ERBAKAN; BİR BAŞKA BAHAR İÇİN SADECE BİR YAPRAK YİTİRDİK

Sayın Erbakan’ın Hakk’ın rahmetine kavuşması nedeniyle bu ikinci makalemizi kaleme aldık. Başlık Mevlana k.s’un sözüdür. Bazı küçük tespitlerle bu zor ve netameli işe başlayalım. İncelememizde sosyoloji ve siyaset ilmini referans almaya çalışacağız. Bu anlattıklarımla “Erbakan böyledir” demiyorum. Sadece onun hakkında “ben böyle düşünüyorum” dediğimi lütfen gözden kaçırmayınız.

-Erbakan’la İslam’ın demokrasi üzerinden yer bulduğunu söyleyebilir miyiz? Ne dersiniz?

Yalnız demokrasi deseydi ve özgürlüklerden yana olsaydı daha da başarılı olabilir miydi acaba? Bana göre “evet” Çünkü ben siyasal mezunuyum ve o okuldan “demokrasiye aşık” olarak mezun oldum. Siz buna “Batı tarzı bir eğitim almış olmalısınız” gibi bir gerekçeyle itiraz edebilirsiniz. Fakat bana, tarihçi bir bilim adamı bir arkadaşım şöyle demişti. “Hür fikirli insanlar bir yere bağlanıp kalmaz. Senin gibi adamlar hiç bir tarikata da bağlanamazlar. Hep kendi doğrularının peşinde olurlar. Bu da serbest düşünceyi yani fikir özgürlüğünü ve özgüveni gerektirir” demişti… İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı, burada söylediğimiz İslam-Demokrasi ilişkisinin “zoraki bir nikah” olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu olsa gerek. İslam’da; seçim, biat, şura, ehliyet, hak ve adalet kavramlarını düşününce, eğer toplumun aklı da ifsat olmamışsa çok fazla bir tezatlarının olmadığı anlaşılacaktır. Bunu ayrıca işleyeceğiz inşallah.

-Erbakan’ın yaptığı “dışlananları demokrasi ile içeri almak” diyebilir miyiz? Bence “evet” Erbakan’ın bazı İslam’i söylemleri olmasına rağmen kalkınma ve paylaşım ile aslında ezilmişlerin göç sorunlarının çözümü ve milli gelirden daha çok pay almalarına gayret ettiğini söylemek daha doğrudur. Kalkınma ile refah ve hakça paylaşımla adalet ve ahlak.

- Erbakan’ın Türk Siyasi Hayatına kazandırdığı renkli deyişler şunlar: glu glu dansı, faso fiso, kadayıfın altı, patetes çuvalı, kanlı mı olacak kansız mı? Onlar o köşeyi değil, şu köşeyi (masadan aşağı) dönecekler.

- “Cahil toplumla iktidar intihardır” “kalkınma olmadan bağımsızlık olmaz” “Bizi Hans’lar anladı da, hasanlar anlamadı” “eğitimin temeli ahlak ve maneviyattır” “milli ekonomi, milli eğitim, milli birlik” ilk ikisi yeniden büyük Türkiye, birlik ise adil düzen anlamına geliyordu. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” “ Yetiştirdikleri talebeleri için; “Okusunlar diye verdiğim kitabın arasına çizgi roman koymuşlar nerden bileyim”diyor. Bir köylü “bir çiçekle bir bahar geçer mi? Bu işten vazgeç” deyince, “Bütün baharlar bir çiçekle başlar” diyor. Demirel “onun yüz defa sırtı yere gelse yine kalkar kaldığı yerden devam eder” diyor.

-Neyle anılmak istersiniz denilince “Mücahit Erbakan” olarak diyor. Onun bir sözü de şu; “Dışarıdaki insanların yarısı refahçı, diğer yarısı da refahçı olmak için sıra bekliyor”  “Hangi rantiyeciye hangi rantı sağlıyalım diye gelmiyoruz” diyor. Basın için “Onlar Don Kişot’un gölgesiyle savaşı gibi aslı olmayan şeylerle savaşıyorlar” diyor.

-Mahkeme kararının verildiği tarihlerde borcu 1 milyon’du. O zaman ödenseydi daha kolaydı. Fakat Maliye bürokratları (şimdi emekli) sürekli oyalayıp hiç bir çözüm de üretmediler ve her ay %4 ve %2.4 faiz bunu 13,5 milyona kadar getirdi. 5 milyonu akrabasının yardımıyla ödendi. Bütün mallar evler hacizli. Şimdi bir de Fazilet için dava açıldı ve zaman aşımına uğramasının önü kesildi. Bakalım ondan ne çıkacak. Ahirete borçlu gitmek olacak iş değil. Saadet partililer para toplasalar inanın ben de katkıda bulunurum.

- Erbakan’a Milli Görüş’ten “Muhafazakar   demokratlığa” kaydı denilebilir mi? Belki.

Yaşadıkları tecrübeler ona kalkınma ve adil paylaşıma bir de özgürlük anlamında “yaşanabilir Türkiye”yi ilave ettirdi.

- Darbecilerin 2. adamı çıkıp 28 Şubat için: “Bu postmodern bir darbedir” demesine rağmen bu söz suç olarak savcıları rahatsız etmedi. Çünkü yargı da darbenin gizli taraftarı. Medya da destekleyince zaten hassas olmayan kamuoyu hiç oluşmaz hale geliyor ve felç. Nasrettin Hoca’nın Timur’un filleri için arkasında kimse kalmaması gibi bir hal oluyor. Menderes’te de öyle olmadı mı? Hiç bir seveni askere eline terliği alıp “siz ne yapıyorsunuz” diyebildi mi? Ancak şunu yaptı. Pasif direniş: sandıkta cevap vererek pisliği temizleme. Fakat o saate kadar kaybolan da kayboluyor tabii. Bu darbenin altında Amerika’nın açık desteği var. Usulü de o belirliyor: Sivilleri kullanarak sessizce postmodern. Yani yerli ve buna göbek atan işbirlikçileriyle. Ancak Amerika neden rahatsız oldu? İşin aslı başından beri “Milli Görüş” ve Erbakan’a karşıydı. Bunu yazılı olarak da belli etti ve elçiliğine mektup gönderdi. Havuz sistemi ve D-8’lere ilave olarak Erbakan’nın İslam ülkelerini birleştirme veya birlikte hareket etmenin yanında petrol zengini otokratik ülkelere halkın demokrasi içinde iktidarı ele geçirerek Amerika ve İsrail’in çıkarlarını zedeleme düşünce ve korkusu olduğunu söyleyebiliriz.  

-Malum MGK toplantısından çıkışta herşey normal dedi ve yansıtmadı. Fakat Ecevit kriz var dedi ve kriz çıktı. Aradaki fark… 18 maddelik bildiriyi imzaladığı hatta askerlerden korktuğu söylendi. Fakat son bilgiler onun bu maddeleri meclis anayasa komisyonu bir görsün denen bir kağıtı imzaladığı ve bu kağıtın diğer bildirinin üzerine konularak basına sanki imzalanmış gibi yansıtıldığı şeklindedir. İnanıyoruz. Ancak askerlerle mücadeleden de uzak durduğu da bir gerçektir. Buna kibarca “askerle çatışmadan demokrasiyi içselleştirdi” diyebilir miyiz? Belki..

- İşte sistemin iç dinamikleri öyle olmalı ki siyaset ve hukukun bunu konuşabilir olması lazım. Aksi halde sorunlarımız bitmez. Aslında Erbakan’ın Milli Görüşünü ben, sosyoloji ve İslam yönünden incelemeye çalıştım. O kadar İslam’i söylem ve davranışlara rağmen Milli Görüş’ün hiç de öyle teokratik bir söylem olmadığını gördüm. Araştırma sonuçlarım şöyle:

“Milli Görüş ve İslam İlişkisi

Necmeddin Erbakan ve öncüsü olduğu Milli Görüş hareketinin genelde “dini” bir zemine oturduğu sanılır. Halbuki onun kitlelere yönelik, onların sorunlarını yerinde çözmeye yönelik, üretimde ve yönetimde ben de varım demesiyle “sosyolojik bir zemine” oturduğu anlaşılmalıdır.

Türkiye ve İslam aleminin tarihi ve toplumsal gerçekleri bakımından “dini” veya “İslami” veya “İslamcı” denen hiç bir fikri, sosyal veya siyasi hareket olarak herhangi bir şekilde teokrasiye veya teokratik bir talebe karşılık olmadı. Milli Görüş hareketinde de hiç bir zaman teokratik bir fikir veya talep olmamıştır. Bir defa “Medine Vesikası’ndan sözetti. Onda da yer yerinden oynadı. Çünkü bu vesika çok hukuklu bir sistem ve tek tip adam yetiştirmeye karşı çıkıyordu. Tek hukuk ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırıydı. 20. Yüzyılda tek tip insan.. Düşünsenize…

Bunun yanı sıra tümden de İslam dışı veya din dışı olduğu da söylenemez. Kapatma gerekçelerinin ağırlığının “Onun İslamiyeti bir siyasi referans olarak aldığı” fikri ise tartışmalıdır. Çünkü insanların dini hassasiyetlerine, kullandıkları dini argümanlara, programlarında dini hayata ilişkin olarak deklare ettikleri açık ve örtülü vaatlere bakıp bu hareketin saf bir dini hareket olduğunu söylemek yanıltıcı olur.

1950’lerden başlayarak gittikçe artan şehre göçlere, resmi toplumun önerme ve örgütlenme modeli sunamamasının yarattığı boşluğu Milli Görüş hareketi doldurdu denilebilir: Göçün Temsilcisi. Bu yönüyle sosyolojik bir olgunun siyasi belirginleşmesidir. Aynı zamanda bir cemaat olması da sözkonusu olsa da sosyal çerçeve daha belirgindir.

İktidara kadar yürüyebilmiş olması siyasetin objektif ölçütlerini iyi değerlendirdiğinin de bir göstergesidir. Her kapatılma ise bir eksiğinin giderilmesine ve hareketin daha özgürlükçü bir çizgiye gelmesine sebep olmuştur” kanaatindeyim” 

- Bu yukarda sözettiğimiz İslami olmadığı olgusunun statüko tarafından farkedilememiş olmasının üç nedeni olabilir. Birincisi Erbakan’ın müslüman oylarını almak için yaptığı ölçüsüz, korkutucu dini konuşmalar. İkincisi ise  statüko taraftarlarının aşağı gördüğü göç kitlelerine pastadan pay vermek istememesi. Dolayısıyla sürekli pompalanan irtica aslında boş fakat amaçlı bir perde idi. Nitekim bu oyunu bir sonraki yazımızda anlatacağız. Cumhuriyet’in İslamı terakkiye mani görme fikri de üçüncü neden idi. (Nitekim bunun mücadelesini önceki yıllarda rahmetli Kazım Karabekir vermiştir). Bu fikir statükonun laikliğini militanlaştırıyordu. Sorun Erbakan değil, İslam’dı.

-Havuz sistemi çoğu çevrelerin çıkarını bozdu. Memura verilen %50 zam hiç bir vergi artışı yapılmadan gerçekleşti. Rantiyeye giden kaynakların suyu kesildi. Bu kesintiden bir hayli tasarruf ve kaynak da kendiliğinden ortaya çıktı. Tasarruf miktarı tam 34 milyar dolardı. Bunlar ekonomik başarılardı şüphesiz.

-Çıkardığı af kanunundan çok şey bekliyordu. Dini ağırlıklı danışmanları onu şişiriyor karşısında o zaman ki Maliye Bakanı Abdüllatif Şener’in şuncağız kadar bir değeri olmuyordu. Basıyordu fırçayı. Bunun anlamı ehil olanla değil güvendiğimle iş yaparım anlamına geliyordu. Koyu müslüman sıkı bürokrat Müsteşar İlhan Bayar, partici ve kural tanımaz bu tavırlara ancak üç ay dayanabilecekti.

-D-8 uygulaması bütünüyle Amerika ve Batı’nın korkmasına yol açtı. Bana göre bu taktik son derece yanlış bir taktikti diye düşünüyorum. Peygamber efendimiz eve ilk girdiğinde mutlaka güzel bir söz söylermiş. Bunun anlamı şu. Siz güzel bir kelime ile başlarsanız karşıdaki de ona uygun bir tavır sergiler. Bu bugün sosyolojide kuraldır. Bir hareket kendine uygun bir diğer hareketi tetikler. Dinimizde de örneğin kavgayı ilk başlatan suçludur.

Halbuki bütün ülkelerle yerinde ilişkileri geliştirerek ticaret ve dayanışmayı artırsaydı daha iyi olurdu. Bugün Türkiye bile Türki Cumhuriyetlerle onların yerinde sağlam durmaları ve ikili ilişkileri geliştirme üstüne kurulu bir siyasi uzaktan birlikteliği hedefliyor. Yani başkalarını ürkütmemek. Bugün Çin bile artan ekonomik ve siyasi gücünü gizliyor ve sıradan olaylarda uzak durup bunu belli etmemeye çalışıyor. Çünkü daima diğer ülkeler artan güce karşı, karşı güç oluşturma, tavır koyma, tedbir alma yoluna gidebilirler. Aslında İslam Birliği güzel şey. Bunu önce ekonomik alanda yaparak birbirimize yetebiliriz. Nitekim Tayip Bey bunu yapmaya çalışıyor. Buna rağmen çıkarılan kasıtlı dedikodu “eksen kayması” lafı oldu.

-Hiç kimse melek ya da peygamber değildir. Erbakan’ın da hataları olmuştur. Onun ideolojik bir suçla değil de adi bir suçla yargılanması beni iki defa üzdü. Biri adi suç. İkincisi de bu borcu ödeyemeden ölmesi. Bu konuda mirasçıları da hiç bir açıklama yapmadılar. Borçlu ölen birisinin cenaze namazı kılınmaz. Ben de kılmaya gitmedim. Müslümanda bile örgüt anlayışı “benimki iyidir” oluyor maalesef. Halbuki üstün olan Allah’ın hukukudur. Adalettir. Peygamber efendimizin veda hutbesi sırasında sırtını açarak “kime bir borcum varsa gelsin alsın, kime vurduysam gelsin vursun” demesi kanun önünde eşitlik anlamına gelmiyor mu? Osmanlı’da padişahın bir ermeni ile aynı mahkemede yargılanması, mimarbaşı ile yargılanırken Fatih’in yüksekçe bir yere çıkınca Kadı’nın onu aşağı indirerek eşit şartlarda yargılamak istemesi de aynı anlamı taşımıyor mu? İki doktor aldıkları “bıçak parası”nı kendi aralarında rahatlıkla konuşurken, bir avukat veya parayı veren vatandaş küfrediyor. Yani örgüt içi hastalıklı, dışı sağlıklı..

Babamı bir vergi denetmeni duygusal bir nedenle kızıp incelemeye aldı. Asla müdahale etmedim. Gitti ödedi. Kardeşim Elmadağ’da kaza yaptı ve eşini kaybetti. Otobüs firması anında polisleri ayarlamış ve raporu 8’de 8 bizim biraderin aleyhine verdirmiş. Otobüs hem taksiye arkadan çarpıyor ve hem de onu suçlu ilan ediyordu. Olacak iş değildi. Elmadağ kaymakamını ziyarete gittim. Memuru çağırdı. Memur “yüzde kaç yazayım efendim” diyordu. Elimi vicdanıma koydum ve dedim ki bari %50, %50 yap dedim. Bunun hiç bir anlamı da yoktu fakat haksızlık da yapmadım. 30 yıllık meslek hayatımda da kimse haksızlık yaptığımı söyleyemez.

Hz. Ömer zamanında Mısır’ın fethine gidilecektir. Halk arasında “Halid Bin olmadan bu fetih gerçekleşmez” diye bir şayia yayılır. Bunu duyan Hz. Ömer hemen Halid Bin Velid’i görevden alır ve yerine peygamber efendimizin azatlı kölesinin oğlu Ubeyde Bin Zeyd’i atar. Onu da onun yanına er olarak verir. Mısır’a gidilmiş ve fetih de gerçekleştirilmiştir. Yani İslam’da kişiyi putlaştırmak yoktur.

Bir müridin şeyhinin takip edebileceğinin sınırı onun sünneti ihmal etmesine kadardır. Peygamber efendimiz “takip ettikleriniz sünneti terkederlerse siz de onları terkediniz” buyurmaktadır. Bu yukarıda anlattıklarımı hangi müslümana anlatabilirim ki..

İkincisi Altınoluk’taki yazlığı kıyı işgalimiydi acaba? Üzerine haciz konulduğuna göre daha sonra satın almış olmalı. Yalnız o mu? Bütün liderlerin işgallerini de öğrendim ve çok üzüldüm. Bunlar örnek olması gereken kişiler. Sonra son derece şaşalı düğünler yaptı. Bunlar, fakir oy verenlerle bir birliktelik değildi. Biraz daha sade bir hayatla örnek olabilirdi. Ama olmadı…

- Erbakan Hoca sadece bir siyasî parti lideri olarak değil, bir toplumsal hareketin önderi olarak silinmez izler bıraktı. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet isimli partilerle devam eden siyasal mücadelesi bir ekole dönüşerek dünyada her geçen gün daha fazla ilgi ve merakla izlendi.  “Direnişi ve dirilişi” temsil etti. Fikriyat olarak kapitalizme ve Batıcılığa karşı çıkan Erbakan, Milli Görüş’le yeni bir dirilişin temellerini attı. Türkiye’de siyasal İslam’ın öncülüğünü yaptı. İslam’ı demokrasiyle terkip etme arayışı onu tüm İslam coğrafyasında ve dünyada önemli bir isim haline getirdi.

Kendi gitti adı kaldı yadigar. Ö bir ölümlüydü. Fakat fikirleri yaşamaya devam ediyor ve günümüz Türkiye’sine ve bütün İslam alemine örnek oluşturuyor. Allah ondan razı olsun ve mekanı cennet olsun. Fakat borcu boğazıma düğümleniyor… 1 dirhem gümüş için alacaklıya 700 kabul edilmiş farz namaz sevabı verildiğini biliyor muydunuz.? Alacaklınız bir de kamu alem olursa..

Allah borçsuz ölümler nasib etsin…

*
ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

ÖLÜMÜ ÖLDÜRMEK

Sevgili Okurlar,

Takunyalı bir yiğit aramızdan ayrıldı ve Hakka yürüdü. Ben onu gençliğimin 21 yılında, ilk oy verme gününde tanımıştım. Oy verirken acaba hangi lider gençliğinde de namaz kılıyordu diye bir araştırma yapmış ve Sayın Erbakan’ın İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okurken namaz kıldığını ve ona o tarihlerde de “takunyalı” dendiğini tespit etmiştim. Bir takunyalı da bendim çünkü. Eh toplum içine çıkıp hırsız da olamayacağına göre İslami söylemleriyle verdiği güvenle gönül rahatlığı ile bu adama oy verebilirim demiştim.

Zaman içinde onun kurduğu Milli Gençlik içerisinde hiç yer almadım. Fakat bir müslüman olarak onu hep destekledim ve takip ettim. Onun siyasi hayatına ilişkin bir değerlendirme yazısı da vefa borcu olarak yazacağım inşallah. Fakat bugün ortak sorunumuz olan “ölümü unutma” konusu üzerinde durarak onun ölümünün bize vaiz olması konusunu işlemek istiyorum. Yani ölümü satırlardan değil sadırlardan konuşalım.

- Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz. (ENBİYA/35)

- Resulullah (sav) buyurdular ki: “Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet veya cehennemdeki) yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine: “Allah seni kıyamet günü diriltinceye kadar senin yerin işte budur!” denilir.

Resulullah (sav) buyurdular ki: “Ölüyü, (mezarcı kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri baki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle baki kalır.”

Ne demişler; “Sen geldiğinde sen ağlarken eller gülsün, sen öldüğünde sen gülerken eller ağlasın”

Bir gün bir bedevi kabilesinin lideri adamını göndererek Hz. Peygamber’den bir sahabenin vaiz olarak kendilerine gönderilmesini ister. Hz. Peygamber der ki; “sizin kabilenizde hiç ölen yok mu?” “var” denilince “o size vaiz olarak yeter” der adamı eli boş gönderir.

Hz. Ömer bir adam tutar ve her işinde “ya Ömer ölüm var” demesini ister. Aradan zaman geçer ve bir gün adamın işine son verir. Sorulduğunda der ki; Rabbim benim saçlarımı ağartmakla bana ölümü hatırlatıyor. Artık ona ihtiyacım kalmadı”

Cenab-ı Hak, insan topluluklarının koyuna benzemeleri nedeniyle hemen hemen bütün peygamberlere bir müddet çobanlık yaptırmış ve böylece onlara insanları nasıl idare edeceklerini talim ettirmiştir.

İnsanlar gerçekten koyuna benzer. İki tane koyun alıp birini diğerinin yanında kessen diğeri anlamaz. İşte bu özellik yüzünden insan kendi arkadaşını, akrabasını, hemşehrisini defneder, üstüne toprak atar, dua eder ve döner gelir aynı hayata devam eder. Ders almaz.

Ölüm Psikolojisi

Ölüm varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. Mademki doğdunuz o halde öleceksiniz de. Ölüme ilişkin sorgulama, yaşamın anlamlandırılmasında önemlidir. Ölümün düşünülmesi ve araştırılması manevi değerlerin oluşturulmasında da oldukça etkili olabilmektedir.  “Ölüm düşüncesi” kimi için bir stres kaynağı iken, kimi için stresten kurtulma yolu; kimine göre bir yok oluş iken, kimine göre de ölümsüz bir hayatın başlangıcıdır. Bu bakış açısı sonucunda kimi insan, ölüm karşısında çok kaygılanırken; kimileri ise sevinç duyabilmektedir.

Antik Yunan filozoflarından Epikür “Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor” diyerek ölümü yaşamdan dışlarken Stoacılar ise; “İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektir” diyerek ölümü yaşamın merkezine, Çağdaş Varoluşçulardan Karl Jasper ise “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” diyerek Stoacıların ölüme ilişkin bakış açılarını bir adım daha öteye taşımıştır.

Heidegger’e göre ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır.

Ölüm, insanların içinde bulunduğu en büyük ikilemdir. İnsanda ölümsüzlük duygusu baskın bir gendir. Ancak ölüm bunu kesintiye uğratmaktadır. İşte ölümden sonraki yaşama inanma isteği, kendisinin ölümsüzleşmesi ile eşdeğerdir denilebilir. Ölüm korkusunu azaltmada ise dinlerin önemli bir görevi vardır. Kişinin uğradığı haksızlıkların tam karşılığını alamaması veya çözemediği veya gücünün yetmediği olaylarda ahiretteki ilahi adalet duygusunun varlığı kişiyi rahatlatır ve kişisel ve toplumsal bir uzlaşı oluşturur. Ancak ilahi mahkeme ve cehennem korkusu da tedirgin eder. Bu duygunun teslimiyet çerçevesine sokulması ve canlı tutulması kişinin dünya hayatında dikkatli olmasını sağlayan ve onu sürekli kontrol eden en etkili yöntemdir.

İslamiyet ölümü, “Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönmesi olarak” kabul ederken Hristiyanlıkta bazı düşünürler -Aziz Augustine başta olmak üzere- insana verilmiş bir ceza olarak görürler. Onlara göre Hz. Adem’in işlediği günah, insanoğluna ölümü getirmiştir. Yeni doğmuş çocuğun vaftiz edilerek yıkanmasının nedeni budur: Suçluluktan yıkanmak. Halbuki İslam insanın temiz ve İslam fıtratı üzere doğduğunu söyler.

Ölümle İlgili Ritüeller

Ölüm sırasında kişiye “la ilahe illallah” zikrini ona söyletmeye çalışmak hadisle tavsiye edilmiştir. Kişi terler, bu yüzden dudaklarına biraz su değdirmek yararlı olur. Hadisle Yasin suresinin ölümü kolaylaştırdığı ifade edilmiştir.

Ben imamlık yaptığım zaman cemaate dua ettirerek “sağımızda Kuran, göğsümüzde iman, karşımızda rasulüllah olduğu halde buyrun “kelimeyi şahadet…” okuyarak çene kapamayı nasip eyle ya Rabbi” diye söyletirim. Muhabbetiniz varsa Peygamberiniz size duaya gelecektir.

Ölümün tadı, kişinin Allah’a yakınlık derecesine göre değişir. Normal olarak bir çalının yünün içinden yırtarak çıkması gibidir ve zordur. Alim, cihad ve muhabbet ehli iseniz iki kişinin gelip kolunuzdan tutarak sizi bahçeye çıkarması gibidir(İmamı Gazali böyle olmuş)

Kabir azabı konusu alimlerce tartışmalıdır. Ancak mümine seyrettirilen cennet bahçelerinden bir bahçe, kafire seyrettirilen cehennem çukurlarında bir çukurdur.

Kabirde ruh tekrar bedene yaklaşır ve sual başlar. Rabbin kim, Peygamberin kim.. diye sorulur. Hoca talkın verdiğinde onu duyar ve bu, onun cevabına yardımcı olur. Ancak esas olan yaşayıştır ve son nefes çok önemlidir. Ben, Aşıkpaşa’da Tekke sokağında oturur, deli Kadir’in karısı rahmetli Kezban halanın öleceğini iki gün önce rüyada görmüş ve talkınını bir de ben vereyim demiştim. Usul bilmiyordum ve dedim ki “Kezban Hala la ilahe illallah” de diye içimden söyledim. Başka yerdeymiş kabre geldi ve “te hey, ben cuvabı verdim, la ilahe illallah, muhammedür resulüllah dedim” dedi ve ben bunu hem gördüm hem işittim.

Bundan sonraki sorgu namazdır. Namazın cevabı verilebilirse diğerleri kolaylaşır, aksi halde Allah yardım etsin….

Ölü, kendi ailesinin düğün, hastalık gibi durumlarda yakınlarını görmeye gelir. Rahmetli Erhan Kendirli eniştem vardı. Onu çıplak gözle on metre yakınımda gördüm ve oğlu mustafaya dua istedi. Avukat Osman Dağtekin’in eşi rahmetli Ayten yengeyi oğlunun düğününü seyrederken görmüştüm. Rahmetli Albay Ali Kendirli ve eşini, eşi öldüğünde evlerinde namaz kılarken karşımda tavanda iki kuş olup evlerinde namaz kılındığı için sevinirken görmüş, ancak önümde durmayın diye küşelemiştim. Etlik’te cemaatten bir abinin eşi ölmüş ve evde kırkında ilahi okunuyordu. Kadın gelmiş odada ilahi dinliyordu ben onu o beni gözlüyordu.

Modern Hayat Ölümü Öldürüyor

Modern insan ölümü öldürmek istiyor. Onu teğet geçiyor. Ölümle iç içe geçmiyor. Köyde ölen birisine geleneksel insan “ömrü bu kadarmış” deyip geçebiliyor. İnsana bu hayatta ölüm hissettirilebilirse diğergamlık gündeme gelebilir. Çamaşır makinasının kullanımı ile insanın tevazusu, bir sosyal sorumluluk projesinde yer alması, şükrü, yardım etmesi aynı anlamı taşır. Halbuki elde kalan sadece bencillik ve dini şeyleri de bencillik içinde izah etmeye çalışıyoruz. İnsanın basitliklerini, hatalarını düşünmesi bir tamir vesilesi olabilir.

Modern kültür haset üretiyor.(Reklamlar) Eskiden evler hep birbirine benzer ve konakla dam yanyanaydı ve içine girmeden zengin mi fakir mi anlayamıyordun. Biri alıyor, biri alamıyor ve böylece haset kültürü ve sui zan oluşuyor. İnternet ise kötülük üretiyor. İnsanlar sui zanla “Tunus ve Mısır’lılarda internet vardı, Yemen’de yok o halde orada devrim olmaz” diyerek sebeplere gereğinden fazla önem verebiliyor.

Telefon kullananların vücut dili şiddete yöneliyor. Birisi çarpınca “görmemiştir” veya ”Allah’a havale” yerine iki misli cevaba dönüşüyor.

Siyasette ise önemli memleket sorunu yerine “kim kime ne dedi” ya da spor konuşuluyor.

Bizim toplumumuz gününü sürekli ayakta geçiriyor. Halbuki Akdeniz geleneğinde öğle uykusu denen bir şey var. Araplarda Yunanlı’larda öğle uykusu var. İslam’da da gece namazına kalkmak isteyenler öğleyin bir miktar uyurlar. Sürekli uyanık kalmak ve geç yatışlar vücutta gerginlik ve tavırlarda sertliğe neden oluyor. Amerika’lılar ise öğleyin sırayla atıştırıyorlar ve saat 3,5’ta işi bitirip hemen partilere, eğlencelere koşuyorlar. Onlar için çok yemek ve bunu boşaltacak günlük bir sevgili bulup saatli bir otelde beraber olmak ya da kızın evine bir haftalığına yerleşmek olağan işlerden. Malum sorun ise obezlik ve aids.

Bir yazar, ekranla bütünleşmiş ve başparmağıyla sürekli mesaj yazan, toplumdan kopmuş gençler için “başparmağı büyük nesil” diyor.

Hüsnü zan için zamanı yavaşlatmak zorundayız. Hastalıkta tevekkül, teslimiyet ve eski günlerdeki iyi zamanları hatırlayarak şükretmek yerine “niye ben” diyor.

Eskiden seyahatte yanınızdakiyle güzel güzel konuşmak vardı. Şimdi TV ekranı sobeti, diyalogu kesiyor. MP dinlemekten karşıdan karşıya geçerken arabayı görmüyor.

Ölümü konuşabilmeli ve kabullenebilmeliyiz. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” hadisinin anlamı: İnsan şuur altına göre yaşar ve şuur altına göre dirilir demektir. Böylece zamanın ruhunu kavrayarak bir nasihat dili oluşturmak gerek. Şu hadise bakınız: “ölmeden önce ölünüz” bunun anlamı da ölümü öldürmek değil, ölümü diriltmek demektir. Ölümle içli dışlı olabilmek, onu sevecen görebilmek bir olgunluk ve kemal isteyen bir şey. Ölüm sonrasından da olumlu sinyaller alabilmeli insan. Fakat bunları neden konuşamıyoruz? Çünkü hep başkası ölecek diye bekliyoruz. Yani barışık değiliz. Mevlana ölümü “şeb’i aruz” –düğün gecesi- olarak laf olsun diye demiyor herhalde.

Bunu bir dudak servisi ya da ağız kalabalığı olarak görmemeli, yettiğince uyarmalı. İnsanlarda ibret almalı. Benimle alakası yok anlayışı tam bir felaket.

Modern hayat nasibi “koparıp aldığındır” diye tarif edip risk alma üzerine davranış kurgusu yapıyor. Böylece “rızık” ile “risk” yer değiştiriyor. Halbuki rızık yaratmayla yaratılır. Kul çabayla verilene ulaşmaya çalışır. İş, kazanmak istiyorsan risk alacaksınla eşdeğer olunca hayat bütünüyle risk alarak yürür hale geliyor ve kazanılan yetmemeye başlıyor. Risk alın işinizi büyütün, büyümezse rızık olmaz” mesajı veriliyor. Daha fazla kazanmak, daha fazla başarmak, çocuklarına “benim çocuğum” diyerek marka yaratmak ve onları da erdemlerine göre değil başarılarına göre değerlemek ve buna uygun materyalist tavır geliştirmek yoluna gidiyor. Başarı halinde “ben başardım” deyip Allah’ı unutuyor, kibirleniyor ve cimrileşiyor, kaybettiklerinde önce sebeplere küfrediyor ya da kurtlaşıp zorla almaya ya da tilkileşip ayak oyunu çekme yoluna gidiyor.

Nasib düşüncesini çocuklarımıza da veremiyoruz. Sınavda midesi bulanıp çıkan bir çocuğa “bunda da bir hayır var”mı diyoruz yoksa “dı, dı, dı “mı diyoruz.

Böbreğini satanları, zor durumda olanları düşünmek gerek. “Allah’ım bu günümüzü aratma” duası ve “camiye gelebiliyorum, kimseye de muhtaç değilim elhamdülillah” duaları çok önemli. Nasibi küstürme kavramı da önemli. Birbirine ters iki eşin yıllar geçirdiğini bir düşünün. Sorulduğunda “nasibimiz buymuş, geçindik gittik” diyor eskiler. Ama şimdikiler başkalarına anlatılabilir ve gösterebilir bir eş istiyor. Halbuki “ya bu olmasaydı” demeli. “ev, ekmek, suyumuz var elhamdülillah” diyebilmek ne kadar önemli.

Ahireti düşünmek, oradaki Allah’ın yanındaki nimetleri düşünmek insanda umudu artırıyor. Nasib ise şükre çıkıyor. Bu çalışmayıp “nasıl olsa nasibim gelir” anlamında bir tembellik değil. Ancak sebeplere sarılıp çalışmayla verilen nasibi birleştirme ve elde etme olarak doğru anlaşılması gereken ince bir husustur.

Bu fakir bir gün özel sektöre ayrılacaktı da, holdingin müşavirini şirketleri birbirine birleştirirken yönetimdeki iki ortağın diğer ortaklara kazık attığını, işçi şirketini kasten zarar ettirip işçilerin elinden hisse senetlerini yok pahasına aldığını görünce “aman ahiretimizi yakmayalım burası bize yaramaz” diye 13 milyarlık maaşı reddetmişti.

Allah hayırlı uzun ömürler versin hepinize efendim…

*
ahi kul ahmed

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KDV’Yİ FAKİRLER DE ÖDEDİĞİ İÇİN ADALETSİZDİR

I- GİRİŞ

Gelir ve kurumlar vergisi gibi doğrudan vergilerin genellikle daha az yansıtılabildiği kabul edilir. KDV gibi dolaylı vergilerdeki yansıma ise diğerlerine göre daha fazladır.

Bir ekonomide ticaretin serbestçe yapılabiliyor olması temel amaçlardan biridir. Bu, dünya ticareti için de böyledir.

Konuyu serbest ticaret, kayıp ve yansıma konuları ile birlikte ele aldığımızda; KDV’nin pahalılaşmaya yol açarak serbest ticaretin önündeki en büyük engellerden biri olduğu, son derece adaletsiz ve çok büyük oranda da tüketiciye yansıtılabilmesine rağmen devlete bütünüyle vergi olarak da dönmediği, bu yönüyle de işletmeleri, tüketicilere finanse ettirdiği anlaşılmaktadır.  

II- KDV, PAHALILAŞMAYA YOL AÇMAKTADIR VE SERBEST TİCARETİ ENGELLEMEKTEDİR

KDV, devlete ait bir vergi midir? Yoksa devletin toplayabildiği vergiler devletin, geriye kalanlar ilgili kişilerin midir?

Bu noktada katma değer vergisi yönünden öncelikle iyi bir tanımlamaya ihtiyaç vardır.

Eğer KDV başından beri devlete ait bir vergidir, işletmeler bu vergiyi yasalar çerçevesinde alışlarında öder, satarken yansıtır, tahsil eder ve devlete yatırırlar derseniz, sorulacak soru şudur: alıcıdan tahsil edilen ancak bir şekilde yatırılmayan KDV’ler ne kadardır ve nasıl bir sonuç doğurmaktadır?

Şayet yatırılanlar devletin, yatırılmayanlar elinde kalanınsa, -yasal olarak kabul etmeseniz de gerçekte KDV kayıp ve kaçağı bir gerçektir- devletin amacı, hem kendi kazanmak ve hem de bu işe aracılık eden işletmeleri tüketicilere finanse ettirmek midir? Devlet, vergi müşterisini korumak mı istemektedir?

Piyasa şartlarına bağlı olarak, tüketicilerin de pazarlık güçleri oranında KDV’den kurtuldukları da bilinmektedir.

Her iki halde de ortak nokta; KDV kayıp ve kaçağının çok olması ve KDV’nin, büyük oranda tüketiciler tarafından finanse ediliyor olmasıdır.

Bu finansmanın bir başka yönü de;  bir malın daha pahalıya üretilmesine sebebiyet vermesidir. Dolayısıyla KDV’nin de mal bedeli içinde hammadde, işçilik gibi ek bir maliyet unsuru haline gelmiş olmasıdır.

Hemen bu görüşlere itiraz edenler olabilir. Efendim, KDV devletindir, işletmeler indirim hakkına sahiptir vs.

Öyle bile olsa, indirim hakkı bulunan bir KDV’nin işletme tarafından önceden ödeniyor olması ve ilgili mal satılıncaya kadar bir finansman yükü doğurması kaçınılmazdır.

Buradan çıkan sonuç şudur. KDV her hal ve takdirde pahalılaşmaya yol açmaktadır. Ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak daha büyük oranda ve ucuz imalat ve ticaret yaparak ve dolayısıyla daha büyük oranda tüketici tatmini amaç olması gerekirken KDV gibi bir satış vergisinin ticaretin önünde engel teşkil etmesini anlamamazlıktan gelmek anlaşılır gibi değildir.

III- KDV, ÇOK ADALETSİZ BİR VERGİDİR

Zengin fakir herkesten eşit miktarda alınan KDV’nin, kişinin gelirine oranlandığında çok büyük bir adaletsizlik içerdiğini herkes biliyor!

O zaman sorun nedir? Sorun, yalnızca kamu harcamalarının finansmanı mıdır? Yoksa bu finansmanı kimin sağlayacağı noktasında bir oyun mu oynanmaktadır. Bu oyunun içinde devletin (1) rolü gerçekten büyük suçluluk içermektedir. Kaba fakat anlaşılır bir tabirle, devlet şunu demektedir: “Al  KDV’ni, birazını bana yatır, birazı da ayak kirası olarak sende kalsın!” Adeta vergi direncini kırmak için sunulmuş bir  rüşvet gibi!

KDV, bu yönüyle işletmelere ek bir vergi ödeme gücü   kazandırıyor diye düşünülebilir. İlginç bir anlaşma… (2).

KDV’nin ÖTV’ye dönüşmesiyle (3) lüks tüketim mallarında anlaşılabilir bir pahalılık varsayılıyor olmasına rağmen, neyin lüks olduğu tanımlamasında yatan kapsam genişlemesi, işi aynı noktaya getirmektedir. Lüks adı altında, tüketim kalıplarının genişlemesiyle halkın genel olarak kullandığı çoğu malların da vergi kapsamına alınması ile, yine bir çok şey vergi kapsamına girmiş olmaktadır.

Özet sonuç olarak; KDV hem adil değildir ve hem de ticaretin önünde pahalılaştırıcı bir engeldir.

Bütün vergilerin yeniden  tanımlamaları gerekir?

Vergi nedir? Kimler ödemelidir?

Bu iki sorunun cevabını verirken, adil olmak yeterlidir. Bize göre, uluslararası uygulama düzeyine çıkmış bir çok uygulamanın mihenk taşlarında büyük yanlışlar vardır ve yeniden sorgulanmaları gerekir!

KDV de bunlardan biridir. 

KDV yanlış bir uygulamadır ve kaldırılmalıdır.

Ataleti değil, hareketi ve ticareti vergilendirmektedir.

Gelecekte insanların bu noktaya geleceklerine kuvvetle inanıyorum (4).

Ticaret serbest  olmalıdır. Fiyatlar, vergiden bağımsız oluşmalıdır. Üretimde kullanılan temel dört üretim faktörünün dışında vergi gibi suni ilaveler yanlıştır.

AB uygulamaları arasında ihracatta KDV istisnasının bulunmasının anlamı nedir? Elbette rekabet için daha ucuz bir ticarettir. Ancak sistem bünyesinde KDV barındırdığı için gidilen ülkede vergilenmesi esasını getirmeye mecbur olmaktadır.

IV- DOĞRUDAN VERGİLERE AĞIRLIK VERİLMELİDİR

Kamu finansmanı, gelir ve kurumlar vergileri gibi doğrudan vergilerle sağlanamaz mı?

Servet vergilerinin vergi gelirleri içindeki ağırlığı artırılamaz mı?

Siyasal iktidarların ekonomik iktidarları da olmalıdır.

Ülkelerin ekonomik bir gelişme modelleri de olmalıdır.

Son yıllarda KDV’nin pahalılığa yol açtığı, üretim faktörleri arasına fiyatları artırıcı ek bir finansman ihtiyacı olarak girdiğini kim inkar edebilir ki? Fiyat dendiği zaman normal satış fiyatına KDV’yi de eklemek gerekir. Ya da alış fiyatının içine ödenen KDV’yi de eklemelisiniz. Siz onu ne kadar indirim konusu yaparsanız yapınız ödenmiş olması size daima bir finansman yükü oluşturacaktır. Konuyu maliyet muhasebesinin dışında gerçek boyutuyla daha geniş olarak düşünmek gerekir.

Vergi uygulamalarının, ilk ve temel nedeni, kamu finansmanıdır denilebilir. Klasik maliye anlayışı bu işlevi temel alır.

Verginin kamu harcamalarını karşılama görevi yanında maliye politikasının bir aracı olarak piyasa düzenlemelerine katkıda bulunmak gibi daha bir çok işlev ve görevleri olduğu da söylenebilir. Ama bunlar temel amaçlardan değildirler. Piyasa düzenlemek için vergi koymak yerine başka piyasa araçları da kullanabilirsiniz. Piyasayı örneğin para politikası tedbirleri ile de düzenleyebilirsiniz.

V- KDV, VERGİ TOPLAMA MALİYETİNİ ARTIRIYOR

Vergide tasarruf ilkesi, temelde, bir verginin toplama maliyetini en aza indirmeyi amaçlar.

Uygulanan vergi toplama yöntemlerine göre değişiklik göstermekle beraber, ortalama olarak %2 civarında bir toplama maliyetinin olduğu söylenebilir.

Ancak biz, bu görünen maliyetlerin yanında, görünmeyen bir maliyet olup olmadığını da sorgulamak istedik.

Vergi idaresi ile ilgili personel, araç gereç ve diğer altyapı harcamaları doğrudan vergi toplama maliyeti olarak kabul edilebilir. Ancak toplamak istediğiniz vergilerdeki sızmaların da bir verimlilik kaybı veya maliyet olarak kabul edilmesi gerekmez mi?

KDV’nin uzun süren aşamalı aktarma işlemleri nedeniyle kayıp ve kaçakları diğer vergilere göre daha fazladır.

Gelir ve kurumlar vergisinde de bu tür kayıplar olabilir. Ancak bu tür kayıp ve kaçaklar, nitelik itibariyle KDV kayıp ve kaçağından farklıdır. Gelir ve kurumlar vergisi gibi kazanç vergileri ile servet vergilerinde, KDV’de olduğu gibi “tüketiciden benim adıma şu vergiyi al ve bana getir” diye bir açık bir talimat ya da zorlama bulunmamaktadır. Bu nedenle KDV kayıpları tüketiciden vergi adı altında alınmış ancak ilgili yerine ulaşmayan haksız kayıplar haline dönüşmektedir. Neredeyse her KDV kaçıran gerçek bir KDV kaçakçısı haline gelmektedir! Bu nedenle sorunu, neden KDV kaçırılıyor diye değil, KDV’nin bizzat kendinde (ağırlığında, haksızlığında) veya KDV’nin alınış biçiminin doğal sonucu olarak görmek gerekir.

VI- HER AY ÖDENEN KDV’LER GELİR VERGİSİNE DÖNÜŞMÜŞTÜR

Bize göre  her ay ödenen KDV’leri gelir vergisi gibi düşünmek gerekir.

İşletme, ödediği vergiyi toplam olarak düşünür ve toplam olarak ne vergi ödediğine bakar.

İşyeri sahibinin zaman zaman dile getirdiği şikayetleri arasında “KDV ödüyoruz ya..”  demesi % 30’ları aşmış olan KDV nedeniyledir. Bu ifadelerin iyi değerlendirilmesi gerekir.

2003 Yılı Vergi Gelirlerinin Dağılımı

  Tutar (milyar) Yüzde Yüzde
VERGİ GELİRLERİ 84.334 100  
  1- Gelirden alınan vergiler 25.709   30 100
      GELİR VERGİSİ     17.058            65  
    – Beyana dayanan GV            1.088             6
    – Gelir vergisi tevkifatı          15.388           90
    – Geçici vergi               543             3
      KURUMLAR VERGİSİ        8.644 34 100
    – Beyana dayanan KV            1.663                    19
    – Kurumlar vergisi tevkifatı                 66                         1
    – KV geçici vergisi            6.895                   80
2- Servetten alınan vergiler   2.091 2  
3- Mal ve hizmetlerden alınan verg. 43.951 52  
  – Dahilde alınan KDV          15.387            35  
  – Özel tüketim vergisi          22.299            51  
  – Harç, damga verg, v.s.            6.265            14  
4- Dış ticaretten alınan vergiler 12.578 15  
  – Gümrük vergisi               889              7  
  – İthalde alınan KDV          11.641            93  
       
– DOLAYSIZ VERGİLER 27.801 34  
– DOLAYLI VERGİLER 56.532 66  

 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere gelir vergisinin %90’ı tevkifattan ve ancak % 6’sı ise beyan esasından elde ediliyor. Yani sistem hem adaletini kaybetmiş ve hem de tıkanmış, bitmiş görünüyor.

Normalde vergi ödeme gücü dolaysız bir vergi olarak ağırlığın kurumlar vergisinde olması gerekirken, kurumlar vergisi, gelir vergisinin yarısı oranında. Kurumlar vergisinde dikkati çeken tek iyi nokta; kurumlar vergisi geçici vergisinin % 80’lerde olması. Geçici vergi aldığınız sıradaki verginin reel değeri mahsup sırasındaki aynı değerden daha yüksek olması da görünmeyen bir vergi yükü sayılabilir. Servetten alınan vergiler %2 düzeyinde ve çok düşük. Onlarda araba vergileri.

KDV ve ÖTV toplamı bütün vergi gelirleri içinde %44 düzeyinde. Buna ithalde alınan KDV’yi de eklerseniz bütün vergi gelirleri içinde KDV ve benzeri vergiler %58’ler seviyesine çıkmaktadır. Özet olarak sistem hem adaletsizliği doruk noktasına doğru çıkarmış ve hem de ana sistemleri tıkanmış görünüyor.

Bundan sonra ne yapılabilirin cevabını vermek zor. Sisteme bazı kontrol araçlar dahil edilebilir belki. Ancak bunun hukuki bir sistemde bazı zorlukları olduğu mali idarenin “beyanını beğenmedim, lütfen değiştirir misin” uygulamasında görüldü. Muhtemel siyasi olayların ısındığı bir dönemde Türk maliyesi olağanüstü vergi tasarılarına da hazırlıklı olmalıdır. Daha önceki ekonomik denge ve net aktif vergisi uygulamalarında yaşanan bazı sıkıntıların yollarını da şimdiden açmalıdır.

Maliyenin zaman zaman ödeme sürelerini ayrı ayrı, çok sayıda ve farklı fonksiyon ve isimlere bağlamak istemesinin temel nedeni; ödenen toplam vergiler konusunda mükelleflerin vergi yükünde yanılmalarını sağlamak ve “kazandıkça öde” (5) şeklinde bir ödeme kolaylığını ona bir “kazanma zaman fırsatı” vererek vergi ödeme gücü ve ortamı oluşturmaktır.

Bu nedenle ödeme zamanları üzerinde oynama yaparken bu hususlara dikkat edilmesi gerekir.

VII- VERGİ LEVHASI TERSİNE İŞLER HALE GELMİŞTİR. KALDIRILMALIDIR

Vergi levhası, gerçekten işletmeler üzerinde bir tüketici baskısı oluşturuyor mu? Yoksa aradan geçen 23 yıl içinde işletmelerin komşusunun ne ödediğini öğrenmelerine mi yaradı?

Yapılan bir araştırmanın çarpıcı sonucu şöyle: mükellef, komşusu ne ödüyorsa (aynı veya benzer iş kolunda) o da onu ödüyor. Bu durum özellikle vergi levhasının yol açtığı bir durum olarak görünüyor. Bu nedenle bize göre kaldırılması gerekir.

Vergi levhasının işletmelerin vergi kaydının bulunup bulunmadığı konusunda takip amaçlı bir katkısı da olduğu söylenebilir. Bu fonksiyonu içeren “…vergi dairesinde …. numara ile kaydı vardır” diye bir yazı da aynı işi yapabilir.

VIII- VERGİLEMENİN ULUSLARARASI YÖNÜ

Vergilemenin uluslararası yönü; harcamalar üzerinden vergi almak yönündedir.

Şüphesiz KDV’de bunlardan biridir. Bu durum bize göre yanlış bir gidiştir.

Her uluslararası veya ulusal bir yönelimin her zaman doğru olmayabileceğini düşünecek kadar hür ve adil fikirlere ihtiyaç vardır. İnsan adalete aşık olmalıdır. Adaletsiz bir uygulamayı ancak çıkarı olanlar ve adil de olmayanlar savunabilir. Hükümetler ise, bütçe ihtiyaçları için adalet yerine kolay ve zengin fonları (6) tercih ederler.

KDV’nin yeteri kadar direnç görmemesinin bir nedeni de işletmelere ek bir KDV kârı sağlıyor olmasındandır. KDV kadar daha pahalı mal satmak ve bu satış için bütün işletmelere birlikte verilmiş haklılık gerekçesi onları, “isteksiz memnun” (7) edecektir.

KDV’ye karşı direncin çok artmamasının ya da kırılma noktasına ulaşamamasının bir nedeni de belli mal veya hizmet alıcılarının zaman zaman artan direnişleri karşısında hükümetlerin geri adım atarak bazı KDV oranlarını düşürmeleridir. 

Bu durum, aynı cins mal veya hizmeti alan tüketiciler üzerindeki vergi yükünü kısmen hafifletmekte ve topyekün bir KDV muhalefetini de kırmaktadır. Aslına bakarsanız %18’lik bir oranın %1 seviyesine çekilmesi ya da çektirilmesi bir çeşit kaldırılma da sayılabilir.

Görüleceği üzere aslında KDV’ye karşı muhalefet zaten yürürlüktedir. Sorun yanlışlığın toplu olarak söylenememesindedir.

IX- VERGİ DEĞİL, SERMAYE TABANA YAYILMALIDIR

Yıllardan beri gündemden düşmeyen içi boş bir slogan var:

“Verginin tabana yayılması”

Verginin tabana yayılmasından sadece vergi mükellefi olması gerektiği halde kayıt dışı olanların kayıt altına alınması ve eksik beyanlarının makul seviyelere çekilmesi olarak anlamak gerek. Bunun dışında, daha geniş kitleleri kazançları yeterli olmadığı halde vergi mükellefi yapmaya çalışmak, ya da mevcut vergi yüklerini artırmak olarak anlamamak gerek.

Asıl tabana yayılması gereken şey; sermayenin tabana yayılmasıdır. Paylaşım ve parasal güvenlik (banka güvencesi değil, sermaye olarak konulan azınlık veya küçük tutardaki paraların hukuki güvencesi olarak) olmadığı için sermaye birikimi de olmamaktadır.

Batı sermaye birikiminin tabanında, toprağın belli ellerde daha önceden bulunmasının yarattığı bir ön birikim yanında diğer uluslardan önce gerçekleştirdiği teknik üstünlüğün verdiği soygun avantajı da bulunmaktadır (8).

Japonya’da da durum aynıdır. Japonya’da başlangıçta toprak, samuray denen ve soy üstünlüğüne dayanan bir sınıfın elindedir. Doğal kaynaklar yönünden son derece fakir ve dışa bağlı olan bu ülke, kalkınma felsefesindeki canlılık sayesinde bugünkü ileri durumuna yükselmiştir (9) (Japon Sony firmasının  kuruluşu bir çok küçük sermayenin birleşimi ile oluşmuş dikkat  çekmiş farklı bir  uygulamadır.).

Japon kalkınma modeline bir alternatif olarak İskandinav katılımcı kalkınma modeli gösterilebilir. Bu model, katılımcı yönüyle daha adil gibi görünüyor..

Gelelim bize. Yaklaşık iki yüz senedir kalkınma modeli arıyoruz. Hâlâ da bulamadık. Neler yapmadık ki? Önceleri kendi bildiğimiz, bulduğumuz teknolojinin tekrar bize dönüşünü reddetmiştik ama daha sonra mahalle zenginlerine, özelleştirmelerden, bankacılık oyunlarına kadar her şeyi denedik. Ama olmadı.

Tercüme kanunlardaki adaletsizlikleri hiç kimse görmüyor. Aslında bize adalet gerek. Türk Ticaret Kanunu’ndaki  daha  büyük sermaye paylarını savunan uygulamalara, şirket ve kooperatiflerdeki adaletsiz uygulamalara kimse dikkat etmiyor.

Geçtiğimiz günlerde bir tv kanalında da yayınlanan bir araştırmada, 5 yaşındaki 10 çocuktan 5’ine 10’ar tane  çikolata verilir ve bunların yarısını diğer 5 arkadaşına vermesi söylenir. Sonuç hiç de adil değildir. Hemen hemen her çocuk on    çikolatadan bir veya iki tanesini  diğer arkadaşına vermiş geriye kalan 8 veya 9’unu kendi almıştır. Bu adil olmayan paylaşımları nedeniyle bütün çocukların ellerinden çikolataların tamamı geri alınır. Bir süre sonra çikolatalar tekrar aynı  çocuklara aynı  şekilde geri verilir ve ellerindekinin yarısını diğer   arkadaşlarına  vermesi söylenir. Bu kez  çocuk adil olmadığı takdirde çikolataların elinden alınacağını bilmektedir (yerleşmiş bir adaletle karşılaşma duygusu). Bu bilinç üzerine çocuk eşit bir   paylaşım yapar ve elindekinin yarısını diğerine verir. Sonuç gayet adildir.

Adalet o kadar önemli bir şeydir ki, bunu başka hiçbir şeyle ikame edemezsiniz! 

Siz ne kadar adaletli  yasalar çıkarır ya da adil bir uygulama yaparsanız diğer insanlar da o kadar adil olur.

Biz bir   kalkınma modeli olarak adalet  uygulamasını yaşam, hatta bir kalkınma temel felsefesi olarak düşünmek istedik.

Mülkiyet esasının sürükleyici bir etkiye sahip olduğunu biliyoruz. İşte mülkiyetin  veya  diğer bir ifadeyle küçük sermayenin korunmasının da toplam fayda üzerinde  çok büyük katkıları olacaktır. Adaletsiz uygulamalar, insanlardaki bir araya gelme duygularını yok etmektedir.

Bu yüzden kuruluş ölçeklerini artırmak da mümkün olmamaktadır. Banka mevduatlarını toptan verip geri almadığımız hangi kuruluş uluslararası kuruluş haline geldi?

Kalkınmada temel saiklerden biri de tek bir amaca odaklanma duygusudur. Yani kalkınma felsefesi veya düşüncesi.

Menfaat insanları birbirinden ayırır ve fakat korku insanları birleştirir. Bütün canlılar alemi öyle değil mi? Her canlının bir düşmanı var ve bu onu daima uyanık tutuyor. Bir insanı ya da ülkeyi batırmak istiyorsanız ona sürekli borç verip sen iyisin demeniz yeterlidir. Bugün bize yapılan da budur. Bu nedenle gerek merkezi idarenin ve gerekse yerel yönetimlerin borçlanmalarına bir türlü sınır getiremedik!

Eğer bu sınırı getirebilseydik öz kaynaklara dönme yönünde daha çok gayret içinde olabilirdik!

X- SONUÇ

KDV, bize göre mihengi yanlış oturtulmuş bir vergidir.

Adil de değildir. Kaldırılmalıdır. Diğer uluslar böyle yapıyor diye aynı yolu takip etmek insanı sürü psikolojisine itmektedir.

Fikir ve vicdanlardaki adalet aşkına çok ihtiyaç var.

Varlıklılar vergi ödemelidir.

Servetler üzerinden vergi alınmalıdır.

Ticaret ve hareket değil, atalet vergilendirilmelidir.

Sermaye birikimini, adaletsiz yöntemlerle yapmak yerine, dengeli ve adil bir ticaret ve geniş tabanlı bir mülkiyet  sistemine dayalı bir kalkınma modeli ve ile sağlamalısınız. Kalkınma felsefeniz bu ülke insanının değerlerine uygun olmalı ki onları bu yarışın içine alabilesiniz.

Vergilerin tabana yayılması gibi gösterişli fakat anlamsız bir slogan sürekli gündemde tutuldu. Bunun yerine sermayenin tabana yayılması anlamında yapılabilecek hukuki düzenlemeler gündemde olmalı. Bu anlamda borsada ıslah edilmeli ve günlük iniş çıkışlar % 10’dan % 5’e çekilmeli.

Türk maliyesi yakın siyasi gelişmeleri finanse edebilecek bilgi ve tecrübeye kendini hazırlamalıdır.

Keban, Atatürk, Karakaya gibi büyük barajların mülkiyetinin farklı bir özelleştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu, hem verimliliği artıracaktır ve hem de güvenlik ve  sağlam bir gelir elde etme imkanı sağlayacaktır.

Adil, iyi ve canlı bir ticaret ise, yatırımları kendiliğinden götürecektir.
 

Yazar: AhmetATİK(*)

(1)         Genel ve teorik olarak devlet ifadesi kullanılmıştır.

(2)         Burada kasdi ve bilinçli bir anlaşmadan söz edilmemektedir. İşin gerçekleşme boyutunun buna dayandığı ifade edilmek istenmektedir.

(3)         Türkiye’de 1984 yılı sonuna kadar Gider Vergileri uygulanıyordu. KDV bunun yerine ikame edildi. KDV’nin kısmen ÖTV’ye dönüşmesiyle yeniden bir geriye dönüş anlamında, eski, imalattan alınan Gider Vergisine dönülmüş olmaktadır.

(4)         Ancak bu tür büyük fikir değişiklikleri kuvvetli bir kamu vicdanı, buna riayet eden siyasal ve ekonomik güçlü bir iktidar ve bütün bunları harekete geçirecek eş zamanlı bir iktisadi olay gerektirir.

(5)         İngilizlerin “pay as you earn” dedikleri ve bugün bizde de uygulanan geçici vergi, ticari kazançlardaki gecikmeyi bertaraf etmek için, “kazandığın zaman -geciktirmeden- öde” anlamına gelmektedir.

(6)         SSK VE BAĞKUR gibi sosyal kuruluş primlerinde de durum aynıdır. Yüksek pirimler adaletsizdir ancak kolay ve yüksek rakamlar söz konusu olduğu için hükümetler tarafından tercih edilirler.

(7)         İsteksizlik, KDV nedeniyle fiyatı yükselen malın satışının yüksek fiyat nedeniyle satışları etkilemesindendir.

(8)         Batı, daha önceki gelişmesine rağmen bugün artık geriye gitmektedir.

(9)         Japon kalkınma modeli bugün gittikçe bir çöküş içindedir. Dolayısıyla bu kalkınma modeli de sorgulanmalıdır.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

KÜLTÜREL KİMLİK VE SOMUTTAN SOYUT İNANCA GEÇİŞ

Kültürel Kimliğin Önemi

 

İnsan beyninde lider bölgeler vardır. Bunlardan biri de yürütücü işlevlerin yapıldığı ön bölgedir. Bu bölgede kimlik ve kişilik tanımlaması oluşur. Ergen kimliğini oluştururken “Ben kimim? Niçin yaşıyorum? Nereye yönelmeliyim?” sorularını sorar. Bu soruların cevabını da anneden, babadan, toplumdan, medyadan alarak kimliğini tanımlar. Genç, kimliğini tanımlamış ise sağlıklıdır ama kimlik krizi varsa, “Ben kimim? Nereye yönelmeliyim?” sorularına cevap bulamamışsa, o kişi ergenlikten çıkamaz, huzurlu olamaz, okulunu bitirse bile çevresiyle sağlıklı ilişki kuramaz.

Bir toplumun da aynı şekilde kültürel kimliği tanımlanmamışsa, kültürel kimlikle ilgili tanımlamalar değiştirilmişse ya da kültür şoku yaşanılıyorsa, bireyin kültür şoku yaşaması durumunda gerilemesi gibi toplumun da gelişmesi durur. Kültürel şokun en önemli örneğini Almanya’ya giden Türk vatandaşlar yaşadı. Dilini ve kültürünü bilmedikleri bir topluma giden vatandaşlar, ya tamamen o kültüre kendilerini bıraktılar ya da gettolarını oluşturarak kültürel bir savunma ortaya çıkardılar. Kültürel içe çekilme ile kendilerini korumaya alan bu insanlar, içinde bulundukları topluma uyum sağlayamadıkları zaman dozunu kaçırarak asosyalleştiler. Hâlbuki kendi kültürünün bilincinde olarak, diğer kültürü de öğrenerek onunla irtibat kurmayı başarabilselerdi, kültürel özgüven oluşurdu. Kültürel kimliğin iki temel ayağı olan dil ve din ayağını koruyabilen kimseler, her kültürün içinde kendi kimliğini muhafaza edebilirler. Zenciler Afrika’dan Amerika’ya göç ederken dillerini ve dinlerini muhafaza edebilselerdi, kimliklerini koruyabilirlerdi. Muhafaza edemedikleri için sadece renkleri ve genleriyle kaldılar ve kültür olarak Amerikalılardan hiçbir farkları kalmadı. Renklen nedeniyle dışlandıkları için ırkçılığa bağlı tepki oluşturdular ama Afrika kültürleriyle ilgileri sona erdi.

Kültürlerin korunmasında dil ve din ayağının öneminin farkına varan ülkelerden Fransa 1994 yılında, dünyada ve ülkesinde yayılan İngilizceye karşı bazı önlemler aldı. Fransız kültürünü korumak amacıyla alınan tedbirler arasında Fransızcayı korumak ön planda yer aldı ve İngilizceye karşı kanun çıkardı. Bütün sözleşme ve yazışmaların Fransızca yapılma zorunluluğunu getirdi. Fransızcanın kullanılmasını bütün sözleşme ve yazışmaların yanı sıra hizmet, ürün ve malların adlandırılması, sunumu, kullanma kılavuzu, garanti koşullarının kapsamı, fatura ve makbuzlar için de zorunlu hale getirdi. Benzer bir uygulamayı Almanya’da da görebiliriz. İlaç prospektüslerinde sadece Almanca açıklamalar yer alır, İngilizce açıklamalar kaldırılmıştır.

Dilin, kültürlerin korunmasındaki önemi İngilizlerle İrlandalılar arasında yaşanan örnekte daha net ortaya çıkar. 300 sene İngiltere’nin işgali altında bulunan İrlanda, kendi dili olan Keltçe’yi bu süre zarfında korudu. Böylece kültürlerini de muhafaza ettiler. Fakat daha sonra bir İngiliz valisi ustaca yapılmış bir planla okullarda İngilizceyi zorunlu dil haline getirdi. % 90 Keltçe konuşan halk, bir nesil sonra % 30′a indi. Bunun üzerine faaliyete geçen İrlandalılar, kendi dillerinin yanı sıra kimliklerini de korumaya çalıştılar. İngiltere bununla da kalmadı, Kuzey İrlanda’yı Protestan yaptı ve kendine bağladı. Böylece Protestanlaştığı için sadece İrlanda’nın kuzeyi İngiltere’ye bağlı kaldı. İngiltere’nin asimile etme çabasına IRA terör örgütü karşı çıktı. Sonunda İngiltere, kültürel hakları verince barış gerçekleşti. Ülkemizdeki Güneydoğu sorunu da buna benziyor. Açlık ve yoksulluk sorunu olduğu iddia ediliyor. Fakat Kütahya, Yozgat, Domaniç Yaylası gibi Türkiye’nin birçok yerinde aynı sorun olmasına rağmen ayrılıkçı hareket görülmüyor. Bu ayrılıkçı hareket, kendi kültürel kimliğini koruma refleksidir.

Kimlik duygusu insanoğlunda var olan önemli bir duygudur. Kimlik insanın zihinsel sığınma alanıdır. Bir toplum için evler ne anlam ifade ediyorsa, kültürler için de kimlik odur. Kişinin psikolojik olarak kendini güvende hissetme alanıdır. Kimlik kargaşası yaşayan kimse, kendini güvende hissetmezken, yaşamayan ise güvende hisseder. Bu, psikolojinin fazla bilinmeyen bir yasasıdır. Kimliği olmayan, yiyeceği, içeceği olup da evi olmayan insan gibidir. Bir kimsenin kimliği alınıp müdahale edildiği zaman, ona yiyecek verip evini elinden almak kadar kötü etki yapar. Yiyeceği ve işi olan fakat evi olmayan, dışarıda kalan kimse, kendini güvende hissetmez. Bu sebepten dolayı “Ben şu kimliğe aittim.” diyerek alt kimliğini, “Ama şu üst kimliğe aittim.” diyerek de üst kimliğini koruması gerekir. Osmanlı bunu yapabilmiş bir toplumdu. Osmanlı adı altında bütün dinler, ırklar, kimlikler kendini güvende hissedebilmişti. Amerikalılar da Kızılderililerle yaşanan tecrübeden sonra ulusal barış için İspaniklerin ve Afrikalı Amerikalıların kültürel kimliğini tanıdı ve kabul etti. Ülkemizde de Türkiye üst kimliği altında bütün alt kimlikleri kabul etmemiz gerekir. “Herkes Türk olacak” demek kimlik dayatmasıdır ve savunma duygusu uyandırır. Böyle bir dayatma karşısında İrlanda’da IRA’nın yaptığı gibi, kendi kimliğini ve dilini korumak için koruma refleksi oluşturduğundan, kimlik çatışması ortaya çıktı.

İnsanın kişiliğini oluşturan amaç, karakter ve özgeçmişine paralel olarak toplumlarda da ortak ideal, kültürel kimlik ve tarih vardır. İnsan hayatında özgeçmişi çok önemli yer tutar. Saddam gibi ünlü kişilerin kopyaları yapıldı. Bunların fiziksel görünümleri aynıdır fakat Saddam’ı yakından tanıyan biri 24 saat kopyasıyla vakit geçirse, onun orijinal olmadığını anlar. Çünkü özgeçmiş, insanın kişiliğini oluşturan en önemli unsurdur. Oturması, gülmesi, zevkleri, eğlenceleri, geçmişte yaşadığı bir olaya vereceği tepkilerin hepsi kişiliğinin parçasıdır. Bütün bunların olmadığı bir insan ya da kişisel tarihi farklı yazılmış bir insan, sıfırdan doğmuş gibi olur. Bunun değişik bir örneği seneler önce ameliyathanede tüplerin karışmasıyla ortaya çıktı. Ameliyat olan bir askere oksijen tüpü yerine azot protoksin tüpü takılır. Ameliyatta oksijensiz kalan beyinde küçük küçük kanamalar olur. Bunun sonucunda beyindeki bilgilerin kaydedildiği hipokampus kısmında çürüme nekrozu oluşmuş ve hastanın hafıza bilgileri silindiği için de kimliğini unutmuştur. Hastanede özel bölmeye alınır. Yiyiyor, içiyor, konuşuyor, gülüyor, “Burası neresi, ben neredeyim?” diyor ama geçmişine ait hiçbir şey hatırlamıyordu. 20 yaşından sonra tekrar annesini, babasını, köyünü, memleketini sıfırdan öğrenmeye başladı. Bir bakıma Alzheimer hastası gibi oldu. Bu hastalıkta da kişi kendi kimliğini bilmez, aynada başkasıyla konuşur gibi kendiyle konuşur. Çünkü Alzheimer hastalarında da beyinde kimliklerinin yazıldığı özgeçmiş bozulmuştur. Şizofrenik hastalarda da distorsiyon denilen çarpık algılama oluşur. Kimliklerin yeri değişir, hasta geçmişteki bir olayı alır, bugünle bağlantısını yanlış kurar. O yüzden şizofrenlerde narsistik çarpıtmalar görülür. Geçmişte birisinin ona verdiği hediyeyi kendisini zehirlemek için verdiğini düşünür. Bunun gibi çeşitli hastalıklar sebebiyle, düşünce çarpıklıkları da ortaya çıkabilir. Yine şizofrenlerde görülen, baba kompleksi hastalığı vardır. Hasta babasını düşman olarak görür, onun bir hatasını büyütür, babasının kendisine zarar vereceğini düşünür. Algılaması bozulduğu için babasını öldürebilir. Bu durum, adli psikiyatrik vakalarda çok görülür.

Mankurtlaşma Yolu ile Geçmişi Öldürme

Seneler önce Güney Amerika’da kölelere uygulanan Mankurtlaşma denilen işkence metodu vardır. Kölelerin kafasına ıslak hayvan derisi geçirilerek, güneşin altında tutulur. Deri kurudukça küçülür ve kafatasım sıkar. Beyin sıkıştıkça küçük kanamalar oluşur. Beyin kabuğu hasar gördüğü için kişinin hafızası silinir. Böylece geçmişleri unutturulan bu insanlar, köleleştirilir ve herkesi öldürebilir hale getirilir.

Bir toplumun da geçmişi silinip atılırsa ve yerine yeni bir kültür verilirse, geçmişi öldürülmüş olur. Toplum, sosyal şizofreni olduğu zaman geçmişini çarpık algılar. Toplumu sosyal şizofren yapmanın en etkili yollarından biri, geçmişiyle düşman ve kavgalı hale getirmektir. Bizde de aynı plan uygulandı. Osmanlı düşman olarak gösterildi, biz de şizofrenik davranış göstererek Osmanlıyı öldürdük. Geçmişini düşman gibi gören, aklına geldiğinde zarar vereceğini düşünür. Şizofren bir hastanın babasını düşman görüp öldürmesi gibi, bizim de atalarımız olan Fatih’i, Yavuz’u öldürmemiz

aynı mantıksal hatadır. Osmanlıyı artıları ve eksileriyle birlikte gerçekçi bir şekilde değerlendirmemiz gerekirken, toplumu şizofren yapan dağıtma planının oyununa geldik. Osmanlı ve Türk kültürü yok edilmeye çalışılarak, yerine Batı kültürü verilmek istendi. Müzik zevkimize kadar değiştirilmeye çalışıldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk Sanat Müziği yasaklandı.

Kültürün bir diğer ayağı da dini değerlerdir. Dini değerlerin insan ve toplum hayatında önemli bir yeri vardır. Din, topluma yaşamak ve inkişaf etmek için felsefi hedef koyar. Eğer din toplumdan koparılırsa, toplumun yaşamayı sağlayacak felsefi amacı ortadan kalkar. Fakat din konusunda da toplum tamamen kendi akışına bırakıldığı zaman, batıl inançlar, kör dogmalar, hurafeler, fallar devreye girer. Çünkü insanda doğaüstüne, bilinmeyene, gayba karşı merak duygusu vardır. Gelecekle ilgili merak, insanda dini duyguları oluşturur. Din olgusunun biyolojik temelini, bilinmeyeni arama duygusu oluşturur. Eğer din duygusu olmazsa fal, büyü ya da çeşitli totemlere inanç, onun yerini alır. Bu sebepten dolayı insanları kör dogmalarla cesaretlendirmemek gerekir. Özgür sorgulamalar olmalı ve içerisinde de akıl ve dinin birlikteliği esas alınmalıdır. Akıl olmadan sadece dinin olduğu yerde, kör dogmalar ve dini hezeyanlar ortaya çıkar.

Akıldan uzaklaşmış din anlayışı şizofreniye gider. Şizofren hastaların içinde de kendini peygamber ve tanrı ilan edenler olur. Toplumsal akıl ortadan kalktığı zaman, bazı sahte şeyhler ortaya çıkar. Kendilerini yeryüzü tanrısı gibi görüp, olağanüstü mistik güçleri varmış gibi sunarlar ve insanları arkalarına alıp sürüklerler. Bu tür dini hezeyanlar da sosyal şizofreninin bir ayağıdır. Bir dinde ayinsel ritüeller varsa, bunun adı modern dindir. Bu tür dinlerde bir kişi kutsallaştırılır, ona özel kabir yaptırılır, ziyareti için özel ritüeller düzenlenir, defterler yazılır, imzalatılır. Böylece kişiye doğaüstü güç verilerek sorgulanamaz hale getirilir ve dogmalaştırılır. İnsan kutsallaştırdıklarım sorgulamaz fakat pozitivizmin amacı sorgulamaktır. Akıl ve bilimin manevi miras olarak bırakıldığı bir yerde dogmatik bağlılıklara yer yoktur.

 

Laiklik Din Olabilir mi?

Laikliği din olarak algılayan kişiler onu kutsallaştırır. Kutsallaştırman laikliğin ayinsel ritüelleri ve kırmızı alanları oluşturulur. Bu da laikliğin dinselleştirme sürecidir. Laiklik, dinin alternatifi olarak sunulduğunda bunlar ortaya çıkar. Bu tür laiklik, yaşam tarzı ve din karşısında özgürlükçü laiklik olmaktan çıkar, din haline getirilmiş laikçilik olur. Hâlbuki laiklik, dinin alternatifi değil, bütün dinlerin birlikte yaşayacağı ortak bir mutabık sözleşme oluşturmak demektir. Gerçek laikliğin ortaya çıkışındaki amaç şudur: Her dinin kendi içerisinde, birbirine baskı yapmadan, özgürce yaşayabileceği, güçlü olanın devam edip, güçsüz olanın tarih içinde yok olacağı bir ortam sağlamaktır.

Somuttan Soyut İnanca Geçiş

Yakın tarihe baktığımızda insanların kutsallaştırılmasına örnekler görebiliriz. Malcolm X’in şeyhi Elijah Muhammed kendini kutsallaştırmış, İslam dinini zenci dini haline getirmeye çalışmıştı. Beyazları şeytan olarak görüyor ve gösteriyordu. Kendisine harem ve saltanat kurmuştu. Daha sonra Malcolm X hacca gidince, gerçek dinin ırkçılıkla ve beyaz düşmanlığı ile ilgisinin olmadığını gördü. Ondan sonra Elijah Muhammed’e ters düştü ve yollarını ayırdı.

Bir insanı kutsallaştırıp, heykellerini dikerek, ona karşı korkuya dayalı itaat oluşturmak, tarihin bütün dönemlerinde olmuştur. Hıristiyanlığın yayıldığı dönemde, Bizans İmparatoru Konstantin, Pagan kültürünü model olarak alır, onun yerine Hz. İsa’yı koyar. Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ederek Teslis (Trinity) inancını ortaya çıkarır. Böylece insanlığı tevhitten uzaklaştırır. Somut unsurlara inanma ilkel insanın özelliğidir. İnsanın görmediği şeye inanması zordur, gördüğü şeye inanma dürtüsü daha kuvvetlidir. Somutlaştırma, çocuk beyninin görevidir. Soyut düşünce 7-8 yaşından sonra başlar. İnsan olgunlaştıkça soyut olgulara inanır. İnsanlığın da somut düşünceden soyut düşünceye geçmesi gerekir. Somut düşünce çocuksuluk eğilimidir ve insanlığın çocuksuluk dönemini temsil eder. Bu sebepten dolayı Hz İbrahim’e kadar olan dönemde somut objelere, puta, totemlere tapmalar görülmüştür. İnsanlık belli bir olgunluğa gelince, Hz İbrahim’le birlikte tek tanrılı dinler ortaya çıkar ve soyuta inanma başlar. O dönem açısından İbrahim peygamberin hayat hikâyesi oldukça ilginçtir.

Nemrut’un kâhinlerinden birinin yaptığı açıklamaya göre, bir erkek çocuk dünyaya gelecek ve ateşe tapan Nemrut’un dinini yok edecektir. Nemrut’un yanında çalışan Hz İbrahim’in babası da bu haberi duyunca, annesi, İbrahim’i bir mağarada büyütür. Belli bir yaşa kadar o mağarada Nemrut’tan ve onun kültüründen uzak bir şekilde büyür. Bu yüzden toplum içine karıştıktan sonra mevcut düzeni çok rahat sorgular. Allah artık insanlığın o seviyeye geldiğini düşünerek, Hz İbrahim’i özel yetiştirir ve o topluma gönderir ve varoluşunu sorgulatmaya başlar. İbrahim peygamber önce kendisini kimin yaratmış olabileceğini düşünür. Nemrut’un yapamayacağını anlar; güneşi doğduramayan birinin ona ne gibi katkısı olabilir diye düşünür. Güneşe bakar, onun da battığını görür, onun da acziyetine şahit olur. Bu şekilde kâinattaki birçok eşyanın sorgulamasını yapar. Sonunda kendisini ancak bütün bunların sahibinin yaratabileceğini düşünür. Böylece tek tanrı inancına yaklaşır. O manevi seviyeye gelince, Allah vahiy göndermeye başlar. Böylece Hz İbrahim’le birlikte tekrar soyut inanç insanlığa öğretilir. Fakat insanlar bir müddet sonra yine sapıtırlar. Hz Yakup, Hz Yusuf gibi peygamberlerle tekrar soyut inanç hatırlatılır. Fakat bir dönem yine insanoğlunda somuta tapmaya eğilim başlar, yine yoldan çıkılır. En son olarak Hz Muhammed gönderilir ve tevhid, dinin tam bir tanımlamasını yapar. Artık insanlık bu tanımı değiştiremiyor ve o derece sapamıyor. Hz Peygamber’den sonra ana tema ve inanç bozulmuyor ama tatbikatta sapmalar oluyor. Emeviler, Abbasiler uygulamada saptılar ve sahabelere zulümler yaptılar. Bu konuda Osmanlı öze yakın ve en saygılı uygulamayı gerçekleştirmiştir.

Bu yüzyılda artık insanlık soyutu somut gibi algılama seviyesine ulaşmıştır. Sanal teknolojinin, iletişimin, internetin ortaya çıkması anlamın, mananın somut bir bilgi gibi kıymetli olduğunu göstermiştir. Mesela bankada l milyon dolar hesabı olan biri Elektronik Fon Transferi (EFT) ile başka birinin hesabına 500 bin dolar gönderebilir. Yapılan bu işlem soyut fakat sonucu somuttur. Bilgi çağında insan soyutun somuttan daha kıymetli olduğunu anladı ve gerçek yaratıcı kavramını anlayacak seviyeye geldi, insanoğlu marifetullahı, esma-i hüsnayı anlayacak seviyeye bu çağda ulaştı. Vatikan’da Cevşen’in kıymetli olmasının sebebi, doğru bir Allah tarifinin yapılıyor olmasıdır. Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olamayacağını anlayan zihniyet, Kur’an’daki “doğru Allah tarifini” görünce tatmin oluyor ve kabul ediyor. Cevşen’de ve Kur’an’da tarif edilen birisi ancak kâinatı yaratır ve ona hükmedebilir düşüncesini kabul ediyorlar. Gerçek din arayışında olan Hıristiyanlar, Allah tanımlamasının doğru yapıldığı kitaba bakarak Allah’ı buluyorlar.

Bilimsel metodolojide uygulanan bir yöntem vardır. Bir konuda tez geliştirilirken o konuyla ilgili kavramlar tanımlanır. Din de bilimsel bir kavram olarak ele alınacak olursa, Allah’ın ve peygamberin tanımlanması gerekir. Kim olabileceği, nasıl özelliklere sahip olacağı konusunda tarifler yapılır. “Nasıl bir Allah olursa kâinata hakim olur, insana şah damarından yakın olur?” Bu sorulara cevap ancak tevhid inancında ve soyut anlam boyutunu fark etmekte karşılık bulur. Bir kitabı değerli kılan sebepler nelerdir? Mürekkebi veya kâğıdın kalitesi midir? Kitabı kitap yapan içindeki manadır. Kâinat da bir kitaptır. Kâinatı kâinat yapan da oradaki oksijen, azot, hidrojen, kuşlar, böcekler, çiçekler değil, bunların dizilişindeki, var oluşundaki anlamdır. O anlam Allah’ın varlığını gösterir. Kitabı yazanın amacı oradan anlaşılır. Kâinata anlam boyutuyla bakıldığında, Allah bulunur.

Batı sekülerleşme ile birlikte soyut hedefi ortadan kaldırdı. Onun yerine araba, ev gibi somut hedefler koydu. Daha önceleri kilisenin koyduğu soyut hedefler vardı fakat sapkın bir inançtı. Ruhanileri yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisi olarak gören bir kilise anlayışı ve otoritesi vardı. Bu otoriteye tepki sonucunda laik demokratik hareketler ortaya çıktı. Bu da soyutu tamamen reddedip somutlaşma şeklinde yani materyalizm şeklinde kendini gösterdi. Fakat materyalizm de din ihtiyacına, soyut ihtiyaca cevap veremedi. Bunun sonucunda kör dogmalar ve batıl inançlar yayılmaya başladı. Artık bu sapkınlıkların yerine sağlam inanç tanımlamaları geçmelidir. “Doğru Allah inancı” sorusuna cevap verilmesi gerekir.

Din ayağı ve dil ayağı toplumda doğru tanımlanmazsa o toplum şizofren olur. Din konusu abartılı olursa dini hezeyanlar meydana gelir. Tamamen dini yok sayarsanız bu kez de kendi kutsalını oluşturan, putlara tapan toplumsal şizofrenleşme ortaya çıkar.

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK VE ADALET

Toplumun Kimliği: Kültür

Farklı kültürlerin bir arada yaşamasıyla ilgili bilinç ve istikrar oluşturulması çok önemlidir. Bilgi sosyolojisi, kültürel psikoloji ve psikoanalizdeki gelişmeler kültürün insan hayatındaki önemini daha çok göstermeye başladı. Kültürün temel değerleri ve standartları, toplumun karakterini ve kimliğini oluşturur.

İnsanlarda biyolojik eğilimlere göre 12 tane kişilik tipi vardır. İçe kapanık, dışa dönük, kuşkucu, takıntılı, pasif, agresif, bağımlı şeklinde tanımlanan kişilik türleridir. Kişide bu özelliklerden birçoğu olabilir fakat baskın özelliğe göre tanı konulur. Mesela sosyal normlara uymayan birine antisosyal denir, kendini diğer insanlardan üstün ve özel görene narsist denir. Bir insanda kişilik ne anlam ifade ediyorsa toplumda da kültür o manaya gelir. Kültürel kimlik, toplumun kişiliği gibidir. Sorun çözme stili, problemleri ele alış tarzı, düşünce kalıpları, iletişim tarzı, işbirliği kurma biçimi insanın kişiliğini temsil ettiği gibi kültürün değerleri, standartları da toplumun kimliğini temsil eder.

Toplumsal Kimlikte Özsaygının Önemi

Toplumsal barışı bozan terörle ilgili olarak potansiyel adaylar konusunda araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmalara göre kendi kültürüyle ilgili özsaygısı zedelenmiş kisilerin terörist adayı olduğu ortaya çıkmıştır. İspanya’da Bask’lar üzerinde bu konuda yapılmış çalışmalar bulunmaktadır. İspanya’nın gerçek yerlileri Bask’lardır. İspanya’nın diğer halkları Avrupa’nın diğer bölgelerinden gelip yerleşen insanlardır. Basklılar dilleri farklı ve melez oldukları için fazla dışlanmışlar ve aşağılanmaya maruz kalmışlardır. Bu sebepten dolayı kültürel özsaygıları zarar görmüştür. İspanya empatik iletişimi kullanarak terörle mücadelede başarı sağladı. Bask bölgesindeki melezlerin % 40′ı teröre karışıyor, dağlara kaçıyorlardı. Devlet psikolojik ve sosyolojik araştırmalar yaptı. Bu kişilerin toplum tarafından ötekileştirildiği, dışlandığı, küçük görüldüğü, değer verilmediği anlaşıldı. Bunları kazanıp sisteme katmak için empati yaptılar, kendilerine değer ve önem verildiği hissettirildi. Bu insanları benimsediklerini, küçük görmediklerini göstererek sempatilerini kazandılar. Böylece İspanya’da çok az radikal bir grup olarak kaldılar. Ülke bilimsel yaklaştığı için sorunu çözdü.

İnsanda onur denilen temel özsaygı ihtiyacı vardır. Başkalarının, o insanı tanıyıp saygı duyması anlamına gelir. Değer verilmek, her insanda olan psikososyal bir ihtiyaçtır. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde kendini güvende hissetme temel ihtiyaçlardan birisidir. Daha sonra özsaygı ihtiyacı gelir. Kişi, ana dilini ve derisinin rengini değiştiremez. Bu özelliklerinden dolayı aşağılandığında özsaygısı zedelenir. Özsaygının zedelendiği durumlarda da kişi, ona sebep olan kültüre karşı tepki verir ve negatif duygular hisseder. Negatif duyguların sonucunda da toplumsal barış bozulur. Bu kişilerin ellerinden ekmekleri alınırsa, evlerine baskı yapılırsa, şiddet uygulanırsa, adaletsizliğe uğrarlarsa radikalleşirler ve illegal yollara yönelerek terörist olurlar. Teröristlerin oluşumundaki psikolojik zemine bakıldığında özsaygı ihtiyacının karşılanmadığı ve zedelendiği görülür.

Kültürel  baskı ve  aşağılanmada toplumsal  empatinin önemi çok büyüktür. Mesela aynı mahallede oturan bazı insanlar “çingene” diye aşağılandığında kültürel baskı yapılmış olur. Evlerde anne-babalar direkt çocuklara “bu şekilde hitap et” demeseler bile onların yanında aşağılayarak konuşmaları, çocukları yönlendirir. Çocuklar da mahallede arkadaşlarına o şekilde hitap eder ve kültürel kutuplaşmalar ortaya çıkar. Bu tür sonuçların ortaya çıkmaması için kültürel değerlerle biyolojik farklılıkların dengelenmesi gerekir. Mesela zencilere aşağı kültür diyerek biyolojik farklılıklara kültürel anlam yüklendiği zaman sosyal barışa zarar verilmiş olur. Bu tür sonuçların olmaması için çok kültürlülükte, kültürel psikoloji ve bilgi sosyolojisi arasındaki ilişkiyi bilimsel gelişmelere göre yeniden tanımlamak gerekir. Bunun için adalet teorisi arayışları başlamıştır.

 

İdeal Adalet Teorisi

Ahlaki homojenliğin evrenselleştirilmesine “ideal adalet” denir. Küresel ahlak ve küresel barış için küresel adaletin olması gerekir. Kültürün ahlaki ve siyasi boyutları vardır. Kültüre hem ahlaki açıdan hem de siyasi açıdan, yeni şeyler üreten keşfedici rol vermek gerekir. Günümüzde biyolojinin adaleti ile insanın adaleti örtüşmüyor. Bu iki farklı adalet arasında denge kurulmalıdır. Kültürün, biyolojiye saygı duyarak bir adalet geliştirmesi gerekir. Biyolojik doğa ile adalet arasındaki ilişki Darwinizm ile tekrar tanımlandı. Liberal filozoflardan John Stuart Mili, “Kültürler yarışırlar ve güç kaynakları için savaşırlar” der. Darwinizm’den etkilenen bu görüşe göre birinin galip gelmesi diğerinin parçalanmasına neden olur. Kültürler savaşında birisi başarılı olursa diğerleri parçalanmak zorundadır. Böylece üstün kültürün sabit değerleri kabul edilir. Bu tezin günümüzdeki temsilcisi Samuel Huntington, Amerikan kültürünü üstün kültür olarak görür ve insanların bu üstün kültüre benzemeleri gerektiğini savunur. Hatta Türkiye için yorumda bulunarak Cumhuriyetle birlikte kültürel değişim talebine Kemalizm der. Fakat Kemalizm’in kültür değiştirme projesinin başarılı olamadığı iddiasında bulunur. “Bizim kültürümüze benzemeye çalışması doğruydu fakat bu doğruyu yapamadı” yorumunu yaparak kendi kültürünü üstün görme ve diğerlerini kendine benzetme anlayışını dile getirir. Bu görüş çok kültürlü adalet anlayışına uymaz.

Artık çok kültürlülüğün adil paylaşım içersinde yaşaması konusu tartışılmaya başlandı. A kültürünün B kültür ile yarışması ve ona galip gelmesi değil, kültürlerin birbirini tamamlaması tarzında yaklaşılmaktadır. Kültürler ve insanlar arasında, barışçıl bir yarışın olması gerektiği anlaşıldı. Kültürler arasındaki yarış barışçıl olarak ele alınırsa adalet ve özsaygı dengesi kurulabilir. Fakat insanlar arasındaki yarış rekabetçi, barışçıl olmayan, kendini üstün görerek başkalarını yok etmeyi amaçlayan bir yarış haline gelirse, bu durum kültürler savaşına neden olur.

Darwin’le birlikte tek tanrılı dinlerin getirdiği adalet anlayışı değiştirildi ve pagan kültürünün adalet anlayışı getirilmeye çalışıldı. Anıtkabirin akropolis gibi inşa edilmesi de bu kültürü yücelttiklerinin göstergesidir. Roma döneminde pagan kültürünün baskısı ve adaletsizliği vardı. Zayıfların, kadınların ve Romalı olmayan herkesin köle olduğu, alıp satıldığı, kölelerin alın teri ve çilesiyle tapınakların ve Roma heykellerinin oluşturulduğu bir dönemdi. Aynı şekilde Mısır’da piramitlerin yapılması sırasında, çalışan köleler konuşup vakit harcamasın diye dilleri kesilmiştir. Bu ülkelerde çok güçlü ve silahlı ordular bulunurdu. Böyle bir anda tek sermayesi kültür olan peygamberler ortaya çıktı. Hz. İsa dostluk, kardeşlik ve yardımlaşmayı düstur edindi ve 11 taraftarı olduktan sonra vefat etti. Fakat teorisi o kadar iyi tuttu ki yaptığı küresel değişim ile 300 sene sonra bütün Roma Hıristiyan oldu. Bunun gücü silahtan değil, kültür ve inançtan geliyordu. Çünkü din de kültürün önemli ayaklarından biridir. Kültürel değişim toplumsal değişime neden olur. Toplumsal barışın olup olmaması kültür tanımlamasıyla yakından ilgilidir. İnsan bir kültürün üyesi olduğu zaman, hem algısal hem de ahlaki dünyaya bakışını tanımlamış olur. Hangi kültüre mensupsa onun ahlaki ve algısal bakışıyla o kültürün çerçevesinden bakar, ona göre anlam katar ve ona göre yeni anlamlar bulur.

Sömürgecilikte Uygulanan Kültür Baskısı

Özgürlük bağımsızlığın temelini oluşturur. Hindistan’daki kast sisteminde ve sömürgecilik döneminde Avrupa’nın Afrika’daki devletlerini sömürge altına almak için uyguladığı metotta dini duygular istismar edildi. Tanrı’nın, diğer kültürleri gelişmiş ulusların egemenliği altına girmelerini, eğer kendi istekleriyle olmazsa fethedileceklerini emrettiği, telkinleri yapıldı. Bu sömürgeciliği meşrulaştırmak için yapılmış bir plandı. Bu meşrulaştırma çabalarının sonucunda misyonerlik faaliyetleri iyice arttı. Bu konuda Kenya Cumhurbaşkanı Jomo Kenyatta şu sözleri söylemiştir: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde ise bizim topraklarımız vardı.” Sömürgecilikte din bu şekilde kullanılmıştır.

Her kültür ayrı bir yaşam biçimini temsil eder. Yeme, içme, oturma, kalkma gibi davranışlar her kültürde farklılıklar gösterir. İnsanlar üstünde kültürel baskı oluşmaması için “Benim kültürüm en üstündür, benim gibi düşünmeyen aşağıdır” gibi bir durum karşı tarafta özsaygıyı zedeler ve toplumsal barışa gölge düşürür. Bu davranış yerine herkes kendisinin ve karşısındakinin kültürünü, karakterini ve yaşam tercihini ayrı ayrı kabul edip böyle bir algıyı biçimlendirirse farklı kültürden birisi geldiği zaman düşman askeri geliyor duygusuna kapılmaz. Mesela İslamofobinin arkasında bu korku vardır. İslam’ın getirdiği kültürel yaşam biçimini benimsemeyen kişiler, dindar görünümlü birisi karşısında kendilerine kâfir denildiği hissine kapılıyorlar. Bu yanlış algılama biçimi nedeniyle kültürel baskı yapılıyor.

Kültür Algıyı Biçimlendiriyor

Kültür, kişinin algısını biçimlendiriyor. Bunun aşılması ancak adaletin kültür içinde birinci erdem olmasıyla mümkündür. Aynı kültüre mensup kişilerde aidiyet hissi oluşur. O kültürün sembolleriyle özdeşlesin Bu durum da insanın mutluluğuna ve istikrarlı toplum hayatına katkı sağlar.

Baskın kültürün sabiteleri vardır ve o sabiteler üstün olarak kabul edilir. Dünyada Hollywood kültürü baskın kültürdür. Popüler kültür olarak bütün dünyada sinema, televizyon, gazete gibi medya yoluyla propagandası yapılmaktadır. Arkasında ekonomik ve propaganda gücü olan bu kültür kendine benzetmek için yeme zevkini, kıyafet zevkini değiştirmeye çalışır. Böylece daha fazla blucin satacak, daha fazla fastfood zincirleri açarak dünya ekonomisini elinde tutacaktır. Kültürün psikolojik savaş gibi siyasi ve ekonomik kullanılması söz konusudur. Üstün kültür böyle durumlarda eşit olmayan oyun alanları oluşturur. Futbolu ortaya çıkartır, bir oyun alanı açar. Çizgi film çıkartır, başka bir oyun alanı açar. Bunun gibi vasıtalarla bütün dünyanın kültürel eğlence standartlarını belirler. Bunların hepsi baskın kültürün üstünlükleridir ve bu da adil bir rekabet doğurmaz.

Baskın Kültür Kendi Hayat Tarzını Diretiyor

İnsanı zorla değiştirmenin yanı sıra överek değiştirmek de vardır. Överek değiştirmede, zevk tuzakları oluşturup, insanları kendi savaş alanlarına çekip o tuzaklara düşürerek zevke alıştırmak söz konusudur. Baskın kültür kültürünü kabul ettirebilmek için kendi kültürel ödül-ceza sistemini oluşturur. Ödül sisteminde nasıl ünlü ve zengin olacağının şeklini anlatır. Başarılı olmak için kapitalist olunması gerektiğinin empozesini yapar. İnsanların hedeflerini değiştirir.

İnsan hayatında hedefin ne olduğu çok önemlidir. Hayat serüveninde ilerlerken iyi bir insan mı yoksa başarılı olmak mı doğru hedeftir? Hedef, iyi bir insan olmaksa, başarılı olmak veya olmamak bu yolda ilerlerken ara hedeflerden biri olur. İnsanın vardığı değil, hedeflediği nokta önemlidir. Sosyal adaletin sağlanması ve kültürler arasında adil rekabetin olması için bu hedefin verilmesi gerekir. Adil rekabet ve alternatif yaşam biçimlerine karşı özgür olunmasına serbest fikir piyasası, serbest kültür piyasası denir. Her kültürün kültürel çeşitliliğini sunabilmesi için demokratik çoğulculuk olması gerekir. Her kültürel tercih saygıdeğer, eşsiz, biricik, özeldir. Biri diğerinden üstün değildir. Avustralya’daki Aborjinler, Amerika’daki Moon Tarikatı gibi gruplar teknolojiyi ve medeniyetin bazı gereklerini reddediyorlar. Bu kültürleri zorla değiştirmeye veya yok etmeye gerek kalmadan zaman içinde yok olacaklardır. Taliban tarzı gruplar modern fen bilimlerini öğrenmiyorlar. Elektriği kullanma gibi çağın temel ihtiyaçlarını ve teknolojiyi reddettikleri için geriye sadece kendi kültürleriyle dini birleştiren ve şiddetle sonuç almaya dayanan bir yol kalıyor. Böylece İslam dinindeki cihad gibi bazı kavramlar da Avrupalılar tarafından yanlış tanımlanıyor. Hıristiyanların ve oryantalistlerin birçoğu cihadı kutsal savaş olarak kabul ediyor. Hâlbuki cihadın büyük ve küçük cihad gibi maddi ve manevi ayrımı vardır. Büyük cihadın, kişinin iç dünyasındaki arzu ve istekleriyle, nefsiyle yapıldığı, küçük cihadın ise dış düşmanlara karşı yapıldığı bilinmiyor. Bu sebepten dolayı Kuran-ı Kerim’in şiddeti onayladığı ve İslam coğrafyasında şiddetin yöntem olarak benimsendiği önyargısı mevcuttur. Batı da bu önyargıdan dolayı bu coğrafyaya şiddetle hakim olarak demokrasiyi kurma yoluna yöneliyor.

Batı Kültürünün Hastalıkları

Her kültürün karakterini gösteren baskın ruhu vardır. Doğu kültürünün baskın ruhu yardımlaşma, paylaşma olarak ön plana çıkarken, batı kültüründe bireysellik olarak göze çarpar. Kültürel farklılıkları baskın ruh oluşturur. Batı kültürünün kötü hastalıklarının arttığı görülmeye başlandı. Bu hastalıklardan biri benmerkezciliktir. Bireysellik benmerkezcilikle karıştırılmaktadır. Batılı, hastalanan eşine, yaşlanan annesine babasına, 15 yaşına gelen çocuğuna karşı görevlerini yapmayı bırakıp devletin ilgilenmesini bekler, dünyaya bir kez geldiğini ve konforunu düşünen, mutlu olmak için canının istediğinin yapılması taraftarı olan bencil bir zihniyete sahiptir.

Batı kültürünün başka bir hastalığı da hedonizmdir. Batının kültürel bir değeri olan hedonizm yaşam amacını zevklerin tatmini olarak görür. Freud’dan etkilenen bu görüş insanın varoluşunu haz peşinde koşmaya bağladı. Cinsel haz da hazların en doruğu olduğu için ana motor olarak kabul edildi. Sevgi dahil her şey bu hazdan türemiştir diyerek her şeyi cinselliğin alt katmanı olarak kabul etmiş, cinselliğe indirgemişlerdir. Cinsel tatmin olduğu zaman mutlu olunacağı ve ruhsal hastalıkların düzelmesinin ancak cinselliğin yoğun yaşanmasıyla mümkün olacağı savunuldu. Hedonizm zevkçiliğin sonucunda ortaya çıktı.

Batının diğer bir hastalığı da yalnızlıktır. Bencil, zevk peşinde koşan insanlarda empati gerilir ve yardımlaşma zayıflar. Böyle durumlarda da insanlar yalnız kalır. İnsan sosyal bir varlık olarak düşünülmediği için özellikle üretkenliğin bittiği dönemde yalnız kalır. Parası ve gücü olanların etrafında insanlar bulunurken, olmayanların çevresinde kimse yoktur. Aynı durum kadınlar için de geçerlidir, çekiciliği olduğu zaman etrafında var olan insanlar, kadının çekiciliği kalmadığı an onu terk ederler. Bu nedenle batıda yalnızlık ihtiyacı hayvanlarla giderilmektedir. Vergi gelirlerinden anlaşıldığına göre Hollanda’da nüfusa kayıtlı köpek sayısı insan nüfusuna eşittir. Batı kültürünün ciddi şekilde değiştiği ve evlat sevgisinin bu şekilde giderildiği görülmektedir. Batı kültürü standartlarını bu şekilde belirler.

Çok Kültürlülükte Ortak İlgi Alanları

Bir kültürde adalet varsa toplumda insanlar arasında ortak ilgi alanları oluşur çünkü bireyler kendilerini ait hissederler. Mesela bir kimse bir yere ziyarete gittiğinde, davetlilerin hepsine pasta verilirken o kişiye verilmezse orada aidiyet hissi zayıflar, kendini aşağılanmış, dışlanmış gibi hisseder ve ortak ilgi alanı kalmaz. Kişi bir an önce oradan çıkıp uzaklaşmak ister. Bu örnekte olduğu gibi ortak ilgi alanları ve ortak dil oluşmalıdır. Bunun sonucunda da toplumda ortak kültür oluşur. Ortak ilgi, ortak dil ve ortak kültürün oluşması için o toplumda adaletin olması gerekir. Böylece ortak işbirliği alışkanlığı da oluşur. Adalet, sadece mahkemelerde uygulanan bir kavram olarak görülmektedir. Modernizmin getirdiği bu yanlış anlayış, sadece yasaların düzenlediği bir menfaat paylaşımı olarak görüldü. Hâlbuki adalet sadece yasaların değil vicdanların ve ahlaki değerlerin de düzenlendiği standart hukuk anlayışıdır.

 

Dış hukuk

İnsanın dış sorumluluklarını, düzenleyen yasalara ve hukuk kurallarına dış hukuk denir. Trafik kurallarına uymak, yalan söylememek, hırsızlık yapmamak gibi düzenlemeler dış hukukun dahilindedir.

 

İç hukuk

Hiç kimse yokken hırsızlık yapmamak, yine hiç kimse yokken yalan söylememek, bir prensip için menfaati reddedebilmek, herhangi bir avantaj için ilkeli davranabilmek iç hukukun tanımı içine girer. Vicdani hukuk da denilen iç hukukun mahiyetini ahlak oluşturur, insandaki vicdani standart hesap verme duygusunu geliştirir. Batı kültürü ahlakın güncelliğini kaldırdığı için iç hukuka zarar vermiş ve insanların adalet içinde yaşamasını bozmuş ve insanların yalnızlaşmasına sebep olmuştur. Ortak ilgi alanı, ortak dil ve ortak kültür azalmış, sadece eğlence için bir araya gelen insanlar haline dönüşmüşlerdir. Fedakârlık yapılması gerektiği zaman kaçınan karakterler haline gelmişlerdir. Yine modernizm, ahlakın ekonomik hareketliliği azalttığı, işletim maliyetini artırdığı, insanları tembelliğe ittiği ve yarışmacılığa zarar verdiğini savunur. İnsanın doğuştan ahlaklı olduğunu ve bu yüzden ahlaka ihtiyacı olmadığını savunan batı kültürü, evrensel ahlak tanımlaması düzenleyemedi fakat bu tanımı değişikliğe uğrattı. Bu değişikliğin sonucunda da ahlakın siyasi hayatı düzenlemesi yapılamadığı için güçlü olanın zayıf olanı yutması başladı.

Biyolojik Adalet

Adaletin olmadığı yerde işbirliği alışkanlığı ve karşılıklı bağlılık oluşmamaktadır. Kültürün oluşmasında adaletin büyük önemi vardır. Adaletle ilgili algısal ve ahlaki standartlar kültürde birinci erdem olarak yer alır. Bu da sosyal adaleti oluşturur. 1960′lı, 1970′li yıllardaki sosyal adalet kavramı ile şu andaki biyoloji bilminin getirdiği sosyal adaleti iyi ayırt etmek gerekir. Sosyal beyin çalışmalarının öngördüğü bir sosyal adalet sistemi vardır. Biyolojiden bağımsız olarak adalet sistemini tanımlamak insana terstir. Biyolojideki adalet sisteminin önemini gösteren, çocuklar üzerinde yapılmış bir deney vardır. 4-5 yaş anaokulu çocuklarına 4′er tane çikolata dağıtılır. Bütün çocuklar alır ve yerler, hiçbir sorun çıkmaz. Daha sonra aynı gruptaki çocuklara birine l, birine 3, birine 6 çikolata verilir. Fakat bu kez çocuklar arasında kavga çıkar. Bu deney adil paylaşımın biyolojik olarak insan genlerinde kodlandığı tezini destekler. İnsan diğer canlılardan farklı olarak adil paylaşımda kendini güvende hisseder. Adil paylaşım olduğu zaman sosyal ilgisini, sosyal temasını artırır. Adalet böylece sosyalleşmeye katkı sağlamış olur.

Psikososyal Sermaye

Toplumlarda yazılı hukukun dışında töreler, gelenekler gibi dış kontrol güçleri vardır. Sosyal baskı, mahalle baskısı gibi kavramlar yazılı olmayan toplum kontrolünü sağlayan dış kontrol güçleridir. Mesela pijamayla sokakta dolaşılmaz diye yazılı bir kural yoktur ama kimse o şekilde dışarı çıkmaz.

İç kontrolde ise, insanın vicdani standartlar sistemini oluşturan sözünde durmak, yalan söylememek, dürüst, çalışkan olmak, insanları sevmek, fedakârlık, yardım severlik, alçak gönüllülük gibi psikososyal sermayedeki değerler mevcuttur. Yaşlı birisi yolda giderken düştüğü zaman sosyal sermayesi yüksek bir toplumda hemen birileri gelir yardım eder. Fakat sosyal sermayesi düşük toplumlarda kişiler kendi işlerini bahane ederek ilgilenmezler. Bu değerlerden yoksun batı için bunlar çok büyük fark oluşturur. Batı parasal olarak zengin ama sosyal sermaye açısından yoksun, doğu parasal olarak fakir ama sosyal sermayesi yüksektir. Bu sebepten dolayı ekonomik krizler batı ve doğuyu farklı etkilemektedir. Kriz zamanlarında batıda intiharlar gibi çok şiddetli sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Doğu toplumlarında sosyal sermaye, aile dayanışması, rahatlatıcı ve olumlu destekleyicilerle kriz daha rahat aşılmaktadır. Sosyal sermaye kolay elde edilmez, zamanla ve birikim sonucunda ortaya çıkar. Bir insanın yardımsever olabilmesi için çocukluğundan beri toplumda o şekilde yönlendirilmesi gerekir. Bir kişi 40 yaşına kadar cimriyse birden bire cömert olamaz, bunu başarabilmek çok zor bir iştir. İnsanın zihinsel olarak kendini değiştirmesine inkılab-ı ruhi denir. Ruhi bir devrim anlamına gelen bu özellik, özel yetenekleri, zihinsel farkındalıkları olan insanlarda vardır. Özeleştiri, kendini sorgulama becerisi olan insanlar kendilerini düzeltir ve değiştirebilirler. Değişimin önündeki en büyük engel ise ben merkezliliktir. İnsanoğlu bütün iyilikleri bir odaya doldursa, bütün kötülükleri de bir odaya doldursa kötülüklerin odasını büyüklük hastalığı açar. iyiliklerin kapısının anahtarı da tevazudur. Anahtar bir erdem olan tevazu, sosyal sermayenin kapısını açar. Bu olmazsa diğer değerleri elde etmek zordur. İnsandaki gurur, kibir, üstünlük duygusu kişinin kendi kusurlarını görmesini ve gelişmesini engeller. Bir işyerindeki kusurlar görülmediği zaman düzeltilemezse, insanın iç dünyasındaki birikmiş sermayesindeki hatalar temizlenemezse, o kişi zenginleşemez. Sosyal sermayenin zenginleştirilmesi için kişinin kültürel stilini belirlemesi gerekir.

 

Alternatif Yaşamlara Karşı Adil Olmak

Alternatif yaşam biçimlerine karşı adil olabilmek çok önemli konulardandır. Yaşam biçimlerinden olan laiklik, dindarlık, liberallik çatışması en çok karşılaşılan konulardandır. Bu konu değerlendirilirken psikolojik analiz yapmak önemlidir. Liberalim diyen bir insan her anında liberal midir? Liberal bir partinin başkanı olan biri, evinde eşine karşı liberal olmayabiliyor. Laik olduğunu iddia eden bir insan hayatının her anında laik midir? Bu kişi yatarken dua ediyorsa laik midir? Dindar bir insan, hayatının her anında dindar mıdır?

Dindarım diyen bir insan da hayatının her anında dindar olamayabiliyor, ticaret esnasında dindar olduğunu unutarak kapitalist gibi aç gözlü, doyumsuz, hırslı olabiliyor. Bu sebeplerden dolayı bu yaşam biçimleri arasında kesin sınırlar yoktur. Alternatif yaşam biçimlerine karşı adil olunması için farklı grupların karşılıklı, birlikte yaşaması gerekir. Birlikte yaşama sırasında hatalar yapılır, tartışılır ve aşılır. Böylece ortak ilgi alanları olan ortak dil, ortak kültür, ortak işbirliği alışkanlığı, ortak savaş alanı ve karşılıklı bağlılık oluşur. Bunun sonucunda ortak kültür ortaya çıkar ve kültürlerin adil paylaşımı söz konusu olur. Ortak kültürün oluşması için insanların muhakkak yatay temas içinde olması gerekir. Hiyerarşi ve iş ilişkisi dışındaki, sosyal festivaller, eğlenceler, spor yarışmaları, komşuluk ilişkileri gibi sosyal ve yatay temaslar çok kültürlü toplumlarla birlikte yaşama alışkanlığı kazanır ve bu tecrübe sonucunda birlikte yaşama bilinci oluşur. Mesela Amerika’daki zenci ve beyazların birlikte yaşama alışkanlığı kazanmalarına Hollywood filmleri büyük hizmet etmiştir.

Bir filmde zenci ve beyaz polise mesai arkadaşlığı yaptırılması, onların birlikte aynı büroda günlerini geçirmesi, hatta birbirlerine aşık olması gibi temasları sonucunda iki insanın da birbirinden farklı olmadığı ortaya çıkar. Böylece birlikte yaşama alışkanlığı kazanılır, önyargılar kalkar ve kültürel ortak bir dil oluşur. Başka bir örnek de dindar ve laik insanlar arasında yaşanmaktadır. Taliban görünüşlü biri otobüse bindiğinde, bazı dindar olmayan kişiler nefretle bakar. Bu dindar kişi de nefretle bakan bu insanları düşman gibi gördüğü için bu haliyle dininin azametini ve haşyetini gösterdiğini düşünür. Bu kişinin düşüncesi ve tavrı, kafasındaki zihin haritasının yanlış olduğunu göstermektedir. Düşman olarak gördüğü insanların çoğunluğuna gerçek din öğretilmemiştir. Bu insanları düşman olarak görmek değil iyi niyetle diyalog kurmaya çalışmak gerekir. İlk başka reddedilecektir ama çaba göstermeye devam edilirse direnç, önyargıları kıracaktır. Böylece sosyal temas gerçekleşecektir.

Sosyal Temasa Engel Olma

Kültürler arasındaki sosyal temasa engel olmak için kavgalar çıkartılır. Çünkü birbiriyle temas kuran kültürler arasında etkilenme başlar. Kültürler arasında kavga çıkartılarak laik-antilaik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt bloklaşması yapılır. Fitne-fesat komitesi mantığı içinde olanlar bu bloklar arasındaki temasa engel olup menfaatlerinin sürmesi peşindedirler. Bu menfaat oyununa karşı çıkacak tek çare diyalogdur. Kültürler arasında diyalog olduğunda birlikte yaşama bilinci oluşur ve alışkanlığa dönüşür. Yıllarca hiçbir sorun çıkmadan yaşayan Türk ve Kürt kavimleri birden bire sorunlar yaşamaya başlar. İlk sorunu başlatan, daha önce bildiği halde karşısındakinin Kürt olduğunun farkına varır ve kendi kimliğini savunmaya kalkışır. Böylece çatışma çıkar. Daha önce hiçbir problemin olmamasının sebebi Kürt kimliğinde olanı da kendi gibi kabul etmesindendir. Kürt veya Ermeni kimliğindeki kişileri asimile ederek ve kendine benzetmeye çalışarak değil, onları öylece kabul ederek birlikte yaşamayı başarmak gerekir. Farklı bir kimliği anlamak yerine onu kendine benzetmeye çalışma çabasının içersinde empati bulunmaz. Herkes karşısındaki kimliği değiştirmeden, olduğu gibi kabul ederek yaşam tecrübesi oluşturursa, toplumsal adalet oluşur. Osmanlı döneminde birlikte yaşama bilinci gerçekleşmiştir. Ermeni komşular Ramazan ayında Müslümanları iftara davet etmişler, Müslümanlar da onların özel günlerine saygı göstermişlerdir. Toplumsal işbirliği alışkanlığını gerçekleştirmişlerdir.

Fakat Türkiye’de bu işbirliği yapılmıyor, “kafasını eze eze hallederiz” tarzında bir yaklaşım devam ettiği için terör sorunu çözülemiyor. Teröristler yok edildi, onların yakınlarının düşmanlığı kazanıldı, intikam almak için dağa çıkanların sayısı arttı. Bütün o bölgedeki insanların düşmanlığı kazanıldı. Bask gerillalarında kullanılan yöntemin Türkiye’de de kullanılması gerekirdi.

Bu durum da terörle mücadelede empatinin önemini göstermektedir. O bölgedeki insanlarla iletişime geçip, babanın, çocuğun başını okşar tarzda bir yaklaşımla ona değer verildiğini hissettirip sistemin parçası haline getirilmesi gerekir. Buyurgan tarzdan vazgeçip eşitler ilişkisi kurulduğunda sorun çözülecektir.

Biyolojik Doğa Çoğulculuğu İspat Ediyor

Biyolojik doğa bütün canlı türlerinde çoğulculuğu gösterir. Bir dağda binlerce çeşit çiçek vardır. Bir elmanın onlarca çeşidi vardır. Hiçbir insanın karakteri diğerine benzemez. Bir insanın DNA’sı diğer bir insanın DNA’sına benzemez. Proteinlerin dizilimi farklı olduğu için parmak izine kadar her şey farklılaşır. Bu çeşitlilik doğanın özelliği olduğu için yaratıcı da evreni yaratırken insanları özgür bırakmıştır. Hatta kendisine kafa tutma özgürlüğü bile vermiştir. İnsana tanınan özgürlükler yetenekleri geliştirir ve daha mutlu yaşamalarını sağlar.

Biyolojinin verdiği özgürlüğün ve çoğulculuğun insanların yeteneklerinin gelişmesi ve birlikte yaşanması için toplumlarda da olması gerekir. Birlikte yaşanmayı başarabilmeleri için birlikte denge kurulması gerekir. Doğada da müthiş bir denge vardır. Mesela ayrık otu ile çiçekler arasında rekabet varmış gibi gözükür. Yine yazın tek çiçek her tarafı kaplar, sadece bunun yetiştiği, diğerlerini yuttuğu düşünülür. Ama sıcaklık sıfırın altına düştüğü zaman ona dayanıklı flora gelişir. Biyolojinin bu standartlarına uyulduğu zaman denge oluşur. Ama bir ilaç geliştirilip tohumlar yok edildiğinde denge bozulur. Doğadaki böcekler yok edildiğinde onlarla beslenen kuşlar da aç kaldıkları için yok olurlar. Aynı şekilde toplumlarda da bir ırk veya kültür yok edildiği zaman ya da kültürler savaşma teşvik edildiği zaman kültürlerin yok olmasıyla birlikte dengeler de bozulur. Bu sebepten dolayı çoğulculuk evrendeki biyolojik yasalara ve insanın doğasına uygundur.

 

Laiklik Yaşam Tarzı mı?

Laik kelimesi Türkiye’de tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Bu kelime bir yaşam tarzı tanımlaması değil, yönetim biçimi tanımlamasıdır. Laiklik, bütün farklı dinlerin ve farklı kültürlerin birlikte yaşamasını sağlayan yönetim biçimidir. Laik yaşam tarzı diye bir kavram, yaşam tarzlarına eşit duran bir yaşam tarzı için geçerli olur. Kendi ideolojisi olan laikliktir. Bu nedenle ancak yönetim biçimi olabilir. Laiklik bir din alternatifi değildir. Materyalist yaşam tarzına laiklik dediğimizde bir yaşam tarzını seçmiş tarafsız olmayan laiklik ortaya çıkar. Laiklik yaşam tarzı olarak iddia edilirse şehitlik kavramının veya cenaze namazının açıklaması yapılamaz. Eğer laiklik yaşam tarzı ise çocuğuna dinini öğretmeye çalışan laiklikten çıkıyor anlamına mı gelir? Bu çelişkiler laikliğin yaşam tarzı olmadığını gösterir.

Sekülerlik bir yaşam tarzıdır ve dünyevilik anlamı taşır. Kişi bir yaratıcının varlığını kabul etmeyebilir, ölümden sonraki hayatı yok sayar, hesap vermeyi kabul etmeyebilir ve yaşam biçimini ona göre kurar. Bu bir tercih meselesidir. Bir insanın sekülerliği tercih etmesi gibi dindar olma özgürlüğünün de olması gerekir. Bir subayın, bir polisin, bir devlet memurunun, kadının, erkeğin, herkesin dindar olma hakkı vardır. Böyle bir hakkın verilmesi gerekir ama bu hakkın siyasi bir amaçla kullanılmamasına hassasiyet gösterilmesi önemlidir. Bu hakkın siyasi rant elde edilecek şekilde kullanılması kavga nedenidir. Örneğin herkesin bir futbol takımını tutma özgürlüğü vardır. Bir kişiyi Galatasaraylı olmaya zorlamak kavga çıkmasına neden olur. Herkesin tercihine saygı duymak gerekir. Bu, farklılığı ve çoğulculuğu oluşturur ve hayatı daha sevimli ve çekici hale getirir. Biyolojinin doğası da bunu gerektirir.

 

Din, Gönüllü Bağlılıkla Yaşanır

Türkiye’de laik ve antilaik kesim arasında işbirliği alışkanlıkları geliştirilse ortak bir dil ortaya çıkar ve birlikte yaşamak başarılmış olur. Alkol almak isteyen birinin elinden içkisi alınmaya çalışıldığında rahatsız olduğu gibi, alışveriş merkezine giden dindar birisinin de ibadet yeri bulamaması aynı derecede rahatsızlık vericidir. Her ikisinin de ihtiyacının normal karşılanacağı birlikte yaşama tarzı her iki tarafı da güvende hissettirir. Ortaçağ’daki gibi tek tip dindarlık ve tek tip yaşam anlayışının sorgulanması gerekir. Dindarlaşma devlet yoluyla değil, dine gönüllü bağlılık yoluyla oluşmalıdır. Suudi Arabistan ve Afganistan’daki dine otoriter bir bağlılık oluşturmaya çalışmak, ibadet etmeyeni dövmek münafıklığı teşvik eder. Felsefe olarak kabul edip ama yaşam tarzını uygulamayanlara zorla yaptırmaya çalışmak da zararlıdır. Felsefe olarak da kabul etmeyen fakat saldırganlığı ve zarar vericiliği olmayan kimselere müdahale edilmemesi gerekir. Dini uygulamada iyi niyetli de olsa zorlama yapmak karşı tarafın kendini kötü hissetmesine sebep olur. Baskı yapıldığını düşünerek değiştirilmeye çalışıldığına inanır.

Bir fikir telkin edileceği zaman metodunun iyi belirlenmesi gerekir. Dürüst davranmak, sözünde durmak, emane­ti korumak gibi davranışlarla gösterilen hayat tarzı insanlar üzerinde çok daha etkili olur. Mesela bazı ailelerde çocuklar 15 yaşına kadar bütün duaları okurlar, 5 vakit namazı kılarlar. Fakat benimsemeden, anne-baba baskısıyla yapıldığı için ergenlik döneminde ters bir yöne döner. O inancın uygulamasını severek yapmadığı için içselleştiremez. Ailenin sevgisini kaybetmemek için yapar fakat otorite kalktığı zaman ters role girer. İkna edilmezse Darvvinizm gibi karşıt düşüncelerle karşılaştığında inancım terk eder. Bu durumda anne baba çocuğuna dinini nasıl öğretecek? Buyurgan bir tavra girmeden, sevdirerek, ikna ederek, yapabildiği kadarını destekleyerek teşvik edildiğinde, belki çocuk az yapabilir fakat devamlı ve kalıcı olur.

 

Dinde Aklı İkna Etme Metodu

Bir insanın geçmişte yaşadığı şok bir olay, bir travma varsa o olayı kazanım haline dönüştürmek için rasyonalize etmek gerekir. Mesela bir ölüm yaşandığı zaman beyin mantıksal bir çözüm üretir, olayı rasyonalize eder, o konuyla ilgili dosyayı bitirir ve kapatır. Eğer konu çözümlenmezse dosya beyinde açık kalır. Mesela bilgisayarın masaüstündeki dosyalar açık kaldığı zaman bilgisayarın çalışması yavaşlar ve verimi düşer. Bir olay hakkında insan beyni ikna olmadığı zaman veya takliden inandığı zaman akıl onaylamadığı için o konu ucu açık bir yara gibi durur, mikrop kapar ve hastalık haline dönüşür. Hâlbuki o konu akla uygun hale getirildiği, mantıksal çözüm üretildiği zaman o kişi izin vermediği müddetçe o dosyaya dışarıdan bir şey giremez. Tahkiki iman, beyinde çözülmüş, kapatılmış, şifrelenmiş bir dosyadır. Tahkiki iman beynin çalışma mekanizmasına en uygun modeldir. Akılla birlikte kalp ve duygular da ön plana çıkmalıdır. Tasavvufla uğraşanlar aklı geri planda tutup kalbi öne çıkarmışlardır. Bir toplumda aklı şaşırtacak vesveseler yoksa, kalbi metotla gitmek insanın daha hızlı ilerlemesine vesile olur. Eski çağlarda aklı karıştıracak çok fazla etken yoktu fakat çağımızda bilim ilerledikçe şeytanın baştan çıkarıcı materyali çoğalmıştır.

Çocuklara dini öğretmede önemli yollardan biri saygı, utanma ve acıma duygusunu güçlendirmektir. Edepli ve saygılı bir çocuk yanlış yola girse bile döner. Çünkü bu öğretilen kavramlar anahtar değerlerdir. Fakat vicdan, utanma ve Allah’a hesap verme duygusu gibi değerler yok edildiği zaman “din yanlışmış” düşüncesi artar. Utanma, merhamet, acıma duygusu bilimsel olarak doğruymuş, denildiğinde “din doğruymuş” onayı verilir. Ama din bu değerleri savunduğunda önyargılar oluşur. Bu önyargılar da merhamet kavramını kapsayan empatiyle yok edilir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

RÜŞVET

Bir ülkenin ticaret için mevcut doğal kapasitesi,  o ülkedeki rüşvet[2] oranının en belirleyici unsurudur.

                        Rüşvetin ekonomik etkileri hakkında son zamanlarda yapılan araştırma patlaması akla yumurta-tavuk bilmecesini getiriyor. Bu konuda yazılan artan sayıdaki hemen hemen her yazı, ilk önce hangisinin geldiğini ele alıyor: Bozulma ya da rüşvet mi önce başlıyor, yoksa rüşvetin bağlantılı olduğu ekonomik olaylar mı bozulmanın başlangıcını oluşturuyor ?

                        Örneğin, rüşvet ve uluslararası ticaret arasındaki bağı ele alalım. Bir ülkeye gelmek isteyen yabancılar, rüşvet peşindeki gümrük memurları ve güven vermeyen bürokrasilerle uğraşmamayı tercih edeceklerinden o ülkede rüşvetin ticareti olumsuz etkileyebileceği görüşü mantıklı görünüyor. Diğer taraftan, az miktarda dış ticaret yapan ülkelerin rüşveti frenlemek için yaptıkları çalışmalarla elde edebildiklerinin az olması, yukarıdaki görüşü haklı gösteriyor. Her türlü durumda da, dış ticaretin hacmi ile rüşvetin seviyesi arasında bir bağlantı bulunmaktadır: Sonuç olarak, ne kadar çok rüşvet varsa, dış ticaret de o kadar az olacaktır. Fakat    asıl sorun nedensellik bağının hangi yöne doğru akmakta olduğudur.

                        Harvard Üniversitesi’nden Shang-Jin Wei tarafından yapılan yeni bir çalışma “doğal sınırların açıklığı”nı  gözönünde bulundurarak bilmeceyi çözmeye çalışıyor. Wei, düşük ticaret hacminin rüşvete yol açan sebeplerden biri olmasından ziyade, rüşvetin düşük ticarete yol açtığı iddiasını analiz ediyor. Bunu, bir ülkenin açıklığını (yani o ülkenin kendi Gayri Safi Yurt İçi Hasılasına göre oluşan yıllık ihracat ve ithalat akışını ) iki bölüme ayırarak yapıyor. Birincisi ülkenin içinde bulunduğu coğrafya, konuşulan diller ve nüfus oranı gibi büyük ölçüde değiştirilemez faktörlerle açıklanabilecek olan açıklığın bir bölümüdür ki; bu “doğal” açıklıktır. Geri kalanı ise Wei, ‘yapısal açıklık’ olarak adlandırıyor.

                        Wei’ye göre, deneysel testler, bu açıklık tanımlamasında ülkeden ülkeye farklılık gösterecek değişkenlerin hemen hemen % 60’ının “doğal faktörler”le açıklanabileceğini gösteriyor. İngilizce konuşmak en önemli faktörler arasında; diğer yönlerden benzerlikleri olan iki ülkeden, sanayicileri ingilizceyi anlayan ülkenin, Gayri Safi Yurt İçi Hasılası tarafından belirlenen dış ticaret hacminin % 17 kadar daha yüksek olması beklenir. Geleneksel bir anlayışa sahip olmak, The Economist’i  okumak gibi başka şeyler için halkın İngilizce’yi kullanıp kullanmadıkları önemli değildir. Asıl mesele bunların hiçbirinin “bozulma” tarafından ağır bir şekilde etkilenmemiş olmasıdır.

                        Yazarın hipotezi, dünyanın diğer ülkeleriyle ticaret yapabilmek için doğal bir coğrafi yapısı olan (yani, hemen hemen tamamen doğal açıklığı bulunan) ülkelerin nispeten daha farklı soyutlanmış şeylerle uğraşmaktansa rüşveti durdurmakla çok daha fazla şey kazanacağıdır. Yerli mallar tüketenlerin, yurtdışından ithal mal getirebilenlerden daha az seçenekleri vardır; bunlar ayrıca mal veya herhangibir eşya alırken daha az resmiyetle uğraşırlar. Bu nedenle, ithalat oranı az olan soyutlanmış yalnız ülkeler, rüşvetin yayılmasına izin vererek dış ticarete daha açık olan diğer ülkelerden daha az riske girerler. Fakat bu bağlantı ters yönde çalışacak gibi görünüyor; Rüşvet verilen milyonlarca dolar bile denize kıyısı olan ülkelerin korunmasını sağlayamıyor.

                        Deneysel sonuçlar bu hipotezi doğruluyor. Wei, ilk olarak; 80’lerin başlarında (şu anda The Economist Grubu’nun bir parçası olan) “Uluslararası İş Konseyi” ve 1998’de özel bir organizasyon olan “Uluslararası Şeffaflık[3] Konseyi” tarafından derlenen, rüşvet ölçümlemesinde ‘doğal’ ve ‘yapısal’ açıklığın etkilerini tanımlıyor. Her iki durumda da daha fazla doğal açıklık rüşvetin esasen daha düşük seviyeleriyle birleşmektedir. ‘Yapısal açıklığın’; tavuk – yumurta,  yumurta – tavuk problemine  benzeyen bu konu üzerinde ilave bir etkisi yoktur, ancak yine de, diğer bazı faktörler, bariz bir ölçülebilir fark meydana getirirler: Örneğin, kamu harcamaları ve vergi toplamanın yetki dağıtılması (ademi merkeziyet) sistemiyle yapılması rüşvetle daha az ilişkilidir. Diğer yandan demokratik müesseseler ve etnik farklılıklar rüşvette çok az bir değişiklik yapıyor görünüyor.

                        Wei, ayrıca hipotezini, rüşvet seviyesinin ölçülmesinde ‘kamu çalışanları maaşlarını, o ülkedeki yaygın maaş ortalamalarına oranlayıp’ bunu bir girdi olarak kullanarak da analiz ediyor: Daha çok ücret alan işçilerin daha az rüşvet alma gereksinmesinin pek çok nedeni vardır. Eğer maaşlar daha yüksek olursa, işçiler rüşvet alarak daha çok şey risk ederler ve eğer yakalanırlarsa işlerini bile kaybedebilirler. Ayrıca, daha fazla net gelirle, kötü kazançların marjinal değeri azalacaktır. Bir ülkedeki toplam gelir seviyesini ele alınca, yazar, kamu görevlilerine daha yüksek maaş verilmesi ile daha fazla ‘doğal’ ve ‘yapısal açıklık’ arasında bir bağ olduğunu bulur. Ancak bu sonuçlar sadece 29 ülkeyi kapsar.

                        YAPILMASI GEREKENLER

 

                        Wei’in araştırmasını gözönünde bulundurarak net bir politika reçetesi çizmek kolay değildir. Hükümet politikalarının bazı kontrolleri üzerinde uygulayabileceği açıklık  olan ‘yapısal açıklık’ın rüşvet seviyesiyle çok az bir bağlantısının olması nedeniyle ‘doğal açıklık’tan yoksun ülkelerin geleceği umutsuz gibi görünebilir. ‘Çifte uğursuzlar’ denilen hilebaz bürokratlar ve bastırılan ticaretten sonsuza kadar zarar görmeye mahkum olmuş Slovakya ve Laos gibi popüler bir dilden yoksun olan ve tamamen karayla kuşatılmış çevrili yerlerin kaderi de aynı mıdır?

                        Tam olarak değil. Wei, ‘doğal açıklığı’ belirleyen faktörlerin, açıkça gözönünde bulundurduklarından sayıca çok daha fazla olduğunu söylüyor. Global liberalleşme ve teknolojik ilerleme yoluyla ticaret yapmak için diğer temel sınırların engellerin azaltılmasının rüşveti azaltabileceği tahmininde bulunuyor. Bu erdemli bir döngü  başlatabilir: daha az hileli tavuklar artan ticaretin altın yumurtalarını yumurtlayacaktır. Döngü  ve erdemin devamını sağlamak için hükümetler, işletme kredileri yoluyla sınırlar arası elektronik ticaretin gelişmesini ve bazı internete dayalı ithalatlar için gerekli ayrıcalıklı tarife ve muafiyetleri destekleyebilir ve cesaretlendirebilirler. Ya da nüfuslarına İngilizce öğretmek için daha fazla para harcayabilirler.

                        ‘Doğal açıklık’ daima kelimenin tam anlamıyla bir avantaj değildir. Değerli doğal kaynakların çokluğu gibi bazı faktörler bir gün tükenecektir. Suudi Arabistan gibi doğal açıklığını, sahil kıyısına sahip olması yanında petrolüne borçlu olan bir ülke için durum dehşet vericidir. Wei’in hipotezi siyah hammadde suyunu çektiği zaman sadece ticaret hacminin çökeceğini değil, ayrıca işlerin rüşvete dönüşebileceğini de söylüyor.

DEĞERLENDİRME :

Yukarıda 29 ülkeyi kapsayan bir çalışmanın sonuçları yer alıyor.Ülke bazında kaldırılmış engeller ve kolaylaştırılmış bir ticaretin rüşveti azaltabileceği bu çerçevede elektronik ticaretin de buna yardımcı olarak erdemli bir döngüye aracılık edebileceği düşünülüyor.

Çalışan insan yönünden ele alınan konu ise kişinin makul bir ücret almasının onu rüşvetten alıkoyabileceği şeklinde .

Gerçekten gerek ülke için ticari şartlardaki dengenin korunması ve gerekse insan için gelir-gider dengesinin gözetilmesi ortam ya da  kişiden makul bir davranış beklemenin ön şartı.Bunun alt ve üst sınırlarındaki elastikiyet ise toplumsal ve kişisel ahlakın dayanıklılığı ile ilgili.

Bu ahlaki yapılanma içinde geleneksel davranışlar  , kültür ve din en önemli unsurları oluşturuyor.Kişisel yönden ise gelir-gider dengesinin korunması çok önemli.Dar gelirli olmak  ya da üst gelir diliminde yer almak pek durumu değiştirmiyor.

Dar gelirli için belki normal bir yaşamın gerektirdiği gidere uygun bir gelir uydurma zorluğu varsa , üst gelir diliminde ise farklı saiklerle gelir gider dengesizliği oluşuyor. Saiklerin farklılığına rağmen ortak nokta ortada bir gelir gider dengesizliğinin bulunmasıdır.

İnsan erdemleri arasında yer alan “kanaat” tanımlaması , gerçekten en çok ihtiyaç duyduğumuz kavram haline geldi.

İnsan kendi vicdani yapısı ve aldığı eğitimle bu erdemi tek başına yakalaması zor görünüyor. Buna ilave olarak ortam ve toplumsal davranışlardaki iyileşmelere de ihtiyaç var. En üst ahlaki kurum ise “din”.

Kişinin gelir gider dengesinin korunmasında ihtiyaçları belirlemek ve karşılamak kadar neyin ihtiyaç olduğunun belirlenmesindeki kişisel yaklaşımlar da çok önemli.O halde fiziki ihtiyaçlarla belirlenecek makul bir baraj aşıldıktan sonra “şunu almasam da olur” deme cesaretini gösterecek nefsi bir yapılanmaya ihtiyaç var.Neden fiatların hep   sonu ..99’lu belirleniyor ? Hiç düşündünüz mü? İnsan satın almak istediğinde ona kendi nefsi  yalan söylüyor. Örneğin satın almak istediğiniz bir eşyada  fiyatı 99.000.000 TL olarak gördüğünüzde sizin bunu algılamanız 90 olacaktır. Al-tüket zihniyetine itilen insanların bu zaafı günümüzde çok iyi kullanılıyor.

Artık iktisadi teoriler değişti. “Talebe göre arz” düşüncesinin yerini “her mal kendi talebini oluşturur.” fikri aldı.

İnsanlara bu sahnede kibarcası “liberal” olan anlayışın piyonları olarak yer verilirken , hürriyeti elinden alınıyor. Birer tüketim köleleri haline getirilmeye çalışılıyor. Kim bana TV veya diğer reklamların insanları şartlandırmadığını söyleyebilir?

Ülke kapitalizmi gelişirken bir taraftan da dünya kapitalizmi kapıya dayandı. Uluslararası şirketler diğer şirketleri birer birer yutuyor. Örneğin ; Time Warner-AOL birleşmesinin birleşme değeri 181 milyar dolar . Bu rakam Türkiye’nin 1 yıllık GSMH’sına eşit. Yakın bir gelecekte Dünya’nın 15 şirket tarafından yönetileceği ifade ediliyor. Büyük marketler küçük esnaf diye birşey bırakmadı.. “Gel bende işçi ol” diyor.

Globalleşme adı verilen vahşi bir gerçek bizi sarmal sarmal sarmalıyor. Kendine köle ülkeler ve onların köleleşmiş insanlarını arıyor.

 İstediğini yap , istediğin gibi yaşa , adı demokrasi olan çarpıklığın gerçek bir demokrasi ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok. Ortalıkta sadace köleler ve onların efendileri olacak .

Bütün bu gelişmelere karşılık dini öğütlerin , öncelikle insanı tanımlayarak alt gelir gruplarını korumaya çalışması, üst gelir gruplarını törpülemeye çalışması ve hepsine birden ; isteklerinizi kontrol edin , emin misiniz ? son kararınız mı? gibi soruları sordurması kişiyi kazançta doğruluk ve harcamada en sıkı “ihtiyaç” tanımlaması ile karşı karşıya bırakması…Basit görünen bu çğütlerin ekonomik yansımaları üzerinde düşünen insanları akıllı saymak gerek.

Galiba gerek ülkeler ve gerekse insan , yaklaşmakta olan bu fırtınadan korunacak bir sipere ihtiyacı olacak.Aksi halde büyük ülkelerin ve sermayelerinin köleleri ile nefislerinin köleleri olan insanlardan bir çok “Dünya Köle Cumhuriyetleri” oluşacak. Sahi siz ahirete inanıyor muydunuz? Gerçekten ve kesin olarak mı inanıyorsunuz? Eğer cevabınız “evet” ise tüketim ve eğlencede fren yapabilirsiniz ve iyi biri olmanız da beklenebilir. Yok , cevabınız hayır veya şeklen inanıyor fakat bu inanç, davranışlarınıza yön vermiyorsa, ideal köle adayısınız demektir. Eğer bu söze kızdıysanız sanki siz değil de nefsiniz kızmış gibi …

İhtiyaçsızlığımızı önce kendinize anlatabilirsek, önce kendi palangalarımızı kırmış oluruz. Ülkeler de öyle. Hepimize kolay gelsin.


[1] The economist Dergisi, 9 Eylül 2000 Sayısı, Sh. 108, Çeviren: Ahmet Atik, Baş Hesap Uzmanı.

[2] Anlatılmak istenen genel bir bozulma olmasına rağmen, bozulmanın en belirgin simgesi olarak  burada rüşvet kelimesi kullanılacaktır.

[3] Bir anlamda ‘rüşvetle mücadele’ olarak anlaşılabilir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

FAKİRLER VE ZENGİNLER VE EKONOMİK SİSTEMLER

I- NEDEN FAKİRLİK? ALLAH FARKLILIĞI DİLEDİ, FAKİRLİĞİ DEĞİL.

Fakirlik insanoğlunun varlığından beri olan bir olgudur. İnsanları Allah eşit yaratmamıştır. Bu fiziksel özelliklerinde olduğu gibi onun rızkında da sözkonusudur. Fiziksel özelliklerindeki farklılıklar, Allah’ın kudretinin delillerindendir. Öyle ki hiç bir insan bir başka insana benzemez. Bu ta, DNA ve RNA’dan gelen bir özelliktir. Allah ben rızkı dilediğime, ilmi ise isteyene veririm buyurmuştur. Yine bir ayette şayet Allah rızkı herkese bol bol verseydi şüphesiz bir kısmı azardı buyurmaktadır. Yine ayetle sabit olduğu üzere Allah’ın bu farklılığı yaratmasından bir başka maksat da, insanların birbirine iş görmesini sağlamaktır. Eğer herkes patron olursa işi kim yapacaktır? Madende kim çalışacaktır? Çöpleri kim alacaktır? Bu çerçevede akıl ve kabiliyet de farklı farklı ölçülerde verilmiştir. Bu sayede kimi ilim yaparak buluşlara imza atmış ve bunu insanların istifadesine sunmuştur. Biraz akıllılar toplum yönetimine talib olmuştur. Bu sayede toplumun çeşitli olan ihtiyaçları yine farklı kabiliyete sahib kişilerce sağlanmıştır. Allah’ü Teala bütün bu farklılıkları bir kenara atar, değer vermez ve yalnızca kişinin kalbine, niyetine bakarak, takvasının insanlar arasında farklılık yaratacağını bildirir. İbadette bile bütün insanlar, zengini fakiri, amiri memuru, hep aynı saftadır ve farklılık yoktur. Öyle ki sabreden bir fakir, zengine göre Allah’a daha sevimli gelir ve Allah fakirleri cennete zenginden 500 sene önce koyacağını bildirmiştir.

Bütün bunlara itiraz ederek mutlak bir eşitliği savunmak anlamsız ve ütopiktir. Bir başlangıç eşitliği diğer adıyla fırsat eşitliği sağlasanız bile, çalışkanlıklardaki, yahut kabiliyetteki yahut mizaçlardaki farklılıklar bu eşitliği kısa sürede tekrar bozar. Eğer kabiliyet ve çalışkanlığa prim vermezseniz bu kez verim azalır istenen fayda sağlanmaz. İşte son yüzyıllarda uygulama alanı bulan ancak 70 senede fıtrata uymadığı için çöken komünizm Karl Marks’ın mutlak eşitliğe yakın bir kuramının ürünüdür ve iflas etmiştir.

Onun karşı tarafında diyebileceğimiz kapitalizm ise verimi dikkate alarak mülkiyeti öngörmüş olmasına rağmen bu kez patronu frenleyen bir şey olmadığı için bir başka zülüm olarak karşımıza çıkmıştır. Üretim araçlarının sahibliği ona artı bir değer kazandırmakta ve   bu değer belli ellerde toplanmakta, toplumun diğer kesimi bu refah arışından yeterince istifade edememektedir.

İşte vahiy, ifrat ve tefritin tam ortasında yer alarak mülkiyete evet derken diğer taraftan hakça bölüşümü emreder. Bu noktada hem ahiretlik emirler serdederken bir taraftan da bu gelir farklılığına, yani fakirliğe çözüm olarak Zekat müessesesini getirmiş ve bunu fakirin hakkı olarak ilan ederek zenginin o artı değeri fakire aktarmasını mecbur tutmuştur. Bütün semavi dinlerde zekat vardır. Hz Musa’da, İsa’da, İbrahim’de v.s. Ancak son din olarak İslam’da uğrunda savaşılacak kadar ciddi tutulmuştur. Bir yıl bekleme şartı, bir ataleti cezalandırma olarak düşünüldüğünde onu üretime katılmaya mecbur tutması, onu ekonomik bir tedbir olarak karşımıza çıkarır. Manevi olarak da malın bereketlenmesine, artmasına ve korunmasına vesile olur. Verilmediği zaman da bu dünyada malın bereketi ve korunması kalkar. Ahirette verilmeyen altın ve gümüşün zekatı için, o madenler kızdırılarak kişinin alın ve sırtının dağlanacağı belirtilir. Hayvanların zekatı verilmemişse, o hayvanlar sahibini toslar ve çiğner. Hakça bölüşümde de işçi ücreti konusu gündeme gelir ve aşağıda belirtileceği üzere geçimine yetecek bir ücreti mecbur tutar.

 II- ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLERİN DURUMU;

İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.

İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:

Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.

Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek birşey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmayan ve açlığı gidermeyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında birşey bırakmıyordu.

On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.

Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.

İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.

Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.

Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.

Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.

Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.

Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili olmadı. Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.

Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsaade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azad etmeyi sevaba bağlayarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve kölelerde istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur. Fakat bunun yerine işçinin hakkının verilmemesi bir çeşit modern kölelik olarak zamanımızda zuhur etmiştir.

Biz aşağıda konuyu ta sistem boyutundan ele alalım dedik ve sistemleri birbiri ile kıyaslayarak üstünlüklerini ortaya koyalım dedik.

III-KAPİTALİZM (= HIRSIN GALİBİYETİ)

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; üretim aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.( Ergin, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.)

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin özellikleri:

a)            Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b)            Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c)            Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d)            Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e)            Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f)              Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g)            Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı.

IV- LİBERALİZM  (=HIRSIN GALİBİYETİ)

  

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith, devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. İnsanı “homo economicus” olarak tanımlar ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Adam Smith ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte,  ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.

 

 

V- KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm) (=HASEDİN GALİBİYETİ)

 

Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve di­lediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mü­badele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir.

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca müca­dele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.( John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin )

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

VI-  KARL MARKS VE ARTI DEĞER KAVRAMI

Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Almanya – 14 Mart 1883 Londra) 19. yüzyılda yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto‘nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.  Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de “devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı” siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.

Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır.

Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir. ( Alman İdeolojisi)

Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya’da Ekim Devrimi‘ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir.

Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx’ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx’ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.

Eleştiriler

Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels’in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx’ın emek değer kuramını eleştirir. [26]Ayrıca Sovyetler Birliği‘nin çöküşü, Berlin Duvarı‘nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.

Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler “Üretim biçimi nereden gelir?” biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der “Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir.” [27] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:”Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.” [28] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın “kendi iradelerine bağlı olmayan” bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar. Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi‘nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır.” olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi “üretim ilişkilerine bağlı olarak” ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır

Komünizm veya Ortakçılık, sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komünizm, sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx‘ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir.Komünizm’in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için “ütopya” olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır.

Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“, Karl Marx`ın 1875 tarihli Gotha Programı’nın Eleştirisi çalışmasında yer alan dize, komünizmin önemli sloganlarından biridir. Bu düşünce özet olarak, komünist sistemde, her bireyin yeteneğine göre üreteceğini ve her bireyin yeteneğine bakılmaksızın bu üretimden faydalanacağını söyler. Gelişmiş bir komünist toplumda, burjuva mülkiyeti ortadan kalktığı için mal ve hizmetler bu düzende birbirinden ayrılabilir. Böylece herkes ihtiyacına göre olabildiğince memnun edilmiş olur.

Marks iktisadi görüşlerine üst yapıyı da katarak, üst yapıyı üretim ilişkilerinin belirlediğini söyler ve bu bağlamda insanın dini ve dolayısıyla Allah’ı kendisinin yarattığını iddia eder. Bu yönüyle bakıldığında bir dinsizlik projesi olarak karşımıza çıkar. Bu ise insanda var olan üstün bir güce inanma ihtiyacına aykırı olarak kabul edilir. Yani Marks’ın görüşlerinin bir artı değer kavramından yola çıkması, bir insanın deneme yanılma ya da düşünerek bazı şeyleri tesbit edebileceğini göstermekte fakat vardığı nokta bir aşırılık, hasedden gelen  ütopik bir mutlak adalete varma isteği, insanda varolan fitri özellikleri inkar ederek temelsiz bir ilişkiler bütününde toplumu boğmuştur. Zaten sonuç da 70 yılda iflas etmiştir. Fakat milyonlarca insanı da inancından etmiş ve ateizmin kucağına itmiştir.

VII- ARTI DEĞER KAVRAMI

Artı-değer kavramı Marks’tan önce keşfedilmiş ve zaten kullanılan bir kavramdır. Genel anlamda, gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamındadır. Klasik İktisatçılar olarak bilinen Adam Smith ve David Ricardo gibi isimlerde bu kavramın kullanımda olduğu görülür. Ancak Marx’a gelindiğinde, bütün klasik iktisadın kavramlarına yapıldığı gibi bu kavramda da tamamen başka bir yol izlenmeye başlandığı görülür. Nitekim Marks, bu Klasik İktisatcılara olan borcunu reddetmemekle birlikte onların neden ve nasıl burjuva düşünüş biçimi içinde kaldıklarını açıklar ve buna bağlı olarak ekonomi-politiğin kapitalist sistemin bir ögesi olarak kaldığını belirtir.

Marx’a göre, kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi, “emek-deger yasası“dır; bunun anlamı ise, toplumun temelini oluşturan ögenin canlı emek gücü olmasıdır. Artı-değer burada, başkaları tarafından el konulmak üzere, emek gücünün gerekli-zorunlu-ürünün ötesinde, belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında, emek gücünü satabiliyor olmak için, artı-ürün ya da artı-değer üretmek durumundadır.

İşçiye, yalnızca yaşaması (çünkü ertesi gün yine çalışacak birine ihtiyaç vardır) için gerekli olan ürün verilir, artı-değere ise elkonulur. Dolayısıyla, artı-değerin nasil üretildiği, kimler tarafından nasıl el konulduğu, ve sonra neye dönüştüğü meselesi, belli bir anda belirli bir toplumsal yapının niteliğini gösterir.

Gerekli olan ürün ya da üretimin fazlası anlamında artı-değer kavramı, Marks’ın bu ekonomi-politik elestirişinin ana noktalarından birisidir.

 

VIII- VAHYİN ÖNERDİĞİ EKONOMİ ANLAYIŞI

  

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

 

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getirilmistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)                Vahiyle gelen İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)                İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

 Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.(Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191)

c)  Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (1332-1406 Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmıştır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir. Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

e)             Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”(Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556)

İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,( [1][1] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.) yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

f)              İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

g)            Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

h)            Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

i)              İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.

k) islamın ekeonomideki insan davranışları tamamen ayet ve hadislerle desteklenen islam ahlakına dayanır. Bu ahlakın gerçekleşmesi için namaz, ve zekat temel unsurlardır. Allah korkusu ve kul hakkı esası asıl mihenk taşını oluşturur. Dengelerdeki bozulmalarda devletin müdahalesi de sözkonusu olabilir.

l) İslam toplumunda zengin ve fakir ayrımı vardır. Allah’ü Teala insanlara birbirine iş gördürebilmek için bu farklılıkların varlığını kabul eder ancak sermaye sahiblerinin artı bir değer kazandıkları fikrinden hareketle bu farkın zekat olarak fakirin hakkı şeklinde belirleme yapar ve ona ayağında ödenmesini zengine şart koşar.

IX- GENEL DEĞERLENDİRME

Yukarıda görüleceği üzere toplumlar ilk olarak ilkel ve geleneksel üretim ve toplum yapılarından gelişerek bu günkü ikili komünizm ve kapitalizm olan sistemlere kadar dayanmıştır. Bunlardan mülkiyeti kişiselden ortak mülkiyete ve merkezi planlamaya getiren kominizm, en büyük temsilcisinin (Sovyetlerin) özellikle verimsizlik nedeniyle çökmesiyle büyük darbe yemiştir. Ancak 70 yıl dayanabilen bu sistem insan tabiatındaki çalışmanın temel müşevviklerinden olan mülk edinme esasını ortadan kaldırması, insanın tembelleşmesi veya verimsizleşmesi ile sonuçlanmış, ihtiyaçların merkezi olarak planlanması ise bir ekonomide sürekli olarak dengesizlikler yaratmıştır. Prim esasına dayanan fabrika üretimlerinde primin miktara göre ayarlanması kolay üretilen örneğin büyük boy çivilerin üretimini, sayıya göre ayarlanması küçük boy çivilerin sınırsız üretimini ve atıl stokları gündeme getirmiştir. Talebe dayanmayan bu durum, zamanla merkezden artık yönetilemez hale gelmiştir. İnsanlar sahibi olmadıkları bir işi, nasıl olsa alacağı maaş değişmeyeceği için  umursamamış ve verimlilikleri çok aşağılara inmiş ve gayri safi hasıla düşmüştür.

Komünizmin felsefesinde bulunan üretim ilişkilerinin üst yapıyı belirlediği savı, uç noktada Allah’ı da insanın yarattığı fikrine götürmüş ve insanın tabiatında var olan üstün bir güce inanma isteği de karşılanamamıştır. Genel olarak insanlar bu sistemden memnun olmamışlar, ancak sisteme itiraz eden milyonlarca insan Lenin ve Stalin dönemlerinde öldürülmüşlerdir. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışların temelinde de bu memnuniyetsizlik vardır ve Berlin Duvarının yıkılmasıyla sistemin çöküşü tescillenmiştir. Bazı cumhuriyetlerin ayrılması da herşeye rağmen ırki özelliklerin korunduğunu göstermektedir. Bu özellik de siyasi bir çöküş olarak parçalanma şeklinde kendini göstermiştir. Hırıstiyanlık ve müslümanlık da yavaş yavaş parlamaya başlamış olmakla beraber misyonerlerin yanlış olan Hırıstiyanlığı yaymaktaki gayretleri onbinlerce misyonerle had safhaya ulaşmış ve bugün müslüman olan bir Türk veya Kazak iki ay sonra Hırıstiyan oldum diyebilmektedir. Müslümanların gerek devlet olarak ve gerekse fert olarak pek bir şey yaptıklarından sözetmek mümkün değildir. Kısmen sivil toplum kuruluşlarının yurt ve okul çalışmalarından bahsedebiliriz.

Komünizmi insan tabiatı yönünden incelersek, 18. yüzyılda sanayi devriminin had safhaya ulaştığı, işcilerin bu gelişmeden fazla bir pay alamadığı ve kötü çalışma ve hayat şartları ve düşük ücretlerin verildiği bir döneme rastlaması, bir tepki olarak oluştuğunu, bir diğer adla  da “HASET” duygusunun öne çıktığı görülür. Ancak bu haset duygusu olduğu yerde kalmamış, kuramsal felsefesini oluşturan Yahudi Karl Marks, “üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi, Allah’ı da insan yarattı” diyerek milyonlarca insanı ateizmin kucağına itmiştir.

Sovyetler Birliğinin yıkılması, temelde, İran gibi dini bir karşı çıkış şeklinde olmamış, insanlar mideleri doymadığı için verimsizliklerini ortaya koyarak pasif bir direniş yapmış sayılabilirler. Bu da ahlakın, midenin doymasından sonra olabileceğini göstermesi açısından ilginç bir gelişmedir. Türkiye’de de esnaf ilk defa yaklaşık on sene önce meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle, yani işleri/mideleri için yürüyüş yapmışlardır. Halbuki hürriyetler ve benzeri idealler uğruna direnç göstermek daha kutsal sayılmalıdır.

Yukarıda belirttiğimiz üzere vahiy, özel mülkiyeti kabul eder. Ancak asıl mülkün sahibi Allah’tır. O zaman geriye mülkiyetin, emanet olarak, yani zilyed olarak kullanılması kalmaktadır. Her ne kadar tapuda adınıza bir gayrimenkul tescil ettirmeniz mümkünse de bunu emanet olarak bilmek ve tasarrufunda istediğiniz gibi hareket etme imkanınız yoktur. En yararlı bir şekilde israf etmeden kullanmak ve zekatını vermek zorundasınız. Bu malda, elbisede, ev eşyasında, arabada hatta oğullarda da böyledir. Emanet ve koruma görevi. İsraftan uzak bir sorumluluk. Bu bilinci ilimle bütünleşmiş bir iman ve salih ameller kavi hale getirebilir.

Vahiy’de üretim araçlarındaki bu mülkiyetin getirdiği üstünlük, ya da iktisadi adıyla artı değerin, zekat olarak fakire bir hak olarak iade edilmesi zorunluluğu, esasta sermaye gücünün bir üstünlüğünün kabulü anlamına gelir. İşte bunu İslam artı değer olarak tanımlamaz fakat bunu bir hak olarak nitelemesi aynı anlama gelir. Karşı taraf işci olarak gözükse de asıl ihtiyaç sahibi fakirdir ve asgari ücretli bir işciye de bugün zekat verilebilir. Bununla Allah’ın insanları bilerek farklı kabiliyet ve özellikte yaratması ile dünya işlerini birbirine gördürmeye çalışması bir zorunluluk olmakla bereber, sonuçta fakirliği de beraberinde getirir. Fakat buna ilişkin kesin çözümü de yine kendisi zekat olarak emreder, şartlarını özellikle kime verileceğini belirler ve mecbur tutar, dünyalık ve ahiretlik cezalarla uymaya zorlar. İslam’da zekat dikkatle incelendiğinde fakirliği geçici olarak geçiştirme amacında olmadığı, tam tersine fakiri üretir hale getirmeyi amaçladığı görülecektir. Belli bir deve sayısının zekatı verilirken bir dişi deve vermeyi şart koşması, onun sütünden de yararlanma ve doğurganlığından istifade ettirmeyi amaçlar.

Liberalizm ya da bir diğer adıyla kapitalizm, yukarıda uzun uzun bahsedildiği üzere özel mülkiyeti kabul eder fakat buna bir sınırlama getirmez. Kişinin “benim” demesi kendinde var olan menfaat ve sahiblenme duygusunu körükler ve ihtiyaç duyulan verimliliğin de kaynağı olur esasında. Fakat bu duygu frenlenmezse rekabetin öngörüldüğü piyasa şartlarının da olumsuz olması durumunda işçilerin aleyhine, hatta fiatların belirlenmesinde bütün toplumun aleyhine bir hal alabilir. Yani hakem görmezse ortamda müsaitse serbest. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de önceki yıllarda küçük beyaz kare fayanslar maliyetinin dokuz katı fiatına satılmıştır. Fayanscılar bu sayede kazançlarını ona yüze katlamışlardır. Sermaye sahibleri paranın verdiği hakimiyet gücü ile siyaseti de etkileyerek yasaları kendi lehlerine çıkarmakta ve daha da haksız bir düzen kurmaktadırlar. Demokrasi de halkın kendi kendini parlementerler aracılığı ile yönetimi olmasına rağmen, onların bir kısmı belli kesimlerin menfaat temsilcileri olarak parlementoya girmekte ve hukukun ustünlüğü kenarda kalmakta ve siyasi partiler yoluyla toplum birbirine düşman kamplara ayrılmaktadır.

Kalkınmanın sermaye birikimi ile olabileceği fikri bir devlet politikası olarak yerleşmekte ve zengin daha da zengin yapılmaya çalışılmaktadır. Halbuki İslam haksızlık noktasında adaletten yana bir tavır alır ve zenginin kayırılmasına karşı çıkarak, üretim kadar hakça bölüşümü de savunur. Hakça bölüşüm, temelde fakirin harcama oranının yüksekliği nedeniyle alım gücü olarak ortaya çıkar ve ticari canlılığı da beraberinde getirir. Üretimin %90’ı bugün KOBİ’ler tarafından sağlanmaktadır. İlla büyük sermaye oluşturulmak isteniyorsa borsaya açılmış ortaklıklar şeklinde sermayenin tabana yayılmasının yolları denenmelidir. Japonların SONY firması böyle bir kuruluştur. Büyük şirket kuruluşuna devlet de öncülük edebilir ve zamanla bunu halka açabilir.

Kamu harcamaları için vergi kanunları vardır fakat teşvik anlaşılabilir bir şey olmasına rağmen optimal faydadan ziyade israf noktasına kadar gider ve haksız bir sermaye birikimi de sağlar. Bir taraftan özelleştirme yapılırken diğer taraftan bunun ücreti kredi olarak devlet tarafından ilgili özel kişi yada kuruluşun diğer cebine verilir. 

İşte İslam, sermayenin ona üstünlük sağlayan artı değerini ondan alıp, yanında daha zayıf olan işçi ve fakir kesimlere aktararak hem onları korumak, hem tükettirerek yine zenginlerin mallarının alımını sağlamak, kişisel olarak da veren kişiyi cimrilik gibi bir hastalıktan koruyarak toplumsal yardımlaşma ve dayanışma fikri ile fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülemek ve böylece toplumsal barış ve huzuru sağlıyarak bir çok amacı birlikte gerçekleştirmek ister. 

İslam bu arada şehirlinin köylüyü yolda karşılamasını yasaklamasıyla da (hadis) borsayı işaret eder.

Bir malı aldığında onu teslim almadan satma diyerek (hadis) hem riski bertaraf eder ve hem de düzenli bir alışverişi öğütler.

Faizi yasaklayarak riskin tek kişide kalmasını ortadan kaldırarak, riski kullanana değil sermaye sahibine yükler ve ortaklıklara önem verir. Parası olup bilgisi olmayanla, bilgili müteşebbisi %80 sermaye, %20 emek şeklinde mudaraba ortaklığı olarak bir araya getirir, bu yolla kredi sağlar ve ticari hayatı canlandırır.

Zaten zekat, temelde üzerinden bir yıl geçme şartı getirerek iktisadi kıymetlerin atıl kalmasını cezalandırır ve onları ekonomiye katılmaya, bir şeyler yapmaya zorlar. Ayette yetimlerin mallarını dürüstlükle çalıştırın buyrulmuştur. Şayet olduğu gibi kalırsa her yıl %2,5 eriyecektir.

Faizin yasak olması aynı zamanda para arzı ile talebi arasında da bir denge kurar. Çünkü kimse sizin elinize para tutuşturmaz. Sadece mal veya makine alacaksanız bu vadeli olarak bankalarca karşılanabilir. Dolayısıyla talep fazlalığı aşırı likidite olmayacağı için enflasyon da olmaz. İslam’da para bir mübadele aracıdır, meta değildir. Meta olduğu zaman kirası sözkonusu olur ki yasak olan da budur ve adı faizdir. Ayrıca faizin yasak olması ve teslim almadan satış yapılamaması, bugün borsalarda açıktan mal alma ve satma olarak nitelenen hayali satışları da engeller. Çünkü faizle verilen fazla krediler ve açıktan satışlar bir likidite fazlası ve suni talep meydana getirir ve fiatların manupile edilmesine yani suni fiat artışlarına yol açar. Batı’nın 2008 krizi bir likit sorunundan kaynaklanmıştır. Onlar bu durumu, “Kumarhane Kapitalizmi” olarak değerlendirerek bir özeleştiri de yapmaktadırlar. Almanya buna önlem olarak açıktan satışları yasakladı ve askeri ve bürokratik harcamaları = israfı disiplin altına aldı. Bu aslında deneme yanılma yoluyla bir devletin İslami bir tedbiri uygulaması anlamına gelir.

Aslında kapitalizm sürekli kriz geçirmektedir. Faturası da çalışanlara ve devlet yoluyla tüm vergi mükelleflerine yüklenmektedir. Alternatif olarak İslam ekonomisi aklı selimle incelenmelidir ve yarım bile olsa bazı temel unsurlar düşünülebilmelidir. Fakat onun inanç sistemini de içermesi işi din noktasına getirmekte ve makamını kaybedeceğini düşünen kardinaller, papazlar bu işe engel olmaktadırlar. Fakat ilginç bir şekilde işletmeler ya da patronlar artık işçilerine servetini dağıtarak onların kin tutmadan daha verimli çalışmasını sağlamanın yollarını aramaktadırlar.

Bu arada Marks’ın iddia ettiği işçinin ürettiği artı değere, ona sadece yarın tekrar gelebilmesi için asgari bir tutarın verilip geri kalanına el konulduğu ifadesine İslam ne cevap verebilir acaba?

Vahiy’de işçinin hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiği hadislerde ifade edilir. Burada hem bir zamanlama ile işçinin zaruri ihtiyacının bir an önce karşılanması ve hem de miktarı üzerinde bir haktan sözedilmektedir. Ancak hakkın ne olduğu konusunda bir hadisi şerife rastladık bunu alıyoruz (yukarıda D) e) bölümünde mevcuttur):

“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

İşci ücreti konusundaki bu hadis bir işçi ücretinin ne olması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Bugün uygulanan asgari ücretle bu faydaların hepsinin sağlanabilmesi hemen hemen imakansızdır. Bu yüzden bir işletmenin bilançosu değerlendirilirken yalnızca kar hanesine bakılmamalı, çalıştırdığı işçinin evlenmesi halinde hatırı sayılır bir yardımı yapabilmeli, ev almasında işçi koopertif parasını ödeyebilmelidir. Yani şu kadar kişiye iş vermek ve üretimle şu ihtiyacı karşılıyoruz diyerek toplumsal faydayı öne çıkarabilmek de başarılar arasına dahil edilmelidir. Bugün bu ücreti bürokrasi kendi çıkarını kollayarak almakta ve onlar da alsın denildiğinde “benim okumam nereye gidecek” diyerek yaklaşık da olsa bir eşitliği kabul etmemektedir. Halbuki fiziki ihtiyaçlar bellidir ve üç aşağı beş yukarı eşittir. İşte burada da yani yönetimde din ve ahlak (özellikle adalet) gerekli olmakta ve kişinin yüreği başkası için, hizmet için çarpabilmelidir.

Batı’da işçi sınıfı ücretin belirlenmesinde grev ve lokavt esaslı çatışma esasını esas almıştır. Fakat İslam toplumlarında işçi sınıfının olmaması bu çatışma ortamını tam olarak oluşturamamış, fakat din, devlete ve işverene işçi hakkının ödenmesini bir uzlaşı olarak şart koşmuştur. Yeni anayasa değişikliklerine bu konuda bazı maddelerin konulması eksik de olsa olumlu bir gelişme olarak algılanmalıdır. Ne devlet ne de özel sektör dinin tam içinde olmadığı için mecburen Batının çatışma esasına yönelinmektedir. İslam’da ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız prensibi hatırlanıldığında çatışma esası şimdilik çıkar bir yol olarak kanaatimizce pek de aykırı bir yol olarak görünmemektedir.

X- İLK SONUÇ

Fikirlerin serbest ortamlarda çarpışması halinde ayak bağlarından kurtulan aklı selim, çarpışan fikirlerden sağlam temellere oturanı, bir başka deyişle fıtrata uygun olanı tercih edecektir. Her krizden bir İslami tedbirin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Fakat İslam’ın kendine has bir iktisadi ve ahlak nizamının olması, onu kendi şartlarında düşünmeye mecbur eder. Bu yüzden ana mihenk taşlarında biz bir kıyaslama yaparak da olsa temelde İslam’ı tevhidden sonra adalet ve ahlak üzerine oturtarak bir değerlendirme yapmaya çalıştık ve diğer sistemlere olan üstünlüğünü farkettik. Kapitalizmi hırsın galibiyeti, komünizmi ise hasedin galibiyeti olarak gören görüşü çok yerinde bularak katıldık. Ancak ikisi de zaten İslam’da yasaklanan şeyler olduğu gibi temelde insan fıtratına uymadıklarını, birinin ifrata diğerinin de tefrite yol açtığını gördük. Ancak iktisadın felsefi boyutunda dinin de olması, işi din boyutuna getirmektedir. Krizlerden İslam’ın çıkması aklı selim sahiplerinin üzerinde düşünmesi gereken bir husustur. Din değiştirmede ayak bağı olarak ırk, dini yöneticiler- papazlar, kardinaller- ana babalar ve onların etkisinden gelen din anlayışı bir türlü aşılamamaktadır.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

FAZLA LİKİTİN OYNADIĞI ALİ CENGİZ OYUNLARI

Son yıllarda altın, pirinç, buğday, kakao, bakır gibi özellikle en stratejik mal olan petrolde çok yüksek fiat arışları yaşanmaktadır. Bu artışlar da özellikle bizim gibi petrol ithalatçısı olan ülkelerin dış ticaret rakamlarını olumsuz etkilemektedir. Bu artışların görünen sebepleri arasında Çin ve Hindistan’ın talebinde bir artıştan tutun, OPEC’in kota sınırlamasından, terör olaylarına, teknik zorluklara, hatta dolardaki düşmenin etkisine kadar bir çok sebep ileri sürülebilir. Fakat biz öyle yapmadık ve petrolün son on yıllık seyahatini gözlem altına alarak onun gerçek alıcılardan suni alıcıların kontrolüne geçtiğini gördük. Yani bilgisayar teknolojisindeki gelişmenin de etkisiyle Batı’da artan likidite (Amerika’nın emisyon hacmini artırması, emeklilik ve yatırım fonlarının fazla kar ümidiyle petrole yönelmesi, milyar dolarlık hedge fonlarının manipülasyon oluşturarak fiat artışlarından kar elde etmeyi amaçlaması, bankaların likit gücü) sonuçta diğer mallarda da olduğu gibi petrolde de büyük fiat artışlarına neden oldu. Hatta alıcıların sosyolojik davranışları “fiat düştüğünde al, arttığında sat” şeklinden bunun tersine “arttığında daha da artabilir, daha fazla al” şekline dönüştü ve stoklar da çok fazla arttı. Bir ara varili145 dolarlara kadar da çıktı. Böylece fiatların kontrolü yanlış hukuki uygulamaların da etkisiyle OPEC’ten Wall Street’e geçmiş oldu. Adı da “kağıt petrol”e çıktı. Bazı batılı yazarlar çekinmeden bir özeleştiri yaparak buna “kumarhane kapitalizmi” bile dediler. Adam Smith’in “gizli el”i yaramaz işler yapıyordu ve sorgulanmalıydı!

Sorunların ortak özelliği; banka ve borsalarda sürekli ali cengiz oyunu oynayan para(likit)’nın durmak ve doymak bilmez iştah ve hareketlerinden kaynaklanıyor olmasıydı. Likiti etkileyen faktörler, bütçe açıkları, emisyon(açıktan para basma), faize dayanan ucuz krediler, vergi cennetlerinde bir elin parmakları kadar hırslı yöneticinin kontrolündeki, girdiği her yeri duman eden milyarlık hedge fonları, gelişmiş ülkelerdeki yatırım alanlarının daralmasıyla, bu kez borsalarda at oynatan fazla paranın marifeti olarak görünüyordu.

Sözkonusu bu fazla likit, mal fiatlarını da uçurmuştu. Altın, buğday, pirinç, bakır, petrol bunlardan bazılarıydı. Biz bunlardan en meşhurlaşan ve bir ara varili 145 dolarlara kadar çıkan petrolün son on yıllık geçmişinde yaşananlar,  fiatının belirlenmesinde bir çok sapmaları da beraberinde getirmiştir.

 

Bu işte düdüğü artık kim öttürüyor ve kimlerin, hangi ulusların cebinden para çalınıyor veya hangi uluslar bu aktörlerle beraber kazanıyor bunların araştırılması ve köklü ve adil çözüm önerileri getirilmesi gerekir.

Bugünkü Petrol Fiyatlarının %60’ının Nedeni Sadece Spekülasyon adlı makale

 

William Enghdahl tarafından 02.05.2008 tarihinde Global Research dergisinde yayımlanan

“Bugünkü Petrol Fiyatlarının %60’ının Nedeni Sadece Spekülasyon” adlı makaleye göre ise,

günümüzde petrolün fiyatı geleneksel olan arz ve talep analizine göre yapılmamaktadır. Fiyatlar daha çok karmaşık bir finansal sistem tarafından ve dört büyük Anglo-Amerikan petrol şirketi tarafından kontrol edilmektedir. Bugünkü petrol fiyatlarının yaklaşık %60’ı hedge fonların ve büyük bankaların spekülasyonları sonucu oluşmuştur. Fiyatların artmasının petrolün tükendiği mitiyle de ilgisi bulunmamaktadır. İlişki, petrol ve fiyatının kontrol altına alınmasına ilişkindir.

Kontrol Kime Geçiyor?

Petrol üzerine future anlaşmaların ortaya çıkması ve Londra ve New York’ta petrol future kontratlarının işlem görmeye başlamasıyla fiyatlar üzerindeki kontroller OPEC’ten çıkmış ve Wall Street’e geçmiştir.

Spekülasyon Var mı?

2006 yılının Haziran ayında ABD senatosunun denetlemeye ilişkin alt komisyonunda yayınlanan “Artan petrol fiyatlarında piyasa spekülasyonunun rolü” adlı raporda da şu ifadeler yer almıştır: “Büyük miktarda spekülatif işlemlerin petrol fiyatlarının artmasına neden olduğuna ilişkin önemli kanıtlar bulunmaktadır.”

Denetimlerin Etkisi ve Denetim Dışına Kayışlar

Piyasa gözetiminin yapılmasının oyuncular üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır. Örneğin, NYMEX(New York Ticaret Borsası)’te işlem yapanlar bütün kayıtlarını tutmak ve büyük işlemleri CFTC (Emtia Türevleri Ticareti Komisyonu)’ye bildirmek zorundadır. Bu büyük işlemler, fiyat manipülasyonuna karşı CFTC (Emtia Türevleri Ticareti Komisyonu)’nun elindeki en büyük bilgi kaynağıdır.

Bütün bu olanların üstüne petrol fiyatlarında manipülatif işlem gerçekleştirmeyi kolaylaştıracak bir husus da 2006 yılında Bush yönetimi tarafından verilen bir izinle olmuştur.

Buna göre CFTC (Emtia Türevleri Ticareti Komisyonu), elektronik enerji borsaları arasında lider konumda bulunan Intercontinental Exchange (Kıtalararası Borsa) (ICE)’in, Londra’daki borsası üzerinden ABD ham petrolü üzerine future işlemleri yapmak üzere ABD’deki terminalleri kullanmasına izin vermiştir. Böylece ABD’de yaşayan kişilere bütün ABD gözetimlerinden ve bildirim yükümlülüklerinden kaçınma imkanı doğmuştur.

 

Bu durum OPEC’le ilgili bir husus olmayıp, ABD’deki vadeli işlemler piyasalarının yönetimine ilişkin bir konudur. ICE (Kıtalararası Borsa)’lere günlük raporların ve büyük işlemlerin bildirilmesine ilişkin zorunluluklarda muafiyet tanımakla fiyatlardaki şüpheli ve manipülatif hareketleri izleme olanağı kalmamıştır. Senatoya sunulan rapora göre bu durum nedeniyle OTC (Tezgahüstü Piyasa)  piyasalar spot fiyatları da etkileyici bir duruma gelmiştir.

 

Doların Düşmesinin Fiatlara Etkisi

 

Petrol fiyatları ile doların değerinin düşmesi arasında da önemli bağlantılar bulunmaktadır.

Dolardaki düşüş bu kez petrol fiatlarında misilleme bir artışın da kaynağı olabilmektedir. Gerçi gittikçe doların hakimiyeti AVRO’ya geçmektedir. Ülkeler artık alış ve satışını AVRO ile gerçekleştirmek istemektedir. Örneğin İran bunlardan biridir. Savaştan önce de Irak aynı yolu izliyordu.

2007’de ABD’de başlayan ekonomik krizle birlikte ABD’li ve Avrupalı emeklilik fonları

spekülatif kazanç sağlamak amacıyla petrole yöneldiler. Petrol fiyatlarında oluşan bu balonu Ortadoğu’da, Sudan’da, Venezuella’da ve Pakistan’da yaşanan gerilimler ve Çin’den gelen talep artışı gibi hususlar da destekledi. OTC (Tezgahüstü Piyasa) piyasaların ve Londra’daki ICE Futures Enerji piyasalarının da büyük oranda denetimsiz olması petrolün değerine ilişkin doğru ve net bir belirlemeyi de imkan dışında bırakmıştır.

 

OPEC Fiatları Nasıl Etkiliyor?

 

OPEC üyelerinin ekonomik durumları genellikle üyelerin üretim kotalarını iç politikaya

yönelik olarak kullanmalarına neden olmaktadır. OPEC üyesi bazı ülkeler üretim miktarının

kısılması sonucunda petrol fiyatının artması ve gelirlerini artırmayı hedeflemektedirler. Bu

talepler Suudi Arabistan’ın uzun vadeli, dünyanın ekonomik güçleriyle ortaklık yapma stratejisiyle çelişmektedir. Çünkü bu durumda gelişmiş ülkelere ekonomik büyümeyi destekleyen seviyede petrol aktarımının yapılması gerekmektedir. Suudi Arabistan’ın bu kararında ayrıca petrol fiyatlarının yüksek seyretmesi neticesinde alternatif yakıt kaynaklarına yönelme ihtimalini azaltmak düşüncesi de etkili olmaktadır.

IV- SONUÇ

Petrol stretejik önemi olan bir emtia olduğundan, fiyatların belirlenmesinde arz-talep bileşenleri dışındaki faktörlerin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle petrole

dayanan finansal enstrümanların gelişmesi nedeniyle günümüzde fiyatlar artık reel ekonomilerde değil, borsalarda belirlenmeye başlamıştır. Bu durumda da çeşitli spekülatif hareketlerin petrol fiyatlarının son dönemdeki hızlı artış ve azalışlarında etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bu spekülatif hareketlerin dayandığı temel husus likit fazlalığından kaynaklanmasıdır. Bu, bütçe açığından emisyona, servet sahiplerinin örgütlenmesinden (hedge fonları) normal olarak borsada faaliyette bulunan yerli ve yabancı paraya kadar bir çok nedene dayanan bir kısım likitin fazla olması kadar, vadeli işlem piyasalarında yapılan açıktan alış ve satışlardan da kaynaklanmaktadır. Bu future piyasaları suni bir şişmeye de yol açmaktadır.

Hedge fonları ortalama on kabiliyetli yöneticiden oluşan vergi cennetlerinde kurulmuş asgari bir milyon dolarlık katılımlardan oluşan toplamda milyarları bulan yüksek tutarlı fonlardır. Hedge fonlarının, yaptıkları şey, yüksek alımlarla riske girip manipulasyon gücü oluşturarak fiatları etkileme ve bundan tekrar istifade etmeyi amaçlamalarıdır. Hükümetlerin (ve borsa yöneticilerinin) bu fonların alışlarını ve satışlarını kontrol etmesi, yüksek tutarlı alış ve satışlarda müdahale ederek denetim altına alması gerekir.

Yalnız petrol fiatlarında değil, diğer emtia fiatlarında da meydana gelen spekülatif fiat yükselmeleri, diğer fakir ülkelerin ithalat ödemelerini de olumsuz olarak etkilemektedir. Bu yüzden sorun yerel değil uluslararasıdır ve bütün ülkelerin bu konuda müdahil olmaları gerekmektedir.

Ancak önerilerin Tobin Vergisi, Balance Vergisi, ve benzeri vergilendirme önlemleri şeklinde olması sorunu çözmekten ziyade semptomlarını düzeltmeyi amaçlamaktadır. Örneğin vergisiz 100 lira kazanırken yeni konacak %05 veya %2’lik bir vergiden neden kaçınıp 98 lira terkedilsin ki? Yani, vergisel davranışlar küçük oran ve tutarlarla değişmezler. Halbuki caydırıcılık için köklü çözüm gerekir. Kanser hastası aspirinle iyileşmez. 

Almanya’nın şu kararı ilginçtir:

 G-20 Sonrasında Almanya, borsalardaki, malın veya paranın ortada olmadan yapılan vadeli satış sözleşmelerinin tümünü yasaklamıştır. Amaç fiatların aşırı likitten ve spekülasyondan kaynaklanan suni oluşumunu kökten engellemektir. Ayrıca 2013’e kadar bütçe açıklarını kapatmak istemesi, bankaları daha fazla vergilendirerek onlara sermaye yükümlülüğü getirmesi, bütçede askeri ve bürokratik harcamalara kısıntı getirmesi de sonuçta diğer etkilerinin yanında likiti ayarlamaya dönük şeyler olarak da değerlendirilmelidir. Bu tür uygulamalarda Avrupa’yı izlediğimiz de gözönüne alınırsa mukayeseli hukuk olarak bu örnek dikkate alınabilir şüphesiz. Doğmatik olarak Avrupanın izlenmesi, bu ülkenin yaklaşık yüzyıllık bir taklit alışkanlığıdır. İşte her kararın dikkatle izlenmesi, test edilmesi, yarar ve zararının aklı başında bürokrat ve siyasi irade tarafından değerlendirilmesi mali bir kişiliği de beraberinde getirecektir diye düşünürüz. Modern görünen yeni anlayışlar her zaman mutluluk getirmeyebilmektedir. Zaten hep krizler sonrasında sorgulamalar yapılmakta, fakat bu sorunlar bir türlü sistem sorgulamasına dönüşmemekte ve palyatif tedbirlerle geçiştirilmektedir. Bu sefer bir on sene sonra tekrar bir başka yerden yeni bir kriz çıkmaktadır. Bunun maliyetini de vergi mükellefleri, ya da borçlanma yoluyla yine vergi mükellefleri, veyahutta çalışanlar   çekmektedir. Çözümlerin sadece günlük politikalara yönelik olması yüzünden sakat olan ana kurallar gözden kaçırılmaktadır. Bunu şuna benzetebiliriz: adam vurmanın cazasının, afların da etkisiyle sadece ortalama sekiz yıl olduğu bir ülkede sürekli yeni yeni adli vakalar çıktıkça, “canım ne yapalım ölenle ölünmez ya, o öldü şimdi bunuda mı öldürelim deyip ona kitap okutmaya, ve dolayısıyla bunu gören değer katillerin geometrik diziyle çoğalarak işbaşına geçmelerine benziyor. Burada yapılan yolda yürüyen masumlara değil suçlulara merhamet duymak değil midir? Halbuki cezanın caydırıcı olması ana unsurdur. Bu yüzden sorunu suç işlendikten sonra değil, suç işlenmeden önce çözümlemek gerekir. Ve ağır ceza, görünürde zulüm gibi görünse de, az sayıda on tane suçluya değil, sonucu itibariyle on milyon suçsuza merhamet anlamına gelir. İşte mali tedbirler deki etkinlik de böyle anlaşılmalıdır. Oyunun ana kurallarında sakatlıklar vardır ve bunlar düzeltilmelidir. Futbol oyununda elle oynamayı hakemin görmemezlikten gelmesi halinde hem skoru haksız bir şekilde etkilebilecek, hem de karşı takım oyuncularının ve hatta seyircilerinin isyanına ve kavgasına neden olacaktır. Böyle bir ortamda oyuncular huysuz, ya da seyirciler taşkın demek ne kadar doğru bir tesbit sayılabilir?

İşin ilginç yanı, İslam dininin de aynı parelelde, olmayan bir malın teslim alınmadan satışını yasaklaması, ve olmayan paranın harcanmasına izin vermemesidir. Ayrıca faizin de yasaklanarak bütün bunların likit üzerinde daraltıcı etki yaparak mal= para eşitliğini sağlamasının istenmesidir. Para, dinde, mal alış satışına araç olarak kabul edilmektedir. Alimlerin yorumuna göre vadeli satış da olabilir. Parayı mal olarak değerlendirdiğinizde ise o zaman kirası sözkonusu olur ki, bunun adı faizdir ve yasaktır. Teşvik edilen, ortaklık yoluyla riskin, sermayenin sahibine yüklenmesidir. Yani risk, güçlü olmadığı ve kazanıp kazanmayacağı belli olmayan sermayeyi kullanana değil, daha güçlü durumdaki sermaye sahibine yüklenmiştir. Bu durum, sizin adalet duygularınızla da örtüşmüyor mu? Ama diğer taraftan kimse sizin elinize para tutuşturmayacak ve piyasaya fazla likitin çıkması da önlenmiş olacaktır. Bankalar sadece mal alımı için aracılık edecek, bu da mal para eşitliğinin korunması anlamına gelecektir.

ÖNERİ: Bu yüzden biz de ülkemizde SPK mevzuatının açıktan alış satışlara kapatılmasının likidi kontrol etme ve fiatları gerçek arz ve talebe göre belirleme anlamında önemli bir ayak olacağını düşünüyor ve teklif ediyoruz.

 

Tobin vergisi ve Küresel Denge Vergisi gibi önlemlerin yabancı sermayeye ihtiyacın yüksek olduğu bu ülkede yararlı sonuçlar vereceğini düşünmüyoruz. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz öneri, alış – satışın reel ekonomiye uygun hale getirilmesinden başka bir şey de değildir. Hem gerçek fiat oluşumuna hizmet eder, hem de denge ve adalet getirir. AB’nin buna müdahale edeceği hiç bir şey yoktur. Mukayeseli hukuk düşünüldüğünde örnek olarak Almanya’nın uygulaması gösterilebilir. Bu uygulamanın ülkeye serbest sermaye, portföy veya doğrudan yatırım şeklinde girişi ile hiç bir ilgi ya da etkisi olmaz. Önemli olan ekonomi yönetiminin buna karar verecek yüksek bir adalet anlayışıyla karar vermesidir.

 

Şüphesiz küçük ve belirleyiciliği olmayan Türkiye gibi ülkelerde likit fazlasının stoperleri döviz kuru, faiz oranları, fiatlarda bir artış ve cari açıklarda oynama olarak absorbe de edilebilir. Yine de borsadaki kağıtların fiatlarının belirlenmesinde likit fazlasının suni fiat artışlarına sebebiyet verdikleri yadsınamaz. Gerçek fiatlar, ekonominin dengeli çalışmasını ve o malları elinde bulunduranların haksız kazanç sağlamalarını da önleyecek ve bir, kazanç – ahlak ve adaletini de beraberinde  getirecektir.

Yönetimler kadar, kurallar da adil olmalı ve halkına piyasa dengesi ile adaletli hizmet de sunabilmelidir. Tahmine ve beklentilere  dayalı sözleşme bir kumardır, fiatlarda bir şişmenin de kaynağıdır ve yasaklanmalıdır.

İşin garibi dinin de faizi, şartlı satışı, olmayan paranın harcanmasını ve olmayan malın satışını yasaklaması, temelde mal=para eşitliğine dayalı bir arz-talep ilişkisi oluşturarak, gerçek fiat oluşumunu sağlamak olduğu söylenebilir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DEPRESYON VE ÇÖZÜM YOLLARI

 Biri beni kurtarsın

Hiç kimse depresyonla yüzyüze gelmeyi istemez. Dikkat edilmesi gereken depresyonun insanların hayatını altüst eden önemli bir problem ve acizlik olarak algılanmamasıdır

Mazeretim var… DEPRESYONDAYIM
Depresyon, her yaşta, her bireyde, hangi nedene bağlı olursa olsun görülebilen bir beyin rahatsızlığı, yani ruhsal bir hastalıktır. Herkes yaşamının bir döneminde hüzün, keder, mutsuzluk gibi duyguları yaşayabilir. Bunlar, genellikle yaşanan olaylarla ilişkili ve geçicidir. Oysa bazen bu duygular, daha aşırı boyutlarda ve daha uzun süre yaşanır. Hatta bazen buna yol açabilecek belirgin bir neden de yoktur veya neden vardır ama gösterilen duygusal tepkinin süresi ve yoğunluğu beklenenden fazladır.

Artık bu duygular yaşamla, kendimizle, çevremizle ilişkimizi bozmaya başlamıştır. Depresyon geçiren bir insanın düşünce, duygu ve davranışlarıyla biyolojik yaşamsal fonksiyonlarında değişiklikler olur. İçinde bulunduğunuz ruhsal durum iki haftadan daha uzun bir süredir devam ediyorsa, bir uzmana başvurmanız gereklidir. Eğer siz de “Biri beni kurtarsın” diyorsanız bu yazı dizimiz; hem size hem de yakınlarınıza ışık tutacak.

* * *

Depresyonda olabilirsiniz!

  Hemen her gün ve günün büyük bir kısmında gözlenen çökkün bir duygu yaşıyorsanız ve kendinizi mutsuz, ağlamaklı, kederli hissediyorsanız.

  Daha önce keyif alınan işler, hobiler ve alışkanlıklardan artık hoşlanmamaya başladınız ve her şeyi mecburen yapıyorsanız.

  Diyet uygulamamanıza karşın önemli derecede kilo verdiniz ya da aşırı kilo aldıysanız.

  Hemen her gün uykusuzluk ya da aşırır uyku halindeyseniz.

  Beyinsel ve vücutsal işlevselliğinizde azalma ya da huzursuzluk varsa.

  Halsizlik, yorgunluk hisleri yaşıyorsanız, kendinizi daha önceki günler kadar enerjik hissetmiyorsanız.

  Hemen her gün kendinizi değersiz hissediyor, küçük görüyor, suçlu ya da günahkar hissediyorsanız.

  Konsantrasyon yeteneğinizde azalma yaşıyorsanız (konuşulanlara, okunan şeylere, izlenilen tv programlarına dikkatini verememe, söylenilenlerin bir kulaktan girip diğerinden çıkması gibi) ya da kararsızlık içindeyseniz.

  Tekrarlayan ölüm düşünceleri ve intihar planları veya eylemleri yapıyorsanız depresyonda olabilirsiniz.

 

Depresyon konusunda bazı öneriler

  Depresyonun bir hastalık olduğunu kabul edip, doktordan yardım isteyin.

  Her insanın hayatının belli bir döneminde depresyon geçirebileceğini düşünmelisiniz.

  Depresyonun bir zayıflık ve güçsüzlük belirtisi olmadığı bilincine varın.

  Çok önemli kararları hemen vermemeye çalışın ve kendinizi zorlamayın.

  İnsanlardan uzak kalmamaya çalışın.

  Televizyonda şiddet ve korku filmleri izlemeyin. Hobilere yönelik ya da komedi programları izleyin.

  İsteksizlik düşüncelerine rağmen, az da olsa değişik işler yapın. (elişi, yemek, tamirat vb.)

Tedavi yöntemleri

  Antidepresan ilaçlar

  Değişik psikoterapi yöntemleri

  Grup tedavileri

  Elektro konvulsif tedavi (elektro şok tedavisi)

  Fototerapi (özel bir ışık tedavisi)

  Diğer yöntemler…

 

Nasıl başa cıkacağım?

Depresyona neden olan durum ne olursa olsun hiçbir olay depresyonun hafife alınmasını gerektirmez. Depresyon iyileşebilir bir hastalıktır. Uzun sürmesi önemli değil, mutlaka hasta iyileşir

 

FAALİYETLERİNİZİ ARTTIRIN

  Bu kendinizi hem daha iyi hem de daha az yorgun hissetmenize neden olacaktır. Dinlenerek yorgunluk hissinden kurtulamazsınız.

  Rahatsızlanmadan önce yapmak zorunda olduğunuz ya da severek yaptığınız işlerin birer listesini çıkarın.

  Hazırladığınız listelerin her ikisinden de bazı maddeler ilave edin.

  Haftalar içerisinde bu maddelerin sayısını giderek arttırmaya çalışın.

  Başlangıçta biraz zorlanacaksınız, sabırlı olun ve cesaretinizi, umudunuzu kaybetmeyin.

SORUNLARIN LİSTESİNİ ÇIKARIN

  Bu sorunları çevrenizdeki güvendiğiniz kişilerle tartışın.

  Bu sorunları çözmek için elinizdeki imkanlar nelerdir?

  Bu imkanları kullandığınızda size ne yarar sağlar? Atacağınız adımları ve karşılaşacağınız güçlükleri kaydedin. Her aşamada geriye dönüp bakın ve değerlendirme yapın.

 

HAYATINIZDA İYİ GİDENLERİN LİSTESİNİ YAPIN

  İnsanlar depresyonda iken sahip oldukları olumlu özellikleri değerlendiremezler.

  Depresyona girmeden önceki durumunuz hakkında düşünün. Aile, çocuklarınız, iş ile ilgili aklınıza gelen olumlu şeylerin listesini yapın.

 

OLUMSUZLUKLARLA MÜCADELE EDİN

  İnsanlar depresyonda iken gelecekle ilgili olarak olumsuz düşünme eğilimindedirler. Bu düşünceler kişinin kendisini kötü hissetmesine yol açar.

 

OLUMSUZ DÜŞÜNCELERİNİZİ YENMEK İÇİN

Kendinize şu soruları sorun:

  Bu düşüncelerin doğruluğunu destekleyen kanıtlar var mı?

  Farklı bakış açıları olabilir mi?

  Başka bir kişi benzer bir durumda ne düşünürdü?

  Kendinizi daha iyi hissettiğiniz zamanlarda bu olaya nasıl bakardınız?

  Giderek her bir olumsuz düşüncenin daha olumlu bir düşünce ile yer değiştirdiğini farkedeceksiniz.

 

Hayata küsmeyin, ona sahip çıkın

Tedavi görürken, eskisinden iyi olacağınızı aklınızdan çıkarmayın. Doktorunuz sorununuzu çözmek için uğraş verirken, siz bu yolda iyileşmek için umutsuzluğa kapılmadan mücadele vermelisiniz

Kişinin verimliliğini kaybetmesine sebep olan depresyon, bir halk sağlığı problemidir. İnsanlar zaman zaman kendilerini üzüntülü ve mutsuz hisseder. Sevdiğini kaybetmek veya başarılı olamamak üzüntüye yol açar. Ancak bu üzüntülü durumun uzaması ve sebepsiz ortaya çıkması ruh sağlığı problemine dönüşür ve depresyon olarak tanımlanır. İ.Ü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Anabilim Dalı Öğretim görevlisi Prof. Dr. Musa Tosun cevapladı.

 

Birçoğumuzu kıskacı altına alan bu depresyon aslında nedir?

Depresyon, Türkçe’de, ‘ruhsal çöküntü’ olarak tercüme ediliyor. Bir insanın duygu durumunda, mizacında, elem ve keder yönünden artmanın olduğu, karamsarlık, zevk kaybı, bazen suçluluk düşünceleri, gelecekten endişe etme gibi duygularla beliren bir hastalıktır.

 

Depresyon birden bire mi ortaya çıkar? Kişi nasıl depresyon olduğunu anlar?

İnsanlar günlük hayatlarında neşeli, işinde gücünde, herkesle normal ilişkiler kuran, normal hayat sürdüren bir birey iken birden bire bunların aksadığını kendileri de hissedebilir. Bazen de hissedemiyor. Bunun bir rahatsızlık olduğunu bilemiyor. Ancak çevresi bu durumu hissediyor. Çevre, ona diyor ki, ‘Sende bir değişiklik var. Eskiden böyle değildin, çok suskunlaştın, üzüntülüsün, performansın düştü. Sen aslında çok başarılı bir insandın.’ İşte bu durumlar çevrenin dikkatini çekebiliyor. Ama genel olarak kişi de depresyonun farkında olur. Depresyonun zaman zaman sinsi bir şekilde yerleşmesi halinde kişi bunu hastalık değil de, halindeki bir değişiklik, bir huy değişikliği gibi algılayabilir. Bunu zaman zaman bir rahatsızlık olarak kabul etmeyebiliyor. Rahatsızlık olarak kabul ettiğinde zaten doktordan yardım istiyor. Ancak bu durumunu rahatsızlık olarak kabul etmediği zaman, problem çok daha derinleşebiliyor. Çünkü depresyon, zamanında tedavi olmazsa ilerleyebilen bir hastalıktır.

Kişi doktora başvurmadan bu hastalıkla başa çıkamaz mı?

Sadece depresyonda değil, hiçbir rahatsızlıkta bir kişinin kendisine hekimlik yapmasını biz doğru bulmayız. Kişi hasta olmamak ve sağlığını korumak için kendisinin doktoru olmalıdır. “Herkes kendinin doktoru olsun” diye bir söz vardır. Evet, bu hasta olana kadar doğru bir sözdür. Bir kere hasta olduk mu, artık bir doktor bile kendine doktorluk yapmamalıdır. Mutlaka profesyonel bir yardım almalıdır. Çünkü biz ne kendimize doğru dürüst bir teşhis koyabiliriz ne de tedavinin nasıl olacağı hakkında doğru dürüst bir bilgimiz olur. Bizim depresyonlu insanlarda en fazla gördüğümüz şey; ‘benimle uğraşmayın, artık benden ne han olur, ne hamam, insanların üzerinde yüküm, hatta elinizden gelirse beni öldürün, ben de kurtulayım, çevremdeki insanlarda kurtulsun’ şeklindedir. Çok karamsar bir düşünce içerisine girerler. Kişi, umutsuzdur. Dolayısıyla böyle bir kişinin, hem rahatsızlığını hem de o rahatsızlığın ortaya çıkardığı psiko-sosyal ve ekonomik sorunları kendi başına aşması beklenemez. O yüzden mutlaka yardım alması gerekir.

 

Ona siz yardım edin!.. Depresyona tek başına açıklanamaz. Depresyon; çok ağır, başka hiçbir hastalıkta olmayan, ıstırabı olan bir hastalıktır. Ancak bu düşünce bozukluğu tedavi edildiği taktirde geçer

 

Beynimizin içindeki problem…

Depresyon hastalarının yardım istemek için genelde yardıma ihtiyacı vardır. Depresyonun doğası gereği hastalar genelde kendiliğinden yardım istemezler. Hastalar sıklıkla enerji, ilgi ve istek azlığından yakınırlar. Bu nedenle depresyonu olan hastaların aileleri, arkadaşları veya diğer hekimleri tarafından psikologa yönlendirilmeleri gerekir. İntihar düşüncesi varsa acilen psikologa başvurmak gerekir. Halk arasında yaygın olan inanışa göre intihar düşüncesini ifade eden kişiler pek intihar etmezler. Ancak yapılan araştırmalar bu inanışın doğru olmadığını göstermiştir. Bu nedenle bir yakınınız intihar düşüncelerini sık ifade ediyorsa bunu önemseyin ve en yakın zamanda bir uzmana başvurmasına yardımcı olun. Depresyona yakalanmak sizin tercihiniz değildir ancak tedavi olup olmamak sizin elinizdedir.

 

Hasta dikkatini toplayamaz

Depresyona girmiş kişilerin duygu durumları da vahimdir. Uzmanlar, bu durumları başlıklar halinde şöyle sıralıyor:

 

HAFIZANIN DURUMU

  Dikkat toparlanamaz,

  Konsantrasyon bozulur

  Unutkanlık başlar

  Yeni şeyler öğrenilemez

  Bu nedenle iş performansı ciddi şekilde düşer

 

DUYGUNUN DURUMU

  Keder, elem, üzüntü, sıkıntı, karamsarlık hissi

  Olağan faaliyetlere karşı ilgisizlik

  Hiç bir şeyin zevk vermemesi, hayatın anlamsız gelmesi

  Ağlama isteği veya ağlama

  Konuşmaya dahi isteksiz olma

  Düşünce içeriğinde değişiklikler olması

VÜCUDUN DURUMU

  Uykusuzluk

  Sık sık uyanma sabahları erken uyanma

  İştahsızlık

  Hareketlerde faaliyetlerde yavaşlama, halsizlik, yorgunluk

Acaba depresyonda mıyım?
Uluslararası Depresyonları Önleme ve Tedavi Komitesi’nin depresyonlu hastaların tanınması amacıyla oluşturduğu teşhis ölçütlerinden yola çıkarak hazırlanan maddelerin 4-5 tanesine evet diyorsanız ‘depresyonda’ olabilirsiniz.  Hayattan eskisi kadar zevk almıyorum, hiçbir şey ilgimi çekmiyor.  Son zamanlarda karamsar, ümitsiz, kötümser düşünüyorum.  Kendimi yorgun, bitkin, halsiz hissediyorum.  Uyku düzenim bozuldu.  İştahım azaldı, kilo kaybettim.  Bedenimde ağrılar, sızılar başladı, göğsüme baskı oluyor, mideme kramplar giriyor.  Hafızam zayıfladı, bir şeyi aklımda tutamıyor, öğrenemiyorum.  Zaman zaman intihar etmek istiyorum.  Kimseyi görmek istemiyorum.

 

 

Depresyona sürükleyen nedenler nelerdir?

Çoğu zaman, kişinin başından bazı olumsuz olaylar geçmiştir. Bir yakınının ölümü, ağır bir hastalık, evlilikle ilgili sorunlar, ayrılık, işsizlik gibi bir çok neden saptanabilir. Bazı kişilerde ise depresyona karşı bir yatkınlık söz konusu. En önemli yatkınlık etkeni kalıtım. Yapılan araştırmalar, depresyon geçiren kişilerin akrabalarında da depresyonun görüldüğünü gösteriyor. Öte yandan, depresyona yatkın kişilerde bazı kişilik özellikleri dikkat çekiyor. Kimseyi incitmemeye, herkesi hoşnut etmeye çalışıyorlar. Bunlar genellikle aşırı duyarlı, titiz, sorumluluk duygusu yüksek kişiler. Sürekli mükemmeli arıyor, ulaştıkları başarıları yetersiz görüyorlar. Onurlarına fazla düşkünler. Öfkelerini genellikle belli etmiyor, sıkıntılarını içlerine atıyorlar. Ayrıca, depresyon ilaçlara ya da bedensel hastalıklara bağlı olarak da ortaya çıkabiliyor. Tansiyon ilaçları ve tüberküloz tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar sayılabilir. Beyin kanamaları ve beyindeki damar tıkanıklıklarından sonra da sıklıkla depresyon ortaya çıkıyor. Depresyona yol açabilen diğer hastalıklar kanser, şeker hastalığı, kalp hastalıkları, ağır kansızlık ve tiroid bezi hastalıkları. Böbrek yetmezliği nedeniyle diyalize giren hastalarda da depresyon sık görülüyor.

 

Oysa her şey normaldi

Stres, hastalığı başlatan tetik olayı olarak rol oynar! Her şey yolunda giderken, ağır stresler geçirmeniz bu hastalığın kapısını aralar; peşinden depresyon gelir

 

Depresyonun türleri var mıdır? Her şey normal giderken insan depresyona girer mi?

Depresyonun türleri var tabii. Bazı depresyon türleri çevredeki streslere karşı bir tepkidir. Biz bunlara reaktif depresyon deriz. Yani, yaşanan bir strese, reaksiyon olarak ortaya çıkan depresyon hali. Şimdi bu tür depresyonlarda; sevilen bir objenin kaybı, bir yakının kaybı, mal kaybı, iflas, bir felakete uğrama veya çok ağır streslerden sonra ortaya çıkan sosyal bozukluğun depresyona dönüşmesi gibi çevresel faktörler vardır. Eskiden endojen diye adlandırdığımız, hiçbir dış sebebe bağlı olmaksızın ortaya çıkabilen hastalık halindeki depresyonlar da vardır. Bu depresyonlar; en iyi hayat şartlarında da ortaya çıkabilir, kötü hayat şartlarında da gerçek şudur: Stres hiç kimseye iyi gelmediği gibi böyle bir depresyon eğilimi olan kimseye de iyi gelmez. Ve bazen o stresler hastalığı başlatan tetik olayı olarak rol oynarlar.

 

Birden bire ortaya çıkan mı yoksa nedeni belli olan depresyon mu daha kolay tedavi ediliyor?

Sebebe bağlı depresyonlar, tabii ki daha hafif bir rahatsızlık sayılabilir. Hatta artık reaktif depresyon sözü pek sınıflama kitaplarında yer almaz. Depresyon vardır. O reaktif dediğimiz, vurgu yaptığımız tarafı, ortadaki bir stresin vurgusudur yahut da ciddi bir problemin vurgusudur. O sadece olayı başlatma açısından önemlidir. Depresyon tek başına açıklanmaz diye kabul edildiği için artık ‘reaktif depresyon teşhisi’ kitaplarda yok. Ama hala pratikte kullanıyoruz. Strese bir tepki olan, çoğu zaman bir stres bozukluğu şeklinde gider ve gerçek bir hastalık da değildir.

 

Depresif belirtilerle, depresyon belirtileri farklı şeyler mi?

Tabii. Şimdi depresyon üç manaya gelir. Birincisi semptom olarak, bir belirti olarak depresyon. İkincisi hastalık olarak depresyon. Üçüncüsü de sendrom olarak depresyon. Sendrom; birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilen rahatsızlıklardır. Ama hastalık olarak depresyonlar mesela melankoli veya iki uçlu duygu durum bozukluğunun depresyon hazırlığı… Bunlar, iç ve dış sebeplerle, başka hiçbir şeyle açıklanmadan kendi kendine ortaya çıkabilen depresyonlardır. Fizyolojik anlamda da depresyon; mesele bir sinir hücresinin depresyona uğraması dediğimiz zaman o sinir hücresinin fonksiyonunu yapamaması manasında kullanırız.

 

Depresyonlu kişinin takıntıları var mıdır?

Her depresyon aynı belirtilerle seyretmez. Bazı depresyonlar sanki bir akıl hastalığıymış gibi seyreder, biz o zaman ona psikotik özellikli depresyon deriz. Birtakım psikoz belirtilerde olduğu bir depresyon deriz. Bu daha çok kişinin kendisini küçük görmesi, suçlu görmesi gibi hezeyanlarla giden depresyondur. Depresyonun en ağır şeklidir. Özellikle kendini kötü görme, suçlu görme, dünyadaki bütün olumsuzluklardan kendini sorumlu tutma gibi ağır depresyonlarda ya da kendisinin çoluğuna çocuğuna yük olduğunu ve kendisinden dolayı insanların eziyet çektiği şeklindeki düşüncelerin hakim olduğu depresyonlar intihar açısından da endeksli olanlardır. Çünkü insanlar hem kendi ıstırabını hem de çevresinde kendisi yüzünden ıstırap çeken insanların problemine çözüm gibi görürler bu intiharı.

 

Mani hali çevreyi etkiler , Tedavi uzun sürüyor mu?

Bazı depresyonlar kendiliğinden bile geçer. İki uçlu hastalığın duygu durum bozukluğunun depresyonu kendiliğinden geçebilir. Hatta o karamsar, çöküntü içinde, isteksiz, zevksiz insan bir sabah canlı neşeli, hareketli, kendini çok güçlü gören, durmadan konuşan, hiç uyumayan bir insan halinde uyanabilir. Bu adeta hastalığının şekil değiştirmesidir. Depresyondan maniye geçmiştir. Eskiden manidepresif denilen, şimdi de iki uçlu hastalık dediğimiz hastalığın depresyonu böyledir. Ama her zaman bu böyle değildir. Bazı hastaların depresyonu bazen bir başlar, tedavi etmezseniz iki üç yıl sürer. Asla maniye geçmez. Ve bu aradaki süreç de çok risklidir.

 

Depresyonlu kişinin manidepresife geçişi iyi midir yani?

Mani, hastalarımızın hoşuna gider. Çünkü kişi mutludur.

 

Mani uzun sürüyor mu?

Yerine göre iki-üç ay yerine göre bir yıl sürebilir.

  DİĞER BÖLÜMLER

 

  1. Bölüm : Biri beni kurtarsın  3. Bölüm : Zafer sizin olacak

 

 

Zafer sizin olacak

Toplumda ne yazık ki, psikolojik rahatsızlıklar kötü damgalanıyor. Ancak, depresyon tedavi edilebilir bir hastalıktır. Doktorunuzla birlikte savaşınız yıllarca sürse de kazanan siz olursunuz

Doktorlar hastayı yılmadan tedavi etmek ister. Neden mi? Çünkü depresyon, iyileşebilir bir hastalıktır. Prof. Dr. Musa Tosun, “Depresyonlarda; birinde beyaz görünen, diğerinde siyah görünür. Hastalık aynıdır. Belirtiler şekil değiştirir” diyor.

 

İlaçlar kilo aldırır mı?

Bir insan depresyona girer hareket etmez, sıkıntısından devamlı tıkıştırır. Burada bir ilaç yok, kişi tabii ki kilo alır. Depresyon ilaçlarıyla siz bu kişiyi tedavi ederseniz kişi yatmayı bırakır, hareketlenir, tıkıştırmayı bırakır, kilo verir. Bir başka hasta vardır, depresyona girdiğinde dünyanın tadı kaçmıştır, yemeklerin tadı kaçmıştır, ağzının tadı yoktur. Sıkıntıdan bir yerde duramaz, devamlı hareket halindedir, yemez, içmez ve zayıflar. Siz bunu tedavi ederseniz artık durmadan hareket etmez, normal yemek yemeye başlar, yediğinden zevk alır ve kilo alır. Yani kilo almak da vermek de kişinin hastalığıyla ilgilidir. İlaçla ilgili değildir. Ama şu bir gerçektir: Bazı ilaçlar iştahı çok açar, hastalarımız iştahımı çok açtı bu ilaç diye bize şikayette bulunur. Biz ona bir diyet tavsiye ederiz. Yalnız depresyon ilaçlarının bazıları yan etki olarak iştah keser. Yani hepsi iştah açmaz. ‘Bağımlılık yapar’ derler. Oysa ki, bu ilaçların yüzde 99′u bağımlılık yapmaz. Psikiyatrik ilaçlar bağımlılık yapmaz.

 

Fobiler depresyona dönüşür mü?

Kişide yanlış algılamalardan biri de korkudur. Bunlar bir depresif süreç başlatabilir. Yoksa fobi, depresyona dönüşmez. Fobi de ayrı bir hastalıktır. Ama fobiden kastımız, birtakım yanlış, gereksiz korkularsa hepsi birikip kişiyi depresyona sokabilir.

 

Tedavi uzun sürebilir

Depresyonlu kişi beslenmesine önem vermiyorsa, vücudundaki bütün fonksiyonlar bozulur. Kemik erimesinden tutun, beslenme yetersizliğine bağlı birçok hastalığı görebilirsiniz. Ölüm bile görebilirsiniz.

 

Siz hastalarınıza neler tavsiye ediyorsunuz?

Biz öncelikle hastanın kendisini damgalamaması gerektiğini söyleyerek işe başlıyoruz. Kişinin psikolojik bir probleminin olması demek, kişinin insan olmaktan çıkması veya toplum dışı varlık olması anlamına gelmez. Hele hele psikolojik rahatsızlıkların hepsinin ‘akıl hastası’ olduğu anlamına da gelmez. Dolayısıyla ruhsal sorunlar, psikolojik problemler çeşit çeşittir. Bunlar da diğer hastalıkların hak ettiği kadar tedaviyi hak ederler. Böyle bir problem olduğunda mutlaka ve çekinmeden hekime gidilmesi tavsiye edilmelidir. Hekim dinleyecektir. Belki sözel belki ilaçla, belki fiziki tedavilerle bir çözüm bulacaktır.

 

Kronik depresyon tekrarlayabilir mi?

Tabii. Kronik depresyon yani tedaviye dirençli depresyonlar uzun süre tedavi gerektirir. Hastaya da, ‘bunlar tedaviye dirençli depresyonlardır’ denilir. Bunları başka şekillerde asla yılmadan, usanmadan tedavi etmek lazım. Çünkü depresyon iyileşebilir bir hastalıktır. Uzun sürmesi önemli değil, mutlaka hasta iyileşir. 10-12 yıl takip ediyorsunuz, ilaç veriyorsunuz. Hasta iyileşiyor. İlacı verecekse doktor verecek. Biz telefonda bile hastamıza, ‘ilacı bırak veya devam et’ demiyoruz. ‘Çok iyiyim bırakabilir miyim’ diyor, ‘gel göreyim’ diyorum. Ya da, ‘hiç iyi değilim, ilacı değiştirebilir miyim’ diyor, ‘hayır’ diyorum.

 

Evli çiftler tedaviye birlikte gitmeli

Evli çiftlere ne öneriyorsunuz?

Eğer çiftlerin başka bir problemi yoksa evlilik terapisi depresyon terapisiyle birlikte olmaz. Ancak ortada bir depresyona bağlı bir durum varsa, işte o zaman işler değişir. Kişi, ‘benim kocamın veya karımın huyu değişti, tembelleşti, bana saygı göstermiyor, beni sevmiyor, benden de ayrı yatıyor, ilgi de göstermiyor’ şeklinde düşünüyorsa, ‘ne oldu’ diyerek bir doktorla görüşmelidir. Çünkü bu bir depresyonsa, kolay tedavi edilebilir. Sorunları bitecektir. ‘Bende şu belirtiler var, bende de bu hastalık var’ deniliyor. ‘ben evli çiftlere sentez yapın, analiz yapın, neyin olduğuna bakmayın, neyin olmadığını da göreceksiniz’ diyorum.

Çocuğunuzu çok iyi gözlemleyin

Çocuklarda da depresyon görünüyor mu?

Büyüklerde ne seyirlerde oluyorsa, çocuklarda da aynı belirtiler görülür. Çocuk çok konuşkan ve hareketliyken suskun bir hale gelebiliyor. Dersini yapamıyor. Başarısız oluyor. Hep somurtuyor. Uyuyamıyor. Çok sinirli olabiliyor. Arkadaşlarıyla irtibatını kesiyor, içe kapanıyor. Tabii tek bir depresyonda olmaz bunlar. Çocukluk sorunları hep iç içedir. Birbirine çok karışır. Çocukta böyle bir değişiklik hissettiği zaman anne baba çocuğunu mutlaka doktora götürmelidir. Bebeklik çağı depresyonunda teşhisi koymak doktor için bile zordur. O araya otizm girebilir.

 

HEMEN DOKTORA

Bu arada araya başka rahatsızlıklar girebilir, zeka sorunlarıyla ilgili olabilir. Dolayısıyla çocukta doğuştan itibaren büyüme süreci içinde beklenenin dışında bir durum varsa, gelişme beklendiği gibi seyretmiyorsa, konuşma öğrenilemiyorsa, yürüme gecikiyorsa, beslenme tarzları farklılaşmışsa ailenin hemen bir doktorla görüşmesi lazım. Kendileri teşhis için karar vermemelidir. Çünkü, biz hep iyiyi düşünürüz, çocuklarda kötüyü düşünemeyiz, iyiye yorarız değişiklikleri. Oyun çağından sonra özellikle çocukluk çağında depresyon daha kolay fark edilebilir. Bu durum anne baba ve çevre tarafından da fark edilebilir. Çocuk psikolojisi günümüzde ayrı bir ana bilim dalı oldu. Bu yüzden ailelerin çocuklarını bu konuda uzman doktorlara götürmeleri daha faydalıdır.

Katlanmak zorunda değiliz

Depresyon geçiren birine nasıl davranmamız gerekiyor?

İki şeyi birbirinden ayırmamız gerek. Kişi ayrıdır, hastalığı ayrıdır. Yani, ‘bir kişiyi incitmeyelim’ diyerek, hastalığı ihmal ediyoruz. Ya da hastalığa katlanıyoruz. Hayır, ne kişinin kendisi ne de çevresi, hastalığa katlanmak zorunda değildir. Hastalık geçmelidir. Dolayısıyla onları önce tedaviye yönlendireceğiz. Nazikçe diyeceğiz ki, ‘sende bu bu haller var. Belki farkında değilsin ama bunlar bir rahatsızlık belirtisi olabilir. Ve doktorlar bunu çok kolay çözüyorlar. Hatta şöyle bir doktorum var. Ben de gitmiştim. İyi geldi sen de git’ Bize bu şekilde birçok hasta gelir.

 

Depresyon tedavi edilmezse şizofreni ya da paranoyağa dönüşür mü?

Hayır. Aslında depresyon ve mani ayrı hastalıklar değil. İki uçlu hastalık, aynı hastalığın iki farklı görünümüdür. Bazı depresyonlarda şizofreni belirtileri ve paranoyak belirtileri bulunur. Bu düşünce bozuklukları tedavide geçer.

 

Diğer makalelerimiz

Buradaki makalenin üstüne bir de “EVLİLİKTE ÖĞRENECEKLERİMİZ – I (41.sahifede) ve EVLİLİKTE ÖĞRENECEKLERİMİZ – II” (43. SAHİFEDE) adlı makalelerimizi okumanızı öneririz.  bu makaleler biraz uzundur fakat arzu ettiğiniz ve ihtiyacınız olan bölümü okuyabilirsiniz ve psikolojik tavır düzeltmelerinizi buradan sağlayabilirsiniz.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

REFERANDUMUN SOSYOLOJİK KRİTİĞİ

Sevgili Okuyucular,

Ülkemiz bir halk oylaması yaşadı. Sonucu ne olursa olsun demokratik davranış olarak övgüye değer bulunmalı.

Demokrasilerde evet’ler de, hayır’lar da saygıdeğerdir.

Konuyu bizde siyaset sosyolojisi açısından değerlendirmek istedik. Siyasal mezunu olmamız bize bu görevi verir diye düşünürüz. Bizim ilmi ve akli çözümler üreterek topluma sunmamız beklenmeli ve öyle de kabul görmeli. Fikirlerimiz şüphesiz tek doğrular kümesi değildir. Tartışılabilir. Bunu zenginlik sayarız.

Bizler bir ideolojinin tarafı olamayız. Her ideolojiye eşit durmak, ilim ve aklı öne çıkarmak, fikri hürriyeti getirir ve temeline adaleti oturtur. Bu ise topluma güven verir ve onu iyi ve makul noktasında etkiler. İyi, yararlanılabilirliği getirir; makul ise toplumsal uzlaşıyı davet eder. Bütün bunlar ise toplumun barış ve huzuru demektir ki, istenen de budur.

Sağduyunun engelleri

İnsan sağduyuyu, at izinin it izine karışmadığı, aklı selimi ifsat eden şeylerin olamadığı hür ortamlarda yakalar. Darbeler ve kırıcı siyaset sağduyuyu yok eden unsurlar olarak bilinir. Bunlar değer yargısı hatta dayatma içerirler ve hür iradeyi yok ederler. Bu girdabtan taraf olanlar, bir aidiyeti (parti, tarikat, cemaat, hatta ırk ve kabile aidiyetleri de buna dahildir) olanlar kolay kolay kurtulamazlar. Aidiyet ve aşırı sevgi, aklı selimi yok eder ve kişiyi esir alır, toplumsal güdülemeye sokar. (Balıkların öndekini izleyerek daha büyük kütle oluşturmaları, ya da koyunların bir engelden önce atlamayıp sonra biri bir şekilde atladıktan sonra arka arkaya düşünmeden taklit ederek atlaması aynı anlamı çağrıştırır. Hatta polis bunu bilir ve toplumdan ziyade “ilk kim vurun dedi” diye onu araştırır, kayıtları inceler ve araştırıp o lideri bulur, yakalar. Peygamberlerin çobanlık yapmaları boşuna değildir. Onlar orada koyun sürüsünün hareketlerini ve davranış kalıplarını öğrenip, oradan hareketle insanları yönetmeye gönderilmişlerdir.)

Yukarıda sayılan bağlılık, aidiyet, üyelik, fikir üretimini ve sağduyuyu azaltır. Sonuçta bunun adı taraflarca birlik, beraberlik ve sadakat yaldızlı sözleriyle anılır, uymayanlar da ihanetle suçlanırlar. ( Bu referandumda CHP de on kişiden üçünün –yolda giden kararsızlardan oy almış fakat kendi tabanından da ikna edemediği bunda demokratik gelişme var diyerek içeriği tartışan bir kesim olmuştur.- MHP de on kişiden birinin ihanet ettiği söylenebilir – onların savları demokratikleşmeden ziyade 12 eylülün intikamı ve bunun bir muhafazakarların projesi olduğundan hareketle dini motifli destek bilincidir) Bu noktada bütün toplum o birliği yönlendiren fikir ve karar mercilerine kalır ve bu kişiler ve fikirleri putlaşır, asla sorgulanmazlar. Askeri bir sorgusuz itaate dönüşür.

Halbuki demokrasilerde bireysel kararlar daha önemlidir. Bakın psikolojide bir otorite sayılabilecek Doğan Cüceloğlu, sizin için araştırdığımız İnsan ve Davranışı adlı eserinde ne diyor. “Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” “Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı) İşte asıl beklenen körü körüne itaat değil, sorgulamalı içerik biçimli davranış biçimidir. Ferdi karar ve davranış uygulayarak itaat ve ihanet edenlerle ilgili yukarıda doğru ya da yanlış bir oran verdik.

Karar mercilerinin kararlarının psikolojik tabanı

Bunu örneğimize indirgersek; bu sefer sorulacak olan soru şudur. CHP’nin karar ve kanaat önderleri neden özgürlüklere karşı bir tavır almışlardır ve seçmeni ve tarafsız kabul edilebilecek yoldaki adam, toplu ve bireysel olarak ne yapmışlardır.

Önce kararın gerekçelerinin demokratik katılım ve sosyolojik davranışlar yönünden eleştirisini yapmağa çalışalım. CHP’nin üzerinde durduğu temel iki madde vardı. Bunlar HSYK ve AYM’nin yapısı ile ilgili siyasallaşma iddialarıydı. Bu kararı öncelikle partili olmayan ancak aynı ideolojiyi benimseyen eski ve mevcut başkanlar veriyordu. Siyaset de aynı şeyi dillendiriyordu. Burada siyasallaşma iddiaları temelde parlementoya bir güvensizlik iddiasıdır ki bu, temelini, rejimle, parlemento yapısının farklı olmasının yarattığı itişmeden gelen güvensizlikten alır. Dolayısıyla bu durum normaldir ve örgüt çıkarlarının ülke çıkarlarının önüne geçtiği tipik örgütsel davranış kalıbıyla izah edilebilir. İşte bu ona duygusal bir nitelik verir ve savını zayıflatır.

Halbuki demokrasilerde parlementolar, “demokratik meşruiyetin” oluştuğu ve halkın kararının, tercihinin oluştuğu, şekillendiği yerlerdir. Bu yüzden parlementoyu ve kararını küçümsemek demokratik değil, fakat totaliter bir davranış olarak karşımıza çıkar.  gayretine

İkinci olarak “mukayeseli hukuk” denen bir şey vardır. Bu, ben bir şey yapıyorum ama başkaları nasıl yapmış acaba? Deyip benzer örneklerden yola çıkarak ortalama bir karar vermek demektir. Şüphesiz sizden eski ve tecrübeli demokrasiler de bulunmaktadır. Bünyenizle kıyaslayarak uygun olanı seçebilirsiniz. İngilizlerin bir deyişi var: “all thing in moderation, moderation in all thing”  her şeyde ortalama, ortalama her şeyde. Böyle bir “rehber söz” insanın başını ağrıtmaz.

İşte bu iki hukuki neden, sosyolojik olarak açıklanabilecek, akraba ve çıkar ilişkisine dayalı soyut davranışların önüne geçer. Bunun aksi şuna benziyor. Bir hakimin, ortada kanun maddesi dururken, gelenek ya da örfle karar vermesine benziyor.

Bu iki hukuki neden “kuvvetler ayrılığı” ile birlikte algılanmayınca “hakimler ve savcılar oligarşisi” olarak algılandı. İşte Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı da budur ve değişikliği iptal etmemiştir. Aslında bu bile bir yerindelik denetimidir fakat sözünü ettiğimiz iki neden sonucu böyle belirlemiştir. Bunlar hukuki ve akli nedenlerdir ve bundan geriye duygusal nedenler kalmaktadır.

Özet olarak söylemek gerekirse; CHP bu karşı çıkışıyla, rejimin “uyanık bekçi”sini yerinde tutma gayretine girmiş olmakta ve 1940’ların düşüncesine sahip çıkmak onu statükocu tanımlamasına sokmaktadır.

Burada sorulacak ikinci soru, rejimin artık savunulabilir olup olmadığı, ve taraftar sayısının yeterliliğinin sorgulanmasıdır. Rejimin temellerini neler oluşturmaktadır ve bunların çağdaşlık, demokrasinin ülkede ulaştığı seviye, bünyeye uyum sorunları, kültür anlaşmazlıkları, nufüs yapısı, coğrafi yapı, bireysel hürriyetler, iktisadi rekabet ve büyüme ve tabanında bulunması gereken istihdam-eğitim ilişkileri yönünden, duygusallıktan uzak olarak irdelenmesi gerekir.

Her rejim kendi taraftarlarına belli ölçüde şartlandırma yoluyla duygusal bir bağ oluşturmaya çalışır ve taraftarlar yoluyla kendini garantiye alır. İtiraz edenleri

Bu hadis bir sosyolojik mucizedir. Sahihtir ve tevatüren gelmiştir.

Danışmaya önem veren Cenab-ı Hak’da, danışmanın, aklı selim, bilgi ve tecrübe ile doğruya giden yol olduğunu belirtmektedir ve ayetlerle emretmektedir.sunmamız beklenmeli ve

Ayetlerde emredilen size bir haber geldiğinde onun aslını araştırın emri ve akletmez misiniz?

Fikretmez misiniz? Emirleri hep, insanı araştırmaya, okumaya, sormaya ve kararı ona göre vermeye yönlendirmektedir. Bu yönüyle bakıldığında bir seçmenin önüne sunulan şeyin içeriğine göre karar vermesi gerektiği söylenebilir. Yapılan da bu olmuştur.

Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır.(Doğan Cüceloğlu)

Bu proje muhafazakarların “sıktı artık” projesidir ve tabanda da kabul görmüştür, bireysel hürriyetlerin yolunu açmıştır.

Krallar gitti, kurallar geldi.

Tartışmasız bir farkla %58 evet, ülkeyi ve muhafazakar kesimi rahatlatmıştır. Diğer kesimlerin de bu sonuca saygı duymak görevi olduğu kadar, hükümetin ürkek kesime de güvence vermesi, onları da kucaklaması bir gerekliliktir.

Totaliterlik, özgür bireyin gelişmesini de, ekonominin gelişmesini de engelleyen bir yapıdır.

Halbuki hukukumuz, otoriter ve devlet merkezli bir anlayıştan, hürriyetçi ve birey merkezli bir anlayışa göre gelişiyor.

Yeni  Anayasanın yolu açılmıştır. CHP bu da bizim önerimiz demeli ve bir şeyler ortaya koymalı. İstemezük siyaseti tutmaz.

Çerçeve anayasası herkesi kuşatabilir. Kimlik tanımı şart değil.

Halkı halka rağmen biçimlendirmek yanlış olduğu gibi, halka rağmen demokratikleşme de yanlış olabilir. Anayasa değiştirerek halk değişmez. Anayasanın kültür, inanç, sanat karşılığı yoksa, hayal kırıklığı olur. Ancak toplum ileri akıyor. Demokratikleşme kültürü artıyor. İyi olan bu.

Ülkeyi sevmek adına ülkeyi bölenler ve kötülük edenler

Bahçeli, hakaret yarışında en ölçüsüz örnekti. Fakat bu tavır seçmenden cevap bulmadı. Oylarında erime devam etti. Kaleleri düştü. Sağduyulu taban, yanlış politikaya itibar etmedi. Ötekileştirme anlayışı, AKP düşmanlığı, dar alanda projesiz, küfür ve hain suçlamasıyla herkesi dışlayıp hayal aleminde muz cumhuriyeti oluşturma fikri, sağduyu kalkanına çarptı ve parçalandı. MHP evet derseniz ülke bölünür diyor ve oy kaybediyorsa MHP düşünmeli.

“Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı)

Bahçeli ya bırakmalı, ya da şapkayı önüne koyup politikalarını gözden geçirmeli. İşin aslı ülkeyi onlar bölüyorlar. Belki açılımla olmuyor, fakat açılımsız da olmuyor. PKK üzerinden Kürt Milliyetçiliğini keskinleştiriyorlar, onları ayrıştırıyorlar.

İslam’da milliyetçilik yasaktır. Bu partinin kuruluşu bir kere İslam’a aykırı. Aslında rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu bu partiye İslami bir yön vermek istedi, fakat buna gizli güçler müsade etmedi ve onu şutladı. O da malüm BBP’yi kurdu. Fakat onun da danesi olmadı.

İnsan en çok kötülüğü, sevmek adına yapar.

Hz. İsa’yı sevenler onu ilahlaştırıp yeryüzünden uzaklaştırdılar ve kuralları kendileri belirlemeye kalktılar. Kendileri Rabb oldular (helali haramı onlar belirlediği için) ve halk da İsa’nın oğul olarak Allah’a ortakçı çıkması nedeniyle şirke düştü. Felaket…Yandı gitti gülüm keten helva.

Askerlerde de öyle. Harbokullarında, Harbakedemilerinde ve kısmen diğer Askeri Okullarda öyle yetiştiriliyorlar ki, bu adeta bir şartlandırma. Söylenen şu:“ülkenizi öyle sevmelisiniz ki, halk adına da en iyiyi siz düşünmelisiniz. Halk cahildir. Onu yönlendirmek ve yönetmek de sizin göreviniz. O doğruyu bulamaz. Sen şöylesin, sen böylesin v.s.” İşte verilen bu gaz, ona daha sokakta yürürken halkı aşağılatıyor. Ayrı lojmanlar, ayrı yaşam, toplumdan tecrit olma, temas yok ve sonucunda yaşadığı gibi düşünmeye başlıyor ve topluma hizmet edeceğine, toplumdan kopuyor, efendiliğe soyunuyor.

İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesindeki Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ülkeyi koruma ve kollama yetkisi vererek darbelere hukuki zemin hazırladığı iddia edilen maddenin ortadan kaldırılmasının pek fazla bir önemi yok. Önemli olan askerin topluma nasıl baktığıdır. Darbeler gerekçe aramazlar, arar görünürler. Irak, hangi haklı gerekçeyle işgal edildi? Bu işgal; Yahudilerin Amerika’yı, eşeğin deveyi çekmesine, ya da ayının burnundaki halkayla çekmesine benziyordu. Menderesin neyi vardı? Sayısız başarıları yanında, karşılamaya gelen olmayınca “ben bu ülkeyi assubaylarla da idare ederim” demesi mi ağırlarına gitmişti? Hangi hatası fahişti? Onun oylarına çarıklıların, sarıklıların, ağzı kokanların oyları demişlerdi! 12 Mart’ta ne olmuştu? 80’de nasıl bir günde işler yoluna giriyordu da daha önce bunlar neden yapılmıyordu? Şartlar olgunlaşsın diye daha kaç kişinin ölmesi gerekti? Ya 28 Şubat? Siyasal’ın %39’u İmam Hatipli gençlerden oluşmuştu. Bu kadar Müslümanlık fazlaydı! Laiklik mi elden gidiyordu? Yoksa Müslümanlar mı sorundu? Üzüm mü, bağcı mı? 27 Nisan ise e-darbeye Allah’ın bir müdahalesiydi. Onca kalpleri tebdil eden oydu. Beklenen başka, sonuç ise daha başkaydı.

Önemli olan zihniyeti değiştirmektir. Askeri, halka hizmet noktasında eğitmek ve hürriyete, tek doğrunun kendi düşündüğü olmadığına inandırmaktır. Herkesin iyi niyetli olduğunun bilinmesi, ancak önerilerinin farklı olduğu gerçeğinin kabul edilerek, çoğunluğun tercihinin hayat hakkı bulunduğuna inanılmasıdır. Bunlar birer erdemdir. Zihniyetler demokratik olmalıdır. Demokrasi erdemlilerin yönetimidir. Erdem: Çobanın oyunun da eşit olduğunu kabul edebilmektir. Herkes bu millete efendilik yapmaya kalkıyor! Halbuki İslam hizmetkarlığı emreder.

Yönetici halka hizmet edendir.”(hadis) Bu hadisi sınavda 100 kişiye çaktırmadan sorduk. Herkes bir şeyler yazdı. Bir kişi cevap verdi: “Bu ilahi bir iştir. Günümüzde yönetici halkın efendisidir!”

Tarihte her rejim, dayatmasını da beraberinde getirmiş, kabul etmeyeni mahvetmiştir. Halbuki İslam, en güçlü olduğu bir zaman diliminde inanmayanın hukukunu bile yazılı metne bağlamıştır. (Medine Sözleşmesi- ilk yazılı ilk anayasa- yakında yayınlayacağız).

İngiltere’de bir hakim, köylünün dökülen samanları toplamasına yardım etmiştir. Bu farkedilmiş ve görevden atılmıştır. Mesleğin putlaşması. Aynı zihniyet. Halbuki İslam Allah dışında her şeyi hizmet ve yardıma yönlendirmiştir. Ne meslek, ne de kişiler, asla putlaşamazlar. Aşağıda Halid Bin Velid’le ilgili örneği okuyacaksınız.  

Cumhuriyetin Temelleri ve Eskiyen Sloganları

Sen Türk’üm dersen o da Kürdüm diyor. “Ne Mutlu Türküm Diyene” edebiyatı ülkeyi sıktı. Ulusalcı anlayış, belki azınlıklardan çok çeken Osmanlı’nın hem istemediği, hem istediği çelişkili bir anlayıştı. Cumhuriyeti kuranları anlar gibi, hem oluyorum, hem olmuyorum. Cumhuriyet azınlıklardan göçler yoluyla kurtulmuş, fakat ırk temeli daha o yıllarda Kürtlerle çatışmıştı. Halbuki temeller din tabanına otursaydı pek ala birlik beraberlik sağlanabilirdi. Bugün dahi buna ihtiyaç had safhada. İslam barış dinidir. Girdiği her yere barış getirir insanları makulleştirir, uysallaştırır, itaate sevkeder. Irkçılığı kabul etmez, reddeder. İslam kardeşliğini getirir ve toplumsal empatiye yol açar. Huzur gelir. İslam, İslam olmayanların da haklarını kabul eder ve onlara da din ve vicdan hürriyeti tanır. Saldırmadığı sürece serbest bırakır.(bk. Medine Sözleşmesi)

Aynı dönemi paylaşan, Pakistan’lı kanaat önderi, şair, alim, Muhammed İkbal, Atatürk’ten, Cumhuriyetin kuruluşunu tamamladıktan sonra İslami bir hamle yapmasını beklediğini yazar. Fakat o yapmadı. O Batı’ya hayrandı. Belki tümden ortadan kaldıramadı, fakat çerçeve çizdi, kuşattı, laik devlet düzeninde Diyaneti kurdu ve kontrol için içeri aldı, ezanı Türkçe okuttu, 3 defa Takriri Sukün Kanunu çıkardı, İstiklal Mahkemelerinde 3000 kişi hüküm giydi, İran’da kravat, Türkiye’de şapka kıymete bindi, İskilipli Atıf Hoca, 1936’da bir konuşmasında “Allah’ı insan yarattı” dedi (Taha Akyol) Kürtler ve Dersim olayı.. Diğer taraftan Kuran’ı tefsir ettirdi.(Elmalılı Hamdi Yazır), kuruluşta askeri başarıları şüphesiz oldu. Halkı öz kimliği yerine, hayranı olduğu Batı kültürüne yöneltti, sonrakiler de kraldan çok kralcı olunca, bugün kişiliksiz arabesk bir toplum ortaya çıktı. Kısaca artılar da var, eksiler de. Yorum size kalmış…

Aynı kültür farklılaşmasını, Mao Çin’e yapmak istedi. Fakat sağlam kültür, havzalarda yaşandı ve bozulmadı, karşı koydu. O kültür bugün kapitalizmin artılarıyla, nüfusu da birleştirince, ortaya yeni bir süper güç çıktı.

İşin aslı, bu hayran olma politikası, Osmanlı’da  II Seim’e kadar dayanır. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ile devam eder. Jön Türkler öğrenci hareketi, beraberinde, o zamanda geçerli olan pozitif (dini kabul etmeyen- 5 duyuya dayanan ve deney merkezli) bilim felsefesini de getirdi. Aslında ilim için gönderilmişlerdi, fakat kimisi şair, kimisi edebiyatçı olmuş ve Fransa’nın kültür hayranları olarak dönmüşler ve memleketi de öyle yapmak için uğraşa girişmişlerdir. Bugün bile Maliye’de ve diğer bir çok Bakanlıkta gezi- görgü artırmak için dil bilmeden (PTT Pijama Terlik Televizyon) Avrupa’ya üst kademe cahil bürokratlar gönderilmektedir? = Git, hayran ol gel. O kadar. Batı hayranı bürokrat yetiştirme. İttihat ve Terakki zihniyeti hiç değişmedi.

İlim, İslam ve Kültürü Birleştirenler ve Yabancılığı Dayatanlar 

Hint Müslümanları 18 yüzyılda İngiliz’lerle ilk olarak onlar muhatab oldukları için Batı’yı onlar daha iyi tanıyorlardı. Onun olumsuz taraflarına, özellikle kültür işgaline karşı çıkmışlardı. Muhammed Abduh, Cemalettin Afgani, Süleyman Nezdi (Asrı Saadet yazarı) ve Muhammed İkbal bunlardandı. Üniversitede okutulan metedoloji yönünden olumlu taraflar da yok değildi. Hilafette bir görev değişikliği olduğu zaman, aydınlanmayı (İslam’ın Ronesansını) onlar hep İstanbul’dan beklemişlerdi. Toplumun yaşayışı çok bozulmuştu ve Müslümanlar birlik içinde değildi. Muhammed İkbal, zamanın değerleriyle geçmişi sorgulayarak, aklı ve bilimi birleştirerek, İslam ile kültürün sentezini yapanlardandı. Aynı şeyi Atatürk’ten bekledi, fakat hayal kırıklığına uğradı. Atatürk, Mehmet Akif ve Muahmmed Hamdi Yazır gibi bir sentez yapamadı. Cumhuriyeti kuran askeri bürokrasi idi ve geçmiş hakkındaki bilgisizlik, kötü niyetlerle de birleşince, dindar rakiplerin de elimine olmasıyla, yalnızca kötüye çizgi çekilmesi gerekirken, iyi kötü her şeye çizgi çekildi ve toplumun değerlerine aykırı bir çok şeyi topluma dayattı. Bugün çekilen sıkıntıların temelinde bunlar var.

Türk Dil Kurumu’nun yaptığı en önemli şey, Türkçeleşmek adına dili halkın kaldıramayacağı bir hızla değiştirerek dede-baba-torun arasına kültür aktarımının engelini koymak oldu. Çünkü İslam kültürünü yok etmek için bu aktarım önlenmeliydi. Bugün ben Namık Kemali, Şinasi’yi anlayamıyorum. Fuzuliyi, Şeyh Galib’i hiç anlayamıyorum. Nutku bile anlamak mümkün değil. En yakından Said-i Nursi’de anlaşılmıyor. Yazık. Geçmişsiz toplum olur mu?

Sultan Vahdettin’in de çok “güven hataları” var. 3 güven hatasından söz edilir. İngilizlere güvenmesi (halbuki İngilizler, Osmanlı’nın korunması gerektiği siyasetini değiştirmişlerdi) Gerçi o, danışman olarak onu Avrupa’ya götüren ve işgalin içinde Mustafa Kemal’i epey bir altın lira ile Samsun’a gönderen de o idi.

Söylemler Değişmeli 

Cumhuriyetin söylemleri değişmeli artık. Tek tip insan oluşturma, katsayılarla toplum mühendisliği oluşturma, tek tip eğitim geride kalmalı. Bu anayasa değişikliği kısmen de olsa buna imkan tanıyor sayılabilir. %58,  “yeni bir anayasaya izin verdim” anlamına da gelmelidir.

Daha özgürlükçü  bir anayasadan kimse korkmamalıdır. Militan anlamlı laik zihniyet, toplumun Müslüman muhafazakar kesimini dışlamış, eziyet etmiş, hor görmüş, köşeye sıkıştırmış ve onu bu yanlış politikayla sonunda keskinleştirmiştir. O da onun üstüne atlamıştır. İyi de olmuştur. Çünkü bu olumsuzluklar yeni tedbirlere dayanak teşkil etmiştir. Bu değişiklik projesi muhafazakar kesimin küçük bir çağdaşlık projesidir ve sağduyu sahibi diğer kesimlerin de onayını almıştır. Oran, meşruiyet için fevkalade yeterlidir. Tartışma kabul etmez.

Karl Marks’da “mutlak adalet” fikri ile yola çıktı, fakat “haset” temelinde fıtratın içine etti ve milyonları hem bu dünyada hem ahirette perişan etti. Laiklik adına insanları dininden etmek de benzer bir anlam taşır. Laiklik dinsizlik değil, sadece din ve devlet işinin ayrışmasıdır. Bu yüzden ferdi hürriyetlerin gelişmesi, din ve vicdan hürriyetinin de temel bulup serpilmesine yol açar. Karşı çıkışın temelinde de dine muhalefet vardır aslında. İnsan inancıyla bir bütündür. Onu doyasıya yaşamak ister. Buna izin veren yumuşak bir anlayış verim alır ve mutlu eder, toplumsal barış böylece herkese hakkını vermekle ve değerlerine hürmet etmekle sağlanır. Sopa ve dayatma bir yere kadar. Artık seçim, aklı selimin yeşerdiği yerdir ve herkese haddini tartışmasız bir farkla bildirmiştir.      

Çoğunluğun tercihi hayat bulmalıdır.

Herkes iyi niyetli. Fakat ülke için önerdiği fikirler ayrıdır. Siyasi partiler niye var? Hain kavgası için değil, fikirlerin tartışması ve sağduyunun ve çoğunluğun (doğru demiyorum, tercih diyorum) tercih ederek, seçerek uygulama hakkı kazanması ile ilgilidir. Çoğunluğun bu tercihine saygı duyulmalıdır. Demokratik mertlik bunu gerektirir. Mutlu azınlığın sağduyuyu ifsat eden darbe uygulamaları artık son bulmuştur.

CHP siyasi önceliklerini anlatan bir bildiriyle çıksaydı iyi olurdu = Statükocu kutuplaşma ortak akıl üretmez. Sakinleşmek, itidal ve sağduyuya ihtiyaç varken, günlük, şahsileştirilmiş kısır politika kabul görmedi. Sadece fakir mağdur edebiyatı da yeterli görülmedi. Halk vizyon istiyor, sorunlara akılcı çözüm istiyor, proje ve ciddi öneri istiyor, ve değerlerimle çatışma, hürmet et diyor. Sandık “bana rağmen”in yeri değil diyor. Gene de oylarını %26’lara çıkarması başarı sayılmalı. Solun bandı genelde %20 ve sağın oranı %80 dir. Bunu sadece 70 ‘li yıllarda %42 ile Ecevit aşabilmişti. Anlaşılan yalnızca mağdur edebiyatı da tutmuyor. Projeniz olacak, sorun çözen dinamikleriniz olacak ve halkın değerlerine uygun politikalar geliştireceksiniz. Halkla mücadele etmeyeceksiniz. Bu iş bir gönül işi, rızası yoksa oy da yok. Rahmetli Özal’a karşı askerlerin siyasi parti perişanlığını hatırlayın!     

İtirazların eleştirisi

İthal ikameci ekonomi ile zenginleşmiş Cumhuriyet burjuvazisi, değişime hep ihtiyatla bakmış ve askeri müdahaleleri önce teşvik etmiş sonra da timsahın gözyaşları ile karşılamıştı. Laikliği çağdaşlık için yeterli sayıyorlardı.

Muhafazakarlar ise sezgisel bir tutumla küreselleşmeye ve demokrasiye yönelerek çağa tutunmuş, ancak “biat kültürü ve dışlayıcılık” temel konularda mutabakatı engelliyordu.

Yargı hem tarafsız hem bağımsız olduğu zaman adil olur.

HSKY ile Anayasa Mahkemesi’nin yapısındaki değişiklik, mukayeseli hukuk ele alınırsa, başka ülkelerde de benzer uygulamaların bulunmasıyla bir anlam kazanıyordu. Bu olmayınca, kuvvetler ayrılığı prensibi, hakim ve savcılar oligarşisi gibi düşünülüyor. “kuvvetler ayrılığı” kavramı ile “demokratik meşruiyet” birlikte düşünülmeli. Anayasa mahkemesinin onayı bu anlama gelir. Bunu yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi yerindelik denetimi yapmadı. Yasamanın yetkesine saygı göstermiş ve AYM ve HSYK ile ilgili değişikliği iptal etmemiştir.

Yargı ve ideoloji. Neyin doğru, neyin yanlış olacağına mahkemeler değil, siyasi partiler karar vermelidir.

Bir yargıç, özelleştirmeye ve kamulaştırmaya, taraftar veya karşı olamaz. Sadece usulsüzlük ve yetkisizlik yönünden bakabilir.

Raymont Aron: Devrim geçiren ülkeler gibi kuruluşta devrimin ideolojisine göre yargı endokrine olmuştur. Siyasi hürriyetler ve özelleştirmelerde de devletçi zihniyet hakim olmuştur. 27 Mayıstan sonra da iyice taraflı olmuştur.

Yargıdaki “uyanık bekçi” zihniyeti adalet ve güven vermiyor.

BDP demokratik özerklik istiyor.

Totaliter proje. PKK totaliterizmine karşı Sivil Toplum Kuruluşları’nın cesur ve demokratik duruşu, demokrasinin sosyolojik tabanını genişletebilirdi ancak korku dağları bekledi ve katılımın %30’lar seviyesinde kalması, kabile baskısını çağrıştırdı.

Öcalan’ın; “demokratik özerkliğin ekonomik programı” dediği, girişimci sınıf düşmanı Stalinist kafa.

PKK, siyasi totalitarizm ve totaliter bir kumanda ekonomisi kurmak istiyor = Demokratik özerklik?

CHP, Kürt sorununda cesaret verebilir. Ancak ulusal üniter yapı içinde çözmek ister?

Bu anayasa değişikliğinden en çok istifade edebilecek olanlar da onlardı. Hükümetin elinin güçlenmesi, açılımın da onaylandığı anlamına gelir. Fakat totaliter zihniyet, anarşiden nemalanmaktadır ve halk da aklı selim yerine biraz korku, biraz itaat, biraz isteyerek uymayla sonuçlar aşağılara düşmüştür. Bir hadisi şerife göre “seven sevdiği ile beraberdir” Kişi kime tabi olursa ahirette onunla haşrolur. Müslüman olup Marksist Leninist’leri izlemek… Bu nasıl iş..Bunları onlara anlatmak gerekiyor.  

Aslında Kürt kardeşlerimizin (İslam kardeşliği) bu komünist zihniyeti tasvib ettiklerini hiç sanmıyorum. Onlar İslami olmayan bir örgütü nasıl haklarının temsilcisi sayarlar? Fakat kahrolası ırkçılık ve gelenekler, gene de dinin önüne geçiyor. İslam ise ırkçılığı kesinlikle reddeder. Bu yüzden birlik güvencesi, yine İslam’ın oralarda yaygınlaşmasındadır. Kısmen cemaatler çocukları dersaneye çekerek, namaz kıldırarak, öğüt vererek başkaldırıdan gençleri uzaklaştırmaktadırlar. Devlet duygusal davranacağı yerde, akıllı olmalı ve bu kozu kullanmalıdır. Sivil Toplum Kuruluşları ve Müslüman halk, PKK’nin karşısına ayrı bir rakip örgüt oluşturmalı ve Kürtlerin Haklarını bu kanaldan aramalıdır. Irak’ta Kürtlerin İslami bir yapılanması vardı aslında. Fakat Amerika müsade etmedi ve  onları da bombaladı. Yani sorun halklar değil, İslam! Halklar projelere karşı çıkmıyorlar, çünkü menfaatleri var ve kullanılmaya da müsaitler. Fakat İslam karşı çıkacak, kendini sömürtmeyecek çünkü…Haçlı Seferlerinin sona erdiğini kim söyledi. Bitmeyen kin…

BEKLENMEDİK SONUÇLAR

Sosyal bilimler alanında sarıldığınız sebepler her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir.

İslam’a Göre Sonucu Allah belirler

İslam’da tevekkül de, sebebe sarılıp sonuca karışmamak anlamındadır. İşin içine inşallah diyerek Allah’ın rızası veya iradesi alınmalı ve istenen sonucun elde edilmesi için dua edilmelidir. Birisinin ben doğru sebebe sarılırsam doğru sonuçları da alırım demesi küfürdür ve Allah’ın iradesini inkar anlamına gelir. Bunun felsefedeki karşılığı determinizm’dir. “sebeblerin sonuçları doğurduğu” ilkesidir. İslam bunu reddeder. Allah’ın iradesinin aranmayacağı hiç bir şey yoktur. Siz dilersiniz, Allah da (rızası olsun olmasın) dilerse, o fiili yaratır. Hz. Yusuf a.s. hapisten çıkan arkadaşına “efendinin yanında beni de an” demiş ancak inşallah dememiştir. Şeytan da ona, onu unutturmuş ve yedi sene daha hapiste kalmıştır.

İslam’da sebepler vardır ve sünnetullah (Allah’ın sünneti, uygulaması, kanunu) olarak adlandırılır. Bu dünya sebebler dünyasıdır. Ancak sebeplerin beklenen veya beklenmeyen etki göstermesi Allah’ın dilemesi iledir. Yani sebeplerin oluşturulması, sebeplerin harekete geçirilmesi ve sonuç üzerinde şu ya da bu şekilde etkide bulunması Allah’ın dilemesi iledir. Öyle ki, müteşabih olan şu ayeti dahi dikkatinize sunmak isterim. “Allah dilemedikçe sizler dileyemezsiniz”(Küvviret son ayet) Kaza ve kaderde şahsi sorumluluğunuzu bilin yeter. Tartışmak zarar getirir ve yasaklanmıştır. Bu yüzden, “La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah” deyin geçin…

Sebep ve sonuçlar ve İbni Haldün

İbn Haldun, 1332-1406 yılları arasında Endülüs’te yaşamış bir İslam bilginidir.

Özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir. Ünlü eseri Mukaddimedir.

İbn Haldun tüm krallıkların da tıpkı canlı organizmalar gibi doğum, gelişme, duraklama ve ölüm evreleri olduğunu söyler.

İbni Haldün yukarıda sözü edilen toplumların yaşayışı ile ilgili olarak yaptığı tesbitlerin, iklim, coğrafya, kültürel etkiler, ırk ve benzeri nedenlere dayandığını, bunları tesbit ederken Allah’ın bunların nedenlerini kendisine gösterdiğini ifade ederek, kitabının başında besmele çeker ve şükreder.

Gelgelelim Siyasal’da hoca geçinen birisi, İbni Haldün üzerine bir kitap yazar ve onu, vardığı sonuçları belli sebeplere dayandırmasından dolayı materyalist felsefenin (determinizmin) babası sayar. (İslam’da sebepler vardır ve sünnetullah olarak adlandırılır. Ancak sebeplerin beklenen veya beklenmeyen etki göstermesi Allah’ın dilemesi iledir. Olayları yalnızca sebep sonuç ilişkisi ile açıklamak şirktir) Ve bu kitap ders kitabı olarak okutuldu ve biz de bundan sınav olduk. Son derece Müslüman bir alimi, bilim adına ideolojik bakışla kafir göstermek! Akıllara ziyan…

Beklenmeyen etkiler ve Karl Popper

Bilim felsefecisi Karl Popper, geleceği göremiyeceğimizi ve bu yüzden geleceği planlamanın mümkün olmadığını anlatır. Hayatta “niyet edilmemiş sonuçlar “(unintended consequences) çok daha fazladır, gelişmeler planlandığı gibi sonuçlanmaz. Bu yüzden komplo teorileri de, totaliter projeler de gerçeklikten uzaktır. “Niyet etmedikleri sonuçlar”la karşılaşırlar. Özellikle fiziki ilimlerin dışında, insani alanda, sonuçlar, sebepler tarafından öngörüldüğü şekilde sonuçlanmayabilirler. Öngörünün tutması istisnaidir.

Bu yüzden komplo teorileri; gizli güç, esrarengiz savaşlar hafiyeliği doğuruyor. “Kimin bu işten menfaati var. O halde o yapmıştır” mantığı; sebep – sonuç – menfaat bağlamında sağlam bir korelasyon oluşturmadığından, insanları yanlış sonuçlara ve haksız suçlamalara götürüyor. Örneğin Baykal olayında; sonuçtan Kılıçdaroğlu istifade etti. Bu mantığa göre, bu işe de Kılıçdaroğlu yapmış olmalı. Bu çok yanlış bir düşünme tekiniği…

Halbuki sorun analizi ve sorun çözme mantığı ile yaklaşılmalı.

Bu yüzden mahkemelik bir olayı, hukuki ölçülerle, sosyal ve siyasi bir mesele, sosyoloji ve siyaset bilimiyle, disipliniyle birlikte düşünmek gerekir. Bilgili bir Müslümanın da inanç bağlamında söyleyeceği şeyler de olacaktır elbette: Vahyin analiz yöntemi, araştırmak, danışmak ve inanç ile yoğurmak. Hem çözecek, hem ders alacak hem kişisel sorumluluğu belirleyecek, arkasından tevekkül ve teslimiyetle rahatlayacaktır.!

Özelleştirme

1937 de İngiltere ile 16 milyon sterlin tutarında kredi anlaşması yapılmasını “memleketimizin mali itibarının başarılı bir göstergesi” olarak niteleyen Atatürk, bu konuşmanın arkasından “Kaç milyonerimiz var ki” diyerek hayıflanıyordu.

Menderesin “her mahallede bir milyoner” ideali de aynı özlemdir.

Her ikisinde de paylaşarak ve harcayarak büyüme yerine, haksız sermaye birikimiyle zengin oluşturmak fikri. İslam’la hiç ilgisi olmayan şeyler.

94’te Telekom’un T’sinin özelleşmesine dava açan Mümtaz Soysal ve Necmettin Erbakan, “bu özelleşme, sömürgeleşmeyi kabul anlamına gelir” diyordu. Telekom 33 milyar dolara özelleştirilirken, 27 milyar dolar dış borç vardı.

Diğer taraftan 200 milyon dolara giden Tekeli alan firma 6 ay sonra 900 milyon dolara sattı?

Tüpraşın satışı iptal edilmeden önce 650’ye gitmişti. Sonra 4,5 milyar dolara gitti.?

Bunlar idarenin hataları. Tümden kontrolsüz kalması da yanlış fakat mahkemeler de 1940’ların kafası. Arada kaldık. Artık idareye büyük sorumluluk düşüyor. Özel danışman firmalardan neden yararlanmıyorlar? Piyasa ve sektör araştırması neden yaptırmıyorlar? Rekabet Kurumu yeni bir rol üstlenebilir.  Sayıştay’ın bir türlü çıkmayan yerindelik denetimi de devreye girmeli bize göre. İdareye birisi saçın bozulmuş, şunu düzelt demeli.. 

Yargı, özelleştirmede “Kamu yararı yoktur” kararı veremez. Rekabetten, ekonomiden, bilançodan, sektör özelliklerinden, finanstan anlamayan, yaşlanmış hukukçuların, sadece genel hukuk bilgisiyle böylesine önemli ekonomik ve stratejik kararları vermesi beklenemez. İdarenin hızına ayak da uyduramaz. Kaldı ki, kararlardaki ideolojik yaklaşım, son derece yanlıştır. Artık dünyada devletçilik bitmiştir. Bunlar birer tortudur.

Anayasa mahkemesi bile keskin devletçilik yapıldığı yıllarda “Anayasamız Liberal ekonomiye müsaittir” kararı verebilmiştir.

Şanlı ordu hamaseti

Şanlı Ordu hamasetiyle sorunların üzerinde durulmuyor.

Ordu yıpranmasın mantığı için sorunların üstü örtülmeli mi? Yoksa ortaya çıkarılıp düzeltilmeli mi? Temizlik daima şanı yüceltir. İlahi yasalar bile, tabiatta kötüyü, zayıfı, hastalıklıyı temizlemeye yöneliktir. Bununla nesiller korunur ve hayat sağlıklılarla devam eder. Örgütlerde de öyledir. Örneğin rüşvet yiyen birini nasıl hala tutarsınız. Suçu ispatlanınca şutlanması gerekir. Ancak soruşturmanın selameti açısından da geçici olarak görevden uzaklaştırmalısınız. Aslında bu arada 657’nin baştan sona incelenmesi ve koruma kalkanının da kaldırılması gerekir. Bu yasa, “Bürokratik Cumhuriyet”in tipik yasasıdır ve bireysel hürriyetler ve devletin hizmete yönlendirilmesi yönünden, hatta diğer bütün yasalarla birlikte yeniden ele alınmalıdır.

Osmanlı’da Alman Generali Golç Paşa 1909 yılında disiplinin çok bozuk olduğunu bunu düzeltmek için en az üç dört yıla ihtiyaç olduğunu söylüyordu. Ahmet İzzet Paşa da aynı görüşteydi. Hatta 1912 Balkan Harbi çıktığında Başkomutan Nazım Paşa, bir haftada Sofya’ya gireceğini düşünürken, Bulgar Ordusu iki haftada Çatalca’ya dayanmıştı. İsmet Paşa bunu disiplin, sevk ve idare zafiyeti olarak adlandırır.

Balyoz semineri için, K.K.K. Org. Aytaç Yalman’ın “iç tehdit konusuna girmeyin” emrine rağmen Org. Çetin Doğan bu emri dinlemez ve irticai kalkışma konulu seminer yapmıştır (Hürriyet 9-10 Ağustos)

Org. Hilmi Özkök’ü kuşatma çalışması, Sarıkız, Ayışığı yapılanmaları disiplinsizlik değil mi? Bütün bunlar ideolojik düşünceden ve davranışlardan kaynaklanıyor.

Bütün cuntalarda ideolojik radikalizm vardır. Kuvvet kullanarak toplum mühendisliği yapmak, toplumu zorla kalıba sokmak ve bir şeylerin toplumdaki köklerini kazımak. Balyoz’daki  “halka karşı acımasız davranmalıyız” sözü her şeyi açıklıyor. Orduyu profesyonel hale getirip, eğitim ve disiplini ideolojinin üstüne çıkararak, orduyu  siyasi, sosyal ve kültürel sorunlardan uzaklaştırmak gerekiyor.

Nöbet tutulacak = tut.

Kararı siyaset verir, asker uygular

Kuran’da Saba Melikesi Belkıs, komutanlarına savaş kararı verilip verilmemesini sorar. “Siz ne düşünüyorsunuz?” Der. Onlar cevap verir. “Biz anlamayız. Sen kararını ver ve sadece bize emret!” Buradan bile askerin siyasetten anlamayacağı gibi savaş kararını bile veremeyeceği anlaşılmaktadır. Rahmetli Özal, savaş kararını vermişti, fakat “hazırlanamadık” ve “ayak direme” yüzünden asker emre uyacağı yerde askerin muhalefetiyle karşılaştı. Sadece itiraz edeni şutlayabildi. Fakat amaçlar da gerçekleşmedi. Gizli güçler de etkili olmuş olabilir şüphesiz. Bugün Arz-ı Mevud (Fırat Dicle havalisi) tehlike altında.

Henry C. Link şöyle diyor: “Kendini yetersiz gören insan tereddüt içinde beklerken, hata yapmaktan korkmayan girişimci insan, daha üstün hale gelir”

Savunma hattını evimizin bahçesine kurmak zorunda kalacağız!..

Meslek Şovenizmi ve İslam’ın Cevabı

Önceki yıllarda genel nüfus sayımı için gittiğimiz bir evde, bir binbaşı, doktor olmasına rağmen kağıda meslek olarak binbaşı yazılmasını istiyordu. Biz; “sizin fiilen yaptığınız iş doktorluktur, elinize silah değil bisturi alıyorsunuz” dedikse de kabul ettiremedik. Ve şöyle yazdık “mesleği asker”. Bu, mesleğin, kibarcası aşırı sevilmesi anlamına geliyordu.

Buna benzer fakat farklı bir örnek de İslam coğrafyasından. Hz. Ömer zamanında “Halid Bin Velid olmadan fetih yapılamaz” diye yaygın bir kanaat oluşur. Bunu duyan Hz. Ömer, hemen Halid Bin Velid’i görevden alır ve yerine bilgili fakat kölelikten gelme bir insan olan Ubeyde Bin Zeyd’i atar. Onu da onun yanına er olarak verir. Savaşa gidilmiş ve fetih yine gerçekleştirilmiştir…

Ne kişinin, ne de mesleğin putlaşması, asla İslam’da yoktur. Her şey bir şey için, yani hizmet içindir. Tek mabut Allah’tır.

İdeolojik tavır orduyu yıpratıyor. Harp okullarında şartlandırma yapılıyor. Liseden sınıf arkadaşım olan ve generalliğe terfi etmiş olan bir arkadaşım, dinde reform yapılmalı diyordu. Kendisine Kuran ve sünnetin yerinde durduğunu ve ilahi olduğunu, buna insan müdahalesinin uygun olmayacağını, yapılacaksa dinin doğru anlatılıp, toplumdaki yanlış olan hurefaların kaldırılmasının uygun olacağını söyleyince  çok bozulmuştu…

Cumhuriyet mitingleri ile  yüksek yargının ilginç kararlarıyla siyasi mücadele yaşandı. İrtica.org ile, asker psikolojik harekat yürüttü. Bu politizasyonu bu ülke kaldırabilir mi?

Türkiye, askeri ve siyasi vesayetten yeni bir toplumsal sözleşme ile çıktı denilebilir.  Dindar- Muhafazakâr kitle ile, solcu ve milliyetçilikten gelme liberal aydınlar yeni bir anayasa talebini öne çıkarıyorlardı. Şimdi artık bir gereklilik halini aldı denilebilir.

Hayır’ın gerekçeleri farklı olsa da;

Ak Partiyi zayıflatma adına özgürlüklerin gelişmesini engellemek istemiş ve sivil bir anayasa önerileri de zaten yoktu. Bakalım yeni anayasa  çalışmasında da istemezuk diyecekler mi?

Ancak, biraz ilmi siyaset de gerekli. Bu son değişikliklerden ürken, bunun nasıl uygulanacağı konusunda tereddütleri olan bir kesim de var. Bunlar ihmal edilmemeli ve onlara güvenceler de verilmeli.

SONUÇ

Demokrasilerde evet’ler de, hayır’lar da saygıdeğerdir.

Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu)

Krallar gitti, kurallar geldi.

Hukukumuz, otoriter ve devlet merkezli bir anlayıştan, hürriyetçi ve birey merkezli bir anlayışa göre gelişiyor.

Yeni  Anayasanın yolu açılmıştır. 

Çerçeve anayasası herkesi kuşatabilir. Kimlik tanımı şart değil.

Toplum ileri akıyor. Demokratikleşme kültürü artıyor. İyi olan bu.

Ancak, darbeler kural tanımazlar. Şimdi sindiler. Başka bir yerden çıkmayacağını kimse garanti edemez. Zihniyet değişmedi çünkü..Asıl onunla mücadele etmek gerek!

Bu halk, her şeye itaat eden padişah kullarıdır. Önüne torba geldi de fikri sorulunca doğruyu söyledi. Hangi darbede “bi dakka, siz ne yapıyorsunuz bakim” deyip darbecilerin üstüne yürüdü? Ah güvendiğim dağlar?

Rahmetli Ecevit’in krizinde, işleri kesat gidince esnaf midesi için yürümedi mi?

Bunlar 5 vakit namazını Cuma ve bayram namazı gibi kılmayınca hakkı üstün tutamaz. Ramazan bitti namaz da bitti. Yahudiler öyle söylüyor. “Şimdi sizden korkmuyoruz” diyorlar.

Umutla : SOSYAL SİZOFRENİDEN, TOPLUMSAL EMPATİYE (GEÇİYORUZ)  (Nevzat Tarhan)

Fikri sorulursa :ÜMMETİM YANLIŞTA BİRLEŞMEZ   -Hz. Muhammed -

YA SORULMAZSA?

Sahip çıkabilecek mi?

İşte İslam’ın ve Demokrasinin ortak çizgisi bu. Referandum balıktı, bu ise balık tutmak!

Kolay gelsin..

yukarıdaki yazı bir kopyalama hatası nedeniyle eksik çıktı. kemal kılıçdaroğlunun: darbe olursa tankın önüne önce dururum sözünün kritiğini yapıyotduk. bu söz bize nasreddin hoca ve timurun fillerini hatırlatıyor. kemal bey arkasında kimsenin olmadığını görünce biraz daha darbe yapsaydınız demek zorunda kalabilir. bu halk hangi darbede “bi dakka, siz ne yapıyorsunuz bakim” dedi ki. halk genelde sağduyusunu ifsat eden darbelerden sonra demokratik katılımla bir şeyler yapmak istemiştir. bu bilinci ilk olarak menderesin ezici bir çoğunlukla kazandığı 50 li yıllardaki seçimde öğrenmiştir. bu bilinç siyasi hayatımızdaki demokratik katılımın temelini oluşturmuştur. şüphesiz bu bir erdemdir ve iyidir. işte bu düzelme dolayısıyla darbeler arka arkaya gelmiştir. çünkü rejimle halk sürekli çatışma halindedir. üzerine giydirilen deli gömleğini reddetmektedir. atatürkün bir sözü var: benim yaptığım şeyler zaten halkın istediği şeylerdi” diyor. bu sözü söylediği yıllar savaştan hemen sonraki yıllara tekabul eder. cumhuriyeti ilan ederken önce perşembeye tekabul eden 22 nisanı seçmiş ancak daha sonra cuma günü diye 23 nisana almıştır. sarıklılarla çıktığı yolda ilk fırsatta onları ve kendi gibi düşünmeyen arkadaşları tasfiye etmiştir. o demokrat bir lider değildi. kafasındaki modeli daha rahat uygulamak için kuvvetler ayrılığını değil kuvvetler birliğini savunuyordu. onun kişiliği de despot bir kişilikti. kardeşine bile kendi emirlerine uyması için neler yapmıştı(Taha Akyol). işte liderin iyi anlaşılması onun yaptıklarını da az çok izah eder. sonuçta onun despotizmi, tek liderlik sınırsız yetkisi batı hayranlığı ile birleşince bir kültür dayatmasına dönüşmüştür. işte bu günkü darbeler bu dayatmanın halkı yeniden yola getirme operasyonlarıdır. şimdilik kazanan taraf demokrasiden en çok yararlanacak olan halk olmuştur. umarız devamı gelir.

 


[1] Bu deyim Prof. Dr. Nevzat Tarhan hocanındır. Biz de ilginç bulup katıldık. O bu sloganı sadece önceden yazdığı kitabına başlık yapmış, fakat biz buraya alıp, yakıştırdık. Gerçekten bu toplum sosyal bir  şizofreni yaşıyordu. Doğru veya yanlış bir çözüm buldu. Sosyolojik olarak bizi ilgilendiren şey, çözümle ilgili dinamiklerin canlı olması ve çözüm üretebiliyor olmasıdır. Kimin kazandığı tarafları ilgilendirir. Bu bizim açımızdan çok önemli değildir. Sonuçta ülke kazanmıştır.

[2]  İki tembel bir odada karşı karşıya masalarında otururlarmış. Bir gün demişler ki, bugün bir iş yapalım. Ne yapalım? En iyisi sen oradan buraya gel, ben buradan oraya geçeyim demişler. Ve yer değiştirdikten sonra demişler ki: yahu şuna bak, neredeydiiiik nereye geldik?. Şaka sanmayın. Yalan mı? Kalktık bir oy atıp geldik, neler değiştiiii neler? İşte bu kılıcın yapamadığını, kalemin yapması gibidir. Demokrasilerde seçmen hatırının sayıldığını ve gücünü burada hisseder. Bu gücün farkındalığı, katılımı artıran en önemli sosyolojik olgudur.

Demokrasi deneyiminin ilk farkındalık deneyi Menderes’in büyük farkla kazandığı ellili yıllardaki genel seçimlerdir. Buna çarıklıların, sarıklıların, ağzı kokanların oyları denilerek aşağılanmışsa da seçmen, oyla bir şeylerin değiştiğini görmüştür. İşte bu bilinç uzun yıllar demokratik katılımın temelini oluşturmuştur. Ancak arka arkaya gelen darbeler bir süre sağduyuyu ifsat etmişse de halk bu bilinci kaybetmemiştir. Bunu halkın politize olması olarak yorumlayanlar da olabilir şüphesiz. Fakat bunun nedenini giyilen dar ayakkabı ya da elbisede aramak gerekir. Bu konuyu tekrar açacağız.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

TÜREV PİYASALARI-VADELİ İŞLEM PİYASALARI

Değeri başka bir finansal varlığın veya malın değerine doğrudan bağlı olan finansal araçlar türev araç olarak adlandırılmaktadır. Türev araçlar, dayanak varlığın sahipliğinin el değiştirmesine gerek olmaksızın, bu varlıkla ilgili hak ve yükümlülüklerin ticaretine imkan sağlar. Türev araçlar, riskten korunma veya getirisi değişken (örneğin değişken faizli tahvil) olan araçların getirisi sabit olan araçlarla (örneğin sabit faizli tahvil) değiştirilmesi amacıyla kullanılabilir.[1]

Türev piyasaları kavramı, forward, futures, options ve swap işlemlerinin tamamını içermektedir. Bu tür işlemler vadeli işlemlerdir. Vadeli işlemlerin ortak özelliği, ilerideki bir tarihte teslimatı yapılmak üzere herhangi bir malın veya finanssal aracın, bugünden alım satımının yapılmasıdır.

Vadeli işlem piyasalarının temelini oluşturan futures işlemleri borsalarda işlem görmekte bunun sonucu olarak da, vade, sözleşme büyüklüğü, alınacak teminatlar, fiyat adımları, işlem kriterleri, ilgili borsalar tarafından belirlenmektedir.

Forward işlemleri ise organize borsalarda yapılmayan, dolayısıyla, fiyat, vade, miktar gibi unsurların standart olmayıp tarafların karşılıklı anlaşmasıyla belirlenen vadeli işlemlerdir.

Opsiyon sözleşmeleri çoğunlukla organize borsalarda işlem gören fiyat, miktar, vade açısından standartlaştırılmış sözleşmelerdir.

Swap ise iki tarafın belirli bir zaman diliminde ödemelerinin karşılıklı olarak değişiminde anlaştıkları bir finanssal işlemdir.

Türev ürünleri gelişmiş finanssal sistemlerin önemli araçlarındandır. Bunun temel nedenleri;

  1. Vadeli işlemler bir korunma aracı olarak kullanılabilirler. Spot piyasada alınan pozisyonlara, gelecekteki fiyat hareketlerinin belirsizliğinden korunma imkanı sağlar.
  2. Piyasa etkinliğini arttırırlar. Türev piyasaları finanssal piyasalarda dolaşan para için alternatif yatırım olanakları sunarak, hem paranın piyasalardaki dolaşım hızının artmasına, hem de piyasaya gelen bilgilerin fiyatlara daha hızlı yansımasına yol açar.
  3. Türev piyasalarda işlem spot piyasalara göre genelde daha düşüktür, dolayısıyla yatırımcıların maliyeti daha azdır.
  4. Türevsel piyasalar, spot piyasanın daha likit olmasını sağlar. Gelecekte oluşabilecek olumsuz fiyat hareketlerine karşı korunma imkanı olan piyasalarda, spot piyasada işlem gören mal veya kıymetlere olan yatırımcı ilgisi de artmaktadır.
  5. 5.        Az sermaye ile pozisyon almak mümkündür. Türevsel ürünlerin işlemleri sırasında ödenen para sözleşmeye konu olan varlığın piyasa fiyatının önemli ölçüde altındadır. Dolayısıyla piyasa bilgisi olan, ancak sermayesi az olduğu için yeterince pozisyon alamayan veya kredili alım satım yapmak zorunda kalan yatırımcılara da küçük miktarda paralarla büyük pozisyonlar alma imkanı verir. Kazanç çok fazla olabileceği gibi, kayıp da bazen kontrata giriş tutarına bazen de çok yüksek tutarlara ulaşabilir.[2]

Hızlı bir değişimin yaşandığı günümüzde türev (derivatives) piyasaları, finans piyasalarının gelişmişlik seviyesini artırarak, ekonomide kaynakların daha etkin dağılımı ve kullanımına katkıda bulunmak, gelişmiş uluslararası piyasalarda yer almak ve bu piyasalara entegre olmak gibi amaçların gerçekleştirilmesinde önemli işlevler üstlenmektedir.

Dünya borsacılığının günümüzde ulaştığı düzey uzun süren tarihsel bir gelişimin sonucudur. Bu süreç, ilk aşamada spot işlemlere, ara aşamada forward işlemlere daha sonra vadeli işlem ve optionslara dayalı vadeli kontrat piyasalarına dönüşüm şeklinde birbirini tamamlayan üçlü bir yapı içerisinde gerçekleşmiştir.

Vadeli ürün işlemleri ve bu işlemlerin yapıldığı piyasaların ortaya çıkması oldukça eskilere dayanmaktadır. İlk futures işlemi 1679 yılında Japonya’da kaydedilmiştir. Bu dönemde daha çok kişisel işlemler olarak kalan bu tür işlemler için ilk piyasa sayılabilecek örgütlenme 1730 yılında Osaka’da kurulan Dojima Pirinç Ticaret Borsası’dır. Günümüzde bilinen anlamda modern vadeli işlem borsalarının oluşumu 1840’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşmiştir. Bu dönemde Chicago gerek ulaşım altyapısı gerek çevre eyaletler için bir pazar konumunda olması dolayısıyla tüccarların buluştukları bir merkez haline gelmiştir. Ancak pazarda zaman zaman oluşan arz-talep dengesizliği üreticileri ve tüccarları zor durumda bırakmıştır. Bu dengesizliğin önlenmesi amacıyla 1848 yılında Chicago Board of Trade (CBOT) olarak bilinen tahıl borsası kurularak pazar örgütlü bir yapıya kavuşturulmuştur. Daha sonra değişik ürünlerin de piyasalarda işlem görmeye başlamasıyla 1919 yılında Chicago Merchantile Exchange (CME) olarak kurulan borsa bir kurum geleneğiyle günümüze kadar gelmiştir.

Vadeli işlem piyasalarında yapılan işlemler 100 yıllık bir süre içinde tarım ve sanayi ürünlerinin konu olduğu mala dayalı işlemler şeklinde devam etmiştir. Ancak uluslararası ticarette 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meydana gelen önemli gelişmeler karşısında finansman teknikleri yetersiz kalmış, piyasalarda oluşan tıkanmaların aşılması amacıyla vadeli işlem piyasalarında faiz, döviz, borsa endeksi, devlet tahvili ve hazine bonosu üzerine de vadeli işlem kontratları yazılmaya başlanmıştır. Vadeli işlem piyasaları 1980’li yıllardan itibaren faiz, döviz ve endeks enstrümanlarının da işlem gördüğü, trilyon dolarların çok kısa bir süre zarfında el değiştirdiği ve borsaların birleşerek 24 saat boyunca işlem yapabildikleri piyasalar haline gelmiştir.[3]

20. yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle 1980’lerden sonra adından sıkça söz ettiren forward ve futures işlemlerin tanımlamaları birbirlerinden tamamen ayrı olmasa da gerek doğuşu, gerekse günümüzdeki uygulama şekli itibariyle ayrı başlıklar altında tanımlamayı gerektirmektedirler. Tanımlamada tarihsel gelişim esas alınarak, öncelikle forward daha sonra futures sözleşmelerden bahsedilecektir.[4]

Türev araçları hangi amaçlarla kullanılabilir?

Türev araçları  korunma, spekülasyon ve arbitraj amacıyla alıp satabilirsiniz.

Korunma amaçlı işlemler, mevcut veya gelecekte oluşabilecek risklerin Borsadaki sözleşmeleri kullanarak azaltılması veya giderilmesidir.

Spekülasyon (diğer adıyla yatırım) amaçlı işlemlerde, yatırımcı  sözleşmeleri fiyat hareketlerinden kar elde etmek amacıyla risk almak suretiyle alıp satar.

Arbitraj işlemleri, her hangi bir risk alınmaksızın, fiyat veya faiz hadlerinde oluşan dengesizliklerden faydalanmak suretiyle farklı sözleşmelerin ve işlemlerin eşanlı olarak yapılması suretiyle her türlü şartta belirli bir karın garanti edildiği işlemlerdir.

 FORWARD SÖZLEŞMELER

 

Forward işlemler tanımı gereği, standardizasyon olmadığı, tarafların sözleşme yaparken her türlü serbestliğe sahip oldukları işlemlerdir. Tarafların sözleşme yapmaları gereken sınırlı bir fiziksel mekan söz konusu olmadığı gibi, sözleşmelerin alım-satımı için de bir mekanizma ya da organizasyon mevcut değildir. Forward işelmlerde teslimi garanti eden herhangi bir kurum ya da kuruluş da yoktur. Bu yapısı itibariyle forward sözleşmeler, mevcut ticari hukuk mekanizması içinde yapılabilen, mekanizmanın sağlıklı işleyişi tarafların karşılıklı güvenine ve hazırlanan sözleşmenin mevcut ticari yasalarla uymuna dayanan işlemler olmaktadır. [5]

Diğer bir deyişle, bir emtia’nın gelecekte belli bir süre sonra teslim koşuluyla alım veya satımı için bugünden yapılan sözleşmelere vadeli işlem (forward transactions) denir.

İşlemin özelliği emtia alım veya satım sözleşmesinin bugünden yapılması, teslim ve karşılığı olan ödemenin ise anlaşmada kararlaştırılan bir fiyattan, ilerideki bir tarihte gerçekleştirilmesidir. Sözleşmenin yapıldığı ilk aşamada ilke olarak bir ödemede bulunulmaz. Forward genelde kur riskine karşı korunma (hedging) veya spekülasyon için kullanılır.

Future piyasaların oldukça yaygınlaştığı ve mala dayalı işlemlerin, gerek istenilen güvenceyi vermesi ve gerekse malların standadizasyonu gibi kolaylıklar sağlaması sebebiyle daha çok future piysalarda yapıldığı bu zamanda, forward işlemler yoğun olarak döviz, tahvil, faiz oranı gibi standart mallar üzarine ve finansal yapısı güçlü, karşılıklı birbirlerini tanıyan kurumlar olan bankalar ile bunların büyük müşterileri arasında yapılmaktadır. Ayrıca, ülkelerarası borçlanma ve farklı ülke bankaları rasındaki kredi işlemlerinde de sınırlı sayıda da olsa forward işlem yapılmaktadır.

Forward işlemlerde, taraflardan herhangi birisinin sözleşmeye uymaması ve iflası halinde karşı tarafın zararını karşılayabilecek herhangi bir mekanizmanın bulunmaması, özellikle spekülatif amaçlardan uzak, riskini minimize etmek isteyen üreticilerin bu işlemlere soğuk bakmasına sebep olmakta ve forward işlem yapmak isteyen bir taraf, karşı tarafı bulmakta oldukça güçlük çekmektedir. Bu durum, hem forward işlemlerin yapıldığı mal çeşidini sınırlamakta, hem de toplam forward işlem hacminin düşük düzeylerde kalmasına sebep olmaktadır. Forward işlemlerin organize bir yapıya sahip olmamasının doğurduğu bir başka sonuç da, tarafların süresi dolmadan yükümlülüklerini yerine getirerek anlaşmadan kurtulma imkanının az olmasıdır. İkinci el piyasalarının mevcut olmaması ve devrinin hemen hemen imkansızlığı, tarafların sözleşmeyi feshedebilmek için; ya başlangıçta sözleşmeye ilgili madde koymak zorunluluğunu ya da  karşı tarafı ikna etmek yükümlülüğünü getirmektedir. Sayılan bütün bu sebepler dolayısıyladır ki, forward işlemler bütün dünyada hem tür hem de hacim olarak sınırlı kalmakta ve yerlerini hızla future piyasalara bırakmaktadırlar.[6]

 

 Forward işlemlerinin döviz piyasasındaki işlevi

Vadeli işlemler döviz piyasasında faaliyet gösteren bankalarla müşteriler arasında yapılır. Bu işlemlere gerek duyulmasının nedeni, döviz kurlarıyla ilgili gelecekteki belirsizliktir.

Eğer döviz kurlarındaki ortaya çıkan değişmeler bugünden tam olarak bilinseydi, vadeli işlemlere de gerek olmayabilirdi. Vadeli işlemlerden yararlanan ithalatçı, ihracatçı veya dış mali yatırımcı gibi gelecekte döviz cinsinden bir ödeme yaparak veya bir gelir elde edecek kimselerdir.

Fiyatlar önceden karşılaştırıldığından vadeli sözleşmeler söz konusu işlemleri öngörülen süre içinde kur değişmesi riskine karşı korurlar. Vadeli sözleşmelerde vade, uygulanacak döviz kuru, döviz miktarı, ödeme ve teslimle ilgili yer, banka hesap numarası, isim gibi bilgiler yer alır. Vadeli işlemlere uygulanan kurlara vadeli döviz kuru (forward exchange rates) adı verilir.

 

 

Örnek

24 haziran 2003 tarihinde dolar’ın TL’ye karşı kuru bir forward kontratına göre 1,700,000 TL olarak görülmektedir. Sizin 24 haziran 2003 tarihli kur beklentinize göre kontrata girip girmeme konusundaki tutumunuz ne olacaktır. Araştırmalara göre;

Doların spot fiyatı 25 nisan 2003 tarihinde 1,550,000 TL’dir.

25 nisan 2003 tarihinde USD yıllık mevduat faizi %5

25 nisan 2003 tarihinde TL yıllık mevduat faizi %5

Bu verilere göre forward fiyat;

                                                          1+(((TL faizi/100)xvadeye kalan gün sayısı) / 360)) xspot fiyat

forward fiyat =

                                                           1+(((us faizi/100)xvadeye kalan gün sayısı) / 360))

                                                           1+(((82/100) x 60) / 360)) x 1,550,000

forward fiyat =

                                                           1+(((5/100) x 60) / 360))

                                                           1.136 x 1,550,000

forward fiyat =

                                                           1.0069

Forward fiyat = 1,750,000 TL

Forward piyasasında 1,700,000 TL’ye satılan 24 haziran 2003 tarihli kontrat hesaplamanıza göre 1,750,000 TL olarak bulundu. Kazanç sağlamak için  24 haziran 2003 tarihli forward kontratına alım amaçlı girmekte yarar vardır.[7]

FİYATLANDIRMA

Forward işlemin taraflarının, hedge etmek istedikleri risklerin başında fiyat riski gelir. Piyasadaki fiyat dalgalanmaları, gerek alıcı ve gerekse satıcı açısından kaçınmak istedikleri önemli bir risktir. Spekülatörler açısından ise fiyat dalgalanmaları, bir risk unsuru olmakla birlikte aynı zamanda kazancın da kaynağıdır.

Forward sözleşmlerde taraflar fiyat tespiti esnasında, sözleşmenin yerine getirilmesinin garantisi olacak şekilde, birbirlerinden karşılıklı veya bir taraf diğerinden teminat talep edebilir. Ancak teminat konusu, tarafların isteğine ve karşılıklı güvenine dayalıdır. Eğer taraflar birbirine tamamen güveniyorsa teminat söz konusu olmayabilir. Teminatın alınması halinde ise fiyat tespitinde teminatlar da devreye girer. Eğer satıcı alıcıya teminat vermişse, vermiş olduğu teminatın, belirlenen faiz oranı ile söz konusu sürenin çarpımı kadar bir faiz gelirinden mahrum kalacağı için, malın forward fiyatına, bu faiz kazancından birim mala düşen tutar kadar ilave yapacaktır. Eğer satıcı, alıcıdan teminat almışsa, bu tutarı forward fiyattan düşecektir.

FORWARD SÖZLEŞMENİN TARAFLARA SAĞLADIĞI AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARI

  Forward sözleşmeler, öncelikle risklerini minimum kılmak isteyen hedgerlere bu amaçları doğrultusunda hizmet etmektedir. Bu sözleşmelerde satıcı tarafında bulunan taraf, satmak istediği malı veya hizmeti ileri bir tarihte satmayı garanti altına almakla birlikte, satıcıyı en önemli risk sayılan fiyat dalgalanmalarının fiyat riskinden korumaktadır.

Alıcı pozisyonunda bulunan taraf ise, ileri bir tarihte ihtiyacı olan mal ve hizmeti, fiyat riskine karşı korunmuş bir şekilde satın alabilme garantisini elde etmektedir. Bu özelliğiyle forward sözleşmeler alıcı ve satıcı açısından gelecekteki belirsizlikleri ortadan kaldırmakta ve taraflara geleceğe yönelik rsayonel planlar yapma imkanı tanımaktadır.

Forward işlemlerin saydığımız avantajlarının yanısıra birtakım dezavantajları da vardır. Öncelikle, forward sözleşme yapmak, bu sözleşmelerin tabiatı gereği, sözleşmeyi yapanlar için bir risk üstlenmek demektir. Şöyle ki; forward sözleşmeler, ayrı bir garanti mekanizması içermeyip güven ağırlıklı işlemler olması dolayısıyla tarafları, karşı tarafın taahhüdünü yerine getirmemesi vaya sözleşmeye uymaması halinde çok büyük sayılabilecek zararlarla karşı karşıya bırakabilmektedir. Bu durum, taraflardan birinin iflası ya da ölümü gibi durumlarda geçerlidir.

Forward sözleşmelerdevadeden önce işlemin sona erdirilememesi taraflar için bir güvence mekanizması olurken, aynı zamanda tarafların vadeden önce, sezmeleri halinde daha büyük kayıplardan kurtulmasına da engel olmaktadır.

Forward sözleşmeler, bütün taraflara; malın nitelikleri, miktarı, vadesi, teslim yeri ve koşulları hakkında herşeyi özgürce belirleyebilecekleri geniş bir alan sunarken taraflar için bir avantaj sayılan bu durum, aynı zamanda malın veya hizmetin standart olmaması, tarafların bütün dikkat ve yoğunluklarını fiyat üzerine verememeleri gibi bir dezavantajı da beraberinde getirmektedir. [8]

FUTURES SÖZLEŞMELER

 

Futures standart miktar ve kalitede bir varlığın önceden belirlenmiş bir fiyattan gelecekte belirli bir tarihte teslim etme ya da teslim almaya ilişkin yasal bir sözleşmedir. Futures kontratın dayandığı ya da yazıldığı varlık fiziksel bir mal olabileceği gibi finanssal bir ürün ya da gösterge olabilir. Bunlar;

Mal-emtia futures (commodity futures)

Finanssal futures (financial futures)

 

 FUTURES İŞLEM MEKANİZMASI

1. Futures komisyoncuları ve borsalar

Futures kontrat satın almak ya da satmak isteyen bir kişinin komisyoncu nezdinde hesap açması gerekmektedir. Futures komisyoncuları müşterilerinden gerekli teminatları toplamakta, hesap durumlarını düzenlemekte ve tüm işlem faaliyetlerini kayıt edip, raporlamaktadır.

2. Takas odaları (clearing houses)

Her vadeli işlem borsası tüm işlemleri takastan geçiren bir takas odası ya da kurumuna sahiptir. Takas odası futures işleminde günlük fiyat farklarından ortaya çıkan kısa ve uzun pozisyonları günlük olarak dengeleyen kurumdur. Takas odası her futures işleminde karşı taraf olarak devreye girmekte ve borsada güven sağlamaktadır. Takas odasının diğer bir işlevi kontratları kur, faiz ve endeks değişimleri doğrultusunda pazara göre uyarlamak, marj hesabını izlemek ve gerekli durumlarda alıcı ve satıcılardan ek teminat ya da marj talep etmektedir.

3. Marjlama süreci (margining process)

Futures kontrat alıcı ve satıcıların pozisyonlarının kur, faiz ve endeks değişimleri doğrultusunda takas odasınca günlük olarak dengelenmesi vadeli işlem borsalarının en önemli özelliklerindendir.[9]

 

 MALİ GELECEK (FİNANCİAL FUTURES) SÖZLEŞMELERİ

Mali gelecek sözleşmesi (financial futures contract), belli nitelikteki ve belli miktardaki mali aracın sözleşme tarihinde belirlenmiş bir fiyattan gelecekte belirli bir tarihte teslimini (alım-satımını) hükme bağlayan bir anlaşmadır.

MALİ GELECEK PİYASALARINDA AMAÇ

 

  • Fiyat dalgalanmalarının getirdiği belirsizliği ortadan kaldırmak.
  • Belli bir vade için ilgili finanssal aracın fiyatını sabitleştirmektir.

 

MALİ GELECEK İŞLEMLERİNİN ÖZELLİKLERİ

 

  • Standart büyüklüklerde düzenlenir.
  • Vadeleri standarttır.
  • Organize borsada işlem görürler
  • Borsa komisyoncuları aracılığıyla işlem görürler
  • Ödeme ve teslimler takas odalarında yapılır.
  • Günlük dengeleme (settlement) söz konusudur.
  • Borsaya bir miktar marj (teminat) yatırılması zorunludur.
  • Kontratların pazara uyarlanması yapılır. (marking to market)

Örnek.

Bir yatırımcı pazartesi sabahı çarşamba öğleden sonra vadesi gelecek Sfr birimli bir kontratta uzun pozisyona geçmektedir. Sfr 125,000 için anlaşılan fiyat $0.75’dır. Pazartesi günü seans sonunda futures fiyat $0.755’a yükselmiştir. Günlük dengeleme (settlement) doğrultusunda üç olgu gündeme gelmektedir.

  1. Yatırımcı $625’lık (125,000 x 0.005) nakdi kazancını elde etmektedir.
  2. $0.75 fiyatlı futures kontrat iptal edilmektedir.
  3. Yatırımcı halen geçerli fiyat olan $0.755’dan yeni bir futures kontrat elde etmektedir.

Görüldüğü gibi her işlem gününün sonunda futures kontratların değeri sıfırlanmaktadır.Salı kapanışta fiyat $0752’a düşmüştür. Yatırımcı $375’lık zararı (125,000 x 0.003) ödeme ve eski kontratını $0.752’dan fiyatlandırılmış yeni bir kontrat ile yenileme durumundadır. Çarşamba kapanışta fiyat $0.74’a düşmüş ve vade dolmuştur. Yatırımcı karşı tarafa $1,500’lık zararı ödeyecek ve geçerli fiyat $0.74’dan İsviçre franklarını teslim alacaktır.Günlük dengeleme sistemini (daily settlement system) tablo halinde özetlersek;


Zaman İşlem Nakit akışları
     
Pazartesi sabah Yatırımcı iki gün sonra Yok
  Vadesi dolacak olan Sfr futures  
  Kontrat satın alıyor.  
  Fiyat $0.75  
     
Pazartesi kapanış Futures fiyat $0.755′a yükseliyor. Yatırımcı
  Pozisyon “marked-to-market” 125,000 x (.755-.75)=$625
    Elde ediyor.
     
Salı kapanış Futures fiyat $0.752′a düşüyor. Yatırımcı
  Pozisyon pazara göre ayarlanıyor. 125,000 x (.755-.752)=$375
  Marked-to-market Ödüyor.
     
Çarşamba kapanış Futures fiyat $0.74′a düşüyor. 1. Yatırımcı
  1. Kontrat pazara göre ayarlanıyor. 125,000 x (.755-.74)=$1,500
  2. Yatırımcı 125,000 sfr teslim alıyor. Ödüyor.
    2.yatırımcı
    125,000 x .74 = $92,500
    Ödüyor.


Futures pazarda takas sistemi alım-satımlarda ticari riski oldukça azaltmaktadır. Buna karşılık vadeli forward işlemlerde taraflardan birinin yükümlülüklerini yerine getirmeme riski söz konusudur. Futures kontratlarda kazanç ve kayıplar günlük olarak seans sonrasında ödenmektedir. Kontratların pazara uyarlanması “marking to market” adı verilen bu uygulama yukarıdaki örnekte gösterilmiştir.

Günlük dengeleme futures kontratların ödememe riskini forward işlemlere göre oldukça azaltmaktadır. Yatırımcılar her gün fiyat dalgalanmalarından kaynaklanan kayıp ve kazançları karşılama durumundadır. Borçlarını ödeme güçlüğü içindeki yatırımcı vadeli sözleşmelerde olduğu gibi sözleşme sonunda büyük zararlarla karşılaşmaktansa günlük işlemler sonunda kayıplarını karşılama yoluna gitmektedir.

 

Mali gelecek sözleşmesinin sona erdirilmesi üç şekilde gerçekleşir;

1. Fiziki teslim (physical delivery)

Kontrata dayalı malın satın alınması veya satılması gerekir. Futures pazarlarda pozisyonların kapatılmasında fiziksel teslim çok nadir görülür.

2. Nakdi teslim (cash delivery)

Futures pozisyonların tasfiyesinde en yeni uygulamadır. Fiziksel teslime izin verilmeyen bazı kontratlar (endeks futures gibi) borsalarca konular ilkeler doğrultusunda nakden kapatılmaktadır.

3. Karşıt (ters) işlemle kapatılması (offsettıng)

En sık rastlanan uygulamadır. Uzun pozisyon sahibi aynı ürüne dayalı, aynı teslim ayına sahip futures kontratı satın alarak kısa pozisyona geçmekte, buna karşılık kısa pozisyon sahibi aynı teknik koşulları taşıyan futures kontratı satın alarak (uzun pozisyona geçerek) pozisyonunu dengelemektedir. [10]

 Mali gelecek sözleşmelerinin yararlı yönleri

  • Riski aktarma
  • Gelecekteki fiyat belirsizliğini ortadan kaldırma
  • Likidite
  • Esneklik
  • Şeffaflık

Mali gelecek sözleşmelerinin sakıncalı yönleri

 

  • Riski tam karşılayacak tutarda mali gelecek sözleşmesi bulunmayabilir.
  • Başlangıç teminatı yatırma zorunluluğu mali yük getirir.

 

FUTURE İŞLEMLERİ AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARI

Future işlemlerin taraflara ve ekonomiye yaptığı en önemli katkı şüphesiz “risk minimizasyonu” konusundadır. Taraflar future işlem yapmakla, piyasalarda söz konusu olan fiyat dalgalanmalarından doğabilecek zarar risklerini bertaraf etmektedirler.

Future piyasalar, piyasada yer alan taraflar için, gelecek üzerindeki belirsizlikleri azalttığından dolayı, gerek üretici gerekse mali kesime gelecek üzerine planlar yapma olanağı tanımakta ve bu piyasaların olmaması halinde katlanılan stoklama, sigortalama ve finansman maliyetlerini en aza indirmektedir.

Future piyasalar, spot piyasalarda da gerek spekülasyon ve gerekse arbitraj yoluyla fiyat etkinliğinin sağlanmasına yardımcı olarak, tüketici kesime de dolaylı katkılarda bulunurken, future piyasalarda sözleşme konusu olan malların spot piyasalarının gelişimine de olumlu etkilerde bulunurlar. Ayrıca future piyasaların, yeni yatırım araçları yaratmasından dolayı, ülkedeki atıl fonların ekonomiye kanalize edilmesine yardımcı olduğunu söylemek de pek yanlış olmayacaktır.

Future piyasaların olumsuz özelliklerinden de bahsedecek olursak; future piyasaların standart oluşu, tarafların istedikleri nitelik ve miktarlar üzerine sözleşme düzenlemelerini engellemektedir. Ayrıca vade standardı ise risk minimizasyonu için piyasaya girenlerin bu amaçlarını tam anlamıyla yerine getirmelerini engelleyebilmekte ve tarafları “baz riski” ile karşı karşıya bırakabilmektedir. Zarar riskinden kurtulmanın bedeli, kar etme ihtimalinden vaz geçmek olmaktadır.

Future piyasalar, bütün piyasalarla olan sıkı ilişkisi ve ekonominin bütün kesimleriyle olan bağlantısı dolayısıyladır ki, önemli bir riski bünyesinde taşımaktadır. Future piyasalarda, küçük miktarlardaki harcamalarla büyük sözleşmeler yapılabilmesi, bu piyasaların işlem hacmini oldukça artırmıştır. Bu yüzden bu piyasalardaki en küçük bir güvensizlik ya da herhangi bir aracı kuruluşun iflası gibi bir durum, bütün ekonomide büyük bir rahatsızlığa veya buhrana sebep olabilecektir. Bu yüzden, kamunun bu piyasaları iyi takip etmesi, aracı kuruluşların mali yapılarının güçlü olmasına dikkart etmesi gerekmektedir. Bu da kamunun bu piyasalarda etkinliğini artırıcı bir rol olacaktır ki, bu durum serbest piyasa mekanizmasının istemediği bir durumdur. Bu yüzden bu sakıncanın bertaraf edilmesi için bu piyasalarda iç denetim mekanizmasının ve piyasada öz düzenleme kuruluşlarının öncelikle oturtulması gerekmektedir.[11]

VADELİ PİYASALARDA TAKAS SÜRECİ

Vadeli piyasalarda işlemin gerçekleştiği anda, hem alıcı hem de satıcı aldıkları pozisyonun değerinin belirli bir yüzdesi kadar teminatı (nakit ve nakit dışı) Takas Merkezi’ne yatırırlar. Söz konusu işlem Şekil 1’de gösterilmiştir.

Alınacak olan teminat, genelde takas gününe kadar olan riski karşılayacak şekilde hesaplanır. Bu teminat tutarının hesaplamasında temel alınan gösterge vadeli işleme konu menkul kıymet veya finansal göstergenin fiyat oynaklığıdır. Gelişmiş finansal piyasalara sahip ve makro dengeleri düzgün olan ekonomilerde sermaye piyasası araçlarının fiyat oynaklığı, gelişmekte olan ve enflasyonist baskı yaşayan ülkelere göre daha az olduğundan, vadeli işlemlerde alınan teminatlar da genellikle daha azdır.

Vadeli piyasalarda başlangıçta her iki taraftan da alınan bu nakit ve nakit dışı teminatlar Takas Merkezi’nde toplanarak bir teminat havuzu oluşturulur. Bu teminat havuzu sayesinde piyasada pozisyonu olan yatırımcıların zarar etmeleri durumunda sisteme zarar vermeleri engellenmiş olur. Bir yatırımcının zarar etmesi ve bu zarar karşılığı istenen tutarı yatırmaması durumunda teminatına başvurulur ve pozisyonu piyasada likide edilir. Vade sonunda, Takas Merkezi’nde tutulan bloke teminatlar yükümlülüğün yerine getirilmesi şartıyla taraflara iade edilir.[12]

 

VADELİ İŞLEMLER PİYASASINDA NASIL POZİSYON ALINIR?

·      Vadeli işlem sözleşmesinde alım yapan yatırımcı, “uzun pozisyon”, satım yapan yatırımcı ise “kısa pozisyon” almış olur.

·      Vadeli işlem sözleşmesinde uzun veya kısa pozisyon tutan kişi, açık pozisyondadır. Piyasanın açık pozisyon durumu, seans içi pozisyon kapatma ve yeni pozisyon alma işlemleri netleştirildikten sonra, vadeli işlem sözleşme yükümlülükleri hala devam eden katılımcıların tuttukları açık pozisyon sayısını gösterir. Açık pozisyon sayısı, piyasadaki uzun veya kısa pozisyon sayısına eşittir.

·        Açık pozisyona sahip kişi, sözleşmenin vade sonu gelmeden ters bir pozisyon alarak pozisyonunu kapatabilir veya sözleşmenin vade sonuna kadar açık pozisyonda kalabilir. Açık pozisyonunu kapatarak piyasadan çekilmek isteyen bir yatırımcı;

a.   uzun pozisyonuna karşı, aynı vadeli işlem sözleşmesinde kısa pozisyona girer.

b.   kısa pozisyonuna karşı, aynı vadeli işlem sözleşmesinde uzun pozisyona girer.

·      Açık pozisyon sahibi, pozisyonu açık kaldığı sürece, bu pozisyon için yatırdığı teminatı geri alamaz.

·      Vadeli işlem sözleşmesinde uzun taraf olan bir yatırımcı, vadeli işlem fiyatı piyasada anlaştığı fiyatın üzerine çıktığı takdirde kar, altına düştüğü takdirde zarar ederken, kısa taraf olan yatırımcı ise, vadeli işlem fiyatı piyasada anlaştığı fiyatın altına düştüğü takdirde kar, üzerine çıktığı takdirde zarar eder.

·       “Aralık pozisyonu” (calendar spread) almak, vadeli işlem sözleşmeleri fiyatlarının farklı değişiminden yararlanmak amacıyla, aynı menkul kıymet üzerine düzenlenen vadeli işlem sözleşmesinin iki farklı işlem vadesinin birinde uzun diğerinde ise kısa taraf olmak demektir. İki sözleşme fiyatındaki değişimler sonucu yatırımcı kar/zarar edebilir. Aralık pozisyonu alırken, yatırımcı açısından karar verme kriteri, fiyat hareketinin yönünden ziyade, söz konusu iki sözleşme arasındaki fiyat farklılığının düşük veya yüksek olup olmayacağı hususudur.

·      Vadeli işlemler piyasasında “aralık pozisyonu”nun yanısıra, “ürünlerarası aralık pozisyonu” (intercommodity spread) da alınabilir.[13]

 İşlem hacmi ile açık pozisyon sayısı (open interest) arasındaki fark;

 

Gerçekleştirilen her yeni işlem, işlem hacminde artışa neden olur. Belirli bir zaman içerisinde gerçekleştirilen işlemlerin toplamı işlem hacmini verir. Açık pozisyon sayısı ise belirli bir anda kaç tane açık pozisyonun olduğunu gösterir. İşlem hacminin ve açık pozisyon sayısının 0 olduğunu ve piyasada sadece 2 yatırımcı (yatırımcı A ve yatırımcı B) olduğunu var sayalım: Eğer yatırımcı A, yatırımcı B’ye bir sözleşme satarsa, bir işlem gerçekleşir ve işlem hacmi 1 olur. Aynı zamanda yatırımcı A ve yatırımcı B’nin her birinin açılmış bir pozisyonu olduğu için açık pozisyon sayısı da 1 olur. Eğer  yatırımcı B bu açık sözleşmeyi yatırımcı A’ya geri satarsa işlem hacmi 2’ye çıkarken her iki tarafın da açık pozisyonu olmadığından açık pozisyon sayısı 0’a düşer.[14]

 

BAZ RİSKİ NEDİR ?

·      Vadeli işleme konu ürünün vadeli işlem fiyatı ile spot piyasa fiyatı arasındaki farka “baz” denir.

·      Spot piyasadaki fiyat değişimi ile vadeli piyasalardaki fiyat değişimi birebir aynı ise baz sabittir. Bununla birlikte, vadeli işlem piyasalarında genelde baz, vadeye belli bir süre varken genelde pozitiftir ve vade sonuna doğru azalarak, vade sonunda sıfır olur.

·        Özellikle korunma amaçlı işlemlerde, sözleşmenin vadeye kadar tutulması düşünülüyor ve korunma periyodu ile sözleşmesinin vadesi uyuşmuyorsa o zaman baz riski vardır. Bu durumda, vadeli işlem sözleşmesinde “kısa korunma”da olan yatırımcı;

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha fazla artarsa,

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha az düşerse,

- spot fiyat artar ve/veya vadeli işlem fiyatı düşerse

baz değişiminden kar elde eder.

Vadeli işlem sözleşmesinde “uzun korunma”da olan yatırımcı ise;

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha az artarsa,

- spot fiyat vadeli işlem fiyatından daha fazla düşerse,

- spot fiyat düşer ve/veya vadeli işlem fiyatı artarsa

baz değişiminden kar elde eder.

VADELİ PİYASALARDA TEMİNAT SİSTEMİ NASIL ÇALIŞIR ?

·      “Başlangıç teminatı”, vadeli işlem sözleşmesinde uzun veya kısa pozisyon almak için yatırılan teminat olup, fiyat dalgalanmaları dolayısıyla ortaya çıkacak zararları karşılamak için Takas Kurumu tarafından işlemin her iki tarafından da alınır.

·      Sahip olunan pozisyon açık tutulduğu sürece, söz konusu pozisyon için yatırılan teminat geri çekilemez.

·      Vadeli işlem sözleşmesinde pozisyon alındığı andaki fiyat ile cari uzlaşma fiyatı arasındaki fark, açık pozisyon sahiplerinin hesaplarına yansıtılır. Bu işleme, “hesapların güncelleştirilmesi” (marking to market) denir. Söz konusu işlem sonucunda, teminat hesabı bakiyesinin başlangıç teminat tutarını aşması durumunda, aşan kısım yatırımcı tarafından hesaptan çekilebilir.

·      Olumsuz fiyat değişimleri karşısında teminat hesabının bakiyesi azalır. Aracı kurum, teminat hesabının belli bir tutara kadar azalmasına, yatırımcıdan teminatını tamamlamasını istemeden, izin verebilir. Bu sınıra “sürdürme teminatı” denir. Açık tutulan pozisyon için yatırılmış bulunan teminatın bakiyesi sürdürme teminatı düzeyine gerilediğinde veya daha altına düştüğünde, yatırımcının teminatını eski düzeyine getirmesi, yani başlangıç teminatı seviyesine çıkarması için çağrıda bulunulur. Buna “teminat tamamlama çağrısı (margin call)” denir.

·      Pozisyon kapatıldığı zaman veya sözleşmenin vade bitiminde, yatırımcının teminat hesabındaki bakiye serbest bırakılır. Fiziksel teslimatın söz konusu olduğu durumunda ise, vade sonunda satıcı taraf teslimat yükümlülüğünü alıcı taraf da nakit yükümlülüğünü yerine getirir.

 İMKB VADELİ İŞLEMLER PİYASASININ KISA GEÇMİŞİ

Vadeli İşlemler Piyasası Müdürlüğü, para ve sermaye piyasalarında işlem yapan yatırımcılara ve portföy yöneticilerine hem riskten korunma imkanı sağlamak, hem de etkin bir portföy yönetimi imkanı sunmak amacıyla 3 Mayıs 1994’de kurulmuştur.

1995 yılından beri piyasa katılımcıları için çeşitli üniversitelerimizden öğretim üyelerinin de yardımıyla eğitim programları düzenlenmektedir. Üye temsilcileri öncelikle teorik eğitim almaktadır. Teorik eğitimde başarılı olanlar için alım satım sistemini tanıtmak üzere uygulamalı eğitimler yapılmaktadır. Bugüne kadar yaklaşık  500 temsilci teorik eğitimi, 200 temsilci de uygulamalı eğitimi başarıyla tamamlamıştır.

Borsada işlem görecek vadeli işlem ve opsiyon sözleşmelerin işlem yöntemine ilişkin yapılan değerlendirmeler sonucu işlemlerin elektronik ortamda gerçekleşmesi ilkesi benimsenmiş ve bu doğrultuda kullanılacak alım satım sisteminin yazılım çalışmalarına 1997 yılında başlanmıştır. Yabancı bir yazılım şirketiyle ortak ürün şeklinde  geliştirilen alım satım sistemi, yapılan testler ve simülasyon çalışmaları ile kullanıma hazır hale getirilmiştir.

Piyasamızın hukuki altyapısını oluşturan 2001 yılı Şubat ayında dalgalı kur sistemine geçilmesiyle birlikte döviz kurlarının gelecekte alacakları değerlere ilişkin belirsizlik artmış, bunun üzerine, döviz üzerine vadeli işlem sözleşmelerinin işlem göreceği piyasanın açılması çalışmaları hızlandırılmıştır. Bu doğrultuda, 15 Ağustos 2001 tarihinde, TL/Dolar vadeli işlem sözleşmeleri Borsa salonu ortamında işleme açılmıştır.

Piyasanın açılışını takiben yeterli gelişmenin sağlanaması nedeniyle üye temsilcilerinin Borsaya gelmesine gerek olmaksızın işlem yapabilmelerini teminen 3 Ocak 2002 tarihinden itibaren üye merkez ofislerinde telefonla emir kabulu uygulamasına geçilmiştir.

2003 yılı sonunda ise yıl boyunca piyasalarda gözlemlenen istikrar ve bunun sonucuvolatilitelerin düşmesi dikkate alınarak teminatlar düşürülerek işlem maliyetlerinin azaltılmış, dış ticaretimizin kompozisyonu dikkate alınarak TL/Euro vadeli işlem sözleşmeleri işleme açılmış, daha çok yatırımcıya hitap edilmesi amacıyla sözleşme büyüklükleri düşürülmüş ayrıca TL ödemeli hazine bonosu ve devlet tahvillerinin de teminata kabul edilmesine karar verilmiştir.

 ALIM SATIM SİSTEMİNİN ÖZELLİKLERİ

Alım satım sistemi, yetkili temsilciler tarafından Borsa salonundaki kullanıcı terminallerinden girilen ya da üye merkez ofislerindeki yetkili üye temsilcileri tarafından telefonla piyasa eksperlerine bildirilen emirlerin fiyat ve zaman önceliğine göre eşleşmesi esasıyla çalışmaktadır.

Emirler hesap numarası ile girilmekte ve eşleşme sırasında ilgili hesaplarda yeterli teminatın olup olmadığı sistem tarafından kontrol edilmekte, yeterli teminat yoksa iptal edilmektedir. İşlemin her iki tarafındaki hesaplarda yeterli teminat olması durumunda işlem gerçekleşmekte ve hemen ardından hesaplardaki bloke teminat ve pozisyon bilgileri güncelleştirilmektedir. Sistem, gün içinde de fiyatlar değiştikçe, belirli periyodlarda hesap bazında kar/zarar tutarlarını hesaplayarak risk yönetimi yapmaktadır. Dolayısıyla, piyasada gerçekleşen tüm işlemler hesap bazında on-line takip edilmektedir. Alım satım sistemi günlük ve tarihsel bazda, özellikle gözetim amaçlı raporlar üretilmesine imkan sağlamaktadır. 

Vadeli İşlemler Piyasası üye temsilci ekranı NT (Windows) tabanlıdır. Kullanıcı ekranları kullanıcının türüne göre farklı dizayn edilmiş olup, tüm sorgu ekranları dinamik olarak güncellenmektedir. Alım satım sistemine girilebilen emir türleri arasında, özellikle profesyonel yatırımcıların ihtiyaçlarına cevap verecek stop-loss emirleri bulunmaktadır.

İMKB Takas ve Saklama Bankası AŞ ile kurulan sürekli bağlantı sayesinde, Takasbank nezdindeki hesaplara yatırılan teminatların toplam tutarı anında piyasamız alım satım sistemine gönderilebilmektedir.[15]

 IMKB VADELİ İŞLEM PİYASASINA İLİŞKİN GENEL BİLGİLER

Vadeli İşlemler Piyasası’nda 10:00-14:00 arasında tek bir seans yapılmakta, 12:00-13:00 arasında öğle arası verilmektedir. Sözleşme büyüklüğü Amerikan Doları vadeli işlem sözleşmeleri için 10,000 Dolar, Euro vadeli işlem sözleşmeleri için 10,000 Euro günlük fiyat marjları %20 ve sözleşme başına alınan teminat ise sözleşme büyüklüğünün %12’si olarak belirlenmiştir.

 Piyasada bir kısa veya bir uzun pozisyon almak için, Euro sözleşmeleri için 2 milyar TL , Amerikan Doları sözleşmeleri için ise 1,750 milyon  TL tutarında (sözleşme büyüklüğünün % 12’si) başlangıç teminatı yatırmak gerekmektedir. Başlangıç temiantının en az % 30’u nakit TL olarak tutulmak zorundadır. Nakit dışı teminat olarak döviz ve dövize endeksli tahviller kabul edilmektedir. Diğer taraftan, bir vadede uzun diğer vadede kısa pozisyon alınması durumunda spread (yayılma) pozisyonu oluşmakta, spread pozisyonları için ise 1 milyar TL teminat alınmaktadır. Sürdürme teminatı ise başlangıç teminatının %80’i olarak belirlenmiştir. Piyasamızda tüm takas işlemleri ve teminat takibi Takasbank tarafından yapılmaktadır.

PİYASADA İŞLEM YAPACAK YATIRIMCILARIN İZLEMELERİ GEREKEN PROSEDÜR

İlk aşamada döviz üzerine düzenlenen vadeli işlem sözleşmelerinin işlem görmesi nedeniyle, spot döviz piyasasında işlem gerçekleştirebilen bankalar üyeliğe kabul edilmiştir. Piyasamızda aracılık faaliyetinde bulunabilecek üyelerimiz, internet sitemizin ÜYELER bölümündeki listeden görülebilir. Piyasanın gelişimi ve işlem gören enstrümanların çeşidinin fazlalaşmasıyla birlikte, üye sayısının artması beklenmektedir.

Piyasada işlemler hesap bazında takip edilmektedir. Vadeli İşlemler Piyasası’nda işlem yapacak her müşterinin hesap açılmadan evvel, içeriği Borsa tarafından hazırlanan ve iyasada işlem gören enstrümanların özelliklerinin anlatıldığı “Risk Kılavuzu”nu okuduklarına ve anladıklarına dair “Risk Taahhütnamesi”ni imzalaması zorunludur.

Aracı kuruluşlar, müşterilerden, bir önceki bölümde belirtilen düz pozisyon teminatı ve spread teminatından daha fazla teminat talep etmeleri ve sürdürme teminatı oranını yükseltmeleri mümkündür.[16]

Vadeli İşlem Sözleşmelerine Konu Teşkil Eden Ürünler

Vadeli işlem sözleşmelerinin temel aldığı ürünler (veya varlıklar), genel bir sınıflamayla iki gruba

ayrılabilir.

a- Finansal varlıklara dayalı vadeli işlem sözleşmeleri

i- Uzun Dönem Devlet Tahvilleri

US T-Bond; UK Long Gilts; Deutschland Bunds; İtalyan Devlet Tahvilleri (BTP)

Japon Devlet Tahvilleri (JGB); Fransız Devlet Tahvilleri (Notionnels); …

ii- Orta Vadeli Devlet Tahvilleri

US T-Notes; Orta Vadeli Alman Devlet Tahvilleri(Bobl); …

iii- Kısa Dönem Faiz Oranına bağlı varlıklar

-Üç aylık ABD Hazine Bonosu; üç aylık Fransız Hazine Bonosu; …

-Üç ay vadeli Eurocurrency Sözleşmeleri

(Eurodollar; Euroyen; LIBOR) ; …

-Üç ay vadeli Mevduat Sertifikası (ABD’de dolar bazında); Üç ay vadeli EURO ; …

iv- Döviz Kurları (Currencies)

Brezilya Kuruzerosu; Alman Markı; Kanada Doları; Japon Yeni; İngiliz Sterlini ;

İsviçre Frangı; Fransız Frangı; Avustralya Doları; …

v- Tek tek hisse senetleri için hazırlanan vadeli işlem sözleşmeleri

vi -Endeks üzerine düzenlenen vadeli işlem sözleşmeleri TOPIX (Japonya, Singapur);

IBEX35 (İspanya-MEFF RV); CAC40 (Fransa-MATIF);

Ibovespa (Brezilya-BM&F); S&P100 (ABD-CBOE); ValueLine (ABD);

S&P500 (ABD-CME); FT-SE100 (İngiltere-LIFFE); Nikkei 225 (Japonya-Osaka) .

vii -Enflasyon oranı ve Tüketici fiyat endeksi gibi ekonomik ve hava durumu gibi ekonomik

olmayan diğer değişkenler üzerine hazırlanan

vadeli işlem sözleşmeleri.

b- Çeşitli mallar üzerine vadeli işlem sözleşmeleri

i- Tarım ürünlerine dayalı vadeli işlem sözleşmeleri

- Soya fasulyesi (soybeans)

- Domuz işkembesi (pork bellies)

- Mısır (corn)

- Canlı sığır (live cattle)

- Besi sığırı (feeder cattle)

- Soya fasulyesi yağı (soybean oil)

- Kakao (cocoa)

- Kahve (coffee)

- Portakal suyu (orange juice)

- Şeker (sugar)

- Buğday (wheat)

- Yulaf (oats)

- Soya fasulyesi unu (soybean meal)

- Canlı domuz (live hogs)

- Kereste (lumber)

- Deniz mahsülleri (seafood)

ii- Doğal kaynaklara dayalı vadeli işlem sözleşmeleri

- Altın (gold)

- Gümüş (silver)

- Ham petrol (crude oil)

- Isınmada kullanılan petrol (heating oil)

- Alüminyum (aluminum)

- Bakır (copper)

- Paladyum (palladium)

- Platinyum (platinum)[17]

 

 

VADELİ İŞLEM VE OPSİYON BORSASI A.Ş. (VOBAŞ)

Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası AŞ, Sermaye Piyasası Kurulu’nun 17/8/2001 tarihli ve 9/1101 sayılı Kararına dayanan, Devlet Bakanlığı’nın 3/9/2001 tarihli ve 2381 sayılı yazısı üzerine, 2499 Sayılı Sermaye Piyasası Kanununun 40’ıncı maddesine göre, 19/10/2001 tarih, 24558 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 2001/3025 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulan ülkemizdeki ilk özel borsa kuruluşudur. Borsamız, 4.7.2002 tarihinde Ticaret Siciline tescil edilmiş olup, bu tescil 09/07/2002 tarihli Ticaret Sicili Gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir milyon üyesi, 350’nin üzerinde oda ve borsanın bağlı olduğu yapısıyla iş aleminin en büyük temsilcisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası’nın kuruluşuna öncülük etmiş olan yüzyılı aşan bilgi ve tecrübesi ile İzmir Ticaret Borsası, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, finans kurumları arasında seçkin yere sahip bulunan İş Yatırım Menkul Değerler A.Ş, Koçbank A.Ş, Vakıflar Bankası T.A.O, Garanti Bankası T.A.Ş, Akbank T.A.Ş, Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası A.Ş, takas işlemlerinde uzmanlaşmış olan İMKB Takasbank A.Ş ve  Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kuruluşlar Birliği ortaklarımız arasında yer almaktadır.

Vadeli işlem ve opsiyon borsaları liberal ekonomik sistemlerin vazgeçilmez kurumlardan biridir. 2002 yılı rakamları ile dünyada vadeli işlem borsalarının işlem hacmi 100 trilyon doların üzerinde olup, yılda 4.5 milyar sözleşme alınıp satılmaktadır. İşlem hacimleri finansal piyasalarda olumsuz gelişmeler yaşandığı dönemlerde de artmaya devam etmiştir.

Ülkemizde devlet her gün daha fazla alandan çekilmekte, fiyatların piyasada belirlenmesi yönünde hareket etmektedir. Ülkemiz Avrupa Birliğine girme yönünde ilerlemektedir. Bunun yanında, sermayenin uluslararası dolaşımının önündeki engeller kalkmakta, her işletme dünyadaki gelişmelerden etkilenmektedir. Bu gelişmeler, yabancı işletmelerin kullandığı risk yönetim araçlarının ülkemizdeki işletmelerin hizmetine sunulmasını zorunlu hale getirmektedir. [18]

Borsamız bu ihtiyaçların en etkin şekilde karşılanması için örgütlenme çalışmalarına devam etmektedir.

Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası A.Ş.’nin  kuruluş amacı ve faaliyet konusu, 4487 Sayılı Kanun’la değişik  2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu ve ilgili mevzuat hükümlerine uygun olarak; vadeli işlem ve opsiyon sözleşmeleri ile  her türlü  türev araçtan  oluşan  sermaye piyasası araçlarının  işlem göreceği piyasaları oluşturmak, geliştirmek, güven ve istikrar içerisinde, serbest rekabet koşulları altında, dürüstlük ve açıklık ilkeleri çerçevesinde faaliyette bulunmasını sağlamaktır.

Vadeli işlem borsası, fiyat ve faizlerin dalgalı seyrettiği bir ortamda işletmelerin risklerini etkin bir şekilde yönetmelerine imkan sağlayacak araçları sunmayı hedeflemektedir. Bu hedefi gerçekleştirmek üzere, kurulduğumuz ilk yılda önemli çalışmalara başlanmıştır. İşlem ve takas sisteminin seçimi ve edinilmesi, sözleşmelerin dizayn edilmesi, etkin bir iç kontrol sisteminin kurulmasına yönelik çalışmalar başarıyla yürütülmektedir.

Vadeli İşlem Borsasının, kurumların ve kişilerin risk yönetim ihtiyacını karşılayarak, ekonominin daha sağlıklı işlemesini ve gelecekteki risklerinden korunmalarına imkan sağlayacak sosyal ve iktisadi fonksiyonları vardır.  Bu yönüyle Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası A.Ş., diğer ticari kuruluşlardan ayrılmaktadır. Varlığını sürdürebilmesi için mutlaka faaliyetlerinden  bir gelir elde etmesi zorunluluk ise de, kar elde etmek tek amaç değildir.

Öncelikli hedefleri amaca uygun olarak başarılı bir risk yönetim platformu oluşturmaktır. Yatırımcıları koruyan, şeffaf, piyasa taleplerini optimum oranda karşılayan  ve uluslararası piyasalara entegre olmuş, dünya standartlarında bir borsa kurmak öncelikli hedefleri arasındadır.

Tarihi misyon ve sorumluluk bilinciyle, dinamik, piyasa ile uyumlu, teknolojinin tüm imkanlarından yararlanarak  modern bir vadeli işlem borsasını ülkemize kazandırmayı hedeflemektedirler.    2002 yılı Ekim ayında başladıkları çalışmalarına, en kısa sürede faaliyete geçmek üzere devam etmektedirler. Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası’nın  ekonomik sistem içerisinde kısa sürede yerini alarak hızlı bir gelişim göstereceğine inanılmaktadır. Eğitim ve tanıtım faaliyetlerini başarının anahtarı olarak görünüyor.[19]

FİYATLAR HAKKINDA BİLGİ EDİNMEK

Vadeli işlem piyasaları sayesinde bir ürünün gelecekteki fiyatı hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir. Ürünün ileri bir tarihte teslimi yükümlülüğü üstlenildiği için söz konusu ürüne ait vadeli işlem sözlesmesi fiyatı ürünün vade bitim tarihindeki spot fiyatına ait beklentiyi yansıtmaktadır . İsteyen herkes kolaylıkla vadeli işlem fiyatlarını öğrenebilmekte , yatırımları ile ilgili kararlar alabilmektedirler. Örnegin depolanabilir ürünlerin depolama ve nakit akiş planlamalarında büyük firmalar vadeli işlem fiyatlarını inceleyerek karar vermektedirler . Arz ve talep beklentilerine göre stoklarini ayarlayan firmalar zaman içinde ürünün dengeli dağılımını sağlayarak piyasadaki çalkantıları ve manipülasyonları önlemiş olurlar.

Vadeli işlem piyasalarının gelecekteki spot fiyatlar hakkında fikir vermesi sayesinde firmalar daha az maliyetle üretim planlaması yapabilmekte , ekonomik kaynaklarını daha verimli kullanabilmektedirler. Böylece ürüne ait arz ve talep dengesi sağlanmaktadır. Örneğin bir ürüne ait vadeli işlem fiyatlari yüksekse üreticiler bu ürünü üretmeyi amaçlayacaklar ve arz miktarının en azından yeterli düzeye çıkmasına neden olacaklardır. Eğer ürünün vadeli işlem fiyatı düşük ise üreticiler gereksiz miktarda üretim yapmayacaklar , stoklama maliyetlerini düşürüp verimliliği arttıracaklardır.

RİSKTEN KORUNMAK

Vadeli işlem piyasalarının en önemli kullanim amacı yatırımcıyı fiyat değişimi riskinden korumaktır. Yatırımcı spot piyasada aldığı pozisyonun tersi pozisyonu vadeli işlem piyasasında almaktadır . Yani spot piyasada satış pozisyonunu alan yatırımcı vadeli işlem piyasasında alış pozisyonunu , spot piyasada alış pozisyonu alan yatırımcı vadeli işlem piyasasında satış pozisyonu alarak bir piyasadaki kaybını diğer piyasadaki kazanci ile dengelemeyi amaçlamaktadir. Kayip ile kazancin esit miktarda olması durumunda tam korunma sağlanmış olmaktadır. Bu korunma sayesinde arz ve talepten kaynaklanan fiyat belirsizliğinin maliyeti azaltılmış olmaktadır.

Houthaker’a göre belirsizlik malın üretimi ile tüketimi arasındaki zaman farkından kaynaklanmaktadır. Bu zaman diliminde üretim ve tüketim düzeyi ile ilgili olusan yanlış beklentiler fiyat dalgalanmalarına yol açmaktadır. Iki tip belirsizlik mevcuttur: Sosyal belirsizlik ve kişisel belirsizlik Sosyal belirsizlikte kişiler kendi üretim ve tüketim miktarlarını bilmekte fakat başkalarının üretim ve tüketim miktarlarını bilmedikleri için ne şekilde davranmalari gerektiğini ve fiyatlarda ne şekilde değişmeler olacağını bilmemektedirler. Kisisel belirsizlikte ise gelecekteki ekonomik şartlarin belirlenememesinden dolayı kişiler kendi üretim ve tüketim miktarlarını da belirleyememektedirler .

Vadeli işlem piyasalarında yapılan riskten korunma uygulamasıyla aşırı mal stoğu tutmaktan veya fazla sayıda ileride teslim taahhüdüne girmekten kaynaklanan riskler azaltılmış olmaktadır. Üretici ( yatırımcı ) vadeli işlem sözleşmesi satarak söz konusu ürüne sahip olmadığı halde, örneğin ürünü henüz tarladayken , sözleşmeye konu olan ürünün spot fiyatında gelecekte meydana gelebilecek düşmeye karşı korunabilmektedir. Bu tip korunmaya açığa korunma denilmektedir. Üretici ( yatırımcı ) , örneğin pamuğa dayalı üretim yapan bir tekstil firması, pamuğa dayalı vadeli işlem sözleşmesi satın alarak ürünün spot fiyatında gelecekte olabilecek yükselmeye karşı korunabilmektedir . Örneğin bu tip korunmaya uzun korunma ismi verilmektedir.

Yatirimci riskten korunma uygulamasıyla fiyat riski yerine baz riski üstlenmektedir. Vadeli işlem sözleşmesinin spot fiyata göre farklı fiyatlandırılması sonucu baz değerinin değişmesi baz riske yol açmaktadır. Baz değer ise vadeli işlem fiyatı ile spot fiyat arasındaki fark olarak tanımlanmaktadır.

Vadeli işlem sözleşmesine konu olan ürün ile yatırımcının riskten korunmayı amaçladığı ürün aynı değilse çapraz korunma yapılmış olmakta fakat yatırımcı söz konusu her iki ürünün spot fiyatı arasındaki farktan kaynaklanan çapraz korunma riskine maruz kalmaktadır. Bu risk spot piyasadaki fiyat riskine göre daha az olduğu için vadeli işlem piyasalarında riskten korunmak amacıyla yararlanılmaktadır. Vadeli işlem piyasalarının araştırma maliyetlerini azaltıcı ve bilgi akışını hızlandırıci özelliği de riskten korunmak isteyenlere yardımcı olmaktadır.

SPEKÜLASYON YAPMAK

Riskten korunmak isteyenlerin riskini üstlenerek daha fazla kazanç sağlamak amacıyla vadeli işlem piyasasında işlem yapma eylemine spekülasyon yapmak denilmektedir. Yani risk , riskten korunmak isteyenlerden spekülatörlere transfer edilmektedir. Spekülatörler vadeli fiyat ile beklenen spot fiyat arasında fark olduğu zaman spekülatif pozisyon almaktadirlar.

Eğer herhangi bir malın vadeli işlem fiyatının gelecekteki spot fiyatindan daha düsük olduguna inanirlarsa vadeli islem piyasasinda alis yapmakta, vadeli islem fiyatının gelecekteki spot fiyatından daha yüksek olduğuna inanırlarsa satış yapmaktadırlar. Tahminleri veya hesaplari doğru çikarsa spekülatörler kâr etmektedirler .

Vadeli işlem piyasasında spekülatörün rolü doğru tahminde bulunarak , riskten korunmayı amaçlayanların arz ve talep ilişkisinden yararlanmaya çalışmaktır. Riskten korunanlarsa risklerini azaltmak için vadeli işlem piyasalarını kullanmaktadırlar ve bu nedenle piyasada işlemlerin gerçek maliyetinin üzerinde ödeme yapmaya isteklidirler.

Spekülatörlerin varlığı sayesinde riskten korunmak isteyenlerin arz ve talepleri karşılanabilmektedir. Spekülatörlerin yokluğu piyasadaki likiditeyi azaltmakta , piyasa katılımcılarının arz ve taleplerinin yeterli derecede , hatta hiç , karşılanamamasına neden olmaktadır. Bazı girişimleri fiyat dengesizliklerine yol açsa da spekülatörler vadeli ve spot fiyatlar arasi farklılığın belirli bir aralıkta kalmasını sağlamaktadırlar .

Bu kişilerin alım – satımları fiyat düşüşlerinde destek noktası, yükselişlerinde direnç noktası oluşmasına neden olabilmektedir . Spekülatörler yaptıkları işlemlerden kazanç sağlayabilmek amacıyla sözleşmeleri kolayca nakide çevirmeye imkan verecek likiditeye sahip olan ve sözlesme sartlarinin yerine getirileceğine dair yeterli güvenliği sağlayan piyasaları tercih etmektedirler.

Spekülasyon Tipleri

Spekülasyon tipleri arz ve talep haberlerine dayali spekülasyon ve fiyat eğilimi tahminine dayalı spekülasyon olarak ikiye ayrılmaktadır.

a) Arz Ve Talep Haberlerine Dayalı Spekülasyon

Bu spekülasyon tipini gerçekleştirenler ikiye ayrılmaktadır : fiyat düzeyi tüccarları ve haber tüccarları.

Fiyat düzeyi tüccarları fiyat düzeyi hakkında muhakeme yapmalarina yardımcı olacak haber ve belgelerle ilgilenmektedirler . Örnek olarak hasat zamanı buğday fiyatlarının ineceğini ve sonra yavaş yavaş yükseleceğini esas alan spekülatör verilebilir.

Haber tüccarları ise beklenen arz ve talep değişimlerinin belirtilerini veren haberler ile ilgilenmektedirler. Bu tip spekülasyon yapanlar elde ettikleri bilgiyle alım satım yapmadan önce fazla beklememektedirler . Bekleme süresi fiyat düzeyine bağlı olarak alım satım yapanlara göre daha kısadır .

Her iki tip spekülatörde bilgilerini diğer yatırımcılardan gizlemek amacıyla borsa salonunda çalışmamakta , işlemlerini ofislerinden yürütmektedirler.

b) Fiyat Eğilimi Tahminine Dayali Spekülasyon

Bu spekülasyon çeşidinde iki tip spekülatör bulunmaktadir . Kısa süreli alım satım yapanlar ve pozisyon tüccarları.

Kısa süreli alım satım yapanlar işlemlerini çok kısa zaman aralıklarında gerçekleştirmektedirler. Zaman aralıkları bir kaç dakikadır. Bu tip spekülatörler fiyat düştüğünde satın almakta, bir kaç dakika sonra fiyat yükseldiğinde satmaktadırlar. Elde tutma süresi kısa olduğu için kazançları azdır , fakat bu işlemlerini sık sık tekrarlayarak kazançlarını arttırmaktadırlar.

Kısa süreli alım satım yapanlar işlemlerini ekonomik göstergelere ve hükümet programlarına fazla bakmadan , duygularıyla gerçekleştirmektedirler. Beş dakika içinde fiyatların ne olabileceğine dair teorileri vardır. Bu tip spekülatörler az miktardaki kazançlarini brokera komisyon ödeyerek sıfırlamamak için borsa salonundaki işlemlerini kendileri gerçekleştirmektedirler. Temel davranışları salondaki kalabalığın duygularını anlamak ve sonra harekete geçmektir.

Kısa süreli alım satım yapanlar kendi aralarında üçe ayrılmaktadırlar : Birim değişime göre alım satım yapanlar , gün boyunca alım satım yapanlar ve günden güne alım satım yapanlar.

Birim degişime göre alım satım yapanlar için degişimin anlamı minimum fiyat değişimidir. Amaçları genel olarak normal piyasa şartlarında son fiyatın 1/8 sent altında almak veya 1/8 sent üstünde satmaktır.

Gün boyunca alım satım yapanlar günlük seans boyunca alım satım yaparak kazanç sağlamaya çalışmaktadırlar. Geceye taşıdıkları pozisyonların değeri gündüz yaptıkları işlemlere göre çok düşüktür. Bunun nedeni ise gece boyunca karşılaşabilecekleri olaylarin spekülatif durumlarını olumsuz etkileme riskidir. Örneğin sel felaketinin tarlalardaki ürünlere zarar vermesi o ürüne ait vadeli işlem fiyatlarının hızla yükselmesi borsada kısa pozisyonunu gece boyunca koruyan yatırımcıyı zarara ugratmıştır.

Günden güne alım satım yapanlar ise pozisyonlarını bir kaç gece korumayı göze alan , alım satımlarını yarım gün ile üç gün arasinda gerçekleştiren spekülatörlerdir.

Fiyat eğilimi tahminine dayalı spekülatör tipinin ikincisi pozisyon tüccarlarıdır . Bu spekülatörler haftalar , hatta aylar boyunca pozisyonlarını korumaktadırlar. Örneğin pozisyon tüccarı herhangi bir ürünün fiyatınin düşeceğine inanıyorsa o ürüne dayalı vadeli işlem sözleşmesi satacaktir. Beklentisi gerçekleşirse ters işlem yoluyla kazanç sağlayacak ; gerçekleşmezse zarar edecektir.

Forward ve futures kontratlarının arasındaki farklar

 

 Temel Özellikler yATIRIM Forward Futures
Riskten Korunma Aracı Evet Evet
Standart Sözleşmeler Hayır Evet
Borsada/Tezgahüstü Piyasada İşlem Görme Tezgahüstü Piyasa Borsa
Fiziki Teslimat Var Genelde Yok
Teminat Zorunluluğu Genelde Yok Var
Vadeye Kadar Nakit Akışı Yok Var
Kredi Riski Var Yok
Kaldıraç Etkisi Önemi Yok Var
Hak ve Yükümlülük Birlikteliği Var Var

 

Forward kontratı futures kontratının ilk biçimidir. Forward piyasasında mal alım-teslim anlaşması arada üçüncü bir parti olmadan alıcı ve satıcı arasında yapılır. Hem geleceğe dönük fiyat, hem de kontratta geçen miktar ve malın kalite özellikleri alıcı ve satıcı arasında saptanır. Burada üçüncü bir kurumun, anlaşma koşullarının bir parti tarafından bozulması halinde ek garantisi siz konusu değildir. Anlaşma koşullarına uymama diğer ticaret sözleşmelerinde olduğu gibi konuyla ilgili mahkemelerde çözümlenir. Mahkeme kararlarının uzun zaman alabilmesi forward kontratlarının güvenilirlik açısından istenilen düzeyde olmadığını gösterir. Futures piyasası bu eksiği ortadan kaldırmak amacıyla geliştirilmiştir.

Fiyatlama konusunda da forward ve futures işlemleri farklıdır. Forward’da geleceğe yönelik fiyat belirlemesi iki taraf arasında pazarlıkla saptanır. Buna karşın futures piyasası diğer menkul kıymet borsaları gibi çalışır. Belirli bir günde alıcılar ve satıcılar emirlerini verdikten sonra, arz ve talep koşulları o gün hatta o an için geçerli olan futures fiyatlarını belirlerler.[20]

  1. Para futures kontratları organize borsalarda işlem gören standart kontratlardır
  2. Kontratlar birim ya da lot olarak işlem görmektedirler.
  3. Para futures kontratlarının işlem gördüğü aylarda standart olup, mart, haziran, eylül ve aralık aylarıdır.
  4. Kontratlara ilişkin son işlem günü teslim ayının üçüncü çarşambasıdır.
  5. Forward anlaşmalardan farklı olarak futures kontratları için alıcı ve satıcıların borsa nezdinde açılacak bir hesaba teminat ya da marj yatırmaları gerekmektedir.
  6. Yabancı para futures kontratları banka ile müşteri arasında düzenlenen vadeli (forward) anlaşmalardan farklı olarak amerikan tipi kotasyona tabidirler.
  7. Vadeli (forward) pazarda fiyatlar genelde Avrupa sistemine göre (dolar başına yerel para) kota edilmiştir. Yabancı para futures kontratları banka ile müşterisi arasında düzenlenen forward anlaşmalardan farklı olarak Amerikan tipi kotasyona tabidirler.
  8. Vadeli kontratlar (forward) iki tarafça imzalanan özel anlaşmalardır.[21]
Forward Vadeli işlem Sözleşmesi (Future)
İki taraf arasında yapılan özel sözleşmelerdir ve organize borsalarda işlem görmezler Organize borsalarda  işlem görürler.
Tarafların ihtiyaçlarına göre düzenlenirler ve standart değildirler. Sözleşme özellikleri standarttır.
Temerrüt riski vardır. Satıcı belirlenen malı veya finansal ürünü teslim edemeyebilir veya alıcı da teslimatı kabul etmeyebilir. Kredi riski vardır. İşlemler takas kurumu tarafından garanti edilir. Tarafların birbirini tanıması gerekmez.
Vadeye sonuna kadar beklemek zorunluluğu vardır. Vade sonuna kadar beklemek gerekmez,  vade sonundan önce pozisyon kapatmak mümkündür.
Vadeye kadar nakit akışı yoktur. Piyasaya göre değerleme (marking to market) yapılmasından dolayı sürekli nakit akışı vardır.
Teminat zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla, kaldıraç etkisinden söz edilemez. Teminat yatırılması zorunludur. Kaldıraç etkisi vardır.
İşlemler şeffaf değildir. İşlemler şeffaf olarak kamuya açık yapılır.

Vadeli Mal (Emtia) Piyasalarının

Türkiye Ekonomisine ve Dış Ticaretine Sağlayacağı Yararlar

Vadeli işlem piyasalarının Türkiye’de, finans piyasalarını, kredi mekanizmasını, üretim ve dış ticaret faaliyetlerini tamamlayıcı bir yapı göstereceği tartışma götürmez bir gerçektir. Vadeli işlemler piyasasının genel fayda fonksiyonu şu şekilde özetlenebilir:

Pamuk fiyatlarının uluslararası piyasa şartları içerisinde gerçekçi bir şekilde oluşması sağlanacaktır. Piyasaların işleyişindeki kolaylık ve hız pamuk fiyatlarında daha iyi bir istikrar temin edecektir. Pamuk vadeli işlemler borsası, piyasada ürün arzının kesikli, ancak talebinin sürekli olmasından doğan yapısal sorunları ve dengesizlikleri gidererek devletin destekleme ihtiyacına bağlı olarak üstlendiği mali yükü azaltacaktır. Tekstil ve konfeksiyon sanayicileri ise, pamuk fiyatlarındaki çift yönlü hareketlenmelerden doğan fiyat riskini finans kesimine aktararak, risklerini dengeleme olanağına kavuşabileceklerdir. Aynı zamanda, üreticiler uzun vadeli satış ve üretim bağlantıları yapma imkanı bulacaklardır.

Sanayici borsadan aldığı fiyat sinyallerini değerlendirerek istikrarlı fiyat üzerinden girdi temin edebilecek, borsada oluşan fiyatlara bakarak üretim maliyetlerini ve satış fiyatını gerçekçi bir şekilde planlayıp, dış ve iç piyasaya karşı yükümlülüklerini zamanında yerine getirebilecektir. Üretim sonrasında depolama maliyetlerinde ve stoklara bağlanan finanssal giderlerde tasarruf sağlanarak, buradaki maliyet unsuru farklı alanlara kaynak olarak aktarılabilecektir. Sanayiciler ürün toplam maliyetlerini ve satış fiyatlarını daha rekabetçi bir düzeyde tutup, dış satışlarını geliştirerek ülkeye daha fazla döviz getirisi sağlayabileceklerdir. Diğer taraftan, vadeli işlemler geleceğe yönelik isabetli tahmin yapma olanağı sağlamaktadır. Böylece, üreticiler üretim planlarını, üretim tercihlerini ve üretim ikame imkanlarını daha gerçekçi bir şekilde yapabileceklerdir. Çünkü vadeli ürün borsalarının olduğu bir ortamda üreticinin piyasa koşullarına karşı duyarlılığı artacaktır. Bütün bunların yanı sıra ithalat ve ihracatçı dünya fiyatlarıyla ticaret yapma olanağına kavuşarak, uluslararası piyasalarda rekabet gücünü arttıracaktır. Ayrıca, ihracatçı uzun vadeli bağlantılara girmek ve bu bağlantıları risk yüklenmeden yerine getirmek imkanı bulacaktır. Fiyat riskinden korunan ihracatçı istikrarlı bir gelire kavuşacak ve pazar payını artırmayı isteyecektir.[22]

Vadeli işlemler piyasasında kontratların kayıt altına alınması sayesinde ticaretin izlenmesi kolaylaşacaktır. Pamuk gibi dünya genelinde halen önemli bir hammadde durumunda olan bir ürün üzerine kurulacak vadeli işlemler piyasası, gerekli kurumsallaşma sağlanacak olursa yabancı yatırımcıların da dikkatini çekecektir. İzmir’de kurulacak olan vadeli işlemler borsası Türkiye genelinde farklı ürünlerin, göstergelerin ve finanssal enstrümanların da vadeli işlemler kapsamına alınmasında öncü rolü oynayacaktır.

Sonuç

Vadeli işlem piyasaları, bünyesinde taşıdığı özellikler ile kullanıcılarına büyük kolaylıklar sağlayan günümüzün en fazla rağbet edilen finans ve risk aktarma araçlarının başında gelmektedir. Ekonomik kararları alan merkez ve piyasa güçlerinin en çok bilmek istedikleri konu olan gelecekteki fiyat konusu, vadeli işlem piyasalarının uygulandığı alanlarda otoritelere bir fikir vermektedir. Serbest piyasada bugünkü fiyatı belirlemede gösterilen başarı gelecek fiyatlarının belirlenmesinde gösterilememektedir. Vadeli işlem piyasalarının devreye girmesi piyasada yaşanan bu belirsizliği bir nebze olsun giderebilecektir.

Vadeli işlemlerin başarısı bu işlemlerin yapılacağı borsaların teknik yapıları ve iletişim imkanlarının geliştirilmesi, sistemin işleyişi, faaliyetlerinin çerçevesini belirleyen sağlam hukuksal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi ve oyuncuların yeterli biçimde aydınlatılarak belirli bir toplumsal altyapının oluşturulmasıyla mümkün olabilecektir. Vadeli işlem piyasalarının başarılı olabilmesinde en önemli unsurlardan birinin de ekonomik istikrar olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Bir diğer önemli nokta da piyasaların geniş tabanlara yayılarak sığlıktan, dolayısıyla sert fiyat hareketlerinden ve kolay manipülasyonlardan etkilenmesinin önlenmesidir. Ayrıca, piyasanın istikrar ve güven içinde işleyebilmesi için denetim mekanizmasının kurulması şarttır. Bu denetim mekanizması gerek borsa dışı denetim gerekse borsa içi otokontrol şeklinde örgütlenmelidir.

Altyapısıyla, teknik kapasitesiyle, eğitilmiş elemanlarıyla, istikrarlı denetimiyle, standartlarıyla geniş bir tabana yayılmış sağlıklı bir vadeli işlemler piyasasının Türkiye açısından önemli ekonomik işlevler üstleneceği şüphe götürmez bir gerçektir. 

KAYNAKÇA

  • Özmeriç, Hayri. Pamukta “Futures Market” Konusu ve Türkiye İçin Yararlanma İmkanları, Ege İhracatçı Birlikleri, Aralık 1989 
  • Erol, Doç. Dr. Ümit.Futures Piyasaları: Teori ve Pratik, Türkiye Bankalar Birliği, Ankara 1994 
  • Erdem, Yusuf. Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumunun Ekonomik Şartları, Türkiye Kalkınma Bankası A.Ş. , Ocak 1993 
  • www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm 
  • www.vob.org.tr 
  • IMKB, Staj Eğitim Programı Ders Notları, 2003 
  • Ersan, Prof. Dr. İhsan. Finansal Türevler 
  • www.baskent.edu.tr/~gurayk 
  • TSPAKB, Sermaye Piyasası Faaliyetleri Türev Araçlar Lisansı Eğitimi, Aralık 2002 

 


[1] www.vob.org.tr/faq

[2] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[3] Ebru Arısoy- Uzman Yardımcısı  Ekonomik Araştırmalar ve Değerlendirme Genel Müdürlüğü

[4] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 1

[5] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 24

[6] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 25

[7] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[8] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 45

[9] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[10] www.baskent.edu.tr/~gurayk

[11] Vadeli İşlem Piyasaları “Forward & Futures” ve Türkiye’de Oluşumun Ekonomik Şartları, Yusuf Erdem, Ocak 1993, Sayfa 101

[12] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[13] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[14] www.vob.org.tr/faq

[15] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[16] www.imkb.gov.tr/piyasalar/vadeli.htm

[17] Sermsye Piyasası Faaliyetleri Türev Araçlar Lisansı Eğitimi, TSPAKB, Aralık 2002

[18] www.vob.org.tr

[19] www.vob.org.tr

[20] Futures Piyasaları: Teori ve Pratik, Doç. Dr. Ümit Erol, Ankara 1994

[21] Finansal Türevler, Prof. Dr. İhsan Ersan, Sayfa 47

[22] www.vob.org.tr

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma