsuf sûresi, 40.

[209] A’raf, 3.

[210] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara sûresi, âyet, 20; Fâtır, 39.

[211] Âl-iİmrân,159

[212] Eş-Şuara, âyet, 38.

[213] M.b. Ömer el-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, s.432.

[214] Zemahşerî, gös. yer; M.H. Heykel, el-Fâruk Ömer, H. s. 208.

[215] Kurtubî, n, s. 59. Davâhilî, el-Medhal ilâ ilm-ı Usûl-i Fıkıh, s.333. Kurtubî de “muttekî, Davâlibî*de de “âlim kelimesi vardır. Hakikatte takva ve ilim, ikisi de zaruridir. İlmi olmayanın fetva vermemesini peygamberimiz men etmiştir. (Kurtubî II, s. 63.).

[216] Mevdûdî, Hilâfet ve Mülûkiyyât, s. 70.

[217] Müslim, I. s. 126: 226; keza bk., IH, s. 1458: 18 vd; Buhârî, IX, s.80; Ebû Dâvud, II, s. 6: 14.

[218] EbûDâvud,s.6:14.

[219] Ebû Ubeyd K. Sellâm, Kitâb., s. 6:14.

[220] Ebû Yûsuf, Kitabtt’l-Haraç, s. 14 -15.

[221] Mâverdi, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 123; Ebû Yala, Ahkamu’s-Sultaniyye, s. 11.

[222] Müslim, II, s. 889: 147; İbn Mâce, II, 1297: 3931. Keza bk., İbn Hişam, II, s. 603; Heykel, s. 489.

[223] Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud II, 568.

[224] Ebû Ya’lâ, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 11; Ebû’l-Hasan Mâverdi, El-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 16; Ebû’l-Hasan el-Mergınânî, el-Hidâye, ii. s. 88 ve 132.

[225] Buhârî, IV,s. 239.

[226] Ebû İshak el-Şâtibî, el-Muvâfikât., c. II, s. 349; Y. Â. Kureşî, Kitâbü’l-Haraç, s. 97: 303

[227] İbn Mâce, II, s. 741: 2200; Ebû Dâvud, II, 224: Dârimî, II, 249.

[228] Bu mes’elenin daha fazla izahı için bk.: Ebû’l-Hasan Ali el-Margınânî, el-Hidâye, IV, 92

[229] el-Hidâye, IV, s. 93.

[230] Müslim, I, s. 90: 164; Ebû Dâvud, II, s. 244; Dârimî, II, 248.

[231] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm Kitâbü’l-Emvâl, s. 5: 8.

[232] Ebû Yûsuf., Kitâbü’l-Haraç, s. 117.

[233] Ebû Yûsuf, a.g.e. 65.

[234] Hz. Ömer, umûmî menfaat icâbı, şahıslardan bir miktar toprak parçası almış, fakat onun için tazminatını ödemişti, (bk., M, Yusufuddin, İslâm., I, s. 322.)

[235] A.b. Abdurrrahmân el-Dârimî, Sünen-i Dâritnî, I, s. 385.

[236] Ebû’l-Hasan el-Mergınânî, el-Hidâye, IV, s. 105.

[237] Ebû Yusuf., Kit|bü’l-Haraç, s. 85.

[238] Ebû Yûsuf., a.g.e. s. 14,15 ve 86.

[239] Ebû Yûsuf., a.g.e. s. 111.

[240] Ebû’l-Hasan Ali b.M. el-Mâverdî, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 209.

[241] Abdurrahmân İbn Haldun, Mukaddime, s. 308.

[242] Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Haraç, s. 94 -105; Mâverdî, Ahkâm., s. 185 – 198; Manâzır., İslâmî s. 363 – 395.

[243] Abdü’s-Selâm İbn Teymiyye, el-Müntekâ min ahbâri’l-Mustafâ, II, s. 401: 3126. Bu Hadîs-i Şerifin daha tafsilâtlı metni için bk., Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 197.

[244] Kur’ân-ı Kerîm, Enfâl sûresi, âyet: 60.

[245] Müslim, III, s. 1358: 6; Ebû Dâvud, s. 559.

[246] M. Hıfzırrahmân Sevharvî, İslâm ki İktisâd Nizâm, s. 227.

[247] Ebû’l-Hasan el-Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 123; aynı müellif, Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 245.

[248] Ebû Yûsuf; Kitâbü’l-Haraç, s. 109 – 110.

[249] M. Hıfzurrahmân Sevharvî, İslâm., s. 227.

[250] Margınânî, Hidâye, II, s. 164.

[251] İbn Mâce, I, s. 81: 224; Kurtubî, Cami’ Beyânü’l-İlm., I, s. 3 – 13

[252] M. Necâtul-lah Sıddîkî, “İslâmî Riyaset ki.,”, s. 49.

[253] Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, s. 27.

[254] îbnMâce,I,s.31:79.

[255] Müslim, I, s. 203:1

[256] Ebû Dâvud, H, s. 122; Tirmizî, H, s. 619:1332.

[257] EbûDâvud,H,s. 124.

[258] EbûDâvud, I, s. 481.

[259] A. Tantâvî, Ahbâru Ömer, 279,271.

[260] Aynı eser, s. 709 – 280 ve 271.

[261] M.N. Sıddîkî, “İslâm.,”, s. 43.

[262] Aynı eser, s. 51.

[263] İbn Haldun, Mukaddime, s. 309, Tahir ibn Hüseyn’in, oğluna yazdığı mektupdan iktibas etmiştir

[264] Mâverdî, Ahkâmü’s-Sultâniyye, 205.

[265] Nahl sûresi, âyet, 125.

[266] Kur’ân-ı Kerîm, ‘Araf sûresi, âyet, 3.

[267] Nisa sûresi, 125.

[268] Bakara sûresi, 200 – 202.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma