AÇ KÖPEĞİN DOYMUŞ VE ŞİŞMAN UYUYAN KÖPEĞİ PARÇALAMASI VE ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLER VE ZENGİNLER

 

Kullarını seven Rahman’a şükreder ve Onun rahmet peygamberine salatü selam ederiz.

Son günlerde Tunus’ta başlayıp domino taşlarının yıkılışı gibi Mısır’da devam eden isyan, başkaldırı ya da dini nitelikten ziyade sosyal bir patlama olarak görülen gelişmelerin arkasında yatan faktörler neler diye düşündüğümüzde karşımıza bir kaç temel faktörün çıktığını görüyoruz.

Birincisi gittikçe artan gıda fiatlarının tetiklediği yoksulluklar baskın gen olarak görünmektedir.

İkincisi ise yaklaşık 30 yıldır iktidarda olan Bin Ali ve Mübarek’in iktidarlarında yaptıkları yolsuzluklar ve adaletsizliklerin halkın dimağında yarattığı isyan ve itiraz duyguları görünmektedir.

Üçüncüsü ise her iki rejimin de bir baskı rejimi olarak halka yaşanamaz bir hayat yaşatmasıdır.

Siz bütün bunlara ilave olarak Batı ülkeleri, Amerika ve İsrail’le rejimin içli dışlı olmasının halk nezdinde yarattığı gurur kırgınlığını ve kızgınlığını da ekleyebilirsiniz.

Kuzey Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından karşılaştıkları en temel konulardan birisi kalkınma sorunu. Bu sorun, üzerinde oturulan milyarlarca dolarlık zengin doğal kaynaklara rağmen toplumun bütün kesimlerine yansımayan bir zenginlik olarak az sayıdaki aristokrat bir kesime hizmet ediyor.  Kaynakların önemli bir kısmı Amerika ve İsviçre bankalarında faize yatırılıyor ve ülkedeki kalkınma için gerekli yatırımlar gerçekleşmediği için şehirleşme ve artan nüfusun da etkisiyle %14’lere varan bir işsizlik olarak bugünkü sosyal patlamanın temelini oluşturuyor.

Yoksulluk da bu işsizliğin bir diğer ayağı. Geliri olanların yaklaşık %40’a yakını günde 2 dolarlık bir gelirle yaşam savaşı veriyor. Dolayısıyla sosyal patlamadaki ikinci kitleyi bunlar oluşturuyor.

Yukarıda sözkonusu ettiğimiz iki kitleye ilave olarak %30-40 oranında artan gıda fiatlarının da etkisiyle orta kesimden de önemli bir kitlenin bu hareketlere aktif olarak katıldığını görüyoruz.

Geriye sadece %10-15 oranında mutlu bir dar azınlık kalıyor ki bunların yaşamına baktığımızda milli gelirden aslan payını onların aldıklarını, toplumdan tamamen tecrit olmuş bir halde etrafı duvarlarla çevrilmiş, alışveriş merkezlerinden yüzme havuzuna kadar her türlü imkanın olduğu ve çocuklarının Batı tarzı eğitim veren kolejlerde okuduğu bir ayrı dünyayla karşılaşıyoruz. Özellikle Suudi Arabistan’da adına Compound denen bu siteler Cidde ve Riyad’da çok var. Ve İslam’a aykırı olan bar, bikinili girilen havuzlar oldukça yaygın.

Bizde de gittikçe yaygınlaşan devasa siteler toplumun diğer kesimlerinden gittikçe kopan bir yapı sergiliyor. Eskiden toplumumuzda özüretim vardı ve zengin konağı ile fakir damı yan yanaydı. Birinden birine bir parça et giderse diğerinden de ona bir kase yoğurt gelirdi. Şimdi ise zenginler ve fakirler birbirinden koptu. Fakir en ucuzu 400 bin liralık dubleks evlerin oturduğu evlere yaklaşamaz oldu. Onun gecekondusunu da zengin ziyaret etmiyor. Yardımlaşma koptu. Bu yüzden aracı olarak İHH benzeri sivil toplum kuruluşlarına olan ihtiyaç gittikçe artıyor. Bencilleşmeden ve çok tüketmeden arta kalan bir kırıntı olursa belki sadaka niyetine fakire gidiyor. En iyi müslüman zekatımı veririm gerisi beni alakadar etmez diyebiliyor. Sonuç olarak bizim toplumumuzun da sosyal depremlere açık olduğunu söyleyebiliriz.

Ülkemizde 15-35 yaş arası 57 milyon genç var. İşsizlik oranı artan büyüme ile %13’lerden yüzde 11,4. lere anca gerileyebildi. İş bulup da çalışan yaklaşık 3 milyon talihlinin aylık geliri asgari ücret. Ve bunlar beyan edilen muhtasar beyannamenin %45’ini oluşturuyor. Milli gelirden aslan payını nüfusun %20’si alıyor. %80 oranında bir fakirlik var. Orta düzey gittikçe eriyor. Şehirleşmeyle gelen yeni toplum yapısı artan nüfusla birlikte iş için sokağa çıkıyor. Bütün bunlara rağmen Türkiye’de neden sosyal patlama olmuyor?

Birinci olarak aile yapısı gittikçe çekirdek aileye dönüşsede hala yakınlıklar ve yardımlaşmalar devam ediyor. İkinci olarak padişahlıktan gelen bir yönetim şeklinin getirdiği itaat duygusu hala baskın gen. Üçüncü olarak İslam’ın itaata daha yakın olan emirleri. Parlementer sistemin insanlardaki itiraz duygularını karşılayarak hafifletmesi. Ve son olarak gittikçe yaşanabilir bir siyasi ve ferdi özgürlüklerin bulunması bu patlamayı hafifletiyor.

Ak Parti, gittikçe kısır milliyetçilik sendromuna giriyor, değişimi terkediyor ve merkezi bürokrasiyle uğraşarak enerji ve zaman kaybediyor. Bir miktar kalkınma ve büyüme sorunlarıyle ilgilenmiş görünse de, paylaşım sorunları hala ortada duruyor. Birçok varsayıma dayalı bir milli gelir hesabının arkasından bunu nüfusa bölerek “kişi başı milli gelirimiz 10 000 doları buldu” demek ne kadar doğru? Muhafazakarlığın temelini oluşturan İslam, mülkiyete verdiği serbestiyet yanında zekattan başlayarak paylaşımı da ana hedefler arasına koyar. Bugün asgari ücretten bile vergi ve sigorta pirimi alıyorsunuz. Bu adalet mi?

Erbakan’nın adil düzeninin iki ayağı vardı. Bunlardan birisi kalkınma ve diğeri ise paylaşım. 28 şubat deneyimi ise ona hürriyetler yönünde “yaşanabilir bir Türkiye”’nin de ayrı bir unsur olarak hesaba katılması gerektiğini hatırlattı. Şehre göçün temsilcisi olan MSP, MNP, RP, FP’nin de kısmen o tabakaların temsili ile dar gelirlinin tansiyonunu azalttığı söylenebilir.

Bir hadisi şerifte Peygamber efendimiz bir devletin küfür üzere ayakta durabileceğini fakat zulüm üzere ayakta kalamayacağını ifade ediyor. Bu yönüyle bakıldığında bu zalim yönetimlerin yıkılması Allah’ın en hassas olduğu zulüm karşıtlığı ile açıklanabilir. Bu toplumlar umarız ki özgürlükleri kendi çıkarına kullanan kapitalizmin bir değişik versiyonunun ağına düşüp bacadan kovduklarını kapıdan geri almazlar.

Tarihte Emevi’lerde ve Abbasi’lerde isyan edenler hep toplum değil imamlar olmuştur. Hz Hüseyin’de bunlardan biridir. Fakat bütün isyan edip etrafında bir miktar insan bulunan imamlar ya o insanların terketmesiyle (Hz Hüseyin’de böyle oldu) ya da ağır ve kanlı bir bastırmayla idam edildiler. O zaman ki yönetimlerin dediği şey şuydu: dinini yaşa fakat siyasi yönetime karışma. Fakat hilafet meselesi sürekli birilerinin isyan etmesine yol açıyordu. Bizde de hilafet kaldırıldı zannediliyor fakat gerçekte ise TBMM’nin uhdesine verildi.

Muhafazakarlık kendi iktisadi ve paylaşım ile özgürlüklerini kurgulayarak sistemini kapitalizme alternatif olarak oluşturamadığı sürece fakirler ve zenginlerin  yeni ayrışmalarından  sosyal depremlerin yeni biçimleri patlamaya devam edecektir. İşbaşına geçecek her zaman yeni bir zalim bulunacaktır: “Ben kralsam yaşasın krallık”

Aşağıda eski medeniyetlerdeki fakirlerin haline şöyle bir göz atalım:

 

 

ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLER VE ZENGİNLER

İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.

İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:

Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.

Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek bir şey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmayan ve açlığı gidermeyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında bir şey bırakmıyordu.

On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.

Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.

İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.

Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.

Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.

Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.

Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.

Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili de olmadı.

Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.

Kölelik

Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsaade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azat etmeyi sevaba bağlayarak, hizmeti belli bir yılla sınırlayarak ve efendisi ile farklılığını ortadan kaldırarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve köleler de istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur.

Fakat toprağın işlenmesi için kölelik, Amerika’nın keşfinden sonra yine canlanmış ve uzun yıllar  acılarla sürmüştür.  Bugün bile siyahlar Amerika’da ikinci sınıf vatandaş olarak görülmektedir. Bunu beyaz vatandaş yapmaktadır. Bunlar bizim oradaki (1989’da Amerika’da bulunduk) şahsi gözlemlerimiz arasındadır. Başkan Obama, toplumsal empati için bir şanstır. Onun bu şansı iyi kullanması gerekir.

İkinci Sınıflar

 

İkinci sınıf vatandaşlar ya da toplumlar ise dünyanın her yerinde daima olagelmiştir. Toplumsal dayatmalar ülkemizde de zaman zaman şu veya bu neden adı altında görülebilmektedir. Coğrafi sınırlar ile ırk ve kültür sınırlarının çakışmaması ve baskın halkın parçalanma korkusu, onu ötekileştirdiği ve zayıf gördüğüne zulüm yapmaya itmektedir. Halbuki en demokrat ve müsamahakar olanlar dinlerdir. Kişi kendi dininin farkında olmak yerine, gelenek ve ırki özelliklerle hareket ettiği için evde ya da ülkede baskıcı tavırlar ortaya çıkmaktadır ve bir türlü de önlenememektedir. Siyasi iradelerin hürriyetlerden yana tavır almaları, kültürel kimliklerin rahatlamasını sağlıyacak, huzur ve barış ortamını getirecek ve parçalanmayı değil, zorla içiçe değil yan yana birlikteliği getirecektir diye düşünürüz.

 

İşçinin Hakkının Verilmemesi

 

İşçinin hakkının verilmemesi ise günümüzde bir çeşit modern kölelik olarak zuhur etmiştir. Günde 2 dolara ya da asgari ücretle nasıl yaşanır? Marks şunu diyordu. Ölmeyecek kadarla yaşa ki bana tekrar çalışabilesin. Nerde HAK ve alın teri kuruması? En iyisi; camide müslüman, evinde zalim, işinde kafir değil ama kafir gibi.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

“MAKUL” VE “DOĞRU” FİKİRLER NASIL OLUŞUR?

Sevgili okurlar,

Yaratılmışların sahibine hamdediyor ve O’nun mübarek kulu elçisine salatların ve selamların en güzelini yolluyorum.

Bu yazımda benim kafa yapımın içini size açacağım. Ne yapıyor ve nasıl düşünüyorum, fikirlerim hangi tezgahta hazırlanıyor ve sunuluyor, kazıkları var mı yok mu bunları anlatacağım.

Sosyolojik, iktisadi, mali ve İslami konularda yazılarımız olacak demiştik. Bununla bazen sabrınızı zorlayacağız, bazen fikrinizi. Fikir ve düşünce hürriyeti çerçevesinde aklınıza hitap edecek ve fikir fırtınası oluşturmaya çalışacağız. Fikir fırtınasını deyince; İmam-ı Azam 60 kişilik ilim halkasıyla ilim yapardı. Herkesi geniş bir halka halinde dizer (bu eşitlik anlamına geliyor) önce konuyu ana hatları ile anlatır ve sıradan herkesin görüşünü sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü açıklardı. Bu yöntemle binlerce talebe yetiştirdi. İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf onun müctehit seviyeye gelmiş öğrencileri idi. Şimdi ise ne gariptir ki biz bu yöntemi Amerikalı’lardan öğreniyoruz. Ve hala okullarımıza ya da bürokrasiye adapte edebilmiş değiliz. Kanun çıkıyor, bunu bakanla müsteşar hazırlıyor, yahut üç beş bürokrat. İşletme körlüğü denen at gözlüğü ile bakma sorununu nasıl aşacaksınız bu kimsenin umurunda değil. Bu yüzden yasalar, yönetmelikler hatalarla dolu ve toplum bünyesine uygun değil. Çünkü biraz da özgürlük gerektiği için, özgürlükler de birilerinin iki dudağı arasına sıkışınca artık ben yaptım oldu mantığıyla toplumu sosyal şizofreniye iten durumlar ortaya çıkıyor. Toplumun yapısına uygun, makul ve adaletli, yumuşak uygulamalar daima gereken karşılığı bulur ve uzun ömürlü olur huzur getirir, barış sağlar. Özellikle adalet bütün bu işlerin temelini oluşturur. Türk’ler Polonya’dan çekilince Polonya’lılar şunu söylüyorlar. “Türk’ler gitti, adalet gitti” Osmanlı’nın en temel özelliği “Adalet” idi ve yedi düveli adaletle idare etti. Birazcık geçmişimize baksak o kadar çok şey var ki…hele AHİ’likte…

Doğrular sunmaya çalışmayı bir fikir dayatması olarak görürüz. Bu yüzden süreç hakkında akılcı yorumlar getirmek ve sizi düşünmeye sevketmek asıl gayemiz olacak. Bu noktada aranan insan tipinin “düşünen insan” tipi olduğunu unutmayınız. Bu ise çok geniş özgürlüklere ihtiyaç hissettirir?!..

Bizler tarafız. Hak’tan, iyiden, doğrudan, tasarruf ve makulden yanayız. Makul fikri, insanı uzlaşmaya götüren çok önemli bir kelimedir. Bu yüzden ben “makul” fikrini çok severim. Her konuda anlaşmak, bir tekdüzeliktir, anlamsızdır ve insanı sıkar, fikirleri sağlıktan ve sağlama yapmaktan da uzaklaştırır. Muhalefetler niçin var?

 Makul deyince aklıma Peygamber efendimizin 622 yılında Madineye hicret ettikten iki yıl sonra en güçlü olduğu bir zamanda hırıstiyanlar, yahudiler ve paganlarla oturup imzaladığı bir ilk yazılı anayasa anlaşması var. Bu anlaşma çağlara ışık tutan ve ilgili toplumları bir makulde birleştiren bir anlaşma. (yayınlayacağız inşallah) Gelin de özgürlüklerin genişliğini bir görün.  İslam’a da aykırı olan katı milliyetçi tavırlar ülkeyi kilitliyor ve bazılarının bazılarına, bazı şeylerini dayatıyor ve diğerleri olarak ötekileştiriyor. Halbuki Osmanlı bile dininde, dilinde ve ırkında serbest ol fakat bana tabi ol dedi. Güçlüydü ve korkutuyordu. Herneyse..

 Don Kişot bir gün kendine bir kalkan yapar. Denemek için onu yamağı Sanço Panço’ya verir ve üzerine denemek için saldırır. Kalkan kırılmıştır. Bu sefer bir kalkan daha yapar, fakat bu kez denemez.. Biz böyle yapmıyacağız. Biz her fikri deneyeceğiz ve öyle alıp size de öyle sunacağız. Lokman Hekim’e sormuşlar “bu ilmi nasıl elde ettin” diye. O da demiş ki “körlere bakarak” demiş. “Çünkü onlar elleriyle dokunup yoklamadan yani denemeden bir şey almazlar”demiş. “Ben de öyle bir şeyi alıyor, test ediyor, deniyor ve öyle alıyorum” demiş.

 Sevgili okurlar ben dini konuları bile aklıma vurmadan almıyorum. Allah’ın yüceliği ve kutsal değerler sizi korkutup aptalca kabullere itmesin. Allah yalnız gibi görünür fakat gerçekte onun kendisiyle konuştuğu hem aklıyla hem kalbiyle ona tam yönelmiş çok dostu, konuştuğu vardır. Düşünsenize bir adam ahmak veya aptalsa onunla konuşmaktan zevk duyar mısınız? Duymazsınız değil mi? İşte Allah’da duymaz. O, emirlerini ve hikmetlerini düşünerek alan akıllı ve eh biraz da ilim sahibi olup arkasından artık bütün kalbiyle ona meftun olmuşları sever. Tefekkür neden binlerce nafile namazlardan üstündür. Aptallar tefekkür edebilir mi? Gerçi akıllı olup tefekkür etmeyenler de vardır ama yol üzerinde Allah’ın delillerinin serili olduğu bu alemde makul bir aklı selim sahibinin “bunun bir ustası olmalı ya hu” demesi beklenir. Bu kadar delilin ortasında inanmak kolay ve normal, inanmamak ise zor ve anormaldir. Allah zalim değildir. Delilleri görene ve isteyene iman nurunu nasip edecektir. İmana davet ederken neden akli delilleri örnek gösteririz? Ona kitaptan peygamberden bahsetmek fayda eder mi? Sadece aptal ve cahil bir müslüman Kuran’dan Peygamber’den bahsederek inanacak adamı da gittikçe inkara ve onu müslümanlıkla mücadeleye iter. Halbuki onun anlayacağı güzelce verilmiş akli ve ilmi delillerdir.

 Biraz da başarıdan bahsedelim. Hitler askerlerine emir verir. “Berlini bombalayın!” der. Askerler itiraz ederler. Fakat o şöyle der: Başarılı olamayanın yaşamaya hakkı yok! Biz fikirlere işte böyle yapacağız.

 Fakat bunu fikirde yaparken insandan ve öğrenciden sakındırmak gerekir. Erdemli – erdemsiz yerine, başarılı- başarısız ayrımı, öğrenciyi Pavlov’un köpekleri ile (şartlı refleks) bir tutmak olur ki bu çok yanlıştır. İnsan başkadır. Biz insana, şeytanı sevmediği, birazcık yaradanına yöneldiği zaman ona gönlümüz meyleder. Bu yazıları zaten insan için yazıyoruz. Ancak inansın inanmasın adalet yönünden ayrım yapamayız. Umarız ki idrakini yaralarız, onu kıvrandırırız ve bırakırız. Çözümü kendi bulur!

 İşte bütün fikirler bir fırsatını bulup uygulama alanı bulduklarında yaşam testi onlara haddini bildirir!..Buna dinler ve partiler de dahildir.

 Başarının ölçüsü; uygulanabilir olmak ve mutluluk getirmek ve Hakk’a uygun olmaktır.

 Amerika’da üniversitede bir film izlemiştik. Hz İsa, dünyaya yeniden gelmiştir ve bir panayırda bir papazın konuşma yaptığını görür ve onu dinler. Papaz kendi getirdiği emirlerin tam aksi şeyler söylemektedir. Başlar papaza bağırmaya. Yalancı, iftiracı, o bunları emretmedi. Farklı şeyler söyledi, dediyse de kimse onu dinlemez. Konuşma bittikten sonra papaz onun yanına gelerek şöyle söyler. “Sen ne diyorsun be adam. Neredeyse Hz İsa olduğunu söyleyeceksin” deyince, “evet ben İsa’yım” der. Papaz güler. “İstersen çık bağır. Sana kim inanır. Seni deli diye içeri bile tıkabilirler. Bak ben insanların istedikleri şeyleri söylüyorum” der.

 İşte sorun; isteklere dayalı fikir mi mutluluk getirir, yoksa orijinal kaynağa itaat mi mutluluk getirir? İstekler üstün bir öngörü ve her zaman aklı selimi içerseydi her ikisi çakışabilirdi belki. Fakat insanın istekleri duygusal, korkusal, önyargılar, neyi nasıl gördüğünüz, gibi subjektif değerler de içerdiği ve miyop olup uzağı göremediği için zaman zaman doğruya yaklaşsa da tam doğruya isabet ettiremeyebilir. Bu yüzden “üstün akla”-vahye- ihtiyaç olur. Bunu reddeden de yaşayabilir, fakat aklın ölümden sonrası için fikri yoktur (burada kastedilen nefsi isteklerin yönetimindeki bir düşüncedir, aklı selim değildir. Buna rağmen aklın bir yere kadar olduğu da unutulmamalıdır. Daha sonrasında kalp başlıyacaktır) Ya sürpriz olursa ne olacak?..

 Yalnız, zeminin bozukluğu fikrin hatası olmayabilir. İnsan her zaman rasyonel davranmaz. Onun tercihlerini bazen duyguları, korkuları, arzuları ve ön yargıları da belirleyebilir. Yahut tarihsel gelişmeler bazen “haset”e (komünizm) bazen de “hırs”a (kapitalizm) yol verebilir. Ya da fikirler ferdi taraftar bularak baskıların da etkisiyle fert vicdanlarında da yaşayabilir. Fikirlerin çarpışması ise hür ortamlarda  aklı selim sahipleriyle (taraf olanlarla değil) yapıldığında sağlam olanı muhakkak ki galip gelir. Fakat her fikrin iktidara gelme isteği, zaman, zemin, tesadüfler, sosyolojik gerçekler, tarihi olaylar gibi bir çok etkene bağlıdır. Buna bazen liderlerin de uygun ortamlarda yön verdiği olur. Fakat asıl olan toplumun derdinin ne olduğudur? Yani ilahi iradeyi hesaba katacak mıyız? Yoksa katmayacak mıyız? Bu kararı toplum verir ve buna müdahale etmek uygun bir davranış olmaz. Ancak insanın çabası Allah’a ve onun dediğine yönelik olursa, eh, ücreti de ondan alması ümit edilir. Yani kimin tarlasına su taşıyorsunuz?

 Bu noktada bilim adamına düşen şey, bütün fikirleri dini veya akli olup olmadığına bakmaksızın kaynağına inerek önyargısız bir şekilde aklı selime vurmak, konuyu derinlemesine inceleyip aydınlatmak ve topluma “makul çözümler üretmektir.” (Entellektüel bakış)

 İnsanlar zaman zaman 100 yıllık zaman periyotlarında moda fikirleri, yükselen değerler olarak da geçici süre kabul edebilirler. İşte “zamana göre doğru” fikri, kazıksız bir fikirdir ve kısa zaman sonra yanlışlığı anlaşılarak terkedilir ve onu yaşayan insanları perişan eder. (Cumhuriyetin ilk yıllarının yönetcileri Batı’nın “görmediğimi, denemediğimi almam” diyen “pozitivist” akımdan çok etkilendikleri söylenebilir. Şimdilerde biraz daha yumuşamış ve terkedilmeye yüz tutan bu akımın o zamanki taraftarları neyle karşılaştılar acaba.)

 Kazığı olan fikirlerin daha doğru olmaları ve her döneme hitap edebilecek kapasitede, fıtrat, ilim ve insan davranışı ve ekonomik gerçeklerle uyumlu ve makul çözümler sunan, geçer akçeler olmaları umulur. Bu yüzden kaynağı sağlam, fıtrata uygun, uygulanabilir, ilimle örtüşen fikirleri arayıp bulmak, insanların genel eğilimlerinden zaman zaman uzak durmak da uygun olabilir. Babasını izleyen biri için, ya babası yanlışta ise ne olacak? O zaman her fikrin ilk mızrakla denenmesi yani, kişinin kendisi tarafından fikri sorgulamaya tabi tutulması gerekir. 14 yaşımda inancımı sorgulamıştım. Kitapçı Baytoklar’a girerken başlayan bu sorgu üç gün sürmüştü. Sonunda sağlam bir itikatta karar kıldı ve onu kendine mal etti. O gün bu gündür beraberiz. Bu yönüyle bakıldığında örgütsel davranış kalıpları, sadakat, birlik beraberlik gibi yaldızlı sözler içerseler de, kişinin aklı selimini kiraya vermesi nedeniyle kişiyi (çoğunluğu) sağlıklı bir sorgulamadan uzaklaştırır.

 Ancak bu kişisel sorgulamayı yapabilen bilinçli bir kitle de daima var olagelmiştir. İşte bu kişisel sorgulamayı; kemikleşmiş diye tabir edilen kitle değil, sempati duyabilen ancak aklına ve bilgisine güvenen, kararlarında duygusal değil rasyonel tercihler yapabilen, fikrin kaynağı ne olursa olsun fikrin kendisini sorgulayabilen, önyargısız insanlar yapabilirler.

 Bakın bu konuda Psikoloji ilmi konusunda otorite sayılabilecek bir bilim adamı olan Doğan Cüceloğlu ne diyor: “Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” “Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı). Bizim “çarıklı erkan” dediğimiz kül yutmaz kişiler bunlardır.

 Bu yüzden, bu parelelde, sorgulama kapısını açan bilimsel şüphecilik de ilmin rehberi kabul edilir. İslam’da kişi kendini Eşari mezhebinin nakilciliğinden biraz olsun kurtarabilirse Cenab-ı Hakk’ın Kuran’ı Kerimde 200 defa hitabettiği en kıymetli varlığı olup eğriyi doğrudan onunla ayıracağı aklı ile sorgulayarak ilmi deşeleyebilir. İslam medeniyetinin altın çağı kabul edilen 8 ve 12. yüzyıllara şöyle bir bakarsak fikir özgürlüğünün en üst seviyede yaşandığını ve elbette bunun altında da akli ve ilmi çalışmaların olduğunu görürüz. Ancak 13. yüzyıla gelindiğinde akılcı mu’tezilenin, nakilci Eşari’ye yenildiğini göreceksiniz. Anılan yüzyıllarda insanlar sahip oldukları kitap ciltleriyle öğünürken daha sonraları insanlar anlamadan dinledikleri Kuran ile mesrur olup ilmi yalnızca cami hocalarına havale ettiler. Eskiden insanlar yaşayarak yürüyen Kuran iken şimdilerde milyonlarca baskısı yapılan Kuran olmasına rağmen iman insanların boğazından aşağı geçmiyor? Bunları daha geniş konuşacağız inşallah. 

Kainatta her şey zıddı ile bilinir. Bu ön kabul, farklı fikirlerin hayat bulduğu erdemliler yönetimi olan demokrasinin de temelini teşkil eder. Bunun aksi ise totaliter zihniyettir ki, kendinden başkasına hayat hakkı tanımaz. Dayatma yapar. Her ideoloji dayatmasını yapmıştır. Bugünkü sıkıntıların kaynağı da budur zaten. Bunlar artık kişinin veya yönetimlerin ayıp hanesine yazılacak şeylerdir. İnsanlar nasıl ki doğal hukuk dediğimiz ortak yasaklarda birleşmişlerse, hürriyetler ve daha fazla demokrasi konusunda da toplum olumlu gelişmeler göstermektedir. Evde, işte ve siyasette demokrat olmak, farklı fikirlere saygı göstermek gibi bir erdem yoktur. Fakat ferdi olarak herkes aklı, yüreği ve ahlakı kadar erdemli olabilir. Toplumlar da eğer aklı selimlerini kaybedecek müdahalelere uğramamışlarsa ortak tercihlerle (seçim-referandum v.s.) demokrasi ve hürriyet derecelerine karar verirler. İşte bu hürriyetler ne kadar fazla olursa toplum bizim sevdiğimiz makul kelimesinin çağrıştırdığı uzlaşma çizgisine o kadar çok yaklaşır ve ahlaki yaşamla ilgili tercihleri de doğruysa ( en büyük ahlakı veren ve onu bir sevgi ve korkuya – Allah ve ahiret- bağlayan “din” dir) huzur olur, barış gelir, her fikir yaşama şansı elde eder, gerçek demokrasi olur, totaliter dayatmacı uygulamalardan uzaklaşılır ve toplum mutlu olur. Toplum yönetiminin amacı da budur. Doğruda mutluluk…

Her neyse, fikirlerimizi lütfen eleştirin. Bunlar bizim fikirlerimizin sağlaması olacak ve bütün okuyucuya zenginlik olarak tekrar dönecektir. Bütün mütefekkirler serbestçe tartışılan ortamlardan çıkmışlardır. Bizler mütefekkir değiliz, fakat iyi bir eğitim almış ve çok yurt dışı yaparak farklı fikir ve insanları tanıma fırsatı bulmuş, ve her konuyu biraz merak eder ve çok okuyan biri olduğumuzu söylememize lütfen müsade ediniz. Bundan umarım sizler de istifade edersiniz. İşte bu hizmettir. İşin aslı ben akşam okuyacağım, sabah yazacağım, öğleye de siz okuyacaksınız. Aramızda zamanlama dışında pek fark olmayacak.

Siz kendinize bakamazsınız, sizi alemlerin Rabb’ine emanet ediyorum. Sağlıcakla kılınız efendim…

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

VAHİY VE SÜNNETTE EĞİTİM ANLAYIŞI

Vahyin eğitim anlayışının temelleri Kuran’ı Kerim’in Alak Suresinin ilk 5 ayetinde saklıdır. Bu ayetler Cebrail Aleyhisselam’ın hira mağarasında getirdiği ilk ayetlerdir:

Yaratan Rabbinin adıyla oku.

O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.

Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.

O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti.

İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.(Alak 1-5)

Okuma yazma bilmeyen bir peygambere “oku” emrinin verilmesi dikkat çekicidir. “İkra=oku”

birleştir, parçalar arasındaki bağı keşfet, bul, (icma = ) dağılmışı topla, anla ve anlamlandır anlamlarına geliyor. Muhammed Esed, “Kuran Mesajı” adlı meal tefsirinde bunu “telaffuz etmek-dile getirmek-mesajı anlamak ve zihne yerleştirmek olarak ifade ediyor. Bazı tefsirler ise bunun “tebliğ et”anlamına işaret ediyorlar. İkra ile alaka aynı şeyi gösterir. Parçaları birleştir, keşfet.

Rab = Terbiye eden, eğiten demek. Burada “Rab” sıfatının kullanılması ilginçtir. “İlah” geçmiyor, “Rab” geçiyor, “Senin Rabbin”. Bir şefkat var. Kuran’ı Kerim’de 2500 civarında “Allah” lafza-i celali varken 900 defada “Rab” sıfatı geçiyor!

Allah yarattı ve terbiye etti. Yaratan ve senin nasıl eğitileceğini bilen O. Seni senden iyi bilen Rabbindir. Tasarrufta bulunduğun isim Allah olsun.

Ahz – Keşf

Ahzetme – Gizli olanı keşfetme

Veren – Alan

Verileni al – Saklama

Dirayete – Rivayete

Eğitimin maksadı bilgi ve ahlakın birlikteliği

İlim yürekten alınır. Temel unsurdur. Ahlakıyla beraber alınır, dizden alınır. Aksi halde malumat olurdu. Bilgi ahlakı, bilginin olmazsa olmazıdır.

İkra = Üret ve ilet…

Ve Rabbukel Ekrem = Senin Rabbin en büyük ikram sahibidir.

Bu büyük ikram = Öğrenebilme yeteneğininin verilmesidir.

Talimu-l esma = Eşyaya isim verme yeteneğini verdi ki, meleklere secde ettiren de buydu.

Allah Hz.Adem’e eşyanın varlığını onu nasıl isimlendireceğini öğretti. Allah’ın isminin üzerinde tecelli ettiği şeyler. Örn.yeme içme, Allah’ın Rezzak sıfatının bir tecellisi. Merhametli olması Rahman veya Rahim sıfatının bir tecellisi.v.s. Bilgiyi işleme; anlama ve anlamlandırma özelliği. Bu aynı zamanda bilgisayardan da ayıran özellik. İyi – kötü, güzel – çirkin v.s 

Melekte muhakeme var, alimi var –şeytan alim idi-, bilgiyi biriktiriyor ve karşı çıkıyor. Yeryüzünde kan dökecek günah işleyecek birini mi yaratacaksın diyor. Melekte günah işleme yok. 

Diğer taraftan insanın iradesi ile tercih yapabilme özelliği var. Melekte olmayan, tercih etme, günah işleme özelliği. İyi – kötü, güzel – çirkin ayrımında tercih yaparak en güzel amel yoluyla meleği geçmesi. Veya inkar ile hayvandan da aşağı düşmesi- esfeli safilin-

Esmaü-l Hüsna’nın tecellisinin eşyaya yansıması. 

Kulli iradeden bir irade.

Külli şefkatten bir şefkat.

Külli merhametten bir merhamet.

Fail Allah, mef’ul Adem.

Eğitimin ilahi bir ikram ve şefkat olduğunu belirtti.

Eğitilebilir olmak yetmez. Müfredatın da iyi olması gerek = Munbit toprak.

Hem de öğreteceklerini de bildirmiş.

Rububiyetin tecellisi insanda eğitim olarak tecelli eder.

Bilginin kaynağı Allah’tır. Kutsaldır.

Hümaniter Eğitim Düşüncesi

Humaniter düşünce insana bilgi elde et, güçlenirsin diye emreder = bilgi “put” olur.

Batıda bilgi çalınmıştır = Saklar, karşı kullanır.

Bizde ise bilgi verilmiştir. Allah vermiştir. Teşekkür gerekir.

Bizde bilgi arttıkça tevazu artar. Bilgi tefekkürdür, teşekkürdür.

Batıda ise; bilgi arttıkça kibir artar.

 İnternetten de öğrenebilir. CD, hafızadır. Bilginin işlenmesi ve anlamlandırılması gerekir. İnsan ile bilgisayarı ayıran da budur. Ama insan olunca, ilm ile veli arasındaki bu farkı fark eder.

 İlim irtibat kurmaktır. Akıl bağdır. Eşyayı anlamlı bir bütün halinde görmedir. Vahyin ilim ve insan tasavvurunun iyi anlaşılması gerekir.

 Peygamberler bütünü, tevhidi temsil ederler. Bu bağı kurmaya hikmet denir.

Peygamber efendimiz Eba Zer’e güneşin batışını seyredelim diyor ve soruyor: Güneş nereye gitti ya Eba Zer? Allah ve Rasulü daha iyi bilir. Cevap verir: “Güneş, Allah’a secde etmeye gitti”. İlmin konusu bütün kainattır.

 “Ve nnecmu ve şşeceru  yescudan” = yıldızlar ve ağaçlar secde ederler. (Rahman 55)

 Yani Allahın verdiği görevi yapmaya gidiyor = yörüngeye uyuyor. Adeta bir tavaf. Onun Allah’ı zikri bu. Ağaçlar kökleri ile secdede, eşya gölgesi ile secdede, hayvanlar ön ayakları ile rukuda, dağlar dimdik ayakta durarak kıyamda. İnsan ise bu üçünü de yapacak kabiliyette = namazda.

 Peygamberin öğretme nesnesi bütün kainattır. Kainat öğrenmeye konudur. Ayat = Mucize demektir. O zaman kainatta mucize olmayan şey yok demektir. O halde öğrenilen her şey mucizedir. Vahyin Penceresi budur.

 Kuran içinde barındırdığı kevni ayetlerle bilim dünyasına yol gösteriyordu. Amerikan Uzay Dairesi NASA, sürekli olarak her yeni buluş ya da keşfin arkasından Kuran’ı tekrar tercüme ve tefsir ettiriyordu. Örneğin “Yasin” suresinde güneş ve ay için “her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler” (Yasin 40) buyurulur. Evrenin sürekli genişletildiği ayetle sabittir. Allah bir ayette “yıldızların yerine yemin eder”. Bugün yıdızların yerinin son derece önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Yine kainatın “yoktan varedildiği” belirtilirken batı, “maddenin ezeli” olduğunu düşünüyordu. Bugün maddenin karadeliklerde zeval bulması onları maddenin kalıcı olmadığı fikrine getirdi ve şaşırdılar. Fikirlerinin temelleri sarsıldı. “Evrenin sürekli genişlediğinin” ortaya konması onları “bunun bir başlangıcının olması gerektiği” fikrine ve “Big-Bang” denen “Büyük Patlama” fikrine götürdü. “Sıfır hacimde sonsuz bir enerjinin bir patlama ile bu günkü evreni 13,7 milyar yıl önce meydana getirdiği” fikri onları “peki buna kim karar verdi ve bu düzeni kim meydana getirdi” fikrine cevap aramaya itti. Ortada bir düzen vardı ve bunu birisi irade etmiş olmalıydı. Bunun nasıl olduğu bilinmiyordu. Bunun için Tanrıya başvurulmalıydı. Materyalist alimler de artık bir üstün güce inanmaya başlamışlardı. (Daha geniş bilgi için bknz. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yay; Zamanın Kısa Tarihi, Taşkın Tuna; Kara Delik Evrenin Sonu mu?, John Taylor; Karadelikler ve Bebek Evrenler, Stephans Hawkings)

Batı ortaçağda dünyayı düz  zannederken İslam dünyası gezegenlerle ilgili çok şey biliyordu. İslam alimlerinin batı dillerine tercüme edilen kitapları onlar için dayanak oldu. Kilise engizisyon mahkemelerinde alimlerini yargılarken İslam bilimi teşvik ediyordu. Ancak İslam ülkelerinde İslam’ın doğru anlaşılmaması, daha çok uhrevi ilimlere önem verilmesi, yasakçı bir yönetim anlayışının hür düşünceyi öldürmesi ilmi geriletti, alim yetişmedi, ilim “Allah’ın işine karışmak” olarak algılandı, toplum öldü. Fakat batı gerek fikri ve gerekse fiziki pisliğin içinden yaptığı önemli keşiflerle ilmi hem ilerletti ve hem de yaygınlaştırarak kullanıma sundu. Şüphesiz bunun karşılığını da aldı. “Biz başarıyı (medeniyeti) gezdirir dururuz”(ayet) emrine uygun bir gelişmeydi. Başarı oraya verilmişti. Yan ürün ise, zaten yanlış olan, ilme de karşı çıkan dinin dışlanmasıydı = laiklik. İlim bugün başdöndürücü bir hızla ilerlemektedir. “İlmin sonsuz” olduğunu idrak edenler her an yeni bir buluşun onları piyasadan sileceği korkusu içinde ar-ge araştırmalarına büyük paralar harcamaktadırlar. Adeta var olma yarışı.

 Bu, ilim ve teknolojinin ticari boyutuydu. Yukarıda bahsettiğimiz ilmin felsefi boyutu ise önce bir Allah kavramını ve arkasından ilme yol gösteren İslam’ı (Kuran’ı) işaret ediyordu.

 İlmin Hayata, Alime, Talebeye Yansıması

Bilmenin bir tevhid eylemi olduğu, bilginin ahlaktan ayrılmaması gerektiği, bunun amacının ahlak olduğu, bunun da Allah’ı işaret ettiği söylenebilir.

 İlmin işlev olarak faydalı da olması gerekir. Hz. Rasulüllah “fayda vermeyen ilimden ya Rabbi sana sığınırım” buyurdu. Özünde faydasız, sahibine faydasız ilimden uzak durmak gerek. İlmin kişiyi bir şekilde Allah’a ulaştırması ya da fayda sağlaması gerek.

 Hammadde bilgi ise, mamul ahlak olacak. Yoksa faydasız bilgi oluyor.

 Eskiden ilim Allah rızası için yapılırdı. Şimdi maaşa talip olanlar, ilme talip oluyorlar. Belki bugün nüfusun artması, ilim ve teknolojinin ilerlemesi, bir meslek için ilim yapmayı gerekli kıldı, standartlar yükseldi. Ancak ilim yuvası sayılan üniversitelerin de makam ve maaş saikinden uzak olmasını dilerken devletin “marifet iltifata tabidir” kuralı gereğince onları geçim derdinde bırakmaması gerekir. Bir asistan 1 300 lira maaş alıyor? Bu adama nasıl ilim yaptırırsın?

 Peygamber ve Raşit halifelerden sonra bilgide bozulma başladı. Bu, ahlaka yansıdı. Yerel kültürlerin İslam’ın içine akması bütüncül sistemi bozdu. Müslümanların bağrına sızdı. İslam’a değil. “Sakınan korunur” kuralına uyulmadı. İnsanlar terbiyeden geçmeden İslam’a girdi. Hz. Ömer devrinde Mısır ve İran süratle fethedilince, oralar irfan ve hikmet ile doldurulamayınca felsefe ve mistisizm geldi doldurdu.

 Modern Eğitimin Üç Ana Zaafı

Modern eğitim;

- Bilgi ile bilgi ahlakının arasını ayırdı.

Akılla kalbin,

Duygu ile düşüncenin,

Eylemle bilginin arasını ayırdı.

 - Bilenle bilginin arasını ayırdı.

Bu, bilginin üstadsız aşırılabileceğini,

Bilgi ile bilenin arasındaki bağı kopardı.

 - Alim ile ahlakın arasını ayırdı.

Alim; ahlak ile bilgiyi sindirmiş olana denir.

Hayata uygulayandan alınır = İlmi ile amil olmak.

 Bizde, ilmin soyu, babası vardı. Eskiden hangi okulu bitirdin sorusu yanlışken bugün iyi bir okul tercih nedeni. “Kimin tedrisatından geçtin?” denmelidir. Ancak maddi ilimlerde teknolojinin ilerleyerek branşlaşmanın artması çok sayıda uzman kişiler marifetiyle eğitimi gündeme getirdi. Bilgi amele dönüşmüyor!. İlim, ilim halkasından, rahle-i tedrisatla öğrenilir. Üstadla öğrenci arasındaki fark ontolojik değildir, derece farkı yoktur. Halka halindedir = eşittir.. Özgürlükçüdür, tartışır, fikir sorar.

 İmam-ı Azam’ın ilim halkasına yaklaşık 60 kişi katılırdı. İmam-ı Azam önce konuyu anlatır, sonra teker teker sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü söylerdi.

 Günümüzde ilim insanları tesviyeye tabi tutuyor = soykırım. Bir manipülasyon aleti. İnsanın şahsiyeti biçilince geriye hiçbir şeyi kalmaz. Mühendislik olarak bakılıyor. İnsana saygı duymuyor.

 Ulus devlet, tek tedrisat uyguluyor. Edirne’den Şırnak’a aynı. Coğrafi ve demografik şartlar gözönünde bulundurulmuyor. Fırsat eşitliği yok.

 Sınav

Böyle eğitime böyle sınav sistemi. Talebeyi kumarbaz yerine koyuyor. Standart zekalara hitab ediyor.= Rakamsal zeka.

 Analitik zeka, sanatsal zeka ve diğer zeka türleri dikkate alınmıyor. Bu bir entelektüel soykırımdır. 1 775 000 çocuk sınava giriyor, 425 000 içeri, geri kalan dışarı. Okumuş, ancak becerisiz ve dolayısıyla işsiz. Meslek lisesi yerine genel lise.

 Sınavın ölçüm sonucu, “başarılı” dediğimiz “başarılı” “başarısız” dediğimiz “başarısız mı?” Kral çıplak!

 Alim, ilmiyle amil olmalı.  Yani taşıyıcı.

 İlmi ahlakından koparıp malumata çevirmiş = Kes, kopyala yapıştırla ortaya çıkan şey…

 Başarıya Kilitlenmek

Başarının putlaştırılması, şartlı refleks (Pavlov)’un köpeklere yaptığını insana yapmak…

 Başarı güzel bir şey. “Ameller sonuçlarına göredir” (hadis). Başarı ağacın meyvası gibidir.. Kötü olan başarı değil, başarıya odaklanmaktır = Sonuca kilitlenmek.

 Başarı odaklı sistem bir hayat tasavvuru halini alıyor. Hayata, ticarete yansıyor. Nasıl kazandığına bakmıyor. Ne kadar kazandığına bakıyor. Hile yaparak vergi rekortmeni olunabilir. Yahut gayri ahlaki bir iş kolundan çok kazanç elde edebilirsiniz.

 Mekkeli müşrikler Yemen ile Suriye cennetleri arasında ticaretin kaymağını yiyorlardı. Başarılıyız diyorlardı. Fakat Peygamber efendimiz tekere çomak soktu. Düzenlerini bozdu. Asıl kabul edilemez olan buydu. Onun için de karşı çıkmışlardı.

 Başarı odaklı eğitim – sorumluluk odaklı eğitimle karşı karşıya. Başarı odaklı eğitimde insan tasavvuru = sorumsuz ama başarılı olmalı. Ahlaksız olabilir. Hakeme göstermeden serbest. Roma’nın yakalanmayan hırsızı ödüllendirmesi ile aynı.

 Başarı odaklı eğitim sürdürülebilir değildir. Ezici, sürü psikolojisi içinde başar ama sisteme takılma. Bu ahlaksızdır.

 Uluslararası güçlerin yaptığı da başarıdır. 600.000. kişinin üstüne bomba atmak da başarıdır. IMF’nin borç verdim diye önerdiği; kalkınmayı durdur, sıkı para politikası izle, bütçe fazlası ver ve paramı geri öde; işsizlik artabilir, ticaret sekteye uğrayabilir, iflaslar ve intiharlar olağandır demesi de bir başarı. Tefeci… Ya insan ne olacak? İşte faiz bunun için yasak ve ahlakı, merhameti yok! Aklı, kabiliyeti, zekayı dışlayan, başarıya odaklı bir sistem… Bu sistemde başarılı olanlar, hayatta başarısız oluyor: Kendisi ile, ailesi ile, arkadaşları ile.. Ona armağan olarak verilen yetenekleri ona ket vurur hale geliyor. 

Kendi seçmiyor mesleğini. Siz seçiyorsunuz. Tekrar sınava giriyor. Kabiliyet katilliğine dönüşüyor. Çocuk kendisi ile savaşıyor. Her  şeye rağmen kazanılmış olan, fetişleştirilen, putlaştırılan, başarıdır. Neye, niçin, nasıl, kaça maloldu diye sormuyor. Başarısızlık halinde doğan psikolojik sıkıntıların ve intiharların özünde başarı odaklı eğitim var desem abartı olur mu? Başardığı zaman da “ben başardım”diye kibirleniyor, yetki aldığında da hizmet yerine menfaatini düşünüyor, zulmediyor. Karun da “bu serveti yeteneğim sayesinde elde ettim” dedi. Ve yerin dibini boyladı. Bir sahabe peygamberden ısrarla istediği dünyalık bir duanın ardından 6-7 sene içinde büyük bir koyun sürüsüne sahip oldu ve zekat memurlarını “peygamber benimle ortak mı kazandı” diye tersleyerek isyan etti. Başarıyı yani rızkı kendinden bildi. Verildiğini düşünmedi. Daha sonra pişman olarak zekatını vermek istedi ise de gerek Hz. Peygamber ve gerekse Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer onun zekatını almadılar.  

 Bilgi ile aranan; dünyevileşme, güç, makam, kariyer, maaş, hakimiyet. Halbuki gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır. İlmi verilmiş bilmek gerekir.

 Başarı odaklı bir sınavla öğrenci hayatın tek yönüne hazırlanıyor. Hayatın sürprizlerine hazır değiller. “İnsan için çalıştığının karşılığı var” (ayet). Ancak yalnız hayat bu değil.

 Hayatı mühendislik olarak görmek yanlıştır. Doğal hayat tabiri, karmaşıktır.

 Başarıya odaklı  sistem insan tasavvurunu yanıltıyor. Anne baba başarılı olan çocuğunu erdemli olana tercih ediyor. İyi – kötü’nün yerini, başarılı – başarısız ayrımı alıyor. Çocuk fırsatını bulunca kopya çekiyor. Mekanik eksenli insan, erdemli insana karşı bir Truva atı. Hitler Berlin’i bombalayın diyor. Karşı çıkılınca, “düşman karşısında başarısız olursa ölmeyi de hak ederler diyor = başarısızın yaşamaya da hakkı yok!

 Nuh başarısız mıydı? Hayır! Tevhid uğrunda ölen insanlar başarısız mı?

 Başarı odaklı eğitim, çocukları dengesiz yapıyor. Hayatta; sosyal ilişkiler, davranış uyumu, toplum ve kendisi ile barışık yaşama, Allah’la olan ilişkisi, sıkıntılara göğüs germede dayanıklılık.. Bunlar hayata uyum sağlamada önemli şeyler.

 Erdem ve sorumluluk odaklı eğitimin yerini başarı odaklı eğitim alıyor.

 Allah’tan, erdemden, faziletten yırttığını başarıya yamıyor.

 Hayat denizinde fırtınanın ne zaman kopacağı belli olmaz. “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten ailenizi koruyun”(ayet).

 “Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır”(hadis). Bununla sürdürülebilir olana işaret var. Halbuki başarı odaklı eğitim veya davranışlar, bir yerde ya diğer insanlarla ya da sistemle çatışır. Devamlı sürdürülemez.

 Başarılı olan mutlu mudur?

 Mutluluk ile haz, keyif  alma ayrıdır. Doğrudan orantı kurmak yanlıştır. Başarı ile mutluluk arasında bağ yoktur. Hiçbir şeyi eksik olmayan insanlar mutlu mu? Doğrudan bağ kuran vahyi unutmuştur. Gelir ve maddi tatmin düzeyi yüksek toplumların mutsuzluğundan; içki, çok yemek(obozite), seks ve uyuşturucuya mübtela olduklarından bahsediliyor. Yapılan araştırmalar gelir düzeyi çok düşük bir Afrika ülkesinin en mutlu insanlara sahip olduğunu gösteriyor. İsyan ettirecek fakirliğin bir mutsuzluk kaynağı olabileceğini de unutmamak gerekiyor. Bir hadiste “İsyan ettirecek fakirlikten ve şımarttıracak zenginlikten ya Rabbi sana sığınırım” buyuruldu. Genel olarak insanın dünyevi şeylerle tatmin için yaratılmadığını söyleyebiliriz. İnsan “Allah’ın zikri” ile mutmain olmak üzere yaratılmış (ayet). Bir namazın arkasından duyulan ferahlamayı neyle izah edebiliriz? Nefsin gıdası maddi rızıklardır ve eksikliği vücutta otomatiğe bağlanmıştır. Acıkanın karnı ağrır v.s. Ancak ruhun ihtiyacı ilahi rahmettir. Fakat bunun için otomatik bir isteklilik sözkonusu değildir. İnsanın hür iradesine bağlanmıştır. İşte cennet – cehennem bunun için vardır. Dilerse inanır ilahi rahmete kavuşur iki cihanda mutlu olur. Dilerse inkar eder, ilahi rahmet ona dünyada bir şeyler verir ve yaşatır, ancak korkunç bir akıbet ise onu bekler…

Tevekkül

Sınavdan çıkmışsanız ve başaramamışsanız, kendinizle de barışık iseniz, bu başarısızlık bir bitiş olmaz. Bir sorgulama yapıp insanın kabiliyetini keşfetmesi güzeldir. Bir müslüman bir meslek sahibi olacak. Bunun için çalışacak. Buna fiili dua diyoruz. Sonrası tevekkül. Her şeye rağmen kazanamamışsa, “bir kapı kapanınca başka bir kapının açılacağına” da inanacak. Umutsuzluk yok. Gayrete devam ve sebeplere riayet. Ve her daim dua. Sağlam bir kalp. Allah, verirken de dener, alırken de dener. Asıl sınav; her değişiklikte kalbin neye meylettiği, şükür ve sabır ikileminde sebepleri aşarak onu Rabb’inden bilip bilmediği, Rabbini unutup unutmadığıdır. Hayatta başarı kadar başarısızlıklar da mutlaka vardır. Müslümanlar uhut harbinde yenilgiye uğradılar. Bu bir başarısızlıktı ve başa geldi. İki nedenle olaylar başa gelir. Birincisi insanın elleriyle yaptığından dolayı, ki; buna rağmen çoğu affedilir. Diğeri de deneme için. Kulum ne diyecek? Peygamberlerin başına bunlara ilave olarak bir de örnek olması için gelir ki, onların işi daha zor.

Test yöntemi; feylesof, mütefekkir çıkarmıyor. İnciyi kırarsanız kum çıkar.  Onun için inciyi kırmamak gerek.

Sivil toplum kuruluşları, hayır kurumları, kısmen ticaret maksadıyla kurulan kurumlar parelel bir eğitim sergilemeye çalışıyorlar. Bunların desteklenmesi uygun olabilir. İçlerinde bu işi bir gönül meselesi haline getirip, fedakarlık yaparak, kendini sevdirerek başarılı olanlar olduğu gibi başarısız olanlar da var. Özelleştirmeyi kesin bir başarı olarak düşünmemek ancak, bir katkı olarak düşünmek gerek.

Amerika’da paralel eğitim home school’lar yoluyla evde yapılıyor. Devlet, “nasıl olsa yapacağım masrafı üzerimden aldın” diye ona para veriyor. Bizde devletin yakın gelecekteki planlamasında özel okullara öğrenci başına belli bir miktar ödeme yaparak bir çeşit özelleştirme düşünülüyor. Birisi çıkıp da “alt gelir guruplarından elde edilen vergiler zenginlerin finansmanına harcanıyor” diyebilir!

Eğitim Metedolojisi

Peygamber efendimiz bir esiri 10 öğrenciyi okutması karşılığında serbest bıraktı. Cahil bir toplumdan ilahi rahmetin de tesiriyle Kuran’ın eğitici vasfıyla “Her biri bir yıldızdır. Hangisine tabi olursanız kurtulursunuz” dediği bir “Sahabi” çıkardı.

Öğrenci sayısı çok önemli. 54 öğrencili bir sınıfta öğretmenin yapabileceği pek bir şey yok. Sabancı Üniversitesi’nde sınıfların 6 kişiden oluştuğu ve hayattan alınan örneklerle yerine giderek ders işlendiği söyleniyor. Kuran’ın eğitim metodolojisi de öyle. Kuran’da yaşanmış bir hikaye anlatılır. Bu sırada da çok şeyler söylenir. Bu şekilde hafızaya da güzelce yerleşmesi sağlanır. Amerikan özel üniversiteleri her yıl ilanlarında nasıl bir eğitim metodolojisi izleyeceklerini belirtiyorlar. Tipik olan şu: “case study” = hayatın içinden canlı örnekler üzerinden tartışmalı anlatımları sürdürmek. Örneğin; bir finansal analiz yapacaksanız bunu bir şirketin fiili bilançosu üzerinden yürütmek. Ya da “yerinde görerek” eğitim.

Okul insani ilişkilerin geliştirildiği bir çevre olmalı. Okulda mahşeri bir yalnızlık yaşanıyor. Otobüste kulaklık kullanıp kimse ile ilgilenmeyen birisi gibi. İnsani yalnızlaştırıyor. Dersane = parası olmayan ölsün. Varoşlardaki okulların rehbercilikleri ile dersaneye gidemeyen çocukların psikolojilerini konuşmak gerek…

Dersanelerin ilk kuruluş maksadı derslere takviye idi. Şimdi ise kast sistemine dönüştü. En parlak öğrenci üste para verilerek alınıyor. Öğrenciyi tasnif ediyor. Kime nereyi kazandırdı ise onun reklamı yapılıyor. Ölçü; okul kazandırmak. Erdem yok, insan yok. Dersane başarı odaklı eğitimi destekliyor. Hastalar artsın diye dua ediliyor. Milli Eğitim sınav sayısını artırdıkça hastalar artıyor ve onlara ekmek kapısı açılıyor. İşin içine küçücük beyinler de dahil ediliyor.

Paradoks yanlış, konsept yanlış, strateji yanlış.

Allah’ın gör dediği yerden baksınlar ve Allah’ın gör dediğini görsünler. Malzeme insan olunca, ona insanca muamele gerek, merhametle muamele gerek

Sürekli eğitim

 Milli Eğitim Bakanlığı’nın düşündüğü ve fakat bir türlü uygulamaya koyamadığı ömür boyu öğrenmeyi amaçlayan her yaştaki insanı meslek sahibi yapma adı altında bir çalışma var. Bunu yalnız meslek edinme olarak düşünmemek gerekiyor. İnsan kabiliyetinin ortaya çıkarılması ve moral değer olarak meşguliyet… Hiç bir iş yapmayan, hobi olarak bile bir şeyle uğraşmayan bir insanın neler yaşadıklarını düşünebiliyormusunuz? “İşe yaramak” “ben varım” ile eş anlamlı. Ne iş yaparsanız yapın ama bir şeyler yapın. Eh, faydalı olursa daha güzel tabii. Askerde çukuru kazdırırlar ve arkasından aynı çukuru tekrar kapattırırlar. Amaç boş durarak düşüncede meydana gelebilecek sapmayı meşguliyetle önlemektir. Erken emeklilikle boş gezen yığınları bir düşünsenize. Halkı meşgul etmek zorundasınız. Cami, namaz ve cami arkadaşlıkları kısmen bir meşguliyet ve sohbet ortamı sağlar. Namaz kılmıyorsa gideceği yer kahvehanedir. Saatlerce oyun ve zararlı düşünceler. Batı bu sorunu hobi, spor ve bazı çalışma kulüpleri üyeliği ile çözmeye çalışıyor. Amaç meşguliyet ve işe yararlılık sağlayarak psikolojik sorunlardan kurtulmak. Bu anlamda spor, bütün dalları ile takım tutma anlamında seyirlik değil, uygulanır halde. Milyonlarca lisanslı oyuncu. Ama hiç biri meşhur olmak derdinde değil. Belki çok azı.

Öğrenmede okumak da çok önemli. Bu ülke okumuyor. Buna kısa dönemde yapılacak pek bir şey yok. Çok yazık… Seyrediyor. O halde bu seyretme fiilini değiştiremeyeceğimize göre bunu kullanmalıyız. Proğram içeriklerini eğlenceden, öğrenecek bir şeylere çevirmeliyiz. RTÜK biraz daha aktif olabilir. Yasal düzenlemelerle öğretici proğram mecburiyeti getirilebilir. Eğlence proğramları azaltılabilir. Eğitim kanalları olabilir.

Bu çalışma konusunda Bakanlık tereddütler yaşıyor. Belediyeler de işin içinde olmalı. Bize göre harika bir şey. Bakanlığa moral vermek gerekiyor…

 Ahmet Atik

Maliye Bakanlığı

Baş Hesap Uzmanı

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

vergi rekortmenliği mi, yoksa faydalı insan faydalı işletme mesajı mı doğru?

Maliye Bakanlığı her yıl Gelir ve Kurumlar vergileri itibariyle öne çıkan 100 mükellefi, il bazında da benzeri şekilde en çok vergi veren mükellefleri ilan edip duyurmaktadır.

En çok verginin hesabı, en doğrusal şekilde, indirim ve istisnadan sonra oluşan nihai matraha göre hesaplanan vergilerin kıyaslamasıyla bulunmaktadır.

Bu hesaplama ve kıyaslamanın sağlıklı bir kıyaslama olup olmadığı konusunda tereddütlerimiz bulunduğundan hem bu konuya bir eleştiri getirmek ve akabinde de alternatif bir öneri sunmanın uygun ve yararlı olacağı düşünülmüştür.

İNCELEME

 

Yukarıda kısa olarak değinildiği üzere Maliye Bakanlığı’nın her yıl ilan ettiği en çok vergi veren Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi ilk 100 mükellef listesi ile illerde tespit edilen en çok vergi veren listesi ve onların basın yoluyla duyurularak onurlandırılmaları doğrusal bir ilişki üzerine kurulmuş, standart, ve neyi teşvik ettiği tam olarak kesin olmayan parasal bir ilişki üzerine kurulu bir sistem olarak görünüyor.

Önceki dönemlerde menkul sermaye iratlarının beyana tabi olmadığı dönemlerde sıkıntılı kazanç sahiplerine de ödül verildiği görülmüştü.

Şimdi de aynı sistem, başka bir şekilde, hizmet ve menkul sermaye elde etmiş kişileri ödüllendirir görünüyor.

A) BAŞARI MI, FAYDALI İNSAN MI?

 

Toplumda sürekli olarak “Başarı” modelli “öğrenci” ve “iş adamı” gibi modellemelerin tanım ve hitabı yapılmaktadır. Başarı elbette güzel ve takdir edilmesi gereken bir sonuç değerlemesidir. Ancak başarının bütün sonucunu ve sebebini kişi ya da kuruma bağlayarak ilahi ve dışsal bütün etkenleri en azından küçüksemek kısmen bir nevi inkar anlamı taşır bu sefer. Dolayısıyla yanlış olan şey başarının küçümsenmesi değilse de başarıya kilitlenmektir. Toplumda hala aileden devlete, devletten ticaret erbabına kadar başaranı yalnızca onun çalışmasına bağlayarak gereğinden çok takdir etmek ve onun psikolojisini bozmak, başaramıyanı da yine onun tembellik, iş bilmezlik hatta aptallığına bağlayarak cezalandırmak ve aşağılamak gibi son derece yanlış değerlendirmeler yapılmaktadır. Halbuki “faydalı insan” “faydalı işletme” kavramlarının üretimden kaliteye, kaliteden istihdama kadar bir çok ölçerlerin kullanılarak rakamların mesajını ulvi kavramlara yöneltmenin toplumun ruh sağlığından fiziki kalkınmaya, kalkınmadan toplumsal anlayış, güzellik ve gayretine kadar bir çok değişkeni umulmadık biçimde değiştirebileceği düşünülmektedir.

Bu anlayışın insan üzerindeki tanımlaması “ekonomik insan” değil “erdemli insan” dır ve toplumda asıl kabul görmesi gereken insan da bu olmalıdır. Aksi halde en çok kazık atan en çok kazanan oluyor ve ben bunu ödüllendiriyorum ki, buyursun devleti de en çok kazık atanlar yönetsin belki onlar daha çok başarılı olurlar!

Elbette erdemli insanın yeterli bir çalışma ve çabayı göstermesi de bir erdem olması gerektiğinden, o kişi zaten çalışmak zorunda hissedecektir kendini. Ancak bu insan işinde onun gerektirdiği sebeplere sarılacak fakat “sonuçlara karışmayacağı” için kendisine yapılan teşekkürlerden fazla etkilenmeyecek ve psikolojisi de bozulmayacaktır. Bunun bir adı var fakat rapor ciddiyetinde buna yer vermeden kibarca bunun “Kibir” oluğunu söylemekle yetinelim. Artık bu kibrin sermaye gücüyle “hırs” kavramının sultasına girmesi ve piyasada olmadık işler çevirmesi kaçınılmazdır. Bütün haksız rekabetler, öldürücü birbirini piyasadan silici sert tavırlar, aşırı reklamlar, aşırı riske yönelmeler buradan çıkar. Asıl sorun önce kişinin kendisinin hasta olmasıdır sonra da kendine verilen öğütlerin ikinci bir yanlışı oluşturmasıdır. Artık kanaat bitmiş, risk başlamıştır, büyümezsek rızkımız kesilir mesajı verilmiş ve bu yüzden faizle de olsa krediye girilecektir, işçiler yüzünden kazanamıyoruz mesajı onları sürekli çıkararak yeni ve ucuzlarını almaya iter. Bugün SPK Başkanı İMKB’ye kayıtlı şirketlerin %68’inin faiz kıskacında olduğunu söylüyor. Bu örnekler daha da artırılabilir. Demek istediğimiz şey, elinde büyük bir sermaye gücüyle piyasada ortaya çıkan kişi hastalıklı fikirlere sahipse elinde otomatik bir silahla öğrencileri ya da halkı tarayan adam gibi bir  etki yapar. Bu yüzden kişi ahlaklı olduğu kadar verilen öğütlerin de ahlaklı olması gerekir.

Erdem ve sağlam psikolojinin böylece tevazuya da dönüşmesi beklenir ki bu devlette hizmete, ticarette de makul fiyata, yerleşmiş bir yardımlaşma ve merhamete dönüşür. Bunlar da ahlakın fiziki ekonomiye katkıda bulunması anlamına gelir.

Temel unsur, yatarak kazanma güdüsü yerine, toplumu çalışarak, didinerek kazanma noktasına getirmek için devletin yalnızca “en çok”un yanına değil, gayretlinin de yanında olması ve sonucunda faydaya dönüşüp dönüşmediğinin de aranması gerekir.

 

B) SADECE KV VE GV TAM BİR ÖLÇERLİK İFADE ETMEYEBİLİR.

Uygulamanın sadece KV ve GV ile sınırlı tutulmasının işletmeleri kesin bir şekilde tanımlaması şüphelidir. Buradaki asıl soru şudur: Şahısların ya da işletmelerin sadece bu tanımlanan vergileri mi hangisinin çok ödediğini ölçeceğiz, yoksa vergi çeşitlidir deyip bütün ödenen vergilerin toplamının bir “VERGİ GAYRETİ” ya da “VERGİ ÖDEME GAYRETİ” olarak mı değerlendireceğiz?

Kanaatimce bu sorunun böyle yarım anlaşılmasının bir nedeni şudur. “KDV’yi zaten mükellef ödüyor ve muhtasar’ı da işçi ödüyor o halde ödeyenler başkası olduğuna göre bunların kişi ya da kurumun vergi başarısı olarak gösterilmesi doğru olmaz” denmeye getirilmektedir. Bize göre bu görüşler son derece sakıncalı görüşler olarak değerlendirilmelidir.

Bu ilk yüz tespitinin KDV ve Muhtasar yönünden de yapılmaması bir eksiklik olarak görünmektedir.

 

KDV ne kadar yansıtılırsa yansıtılsın işletmeler üzerinde gerçek bir finansman yükü oluşturur. İkinci olarak piyasa şartlarına göre yansıtma oranları %100 olmaz ve şartlara göre değişiklik gösterir. Zamanla da gittikçe nakit akımlı bir gelir vergisi niteliğine bürünür. İşletmelerin kısmen kayıt dışı da çalıştıkları bir gerçek olarak bilindiğine göre kayıtlı çalışanın ödüllendirilmesi gerektiği ortaya çıkar. Eğer illa ki “KDV devletindir” gibi keskin ve nereye gideceği belli olmayan, işletmeyi inkar eden vergi bir anlayışıyla verginin tanımlanması halinde bile bu verginin kişi ya da kurumlarca tahsil edilerek dürüstlük ölçüsünde mali idareye yatırılması bile takdir edilmesi gereken bir davranıştır. Söylenecek söz: “Siz bu vergileri bize kazandırdınız. Teşekkür ederiz”’den öte bir şey olmayacaktır. Bu söz de kıymetlidir ve esirgenmemelidir.

 

KDV oranlarının farklılıklar göstermesi nedeniyle bu vergide matrahın vergi ile orantısının kıyaslamaya konu olması, reel ekonomiyi kavramak anlamına gelecektir ve önemlidir. Matrahı esas alan bir hesaplama bütün sektörlerin ortak kıyas noktası olabilir. Her sektör itibariyle de bir kıyaslama yapılabilirse de bununla baş etmek zor olacağı için matrah / vergi oran kıyaslaması iyi bir ölçü olabilir.

ÖTV ödeyen petrol ürün ticareti ile araç imalatı ve benzeri imalat ile uğraşan işletmelerin durumları da bundan farklı değerlendirilmemelidir. ÖTV’nin de işletmenin finansman ve karlılık ve satış miktarı, satış fiatı üzerinde değişik belirleyici etkiler yarattığı unutulmamalıdır. Bunların hepsi birer yük veya bedeldir. İşletmeler tahsildar ya da muhasebeci olarak görülmemelidir. Devletin kasasına girdiğinde onun olabilir belki. O ana kadar geçen bütün sıkıntılar ise işletmede yüke dönüşür. Satışları etkiler, ciroyu düşürür, finansman sorunu yaratır, yansıtılması sorun olur vesaire vesaire. Ödüllendirilmeleri de kuvvetle gerekir.

Şu an ki sisteme göre açıklanan vergi rekortmenleri listesi üç tane sanayi kuruluşu ile aracı kuruluşlar ile bankalar ve benzeri hizmet sektörünü ve bazı menkul sermaye iradı sahiplerini öne çıkardığı görülüyor. Gelir vergisinde de yatarak kira geliri alan ev sahiplerini baş tacı ediyor. Bu listeye bakarak “bu ülkenin durumu şudur” demek çok saçma bir sonuca bizi götürebilir belki de. O halde saçma bir sonuca göre öne çıkanları yanlış olarak neden “Takdir” ederek ödüllendireyim ki?

GV Diğer taraftan kar dağıtımının bile bu şekilde yüksek paylı ve az sayıdaki ortağa verilmesinin hiç bir ekonomik anlamını insanlar anlayamamaktadırlar. Çünkü bu paraya insanlar önce “bu kişi bu parayı tek başına ne yapacak ki” gibi bir gereklilik sorusuyla yaklaşmaktadırlar. “çok kazanmış aferin” ya da “çok beyan etmiş aferin” kavramları burada beyan, gayret ve iyilikle mücehhez hale gelmeyince istenilen fikri olgunluk oluşmuyor. Örneğin tekeller de çok kazanır fakat olumsuz imajı gidermek için hayır işlerine zaman ve para ayırır. Bunun gibi. Diğer yandan alınan kar payı atalete sevkedilen bir para olarak ilk planda işlem görecek ve dönüşürse bir yatırıma dönüşene kadar dahi atıl nakit değerlendirme yerlerinde (faiz, döviz ve benzeri) değerlendirilecektir. Halbuki sistem normal olarak karın sermayeye ilave edilerek reel ekonomide kalmasına ilişkin tedbirlerle doludur ve bu anlamda kurumlar vergisi, gelir vergisi oranlarına göre nisbi bir düşüklüğe bile getirildi.. Dolayısıyla ortada bir çelişki vardır. İnsanlar “birinci olmak için mi kar dağıttırmaktadırlar” sorusunu akıllarına getirmektedirler.

Biz elbette Gelir Vergisinde kar dağıtımlarını ve atıl kaynak sayılan faiz ve benzeri gelirleri eleştirelim gibi bir şey söylemiyoruz. Sistemin gerçek çalışmayı ödüllendirerek, ekonomide elini taşın altına koyanla yatarak kazananın bir tutulmaması gerekir diye de düşünmüyor değiliz.

Muhtasarda ise ödenen ücretlerin vergisini işçinin ödediği konusu tartışmalı olduğu için bunun bir istihdam vergisi olarak işverence yüklenildiğinin kabulü gerekir. İşin aslı bir bilançonun bir tarafına karın yanına çalıştırılan işçi sayısının ilave edilmesi de ne kadar anlamlı olurdu? Bir işveren için “ben şu kadar kişiye iş ve aş veriyorum” demesi yöneticilerde süper kıymetli bir anlam ifade edebilmelidir. İnsanlar bu düşünceye getirilebilirlerse işletmenin sadece kar amaçlı bir kuruluş olmadığı sosyal fayda yönününde kısmen ağırlığının bulunması gerektiği anlaşılır ve en ufak bir krizde ücretleri kısmak ya da işçi çıkarmak yollarına gitmeyebilirler. Bunlar anlayışın ekonomik yansımsıdır ve ciddiyetle değerlendirilmelidir.

Diğer taraftan mükellefler fiilen ödediği gayri safi vergi yüküne karşı daha hassastırlar. Vergi yükündeki fiili ağırlık ise gelir tutarına ödenen verginin oranı kadar gelirin hangi alt gelir gurubunda bulunduğunun da ayrı bir önemi vardır. Şöyle ki; asgari ücret alan bir kimsenin komik olan asgari geçim indirimi düşüldükten sonra %15 oranında hesaplanan vergisi ile 100 milyar yıllık ücret alan bir banka müdürünün ortalama diyelim %30 oranındaki oran farkının bu kişiler üzerinde yaptığı etki bir olmaz. Bu yüzden Maliye Bakanı düzenlediği ödül töreninde bir asgari ücretliyi, yiyeceği ekmekten kesilerek alınan vergilerden dolayı temsili olarak tebrik etmelidir. Yani asıl mesaj, bu ülke için katlanılan bedelin “ne kadarla ne” olduğu mesajıdır. Yani “fedakarlık” ölçüsü kullanılmalıdır. Zenginlik elbette kötüdür diye bir şey düşünülemez. Zengin ve fakirin, birlikte, toplumu birleştirici bir mesaja dönüşmesi süper bir görüntü olur. Teşekkür kadar onların temsil ettikleri kitlelerin kişilikleri üzerinde son derece olumlu etkiler yapar.

C) FORMÜLÜN OLUŞUMU

 

Yukarıda sözkonusu edilen vergilerin Gelir, Kurumlar, KDV, ÖTV, Muhtasar olarak tamamının dilenirse ayrı ayrı ve zamanında açıklanması düşünülebilir.

İkinci olarak bütün vergilerin birleştirilerek tek bir toplama ulaşılması da diğerine göre daha sağlıklı bir ölçer olabilir. Bu toplamı “VERGİ ÖDEME GAYRETİ” olarak adlandırabiliriz. Bu kavramın bir gayreti ölçümlemesi ona ahlaki bir değere daha yaklaşılmış bir özellik de katar. Fakat fedakarlık ölçüsünü tam ifade etmez.

 

Üçüncü olarak düşünülebilecek formül; biraz daha karışık olsa da gayreti ölçme anlamında daha ileri olduğu kabul edilmelidir. Bu formülde ciro ve aktif toplamın diğer vergi toplamları ile birleştirilmesi düşünülmüştür. Bu birleştirme bir toplama işlemi değil kıyas anlamında bir oranlamadır. Bu işlem için bir değerleme ölçüsünün kullanılması uygun olur. Bu ölçü belli büyüklüklerin ortak bir katsayıdan oluşan standarda getirilmesiyle oluşur. Buradan elde edilen rakama “KAZANÇ / VERGİ GAYRETİ” denilebilir. Kar oranlarındaki farklılık ise teknik bir çalışma ile ortak bir katsayıya getirilebilir.

Dördüncü ve daha ileri bir değerleme ölçüleri düşünülebilir ki bu noktada artık kısmen vergi bağlamının toplam içindeki değeri azalmaya uğrar. Yukarıda anılan unsurlara ilave edilmesi gereken yeni şeyler; işçi sayısı ve ücret düzeyi, sektördeki kalite ve müşteri memnuniyet ve hizmetinin ölçülebilir bir katsayıya bağlanması, fiat düzeyinin sektörde kalite ile orantılı olarak düşük olması, üretimin miktar olarak seyri, kapasite kullanım oranı, verimlilik katsayısı, iyilik tutarı gibi temel ölçerlerdir. Burada iyilik kavramı yine bütün unsurlardan neşet eden ve kısmen de toplumun iyilik hizmetlerinden bazılarını karşılayan bir ifadedir. İyiliğin yalın kat faydalı harcama olarak “bu ferdi bir tavırdır, kişi dileği gibi harcama yapmakta hürdür” demek konuyu basite indirgemek olur ki iyiliklerin kurumsallaşması kişi ve işletmelere daima bir kredi ve zenginlik olarak döner ve toplumda iyiliğin yaygınlık kazanmasını sağlamak gibi son derece önemli bir rol de oynar. Çocuk yere indirilecek kadar serbest, gözle takip edilecek kadar ilgiye muhtaçtır.

İyilik tanımlamasını biz burada tam belirlemek istemedik. Zira bu kısmen objektif verilerle olduğu kadar zaman, çaba, fedakarlık, iyi niyet, dürüstlük, gibi subjektif unsurlardan oluşması daha uygundur. Biz bu değerlemeyi Selçuklu ve Osmanlı’yı 800 sene taşımış ve ticaretle ahlakı, faydayı, iyiliği seviştirmiş bir sivil toplum örgütü olan AHİLİK bünyesinde değerlendirmek istiyoruz. Buna ilişkin değerlendirmelerimizi gerekli araştırmalarımızdan sonra ayrı bir rapor olarak kaleme alacağız.  

Bu sonuncu olarak zikredilen ve  vergiden biraz uzaklaşmış olan, ismini şimdilik koymadığımız değerleme unsurlarının Maliye Bakanlığı yerine Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nca değerlendirilmesi daha uygun olur düşüncesindeyiz.

III-SONUÇ

Maliye Bakanlığı her yıl değişik vergiler itibariyle öne çıkan mükellefleri gerek il bazında ve gerekse ülke bazında en çok vergi veren mükellefleri Vergi Rekortmenleri olarak ilan edip taltif etmektedir.

Bu değerlendirme ve taltif etmenin beraberinde bazı eksik kalan unsurlar içerdiği, daha mükemmel bir değerlendirmenin gayret, fayda ve erdem noktasında temin edilmesinin yine kalkınmaya dönüş yapacağı anlaşıldığından;

1- Gelir, Kurumlar, KDV, ÖTV, Muhtasar olarak bütün vergilerin tamamının dilenirse ayrı ayrı ve zamanında açıklanması,

2- İkinci olarak bütün vergilerin birleştirilerek tek bir toplama ulaşılmasının “VERGİ ÖDEME GAYRETİ” olarak değerlendirilip açıklanması,

 

3- Üçüncü olarak ciro ve aktif toplamın diğer vergi toplamları kıyas yapılarak oranlanması düşünülebilir. Bu işlem için bir değerleme ölçüsünün kullanılması uygun olur. Bu ölçü belli büyüklüklerin ortak bir katsayıdan oluşan standarda getirilmesiyle oluşur. Buradan elde edilen rakama “KAZANÇ / VERGİ GAYRETİ” denilebilir. Kar oranlarındaki farklılık teknik bir çalışma ile ortak bir katsayıya getirilebilir.

4- Dördüncü ve daha ileri bir değerleme olarak adlandırılabilecek bir ölçek düşünülebilir ki bu noktada artık kısmen vergi bağlamının toplam içindeki değeri azalmaya uğrar. Yukarıda anılan bütün vergi toplamlarına ilave edilmesi gereken yeni şeyler; işçi sayısı ve ücret düzeyi, sektördeki kalite ve müşteri memnuniyet ve hizmetinin ölçülebilir bir katsayıya bağlanması, fiat düzeyinin sektörde kalite ile orantılı olarak düşük olması, üretimin miktar olarak seyri, kapasite kullanım oranı, verimlilik katsayısı, iyilik ölçüsü gibi temel ölçerlerdir.

İyilik tanımlamasını biz burada tam belirlemek istemedik. Zira bu kısmen objektif verilerle olduğu kadar zaman, çaba, fedakarlık, iyi niyet, dürüstlük, gibi subjektif unsurlardan oluşması daha uygundur. Biz bu değerlemeyi Selçuklu ve Osmanlı’yı 800 sene taşımış ve ticaretle ahlakı, faydayı, iyiliği seviştirmiş bir sivil toplum örgütü olan AHİLİK bünyesinde değerlendirmek istiyoruz.

5- Bu dördüncü olarak zikredilen ve  vergiden biraz uzaklaşmış olan adı konmamış değerleme ölçeğinin Maliye Bakanlığı yerine Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nca değerlendirilmesi daha uygun olacağı,

6- İnsanlar aslında en çok vergi veren insanların toplum huzuruna çıkarılarak manevi olarak takdir de edilmeleri beklenirken;

-kazancın yüksek fiyat uygulanarak elde edildiği şüphesi, insanların kötüye kullanıldığı, firmaların fiyatlarda rekabet yerine anlaştığı, makul fiyat uygulanmadığı,

-karın işletmede bırakılarak yeni yatırımlara konu edinilmesi gerekirken adını duyurmak için kar dağıttırarak listeye girme gayretlerinin bulunduğu, on tirilyonu bir kişinin ne yapacağının anlaşılabilir bir şey olmadığı, dolayısıyla toplumda iyi duygularla anılmadığı, hayırlarla birleşmediği, faydalı insan ve faydalı işletme kavramları mesajının topluma verilemediği,

7-Mevcut bir çok ilde devletle iş yapan noterlerin ve eczacıların kaçıramadıkları için kerhen birinci geldikleri (Örn. Kırşehir’de böyle)

8-Vergi tevkifatlarının yaygınlık kazanması ve ölçüyü taşması nedeniyle insanlarda vergi verme kaynaklı vatandaşlık duygularının gelişmediği ve değerlendirmelere de alınmadığı,

9-Mevcut sistemin ülke bazında genel olarak ataletin söz konusu olduğu faiz, rant, kısmen de hizmet sektörlerini öne çıkardığı, reel sanayi sektörlerini kazandırmıyor ya da gizliyor konuma soktuğu,

10-Yüksek karların işçi ücretlerinin asgari ücret uygulanarak düşük tutulduğu ve sürekli işçi çıkarıp tekrar aynı veya başkasını alan ve kıdem tazminatından kaçınarak ücret maliyetlerini insan haklarını çiğnemeden çiğneyecek uygulamalar yaptığı, bu parelelde kurumsallaşmış işletmelerde dahi işçilerin iş gücü müteahhitlerine verilerek düşük ücret ve sendikal haklardan mahrum bırakıldıkları,

11- Gelir azlığının da etkisiyle borçlanmanın yeni sıkıntılara yol açtığı bir isyan duygusu gibi nedenlerle insanlar umulmadık bir şekilde öne çıkan insanlara “HASET” duygusuyla bakmaktadırlar.

12-Bu haset duygusunu azaltmanın bir yolu olarak ilan edilen kazanç ve vergiden bir miktar da hayır (doğrudan fakire, sanat vakıfları değil) yapılmasının da birlikte ilan edilmesi düşünülebilir. Kültür ve sanat faaliyetleri insanları ilgilendirmiyor. Ama aç ve açıktaki bir fakire yardım, gönüllerdeki merhamet duygularını daha çok tatmin ediyor. Yüksek bir vergi ödenmesine rağmen “ödenen bu vergi Maliye Bakanını ilgilendirir” deyip çıkıyor. Çünkü bunda kendi asgari ücretine bir ilave olmayacağını biliyor. Bir de bütçe dağılımı konusunda bir şeyler biliyorsa tamam. Sonuç olarak “bana yansıyana bakarım” anlayışı doğrusal bir korelasyon oluşturuyor ve yapılacak şeylerin bu anlattıklarımıza göre birlikte ve birleştirilerek önerilen formüllerin oluşturulması ve yapılacak konuşmaların da zengin ve fakiri birlikte kucaklayacak şekilde bir mesajla içerik kazandırılması,

13-İnsanlardaki “haset” duygularının törpülenerek “faydalı insan” “faydalı işletme” kavramlarının üretimden kaliteye, kaliteden istihdama kadar bir çok ölçerlerin kullanılarak rakamların mesajını ulvi adalet, yararlılık, ahlakilik gibi kavramlara yöneltmenin toplumun fiziki kalkınmasından, kişisel ve kurumsal ruh sağlığından anlayış güzellik ve gayretine kadar bir çok değişkeni umulmadık biçimde değiştirebileceği düşünülmektedir.

14-YORUM

Olaylara temel bakış unsuru nasıl olacak? Faydası var diye yatarak kazanma güdüsünü mü destekleyeceğiz? Yoksa onun yerine çalışarak kazanma ve faydaya dönüşme hususunun mu temel gaye edinilmesi gerekir? İddia ve benzeri şans oyunlarının bu kadar yaygınlık kazanması sadece bir heyecan duymak olarak mı yorumlanmalı, yoksa kısa yoldan köşeyi nasıl dönerimin tutturarak “helal olsun”a dönüşmesi mi? Devlet açılmasına izin verdiği iddia bayi sayısı konusunda anılan kurumun yasa gerekçesinde belirtilen “kumarı sadece tatmin edip kontrol altında tutacak kadar” ifadesi çoktan aşılmış, devlet kumarı bir gelir sağlayan kaynak olarak görmeye başlamasıyla bugün artık toplum sağlığını bozacak düzeylere gelmiştir. Oynayanların yüzde sekseni 18 yaşın altındaki baba parasıyla geçinen gençlerdir. Bu mesajı böyle alan genç iş bulsa bile beğenmeyerek aileye bir on sene daha muhabbet etmenin bilinç altı güdülemesine esir olmaktadır. Batı’daki gibi 18 yaşa gelince ev kirası, mutfak parası daha olmadı git evini tut da olmadığı için aile muhabbet mi edeceğini yoksa azarlayacağını mı şaşırmış bir halde sessizce üzüntüleri oynamaktadır.

Toplumda sürekli olarak “Başarı” modelli “öğrenci” ve “iş adamı” gibi modellemelerin tanım ve hitabı yapılmaktadır. Başarı elbette güzel ve takdir edilmesi gereken bir sonuç değerlemesidir. Ancak başarının bütün sonucunu ve sebebini kişi ya da kuruma bağlayarak ilahi ve dışsal bütün etkenleri en azından küçüksemek kısmen bir nevi inkar anlamı taşır bu sefer. Dolayısıyla yanlış olan şey başarının küçümsenmesi değilse de başarıya kilitlenmektir. Toplumda hala aileden devlete, devletten ticaret erbabına kadar başaranı yalnızca onun çalışmasına bağlayarak gereğinden çok takdir etmek ve onun psikolojisini bozmak, başaramıyanı da yine onun tembellik, iş bilmezlik hatta aptallığına bağlayarak cezalandırmak ve aşağılamak gibi son derece yanlış değerlendirmeler yapılmaktadır. Halbuki “faydalı insan” “faydalı işletme” kavramlarının üretimden kaliteye, kaliteden istihdama kadar bir çok ölçerlerin kullanılarak rakamların mesajını ulvi kavramlara yöneltmenin toplumun ruh sağlığından fiziki kalkınmaya, kalkınmadan toplumsal anlayış, güzellik ve gayretine kadar bir çok değişkeni umulmadık biçimde değiştirebileceği düşünülmektedir.

Bu anlayışın insan üzerindeki tanımlaması “erdemli insan” dır ve toplumda asıl kabul görmesi gereken insan da budur. Elbette erdemli insanın çalışması da bir erdem olması gerektiğinden o zaten çalışacaktır. Ancak bu insan işte sebeplere sarılacak fakat “sonuçlara karışmayacağı” için teşekkürlerden fazla etkilenmeyecek ve psikolojisi bozulmayacaktır. Erdem ve sağlam psikolojinin tevazuya dönüşmesi beklenir ki bu devlette hizmete, ticarette de makul fiata yerleşmiş bir yardımlaşma ve merhamete dönüşür. Bunlar da ahlakın fiziki ekonomiye katkıda bulunması anlamına gelir.

Temel unsur, yatarak kazanma güdüsü yerine, toplumu çalışarak, didinerek kazanma noktasına getirmek için devletin yalnızca “en çok”un yanına değil, gayretlinin de yanında olması ve sonucunda faydaya dönüşüp dönüşmediğinin de aranması gerekir.

Toplumu çalışarak, didinerek kazanma noktasına getirmek ve çalışarak “helal ettirmek” dururken tutturarak “helal olsun” noktasına getirilmemesi gerekir. Bu yüzden  devletin de yalnızca “en çok”un yanında değil, en gayretlinin de yanında görmek hatta gayretliyi öne çıkarmak bile gereklidir, zarurettir.

Devlet para ile değil, adalet, merhamet, ahlak gibi ulvi değerlerle yönetilir. Bütün mali kaynaklar bu ahlaki değerlerin zamanında ve yerinde hakkaniyetle uygulanmasıyla bu değerleri takip eder.

Kanunların her tarafında son derece adaletsiz maddeler bulunmaktadır. Bunların da adalet noktasına getirilmesi için çalışmalar yapılması gerekir.

Oranlar yüksek, reklam ve faiz giderleri maiyetler içinde önemli hale geldi ve bu kalemlerin sınırlandırılması gerekir. Vergilerin nevri döndü ve dolaylı vergiler Avrupanın tersine 2/3 dolaylı vergilerin lehine döndü. 50 milyon seçmeni, zengin – fakir ayırmadan KDV mükellefi yaptık. Vergi tekniği ve kolaylığı adı altında 7 milyon stopaj mükellefi oluştu ve vergi ödeme bilincini yok ediyor. Bir taraftan da sistemde vergi güvenlik önlemleri kalmadı. Uygulanan sistemler de hep dar gelirlinin aleyhine sonuçlandı. Şirketlerin ciro ve aktif toplamları üzerinden bir güvenlik önlemi geliştirilebilir.  Onlar yatırım yapacaklar diye bundan kaçınmak sistemin bir tuzağıdır. Dikkat edilmesi gerekir. yatırımlar güvenlik, adalet ve canlı bir piyasa ile sağlanır. Yatırımların tercih sıralamasında vergi 5. sıradadır. Bu yanlış mesaj sürekli olarak çıkarı olan birileri tarafından pompalanmaktadır. Devlet vergiyi zenginden almasının zorunlu bir adalet olduğunu, bunun sonuçlarının da yine ekonomik canlanmaya dönüşeceğini bilmeli ve idrakine yerleştirmelidir.

10 Ağustos 2011
Okunma
bosluk

ortak aklın tırpanını yemeyin

Sevgili okurlarım,
 
Ortak aklın dostu olmaz. Uyana gül atar, uymayana tırpan sallar. Sen aklı selimden yana ol ki kazanabilesin. Çünkü hep aklı selim kazanır. Buna sağ duyu da derler. Makul de derler. Makul kelimesi hazırlanacak bir anayasa için joker bir kelimedir ve bir uzlaşıyı ifade eder. 622 Medine Sözleşmesi’nde de çok geçer.
 
Bugün sizlere bu ortak akılla ilgili bazı hikayeler sunmaya çalışacağız. Hayat şaka yapılabilecek kadar ciddi bir iştir. En ciddi şeylerin en anlaşılabilir şekilde anlatımının anlamlı hikayelerde saklı olduğunu biliyorsunuzdur umarım. Okuyun, ancak tefekkür etmeden geçmeyin. Bu kuran hikayesi değil ama ondan aşşa da değil.
 
Aşşa deyince bakın; bektaşinin biri bir gün şu paranın değerini bir ölçeyim demiş. Bütün parasını küpe koyup beş parasız çarşıya çıkmış. Üç gün beş gün derken bir hafta zor dayanmış ve eve gelip küpün ağzını açıp parayı ortaya koyup başlamış onunla konuşmaya. “bak para demiş. Allah deseeeem değilsin. Peygamber deseeeem değilsin. Bakıyorum da şöyle sana hiç de aşşa değilsin” demiş. Bu fıkrayı Kırşehir Lisesinde iken babama Mantık Hocası Asaf Bey anlatmış.
 
HERKESİN BİR GÜN BAŞ EĞECEĞİ BİR YER GELİR
 
Duvarda “gürültü etmeyin” yazıyormuş, adam gürültü ediyormuş. “Ayağınızı sürümeyin” yazıyormuş, adam ayağını sürüyormuş. Bu sefer “başınızı eğin” yazınca, adam başını eğmiş. Yani zorunda kalıyor (iki yerde: seçimde siyasetçiler ve herkes de bir sefer imamın kayığında) Bir vakit gelir ki insanın başını eğmesi gerekir. Fakat buna rağmen elitler ve bürokrasi ve devlet rejimi, torbaya hep siyah taşları koyarak “halk ne çekerse çeksin hep kendim çıkayım” diye kazık atmak ister. Bakın şu kız bu kazığa hangi kazıkla çözüm bulmuş.
 
HALKA İKİ SİYAH TAŞ ÇEKTİRMEK
 
Adamın biri bir Yahudi’ye aşırı borçlanmış. Günü gelince de ödeyememiş. Yahudi yaşlı olmasına rağmen fakir borçlunun güzel kızına sulanmış ve borca karşılık kızı istemiş. Adam reddedince uyanık Yahudi “o zaman bir torbaya biri beyaz biri siyah iki taş koyalım. Kız beyazı çekerse bağışlıyorum borcu da kızı da demiş. Yok eğer siyah çekerse kızı isterim demiş. Kız da, babası da çaresiz buna razı olmuşlar. Uyanık Yahudi torbaya koyarken yerden çaktırmadan taşların ikisini de siyah seçip koymuş. Fakat taşların ikisinin de siyah olduğunu sadece kız fark edivermiş ama itiraz etse bir anlamı yok diye düşünürken, tamam demiş ve taşları çekerken birini çekip çaktırmadan kaza süsüyle yere düşürüvermiş. Bakmışlar ki yerdeki taşlar karışık ve hangisinin düştüğü belli değil. Kız demiş ki, “torbaya bakalım eğer siyah taş duruyorsa o zaman ben beyazı çekmiş olmalıyım” demiş. Bakmışlar ki torbada siyah bir taş var. O halde ben beyaz çekmiş olmalıyım diyerek, biz kazandık” demiş. Yani her işin bir püf noktası vardır ve siz onu bulup çıkarmalısınız.
Fakat bu torbanın içine kim elini sokabilir ki… Arı kovanı gibi, giren eli sokuyor. İmam hep aynı hutbeyi okuyor. Fakat “ey imam senin zulmün beni namazdan ediyor” diye bağıramıyor. Çaresiz iki siyah taştan birini çekiyor ve hep siyah çıkıyor.
 
BURSA’NIN KESTANELİKLERİ VAKIFTIR
 
Bursa’da amamın biri “ah ben bi an padişah olsaydım” der dururmuş. Gel zaman git zaman bu laf padişahın kulağına kadar gitmiş. Bursa yöresine ziyaret yaptığında “bu lafı söyleyen adamı bulun getirin” demiş. Gidip bulmuşlar adamı ve Uludağ’ın eteğinde gezinmekte olan padişahın yanına getirmişler. Padişah sormuş: “sen bi an padişah olup da ne yapacaksın” deyince, “padişahım sen o asayı ver, yere düşene kadar ne yapacağımı söylerim ben” demiş. Padişahın hoşuna gitmiş ve merak da ettiği için asayı vermiş adama. Adam asayı havaya fırlatır fırlatmaz “Bursa’nın kestanelikleri vakıftır” demiş. İşte o gün bu gündür Bursa’nın kestanelikleri vakıftır ve halk toplar anlayacağınız.. Gidip şahit de olduk vesselam.. Fakat bugün kimse halka bir sopa verip havaya attırmıyor. Yöneticiler koltuk kaybından korkacağına cehennemden korksaydı kesin cennete girerdi…(Bir alimin sözünden uyarlamadır. Onda “fakirlikten” diye geçiyor)
 
YÖNETİCİ EFENDİ Mİ HİZMETKAR MI?
 
Babam sınavda sormuş. “yönetici halka hizmet edendir” sözünden ne anlıyorsunuz diye. 4 sınıfta 100 kişiden sadece birisi cevap vermiş. “Bu ilahi bir iştir. Günümüzde yönetici halkın efendisidir” Bu çocuğu araştırmış ve imam hatip mezunu ve amiriyle kavgalı olup her haksızlığa isyan eden bağıran bir çocuktu diyor. Onu adalet için bağırmasından dolayı kolladım ve gönlünü aldım diyor.
 
İMANI KEŞİFTE KULLANMA
 
Einstain bile izafiyet teorisini bulurken rol model olarak Allah’ı seçti ve şöyle bir iman varsayımıyla “eğer ALLAH’ın yerinde olsaydım bu evreni nasıl yaratırdım” dedi ve izafiyet teorisini keşfetti. Bunun yönetimdeki anlamı bir ayağını dine (Allah’a) ver ve diğer ayağınla sorunları bu bakışla çöz demek sayılmaz mı? Geleneklerin ve öz değerlerin de merkez alınması buna dahildir diyebiliriz. İşte Çin ve Japonya örneği..
 
FARKLI DÜŞÜNEN KAZANIR
 
Bir farklı düşünme örneği bizden olsun. Bir ay önce abim evlendi. Bir akşam evde yengemle saklambaç oynamışlar. Abim oturma odasına kapanmış yengem de misafir odasından balkona geçip onun odadan çıkmasını beklemiş. O çıkar çıkmaz da pencereden oturma odasına girmiş. Abim diyor ki tam yarım saat aradım bulamadım diyor. Çünkü kendisi oturma odasındaydı ve oraya bakmak aklına gelmiyordu elbette. Varsayımı hep olması gerekene göre çünkü. Sıkıntı işte burada. Farklı düşünebilseydi belki sorunu çözebilirdi.
İşte bilim adamlarının başarılı olması kadar yöneticilerin de başarılı olması için farklı düşünen insanlara ihtiyaç var. “ÇÖZÜM AYRINTIDA GİZLİDİR” derler.
 
JAPONLARIN HEDEFLERİ VE MİLLİ EKONOMİMİZ
 
Japonların yaptığına bakalım. Beş yılda çelikte birinci olacağız dediler ve oldular. 10 yılda arabada birinci olacağız dediler ve oldular. Brezilya ağır sanayi hamlesinin arkasından şimdi ilk 10 gelişenlerin içinde. Yani ağır sanayi merkezli reel üretimi hedef alan yapısal dönüşümler gerekiyor. Artık işsizlik kölem olsun benim. Biz kısmen bir korumacı politika da izleyebilmeliyiz. Rekabet için açıyoruz demek ne demek? O rekabeti içerde sağlasana. Güney Kore hem içeriyi korudu hem dışa açıl dedi. Orada kimse Samsung’dan başka telefon kullanmıyor. Milliyetçiliğe bak. Bir mersedese binmek için 10 mersedes parası ödeyerek ithal etmeniz gerekir. Anlamış olmalısınız. Niye öldün Erbakan? Ağır sanayi hamlelerinle alay ettik? Artık arayacağız senin fikirlerini ve milli duruşunu. Sana Allah’tan rahmetler diliyorum..
 
MANEVİYATLA BERABER KALKINMA GERÇEĞİ
Çin ve Japonya lisanını ve geleneklerini değiştirmeden onu merkez edinerek kalkınmasını gerçekleştiriyor. Asayiş, adalet, düzgün bir hukuk sistemi, inancın itici gücü (Manevi kalkınmanın maddi kalkınmayı tetiklediğinin bilinmesi), milli değerlerin kullanılabilir şekilde aktif hale getirilmesiyle gerçek toplumsal kalkınma sağlanabildiği yeni anlaşıldı ancak. Dünya Bankası 2011 Kalkınma Raporu’nda ne yazık ki manevi ve maddi kalkınmanın birlikte düşünülmesinin zorunluluğuna işaret etti (312 sahife). Bu raporu sosyologdan mühendise, yöneticiden doktora kadar onlarca uzman uzun uğraş ve araştırmalar sonucunda hazırlamış. Tercümesine ulaşabilirsek sizleri de yararlandırmaya çalışacağız inşallah.
DİLEK
Hoşgörü ve eşitlikçi bir anlayışla Türk-Kürt, Laik-Dindar, Zengin-Fakir herkesin birbirini kucaklayacağını umuyor ve yeni yönetimin hayırla sürmesi için ALLAH c.c. ‘nun merhamet pınarlarını memleketimize ve insanımıza sağnak sağnak yağdırmasını diliyorum.
 
BİR AÇIKLAMA BİR ÖZÜR VE İKİ TEŞEKKÜR
 
Babamın diğer yazar abilerimin yazılarına onların yazılarından daha uzun yorum yaptığı serzenişi olmuş. Bu konu için kendisi önce özür diliyor. Elbette sizleri ve okuyucuları o çok seviyor. O insana çok düşkündür. 30 yıldır işinde onu asık suratlı gören olmadı. 12 saat çalışır. Bunun ortalama 9-10 saatini okur. Her şeyi de aşk ile tutunca ve bu bilgi iman ile birleşince hem dolu hem sağlam bir yapı ortaya çıkmaz mı? ve bunun bir yere de akması insanlara ulaşması gerekmez mi? Otursa 7 yazı yazar altına farklı isimle birer sahife de yorum yapar ve bunları da üç günde bir de değiştirir. Bu yazı yüzünden başına gelmeyen kalmadı. Eğer yanlış yazıyor deselerdi ben bile ondan soğurdum. Kaldı ki dini yazdığı, din Allah’ın ve nakil olduğu için yazarken onun hem eli hem kıçı titrer. Telefonunda 13 alimin telefonu var. Bir hadisi 4 kişiye sorar öyle yazar. Halbuki bütün sanatını yorumlara yarenlik ederek döküyordu. Ne kadar sataşsa da şiirlerinde bir yarenlik ve ilahi aşk görülmüyor mu? O bir HAK aşığıdır. Lakin yansıması insanadır. Şimdi dutlar olmadı lakin dut yemiş gibi oldu. Bu toplumda kişilikler böyle yok oluyor işte. Herkes herkesi her yerde öldürüyor. Devlette de böyle, ailede de böyle toplum içinde de aynı, hiç değişmiyor. Beğenmediğini anlamak yerine tırpan salla. Çocuğa sen bilmezsin diyen bir toplumdan mütefekkir çıkar mı? Dursun abi ve zafer abi teşekkür ettiler, sağolsunlar. Onlara özel teşekkürlerimi sunuyorum.
Amerika’da en sağlam ailelerin ortak özellikleri nedir diye bir araştırma yapmışlar. Ortaya üç sonuç çıkmış.
 
1- Manevi değerlere önem veren aileler oldukları anlaşılmış (Kiliseye düzenli gittikleri görülmüş)
2- Birbirlerini çok takdir ettikleri görülmüş. (Şımarma pahasına da olsa)
3- Birbirine zaman ayırdıkları görülmüş (iş ve bilgisayar gibi şeylerden)
 
Ben küçüktüm, İngiltere’de güneyinde Eastbourn’de Upper Kings Drive 67 no daki evimizdeyken (1 yıllığına babam görevli olarak gitmişti) annem asma yapraklarından topladıklarıyla bir yaprak sarması yaptı. Bundan bir tabaklık da komşumuz George amcaya götürdüm ben. Bir saat sonra kendisi tabak elde ve içinde bir zarfla kapıya kadar geldi. Nezaketle uzun uzun teşekkür ederken akdeniz ülkelerinde bu yemeğin çok yaygın olduğundan da bahsetti ve tekrar tekrar teşekkür ederek ayrıldı.. siz anladınız.
Tayyip bey Amerika ziyaretinde eski başkan Bush ile basın huzuruna çıkınca Amerikalılar basın mensuplarına fotoğrafı daha kısa olan başkan Bush tarafından çekmelerini söylemişler… siz zaten çok zekisiniz.
 
Allah’ı hesaba katmadan yazı yazmaz ve kullarını çok takdir eden kardeşiniz AHİ Sezgin Atik ülkemize ve insanımıza yeni seçimlerin HAYIRLI olmasını diliyor.
19 Haziran 2011
Okunma
bosluk

SEÇMEN; EFENDİSİNİ SEÇEN KÖLE,

 Karganın biri yavrusuna öğüt veriyormuş. Demiş ki “bak oğlum, bizim en büyük düşmanımız insanoğludur. Eğer o yere eğilirse bil ki bir taş alıp sana atacaktır” demiş. Yavrusu anasına “anacığım ya elinde taşı hazırsa” deyince  “oğlum sen öğüdünü almışsın” demiş.

Nasrettin hoca bir gün eşeğine binmiş gidiyormuş. Bunu gören birileri demiş ki; “koca adam utanmadan göbeğiyle şu eşeğe eziyet ederek biniyor” demiş. Hoca eşekten inerek yürümeye başlamış. Az ilerde bu sefer eşeğin yanında yürüdüğünü gören başkaları “Şu enayiye bak, eşeğe binmeden yanında aptal aptal yürüyor” demişler. Hoca bakmış ki olmayacak, eşeği kendisi sırtlamış..

İngilizler “ortalama her şeyde, her şey de ortalama” derler. Bu ümmetin de vasat “orta” bir ümmet olduğunu unutmamak lazım. Yani “ortalayın” gitsin diyoruz. Varsa rastladığınız hatalar onları “insanlık hataları” olarak geçin gitsin. Ana hatlarıyla “bu it bu deriyi sürür mü?” deyin yeter. Hata ararsanız her lidere sizin yerinize ben onlarca hata bulayım isterseniz. İşte kantarınıza girecek batman batman yünler aşağıda. Hangisi çakıldaklı, hangisinden iyi yün ve yatak olur siz seçin. O yatakta kendinizin yatacağını unutmayın. Düğün sizin..

Babam sınavda sormuş. “yönetici halka hizmet edendir” sözünden ne anlıyorsunuz diye. 4 sınıfta 100 kişiden sadece birisi cevap vermiş. “Bu ilahi bir iştir. Günümüzde yönetici halkın efendisidir” Bu çocuğu araştırmış ve imam hatip mezunu ve amiriyle kavgalı olup her haksızlığa isyan eden bağıran bir çocuktu diyor. Onu adalet için bağırmasından dolayı kolladım diyor.

LİDERLERİ TARTIDA GÖRELİM

Türk seçmeni meseleye kurumsal olarak fazla bakmıyor. O lidere bakarak karar veriyor. Biz dini baksak da seçmene uymak zorunda kaldık. Görelim ilim ne dedi bize, biz de diyek size.

- RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Gerçek bir lider özelliklerine sahip. İyi bir hatip ve çok çalışkan. Standart ve kasıcı bir tip değil. Yaptıklarını önce hayal ederek yapıyor. Bu yaklaşım bir bilim adamı yaklaşımı ve süper. Vizyonu olmayan muhasebeci cahiller alternatif proje üreteceğine onu eleştiriyorlar = kifayetsiz muhterisler.

Einstain bile izafiyet teorisini bulurken rol model olarak Allah’ı seçti ve şöyle hayal etti. “eğer ALLAH’ın yerinde olsaydım bu evreni nasıl yaratırdım” dedi ve keşfini tamamladı. Bunun anlamı inanç geniş düşünme yeteneğini artırıyor demektir.

Sayın Erdoğan farklı düşünerek topluma ileri hedefler gösteriyor. 2023 hedefinde keşke AHLAKİ HEDEFLER’de olsaydı biraz. Örneğin iyilik, yardımlaşma, faydalı insan, faydalı işletme, hoşgörü, güleryüzlü idare ve güler yüzlü insan ve insanlık yüzdeleri subjektif de olsa birer hedef olarak konsaydı ne kadar güzel olurdu. Bunlar evrensel olduğu için sağcı solcu kimse karşı çıkmazdı.

2023 ekonomik hedefleri güzel. Öngördüğü hedefe göre %2 Amerika’da enflasyon olsa, %1 Türk lirası değerli kabul etsek ekonominin her yıl aksamadan %5 büyümesi gerekir. (CHP’de olması gereken büyüme oranı %7’dir.) Bu hedefleri tutturmak çok etkili, çok yönlü, esnek politikalar, yapısal dönüşümler, ürettiğin kadar tüketme zorunluluğu ve her dışsal ihtimallerin aynı yönde dizilmesi yani kaderin buna izin vermesi gerekir ki bu iş çok zor görünüyor. Fakat hedefsiz de olmaz. İşsizliği önlemede yapısal dönüşümlere eğilmiyor. Dar gelirliyi biraz daha düşünmesi lazım. Kürt meselesinde danışmanları “TEK” şarkısını söyletiyorlar. Esnek çözümler aramalı. Şiddet kalkınmayı da engelliyor unutmamalı.

Halbuki Japonların yaptığı gibi beş yılda çelikte birinci olacağız dediler ve oldular. 10 yılda arabada birinci olacağız dediler ve oldular. Brezilya ağır sanayi hamlesinin arkasından şimdi ilk 10 gelişenlerin içinde. Yani ağır sanayi merkezli reel üretimi hedef alan yapısal dönüşümler gerekiyor. Artık işsizlik kölem olsun benim. Biz kısmen bir korumacı politika da izleyebilmeliyiz. Rekabet için açıyoruz demek ne demek? O rekabeti içerde sağlasana. Güney Kore hem içeriyi korudu hem dışa açıl dedi. Orada kimse Samsung’dan başka telefon kullanmıyor. Milliyetçiliğe bak. Bir mersedese binmek için 10 mersedes parası ödeyerek ithal etmeniz gerekir. Anlamış olmalısınız. Niye öldün Erbakan? Ağır sanayi hamlelerinle alay ettik? Artık arayacağız senin fikirlerini ve milli duruşunu. Sana Allah’tan rahmetler diliyorum..

- KEMAL KILIÇDAROĞLU: Emekli bürokrat. Fikirsiz. AK Partinin sadaka edebiyatını taklit ediyor. Yelpazesinin yetmediğini bildiği için sağdan da adaylar gösterdi. Hiç kürdüm, aleviyim demeden ince bir siyaset götürüyor. Ulusalcı görünmesine rağmen şu üç sokuşturmayı yediriyor. Yerel yönetimlerin bağımsızlaştırılması, PKK affı, cem evlerinin ibadethane sayılması.

Tayyip beyin her projesine bir kulp buluyor. Bürokrat olduğu için hayalsiz ve uzun vadeli hedefleri yok. Sadece sorunu yerinde rütüş yaparak geçiştirme anlamında çözme kabiliyeti var fakat yapısal değişiklikle sorunu kökten uzun vadeli hem çözme hem yeni dengeli yapıya kavuşturma vizyonuna sahip değil. Uzmanlıktan ziyade ayrılınca muhasebecileşmiş. Muhasebeciler ise fikir belirtmeden sadece kaydederler.

800 000 işsize iş bulacağını iddia ediyor. Fakat şu an ki yatırım düzeyi ancak 500 000 kişiye iş bulma kapasitesinde. Dolayısıyla işsizliği azaltamaz ve kısmen yalan söylüyor. Dış finansman konusunda ve özelleştirme konusunda kasıcı yavan politikalarla bu sorunu çözemez. Fakir edebiyatı ile kısa yoldan oy peşinde havası veriyor. Halbuki ülkede fakir de var orta halli %50’lik bir kitle de var elbette zengin de var. Fakiri çalıştıracak olan da zengindir. Yani sorunları kısmi merhamet şarkılarıyla çözemeyiz. Her parti fakiri düşünmeli elbette.

Öngördüğü hedefe göre %2 Amerika’da enflasyon olsa, %1 Türk lirası değerli yürüse ekonominin her yıl aksamadan %7 büyümesi gerekir. bu hedefleri tutturmak çok etkili, çok yönlü, esnek politikalar ve her dışsal ihtimalin aynı yönde dizilmesi yani kaderin buna izin vermesi gerekir ki bu iş çok zor. Yani hedef cilalı lakin at yaşlı görünüyor.

- DEVLET BAHÇELİ: Bir kere evlenmemiş bekar. Bu suç değil ama senin benim başımda ne işin var. Çocuğu olmayan kişi merhameti tanıyamaz. Onun için de küfredip saldırganlığı milliyetçiliğin de bir uzantısı olarak kurumsallaştırıyor. Namaz kılıyor fakat Namazı ona milliyetçilik yasak diyor fakat o Allah’ı duymuyor. Etrafına sakin olun diyor fakat kendisi küfür ve hain suçlamalarıyla nasıl bir örnek olduğunu düşünmüyor.

Sürekli AK Parti’yi hedef gösteriyor. Bunun anlamı en saf düşünceyle CHP dostumuzdur demek istiyor. Halbuki MHP içinde de inançlı insanlar var, AKP içinde de. Bunların ortak  seçmen yapısı nedeniyle kardeş olması gerekirken düşman partiler olarak gösteriliyorlar. Yani kontrol altındaki MHP ile aslında Dindarlar kontrol ediliyor demektir. Bu onun DEVLET değil DEVLETİN ADAMI olduğunu gösterir. Şimdi bir kısım ülkücüler gidip CHP’ye oy vereceğiz diyorlar. Ne diyelim Allah feraset versin…

Sınavsız üniversite diyor fakat 1 700 000’den 600 000’i diyelim sınavsız seçtin ve yerleştirdin. Geriye kalan 1 100 000 kişiyi hangi üniversiteye yerleştireceği konusunda fikri yok. Bunun adı göz boyama..

700 000  kişiye iş vereceğiz diyor fakat ekonominin şu anki finansman yapısıyla 500 000 kişiye iş verebileceğini, 200 000 kişilik yalan söylediğinin farkında değil.

Tayyip beyin projelerine karşı çıkıyor. Ne vizyonu ne kendine has bir projesi var. Her şeye muhalefet ve suçlama edebiyatının halkta cevap bulmayacağını fark edemiyor garibim. Devletin bitmez kesesinden sadaka edebiyatına o da katıldı. İnsanın dilenesi geliyor. Sahi dilencinin o üç kuruşla bir çorbayı en lezzeti içtiğini (çorba lezzetli değil, damak lezzetli fakirlikten dolayı) biliyor musunuz? Anlatırım sonra..

ORTAK AKLIN DOSTU OLMAZ. UYANA GÜL ATAR, UYMAYANA TIRPAN SALLAR. SEN AKLI SELİM’DEN YANA OL Kİ KAZANABİLESİN. ÇÜNKÜ HEP AKLI SELİM KAZANIR.

Ortak akıl denen ya da sağduyu denen şey hiç sapmaz. Eskiler bunlara “çarıklı erkan” da derlerdi. İşte sempatizan dışındaki SESSİZ KALABALIKLAR seçimin sonucunu belirler. Onlar geride durur fakat tabancası 14’lü gibidir attığını vurur. Vurduğunu başa getirir. Bir müddet öyle gider. Doğrular değiştikçe onun avı da değişir. Ona mutlak doğru yoktur. İndirici bindirici dünya da doğru olan aklı selimdir. Siz de aklı selimden yanaysanız size gül atabilir şayet kısmetiniz varsa. Aklı selimden siz saptıysanız hemen tırpan sallar, çürür gidersiniz tarlada, toplayıp ineklere veren de olmaz…partiler çöplüğünü görmüyor musunuz? Her kel tarak taşırmış biliyor musunuz!!!

ALLAH SÖZÜ DİNLENEN EN BÜYÜK SEÇMENDİR

Allah’ı unutarak bir yere mi gidiyordunuz yoksa? Bi dakka bi Dakka. ALLAH SÖZÜ DİNLENEN EN BÜYÜK SEÇMENDİR.. Allah’ın mülkünde alıp satanlar, nasıl oluyor da mülkün sahibini hesaba katmıyorsunuz bakim. Ekonomi hesabı yapanlar cari hesapların yanına bir İNŞALLAH HESABI açın bakim. İşte o “kalpleri tebdil edendir”. Siz iyi olursanız seçilen iyilik eder. Siz kötü olursanız seçilenler firavunlara ve karunlara taş çıkarttırır. Sonra da damın başınıza neden yıkıldığını bir türlü anlayamazsınız.. O hep “HERKES LAYIK OLDUĞUNA” yazgısı yazar. Adına KADER der. İnsanlar da rollerini oynar durur. Şu tiyatronun yazarını ikna edeyim demek aklına gelmez…

İlmim, aklı selimim, ve namaz ve iman üzere kalbim AKP ve Tayyip beyin hizmetlerinin bu ülkedeki herkese ayrım yapmadan ulaşacağını, refahımızı artıracağını, bu ülkeyi bir hedefe taşıyacağını, hoşgörü ve eşitlikçi bir anlayışla Türk-Kürt, Laik-Dindar, Zengin-Fakir herkesi kucaklayacağını umuyor ve 4 yıl sürecek bu iznin hayırla sürmesi için ALLAH c.c. ‘nun merhamet pınarlarını memleketimize ve insanımıza sağnak sağnak yağdırmasını diliyorum. Şüphesiz diğerleri de soyunmuşlardır ve kazanmayı ümid etmektedirler. Keşke iki kazanan olsaydı bu güreşte. Fakat Allah bu dünyada düşmansız ya da muhalefetsiz varlık yaratmadı. Korku insanı diri tutar..

Allah’ı hesaba katmadan yazı yazmaz ve oy vermez kardeşiniz AHİ, titreyen bir elle oy vermenizi ve sonucun HAYIRLI olmasını diliyor.

9 Haziran 2011
Okunma
bosluk

KİFAYETSİZ MUHTERİSLER VE TAKDİRİN CİLVESİ

Sevgili okurlar internette XİNG diye bir gurupta ismini vermek istemediğimiz şöyle bir yazı yayınlandı ve buna “Katılıyorum” diye onlarca yorum aldı. Ancak biz biraz farklı bir yorum sunmak istedik. Her ikisini de aşağıya alarak size bir kıyaslama fırsatı sunmak istiyoruz.

“DUNNİNG-KRUGER SENDROMU
Televizyon izlerken birilerine bakıp da “Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş” diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı?; onlara bakıp “Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?” diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD’li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:

“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

• Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bitmedi…

Cornell Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik “Nasıl geçti?” sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi…

Soruların yüzde 10′una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların “testin yüzde 60′ına doğru yanıt verdiklerini” düşündükleri; hatta “iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları” ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90′ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70′ ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu’nun metni yazıldı:

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.

‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.

Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü’ davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler…Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler… Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar…”

BİZİM YORUMUMUZ –  TAKDİR BİR CİLVEDİR

İlk bakışta çok yerinde bir tespit olarak görünüyor şüphesiz.

Ancak ben bir de DİNİ açıdan konuya farklı bir bakış açısı getirmek isterim.

Örgütlerin daima hak edilen bir yöneticiyi başına getirdiğini düşünürüm. Bu siyasette de devlette de özel sektörde de böyledir.

Öyle ki, bir zaman gelir iyiler zulme uğrar ve işlerden ya da etkin görevlerden uzaklaştırılırlar. Bunun anlamı “siz biraz kenarda durun” demektir ve sıra kötülerindir. 28 Şubat serüveni böyle başlamıştır.

“Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” bir hadistir.

“Yöneticilerinizi biz seçiyoruz, onlara küfretmeyiniz” bir hadistir.

“İnsanlar nefislerini (yaşayışlarını) değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez” bir kuran ayetidir.

“Zulüm ile bir devlet ayakta kalmaz, küfür ile ayakta kalır” bir hadistir.

Rızkı Allah verir ayettir.

Bütün bunları birleştirdiğimizde kişiler özellikli veya yetenekli olsalar bile o kişiye bir makamın ya da şirket sahipliğinin verilmesinde ALLAH’ın doğrudan müdahalesi görünüyor.

Babam maliyede uzman ve büyük şirketleri denetliyor. Diyor ki ilk okul mezunu öyle sermaye sahipleri geliyor ki bu aptala Allah niye bu kadar verdi demiyorum. Ona uygun görmüş diyorum inancım gereği o kadar diyor.

Konuyu bir de yetenekler yönünden bakacak olursak insan iki noktada cesaretli olur şüphesiz. Cahil cesareti ile alim cesareti.

Cahil cesareti olan kimseye yeteneksiz demek de bir yanılgı var. Cesaret başlı başına yetenektir aslında. Yukarıdaki kurgu buna puan vermiyor. Bununla haksız olarak ilerliyor diyor. Bu yanlış bana göre..

İkincisi yetenekleri artan kişi cesaretsiz olur geride kalır savı da tartışılabilir. Önemli olan doğru yeteneğin ne olduğudur ve siz neyle mücehhezsiniz. Her şeyi bilen adamı yetenekli sayıp geride kaldığı için de aptal demek doğru olmaz. Asıl nitelik işin gerektirdiği niteliklerin kişide var olması ve cesaretle de techiz edilmesidir. Örneğin çok bilgili fakat parası olup girişimci yeteneği olmayan birisi hala yetenekli insan mı sayacağız. Dolayısıyla her yetenekli insan geride kalır demek yanlışdır. Eğer toplum hakederse yetenekli kişi yaptıkları ile dikkat çeker ve devlette bile bir yerlere gelir zaten. Kişilerin yeteneklerini artırmaları, hatta ahlakını düzeltmesi ferdi bir gayretin neticesinde olabilir belki. Ancak büyüyen dev bir şirketin başına gelmesi veya devlette yer edinmesi rasyonel şartların yanında biraz da rızkın nasip edilmesi ve o toplumun o kişiye layık olmaları ile alakalıdır. Yani Allah’a aittir. Kaldı ki büyük şirketlerin başındaki çalışanlar ise kilit noktalardakiler kendini kanıtlamış olan kişilerdir. Özel sektör aptala para vermez..

Allah bir halkı saptıracağı zaman içlerindeki alimleri öldürüp çekip alır. Onlar da cahilleri baş edinirler. Böylece onlar onları doğru yoldan saptırırlar. Yani ilahi irade devrede unutulmamalı.

Devlette ise ehliyetten ziyade güven esası önemli görülüyor. Halbuki Allah’ın açık emri “Emaneti ehline veriniz” şeklindedir. Güvenle ehliyet her zaman maalesef  birleşmeyebiliyor. Kısmen aptallara yer veriliyor denilebilir. Ancak sonuçlarına onu getirenlerin de katlanacakları unutulmamalıdır. Hz. Ebubekir ehliyete dikkat etti ve hiç bir yakınını işe atamadı ve hiç sorun da olmadı. Lakin Hz. Osman süt kardeşine varıncaya kadar akrabalarını atadı ve bunun birçoğu ehil değildi. Sonucunda fitne çıktı ve canıyla ödedi.

Babam 30 yıllık uzman fakat hiç bir idari görevde bulunmadı. Gidenlerin bir çoğunun bozulduğunu ve yanlış şeylere imza attıklarını gördü. Özel sektöre de ayrılmadı. Teklif eden ortakların birbirine kazık attığını görünce bu günkü fiatla 13 milyarlık aylık ücreti “ahiretimi feda etmemek için reddeti” Şimdi ona yetenekli olduğu halde çekingen diyebilir miyiz?

Sonuç olarak meseleyi sadece hırs olarak ele almak, Allah’ı unutarak maddiyatçı bir bakışla meseleye bakmak ve insanlara sizde hırslı olun yoksa yükselemezsiniz mesajı vermek anlamına gelir ki, bu çok yanlış bir şey olur. Dinimizde makam istemek lanete uğrar. Takdir ve tavsiye edilerek bir yere getirilene Allah yardım sözü vermiştir. Diğerine ise vermemiştir ki onun işi zor demektir.

Başarıyı yalnızca “mutlak başarmak” olarak maddiyatçı bir bakışla tek yönlü ele alırsak bunun sonunda hayırlı mı olacağı ya da hayırsız mı olacağını bilemeyiz. Önemli olan da nihai faydadır ki bu gözden kaçıyor. Örneğin çok kazandınızsa bu başarı olarak görünüyor olabilir. Çünkü çok kazık da attınız, piyasada müsaitti, tek tabancaydınız vesaire. Sonra ne oldu.. Çocuğunuz BMW ile kaza yaptı. Karınız aşık buldu. Siz sekreterinizle kırıştırdınız. İşçilerin maaşını da kesmiştiniz. Asgari ücretti zaten. Her türlü haz ve imkan var fakat mutlu değilsiniz. Ne anladım ben bu işten?

Amerika’daki bir araştırma zenginlerin %70 inin mutsuz olduğunu gösteriyor.

Batı’lılar diyor ki “gelirimiz üç kat arttı. Lakin mutluluğumuz %40 düştü”

Demek istediğim şu ki paranın bir arka yüzü daima vardır. Bir şey yani makam ya da para bizatihi iyi ya da kötü olmaz. onun size ya da topluma getireceği fayda ya da zarara göre bir anlamı olur. Onlar insanı bile madde olarak tanımlarlar. Biz ise kadına “cinsi latif” deriz ve yunus gibi de “ bir ben vardır bende benden içeri” diye değerlendiririz.

Allah daima işlerin içindedir. Nasibi, rızkı, daima Allah verir. Bunlar hep ilahi TAKDİR’dir. Zenginlik de fakirlik de takdir’dir. Biri çalışmaktan, diğeri çalışmamaktan meydana gelmez.

Her zengin çalışmıştır fakat her çalışan zengin olamamıştır.

İşte tecrübe ettiğini sanan bu kişilerin (Amerikalıların) Allah inancı olmadığı için kuramları da yanlış, Allahsız, maddeci ve eksik kalıyor, siz de inanıyorsunuz.

Kolay gelsin.”

Sizlere hayırlı kazançlar ve meslekler ve onunla insanlara Allah’ın gösterdiği yolda iyilikler yapmanızı diliyorum. İşte bu ikili ve hayırla tanımlama sayılabilir. Bu bizde var fakat müslümanın idrakinde yok. Hiç kimse bu bana hayırlı mı demiyor. Gelsin makamlar, gelsin paralar, atalım kazıklar. İneğin otları mideye doldurduğu gibi dolduruyoruz.

MUTLAK BAŞARI terazisiyle öğrenci de işadamı da tartılıyor artık, ERDEM VE AHLAK kantarına kimse çıkmıyor…Halbuki Allah başarıya bakmaz erdem ve ahlakı ödüllendirir. Onun için fakirler Allah katında daha değerlidir. Şayet sabır ve namazlıysa…

 AHİ kardeşiniz size selam edip HAYIRLAR diliyor.

7 Haziran 2011
Okunma
bosluk

ağızdan ses değil söz çıkar.

 hak helal ola    
SEvgili Allahın Kulu ve SEvgili oğuzhan, bir yorum yapayım da aşağıdaki yazı gitsin.

Ben Hem yazar kardeşimi, hem sizleri çok seviyorum. sizler inançlı insanlarsınız, sizlere söz söyleyemem.

ben insanı değil, fikirleri terletirim. fikirde tevazu olmaz. tevazu kişilikte olur ve bunu ispat etmek de mümkün olmaz. bu yüzden fikirlerle mücadele kişilik hatası olarak algılanıyor. bunu düzeltmelisiniz.

fiziki ilimlerde doğrular daha nettir. halbuki sosyal konularda ise doğrular daima tartışılabilir haldedir. bu yüzden karşılıklı kontrol ile kişilik kaybolmaz doğruda isabet artar. kitabdan alıntı yapmak danışmak sayılmaz. doğru alırsınız yanlış yorumlarsınız sonuç yine felaket olur. illa bir aklın süzgeci lazımdır. ahmet bey dahil tam 10 kişiden erica ettim şu yazımı acilen bir okur musun diye. hiç biri yanaşmadı. hepsine bir şeyler söyleyebilir miyim.. yazıların dini içerikli olduğunu da görüyor, yani sevap alacak, yapmazsa da bir miktar günah da olur mu ne dersin?
insanlar işte böyle kayıtsız Oğuzhancığım.. sana göndereyim istersen.. ciddi..

milliyetçilik konusu uzun gider. lakin sen kendi fikrin olmadığı bir milliyet konusunda övüneceğine gel senin isteğin ve ALLAHIN dilemesi üzerine olduğun MÜSLÜMANLIĞINLA ÖĞÜN.
NE MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE de. o zaman ALLAHın rızasını kazanabilirsin. Aksi halde senin sloganının rahmetli mimarı ile Bahçelinin rızası seni kurtarmaz. milliyetçilik bir hastalık gibidir ve gençler arasında daha yaygındır. 40 ından sonra dini akla gelir ve onu terkeder. devlet “diyen” de insana devlet adına eziyet eder, bunu adalet görür. halbuki adalet kişiye olur. sezgin abinin önceki yazısını bir okuyuver..

milliyetçi bir parti başkanı namaz kılsa bile yolu doğru olmaz demek istedim. yani partinin fikri islama ters ise başkanın namazı onu doğru yolda olduğu anlamına gelmez dinen böyledir dedim (araştırma sonucum böyle)namazın kabulü ayrıdır..

bu yüzden dinde namaz değil istikamet önemlidir. ALLAH namaz aramaz, doğru bir gidiş ve dik bir duruş arar.

bir yazıyı okurken hem bütününü birlikte değerlendirmelisiniz ve hem de kişinin niyetini yahu bu adam bir şeyler mi söylemek istiyor acaba diyebilmelisiniz. onun niyeti ile sizin hüsnüniyetiniz birlikte olmalı.

dedim ya tevazuyu ispat etmek zordur. o size kalmış. insan daima merhameti hakeder. ben size ve yazar arkadaşıma en iyi dileklerimi sunuyorum. fakat hatalı hiç bir fikir merhameti haketmez. onların arenada çarpışmaları mutlaka gerekli ki en doğrusu ortaya çıksın. çünkü ortaya çıkan her ne ise onu rehber edineceğiz, o yola gideceğiz.. ne kadar önemli anlıyor musunuz..

sarıkamışta ne oldu dinleyin bakalım.. bizimkiler düşman üzerine bastırınca düşman sahte bir hariyayı terkettiği karargaha bırakıp çekilir. bizimkiler amma ele geçirdik diye sevinerek o haritayla ilerlemeye devam ederler. yollar bir türlü düze çıkmaz. çıktıkça karlı dağlar çıkar önlerine. Enver Paşa’ya telgraf çekerler, donuyoruz dönelim diye.. lakin istanbulda sıcacık koltuğunda oturan genç enver paşa dönersek ayıp olur evlatlarım ilerleyin ha diye cevap verir.. ve 90 000 vatan evladı donarak ölür.. daha sonra ruslar döner ve onların bedenini toprağa onlar verir..

burada üç hata görünüyor:
1. Enver Paşa’nın genç olup gurur yapıp donuyorum diyen askere hala ilerleme emri vermesi.
2.Enver Paşa’nın aşırı Mİlliyetçi birisi olması. Büyük hülyaları vardı onun. işte bir şeye kilitlenen birisi o iş için her şeyi hem de kendine ait olmayan her şeyi feda ediyor..
3.doğruluğu kontrol edilmeyen bilgi (Harita)

işte bu üç konu da tartıılması gereken hastalıklardır.
Fatih gençti İstanbulu fethettiğinde diyebilirsin. ancak onun iyi yetiştiğini, İslam üzere sorumluluk taşıdığını ve hocalarının yakın kontrolünde onlara isteyerek saygı gösterdiğini unutmamak gerekir.

sonuç olarak fikirler çarpıştığında en doğru olan ayakta kalır. bu yüzden makul bir tartışma ortamı iyidir ve bu islamı kambak gibi su yüzüne çıkarır. ancak buna da bilgili ve sorgulamacı adam gerekir.

dini konudaki yazılar ise “din nakil” olduğu için çok daha dikkatli olmak gerekir. yazılan hiç bir şey islami olmaz. bizim islamdan anladıklarımız olabilir belki… bu yüzden benim yazımı üç kişi bulsam kontrol edecek yeminle söylüyorum üçüne de gönderirim.
bir hadisi tam 4 alime telefonla sorduğum oluyor. her yazıyı imamız olan ilahiyat doktoru harun beyle tartışıyorum. bu benim kişiliğimi neden bozsun oğuzhancığım.. fikrim 6 000 insanı etkileyecek. Allah bana sormaz mı neden doğru yazmadın diye. bilmiyorsan neden sormadın demez mi? alimler eskiden biri diğerine arapçaya, öbürü ona tefsire gidermiş.. yani karşılıklı.. ne kadar güzel değil mi?

sizler gururlusunuz, gururunuzu allaha ve onun dinine onun doğrularına tam teslim etmediğiniz için ikiliğiniz hala sürüyor.

ben allahın izine basarım ve ikilik yaratmam. bir allah var bir de ben varım demem.. bir islam var bir de milliyetçilik var demek de aynısı: şirk

Allahın kulu kardeşim hala benim tevazumu anlayamadıysan daha fazla takla atamam senin önünde. bildiğin gibi eyle.

kişilkte acizim
yanlışa şahinim
derdim muhabbettir
rabbime aşığım

ağızdan ses değil söz çıkar. her söz bir kul hakkı doğurur.
ahmet dulkadiroğluna, oğuzhana ve allahın kuluna selamün aleyküm diyorum. hakkınızı helal edin.

kul ahmet atik
4 Haziran 2011
Okunma
bosluk

menderesin yaptıkları ve ona yapılanlar

sevgili Tahsin,
bu yazına bir “eyvallah” diyeyim artık.
temel niteliği ferdi söylemler üzerine ve toplumsal takdir ve senin merhametinle son buluyor.
insanlar da zaten bu tür ritüellerle çok ilgilenir fakat genelde neyi ifade ettiğini sorgulamazlar. onu alimler yapar.
Kırşehirin il yapılmasındaki temel sıkıntı şu: Menderes Kırşehir’e gelir ve bugünkü stadın olduğu alanda halk toplanır. Önce bölükbaşı konuşmaya başlar ve uzattıkça uzatır (5 saatlik konuşmalarını yağmurun altında belediye hoporlerinden 10 yaşındayken dinlerdim. o herkese bir şeyler söylerdi. hikaye, veciz söz, atışma, eşşek şakası gibi sözler çok olurdu.)konuşmasının sonunda da “beni seven arkamdan gelsin” der ve millet partisinin kalesi olan kırşehirli seçmen ve delegeler onu omuzlarının üstüne alırlar ve stadı terkederler. ülkenin koca başbakanı ortada kalakalır 10 kişiyle. basın zaten izliyor ve büyük prestij kaybını ülkeye anlatmak oldukça zordur. suç sadece bölükbaşının olsaydı, bir karşı cevapla geçiştirilebilirdi. halk işlediği için cezanın da halka verilmesi gerektiğini düşündü ve harekete geçti. bölükbaşı “arap için arabistan yanmaz” diye mecliste çok bağırdı ise de kar etmedi ve ilçe yapıldı.
görüleceği üzere teşvik suçu bölükbaşının. lakin seyirciler de oyuna giriyor ve suçsuz değil. buna göre değerlendirilmeli..etmiş bulmuş vesselam…

1950 seçimleri bu ülkede seçmenin kendi gücünü farkettiği ve “vay be, ben neymişim” dediği en önemli seçimdir… bu farkındalıktır ki bütün seçimlerdeki katılma oranı hala yüksek çıkmaktadır. demokrasi bilinci, halkın siyasete eksik de olsa katılımı açısında iyidir. bu özellik 27 yıl süren tek parti musibetinden yırtarak kurtulma bilinci oluşturmasıyla oluşmuştur. öğüt yoktur…

menderesin politikası özel sektör ve her mahallade bir zengin yaratma amacına dayanan ve finansmanı dışa dayalı ölçüsüz bir açılım projeli bir ekonomik sistemdi.. kapitalizmin bütün unsurlarını bünyesinde barındırıyordu..kendisi ezanı türkçeleştirmişti ama ekonomi anlayışı müslümanlıkla çok zor tanımlanabilirdi..
Amerikan yardımı bir rahatlatma yarattı fakat üretim traktörün devreye girmesiyle oldukça arttı. iç tüketim ihraca da izin vermeyince dış borçlanmalar artmaya başladı. lüks amerikan arabaları ithalatı yükseldi. ulaşım inönünün demiryollarından menderesin karayollarına kaydı. karayolu yapımı ve araçlar arttı. ekonomi dipsiz kuyu gibi ne verirsen yutuyor ve kendi kendini finanse etmiyordu..kapitalist anlayış kendi kendini bitirdi ve ihtilale beş kala merkez bankası “moratoryum” ilan etti. yani borcumu ödeyemiyorum gel başıma otur ve her gelen yeni paraya el koyabilirsin demekti bu. osmanlının duyunu umimiyesi… inönüyü en çok şirazeden çıkaran ve maliye bakanının ipe gitmesine sebep olan husus da bu anlaşılan..

ben şahsen ihtilalin statükonun iktidarı ele geçirme, ödünç vermiştim v.s. olduğunu sanmıyorum. halk borcu düşünmez.. cebine ne girdi ona bakar. bir gelirde ve kalkınmada artış olduğu doğrudur. fakat gereksiz ithalat ve ekonominin kapitalist yönetimi onun doğal sonucu olan zengin, fakir, dış borç ve iflas gerçeğini hayata mıhlamıştır. halbuki basit bir islami kural olan ihtiyacın doğru tespiti, tasarruf, gelir dağılımında adalet üçlüsü bile dengeli ve risksiz kalkınma için yeterdi.. işte müslüman yaşayıp kafir gibi hareket etmenin tipik bir örneği oldu istemeden de olsa..

siyasi olarak böyle bir ihtilale gerek varmıydı, bu tartışılabilir.. burada inönünün kişiliğini tahlil etmek gerek. ayrıca menderesin yaptığı uluslaarası bazı anlaşmalar da sıkıntının bir ayağını oluşturuyor kanaatimce.
çünkü bu ihtilaldede dış güçlerin parmağı var. ortak amaçlar sözkonusu.
türkiyedeki bütün ihtilallerde elçiliklerden giden mesajların ortak sesi şöyle “bizim çocuklar başardı”

bu ihtilal diğer bütün ihtilallerin anası oldu ve sürekli aynı karı kocadan doğurdu.. bu yüzden inönüye pek iyi dua edemiyorum. çünkü örnek olduğu için hepsinden de ayrı ayrı sorumlu.
TSK’nın iç hizmet kanununun 35 maddesinin kaldırılmasından bahsediyorlar. (Kılıçdaroğlu) bunun bir anlamı yok. ben deliysem kanun beni tutar mı? onların yetiştirilmesindeki çarpıklığı, okulda aldığı eğitimi düzeltmek gerekiyor. halkını sevmeyen tepesine biner. seven ise “bir arzun mu var der” savunma bakanına bunlar duyurulur.

yaptığım araştırmalarda gördümki her darbeden bu ülke ekonomik ve mali ve ahlaki olarak zarar gördü..
halk da zavallı her seçimde bir pisliği temizlemeye çalışıyor.

tayyip beyin yapacağı en önemli şey önce toplumu barıştırmak ve barışan toplumun kurallarını ANAYASAYA ÇİVİLEMEK. EŞİTLİK VE DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ bunu sağlasa yeter. bu yorum da burda biter.
sabrınız için tahsin sana ve sadece yorum okuyanlara selam ve sevgilerimi sunuyorum.

28 Mayıs 2011
Okunma
bosluk

dedikodunun psikolojisi

Sn. Kırşehir Müftüsü Dulkadiroğlu..

yazınız gerçekten bir Cuma Hutbesi gibi.. gerçekten dini milliyet için kullanmamış. halkın kemali ahlakı için ayet hadis ve yerli yabancı ileri gelenlerin benzer sözleriyle desteklenmiş bir kompozisyon sunuyor. bunlar emek isteyen derlemeler şüphesiz… bunu müftü efendiler de yapıyordu zaten neden zahmet ettin sen de aynı şey için..

işin aslı diyanetin sürekli benzeri hutbeleri olmasına rağmen toplumda gıybet ve dedikodunun kalktığını ya da azaldığını gördün mü hiç.. sen bile bunu farkettiğin için olmalı ki bu yazıyı yazma ihtiyacı hissetmiş olmalısın..

o zaman bir türlü çözülmeyen sorunu sen mi tek başına aynı şeyleri söyleyerek çözeceksin..büyük iddia..

şimdi biraz da ben salata yapayım istersen.. dünyadaki bütün toplumlar gıybet ve dedikodunun iyi bir şey olmadığını zaten bilirler.. hatırlatılmasa bile küçük tecrübeleri ile bunu farkedebilirler aslında.. insanlara bizde o kadar ayet ya da hadis hatırlatılıp hatta tehdit edilmesine rağmen bu suç yaşamaya devam edebiliyor.  bir diğer deyişle DİN HAYATA YANSIMIYOR. İŞTE SORUN OLAN ŞEY BU.. İnsan psikolojisi ile toplum psikolojisi ve din arasındaki bağların koptuğunun kabul edilmesi ve bunların analiz edilerek seviştirilmesi temel zorunluluktur. bana kalsa cuma hutbesini bir psikoloğa okuttururum. din adamı insanı tanımadan dini acı şerbete dönüştürüp zorla içirmeye kalkıyor.. peygamber efendimiz genellikle tebliği tek tek yapardı.. bunun anlamı şu.. kişinin ruh haline göre hitabederdi.. bu yüzden aynı konuda bazı hadisler farlılıklar gösterir. çünkü kişinin kalbi hastalığı farklıdır da ondan..

buradan şuraya gelmek istiyorum.. bir din adamı toplumsal veya kişisel hastalığımız şudur diyemediği gibi dinin koyduğu bir kuralı hayata nasıl geçireceğine ilişkin hiç bir model önerisi de yok.. sizin ki gibi..

bir adım daha ileriye ben gideyim.. dedikodu etmek nefsi emmarenin büyük bir iştahla arzuladığı bir şeydir ve bundan büyük keyif alır. siz bunu cehennem korkusu ile bile durduramazsınız..istediğinizi yapın. dinlemez.

aslında dedikodu psikolojik olarak bir iletişimi de beraberinde ifade eder ve faydalı yönleri de vardır. dolayısıyla bazılarının yaptığı gibi dedikodu adına tüm biraraya gelmeyi de yasaklarsanız bu sefer toplum bağları kopar. dolayısıyla iletişimi kuvvetlendirerek kişiyi kişiliğini becerisini ortaya koyabilecek imkanları sunmak ve ödüllendirmek kişiyi rahatlatır ve özgüvene getirir ki bu kişilerin dedikodu yapma yüzdesi çok düşük hale gelir. işte toplumun bütün kesimlerinin fert veya alt bölümlemeleri olarak ilişkilerinin de serbestçe tanınması onları özgüvene getirir ve toplum rahatlar ve aşağılamalar azalır. aşağılama, ya da eşitsizlik gıybet ve dedikodunun en temel altyapısını oluşturur. yani onun bataklığını..

bütün bunların üstüne ortamdan sonra kişinin zevk ve davranışlarının yani kişiliğinin de ilave olarak terbiyesi lazım gelir. örneğin 1000 lira kanaatli adama yeter, kanaatsiz adama yetmez bunun gibi. işte ne yaparsanız yapınız insanı İMAR etmezseniz hiç bir şeyi ona yetiştiremezsiniz ve ahlakını da kemale erdirmediğiniz için o dedikodusuna büyük zevk alarak devam edecektir..
işte insanın imarı ihtiyaçlarının bir şükür dereces,inde kısmen tatmin edilmesi ve İMAN derecesinin yükseltilerek AŞK derecesine çıkarılması gerekir. cami cemaatinin de namaz kılıp çıkınca hemen hocasının dedikodusunu yapmaya başlaması, ilme hürmet, yöneticiye hürmet, büyük küçük saygısının zayıflaması, imamın şahsi ahlaki kusurları ve nihayet namaz kılanların YÜRAUNE (sekil olarak)Maun 3, deki gibi berbat bir namaz kılmalarındandır.

işte ihtiyaçların kısmen karşılanması bir ahlaka (dedikodudan uzak) ulaşmanın gereğidir. hükümetler her eve en az bir gelir girmesini bunun için sağlamalari gerekir. bu hem ahlak ve hem de insanlıktır.

kısmen değindiğimiz üzere insanlar sevdiklerinin dedikodularını yapmazlar. bu yüzden toplumu eşitleyerek ya da iyilikli, faydalı insan tanımlamasına sokarak birbirini sevdirmek gerekir.

son ilave bunların şemsiyesi ya da sigortası sayılması gereken İMAN DERECESİNİN ARTIRILMASIDIR. bu da zorla namaz kıl demekle olmaz. allahı peygamberi ve kendini ona sevdirmeye çalışmak ve birazcık da korkutmadan ölüm düşüncesini hatırlamasının yararlı sonuçlar vereceğini bilmesi gerekir. daha önce ÖLÜMÜ ÖLDÜRMEK diye bir yazı yazdığımı hatırlıyorsunuz.. toplum düşüncesizliğe gidiyor.. en tehlikelisi de bu.. düşünmeyen insana dedikodunun kötülüğü kar etmez. onu düşünmeye itecek sorgulamalar yapmak gerekir..

işte ben nedenini araştırır, sorgulamaya davet eder, sonra hayatına nasıl uygulayacağına ilişkin küçük ip uçları veririm. ama asla dedikodu kötüdür bile demem. fakat sonuç alırım ben…

dulkadiroğlu, şimdi ne düşünüyorsun..diyanet işleri başkanına nasihat verebilir miyim. ne dersin.. zaten müftülük benden hutbe yazmamı istedi biliyor musun? onlara da bir çok öğütler verdim. işte ben İNSANI ALLAH İÇİN ÇOK SEVERİM. ÖL DE ÖLÜRÜM. şu sitede o kadar yarenlik ettim kimse ne cevap ne teşekkür bile etmedi.. işte bu toplumda sizler ileri çıkan kişilersiniz ve sizin TAKDİR gücünüz çok eksik. işte sizlerin dedikodu yapması büyük bir olasılık..
araştırmalar bile: maneviyata saygılıların, çok takdir edenlerin, ve birbirine zaman ayıranların sağlam aile oluşturduklarını gösteriyor…

darılma sen iyi adamsın vesselam.. ama daha iyi olmak zorundasın. başkasının söylediğini sen niye tekrar ediyorsun. gider müftülüğün sitesinden okurlar zaten.
 farklı olmak için sormalı,ve sevmelisin. derinlikli bir ilimle (kesbi ve vehbi ilimler), sevgi allah için bir araya gelmezse etkili sonuç alınamaz.. herkes söyler durur. havanda su döv dur…

selam ve sevgilerimi sunuyorum.. kırdıysam hakkını helal et. allaha emanet ol…

28 Mayıs 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma