CUMA SOHBETİ – 17 (Ezan ve namazın; anlam, hikmet ve sırları)

Bismillahirrahmanirrahim

selamün aleyküm

 

EZAN

 

Ezanda yedi kelime bulunmaktadır. Allahü ekber/Allah en büyüktür. Yüce Allah ibadet eden hiçbir kulun ibadetine muhtaç değildir. Bu anlamın önemini teyid amacıyla bu kelime dört defa tekrarlanmaktadır.

 

Eşhedü en la ilahe illallah/şehadet ederim ki şanı yüce Allah, kimsenin ibadetine muhtaç olmayışı ve büyüklüğüyle, ibadet edilmeye yegane layık olandır.

 

Eşhedü enne muhammeder rasulüllah/şehadet ederim ki, Muhammed Allahın elçisidir. Yani peygamberimiz aleyhisselatü vesselam şanı yüce Allahın rasulüdür. İbadet yolunu O’nun adına bize tebliğ edendir. Yüce Allahın şanına layık ibadet, ancak peygamberimiz aleyhisselatü vesselamın tebliği ve risaletiyle yapılan ibadettir.

 

Hayyealesselâh/haydi namaza ve Hayyelel felâh/haydi kurtuluşa demektir. Her iki kelime de namaz kılan kimseyi kurtuluşa eriştiren namazı eda etmeye çağırmak içindir.

 

Allahü ekber/Allah en büyüktür. Hiç kimsenin ibadeti yüce Allaha layık olamaz, o yüce ve büyüktür.

 

La ilahe illallah/Allahtan başka ilah yoktur. Hiç kuşkusuz o yücedir. Her ne kadar hiçbir kimse yüce Allaha layıkıyla ibadet etmese de, O mutlak ibadete layık ve müstehak olandır.

 

Namazın şanının büyüklüğü ve azameti, namaz vaktinin ilanı için seçilmiş olan bu kelimelerin şanının büyüklüğünden anlaşılmalıdır. Allah’ım bizi kurtuluşa ermiş namaz kılanlardan eyle.

 

NAMAZ

 

Namazın ilk tekbiri, kulların ibadetine ve namaz kılanların namazına, yüce Allahın muhtaç olmadığına, büyüklüğüne ve azametine işaret etmektedir. Her rüknün edasından sonraki rükünlerde getirilen diğer tekbirler, yüce Allaha yakışır şekilde ibadet etmeye liyakatın olmadığının işareti ve göstergesidir.

 

Rukülerdeki tesbihlerde de tesbihin manası bulunduğu için ruküdan sonra tekbir emredilmemiştir.

 

Fakat secdeler böyle değildir. Secdelerde tesbihat bulunmasına rağmen öncesinde ve sonrasında tekbir getirilmiştir. Çünkü secde tevazu ve alçalışın, zillet ve boyun büküşün en üst derecesi ve zirvesidir. Dolayısıyla burada ibadetin hakkıyla eda edildiği zannına kapılma olabilir. İşte bu zannın önlenmesi için secdede âlâ / en yüce lafzı tercih edilmiş ve tekbirlerin tekrarlanması sünnet olmuştur.

 

Namaz müminin miracı olduğu için, miraç gecesi resulüllah sallallahü aleyhi vesellemi şereflendiren kelimelerin / ettehiyyatü’nün namazın sonunda okunması şeriatın emri olmuştur. Bu nedenle namaz kılan kişi, namazı kendine miraç edinmelidir. Yüce Allaha yakınlığının nihayetini namazda aramalı ve arzulamalıdır. Peygamberimize salat ve selamlar olsun şöyle buyurmuştur. “kulun, rabbine en yakın olduğu an namazdadır”

 

Namazda olan kişi Rabb’ine yakarış halinde olduğundan, O’nun büyüklüğünü, azametini ve yüceliğini müşahede etmektedir. Bu nedenle namaz kılan kimsede korku ve heybetin görülmesi gayet normaldir.

 

Namaz kılanın tesellisi ve suküneti için namazın sonunda iki defa selam vermesi şeriatın emri olmuştur.

 

Farz namazlardan sonra peygamber sallallahü aleyhi vesellemden nakledilen yüz kere tesbih /subhanallah, hamd / elhamdülillah, tekbir / allahü ekber ve tehlilin / la ilahe illallahın sırrı namaz içindeki eksiklik ve kusurları tekbir ve tesbihle telafi etmek, bu ibadeti layıkıyla ve tam manasıyla eda edemediğini itiraf etmektir.

 

Yüce Allahın yardımıyla ibadetin edası mümkün olduğu için hamd ederek bu nimete şükredilmeli ve yüce Allahtan başka hiç kimse ibadete layık görülmemelidir. Namazın edası, şartlarına ve adabına uygun olarak yapılır, bu güzel kelimelerle namazdaki kusurların telafisi gerçekleştirilir ve ibadeti yerine getirme nimetine şükredilirse ve O’ndan başka ibadete layık kimse olmadığı bilinirse, işte o zaman, bu namazın, şanı yüce Hakk’ın kabulüne layık olması ve bu namazı kılanın da kurtuluşa ermesi umulur.

 

NAMAZIN SIRRI

 

Namazın kusursuzluğu ve mükemmelliği, namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını yerine getirmekle olur. Bunlar fıkıh kitaplarında detaylıca vardır. bunların dışındfa hiçbir şeyin namazın tamamlanmasında yeri yoktur. Namazdaki huşu bu dört şeye bağlıdır. Aynı şekilde kalp huzuru ve gönül korkusu da bunlara bağlıdır. Bir hadisi şerifte “namaz ancak kalp huzuru ile olur” buyrulmuştur. Buradaki kalp huzuru yukarıda sayılan dört hususla birlikte olmasıdır diye anlaşılmalıdır.

 

İnsanların namazlarının arasındaki fark, amellerin farkı değil, amelleri yapanların farkıdır. Her amelin bir mükafatı vardır. mükafatlardaki farklılık, amelin farklılığından değil, ameli yapanların farklılığına göredir. Nitekim bir ameli yapan Allah katında makbul ve sevilen bir kimse ise, amelinden dolayı aldığı sevap, diğer kimselerin sevabından kat kat fazla olabilir. Yani kişi ne kadar değerli ise sevabı da o ölçüde büyük olur. Bu nedenle “arifin riyalı ameli müridin ihlaslı amelinden üstündür” buyrulmuştur vesselam…

 

Bu makalede İmam-ı Rabbani’nin Mektubat adlı eserinden yararlanılmıştır.

20 Mayıs 2014
Okunma
bosluk

ZİKİR VE TEKBİR (Allahü Ekber)

ZİKİR

Zikir; anmak, hatırlamak, yâd etmek, anlamlarına gelir. Anılmaya en layık olan Allah (cc) olduğu için zikir dendiğinde akla O gelmektedir. Namazın “zikri ekber” olarak anılması onun hem lisanen, hem de bedenen anılmış olmasındandır. Zikir’in sadece tarikatlarda belli biçimlerle yapılan bir ibadet nişanı veya alameti olarak gösterilmesi büyük bir yanılgıdır. Allah kulu ile beraber hayatın her anına müdahale etmektedir ( Er Rahman suresi– O her an bir iştedir) bu yüzden zikri de hayatın içinde birlikte yapmak gerekir. Allah rızası için hayra dalalet eden bir şeyler öğrenmek ve öğretmek de bu zikre dâhildir. Haramdan sakınmak bile yolda giderken zikirden sayılır. Kutsi kelimeleri nerede söylerse söylesin kişi zikirdedir. Ticaretinde ölçüyü doğru tuttukça zikirdedir. Hayatını Kurana uyduran her insanın yaptığı şeyler bir zikirdir. Allah Resulünü hatırlamak insanı Allah’ı anmaya götürdüğünden sünnetler dahi zikre dönüşür. Farz ve sünnet veya Kuran ve hadis gibi dualizm yani ikilik İslam da yoktur. Sünnet ya da hadisler Peygamber Efendimize verilenler ve peygamber Efendimizin Kurandan anladıklarıdır. Dereceleri farklı olmakla beraber hepsi tek bir tevhidi ifade eder ve tektir. Ayeti kelimede “ hiçbir şey yoktur ki onu tesbih etmesin ve Ona hamd etmesin” buyrulmaktadır. Böylece anlıyoruz ki hamd ve tesbih zikrin bir şubesidir.

Dağlar ayakta durarak (kıyam), ağaçlar kökleri ile ve gölgeleriyle secde ederek, ve mahlukatta ön ayakları yerde olmak üzere rüku ederek Allah’ı zikrederler. Ancak onların zikirlerine biz anlayamayız. Mesela; köpeğin bir günlük zikri 20.000’dir. Eşeğin bir günlük zikri mahlukat içinde en az ve 5.000’dir. İnsan ise inansın ya da inanmasın aldığı nefesi verirken huuu diye bir ses çıkarır ki bu Arapçada ki hüve’nin kısa okunuşu olup O yani Allah’ı işaret eder. bu yüzden kafirlerde inanmadıkları halde Allah demekten müstağni olamazlar. Ancak fıtrı olan bu zikir yerine Allah katında değerli olan irade ile yönelinmiş idraki Allah’ın zikridir önemli olan.

Ayette “onlar Allah’ı, ayakta, oturarak, hatta yanları üzerine yatarlarken de zikrederler.” (Ali İmran 191), buyrulması zikrin herhangi bir vakte ve tutuma bağlı olmayıp hiçbir hal ile sınırlandırılmamış olduğu anlaşılmaktadır. Bunun anlamı da hayatın içi demektir zikir. Peygamber Efendimiz kendisi uyusa bile kalbini uyumadığını ifade etmektedir. Ayrıca gün içinde de bir insan olarak zikirlerini devam ettirmiş ve ismet sıfatı (günahsızlık) bulunmasına rağmen bazı rivayetlere göre 70 bazı rivayetlere göre de 100 defa istiğfar ederek af, kulluk, geçtiği makama af dilemek şeklinde ve örnek olmak istemiştir. Özellikle bu son dediğimiz geçtiği makama istiğfar etmek onun daima bir ileri makama sürekli olarak ilerlediğini bir önceki geride ve noksan olarak yaşandığı için ona istiğfar ettiğini göstermektedir. Bunun anlamı ümmetine de daima ileri gitmeleri için bir önemli mesaj oluşturmaktadır. Ancak Müslümanlar bu noktayı bilerek ya da bilmeyerek gözden kaçırmaktadırlar. Bunu ikra emri ile birleştirdiğimizde devamlı olarak makul ölçülerde iş durumuna göre okuyan bir Müslüman daima yeni şeyler öğrenecek ve öğrendiği ile de amel etme ihlâs ve gayretini gösterdiğini takdirde daima ileri gideceğine asla kuşku yoktur. Ancak insanlar okumayı terk ettikleri için ileriye gidecek yeni bir şeyi öğrenmeleri de söz konusu olmayınca bütün bildiklerini tekrar etmekten öte yeni bir şeyden daima uzak kalmaktadırlar. Bu da Allah için yeni bir şey yapmayı veya fedakarlıkta bulunmayı kapaktan engellemektedir. Artık Müslüman’ın asansör gibi inip inip çıkması mukadderdir.

Zikrin tarikatların tekelinden çıkarılarak Müslümanların bütün günlük hayatına mal edilmesi kurani bir görevdir. Allah’ı anmak için tasavvuf veya tarikatın şart olduğu anlayışı tamamen yanlıştır. Allah’ı anmak belli bir zaman, mekan, tarz veya din ile sınırlı olmayıp kadın-erkek, büyük-küçük, fakir-zengin herkesin sabah, öğle,ikindi, akşam, yatsı, geceleyin her zaman ve evde-işyerinde, çarşıda-pazardı, yerde-gökte, karada-denizde her yerde, ayakta, oturarak, yatarak, yürürken, koşarken, gezerken, yerken, içerken, çalışırken, dinlenirken, tek başına veya grup olarak, sessizce veya sesli, namaz kılarken, oruç tutarken, hacca veya umreye gidip zekat ve sadaka verirken, istediği şekilde istediği dille Allah’ı anması mümkündür. Bunun için tasavvuf ve tariktlar daki geleneksel merasim ve kayıtlamalar zaman içerisinde yapılan yorumlardan meydana gelmiş olup bağlıyıcı hiçbir yönü asla olamaz.

Tarikatlarda söz konusu olan zikir daha çok belli bir formaliteyi ve sayıyı yerine getirmek için içeriksiz bir şekli merasim hatta gösteri haline gelen Kuranın amacından sapmış bir uygulamadır. Halbuki Kuranı kerimde bahsi geçen “Allah’ı anmak” (zikir) bir müslümanın Allah’ı hatırlaması, o büyük Onu içinde ve yanında daima hissetmesi, onun kulluk ve itaat etmesi gereken tek ilah, heryerde ve her zaman kendisini kontrol ve gözetleyen yaratıcısı olduğu asla aklından çıkarmaması ve davranışlarını bu bilinç doğrultusunda yönlendirmesidir. Hayatın içinde bir Allah inancı kulun her işini Alla ile beraber yapmasına ve ona dayanmasına doğrudan bağlantı oluşturur. Kul zor zamanlarında da Allah’ı hatırlaması söz konusu olacağı için hayatın şartlarına karşı daha dayanıklı olacak ve psikolojik sıkıntıya da girmeyecektir. Halbuki tarikatlarda beş bin ya da on bin zikir çeken kişilerin bu zikirler sırasında zaman zaman psikolojik bunalımlara dahi girdiği görülmektedir. Kişi adeta ben zikrimi çektim diyip günlük hayatı kendi başına yaşamaya kalkmakta ve Allah’tan günlük hayatta uzaklaşmış ve olabilmektedir. Namazın günün bütününe yayılmasının bir anlamı da hayatın içinde bir zikrin daha önemli olduğu mesajı içindir.

Allah’ı anma konusunda bir yanlış da Cenabı Hakkın isimlerinin anlaşılmaksızın tekrar edilmesidir. Halbuki anmada esas olan söz değil fikir ve tefekkürdür. Cenabı Hakk Kuranı Kerimde “muhakkak ki kalpler mutmain olur” dediği kadar ali İmran 191 ayette ki şu ayette çok manidar olup üzerinde düşülmesi gerekir.

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarla; gözlerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. “Rabbimiz! Sen bütün bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi Cehennem azabından koru!” derler.

Bazı tarikatların zikirlerinde sayı oldukça yüksek başlıyor ve kişiyi işinden edecek seviyelere kadar çıkıyor. İlk başlangıç zikri olarak beş bin Allah zikri veriliyor. Kırk bin civarında zikir alıp da zikir yüzünden işini terk edenlere rastlandığı gibi zikrin ağırlığından dolayı gözünü oyan ve meczup hale gelenler bile bulunmaktadır.

Gerek zikirde gerekse Peygamber Efendimize Salavatta en temel unsur onların dediklerini yapmaktır. Seven sevdiğine tabi olur. Temel kural budur. Tabi olan da tabi olduğunun emirlerini tutar. Demek ki, sünnette bile bir sünneti ihya etmek Peygamber Efendimizi sevmenin bir ölçüsü olmalıdır.

Zikirle Allah’a ulaşmada alimler iki yol tesbit etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi “seyri sülüki âfâki”, ikincisi ise “seyri sülükî enfüsi” yöntemidir. Birinci yöntem Kuranı Kerimde de sık sık zikredilen göklerin ve yerlerin yaradılışına bakmaz mısınız? İfadesiyle kendini bulan “eserden müessire” ulaşma yöntemidir. Bu yönteme göre sufi içinde yaşadığı dağlara, taşlara, ovalara, çiçeklere, şimşek ve doluya, yağmura bakar ve bu kudretin arkasından bir varsayımla bunu yaratan Allah’ın kudreti ne yüce der ve eşyadan Allah’a yönelmiş olur. İkinci yöntem olan enfüsî yöntemi ise; bir hadiste geçen “nefsini bilen Rabb’ini bilir” ifadesinden dolayı zikir, raks, dönme, cezbe yoluyla kendi nefsini dinlemek ve onu telkin ile ıslah etme yöntemidir.

Her iki yöntemin kendine göre avantajlı veya dezavantajlı yönleri vardır. Enfüsî yöntemin en büyük savunucularından birisi Mevlana Hazretleridir. Âfâki yöntemin savunucularından birisi de Ahi Evran Hazretledir. Enfüsî yöntemin bütünüyle içe dönük olmasından dolayı kişisel vesveseler ve şeytanın müdahalesi daima bir zayıf yön olarak görünmektedir. Âfâki yönteme Enfüsî yöntemcilerin eleştirisi ise sufi’nin eşyayı düşünürken onu bırakamayıp eşyada kalması ve şirke düşme tehlikesidir. Bize göre Âfâki yöntem doğayla iç içe olması nedeniyle kişisel vesveselerden ve şeytanın müdahalesinden daha uzak ve daha rahat görünmektedir. Zira zikir de doğa ile beraber yapılmaktadır.

TEKBİR

Allah-u Ekber demek; Allah’ın en büyük olduğunu ifade etmek ve Allah’ın kamelinin bütün tasavvurlardan daha yüksek olduğunu ilan etmektir. Tekbir insana aczini hatırlatır ve zilletini bildiren ulvi bir zikirdir. Sınırlı sıfatlarla Allah’ın sınırsız kudretine anlamaya çalışan insan bu zikirle kendisini nice sonsuzlukların karşısında bulur ve büyük bir hayrete düşer.

Saidi Nursi Hazretleri Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde “ İnsan, mahûkat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı, ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, Allah-u Ekber demekle rahat bulur. Yâni, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür; onların halk ve tedbiri kendisine ağır gelmez.”

Aczin tekbir ile ifade edilmesinde kişi: “Ben Onun ilmi hakkında ne düşünsem, ne tasavvur etsem, ne hayal etsem O ilim sıfatı bütün bunlardan sonsuz dereceden büyüktür”, der. Bedeni ayakta tutan ruhtur. O onunla kaim olur. Vücuttaki 70 trilyon hücre hep birlikte bir amaca hizmet eder ve vücudun düzenli çalışmasını sağlar. Göklerdeki arş, kürsi, cennet ve cehennem tecellileri de ufkumuzun çok ötesinde kalan gerçeklerdir. Bütün bu hayranlığımızı da tekbir ile dile getiriyoruz. Ve diyoruz ki “biz senin kemalini idrak edemeyiz. Senin kemalin, ancak senin bildiğin gibidir. Her ne düşünsek, her ne tasavvur etsek, senin azamet ve kemalin, cemal ve celalin, rahmet ve keremin, afv ve ğufranın bütün bunlardan sonsuz derece daha büyüktür.”, der.

Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde “ Allah’ın zatından bahsetmedin şirk” olduğunu haber veriyor. Bu bile bir tekbir dersi. İnsan tekbir getirmekle “dünyanın bela ve musibetleri ne kadar büyük olursa olsun Rabbimin rahmet ve keremi daha büyüktür” demiş olmaktadır. Böylece en çaresiz dertlere karşı bile ilahi rahmetten kişi ümitvar olur.

İnsan kalbi, cennet dahi her neyi maksat edinse, Allah onlardan daha büyüktür. Yani, kalb, Allah’ın mülküyle değil, rızası ve cemaliyle tatmin olur. İnsan her neyi severse sevsin, Allah onların hepsinde cemil ve yine neden korkarsa korksun Allah onlardan daha celildir. Tekbirin bu sırlarına vakıf olan bir mü’min süflî, bayağı, aşağı şeylerin peşinde koşmaz; âciz ve zaif mahlûkattan korkmaz.

*

ahi kul ahmed

26 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma