TAKVA

Takva:
Kuran nazil olmazdan önce Arapça da Takva (fiil halinde ittika) insan veya hayvan gibi canlı varlığın dışardan gelebilecek tehlikeye karşı savunması anlamına geliyordu. Kuran-ı Kerim geldikten sonra bu kavramı genişletti ve maddi tehlikeden ziyade manevi azaptan ve buna götürecek kötü işlerden korunmak kaçınmak anlamlarını yükledi.

Örnek olarak;
- Şirkin her çeşidinden yüz çevirmek ( kurban bayramı süresince getirilen teşrik tekbirlerini bu anlamda değerlendirebiliriz .
- İslam’a girdikten sonra büyük ve küçük günahlardan kaçınmak
- Kalbi Allah’ı zikretmekten alıkoyacak her türlü meşguliyetten arındırmak
- Hayatın tümünü Allah için yaşamak

Ebu Hureyre (ra)nin rivayetine göre peygamber efendimize soruldu:
“İnsanları cennete en çok hangi amel sokar?”. Buyurdu ki
-“ Allah’tan ittika etmek ve güzel ahlak”
-“ İnsanları cehenneme en çok hangi şeyler götürür?” diye sordular.
Buyurdu ki;
– “Ağız ve edep yeri ( şehvet)”

Ebu Ümame (ra)nın rivayetine göre peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“ Müminin faydalandığı en iyi nimet Takvadır”

Takva sorumluluk bilinci oluşturulduğu zaman ancak gerçekleşir.
Bir miktar korku duygusu Takva’yı etkin hale getirir. Ancak karşı etki olarak ümit ve sevgi ise onun isteyerek yapılmasını sağlar ve derecesini yükseltir. Böylece imanın ümit ve korku arasında gerçekleşmesi sağlanmış olur.

Takva en hayırlı ve koruyucu elbise olarak tanımlanmaktadır Kuran-ı Kerimde

Rüyalarda da Takva bir cübbe olarak görülmektedir zaman zaman. Nitekim Hz Ömer rüyasında kendini uzun bir cübbe içinde görmüş ve ertesi gün bunu Hz peygambere sorduğunda o da “ Ya Ömer bu cübbe ve onun uzunluğu senin dininin (Takvanın) derecesidir” buyurmuştur.

“ Fücur dediğimiz şey ise bu Takva elbisesi yırtan şey olarak değerlendirilir ve kişinin nefsine aşırı derecede tabii olması anlamına gelir”

İman insandaki deruni (iç) yaşantıyı,
İslam ise Allah’nın kanununa teslim olarak yaşamayı,
Takva ise hem imanı hem de teslim olmayı (islam’ı) kapsar.
Nitekim Kuran’ı Kerim’in Bakara suresi 177. ayetinde “birr” (iyiliği) anlatırken imanın gönüllerde kök salmasını gerektiğinin ve zahiri davranışlarının tek başlarına yeterli olmayacağının altı çiziliyor.

Allah için kesilen kurbanların etlerinin değil, mü’minlerin Takvasıyla Allah’a ulaşılacağını Allah’ın ölçülerine uymanın da kalplerin Takvasında olduğu belirtiliyor. Kur’an, namaz, zekat, cihat gibi ibadetlerinin, kalbin takvasın olmadan birer mekanik hareketler olacağını tekrar tekrar vurguluyor

Takva imanı bir görevdir.
Allah’a karşı takvalı olmak gerekir.
Korkulmaya layık olan yalnızca Allah’dır.
Allah’a kulun ancak takvası ulaşır.
Takva Allah’ın açık emridir.
Allah’ın emirleri ve hükümleri ancak takva bilinciyle anlaşılır ve uygulanabilir.
Takva Hz peygamberin tavsiyesidir.
Bütün peygamberlerin ortak daveti takvadır.
Bütün selef takvaya önem vermiştir.
Bir kul gücü yettiği kadar takva üzere olmalıdır.
Takva en hayırlı azıktır.
En güzel elbise takva elbisesidir.
Takva kerametin sebebidir.
Müttakiler insanların en keremlisidirler.

Müslim isen zarar kılma komşuna
Mü’min olup güven eyle her kime
Müttaki dur sakındığın şüpheye
Dost bilip de Muhsin kulda sır ister

ahi kul ahmed
ahikirsehir.com

Mü’minler takva hususunda yardımlaşırlar.
Takvaya yeterli bir İslami bilgi ve bilinen şeyle amel etmek ulaştırır.
Takva; Allah’ın kuluna bir hediyesidir.
Takva bir miktar murakabe ile elde edilir.
Takva ma’siyet (günah) yollarını gösterir.
Takva nefsin hevasına uymamaktır.
Takva her insanda farklı farklı derecede gerçekleşir.
Allah’ın yeryüzünde ve gökyüzündeki ayetleri müttakiler içindir
Allah kalpleri takva bilinci ile sınar.

Takva Allah’ın Rabliğini idrak etme, şiarını yüceltme, Allah’ı hesaba katma, Allah hakkıyla ibadet, birr (iyilik) ile ilişkili, ihsandan beslenen, sabırla beraber gelişen, infak ile ilerleyen, af, sıdk ve adalet ile güzelleşen veli olmanın şartı, tebliğ vasfı ile kişiyi önder kılar.

İman, ibadet, ihsan, ancak ve ancak takva bilinci ile gerçekleşir. Dolayısıyla takvası zayıf olan bir Müslüman’ın imanı da zayıftır ve muhtemeldir ki beş vakit yerine Cuma namazıyla iktifa ediyor ve namazlarında ihsan seviyesini de büyük olasılıkla bulamıyor denilebilir. Yalnız beş vakit kılıp da takva eksikliği nedeniyle tadili erkânda bir bozukluk nedeniyle ihlâs ve ihsanda da eksiklikler olabilir.

*

ahi kul ahmed

26 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İslam; balığın suyu mu? kuşun kafesi mi?

yazım dizdim epeyce
var gönlüne girerde
oğuzhan can olmuş
kul ahmed severde

*

emmin yazı yazsın
cumaya hutbe salsın
müftüler kırılsın
kul ahmed okurda

*

bana dinli demişsin
sümme haşa değülüm
din benim pabucumdur
kul ahmed giyerde

*

dizdim bunu oğuzhana
sevdim seni bilsene
çatma dinim mihengin
kul ahmed kızar ha

*

din dediğin ne ki
helal haram diye
çok haram işlerim
kul ahmed huzurda

*

sen de kemal istersen
koyver dini kitabda
deli olup arşa çıkmış
kul ahmed miraçta

*

oğuzhana öğüdüm
allah yoktur yiğidim
kalbin kime yanar
allah odur yiğidim.

*

bak bana beyler hani
sultanlığım geçer sözü
rahmanım kemter kulu
allah sever yiğidim.

*

sen de hep allah deyiver
aşk ile şöyle bir dönüver
kalpler nura garkolur
allah yakar yiğidim.

*

kul ahmedim sırrın kime
açtım küçük dostuma
kalpten dua gelirse
allah bilir yiğidim

*

zülfikarı verdim sana
pazuların ALİ ola
eğer imanın yufkaysa
ALİ kızar yiğidim

*

anınçun sen şöyle dur
bu sırrı çekmek zor
gelenler şol delidir
aklın koyar yiğidim.

*

sen akıllısın, belli
milliyetçisin, değil mi
ümmet allahın eteğidir
kalbin kayar yiğidim

*

seni din için seviyorum bilesin.

dinsiz bir mekan bul yerleşeyim.

gerçi namazı ben dinsiz kılarım.

lakin arşu alaya da donsuz çıkarım.

cübbem pek uzundur bilesin.

döndükçe efil efil savrulur.

işte dinin ölçüsü de budur

meşk ederiz dosta dostlar ile..

senin çıkışın da inişin gibi hızlı olur zahir, düş’ersin sonra.

çünkü sen dinsiz yerler görmek istiyorsun. din seni sıkıyor.

halbuki bize balığın suyu gibi..

sana ise kuşun kafesi gibi..

bizimkisi çıkmak istemez. seninkisi hep çıkmak ister

fark bu kadar keskin..

bu işler sana göre değil.

sen aşretine dön.

selamün aleyküm.

bu da dinden vesselammm..

*

ahi kul ahmed

14 Kasım 2011
Okunma
bosluk

tasavvufa göre aklın yeri ve önemi yazısına yorum

Muzaffer abi,

sana deliliği tavsiye ederim.

akılla bu gemi yürümez muzaffer abi. deliliğin önemini yazsaydın ya..kendini çok yormuşsun. aklını seveni dünyaya salıver gitsin.

deliler ümmet olmuş gökte bir bakıver. delinin donu neyse, benim dinim de odur. donsuz zaten ayıp olur. lakin delinin donu başına geçirdiğidir. işte bizim başımıza geçirdiğimiz Hz. ömerin sallanan cübbesi gibidir. işte kimi tersten giyer kimi düzden. lakin hepsi de dinin ölçüsüdür. kimi yerde sürür efil efil, kimi mini etek gibi giyer bacaklarını gösterir. işte bu ben’i öldürmediğindendir ve dini de kısadır bu yüzden.
 
kırşehirde bacakları açık bir deli gördüm. şunu hem doyurayım hem giydireyim dedim lakin olmadı. o kimseden bir şey kabul etmez dediler. bir çöplükten öbürüne geçiyordu. bir sonraki çöplüğe bir kebap atayım dedim onu da almadı. bu kirli kafayla kaşınmadan nasıl duruyor diye taaccüp ettim. sonra ankaraya döndüğümde 4 gün yıkanmadan durduğumu akşama kadar farkında olmadan aç durduğumu görünce bir anda hatırladım. demek ki durduruluyormuş hak tarafından dedim. yani deliler hakkın özel kullarıymış dedim. ve deli olmaya karar verip aşağıdaki şiiri yazdım.

yaşamayan yazamayacağına göre şairler en dürüst insanlardan çıkar biliyor musunuz. kılıçla da rüzgara resim çizerler onlar.

elazığda deli hayri derler bir deli varmış. tuman giyer lakin biraz açık gezermiş (uzun donu var lakin pantolon gibi kalın ve uzun bir giysisi yokmuş). bir gün bir muhterem Allah dostu bir zat bu deli hayriyi giyinmesi için azarlamış. hoca aynı gece rüyasında Hz. Rasülüllahı görmüş. Peygamber efendimiz demiş ki bu imama:”Hayrime dokunma” demiş. hoca da cevap vermiş. ” Ya Rasülüllah ya Hayrini giydir, ya da şeriatını kaldır” demiş. neyse ertesi gün hoca hayriyi çarşıda giyinik görünce hayri hocaya kızarak “git başımdan demiş. Rasülüllah bile başa çıkamadı seninle” demiş. bu ayniyle vaki bir olaydır. anlatan Elazığda ikamet etmiş diyarbakırlı arkadaşımdır.

işte böyle. her akılda bir “ben” gizlidir. akılarınızı ortaya getirin koyun demişler. sonra birer tane alın gidin demişler. herkes kendi aklını almış… delide ise asla ben olmaz. işte asıl sorun akıln “Ben”e değil hakka hizmete dönüştürülmesindedir.

işte hizmeti de kullar yapacağına göre kullukta akıl işe yarar bir meta olabilir. islamda hiç bir şey mutlak iyi ya da kötü olmaz. daima ne işe yaradığı ile kıymet ve itibar görür. para, mal, avrat, sıpa, makam, hep böyledir. müslüman ikili düşünmediği için hırslı oluyor, gazaplı oluyor, makam için yaltaklanıyor, kazık atıyor, işçi ücretini ödemeyip zulüm yapıyor.
kalbine bu ikili değerlendirmeyi iyice bir yerleştirebilse artık deli hayatını tacirler de yaşar.. lakin tekli değerlendirme daima “ALLAH YOKTUR” dedirtiyor. camide müslüman evinde zalim, işinde kafir, toplumda selamsız, menfaate dayalı bir riyakarlıkla pejmürde bir hayat sürüyor.. yazık..
rızkı ben alırım diyor her tedbiri hırsla aşırı olarak tedbire güvenerek alıyor, öğrenci çalışırsam alırım deyip allahı sınava müdahil görmüyor. çünkü erdeme değil maddeci başarıya kilitlenmiş durumda ila ahir… felaket bir manzara… işte 117 000 personeli ile diyanet dini hayata geçiremiyor bir türlü.. onlar da fazla akıllılar sınıfından… ne çekiyoruz şu akıllıların elinden vesselam.. bir de bize bakın bakalım… sevgilerim yetmez ben aşkla severim adamı ya da defederim vesselam..

 

 

 

aşık ahi kul ahmete yazmak nasib olmuştur

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İlim aşka düştü, Aşk zikre döndü, Zikir nura vardı, Nur Allah’ın nuruydu…

Zübdei alem olan insan yaratılış olarak beden ve ruhun sürekli ve ilginç bir mücadelesine sahne olarak yaşam sürdürür. Bu mücadelede ekseriyeti hangisi sağlarsa onun hükmü geçer. Kesafet dediğimiz beden ağır basarsa, kişi dünyaya yönelik olur ve ilahi ikramlardan mahrum kalır ve ağırlaşarak yerde kalır. Eğer ruh ağır basarsa kişi ilahi ikramlara mazhar olur ve yükselmeye başlar. Örneğin normal hava ile şişirilmiş bir balon nasıl yükselmezse, buna mukabil helyum gazı doldurulan bir balon ise uçmaya başlar onun gibi. İşte uçmak için ruhun beslenmesi, bunun da yine onun geldiği yerden gelen rahmani nurlarla bezenmesi gerekir. Buna nuraniyet de diyebiliriz. Kişi nuraniyete ağırlık vererek örneğin aynı anda iki yerde bulunabilir. Allah’ın her yerde bulunması, Hz. Peygamberin Küdüs’e ve Miraca çıkması aynı nuraniyetin sonucudur denilebilir.

Şimdi işin teknik boyutuna bir bakalım. Göreceksiniz aynı yerde buluşacağız..
İki eksi bir artı etmez.
Nur : aydınlık, ziya, Allah’ın 99 isminden biri, Allah nur’dur, “nurun ala nur”dur, o dilediklerini nurlandırır, nuraniyet ise her şeyi kaplamış ve maddeye de nüfuz etmiştir.
Zulmet nurun zıddıdır. Nur suresi 35’te “…Allah göklerin ve yerin nurudur” buyurulur.
Cevşende ise “ey nurların nuru” diye anılır.
Ziya ve nur genelde karıştırılıyor. Işık, ziyanın Türkçesidir ve maddidir ve fizikidir.
Nur ise ışıktır fakat akıl ve kalple görülür. Yani manevi aydınlanma. İngilizce’de nurun karşılığı yok. Onlarda en yakın karşılığı ışık olabilir. (Nasıl tercüme yapılacaksa) Işık dış yüzü aydınlatıyor. İçini ilim ışığıyla, akılla görürüz = aydınlanma. Işık hali gösterir zamana mekana tabidir. Nur, zamana mekana tabi değildir. Nur iyi kullanılırsa geçmişi de geleceği de görebiliriz. İlim nurani bir katman. Maddede ilim yok. İlim ışık fakat kaynağı maddi alem değil. Maddeye nüfuz ediyor fakat akıl biliyor.
Güzellik ölçü ve uyumdan kaynaklanıyor. Madde de dizilimle şekilleniyor. Karbon dizilimi ışıtıyor. Güzellik bir nur, sanat, akıl, irade, sevgi, ışık, iradedir.
TV, radyo ışınları ışık hızıyla geçiyor ve birbirine engel değil. Nuraniyet zaman ve zemin üstü.
Nur ve nar birbirine dönüşüyor.
Renkler nur mudur? Beyaz renksizlik değil. Bu yoktan var vardan yok oluyorsa demek ki fiziki bir şey değil.
Halbuki boya kesiftir. Değişmez.
Işık ise latiftir, nuranidir, karıştırılınca beyaz nur elde edilir. (Hz. Musa’nın koynundan çıkardığı el)
Elektrik entropi, saf enerji. Isı öyle değil. Nar nura, nur nara dönüşüyor.
Karanlık enerji ilmen var fakat fiziki olarak yok. Kainat %70 karanlık enerji. %95’ görünmüyor. Sadece %5 maddi.
Kuran’da cinlerin dumandan yaratılması ilginçtir. Karanlık madde, karışık enerji idi.
Süleyman aleyhisselamın yanındaki ifritin Saba Melikesi Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getirmesi. Varlığından emin olduğumuz fakat hakkında bilgi sahibi olmadığımız varlıklar kullanılabileceğimiz varlıklar olabilir.
Yaratılışta önce enerji vardı. Madde ile enerji farkı şu. Enerji yer tutmuyor, latif, maddi değil. Madde ise enerjinin kesif hali. Işık güneşte maddeden kütleden latife dönüşüyor. Işık yarı nurani bir şeydir. O halde tam nurani de var olmalıdır. Vardır. Böylece zaman ve mekan çöküyor.
Atılan bir topun hızını ölçüp bilebilirsiniz. Halbuki fizik araştırmalarında yerini bilirsen hızını bilemiyorsun. Atom altı dünyasında bir BELİRSİZLİK PRENSİBİ var. Atom altında kuantum fiziği geçerli olurken atom üstünde izafiyet teorisi geçerli oluyor ve batı bu ikisini bir türlü bağdaştıramıyor. İşte bunun sebebi NURANİYETTİR.
Hem dalga hem parçacık. Bazen dalga bazen parçacık ise ikisi de olmaz. Şimdi hicks parçacığını bulmaya çalışıyorlar. Buna “Tanrı Parçacığı” deniyor ve bu bulunursa nuraniyet olacak.
İlimle telepati, dilek şifa oluyor. Kesif bir bedenle latif bir ruhun karışımıdır insanda olan. Ruh nurani, beden katı ve kesif.  Çoğunluğa hakim olan şey neyse hüküm de ona göre olur. Onun için nuraniyeti bedende iman ve Kuran’la artırırsak onun kanununa tabi olur. Balonu düz hava ile doldurursak uçmaz. Fakat helyumla dolarsa uçar. İşte o zaman beden de artan nuraniyetle nurani kanunlara tabi olur. Böylece aynı anda çok yerde olunmasına şaşılmaz. Bir anda zaman ve mekan üstü olacak çünkü.
Kesiflerin görüntüsüne bir bakalım. Güneşin görüntüsü aynada ışığı ve ısısı yansıtılabilir. Bu yarı yansıtmadır. Tam yansıtacak bir ayna bulmak gerek. O zaman nurani görüntü de aslın özelliklerine tabi olur.
İsra suresinde Küdüs’e gitme ve Miraç’a çıkma bedenen olması hiç şaşırtıcı değil. Yatağı soğumuyor. Yani zaman durmuş, mekan sözkonusu değil.
Allah bir ayette “…. Yaprak düşmez ki bilmesin” diyor. Yani her yerde hazır, nurdur, nuranidir. Kesafetin sınırları onu sınırlandıramıyor.
Tek taş atınca dalga elde edebiliyoruz. Ancak elektronu tek yarıktan geçirirsek sorun yok. İki yarık olursa dalgaya dönüşüyor. Tek elektron iki yarık olursa iki taraftan da geçiyor ve dalga oluyor. Yani sürekli yöntem değiştiriyor. Kesifleştirme iradesini biliyor ve dalga olmaktan vazgeçip parçacık oluyor. Çoklu evrenler, parçacıklar birinde var birinde yok. Bu bir nuraniyet ve bunu kabul etmiyorlar. Kuantum burada bitiyor. Nurda sınır yok ve büyük sürate sahip.
Bilgisayarda 0 1 var. Bir şey her yerde aynı olunca her yeri 0 1 olur. Bit yerine kübit. Halen kullanılan bilgisayarlardaki bit sistemi, aynı anda bir işlem yapabilme yeteneğine sahip ikili bit sistemi üzerine kurulu iken, kuantum bilgisayarlar aynı anda çok sayıda çözüm üretebilme yeteneğine sahip kübit yapıdaki işlemciler üzerine inşa edilecek. 10 milyar bit boyutunda bir “kuantum yığını” nın süper hız ve aynı anda onlarca işlem. Düşünebiliyor musunuz? İşte nurani şeyler de aynı anda çok yerde olur!
Kadınlara “cinsi latif”diyoruz. Nezaketlerinden dolayı. Bu bir mana ile tanımlama.
Batı ise insanı maddi olarak tanımlıyor. Buna uygun olarak da çok tüketerek mutlu olmaya çalışıyor. Ama nafile. Amerika’da yapılan araştırmalar zenginlerin %70’nin mutsuz olduğunu gösteriyor. Batı’lılar gelirimiz 3 kat arttı fakat mutluluğumuz %40 düştü diye itiraf ediyorlar. Yatırım putlaştı, üretim tüketim içindire dönüştü ve madde insanı esir aldı. Reklam kişiyi Pavlov’un şartlanmış köpeğine dönderdi ve israfla fakirlik zenginliğin içinde büyüdü.
Yunus ise “bir ben vardır bende, benden içeru” diyor. Maddi ve manevi doyumun birlikteliğinin bir mesajıydı bu.
Fizik alemi küfrü şartlandırıyor. Nuraniyeti kabul etmemelerine rağmen gelinen çelişki noktasında determinizm ve pozitivizm öldü. Daha önce kanunlarda bir değişmeyi kabul etmiyorlardı ve “kanunları tam bilsek geleceği de biliriz” diyorlardı.
Ateşe serin ve selamet ol emri bir emre tabi olma ve kanun dışı. Hz. İbrahimin bıçağının kesmemesi. Bulutların ilahi emre isteyerek gelmeleri.
Kuantum mekaniği atom altında bitiyor. Yerini nuraniyet alıyor fakat inat ediyorlar, kabul etmiyorlar. Çelişki ise ortada kalmış sadece adı konacak fakat bir türlü iman olmayınca kabule dönüşmüyor.
Buna rağmen Allah’a inananların ve inanmayanların yerlerinin önceden ayrıldığı bir ilmi konferansta bir çok bilim adamı adı yazılmadığı halde inananların oturduğu bölümü tercih ettiler. İnkarcı bir bilim adamı ise istemeye istemeye şöyle diyordu. ”İlim gitti gitti sonunda Allah’ı ispat etti” diyordu. Stephan Hawkings ve bir çok bilim adamı ise “big bang tamam da bunun nasıl olduğunu Tanrıya sormak lazım” diyordu.
Bu gelişmeler din ve bilimin birleşeceğini, fen ve sosyalin yaklaşacağını, inkar yerine barış ve işbirliğinin geleceğini gösterir diye ümit ederiz.
Burada en anlamlı soru şu: Fizik küfrü imana mı götürecek? Ya da ALLAH’ı ispat mı edecek?
Bizim şüphemiz olmadı ki ihtiyacımız olsun. Ya sizin?
Şüphesi olmayan AHİ kardeşiniz size nurani dualar sunuyor.
3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

merhametin bittiği yerde insanlık ölmüştür

Sevgili Okurlar,

Peygamberimizin Bidat-ı Hasene olan Kutlu Doğum Haftasındayız. Rahmetten, merhametten sevgiden ve müslümanların halinden bahsedeceğiz.

Bir Allah ki, RAHMAN sıfatının eseri olarak yaratığı her şeye merhametini gizli ve açık zerketmiş. En çok neye ihtiyacımız varsa onu en fazla yaratmış. Örneğin hava ücretsiz ve her taraf hava dolu. Su ha keza. Ekmek ha keza. Et alamıyorsanız baklagiller aynı görevi görüyor. Diyeceksiniz ki bugün Afrika’daki açlar ne anlama geliyor. Bunlar modern ve bencil, herkesi düşman gördüğü için silahlanan insanlığın bütününün sorunu. Yani Allah veriyor fakat onu insan dağıtacak. Ortada haksız bir dağılım sorunu var.

O halde sorun düşmanlıksa modern hayat, gerek fert olarak ve gerekse ülkeler olarak sürekli düşmanlık üretiyor demektir. Bu sorunu nasıl aşacağız? Ağzı acılanana tatlı verirler. Düşmanlığın karşıtı sevgidir. Gerçekten herkesi düşman görerek silahlanıp yine herkesi öldürmeye çalışmaktansa, sevgi ile herkese güvenip bir kişinin ölmesine razı olmayı bilmemiz gerekmez mi?

Sevginin oluşabilmesi için insanların ya da halkların birbirini eşit düzeyde görmesi gerekir. Bunun adı ötekileştirmemektir. Her ötekileştirilen aşağı görülendir. Zenginlerin fakirleri, Türklerin Kürtleri, Sünnilerin Alevileri, şehirlerin kazalarını, zeki insanların aptalları, profösörlerin halkını, askerlerin siyasetçileri veya kalıba girmeyen halk kısmını ötekileştirmesi daima aşağı görmekten kaynaklanır.

Ayrı yaşamlar, örneğin ayrı servisler, ayrı lojmanlar, ayrı aidiyetler daima ben farklıyım düşüncesi oluşturur ve kibre yol açar. Kibirse suçların kapısıdır. (Tevazu ise iyiliğin kapısıdır) Bu yüzden bütün yönetici ve askerlerin halkın içinde yaşamaları, onların otobüslerine binmeleri, onlarla komşuluk ilişkilerinde bulunmaları, onların yediğinden yemeleri, onlar gibi giyinmeleri gerekir. Yani, ülkeyi idare edenlerin de halk gibi damdan düşmesi (aynı hayatı yaşaması) gerekir ki onu anlayabilsin ve ona çözüm üretebilsin. “Düşündüğünüz gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi düşünmeye başlarsınız” Hz. Ömer’in çok manidar bir sözüdür.

Onun için toplumsal farklılıkların giderilmesi gerekir. Hiç bir kuruluş mensubu diğerinden daha önemli olduğunu iddia edemez. Fakat 657 niye yamalıklı bohça gibi düşünmek gerekir.

Yapılacak olan bir başka şey de ortak bir paydada buluşmak zorunluluğudur. Törpülenerek değil de farklılıkları hoş görerek olmalı bu payda. Milliyetçilik tam bir kapsam sağlamaz ve daima birilerini dışarıda bırakır dinen de yasaktır. Vatandaşlık birliği de tam bir kardeşlik sağlamaz. Zira kimsenin görmediği yerde vatandaş kazık atar ya da hile yapar. “İyi insan” yetiştirmek ise ona “iyi ahlak”ı yaşama biçimi olarak verebilmekle olur . İyi ahlakı  ise dini bir tabana oturtamazsanız dayanaksız kalır. Dini tabanın iki temel unsuru ise: Allah’a iman ve Ahiret merkezli Allah Korkusudur.

Ahlakın temelinde iki temel unsur sevgi ve merhamettir. Sevgi makamı, makamların en üstünüdür. Ancak “Allah’ın oğlu” demek bir sevgi sapmasıdır. Yani aşırılık bir sapmadır. Bu “çok sevmek sapmadır” demek anlamına gelmez. Siz Allah’ı çok sevebilirsiniz buna bir engel yok. Peygamberi de Allah rızasının içinde olmak kaydıyla canınızdan çok sevebilirsiniz. Sorun olan şey, peygamberi haşa Allah yerine koymak ya da şeyhi peygamber yerine koymaktadır.

Cenabı Hakkın zatının sevgisi bütün mahlukata yansımıştır. Bir hadiste : “ben bir gizli hazine idim. Bilinmekten hoşlandım (ahbeptu-muhabbet besledim) mahlukatı yarattım ki bilineyim” buyuruluyor. Yunusu dinleyelim:

Çalab’ın dünyasında bin bir türlü sevgi var.

Kabul et kend’özüne gör hangisi layıktır.

Tarihte ilk yazılan kitaplar sevgi ile ilgilidir. Herkesin yaşadığı hal onun sevgisi olarak tanımlanır. Sevginin tanımı merhametle özdeştir. İnsan canlı hayvanata karşı sevgisini merhametle gösterir. Hangi merhameti ele alırsanız alınız o sizi sevgiye ulaştırır. Elektronlar bile sevgi sayesinde dönüyor ya da çekiyor. Muhabbetle aşk arasındaki farkı da iyi bilmek gerek.

Bir soru. Meşru sevgi ne acaba? Bunun iman ve ibadetle ilişkisi nasıl olabilir?

Cenabı Hak bazen bir kulunu kendine çekmek ister ve onun kalbine bir sevgi tohumu atar. Artık o kişi Allah’a aşık olarak cezbe içinde ibadet etmeye başlar, deli divane olur. Bu kişi yardım gördüğü için bunun derecesi çok yüksek sayılmayabilir. Bir de bir adam vardır ki hiç bir olağanüstü olay yaşamamıştır, perdeler açılmamıştır ve sakince kendi halinde ibadet eder durur. İşte bu adamın imanı öncekinden daha kıymetlidir ve derecesi yüksektir. Fecr suresinin son ayetlerinde sevginin yönü önce Allah’tan kula, sonra kuldan Allah’a diye tanımlanmıştır.

İnsan kendi kesbi ile de yol almaya çalışırsa da, Allah’a çok muhabbet duyabilen birisi bu yolu füze hızıyla kat eder ve ötekini geçer. Ancak temel olan meşru sevgi, kişinin cehdi gayreti ile ulaşacağı yer olarak tanımlanır. Bu mealde TAKVA’da kişinin elindedir. Ayette “Allah katında en üstün olanınız en takva olanınızdır” buyuruldu. İşte asıl yarışılacak alan budur. Bu, bir muhabbetin mukaddimesi gibidir. Zühd, sabır, tevekkül, rızık, nasib, kadere  rıza, günahtan kaçınma gibi hasletler gelip geçici olmayan hasletler olmalı ve kişi bunu daima bir “HAL” olarak yaşayabilmelidir. Bunlar ahlak ve edep olarak uygulanırken temeli Kuran ve Sünnete dayanmalıdır.

Hangi merhameti ele alırsanız alınız o sizi sevgiye ulaştırır demiştik. Her merhamet iyiyi, güzeli, doğruyu ortaya çıkarabilmelidir. Değilse tevhidi anlayışın dışında kalıyor demektir. Bu anlayış “Allah’ın hoşnutluğunu en büyük değer olarak kabul eden bir anlayışla olabilir ancak. “Demek ki takvadan gelen bir sevgi ve merhamet yapısına ulaşmış kişinin iyi bir müslüman veya mü’min olması beklenir.

Şu Hadis’e bir göz atalım: “Mü’min ülfet eden ve kendisiyle ülfet olunan kimsedir” İşte bu özellik, müslümanı canlı Kuran yapıyor. Şu kıymetli söze bakalım: “Mümin bulunduğu yerde İslam’ı temsil edendir”

Bir Hıristiyan ya da Yahudi, yahut bir ateist de fert olarak merhametli olabilir kuşkusuz. Bugünkü İncil’lerde veya  Tevrat’ta da merhametle ilgili ya da yardımlaşmayla ilgili konular hala var şüphesiz. Hatta Konfüçyüs dininde, yada Budizm’de de benzeri şeyler var. Ancak insanı merhamet seviyesine getirecek bir modelden yoksun oldukları için toplumsal bazda merhameti yakalayamıyorlar. Eğer merhamet gerçekten eğitimle öğretilebilir bir şey olsaydı bugün batıdaki suç oranlarındaki artışı nasıl açıklayacağız? I. Ve II. Dünya savaşlarında 15 ve 54 milyon insan öldü. Kamboçya’da Kızıl Kımer’lerin denetiminde Pol Pot yönetimi milyonlarca insanı öldürüyor, yetmedi yakıyor, yetmedi asıyor, yetmedi dövüyor… Nasıl bir insan tipi Allah aşkına! Düşünebiliyor musunuz?

Adam karısını bıçaklıyor, atılan bıçak sayısı bir önceki olayda 20, son olayda 51 idi. İki bıçak, bilemedin üç bıçak öldürmeğe yeter. Geriye kalanı hangi kin ve nefretle açıklayacağız? İşte bunlar insanlığın bittiği yerlerdir…Bunu yapanlar da sorsanız elhamdülillah müslümanım diyenlerdir.

Biraz eleştirelim şu müslümanları. Sünnet deyince neden sadece sağ tarafa yatmak, diş fırçalamak, sağ ayak ile camiye girmek akla geliyor da, neden merhametli olmak ya da yalan söylememek sünneti akla gelmiyor. Sorun ne? Neden din hayata geçmiyor? Dini anlama sorunumuz mu var? Merhamet diyoruz fakat merhametli olamıyoruz. Hadiste “din merhamettir” buyurulmadı mı?

Irak’ta  öldürülen bir milyon müslümanın bir kısmını işgal güçleri öldürdü fakat bir kısmını da müslümanlar kendi kendilerine yapmıyor mu? Afganistan’da Sovyet işgali varken birleştiler ve mücadele ettiler. Sonra birbirine düştüler. Düşman varsa iyi, yoksa kötü. Herkese bir şeytanı nerden bulacağız? Hazreti Ali’ye karşı çıkan Harici zihniyeti hala yaşamıyor mu? Ebu Cehil’ler ortalıkta hala gezmiyor mu?

Sonuç: Müslümanlar bir fetret devri geçiriyorlar. Merhameti, kalbi, aklı, tasarrufu, rızka razı olmayı, nasibi, beş vakit namazı, Allah’ı, peygamberi, unuttular. Dinin özünü, ne dediğini unuttular. Anlamak istediğini anlamak istiyorlar. Kapitalizmin kucağına oturarak dünyevileştiler. Ahiret çok uzaklarda kaldı. Kendi değil hep başkaları ölecek. Rızkı Allah değil kendi kopararak, sürekli risk alarak alacak. Sürekli risk alınca fakirlere bir şey kalmayacak. Ona da “onlar zaten tembeldir” diyecek ve bir gün burnunun üstüne çakılana kadar böylece gidecek.

İşte neden “ölmeden önce ölünüz” “ölmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” “İnsan mezarda uyanır” buyuruldu hadislerde?  İşte işi mezara bırakmayanların kurtulabileceği umulur. Bu yazıları sabah namazı için yüzünüze serpilmiş bir su kabul edin de birlikte uyanalım sevgili dostlar. Değilse çok geç olacak. Arkadaşı defnedip aynı hayata devam etmek, affedilmez bir hata olmaz mı?

*

ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

namaz kılmayan bir doktorun önerileri ne kadar sağlıklı olabilir?

Sevgili Doktor Abdülkadir Beyefendi.

 

Geçtiğimiz Pazar günü bir televizyon kanalında suça iten sebepler konulu programa konuk olduğunuzu gördüm ve ilgiyle de izledim.

 

Suça iten sebepler konusunda aklın, tecrübe ve düşünerek tespit ettiği birikimlere saygılı olmak gerektiği açıktır. İlimler ilahi olduğu gibi kesbi olanı da vardır.

 

Ancak konuşmanızın hiç bir yerinde ne nedenlerden ve ne de çözümlerden bahsederken hiç bir dini ritüel, argüman, öngörü ve çözüm önerisine yer vermemenizi anlamak gerçekten çok zor.

 

Bir benzetme yapmak gerekirse, son referandum oylamasında bir çok insan, liderinin ya da ideolojisinin emirleri doğrultusunda hareket etmeyi yeğledi. Halbuki anayasa değişiklikleri bir çok özgürlükleri de beraberinde getiriyordu aslında. Ancak bu içeriğe bakarak karar verme özgüvenini bir kısım seçmenler göstermedi de değil. İşte bu seçmen kitlesi demokraside şarlatan bir politikacıyı dinlemeyerek isabetli seçim yapan ana kitle olup bunların da demokrasinin öz kütlesi olarak onun garantisini oluşturduklarını söyleyebiliriz (Doğan Cüceloğlu).

 

Bu benzetmeyi asıl maksadımıza uyarlarsak dinin suçlar için öngördüğü sebepler ve çözüm önerilerinde size göre hiç mi haklı yönleri yok ki bunlara hiç değinmiyorsunuz? Yoksa yetişmeniz buna uygun değildi ve siz de hiç araştırmadınız mı? Aynı parelelde sizin namaz kılmamanızın size bu ihtiyacı hem anlatmadığı hem de farkettirmediğinin etkisi de var mıydı? Modern çözüm önerileri size göre yeterli miydi? Gelen hastaya 10 dakikalık kısa bir öğüdün arkasından bastır ilacı sistemi gerçekten istenen sonuçları veriyor mu size göre? Geçelim öbür taraftan dinin insan mutluluğu ve dolayısıyla suçların önlenmesinde ne kadarlık bir önemi var? Bunu araştırdınız mı? Psikolojik bir hasta bu hastalıktan kurtulmak için günde kaç kez Rabbine yalvarır? Yani DUA’nın gerek iyileşmede gerekse stabil kalmadaki etkisi nedir. Duanın oluşturduğu manevi bağ ve arkasından güzel bir öğütle sebeplerin ulaştırılması gereken yer olan iman tevekkülünün, zorluklara karşı dayanıklılıktaki önemi nedir. Bir adım daha ileri gidersek duanın namaza çevrilmesiyle bu tevekkülün doruk noktasına çıkması mümkün mü? Ayrıca dinin fiziki emirleri arasında cinsel tacize ilişkin olarak çocukların 7 yaşında odalarını ayırın, dayı oğlu hala oğlu da olsa nikah düşen bir erkekle bir evde yada odada yalnızlaşmayın çünkü üçüncünüz şeytan olur emri, kadına kapan ve halhal da olsa sert yere vurup tahrik etme emri, zina yapmayınız değil de yaklaşmayınız emri neyi ifade ediyor? Erken evlendiriniz emri. Diğer suçlar konusunda babaya evde şefkatli davran ve zulüm yapma, kadına itaat et (ezilme fakat itaatkar ol diyerek bir düzen oluşturma) ve benim uzman olmadığım için hatırlayamadığım daha nice öğüt ve tedbirler ne anlam ifade ediyor? Yani fert, aile ve toplum sağlığı için daha o kadar çok düzenleme var ki burada anlatmak kafi gelmez.

 

Sonuç olarak İslam ilahi bir nizamdır ve yarattıklarının her türlü ihtiyacını rahman sıfatının tecellisi olarak merhametle yaratmış ve kullanım klavuzu olarak da Kuran-ı Kerim’i göndermiştir. “Ela yağlemu men halak” yaratan bilmez mi? Buyuruyor. Bu kaynakta o kadar çok şey var ki, siz eminim sadece ihtiyacınız için müslüman görünüyorsunuz. Halbuki hukukta da uygulanması gerektiği gibi ilimde de uygulanması gereken o kadar çok şey var.

 

Bakıyorsunuz İslam’da idam cezası caydırıcı bir unsur olarak tepede asılı durmasına rağmen 14 ayrı nedenle bir kişiyi idam etmeniz asla mümkün görünmüyor. Yani idam etmek çok zor. Sonra hak sahibine diyor ki “affedersen karşılığını ben veririm ve daha güzel olur”  Daha olmadı diyetini isteyebilirsin. Bunlar hakkı ve affı devlete değil hak sahibine veren ve toplumu nihayette barışa götüren önemli unsurlardır. Devletin affetmeye kalktığı, 10-15 senede dışarda gezen katiller mazlumların yüreğini sızlatıyor. Bu acıyı da bir insanlık olarak anlayışla karşılamamız gerekir. Sonuçta adalet kısası isteyebilme (İlla kısas değil, hak olarak) hakkına kadar dayanır. Bana bir tokat vuranı çekip vurma hakkım yoktur fakat bir tokat da ben vurabilirim. Din de aşırılığı kabul etmez ve ölçüyü aşmayın der.

 

Konuşmanızın bir yerinde kişinin aklını çalıştırarak suç işlememe yönünde gayret etmesi gerektiğinden bahsettiniz. Bu sözünüze, yaratanın bildirdiği bilgiyi tasnif eden İslam alimlerinin bilgi birikiminde aklımda kalan şu bir kaç kırıntıyı ilave etmek isterim.

 

“İnsan, şu üç unsurla insan olur. Bunlar; akıl, irade ve kudrettir. Akıl eğer ifsat olmamışsa ya da herhangi bir baskı altında değilse genellikle doğruyu bulabileceği beklenir. Allah Kuran’ı Kerim’de “ey akıl sahipleri” ya da “düşünmez misiniz”  “akletmez misiniz” diyerek zaten bir işi yapması gereken birisine hitap eder gibi hitap eder. Yani hiç düşünmediğini varsaymıyor da, “bu senin görevin neden yapmıyorsun” gibi bir hitap kullanıyor. Akıl biliyor fakat vahiy doğru olanın yapılmasını istiyor, tavsiye ediyor. Destek akla değil iradeyedir. Çünkü irade taraf tutabilir, nefsi zaaflarını ve şeytanı dinleyebilir. Ayette “seni sonsuz kerem sahibi rabbine karşı aldatan (caydıran) nedir?” buyurulur.

İkinci olan unsur ise iradedir. İnsan yanlış olduğunu bildiği halde nefsi istek ve korkularından ya da hırsından dolayı bile bile yanlış yapar ve suç işler. Yani ortaya konan doğruları kabul edip etmeyeceğini belirler. İrade kirlendiğinde Allah; “aklınıza sormuyor musunuz?” diye uyarır. Kuran’nın amacı iradeyi güçlendirmektir. O hep öğüt veriyor: Adalet, iyilik, fuhşiyattan uzaklaşma v.s. (Nahl 90) Bütün emir ve yasaklar aslında birer öğütten ibarettir. Yapılan bir araştırma, aslında bütün suçluların yaptıklarının yanlış olduğunu ve er geç bir ceza göreceklerini bildiklerini ancak irade zayıflığının da etkisiyle istediğini yaparak sonucu geciktirmeye çalıştıklarını ortaya koyuyor. İşte  Kuran, namazla, oruçla, zikirle, tefekkürle insan iradesini güçlendirmeyi amaçlar aslında. Nefsi terbiye etmek, kontrol edebilmeyi sağlamak beklenen sonuçlardır. İşte ibadetler bir mana itibariyle de hızla akan, özellikle modern hayattaki zamanı yavaşlatıyor. Bu size ahiret merkezli bir düşünebilme fırsatı da veriyor beraberinde. Ayette “namaz kötülüklerden alıkoyar” diye bunun için buyuruldu. Maun suresinde de “yazıklar olsun o namaz kılanlara” denilerek namazla disipline olamamış ve namazın içini boşaltmış (yüraune-görüntüde) şekle dönüştürmüş kişilere sert bir hitap var.

Geriye kudret kalıyor ki, o da, doğrunun yapılmasına imkan tanıyan insana verilmiş ilahi bir kuvvettir. Ne yaparsanız yapınız tevessülü tevekküle çevirerek sonucunu Allah’ın temin edeceğini idrakinize yerleştirmeniz ve bir inşallah diyebilmenizdir.

Bütün canlılarda irade ve kudret var. Fakat akıl sadece insanda var. Eğer akla göre davranmazsa hayvanlaşıyor. İnsan isteklerine gem vurarak insan olur. Tamah insanı basitleştiriyor. Cinsellik onurunu zedeliyor. Zevk ve mal her şeyi bitiriyor. Halbuki Allah “ Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” diyerek bütün ibadetlerin zamanı yavaşlatmasıyla önce hırsı yok ediyor, arkasından islam kardeşliği ile hasedi kaldırıyor, sükunete getirerek gazabı ve dolayısıyla suç işleme özelliğini zayıflatıyor, kullukla tevazuyu hissettiriyor, ahirette kul ve  Allah hakkı korkusu ile de tamamlıyor ve artık terbiyeli “iyi insan” lardan mükemmel toplum ortaya çıkıyor denilebilir. Bütün bunlara rağmen insan yine de önleyemediği korku ya da toplumsal baskılar nedeniyle suç işlemeye meyledebilir. Bu sefer de kısas gündeme gelir ki bu bir eşitlik, adalet ve caydırıcılık sopası olarak ortada sallanır. Gördüğü ceza da kul hakkından düşülür ki bu bile bir adalettir. Bu yüzden af ya da diyet ya da hak talebi hak sahibine verilmiştir.

Suçların sebepleri arasında; işsizlik gibi ekonomik sebepler, aile bütünlüğünün parçalanmasının doğurduğu sevgisizlik ve kontrol dışılık, toplumsal korkular, eğitim ve ahlakın birlikte verilmemesi, ben duygularının körüklenmesinin yarattığı eşitsizlik ve hataları kabullenmeme, toplumsal kibir (ve arkasından gelen dayatmalar), yanlış inanışların katı töre ve geleneklerin dini gibi algılanarak sert tavırlara konu olması, toplumsal hoşgörü eksikliği (sosyal baskılar-toplum içine çıkamama) eksik adaletin eksiğini mazlumların zalimleşerek tamamlamaya kalkması, kanunların halkın gelenek ve davranış yapısına uygun olmaması, siyasilerin şahsi sürtüşmelerinin toplumsal aşağılamaya dönüşmesi ve barışı zedelemesi v.s.

Sonuç olarak on tane zalime mi merhamet etmeliyiz, yoksa yolda yürüyen on milyon masum insana mı? Af yetkisi devletin mi hakkı, yoksa mazlumun mu? Herkesi tehdit olarak algılayıp silahlanmalı mıyız, yoksa herkesi sevgi ile kucaklayıp on tane kayba razı mı olmalıyız? Benim gibi düşünmeyen tehdittir anlayışı maalesef  20. yüzyılın son ayıbıdır. Ahlak dini olmalı, dinin de ahlaki tarafı öne çıkarılmalıdır. İbadet, tevhitten sonra güzel ahlak için vardır. Namaz kılıp suçta ısrar etmek namazın içinin boş olduğunu gösterir. Erkek yaratılış itibariyle dominanttır ve suça kadına göre daha yatkındır. Devlet bütün kanunlarıyla adil ve hizmete yönelik olmalı ve her aileye bir gelir girmenin yollarını bulmalıdır. Eğitimi dinin ibadet ve ahlak unsuruyla birlikte vermelidir. Dindarı rejim düşmanı ilan etmek de bir korku yaratarak dışlamak çabasına dönüşmektedir. Allah korkusu olmayan, dünya mahkemesinden kaçsa bile ahiret mahkemesinde hesap vereceğini bilen kişinin suç oranı daha düşüktür. Kişi rejime sadakat adına dinden uzak kalınca sisteme takılmadan teknik suç işlemenin yollarını arıyor. Eğitim suçun sonucunu düşünebilmeyi sağlıyor fakat bu sefer ben duygusu yükseldiği için sadece kendini düşünen, geleceğini güvencede görmediği için hırslanan, inanç duygusu zayıf olduğu için tatminsiz ve mutsuz oluyor ve bu fertlerden de şizofren bir toplum ortaya çıkıyor. Bu toplumun üçte biri şizofren diyor psikiyatri profesörü Abdülkadir Çevik.”

 

Sonuç olarak İslam ve Kuran sizin mesleğinizin çok önemli bir kaynağıdır. Ancak laiklik adına oluşturulan ideolojiler ve statüko  insanları sadece ihtiyaçları kadar bir müslümanlıkta bırakıyor. İnsanlar ya da bilim adamları bu kaynağı kullanmadıkları için insanı tanımadan ona çözüm önerileri sunmaya kalkmakta ve Yunus’un dediği “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendin bilmezsin, ha bir kuru emektir”e dönüşüyor. İnsanlar ilaçla mı iyileşiyor yoksa büyük oranda dua ile mi? bunu da kimse anlayamıyor. Çünkü aşılamayan “benlik” nalıncı keseri gibi “ben iyileştirdim”le kendine yontuyor. Şifa vereni unutuyor.

 

Yapılan araştırmalar dini okullardaki suç oranların az olduğunu ve dini ağırlıklı ailelerde de suç oranının azlığını işaret ediyor. Araştırmalar bunu gösteriyor. Allah korkusu ve kul hakkı olarak ödeşme şartı olmayan ve bu bilinci doğru iman ve onun amel dediğimiz ibadetleriyle irade güçlendirmesi yapmayan hiç bir ahlaki sistem başarılı olamaz. Eğitim seviyeleri yüksek olduğu ve maddi her türlü ihtiyaçların karşılandığı gelişmiş ülkelerdeki MUTSUZLUK (Amerika’da yapılan bir araştırma zengin ailelerin %70’nin mutsuz olduğunu söylüyor) ve SUÇ ORANLARINDAKİ ARTIŞ’ı neyle izah edeceğiz? Yani ahlak dinli olmalı, dinin de ahlaki yönleri öne çıkarılmalıdır. Dinin en temel argümanı namazdır. Dinin direği denmesinin anlamı nedir? Neden kılmayana 20 veya 40 sopa emredilmektedir? Çünkü namazsız fuhşiyattan korunmak ve Allah korkusunu canlı tutmak hemen hemen imkansızdır. Din; önce mali ihtiyaçların karşılanması, ailevi dengenin sağlanması, kişilik oluşumu, davranış güzelliği, 12 yaşında karar verme yetisi ve babaya ona danış emri, selamlaşma, islam kardeşi kılma, MERHAMET, yardımlaşma, faiz yasağıyla ortaklığa teşvik ve enflasyonu önleme, israf yerine tasarruf ve arkasından artan paradan kısmen biriktirme ve dağıtmayı öngörür. Her şeyi sağlayıp davranışları düzenleyip insanları bir sevgi ortamına getirdikten sonra artık sert cezaları koymaya hakkınız olabilir. Buna rağmen devlete değil hak sahibine af yetkisi vererek yarayı kapamaya  çalışmak artık kan davalarını da önleyebilir diyebiliriz.

 

Sonuç olarak demek istediğimiz şey; İslam’ı kendinize hizmet ettireceğinize onu ilminizin içine alarak hem cesaretle kullanın ve insanları da yararlandırın, hem de İslam’a hizmet edin ve onun adını bir konuşmada zikredebilin. Kuran, bütün ilimleri içinde barındıran tıp, sosyoloji, psikoloji, astronomi v.s. den onların kritik şifrelerini veren bir kitaptır. O sadece imamların ya da hafızların anlamadan ezberleyip durdukları bir ölü kitabı değildir. Canlıların kitabıdır. Hayatın kitabıdır. İşte ilmi imanla birlikte techiz edebilirseniz hem siz doğru teşhisler yapabilir ve doğru tedaviler de önerebilirsiniz ve sonucu da artık ALLAH sağladı ya da ŞİFA verdi diyebilirsiniz tevazuyla. Sebepsiz (ilaçsız) dua emre ve ilme itaatsizlik olur. Duasız (Allahın şifa vereceğini unutarak da) ilaç kullanılamaz. Eminim siz “ilaç içerken şifa Allah’tandır deyiniz” demeye utanırsınız ya da sizi tarikatçı zannederler diye çekinirsiniz. Çünkü üniversitede bir makamınız var ve onu korumak için böyle bir doğruluğu göze alamazsınız. Belki de meslekten atarlar irticacı derler. Daha geçenlerde İstanbul’da idim ve Kınalıada’daki kilisenin papazı müslüman olduğu için onu aforoz etmişlerdi. O, yeni dini için bunu göze almıştı. O insana maaşımdan bir miktar düzenli olarak ayırmak istedim fakat izini bulamadım.

 

Şüphesiz siz daha namaz kılmadan Allah için hiç bir cihad yapabilmeniz  zaten mümkün olamaz. Yerinden Allah için kalkmayan daha zor şeyleri göze alabilir mi?

 

Akıl akıl deyip duruyorsunuz. 28 şubattan sonraki 65 milyar dolarlık banka soygunlarını beyaz yakalılar yapmadı mı? Bazı suçların işlenmesinin nedeni cezasının ne kadar olduğunu bilememektendir denilebilir. Yani hem bilgiye ulaşmada ve işin sonucunu düşünmede akıl rehber olabilir kuşkusuz. Akıl boşuna yaratılmadı ve hitab edilmedi. Ancak gördüğünüz üzere yine de akıllılar suç işliyebiliyorlar hem de hamuduyla götürerek. Çünkü iman eksik, namaz yok,  Allah korkusu yok. Sonuç yine felaket.

 

Eğitim veriyorsunuz fakat ilimle ahlakı birlikte vermiyorsunuz. Dini vermiyorsunuz ki en temel yönü dini ahlaktır. “İyi insan” yetiştireceğinize rejime sadık “iyi yurttaş” yetiştirmeye kalkıyorsunuz. Sonuçlar ortada. Hepsi de işsiz. Eğit fakat işsiz olabilir. Meslek, sanayi rekabeti önemli değil. Atatürk’de önemli olan “zihniyettir”(Taha Akyol) dememiş miydi?

 

Bir hastanız geliyor ve 15 gün sonra yeniden gel göreceğim diyorsunuz. 300 lirayı yeniden bir daha alıyorsunuz. İşte bu mesleğinizin ya da sizin, kibar adıyla vazgeçilmezliği şekline bürünüyor. İnsanlar alıştığı bir doktordan duygusal sebeplerle kolay kolay vazgeçemiyorlar. Siz de bu iyi duyguları sömürüyorsunuz. 15 günde 600 lira bir fakirin bütçesinde ne demek siz biliyor musunuz? Aynı koyun can derdinde kasap et derdinde misali gibi. Siz dikemediğiniz dairelerin sayısını, onlarsa yiyecek ekmeği nasıl alacaklarını hesap ediyorlar. 5 liraya kart çektiriyorlar. İşte “bir işte merhamet olursa o iş ne güzel olur. Bir şeyden de çekilip alınırsa o iş ne kadar çirkinleşir” diyen peygamberimiz ne kadar haklıdır. Sorsam ümmetiyim diyeceksiniz. Fakat yaptığınızın dinle imanla hiç alakası yok. Makbuz da vermeyerek verginizi de vermiyorsunuz. İyi insan tiplemesinin içine giremediğiniz gibi verginizi vermediğiniz için Dürüst vatandaş da sayılmanız biraz zor. Kalkıyorsunuz toplumsal sorunlar hakkında görüş bildiriyorsunuz. Ne derler, “dinime küfreden müslüman olsa”

 

Yaklaşık 20 yıl önce ataç sokakta bir doktora gittim. İçeride kapının üstünde “kırığı ben sardım Allah iyileştirdi” yazıyordu. Müslüman bir doktora gittiğim için mutluluk ve güven verdi. Muayene ve filmden sonra sekretere kaç para dedim o da 7,5 lira dedi. “Bu çok” dedim. “o zaman ne kadar ödemek istersiniz”dedi. Ben de şöyle bir rayiç düşünüp “5 lira olabilir” dedim ve ödedim. Kız bir liste çıkardı ve oraya not etti. Muayene olanların listesinde hiç beş lira bile yoktu. 1,5 ; 2,5 ; 3 ; ve az olarak da 4,5 vardı. “Neden böyle” dedim. “Biz tarifemizi söyleriz, kim ne verirse onu alırız” dedi. Kulağınızda bulunsun.

 

İki anı: Elazığ’da bir esnafa öğrenciyken yurdun dolabının kilidini tamire götürdüm. İki saat uğraştı parça kullandı fakat yapamadı. “Kaç para” dedim. “Ne parası, yapamadık” ki dedi almadı.

Kayseri’de saatçiye gittim. Saatimi tamire uğraştı yarım saat. Fakat o da yapamadı. “Para gerekli mi” dedim. “Evet sizin için yarım saat uğraştık” dedi. Fakat bana hiç bir katkısı yoktu o meşguliyetin. Çaresiz verdim. Fakat içimden hiç de iyi şeyler söylemedim.

 

Madalyona gittim. Akşam doktorla görüştüm. “Böyle olmaz yarın eşinizle birlikte gelmelisiniz” dedi. Ertesi günde aynı parayı bir daha istedi. “Ben sizin için meşgul oluyorum” dedi. Ben de yukarıdaki iki anımı kendisine anlattım. Utanıp aşağıya talimat vermiş “almayın” diye.

 

Şu soru çok önemli. Meşguliyet mi, yarar mı önemli? Bir fabrika uğraştığı bozuk mallara da aynı parayı isteyebilir mi. Siz meşguliyet derken mesleği ve kendinizi putlaştırıyorsunuz. Beni ilgilendiren ise sadece yararı olması. 15 gün sonraki alınan paranın bendeki adı: SOYGUN. Tarife mi insanlık ve merhamet mi önemli? Meslek odaları örgüt üyelerinin çıkarlarına hizmet edip sosyal sorumluluklarını unutan çıkar örgütlerine dönüştüler. Hiç bir doktor “bıçak parası”ndan dolayı meslekten atılıyor mu? Ama bıçak parasına parayı veren ya da bir avukat küfrediyor. Muhasebeciler odası bu kadar vergi kaçırılmasında etkili olan üyelerine meslekten men cezası veriyor mu hiç? Şöförler odası Belediye ile anlaşıp fiatları halkın aleyhine bu kadar yüksek nasıl belirliyor? Yani ÖRGÜT İÇİ İLİŞKİLER HASTALIKLI, ÖRGÜT DIŞI İLİŞKİLER SAĞLIKLI. Siz ne kadar meşguliyetten yana iseniz, o kadar da insanlardan, onlara hizmetten uzaksınız demektir. Sadece toplumdan acısını çıkarıyorsunuz demektir. Kalbinizdeki para sevgisi, insan sevgisinden fazlayken insanları nasıl iyileştirmeye çalışıyorsunuz bunu anlayamıyorum? Burada bir terslik ve yalan yok mu acaba?

 

Söylediklerimin değil ama usulünün bir hatası varsa kusuruma bakmayınız. Dervişvari konuşmazsanız etkili olmuyor insan üzerinde gereken uyarıyı göstermiyor. 

 Selam ve saygılarımı sunuyorum.

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DUA İLE İNSAN OLUNUR

 Sevgili okurlar,

dua; dinimizde ibadetin özüdür, iliğidir. Bedenimizin yeme ve içmeye ihtiyacı olduğu gibi ruhen de dua etmeye, yalvarıp yakarmaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç yaratılıştan gelmektedir. Peygamberimiz (s.a.v) duayı; rahmet kapılarının anahtarı, müminin silahı, dinin direği (Salat=NAMAZ=DUA), ibadetin özü, olarak nitelendirmiştir. Kulluk ve manevi bağdır. Rabbimiz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.” Mü’min, 60 Duam kabul olmadı demek de çok yanlış olur. Hadis-i şerifte “Dua edenin ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür, yahut ahirette mükafatını bulur” buyruldu.

Bir hastanın ilaç kullanmadan: “Allah’ım şifa ver” diye dua etmesi de; ilaç kullandığını düşünerek Allah’tan şifa dilememesi de yanlış olur. Yani sebep ve dua birlikte yapılmalıdır. Yüce Allah:”Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin, O’na korku ve ümitle dua edin” (Ârâf, 55,56) diye buyurmaktadır. Bir ayette de “..duanız olmasa size niye değer versin” buyurmaktadır. Yukarıdaki ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere çok dua etmek, helal yemek, sebeplere uyarak korku ve ümit arasında dua etmek gerekmektedir. En tehlikeli olan şey de duanın tersi olan kişinin kendini müstağni görmesi yani ihtiyaçsız hissetmesidir. İşte Allah bu kişiye gazap eder.

Dua öylesine fitri bir şeydir ki, ateist biri de korktuğu bir gecede Allah’a inanmaya başlar ve dua eder. Dua ile kişi Allah’a yaklaşarak manevi bir bağ kurar ve yalnızlığını giderir. Psikolojik hastalıkların tevdisinde Müslüman ülkelerdeki bir çok doktor reçeteye “NAMAZ” diye yazmaktadır. Namaz = Salat = Dua’dır. Çok dua edenlerin psikolojileri daha sağlıklıdır. Namaz kılanlar namazda söz verdikleri şeyleri yapmadıkları için (verdiği sözde duran müslümandır) Maun 3’teki yüraune=görüntüde, içi boş ve şekilde kaldıkları için hastalıklıdırlar. Sağlam ve ihlaslı namaz, sağlam bir imanı işaret eder ki, o da sizi her türlü sıkıntıda dayanacak ve tevekkül edecek bir davranışla şizofren olmanızı önler. Bu yüzden Müslümanların çoğu Cuma müslümanıdır. Bu bile bir şeydir. Fakat 5 vakit olmadığı için zorluklara yeterli dayanıklılık vermez. Perişan bir dünya ve ahiret hayatı olur.

İşlerde ehil olmak adaletten önce gelir (Nisa 58) adalet de ibadetsiz sağlanamaz ve iyilikten önce gelir (Nahl 90) Amerika’da 79 yılında yapılan bir araştırmayla dayanıklı ailelerin ortak özelliklerinin ne olduğu araştırılmış ve önce dindar oldukları, sonra birbirlerini takdir etmekten çekinmedikleri ve son olarak da birbirlerine zaman ayırdıkları görülmüş. Manevi değerlere saygılı bir Hırıstiyanın yapacağı şey papazı dinlemek ve dua etmektir. Belirleyici olan dua etmeleridir. Kalabalıklaşan modern toplumumuzda yalnızlaşan insanın tek sığınağı Rabbidir ve bunu dua ile yapabilir ancak. Çok dua eden ihlaslı bir kimse hiçbir kimseye ihtiyaç duymaz. İnsanlarla diyaloğu ise selamla sağlayabilir. Bu yüzden dua ve selam iletişimin iki kapısıdır. Bir doktor bu iki şifreyi hastasına önerebilmelidir. Kuranı Kerim’de Allah (cc) “Ey müminler, Allaha karşı takvalı olun ve ona vesile arayın. Ve onun uğrunda cihad edin ki, felah bulasınız” der (5/35). Buradaki vesilenin, bir şey istemeye yüzünün olabilmesi için yapılacak ibadetler, hayır ve hasenat olduğu söylenir. Bunu anlatan bir ayeti kerime de vardır: “Ey müminler, Allah’tan sabır ve namazla yardım dileyin” (2/153) Demek ki, sabır ve namaz birer vesiledirler. Peygamber efendimiz her sıkıntıya düştüğünde bir miktar namaz kılar ve o sıkıntının kalkması ya da hayra dönüşmesi için dua ederdi.

Asıl tevessül, insanın kendi amelleriyle olur, bunda şüphe yok. Ama Hz. Peygamber’le onun hürmetine diye tevessül etmek de mümkündür. Ne var ki, istenen zat o değildir, Allah’tır. Kaldı ki, bunun kuru kuruya olmasının da bir anlamı olmaz. İnsan onun bir sünnetini yaşar, onun yolunda olup olmadığını gözden geçirir, ya da ona bolca salat ve selam okur, ondan sonra Allah’tan, onun hürmetine diye istemeye yüzü olur. Aksi halde onun hürmetine diye istemesinin bir anlamı olmaz. Diğer yönden hiç bir şey yapmadan, “falancanın hakkı için” diye dua etmek de meşru değildir ve bunun insanı şirke kadar götüreceği söylenmiştir. Bu ölçülerle ve istediğini sadece Allah’tan (c.c) istemesi şartıyla, Allah dostu olduğu bilinen birisiyle de tevessül edilebilir.

Ancak bazı sufiyyenin, “Yetiş ya seyyit, imdat ey gavs” gibi sözleri ve evliyanın bunları duyup imdada koşacağına inanmaları elbette şirktir, bunlardan Allah’a sığınırız. Ritüeller Peygamber bile ölüm halinde sadece duaya gelir. Ruhların yeşil sarıklarla savaşlarda, kazalarda ya da önemli diğer olaylarda nelere vesile kılındıkları hakkında bazı bilgilerin olduğu doğrudur. Çünkü “Ruh Rabbimin emrindedir”(Ayet) ve Rabb’de her işini bir vesileyle yapar. Bunların da dostlarından seçilmesi gerekmez mi? Etlik’te Aşağı Eğlence’de 95’lik maliye emeklisi babamın has dostu Rahmetli Arap Hızır amca’yı sağlığında yaralı olmadığı halde ayağında kanlarıyla fiziki gözle gören var. Hızır Amca bir arkadaşının Kıbrıs Savaşına Ankara’dan ilahi hikmetle katıldığını ancak Beş Parmak Dağlarında çiftleşme halindeki Rum askerle sevgilisinin üstüne kum atarak öldürdüğünü anlatır. Bu, cihadın dışındadır ve ilahi emre aykırıdır. Bu zat evden ayrılır ve bir daha geri dönmez. Bedir’de melekler, Mohaç’ta ve Çanakkale’de yeşil sarıklılar boş durmadı.

Kırşehir’de Mahsenli’li Ali Efendi’nin de bir çok yerde görüldüğü söyleniyor. Hatta 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda yakıtı bitmek üzere olduğu için bombayı atamayan pilotun yanına kanatların üstüne gelip “korkma devam et ve bombanı salla evladım” dedikten sonra kimliğini de söylediği ve pilotun bunu yaptıktan ve savaş bittikten sonra soruşturarak onun köyüne geldiği anlatılıyor. Mahsenli’li Ali Efendi Kırşehire geldiğinde Molla Osman Camii’nin odasında kalır ve müridleri Ama Hafız’ın Bekir ve Büyükbabam Hakkı Atik’in annesigile ve Aşçı Asım amcalara gider ve evlerde zikir yapılırmış. Büyük Dedem Hacı Mehmet, Mösürlerin Kapıcı Camii Müezzini Nuri Hoca, Kavağın Şıh Mehmet; Altınlıoğulların Hacı Kadir Amca, Kaypağın İbrahim Amca’da Çorumlu Mustafendinin Müritleriymiş ve Bizim eski evde de zikir yapılırmış. Babam anlattı. Yani Allah’ü Teala önemli bazı işlerde “haydi git bunu da sen yap” der gibi kendine yakın sevgili kullarını görevlendirdiği anlaşılıyor. Böyle bir görev ne kadar güzel bir görevdir. Ancak sizin derdinizi mutlaka Allah’a açmanız ve ondan dilemeniz gerekiyor. Artık O, kimi vesile kılacağına kendisi karar verecektir.

Belki sadece şöyle bir dua yapabilirsiniz: “Ya Rabbi, burada yatan sevgili Hacı Bayram/Ahi Evran/Aşık Paşa kulun sana ve dinine yaptığı güzel hizmetlerden dolayı onu ne güzel bir hatır ve güzelliklerle ödüllendirdin. Benim ibadetlerimi de kabul eyle ve şu……..sıkıntımı gider” diyebilirsiniz. Bütünüyle tevessülü şirk sayan alimler ve tarikatlar da vardır. Bütün tevessüllerin sonuçlarının tevekkülle Allah’a bağlanması gerektiği açıktır. Aksi halde çok açık bir şirk olur. Buna dikkat edilmelidir.

İslam’da BEN-SEN ilişkisi vardır. Yani Allah arşa istiva etmiştir ve biz de ellerimizi sünnet gereği göğe doğru açarız aslında. Fakat onun gökte nasıl yerleştiğini sormak bidattır ve doğru değildir. O zaman ona yer tayin etmiş ve sınırlandırmış oluruz ki bu yanlıştır. Şah damarından daha yakın olan kimdir? Dua edin icabet edeyim diyen kimdir? Allah kişi ile onun kalbi arasına girer diyen kimdir? Bütün bunlar bir sen-ben ilişkisini ifade etmiyor mu? Karşılıklı oturan iki kişi arasına başka birisi girebilir mi? İşte İslam’da aracı yoktur.

Hırıstiyanlar’daki gibi Ruhban sınıfı da yoktur. Vesileyi araya koymaya çalışmak şirkle sonuçlanan bir büyük günahtır. İnsan en güzel duayı en zorda olduğu zamanlarda yapar ve dini yalnızca Allah’a has kılar. Fırtınalı bir gecede bir gemicinin duası ne kadar temizdir. Sınava giren bir öğrencinin duası da çok içtendir. Ya da bir hasta düşünün ki kanser olmuş ve kurbanlık koyun gibi ölümü beklemektedir. Artık sadece imanlı gitme derdi kalmıştır. Onun tam teslimiyet göstereceğinden hiç kuşku duyulmamalı. Allah “siz beni anın ben de sizi anayım” derken; O, bizim O’nu rahat zamanlarımızda anmamızı, O’da bizi zor zamanda anmakla uğrayacağımız zorluktan kurtarmak istemektedir. Ayrıca “Müminin mümine duası şifadır” (Hadis) Bunu da unutmamak gerekiyor. İnsanı insan yapan da budur. Sonuç; Önemli olan zor olmayan zamanlarda da aynı ihlası yakalayabilmek ve araya hiç kimseyi koymamaktır. Sevgililer araya hiç kimseyi alırlar mı? “Allah ile konuşmak isteyen namaz kılsın, Allah’ın kendisi ile konuşmasını isteyen Kuran okusun” (Hadis) Tevessülde biraz da kalbe danışmak gerekir. Çok dua edenin ve selam verenin çok hatırı olur. Kendi hatırınıza güvenmenizi tavsiye ederim. Kul Allah’a dua ederek, eşler birbirini sevip sayarak, baba evlada şefkat göstererek, insanlar birbirine selam verip kardeş olarak sağlam fert, huzurlu aile ve sağlıklı toplum olabiliriz. Selam ve sevgilerimi sunuyorum ve dualarınızı bekliyorum.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İLİM-İMAN İLİŞKİSİ

Sevgili Okurlar,

Şimdi burada siyasi, sosyolojik, iktisadi yahut güncel konular üzerinde kalem oynatacağız. Bu işin aslında mühendislik gibi hesap yapmaya benzemeyeceğini düşünüyorum. Mesela iki parti birleşse ve her birinin oy yüzdesi %3’er olsa, sonucu doğrusal olarak %6 beklemek gerekse de bazen bu sonucu bulmak mümkün olmayabilir. İşte buradaki sorun işin içine insan unsurunun girmiş olmasındandır. Yani doğru gibi görünen sebepler beklenen sonuçları doğurmamaktadır. Örneğin 27 nisan e-muhtırası da beklenen değil beklenmeyen sonuçları doğurmamış mıydı?
Fiziki ilimlerde sebep sonuç ilişkisini daha net olarak görmek mümkündür. Örneğin taşı bırakırsanız düşer, ateş yakar, su boğar, zincir zayıf yerinden kopar v.s. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın koyduğu maddi ilimlerdeki kanunlar dolayısıyladır. Buna “Sünnetullah” diyoruz. Örneğin depremlerin oluşmasında fayın yaklaşık 30 yıllık bir sürede enerji biriktirerek kırılmaya meyletmesi de ilahi bir kanun yani sünnetullah dolayısıyladır. Zaman zaman fen bilimi adamlarıyla din adamlarının bu fayların neden kırıldığı noktasında toplumsal bir suçun yaygınlık kazanmasının bir etkisi var mıdır yok mudur diye tartışabiliriz. Bir bilim adamı konuya maddesel sebep sonuç ilişkisi kurarak bakar ve açıklar. Bir din adamı ise konuyu sebeplerin ötesinde Allah(c.c)’nun bize bir mesajı olarak yorumlayabilir(Din adamının bu yorumu yapması maddesel sebep sonuç ilişkisini ihmal ettiği anlamına gelmemektedir bunun bilinmesinde fayda var). Bu durumda somut bilgi(ilim) bir nokta, ilahi yaklaşım (iman) bir diğer nokta olarak görünmektedir fakat unutmamak gerekir ki iki nokta olmadan bir doğru çizemezsiniz… Burada hareketle “Hakikati görünen ve görünmeyen sebepler birlikte oluştururlar.” diyebiliriz. Bu açıdan doğru olabilmek için her felaketten hem fiziki hem de ilahi dersler çıkarılmalıdır. İman ve İlim, ayrı görünen ancak insanı doğruya götüren önemli iki noktadır. Hayatta ve olaylar karşısında bu iki nokta baz alınarak hareket edilmelidir.
Sonuç olarak söylemek istediğim şey; bir bilim adamı sebeplerle ilgilense de imanını da işin içine katarak bir komple sonuca gitmesini bilmeli ve bu Allah’ın işidir diyebilmelidir. Aksini iddia edenlerin evrim teorisinde olduğu gibi binlerce tesadüf ve uydurma sebep üretip sonra ona kendisinin bile inanmasından daha farklı olmaz heralde.
Bu görüşleri eğitime uyarlayacak olursak yalnızca maddi ilimleri tahsil etmek kişiyi materyalist bir anlayışa götürmesi daha muhtemelken, yalnızca manevi ilimleri tahsil etmek de taassubu getiren bir sonuç doğurur diyebiliriz. Türkiye’de barolar, mühendis ve mimar odaları genelde sol eğilimli ekiplerin elinde. Buradan hareketle “acaba bizim yüksek eğitimimiz maddeci bir anlayışla veriliyor” yargısına ulaşabilir miyiz? Bu, eğitimcilerin ve ülkeyi yönetenlerin üzerinde önemle durması gereken önemli bir husustur. Meseleyi, insanın eğitim hayatı boyunca gerçeği anlaması noktasında ilim ve iman’ı birlikte iki önemli ayak olarak doğru şekilde algılaması gerekecektir.
O halde eğitim hem maddi ilimlerin ve hem de manevi ilimlerin birlikte verildiği karma bir eğitim mi olmalı? Geçmişte neden müctehid imamlar hem maddi hem manevi ilimleri birlikte tahsil ettiler? Doğurduğu sonuçlar toplumsal hayatı olumlu mu etkiliyor olumsuz mu?
Son olarak uzmanlaşmanın yararı yanında  zararları da var mı? Yalnızca kendi konusunu bilen ancak yan bir dal konusunda hiç bir fikri olmayan birisinin yorumları ne kadar güvenilir olabilir? Amerika’lılar uzmanlaşmaya, Avrupa’lılar kollektif başarıya daha çok önem veriyorlar. Amerikalı öğrencinin sandalyesi arka arkaya, Avrupadaki öğrencinin masası kare biçiminde ve birbirini görüyor. Hangisini tercih etmeliyiz?
 
Ben bu konuda uzmanlaşmanın önemli olduğunu ancak eğitime süreklilik kazandırılarak yan yollar hakkında muhakkak fikir sahibi olunmasından yanayım. İlave olarak bir bilim adamının dinini de iyi derecede bilmesi ve uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde tespit ettiği yeni bilimsel gerçekler karşısında ya kendiliğinden olmuştur diye külli iradeyi inkara yada Allah(c.c)’na bağlamak zorundadır. Aksi halde hakikati ve iç huzuru yakalayamaz. Bir bilginin anlamlandırılmaması diye bir şey düşünülemez. Bu yüzden ilmin arkasındaki hakiki kudrete işaret eden İslam’ın ilerlemeye mani değil bilakis onu destekleyen ve anlamlandıran en önemli reçete olduğunu görüyorum.
Selam ve sevgilerimi sunuyor hayırlı günler diliyorum.
3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İMAN SU GİBİ BİR İHTİYAÇTIR

Bu köşede siyasi, sosyolojik, iktisadi yahut güncel konular üzerinde kalem oynatacağız. Bu iş hiç de matematik yapmaya benzemiyor. Fakat Demirel, Özal, Erbakan birer mühendisti. Demek ki, kişisel artılara ihtiyaç var. İki parti birleşse ve her birinin oy yüzdesi %3’er olsa sonuç doğrusal olarak %6 beklemek gerekse de asla bu sonucu bulmak mümkün olmayabiliyor. İşte buradaki sorun işin içine insan unsurunun girmiş olmasındandır. Yani doğru gibi görünen sebepler beklenen sonuçları doğurmamaktadır. Örneğin 27 nisan e-muhtırası da beklenen değil beklenmeyen sonuçları doğurmamış mıydı?

Fiziki ilimlerde sebep – sonuç ilişkisini daha net olarak görmek mümkündür. Örneğin taşı bırakırsanız düşer, ateş yakar, su boğar, zincir zayıf yerinden kopar v.s. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın koyduğu maddi ilimlerdeki kanunlar dolayısıyladır. Buna “Sünnetullah” diyoruz. Örneğin depremlerin oluşmasında fayın yaklaşık 30 yıllık bir sürede enerji biriktirerek kırılmaya meyletmesi de bir ilahi kanun dolayısıyladır. Zaman zaman biz fen bilimi adamlarıyla din adamlarının bu fayların neden kırıldığı noktasında toplumsal bir suçun yaygınlık kazanmasının bir etkisi var mıdır, yok mudur diye tartışabiliriz. Şüphesiz bir bilim adamını ilgilendiren şey fiziki nedenlerdir. Ama Allah’ın kudreti ve ilmi o kadar ileridir ki suçla sebebi aynı ana denk getirebilir. Felaketler her zaman bir toplumsal suçu da göstermeyebilir belki. Fakat her felaketten hem fiziki hem de ilahi dersler çıkarılması gerekmez mi? Hiç bir şey olmasa bile Allah’ın kudretini görmek bile insanı dehşete düşürmeye yeter. Bir bilim adamı bunu ne müthiş bir sanat diye Allah’a havale de edebilmelidir. Soru mutlaka birisinin yaptığı noktasındadır. Ortalıkta ise Allah’tan başka kimse yoktur…

Sonuç olarak söylemek istediğim şey; bir bilim adamı sebeplerle ilgilense de imanını da işin içine katarak bir komple sonuca gitmesini bilmeli ve bu Allah’ın işidir diyebilmelidir. Aksi halde “bunlar kendiliğinden gelişen olaylardır, tesadüftür” diyerek küfür bataklığına batması bir bilim adamının daha kolaydır.

Bu görüşleri eğitime uyarlarsak yalnızca maddi ilimleri tahsil etmek kişiyi materyalist bir anlayışa götürmesi daha muhtemelken, yalnızca manevi ilimleri tahsil etmek de taassubu getiren bir sonuç doğurur diyebiliriz. Türkiye’de barolar, mühendis ve mimar odaları, eczacılar birliği, tabipler odası gibi mesleki kuruluşlar genelde sol eğilimli diyebileceğimiz ekiplerin elindedir. Onları küçümsemiyoruz. Onlar da bu ülkenin insanları, inançlı ve kardeşlerimizdir elbet. Ancak dikkat çekmek istediğimiz şey genel bir ortalama olarak onların dindar olduklarını iddia edebilir miyiz noktasındadir. Buradan hareketle “acaba bizim eğitimimiz maddeci bir anlayışla mı veriliyor?” yargısına ulaşabilir miyiz? Bu, eğitimcilerin ve ülkeyi yönetenlerin üzerinde önemle durması gereken çok önemli bir husustur. Meseleyi senin tarafın benim tarafım şeklinde bir kısır döngü olarak ele almak değil de, bu çocukların ahireti ne olacak diye sorumluluk duyarak bakmak gerekmez mi? Değilse bir ateisti de bir baraj inşaatında çalıştırabilirsiniz. Ancak devleti yönetenler kişinin ahiretini tümden kendi sorumluluğuna da bırakamazlar. Hele çocuksa ve aile de zayıfsa.. Bu bir dayatma değil merhamettir. Babam beni zorla sabah namazına kaldırınca bana kötülük mü ediyor yoksa ateşten mi koruyor? İngiltere’de bir yıl infant sınıfa devam ettim. Hergün sabahleyin koro halinde ilahi okutuluyordu. Babama “siz müslümansınız isterseniz çocuğunuz buna katılmayabilir” demişlerdi.

İlim adamları konusunda da bir iki şey söylemek isterim. Genel olarak gördüğüm en temel yanlış bilim adamının kibirlenmesi noktasında görünüyor. İlim ve makam arttıkça benlik artıyor ve tevazudan uzaklaşılıyor. Çünkü ilmi Allah’tan ve “verilmiştir” bilmiyor. Kişi, yaptığımın karşılığını halk bana ödemelidir demeye başlıyor. Bir doktor oturuyor 300 ila 800 lira arasında değişen muayene ücretlerinden hiç affetmiyor. 15 gün sonra gene gel diyor. Gidiyorsunuz yine aynı parayı bir daha istiyor. Babam akşam  doktora gitti, yarın eşinle gel demiş, ertesi gün bir kez daha gidince aynı parayı yine istemiş. Bu doğru mu diye sorunca şöyle cevap vermiş: “Ben sizin için meşgul oldum”demiş. Halbuki bozuk imal edilen bir ticaret malını aynı paraya satabilir misiniz? Ya da bir mala iki fiat ödenir mi? Babam da başından geçen şu iki olayı doktora anlatıveriyor. “Elazığ’da veteriner’de öğrenciyken bozulan dolap kilidini tamire götürmüştüm. Sanatkar kişi, iki defa parça yaptı, iki saat uğraştı fakat kilit uymadı. Ücret teklif ettiğimde “ne parası, yapamadık ki” dedi. Yine bir gün Kayseri’de bir saatçiye saatimi tamir ettirmek isteyince saatçi de yarım saat uğraştı fakat o da  yapamadı. Ücret lazım mı deyince “evet” dedi, “sizin için yarım saat uğraştık” deyince doktor utandı diyor. İşte soru şu: meşguliyet mi para edecek, yararlı olmak mı para edecek. Meşguliyetle kişinin kendisi ve hizmeti putlaşıyor ve müşteri çaresiz fakat küfrediyor = toplumsal şizofreni. İkincisi ise faydanın fiatlandırılması ve karşılıklı menfaat ve rıza = toplumsal sevgi ve huzur.

Bir insan kendi kendine de anlayışlı olabilir fakat merhameti ve güzel ahlakı asıl olarak din verir. İslam, Hırıstiyanlık, Budizm, Konfuçyüzm, hepsinin de güzel ahlak prensipleri vardır.  O zaman eğitimin temel eksikliği dini eğitim ve mesleki ahlak problemi olarak ortaya çıkıyor demektir. Mesleki normlar geliştiriliyor aslında, fakat onlara uymayı zorlayan dini ritüeller olmadığı için hayata yansımıyor. Yani akıl doğrunun ne olduğunu biliyor aslında. Fakat iradeyi güçlendiren namaz, oruç, zikir, tefekkür gibi şeyler olmadığı için sonuç alınamıyor. Örgüt içi hastalıklar da olunca işler arap saçına dönüyor. İki doktor bıçak parasını karşılıklı konuşuyor fakat bir avukat veya parayı veren küfrediyor. Muhasebeciler odası neden bir meslekten atma cezası vermiyor? Sürekli idare ediyor ve göz yumuyor. Yani örgüt içi hastalıklı dışı sağlıklı. Eksik olan din temelli ahlak eksikliği. En büyük soru da şu: örgütleri pislikleri kesip atarak mı koruyacağız, yoksa pisliklerin üstünü örterek mi koruyacağız? AHİLER hep kesip attı. Üç defa çürük mal üretenin dükkanını kapatıp pabucunu dama attı ve toplumdan uzaklaştırıp çay bile ısmarlamadı. İşte bu bir kişiyi feda ederek topluma merhametti aslında ve ne kadar başarılı sonuçlar vererek yüzyıllar boyunca uygulandı. Kimse kıpırdayamadı. Ya şimdi?… Ört babam ört. Onu gören bir pislik de ben yapayım ya da biraz da ben yiyeyim diye kuyruğa giriyor. Ve toplum felç = Ahlaksızların hükümranlığı.

Dini siyasetten kesinlikle ayırmak da gerekiyor. Bir partinin dindar görünürken başkanının ya da ileri gelen bir üyesinin yapacağı ters bir hareket kişiyi partiyle birlikte dinden de soğutuyor. Bir partilinin dindar olmasında mahsur yoktur. Sorun olan şey parti politikası ya da söylemini dini kılıf içinde sunmaktır. Biz şöyle şöyle bir partiyiz diyebilirsiniz. Fakat illa da İslami söylemler konusunda bir şeyler söylemek istiyorsanız dinin adını kullanmadan bir formül geliştirmek zorundasınız. Aksi halde size her muhalif kişi kendini “din dışı mıyım” ya da “din onların tekelinde mi” demeye başlar ki bu bir ayrışmanın da başlangıcı olur. Bundan en çok dine yönelmek isteyenler yıpranır. Siyaset her önemli değere olduğu gibi İslam’a da dindarlara da ya da diğer bütün vatandaşlara da ayrım gözetmeksizin hizmet edebilir. Fakat dini bir iddiayla ortaya çıkmak tahmin edilemeyecek sonuçlar doğurur. Demek ki siyaset imanlı olmalı fakat iman siyasetli olmamalı. Çünkü imanın da herkese ulaşma ihtiyacı ve azmi var olmalı.

O halde eğitim hem maddi ilimlerin ve hem de manevi ilimlerin birlikte verildiği karma bir eğitim mi olmalı? Geçmişte neden müctehid imamlar hem maddi hem manevi ilimleri birlikte tahsil ettiler? Neden bugün sadece ilahiyatı bitirenler hemen Kuran meali yazmaya kalkıyor?

Son olarak uzmanlaşmanın yararı yanında  zararları da var mı? Yalnızca kendi konusunu bilen ancak yan bir dal konusunda hiç bir fikri olmayan birisinin yorumları ne kadar güvenilir olabilir? Amerika’lılar uzmanlaşmaya, Avrupa’lılar kollektif başarıya daha çok önem veriyorlar. Amerikalı öğrencilerin sandalyeleri arka arkaya, Avrupa’daki öğrencinin masası kare biçiminde ve çocuklar birbirini görüyor. Hangisini tercih etmeliyiz? Ben bu konuda uzmanlaşmanın önemli olduğunu ancak eğitime süreklilik kazandırılarak yan yollar hakkında da muhakkak fikir sahibi olunmasından yanayım. İlave olarak bir bilim adamının dinini de iyi derecede bilmek ve uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde tespit ettiği yeni ilmi gerçekler karşısında onu götürüp ya tesadüf deyip küfre ya da Allah’a bağlamak zorundadır. Aksi halde bunalıma girer. Bir bilginin anlamlandırılmaması diye bir şey düşünülemez. Bu yüzden İslam ilerlemeye mani değil bilakis onu destekleyen ve anlamlandıran en önemli reçetedir.

Sonuç olarak eğitim sistemi; rejime sadık nesiller yetiştirmekten ülkenin sanayide rekabet sorunundan tutun, üniversite kapılarında birbirini kırmasına, ne idüğü belirsiz “iyi vatandaş” yetiştirerek halbuki her yerde geçer akçe olabilecek “iyi insan” yetiştirmekten uzaklaşma ve güçlü bir imanla ahirete hazırlanmasına kadar bir çok problem yaşamaktadır. İlim adamında iman boşluğu olunca kişide kibirlenme, acısını toplumdan çıkarma, rejime destek adına inancı az kişilerin yanına sığınma, bu topluma yabancı yahudi kulüplerine üye olarak (askeri ve sivil bürokrasi ile akademisyenlerde çok yaygın) onlarla birlikte hareket etme gibi derin sorunlar doğmaktadır. Kimsenin hangi kuruluşta yer aldığı ve kimi sevdiği kimsenin sorunu değildir elbet. Fakat ne yaparsa yapsın hem bu dünyada hem öbür dünyada imana mutlaka ihtiyacı olacaktır. Hayatın zorluklarını iman olmadan nasıl aşacaktır? Doktorlar neden toplumun üçte biri şizofren diyorlar. Rejime sadakat bir din değildir. Din herkesin ihtiyacıdır. Bu yüzden kişinin aidiyetine ve sevdiklerine karışmadan sadece ALLAH’a ve imana davet edilmesi gerekir. Ne kişiler ne de devlet kendini bundan ari kılamaz. Merhamet çocuğu zorla namaza uyandırmaksa kişilere de iman ihtiyacı bunun gibi uyandırılarak hissettirilmelidir. İnsan su ve imandan müteşekkildir. Su olmazsa bedeniniz iman olmazsa ruhunuz ölür. Dünyada çok ihtiyaç duyulan şeyleri Allah bol kılmıştır. Örneğin su sizin ayağınıza kadar gelir ve boldur. Fakat imanı çölde su arar gibi siz irade ederek aramalısınız ki bulduğunuzda sevinciniz sonsuz olsun.

Selam ve sevgilerimi sunuyor kaya gibi bir iman diliyorum herkese.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

GÜL NASIL SEVİLİR; AŞKLA

Sevgili Okurlar,

Geçen yazımızda peygamber efendimizin kişiliği ve peygamberliğinin önemi hakkında bir şeyler karalamıştık. Bu yazımızda ise “bir peygamber nasıl ve ne derece sevilmeli” konusu üzerinde duracağız.

Peygamberlere iman, imanın 4. rüknüdür. Allah’a iman, namaz ve zekattan sonra gelir.

Şu ayet ve hadislere bir bakalım:

“…peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun. Allah’tan sakının, doğrusu Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr 7)

Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. [Nisa 80]

Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur. [Buhari]

Sünnetimden yüz çeviren benden değildir. [Müslim]

Bir bid’at çıkarılınca, bir sünnet kalkmış olur. [İ.Ahmed]

Ümmetim arasında ayrılık olunca, benim sünnetime ve Hulefa-i raşidinin sünnetine yapışın!) [Tirmizi]

Fitne fesat yayıldığı zaman, sünnetime yapışana yüz şehid sevabı verilir! [Hakim]

Ey Muhammed de ki; “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder” (Al-i İmran 31)

Bir bilgi kaynağı olarak sünnet, Kurán’da göremediğimiz ve Hz. Peygamber’in hayatında var olan uygulamalardır. Böyle deyince bazıları İslam’ın Allah ve peygamber gibi iki farklı bilgi kaynağının olduğunu sanırlar. Aslında Hz. Peygamber’den aldığımız ve Kurán’da göremediğimiz bilgiler de yani bu anlamdaki sünnet de onun Kurán’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu durumda İslam’ın tek bir bilgi kaynağı olmuş olur: Allah. Yani İslam’da, Allah ve Peygamber gibi bir ikilem, bir düalizm yoktur.

Ama bazılarının sandığı gibi, farzlar Allah’ın emirleri, sünnetler peygamberin emirleri demek değildir. Kurán’da farz ya da sünnet emirler bulunduğu gibi, Peygamber’den alınan bilgilerde de farz ya da sünnet olanlar vardır.

Bu belirlemeyi yaptıktan sonra ilahi aşk ile peygamber aşkı ilişkisine geçebiliriz. Konuyu doğrudan bir peygamber aşkı olarak sunmak istemedim. Bir peygamber aşkının yalnız başına ele alınması Allah’ın hiç de hoşlanmadığı  bir “sevgide ortaklık” hissi doğurabilir ve insanlar Allah’ı bırakıp peygambere yönelerek hatta bazı görevlerin yapılmasını ona atfedebilirlerdi. Neden böyle davrandığıma gelince. Yıllar önce iman ve ilahi aşkın beni gezim gezim gezelettiği bir gece peygamber sevgisinin çok yükseldiğini farkettim. Ancak bunun bir sorun olup olmayacağını düşünemezken, bir gece salavat okuyarak uyudum. Öyle ki bir ara kalbimin otomatiğe bağlanmış gibi salavat getirdiğini kısmen hatırlıyorum. Gece saat 03 gibi uyandım. Uyandığımda kendi kendime kalbin otomatiğe bağlanmış önceki salavatın yerini “bana lanet olun” kelimelerinin aldığını müşahede ettim. Dehşetle doğruldum. Derhal anladım ki, Allah, peygamberin zikre dönüştürülmesinden hoşlanmamıştı. Ertesi gün “Allah” zikriyle uyumuş ve aynı zikirle kalp çalışır halde uyanmıştım. Derhal ilgili ayeti hatırladım: “…kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur” Bu örneği insanlar övsün diye değil, örnek alsın, anlasın diye veriyorum.

Yukarıdaki ayet ve hadislerin hiç birinde “peygamberi sevin” ifadesi yer almaz. Ancak ortak nokta “ona uyun” ifadesidir. O, vahyi Allah’tan almış, açıklamış, davet etmiş ve yaşayarak talim etmiştir. İşte Kuran ortada olmasına rağmen, onun nasıl uygulanacağını peygamberin göstermesi nedeniyle ona tabi olunması gerekmektedir. Zaten Kuran da insanı peygambere göndermektedir. (Al-i İmran 31). Sonuç olarak peygambersiz İslam’ı ve Kuran’ı ne anlamak, ne de yaşamak mümkündür. Durum böyle olunca, bu, peygambere tabi olma işlemi nasıl, ne derece ve ne kadar güçlü olacak sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz demektir.

İlk göze çarpan şey doğal olarak Allah’ın bizi Peygambere uymaya mecbur tutmasıdır. Yani emre itaat. Bu itaat iki türlü olabilir. Birincisi ve evveli taklittir. Gençler fıtratları İslam’a uygun olarak yaratıldıkları gibi, özellikle yetiştikleri ilk yıllarda, önce anne babalarını taklit ederler. Akıl baliğ olduktan sonra çocuk öğrendikleri bilgilerin gerçek doğru olup olmadığını sorgulamaya başlar. Ben 14 yaşımda iken Kırşehir’de Baytoklar’ın kitapçı dükkanına girerken kendi kendime bir sorgulamayı başlatmıştım. Bütün inancımı gözden geçirip kendime mal etmiştim. Şimdi onlara benim diyebilirdim. İşte bu “hakiki iman” dediğimiz şeydi. Bu bende kişisel bir özelliğe de dönüştü. Okurken bir şeyin nedenini niçinini anlamazsam asla kafama girmez. Emre itaatin altında yatan psikolojik etken ise korkudur. Cehennem korkusu buna dahildir. Halkın çoğunluğu buna göre hareket eder. Ancak gerçek Hak dostları cennet ve cehennemi bırakır doğrudan zati muhabbete yönelirler. Yunus demiyor mu “Bana seni gerek seni”

İtaatin ikinci ayağı ise “sevgi”dir. Sevgi, insan psikolojisinde harekete geçirici en kuvvetli ögedir. Allah, peygamberi sevin dememiş olmasına rağmen kendisinin onu çok sevdiğini anlıyoruz. Örneğin “ilk yaratılış cevherinin Muhammed’in nurundan yaratıldığı” ve “Hz. Adem toprakla su arasındayken ben peygamberdim” hadisleri, cennetin kapısında “La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah” yazması Hz. Adem’in bu ismin hatırına af dilemesi. Yani Allah’ın kendi isminin yanına peygamberinin de ismini yazması, elbette bir sevginin ifadesi olduğu gibi iki sevginin yanyana ve ilintili, birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Allah “Levlake levlak ve ma halaktül eflak”- sen olmasaydın alemleri yaratmazdım- diyor. Ona Kuran’da kendi ismi olan Rauf ve Rahim isimlerini vermesi, alemlerin Rabbi kendisi olmasına rağmen, alemlere rahmeti ona dağıttırması, Hz. Adem’den beri bütün peygamberlerin Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemeleri,  Allah’ın ona “Habibim”-sevgilim- diye hitabetmesi. Onların sırdaş olduklarını, Allah’ın her sırrını Peygamberine söylemesi ve Peygamber efendimizin tahmin edemiyeceğiniz kadar büyük bir Lafza-i Celali güllerle donatmaya çalışmasını da bu aciz farketmişti… Bütün bunlar Allah’ın bu peygamberini diğer her şeyden daha çok sevdiğini göstermiyor mu? Allah sevdiğine göre Allah’ı sevenlerin de O’nun sevdiklerini sevmesi gerekmez mi? İşte o zaman peygamber sevgisi, Allah sevgisinin içindedir diyebiliriz. Benim düştüğüm hataya siz de düşüp doğrudan peygamberi sevmeye kalkmayınız.

Salavat konusunda neler söyleyebiliriz? Salavatınız bana iletilir diyor. Çok salavat ediniz diyor. Bu şu anlama geliyor. Salavat dolayısıyla kişinin üzerine rahmet yağıyor.(Bir zatın benim üzerimdeki salavatın verdiği rahmeti söylemesiyle). İkincisi ise peygambere isminiz ne kadar çok söylenirse onun sevgi ve duasını da celbedeceği gerçeğidir. 200 türlü salavat var. Ben sadece birini bilirim “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidine Muhammed” bu salavat hadisle sabittir ve bütün unsurları kapsar. Okumasını dahi beceremediğiniz uzun salavatlarla uğraşmak yerine bununla yetinip kalan zamanınızı işe ya da okumaya vermeniz daha uygun olur. Hele 4444 defa salati tefriciye okumak gibi, hiç bir hadise dayanmayan, namaz kılmayıp gece gündüz bunu okumakla meşgul olanları anlamak mümkün değil. Bununla üniversite kazanılmaz. Din, kimlerin eline kalıyor Ya Rabbi…

İnsan psikolojisinde sevginin müşahhaslaşması çok önemlidir. Bir öğrencinin dersi sevmesi için öğretmeni de sevmesi gerekir. İşte kişi İslam’i emirleri aklı ve kalbiyle hakiki iman seviyesine getirmekle beraber peygamberlere imanın da imanın bir parçası olması nedeniyle bunu  o peygamberi severek sağlamlaştırması gerekir. İşte iman, aslında soyut bir kavram olmasına rağmen peygamberin döneminde yaşayanların somut olarak, bizlerin de tarihi belgelere dayalı olarak onu dimağımızda müşahhaslaştırması gerekir. Peygamber efendimiz bir hadisinde sahabeye hitaben der ki: “ Ben içinizdeyim, vahiy geliyor ve siz dinliyorsunuz, ama bir zaman gelecek peygamberi görmemiş olacaklar sadece haberini alacaklar. İşte onlar benim kardeşlerimdir” deyince sahabe kıskanır. Yine bir hadisinde ise sahabenin en az bir ihmalinden sorumlu olacağını, daha sonra gelenlerin ise az bir amelle kazanacaklarını bildirir. Kuran ve peygamber ortada fakat Allah, melekler ve ahiret tamamen gaybidir ve inanmak daha zordur. Burada anlattığımız şey temelde imanın zaviyesine göre sorumluluğun olduğu gerçeğidir. Örneğin cahil bir adamla alimin sorumluluğu bir olamaz. Ancak kişi ümmi de olsa, zikir, bağlılık ve saflıkla alimin alamadığı mesafeyi de alabilir. Allah da insana ahirette bildiği ile amel edip etmediğini soracaktır. Diğer soruların yanında bunu cevaplamadan huzurdan ayrılamayacaktır. Yusuf aleyhisselam hapisten çıkan arkadaşına “efendinin yanında beni de an (beni de kurtarsın) “ demiş fakat inşallah dememiştir. O bir peygamberdir, Allah dostudur ve zaviyesi farklıdır. Böyleyken  Allah’ı unutması hoş olmamış ve Allah bırakınca o kişiye şeytanın unutturmasıyla 7 sene daha hapiste kalmıştır.

Sıra şimdi bu sevginin ne kadar olması gerektiğinin tespitine geldi. Peygamberi taklitle başlayan sünneti yaşamak gittikçe bir ibadet havasına dönüşür ve muhabbette bir artışla neticelenir. Hz. Ömer “ Ya Rasulüllah seni annem, babam ve herkesten daha çok seviyorum” deyince “Ya Ömer nefsinden de” diyor. Hz. Ömer hemen “ Nefsimden de çok seviyorum” deyince “Şimdi oldu” diyor. Sahabenin sevgisi kitaplara girmiyor. Bir müşrik şöyle söylüyor: “Nice krallar gördüm etrafındakilerin saygısı sahabenin saygısına benzemiyordu. Nice Tiranlar gördüm etrafındakilerin korkusu bunlarınkine benzemiyordu.” Bu sevginin benzeri hiç bir yerde yok. Ölümüne…

Peki biz bu sevgiyi nasıl oluşturacağız? Öncelikle içinde bulunur gibi örnek alarak ve bir şuur hali oluşturarak, onun nasıl önemli olduğunu idrak ederek, ona yapılacak bir saldırıyı kendimize yapılmış gibi karşı koyarak, onun sevgisini vazgeçilmez kılarak bu sevgiye bir yol verebiliriz. Ancak bu sevginin ihtiyaçtan kaynaklanan haz, irade ve mantıkla ulaşılan sevgiden de öte geçerek tarifi mümkün olmayan, saf bir aşka dönüşmesi gerekir. İşte bu aşkın, ilahi aşkın içinde bir peygamber aşkı olması umulur. Şefaat beklenebilir fakat şefaat edecek diye sevmek bile bir menfaat ilişkisidir. Bu aşkı duyan kişi artık peygamber gibi yaşamanın, o ne yaptıysa öyle yapmanın yolların arar. Peygamber kızının evinde dinleniyordu, keşke benim de kızım olsa da evine sünnet olarak dinlenmeye gitseydim diyenden, onun karpuz yediğini biliyorum ama nasıl yediğini bilmiyorum bu yüzden karpuz yemiyorum diyen veliler bile olmuştur.

Bu taklitte iki husus var. Peygamber efendimiz benim yaptığımı tam taklit edin dememiştir. “Benim yaptığım gibi” demiştir. Örneğin biz onun ihlasına ulaşamayız. İkincisi ise sünneti zevaid denilen ve örfi nitelikli şeylerdir ki ümmet bundan sorumlu değildir. Örneğin uzuvlar belli olmadan kapanmak sünnettir fakat ne giyeceğinizi iklim ve geleneğiniz belirler. İlginç olan şu ki; saflık ve bağlılığıyla ümmi olan birisi, bilenlerden daha iyi bir noktaya gelebiliyor. Kalbin hassas olması gerekiyor. Sultan-ül Evliya Beyazıt-ı Bistami Bağdat’ta pazardan aldığı şeftaliden karınca görünce onu yerine bırakmak için geri dönüyor. Yani peygamber hassasiyeti. Allah’ın emrine uymak yetmiyor. Tüm canlılardan sorumlu olmalı ve acıma duygusunu yaşayarak ortaya koymak gerekiyor. Köpeğe pabucuyla kuyudan su veren kadının affı yanında kediyi aç bırakan dışarı da salmayan kadının ceza göreceğini bildirmesi bir canlılar sorumluluğu örneği.

İlim artıranın ihlası da önemli. “Fıkıh okuyup gayri müekked sünneti öğrenip bunu terketmemektir marifet” demişler. Sultan Ahmet İstanbul’da bilinen camiyi yaptırır. Açılış ikindi vaktine tesadüf etmiştir. Şöyle der: Ey cemaat, içinizde ikindinin sünnetini hiç terketmemiş olan birisi gelsin kıldırsın bu namazı” deyince, alimler dahil hiç kimseden ses çıkmaz. Ve şöyle der “Elhamdülillah biz terketmedik” der ve öne geçer. Bu sefer bir türlü tekbir almaz. Mollalar arkadan “padişahım halk bekliyor” deyince “Bre hocam, Kabe’yi görmeden namaza duracağımızı mı sandınız”  der o dindar padişah.

Aşk konusunda Mevlana şöyle söylüyor. “Kim ki canını canan için sevdi, cananı sevdi. Kim ki cananı canı için sevdi, canını sevdi” bu sözler üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken ince sözlerdir. “Selvi boylum al yazmalım” Aşk sevgili karşısında hiç olabilmektir. Yunus dedem:

İşidin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer / Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.

Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter /  Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer.

Aşk erinin gül yüzü, yumşanır muma döner / Taş gönüller kararmış, şol yavuz kışa benzer.

Mevlana’ya sormuşlar siz ne yaparsınız? Demiş ki; “Biz Allah der döneriz.”

Hacı Bektaşı Veli’ye bunu hatırlatıp sorulunca: “Biz Allah der bi daha dönmeyiz” demiş.

Ahi Evranı Veli ise, yine bunlar hatırlatılınca “Biz Allah der çalışırız” demiş.

Bunlar, bu zatların felsefelerini en güzel anlatan cümlelerdir.

Bu “kendini bilmez” fakirin acizane yazdığı şu ne dediklerine bir bakalım:

GÜL

Ben bir garibim          

Güller satarım            

Gül yüzün arar            

Diller çözerim              

 

Ben bir kul idim         

Diller çözmeğe              

Hak yüzün görüp       

Güller açmağa            

 

Gül bir dal imiş          

Yare kokmağa            

Sevdası kimmiş               

Ol can almağa              

 

Gül bir naz imiş          

Sinem açmaya

Hakka ruz imiş

Nice kokmağa

 

Ben bir firakım           

Diller ötmeğe               

Hak sevi kulum         

Od’na yanmağa         

 

Ben bir acizim           

Halin açmağa

Hak konuk olsun

Kalbim durmağa

 

Ben bir göz idim

Yaşlar akmağa

Onca günahım

Kantar çekmeye

 

Ben bir el idim                

Eller bilmeğe                  

Ol sevi kulu                           

Kimler duymaya              

 

Ben bir kul idim

Kullar içinde

Ne  kullar gördüm

Benden geçmeye

 

Ben bir niceyim            

Kimseler nide               

Aşk sinem düşe            

Gökte uçmağa              

 

Ben bir ney idim               

Diller ötmeye                    

Hak için canım                                  

Neyden geçmeye    

  Ahmet atik

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma