“MAKUL” VE “DOĞRU” FİKİRLER NASIL OLUŞUR?

Sevgili okurlar,

Yaratılmışların sahibine hamdediyor ve O’nun mübarek kulu elçisine salatların ve selamların en güzelini yolluyorum.

Bu yazımda benim kafa yapımın içini size açacağım. Ne yapıyor ve nasıl düşünüyorum, fikirlerim hangi tezgahta hazırlanıyor ve sunuluyor, kazıkları var mı yok mu bunları anlatacağım.

Sosyolojik, iktisadi, mali ve İslami konularda yazılarımız olacak demiştik. Bununla bazen sabrınızı zorlayacağız, bazen fikrinizi. Fikir ve düşünce hürriyeti çerçevesinde aklınıza hitap edecek ve fikir fırtınası oluşturmaya çalışacağız. Fikir fırtınasını deyince; İmam-ı Azam 60 kişilik ilim halkasıyla ilim yapardı. Herkesi geniş bir halka halinde dizer (bu eşitlik anlamına geliyor) önce konuyu ana hatları ile anlatır ve sıradan herkesin görüşünü sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü açıklardı. Bu yöntemle binlerce talebe yetiştirdi. İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf onun müctehit seviyeye gelmiş öğrencileri idi. Şimdi ise ne gariptir ki biz bu yöntemi Amerikalı’lardan öğreniyoruz. Ve hala okullarımıza ya da bürokrasiye adapte edebilmiş değiliz. Kanun çıkıyor, bunu bakanla müsteşar hazırlıyor, yahut üç beş bürokrat. İşletme körlüğü denen at gözlüğü ile bakma sorununu nasıl aşacaksınız bu kimsenin umurunda değil. Bu yüzden yasalar, yönetmelikler hatalarla dolu ve toplum bünyesine uygun değil. Çünkü biraz da özgürlük gerektiği için, özgürlükler de birilerinin iki dudağı arasına sıkışınca artık ben yaptım oldu mantığıyla toplumu sosyal şizofreniye iten durumlar ortaya çıkıyor. Toplumun yapısına uygun, makul ve adaletli, yumuşak uygulamalar daima gereken karşılığı bulur ve uzun ömürlü olur huzur getirir, barış sağlar. Özellikle adalet bütün bu işlerin temelini oluşturur. Türk’ler Polonya’dan çekilince Polonya’lılar şunu söylüyorlar. “Türk’ler gitti, adalet gitti” Osmanlı’nın en temel özelliği “Adalet” idi ve yedi düveli adaletle idare etti. Birazcık geçmişimize baksak o kadar çok şey var ki…hele AHİ’likte…

Doğrular sunmaya çalışmayı bir fikir dayatması olarak görürüz. Bu yüzden süreç hakkında akılcı yorumlar getirmek ve sizi düşünmeye sevketmek asıl gayemiz olacak. Bu noktada aranan insan tipinin “düşünen insan” tipi olduğunu unutmayınız. Bu ise çok geniş özgürlüklere ihtiyaç hissettirir?!..

Bizler tarafız. Hak’tan, iyiden, doğrudan, tasarruf ve makulden yanayız. Makul fikri, insanı uzlaşmaya götüren çok önemli bir kelimedir. Bu yüzden ben “makul” fikrini çok severim. Her konuda anlaşmak, bir tekdüzeliktir, anlamsızdır ve insanı sıkar, fikirleri sağlıktan ve sağlama yapmaktan da uzaklaştırır. Muhalefetler niçin var?

 Makul deyince aklıma Peygamber efendimizin 622 yılında Madineye hicret ettikten iki yıl sonra en güçlü olduğu bir zamanda hırıstiyanlar, yahudiler ve paganlarla oturup imzaladığı bir ilk yazılı anayasa anlaşması var. Bu anlaşma çağlara ışık tutan ve ilgili toplumları bir makulde birleştiren bir anlaşma. (yayınlayacağız inşallah) Gelin de özgürlüklerin genişliğini bir görün.  İslam’a da aykırı olan katı milliyetçi tavırlar ülkeyi kilitliyor ve bazılarının bazılarına, bazı şeylerini dayatıyor ve diğerleri olarak ötekileştiriyor. Halbuki Osmanlı bile dininde, dilinde ve ırkında serbest ol fakat bana tabi ol dedi. Güçlüydü ve korkutuyordu. Herneyse..

 Don Kişot bir gün kendine bir kalkan yapar. Denemek için onu yamağı Sanço Panço’ya verir ve üzerine denemek için saldırır. Kalkan kırılmıştır. Bu sefer bir kalkan daha yapar, fakat bu kez denemez.. Biz böyle yapmıyacağız. Biz her fikri deneyeceğiz ve öyle alıp size de öyle sunacağız. Lokman Hekim’e sormuşlar “bu ilmi nasıl elde ettin” diye. O da demiş ki “körlere bakarak” demiş. “Çünkü onlar elleriyle dokunup yoklamadan yani denemeden bir şey almazlar”demiş. “Ben de öyle bir şeyi alıyor, test ediyor, deniyor ve öyle alıyorum” demiş.

 Sevgili okurlar ben dini konuları bile aklıma vurmadan almıyorum. Allah’ın yüceliği ve kutsal değerler sizi korkutup aptalca kabullere itmesin. Allah yalnız gibi görünür fakat gerçekte onun kendisiyle konuştuğu hem aklıyla hem kalbiyle ona tam yönelmiş çok dostu, konuştuğu vardır. Düşünsenize bir adam ahmak veya aptalsa onunla konuşmaktan zevk duyar mısınız? Duymazsınız değil mi? İşte Allah’da duymaz. O, emirlerini ve hikmetlerini düşünerek alan akıllı ve eh biraz da ilim sahibi olup arkasından artık bütün kalbiyle ona meftun olmuşları sever. Tefekkür neden binlerce nafile namazlardan üstündür. Aptallar tefekkür edebilir mi? Gerçi akıllı olup tefekkür etmeyenler de vardır ama yol üzerinde Allah’ın delillerinin serili olduğu bu alemde makul bir aklı selim sahibinin “bunun bir ustası olmalı ya hu” demesi beklenir. Bu kadar delilin ortasında inanmak kolay ve normal, inanmamak ise zor ve anormaldir. Allah zalim değildir. Delilleri görene ve isteyene iman nurunu nasip edecektir. İmana davet ederken neden akli delilleri örnek gösteririz? Ona kitaptan peygamberden bahsetmek fayda eder mi? Sadece aptal ve cahil bir müslüman Kuran’dan Peygamber’den bahsederek inanacak adamı da gittikçe inkara ve onu müslümanlıkla mücadeleye iter. Halbuki onun anlayacağı güzelce verilmiş akli ve ilmi delillerdir.

 Biraz da başarıdan bahsedelim. Hitler askerlerine emir verir. “Berlini bombalayın!” der. Askerler itiraz ederler. Fakat o şöyle der: Başarılı olamayanın yaşamaya hakkı yok! Biz fikirlere işte böyle yapacağız.

 Fakat bunu fikirde yaparken insandan ve öğrenciden sakındırmak gerekir. Erdemli – erdemsiz yerine, başarılı- başarısız ayrımı, öğrenciyi Pavlov’un köpekleri ile (şartlı refleks) bir tutmak olur ki bu çok yanlıştır. İnsan başkadır. Biz insana, şeytanı sevmediği, birazcık yaradanına yöneldiği zaman ona gönlümüz meyleder. Bu yazıları zaten insan için yazıyoruz. Ancak inansın inanmasın adalet yönünden ayrım yapamayız. Umarız ki idrakini yaralarız, onu kıvrandırırız ve bırakırız. Çözümü kendi bulur!

 İşte bütün fikirler bir fırsatını bulup uygulama alanı bulduklarında yaşam testi onlara haddini bildirir!..Buna dinler ve partiler de dahildir.

 Başarının ölçüsü; uygulanabilir olmak ve mutluluk getirmek ve Hakk’a uygun olmaktır.

 Amerika’da üniversitede bir film izlemiştik. Hz İsa, dünyaya yeniden gelmiştir ve bir panayırda bir papazın konuşma yaptığını görür ve onu dinler. Papaz kendi getirdiği emirlerin tam aksi şeyler söylemektedir. Başlar papaza bağırmaya. Yalancı, iftiracı, o bunları emretmedi. Farklı şeyler söyledi, dediyse de kimse onu dinlemez. Konuşma bittikten sonra papaz onun yanına gelerek şöyle söyler. “Sen ne diyorsun be adam. Neredeyse Hz İsa olduğunu söyleyeceksin” deyince, “evet ben İsa’yım” der. Papaz güler. “İstersen çık bağır. Sana kim inanır. Seni deli diye içeri bile tıkabilirler. Bak ben insanların istedikleri şeyleri söylüyorum” der.

 İşte sorun; isteklere dayalı fikir mi mutluluk getirir, yoksa orijinal kaynağa itaat mi mutluluk getirir? İstekler üstün bir öngörü ve her zaman aklı selimi içerseydi her ikisi çakışabilirdi belki. Fakat insanın istekleri duygusal, korkusal, önyargılar, neyi nasıl gördüğünüz, gibi subjektif değerler de içerdiği ve miyop olup uzağı göremediği için zaman zaman doğruya yaklaşsa da tam doğruya isabet ettiremeyebilir. Bu yüzden “üstün akla”-vahye- ihtiyaç olur. Bunu reddeden de yaşayabilir, fakat aklın ölümden sonrası için fikri yoktur (burada kastedilen nefsi isteklerin yönetimindeki bir düşüncedir, aklı selim değildir. Buna rağmen aklın bir yere kadar olduğu da unutulmamalıdır. Daha sonrasında kalp başlıyacaktır) Ya sürpriz olursa ne olacak?..

 Yalnız, zeminin bozukluğu fikrin hatası olmayabilir. İnsan her zaman rasyonel davranmaz. Onun tercihlerini bazen duyguları, korkuları, arzuları ve ön yargıları da belirleyebilir. Yahut tarihsel gelişmeler bazen “haset”e (komünizm) bazen de “hırs”a (kapitalizm) yol verebilir. Ya da fikirler ferdi taraftar bularak baskıların da etkisiyle fert vicdanlarında da yaşayabilir. Fikirlerin çarpışması ise hür ortamlarda  aklı selim sahipleriyle (taraf olanlarla değil) yapıldığında sağlam olanı muhakkak ki galip gelir. Fakat her fikrin iktidara gelme isteği, zaman, zemin, tesadüfler, sosyolojik gerçekler, tarihi olaylar gibi bir çok etkene bağlıdır. Buna bazen liderlerin de uygun ortamlarda yön verdiği olur. Fakat asıl olan toplumun derdinin ne olduğudur? Yani ilahi iradeyi hesaba katacak mıyız? Yoksa katmayacak mıyız? Bu kararı toplum verir ve buna müdahale etmek uygun bir davranış olmaz. Ancak insanın çabası Allah’a ve onun dediğine yönelik olursa, eh, ücreti de ondan alması ümit edilir. Yani kimin tarlasına su taşıyorsunuz?

 Bu noktada bilim adamına düşen şey, bütün fikirleri dini veya akli olup olmadığına bakmaksızın kaynağına inerek önyargısız bir şekilde aklı selime vurmak, konuyu derinlemesine inceleyip aydınlatmak ve topluma “makul çözümler üretmektir.” (Entellektüel bakış)

 İnsanlar zaman zaman 100 yıllık zaman periyotlarında moda fikirleri, yükselen değerler olarak da geçici süre kabul edebilirler. İşte “zamana göre doğru” fikri, kazıksız bir fikirdir ve kısa zaman sonra yanlışlığı anlaşılarak terkedilir ve onu yaşayan insanları perişan eder. (Cumhuriyetin ilk yıllarının yönetcileri Batı’nın “görmediğimi, denemediğimi almam” diyen “pozitivist” akımdan çok etkilendikleri söylenebilir. Şimdilerde biraz daha yumuşamış ve terkedilmeye yüz tutan bu akımın o zamanki taraftarları neyle karşılaştılar acaba.)

 Kazığı olan fikirlerin daha doğru olmaları ve her döneme hitap edebilecek kapasitede, fıtrat, ilim ve insan davranışı ve ekonomik gerçeklerle uyumlu ve makul çözümler sunan, geçer akçeler olmaları umulur. Bu yüzden kaynağı sağlam, fıtrata uygun, uygulanabilir, ilimle örtüşen fikirleri arayıp bulmak, insanların genel eğilimlerinden zaman zaman uzak durmak da uygun olabilir. Babasını izleyen biri için, ya babası yanlışta ise ne olacak? O zaman her fikrin ilk mızrakla denenmesi yani, kişinin kendisi tarafından fikri sorgulamaya tabi tutulması gerekir. 14 yaşımda inancımı sorgulamıştım. Kitapçı Baytoklar’a girerken başlayan bu sorgu üç gün sürmüştü. Sonunda sağlam bir itikatta karar kıldı ve onu kendine mal etti. O gün bu gündür beraberiz. Bu yönüyle bakıldığında örgütsel davranış kalıpları, sadakat, birlik beraberlik gibi yaldızlı sözler içerseler de, kişinin aklı selimini kiraya vermesi nedeniyle kişiyi (çoğunluğu) sağlıklı bir sorgulamadan uzaklaştırır.

 Ancak bu kişisel sorgulamayı yapabilen bilinçli bir kitle de daima var olagelmiştir. İşte bu kişisel sorgulamayı; kemikleşmiş diye tabir edilen kitle değil, sempati duyabilen ancak aklına ve bilgisine güvenen, kararlarında duygusal değil rasyonel tercihler yapabilen, fikrin kaynağı ne olursa olsun fikrin kendisini sorgulayabilen, önyargısız insanlar yapabilirler.

 Bakın bu konuda Psikoloji ilmi konusunda otorite sayılabilecek bir bilim adamı olan Doğan Cüceloğlu ne diyor: “Bilinçli bir seçmenin, kolay yoldan oy kazanmak isteyen şarlatan bir politikacıyı engelleme gücü vardır. Bu, demokratik rejimin en güçlü teminatıdır” “Bireysel, özgür davranış refleksine dayalı, bilinçli seçmen, demokrasinin teminatıdır. (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı). Bizim “çarıklı erkan” dediğimiz kül yutmaz kişiler bunlardır.

 Bu yüzden, bu parelelde, sorgulama kapısını açan bilimsel şüphecilik de ilmin rehberi kabul edilir. İslam’da kişi kendini Eşari mezhebinin nakilciliğinden biraz olsun kurtarabilirse Cenab-ı Hakk’ın Kuran’ı Kerimde 200 defa hitabettiği en kıymetli varlığı olup eğriyi doğrudan onunla ayıracağı aklı ile sorgulayarak ilmi deşeleyebilir. İslam medeniyetinin altın çağı kabul edilen 8 ve 12. yüzyıllara şöyle bir bakarsak fikir özgürlüğünün en üst seviyede yaşandığını ve elbette bunun altında da akli ve ilmi çalışmaların olduğunu görürüz. Ancak 13. yüzyıla gelindiğinde akılcı mu’tezilenin, nakilci Eşari’ye yenildiğini göreceksiniz. Anılan yüzyıllarda insanlar sahip oldukları kitap ciltleriyle öğünürken daha sonraları insanlar anlamadan dinledikleri Kuran ile mesrur olup ilmi yalnızca cami hocalarına havale ettiler. Eskiden insanlar yaşayarak yürüyen Kuran iken şimdilerde milyonlarca baskısı yapılan Kuran olmasına rağmen iman insanların boğazından aşağı geçmiyor? Bunları daha geniş konuşacağız inşallah. 

Kainatta her şey zıddı ile bilinir. Bu ön kabul, farklı fikirlerin hayat bulduğu erdemliler yönetimi olan demokrasinin de temelini teşkil eder. Bunun aksi ise totaliter zihniyettir ki, kendinden başkasına hayat hakkı tanımaz. Dayatma yapar. Her ideoloji dayatmasını yapmıştır. Bugünkü sıkıntıların kaynağı da budur zaten. Bunlar artık kişinin veya yönetimlerin ayıp hanesine yazılacak şeylerdir. İnsanlar nasıl ki doğal hukuk dediğimiz ortak yasaklarda birleşmişlerse, hürriyetler ve daha fazla demokrasi konusunda da toplum olumlu gelişmeler göstermektedir. Evde, işte ve siyasette demokrat olmak, farklı fikirlere saygı göstermek gibi bir erdem yoktur. Fakat ferdi olarak herkes aklı, yüreği ve ahlakı kadar erdemli olabilir. Toplumlar da eğer aklı selimlerini kaybedecek müdahalelere uğramamışlarsa ortak tercihlerle (seçim-referandum v.s.) demokrasi ve hürriyet derecelerine karar verirler. İşte bu hürriyetler ne kadar fazla olursa toplum bizim sevdiğimiz makul kelimesinin çağrıştırdığı uzlaşma çizgisine o kadar çok yaklaşır ve ahlaki yaşamla ilgili tercihleri de doğruysa ( en büyük ahlakı veren ve onu bir sevgi ve korkuya – Allah ve ahiret- bağlayan “din” dir) huzur olur, barış gelir, her fikir yaşama şansı elde eder, gerçek demokrasi olur, totaliter dayatmacı uygulamalardan uzaklaşılır ve toplum mutlu olur. Toplum yönetiminin amacı da budur. Doğruda mutluluk…

Her neyse, fikirlerimizi lütfen eleştirin. Bunlar bizim fikirlerimizin sağlaması olacak ve bütün okuyucuya zenginlik olarak tekrar dönecektir. Bütün mütefekkirler serbestçe tartışılan ortamlardan çıkmışlardır. Bizler mütefekkir değiliz, fakat iyi bir eğitim almış ve çok yurt dışı yaparak farklı fikir ve insanları tanıma fırsatı bulmuş, ve her konuyu biraz merak eder ve çok okuyan biri olduğumuzu söylememize lütfen müsade ediniz. Bundan umarım sizler de istifade edersiniz. İşte bu hizmettir. İşin aslı ben akşam okuyacağım, sabah yazacağım, öğleye de siz okuyacaksınız. Aramızda zamanlama dışında pek fark olmayacak.

Siz kendinize bakamazsınız, sizi alemlerin Rabb’ine emanet ediyorum. Sağlıcakla kılınız efendim…

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

VAHİY VE SÜNNETTE EĞİTİM ANLAYIŞI

Vahyin eğitim anlayışının temelleri Kuran’ı Kerim’in Alak Suresinin ilk 5 ayetinde saklıdır. Bu ayetler Cebrail Aleyhisselam’ın hira mağarasında getirdiği ilk ayetlerdir:

Yaratan Rabbinin adıyla oku.

O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.

Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.

O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti.

İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.(Alak 1-5)

Okuma yazma bilmeyen bir peygambere “oku” emrinin verilmesi dikkat çekicidir. “İkra=oku”

birleştir, parçalar arasındaki bağı keşfet, bul, (icma = ) dağılmışı topla, anla ve anlamlandır anlamlarına geliyor. Muhammed Esed, “Kuran Mesajı” adlı meal tefsirinde bunu “telaffuz etmek-dile getirmek-mesajı anlamak ve zihne yerleştirmek olarak ifade ediyor. Bazı tefsirler ise bunun “tebliğ et”anlamına işaret ediyorlar. İkra ile alaka aynı şeyi gösterir. Parçaları birleştir, keşfet.

Rab = Terbiye eden, eğiten demek. Burada “Rab” sıfatının kullanılması ilginçtir. “İlah” geçmiyor, “Rab” geçiyor, “Senin Rabbin”. Bir şefkat var. Kuran’ı Kerim’de 2500 civarında “Allah” lafza-i celali varken 900 defada “Rab” sıfatı geçiyor!

Allah yarattı ve terbiye etti. Yaratan ve senin nasıl eğitileceğini bilen O. Seni senden iyi bilen Rabbindir. Tasarrufta bulunduğun isim Allah olsun.

Ahz – Keşf

Ahzetme – Gizli olanı keşfetme

Veren – Alan

Verileni al – Saklama

Dirayete – Rivayete

Eğitimin maksadı bilgi ve ahlakın birlikteliği

İlim yürekten alınır. Temel unsurdur. Ahlakıyla beraber alınır, dizden alınır. Aksi halde malumat olurdu. Bilgi ahlakı, bilginin olmazsa olmazıdır.

İkra = Üret ve ilet…

Ve Rabbukel Ekrem = Senin Rabbin en büyük ikram sahibidir.

Bu büyük ikram = Öğrenebilme yeteneğininin verilmesidir.

Talimu-l esma = Eşyaya isim verme yeteneğini verdi ki, meleklere secde ettiren de buydu.

Allah Hz.Adem’e eşyanın varlığını onu nasıl isimlendireceğini öğretti. Allah’ın isminin üzerinde tecelli ettiği şeyler. Örn.yeme içme, Allah’ın Rezzak sıfatının bir tecellisi. Merhametli olması Rahman veya Rahim sıfatının bir tecellisi.v.s. Bilgiyi işleme; anlama ve anlamlandırma özelliği. Bu aynı zamanda bilgisayardan da ayıran özellik. İyi – kötü, güzel – çirkin v.s 

Melekte muhakeme var, alimi var –şeytan alim idi-, bilgiyi biriktiriyor ve karşı çıkıyor. Yeryüzünde kan dökecek günah işleyecek birini mi yaratacaksın diyor. Melekte günah işleme yok. 

Diğer taraftan insanın iradesi ile tercih yapabilme özelliği var. Melekte olmayan, tercih etme, günah işleme özelliği. İyi – kötü, güzel – çirkin ayrımında tercih yaparak en güzel amel yoluyla meleği geçmesi. Veya inkar ile hayvandan da aşağı düşmesi- esfeli safilin-

Esmaü-l Hüsna’nın tecellisinin eşyaya yansıması. 

Kulli iradeden bir irade.

Külli şefkatten bir şefkat.

Külli merhametten bir merhamet.

Fail Allah, mef’ul Adem.

Eğitimin ilahi bir ikram ve şefkat olduğunu belirtti.

Eğitilebilir olmak yetmez. Müfredatın da iyi olması gerek = Munbit toprak.

Hem de öğreteceklerini de bildirmiş.

Rububiyetin tecellisi insanda eğitim olarak tecelli eder.

Bilginin kaynağı Allah’tır. Kutsaldır.

Hümaniter Eğitim Düşüncesi

Humaniter düşünce insana bilgi elde et, güçlenirsin diye emreder = bilgi “put” olur.

Batıda bilgi çalınmıştır = Saklar, karşı kullanır.

Bizde ise bilgi verilmiştir. Allah vermiştir. Teşekkür gerekir.

Bizde bilgi arttıkça tevazu artar. Bilgi tefekkürdür, teşekkürdür.

Batıda ise; bilgi arttıkça kibir artar.

 İnternetten de öğrenebilir. CD, hafızadır. Bilginin işlenmesi ve anlamlandırılması gerekir. İnsan ile bilgisayarı ayıran da budur. Ama insan olunca, ilm ile veli arasındaki bu farkı fark eder.

 İlim irtibat kurmaktır. Akıl bağdır. Eşyayı anlamlı bir bütün halinde görmedir. Vahyin ilim ve insan tasavvurunun iyi anlaşılması gerekir.

 Peygamberler bütünü, tevhidi temsil ederler. Bu bağı kurmaya hikmet denir.

Peygamber efendimiz Eba Zer’e güneşin batışını seyredelim diyor ve soruyor: Güneş nereye gitti ya Eba Zer? Allah ve Rasulü daha iyi bilir. Cevap verir: “Güneş, Allah’a secde etmeye gitti”. İlmin konusu bütün kainattır.

 “Ve nnecmu ve şşeceru  yescudan” = yıldızlar ve ağaçlar secde ederler. (Rahman 55)

 Yani Allahın verdiği görevi yapmaya gidiyor = yörüngeye uyuyor. Adeta bir tavaf. Onun Allah’ı zikri bu. Ağaçlar kökleri ile secdede, eşya gölgesi ile secdede, hayvanlar ön ayakları ile rukuda, dağlar dimdik ayakta durarak kıyamda. İnsan ise bu üçünü de yapacak kabiliyette = namazda.

 Peygamberin öğretme nesnesi bütün kainattır. Kainat öğrenmeye konudur. Ayat = Mucize demektir. O zaman kainatta mucize olmayan şey yok demektir. O halde öğrenilen her şey mucizedir. Vahyin Penceresi budur.

 Kuran içinde barındırdığı kevni ayetlerle bilim dünyasına yol gösteriyordu. Amerikan Uzay Dairesi NASA, sürekli olarak her yeni buluş ya da keşfin arkasından Kuran’ı tekrar tercüme ve tefsir ettiriyordu. Örneğin “Yasin” suresinde güneş ve ay için “her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler” (Yasin 40) buyurulur. Evrenin sürekli genişletildiği ayetle sabittir. Allah bir ayette “yıldızların yerine yemin eder”. Bugün yıdızların yerinin son derece önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Yine kainatın “yoktan varedildiği” belirtilirken batı, “maddenin ezeli” olduğunu düşünüyordu. Bugün maddenin karadeliklerde zeval bulması onları maddenin kalıcı olmadığı fikrine getirdi ve şaşırdılar. Fikirlerinin temelleri sarsıldı. “Evrenin sürekli genişlediğinin” ortaya konması onları “bunun bir başlangıcının olması gerektiği” fikrine ve “Big-Bang” denen “Büyük Patlama” fikrine götürdü. “Sıfır hacimde sonsuz bir enerjinin bir patlama ile bu günkü evreni 13,7 milyar yıl önce meydana getirdiği” fikri onları “peki buna kim karar verdi ve bu düzeni kim meydana getirdi” fikrine cevap aramaya itti. Ortada bir düzen vardı ve bunu birisi irade etmiş olmalıydı. Bunun nasıl olduğu bilinmiyordu. Bunun için Tanrıya başvurulmalıydı. Materyalist alimler de artık bir üstün güce inanmaya başlamışlardı. (Daha geniş bilgi için bknz. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yay; Zamanın Kısa Tarihi, Taşkın Tuna; Kara Delik Evrenin Sonu mu?, John Taylor; Karadelikler ve Bebek Evrenler, Stephans Hawkings)

Batı ortaçağda dünyayı düz  zannederken İslam dünyası gezegenlerle ilgili çok şey biliyordu. İslam alimlerinin batı dillerine tercüme edilen kitapları onlar için dayanak oldu. Kilise engizisyon mahkemelerinde alimlerini yargılarken İslam bilimi teşvik ediyordu. Ancak İslam ülkelerinde İslam’ın doğru anlaşılmaması, daha çok uhrevi ilimlere önem verilmesi, yasakçı bir yönetim anlayışının hür düşünceyi öldürmesi ilmi geriletti, alim yetişmedi, ilim “Allah’ın işine karışmak” olarak algılandı, toplum öldü. Fakat batı gerek fikri ve gerekse fiziki pisliğin içinden yaptığı önemli keşiflerle ilmi hem ilerletti ve hem de yaygınlaştırarak kullanıma sundu. Şüphesiz bunun karşılığını da aldı. “Biz başarıyı (medeniyeti) gezdirir dururuz”(ayet) emrine uygun bir gelişmeydi. Başarı oraya verilmişti. Yan ürün ise, zaten yanlış olan, ilme de karşı çıkan dinin dışlanmasıydı = laiklik. İlim bugün başdöndürücü bir hızla ilerlemektedir. “İlmin sonsuz” olduğunu idrak edenler her an yeni bir buluşun onları piyasadan sileceği korkusu içinde ar-ge araştırmalarına büyük paralar harcamaktadırlar. Adeta var olma yarışı.

 Bu, ilim ve teknolojinin ticari boyutuydu. Yukarıda bahsettiğimiz ilmin felsefi boyutu ise önce bir Allah kavramını ve arkasından ilme yol gösteren İslam’ı (Kuran’ı) işaret ediyordu.

 İlmin Hayata, Alime, Talebeye Yansıması

Bilmenin bir tevhid eylemi olduğu, bilginin ahlaktan ayrılmaması gerektiği, bunun amacının ahlak olduğu, bunun da Allah’ı işaret ettiği söylenebilir.

 İlmin işlev olarak faydalı da olması gerekir. Hz. Rasulüllah “fayda vermeyen ilimden ya Rabbi sana sığınırım” buyurdu. Özünde faydasız, sahibine faydasız ilimden uzak durmak gerek. İlmin kişiyi bir şekilde Allah’a ulaştırması ya da fayda sağlaması gerek.

 Hammadde bilgi ise, mamul ahlak olacak. Yoksa faydasız bilgi oluyor.

 Eskiden ilim Allah rızası için yapılırdı. Şimdi maaşa talip olanlar, ilme talip oluyorlar. Belki bugün nüfusun artması, ilim ve teknolojinin ilerlemesi, bir meslek için ilim yapmayı gerekli kıldı, standartlar yükseldi. Ancak ilim yuvası sayılan üniversitelerin de makam ve maaş saikinden uzak olmasını dilerken devletin “marifet iltifata tabidir” kuralı gereğince onları geçim derdinde bırakmaması gerekir. Bir asistan 1 300 lira maaş alıyor? Bu adama nasıl ilim yaptırırsın?

 Peygamber ve Raşit halifelerden sonra bilgide bozulma başladı. Bu, ahlaka yansıdı. Yerel kültürlerin İslam’ın içine akması bütüncül sistemi bozdu. Müslümanların bağrına sızdı. İslam’a değil. “Sakınan korunur” kuralına uyulmadı. İnsanlar terbiyeden geçmeden İslam’a girdi. Hz. Ömer devrinde Mısır ve İran süratle fethedilince, oralar irfan ve hikmet ile doldurulamayınca felsefe ve mistisizm geldi doldurdu.

 Modern Eğitimin Üç Ana Zaafı

Modern eğitim;

- Bilgi ile bilgi ahlakının arasını ayırdı.

Akılla kalbin,

Duygu ile düşüncenin,

Eylemle bilginin arasını ayırdı.

 - Bilenle bilginin arasını ayırdı.

Bu, bilginin üstadsız aşırılabileceğini,

Bilgi ile bilenin arasındaki bağı kopardı.

 - Alim ile ahlakın arasını ayırdı.

Alim; ahlak ile bilgiyi sindirmiş olana denir.

Hayata uygulayandan alınır = İlmi ile amil olmak.

 Bizde, ilmin soyu, babası vardı. Eskiden hangi okulu bitirdin sorusu yanlışken bugün iyi bir okul tercih nedeni. “Kimin tedrisatından geçtin?” denmelidir. Ancak maddi ilimlerde teknolojinin ilerleyerek branşlaşmanın artması çok sayıda uzman kişiler marifetiyle eğitimi gündeme getirdi. Bilgi amele dönüşmüyor!. İlim, ilim halkasından, rahle-i tedrisatla öğrenilir. Üstadla öğrenci arasındaki fark ontolojik değildir, derece farkı yoktur. Halka halindedir = eşittir.. Özgürlükçüdür, tartışır, fikir sorar.

 İmam-ı Azam’ın ilim halkasına yaklaşık 60 kişi katılırdı. İmam-ı Azam önce konuyu anlatır, sonra teker teker sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü söylerdi.

 Günümüzde ilim insanları tesviyeye tabi tutuyor = soykırım. Bir manipülasyon aleti. İnsanın şahsiyeti biçilince geriye hiçbir şeyi kalmaz. Mühendislik olarak bakılıyor. İnsana saygı duymuyor.

 Ulus devlet, tek tedrisat uyguluyor. Edirne’den Şırnak’a aynı. Coğrafi ve demografik şartlar gözönünde bulundurulmuyor. Fırsat eşitliği yok.

 Sınav

Böyle eğitime böyle sınav sistemi. Talebeyi kumarbaz yerine koyuyor. Standart zekalara hitab ediyor.= Rakamsal zeka.

 Analitik zeka, sanatsal zeka ve diğer zeka türleri dikkate alınmıyor. Bu bir entelektüel soykırımdır. 1 775 000 çocuk sınava giriyor, 425 000 içeri, geri kalan dışarı. Okumuş, ancak becerisiz ve dolayısıyla işsiz. Meslek lisesi yerine genel lise.

 Sınavın ölçüm sonucu, “başarılı” dediğimiz “başarılı” “başarısız” dediğimiz “başarısız mı?” Kral çıplak!

 Alim, ilmiyle amil olmalı.  Yani taşıyıcı.

 İlmi ahlakından koparıp malumata çevirmiş = Kes, kopyala yapıştırla ortaya çıkan şey…

 Başarıya Kilitlenmek

Başarının putlaştırılması, şartlı refleks (Pavlov)’un köpeklere yaptığını insana yapmak…

 Başarı güzel bir şey. “Ameller sonuçlarına göredir” (hadis). Başarı ağacın meyvası gibidir.. Kötü olan başarı değil, başarıya odaklanmaktır = Sonuca kilitlenmek.

 Başarı odaklı sistem bir hayat tasavvuru halini alıyor. Hayata, ticarete yansıyor. Nasıl kazandığına bakmıyor. Ne kadar kazandığına bakıyor. Hile yaparak vergi rekortmeni olunabilir. Yahut gayri ahlaki bir iş kolundan çok kazanç elde edebilirsiniz.

 Mekkeli müşrikler Yemen ile Suriye cennetleri arasında ticaretin kaymağını yiyorlardı. Başarılıyız diyorlardı. Fakat Peygamber efendimiz tekere çomak soktu. Düzenlerini bozdu. Asıl kabul edilemez olan buydu. Onun için de karşı çıkmışlardı.

 Başarı odaklı eğitim – sorumluluk odaklı eğitimle karşı karşıya. Başarı odaklı eğitimde insan tasavvuru = sorumsuz ama başarılı olmalı. Ahlaksız olabilir. Hakeme göstermeden serbest. Roma’nın yakalanmayan hırsızı ödüllendirmesi ile aynı.

 Başarı odaklı eğitim sürdürülebilir değildir. Ezici, sürü psikolojisi içinde başar ama sisteme takılma. Bu ahlaksızdır.

 Uluslararası güçlerin yaptığı da başarıdır. 600.000. kişinin üstüne bomba atmak da başarıdır. IMF’nin borç verdim diye önerdiği; kalkınmayı durdur, sıkı para politikası izle, bütçe fazlası ver ve paramı geri öde; işsizlik artabilir, ticaret sekteye uğrayabilir, iflaslar ve intiharlar olağandır demesi de bir başarı. Tefeci… Ya insan ne olacak? İşte faiz bunun için yasak ve ahlakı, merhameti yok! Aklı, kabiliyeti, zekayı dışlayan, başarıya odaklı bir sistem… Bu sistemde başarılı olanlar, hayatta başarısız oluyor: Kendisi ile, ailesi ile, arkadaşları ile.. Ona armağan olarak verilen yetenekleri ona ket vurur hale geliyor. 

Kendi seçmiyor mesleğini. Siz seçiyorsunuz. Tekrar sınava giriyor. Kabiliyet katilliğine dönüşüyor. Çocuk kendisi ile savaşıyor. Her  şeye rağmen kazanılmış olan, fetişleştirilen, putlaştırılan, başarıdır. Neye, niçin, nasıl, kaça maloldu diye sormuyor. Başarısızlık halinde doğan psikolojik sıkıntıların ve intiharların özünde başarı odaklı eğitim var desem abartı olur mu? Başardığı zaman da “ben başardım”diye kibirleniyor, yetki aldığında da hizmet yerine menfaatini düşünüyor, zulmediyor. Karun da “bu serveti yeteneğim sayesinde elde ettim” dedi. Ve yerin dibini boyladı. Bir sahabe peygamberden ısrarla istediği dünyalık bir duanın ardından 6-7 sene içinde büyük bir koyun sürüsüne sahip oldu ve zekat memurlarını “peygamber benimle ortak mı kazandı” diye tersleyerek isyan etti. Başarıyı yani rızkı kendinden bildi. Verildiğini düşünmedi. Daha sonra pişman olarak zekatını vermek istedi ise de gerek Hz. Peygamber ve gerekse Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer onun zekatını almadılar.  

 Bilgi ile aranan; dünyevileşme, güç, makam, kariyer, maaş, hakimiyet. Halbuki gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır. İlmi verilmiş bilmek gerekir.

 Başarı odaklı bir sınavla öğrenci hayatın tek yönüne hazırlanıyor. Hayatın sürprizlerine hazır değiller. “İnsan için çalıştığının karşılığı var” (ayet). Ancak yalnız hayat bu değil.

 Hayatı mühendislik olarak görmek yanlıştır. Doğal hayat tabiri, karmaşıktır.

 Başarıya odaklı  sistem insan tasavvurunu yanıltıyor. Anne baba başarılı olan çocuğunu erdemli olana tercih ediyor. İyi – kötü’nün yerini, başarılı – başarısız ayrımı alıyor. Çocuk fırsatını bulunca kopya çekiyor. Mekanik eksenli insan, erdemli insana karşı bir Truva atı. Hitler Berlin’i bombalayın diyor. Karşı çıkılınca, “düşman karşısında başarısız olursa ölmeyi de hak ederler diyor = başarısızın yaşamaya da hakkı yok!

 Nuh başarısız mıydı? Hayır! Tevhid uğrunda ölen insanlar başarısız mı?

 Başarı odaklı eğitim, çocukları dengesiz yapıyor. Hayatta; sosyal ilişkiler, davranış uyumu, toplum ve kendisi ile barışık yaşama, Allah’la olan ilişkisi, sıkıntılara göğüs germede dayanıklılık.. Bunlar hayata uyum sağlamada önemli şeyler.

 Erdem ve sorumluluk odaklı eğitimin yerini başarı odaklı eğitim alıyor.

 Allah’tan, erdemden, faziletten yırttığını başarıya yamıyor.

 Hayat denizinde fırtınanın ne zaman kopacağı belli olmaz. “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten ailenizi koruyun”(ayet).

 “Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır”(hadis). Bununla sürdürülebilir olana işaret var. Halbuki başarı odaklı eğitim veya davranışlar, bir yerde ya diğer insanlarla ya da sistemle çatışır. Devamlı sürdürülemez.

 Başarılı olan mutlu mudur?

 Mutluluk ile haz, keyif  alma ayrıdır. Doğrudan orantı kurmak yanlıştır. Başarı ile mutluluk arasında bağ yoktur. Hiçbir şeyi eksik olmayan insanlar mutlu mu? Doğrudan bağ kuran vahyi unutmuştur. Gelir ve maddi tatmin düzeyi yüksek toplumların mutsuzluğundan; içki, çok yemek(obozite), seks ve uyuşturucuya mübtela olduklarından bahsediliyor. Yapılan araştırmalar gelir düzeyi çok düşük bir Afrika ülkesinin en mutlu insanlara sahip olduğunu gösteriyor. İsyan ettirecek fakirliğin bir mutsuzluk kaynağı olabileceğini de unutmamak gerekiyor. Bir hadiste “İsyan ettirecek fakirlikten ve şımarttıracak zenginlikten ya Rabbi sana sığınırım” buyuruldu. Genel olarak insanın dünyevi şeylerle tatmin için yaratılmadığını söyleyebiliriz. İnsan “Allah’ın zikri” ile mutmain olmak üzere yaratılmış (ayet). Bir namazın arkasından duyulan ferahlamayı neyle izah edebiliriz? Nefsin gıdası maddi rızıklardır ve eksikliği vücutta otomatiğe bağlanmıştır. Acıkanın karnı ağrır v.s. Ancak ruhun ihtiyacı ilahi rahmettir. Fakat bunun için otomatik bir isteklilik sözkonusu değildir. İnsanın hür iradesine bağlanmıştır. İşte cennet – cehennem bunun için vardır. Dilerse inanır ilahi rahmete kavuşur iki cihanda mutlu olur. Dilerse inkar eder, ilahi rahmet ona dünyada bir şeyler verir ve yaşatır, ancak korkunç bir akıbet ise onu bekler…

Tevekkül

Sınavdan çıkmışsanız ve başaramamışsanız, kendinizle de barışık iseniz, bu başarısızlık bir bitiş olmaz. Bir sorgulama yapıp insanın kabiliyetini keşfetmesi güzeldir. Bir müslüman bir meslek sahibi olacak. Bunun için çalışacak. Buna fiili dua diyoruz. Sonrası tevekkül. Her şeye rağmen kazanamamışsa, “bir kapı kapanınca başka bir kapının açılacağına” da inanacak. Umutsuzluk yok. Gayrete devam ve sebeplere riayet. Ve her daim dua. Sağlam bir kalp. Allah, verirken de dener, alırken de dener. Asıl sınav; her değişiklikte kalbin neye meylettiği, şükür ve sabır ikileminde sebepleri aşarak onu Rabb’inden bilip bilmediği, Rabbini unutup unutmadığıdır. Hayatta başarı kadar başarısızlıklar da mutlaka vardır. Müslümanlar uhut harbinde yenilgiye uğradılar. Bu bir başarısızlıktı ve başa geldi. İki nedenle olaylar başa gelir. Birincisi insanın elleriyle yaptığından dolayı, ki; buna rağmen çoğu affedilir. Diğeri de deneme için. Kulum ne diyecek? Peygamberlerin başına bunlara ilave olarak bir de örnek olması için gelir ki, onların işi daha zor.

Test yöntemi; feylesof, mütefekkir çıkarmıyor. İnciyi kırarsanız kum çıkar.  Onun için inciyi kırmamak gerek.

Sivil toplum kuruluşları, hayır kurumları, kısmen ticaret maksadıyla kurulan kurumlar parelel bir eğitim sergilemeye çalışıyorlar. Bunların desteklenmesi uygun olabilir. İçlerinde bu işi bir gönül meselesi haline getirip, fedakarlık yaparak, kendini sevdirerek başarılı olanlar olduğu gibi başarısız olanlar da var. Özelleştirmeyi kesin bir başarı olarak düşünmemek ancak, bir katkı olarak düşünmek gerek.

Amerika’da paralel eğitim home school’lar yoluyla evde yapılıyor. Devlet, “nasıl olsa yapacağım masrafı üzerimden aldın” diye ona para veriyor. Bizde devletin yakın gelecekteki planlamasında özel okullara öğrenci başına belli bir miktar ödeme yaparak bir çeşit özelleştirme düşünülüyor. Birisi çıkıp da “alt gelir guruplarından elde edilen vergiler zenginlerin finansmanına harcanıyor” diyebilir!

Eğitim Metedolojisi

Peygamber efendimiz bir esiri 10 öğrenciyi okutması karşılığında serbest bıraktı. Cahil bir toplumdan ilahi rahmetin de tesiriyle Kuran’ın eğitici vasfıyla “Her biri bir yıldızdır. Hangisine tabi olursanız kurtulursunuz” dediği bir “Sahabi” çıkardı.

Öğrenci sayısı çok önemli. 54 öğrencili bir sınıfta öğretmenin yapabileceği pek bir şey yok. Sabancı Üniversitesi’nde sınıfların 6 kişiden oluştuğu ve hayattan alınan örneklerle yerine giderek ders işlendiği söyleniyor. Kuran’ın eğitim metodolojisi de öyle. Kuran’da yaşanmış bir hikaye anlatılır. Bu sırada da çok şeyler söylenir. Bu şekilde hafızaya da güzelce yerleşmesi sağlanır. Amerikan özel üniversiteleri her yıl ilanlarında nasıl bir eğitim metodolojisi izleyeceklerini belirtiyorlar. Tipik olan şu: “case study” = hayatın içinden canlı örnekler üzerinden tartışmalı anlatımları sürdürmek. Örneğin; bir finansal analiz yapacaksanız bunu bir şirketin fiili bilançosu üzerinden yürütmek. Ya da “yerinde görerek” eğitim.

Okul insani ilişkilerin geliştirildiği bir çevre olmalı. Okulda mahşeri bir yalnızlık yaşanıyor. Otobüste kulaklık kullanıp kimse ile ilgilenmeyen birisi gibi. İnsani yalnızlaştırıyor. Dersane = parası olmayan ölsün. Varoşlardaki okulların rehbercilikleri ile dersaneye gidemeyen çocukların psikolojilerini konuşmak gerek…

Dersanelerin ilk kuruluş maksadı derslere takviye idi. Şimdi ise kast sistemine dönüştü. En parlak öğrenci üste para verilerek alınıyor. Öğrenciyi tasnif ediyor. Kime nereyi kazandırdı ise onun reklamı yapılıyor. Ölçü; okul kazandırmak. Erdem yok, insan yok. Dersane başarı odaklı eğitimi destekliyor. Hastalar artsın diye dua ediliyor. Milli Eğitim sınav sayısını artırdıkça hastalar artıyor ve onlara ekmek kapısı açılıyor. İşin içine küçücük beyinler de dahil ediliyor.

Paradoks yanlış, konsept yanlış, strateji yanlış.

Allah’ın gör dediği yerden baksınlar ve Allah’ın gör dediğini görsünler. Malzeme insan olunca, ona insanca muamele gerek, merhametle muamele gerek

Sürekli eğitim

 Milli Eğitim Bakanlığı’nın düşündüğü ve fakat bir türlü uygulamaya koyamadığı ömür boyu öğrenmeyi amaçlayan her yaştaki insanı meslek sahibi yapma adı altında bir çalışma var. Bunu yalnız meslek edinme olarak düşünmemek gerekiyor. İnsan kabiliyetinin ortaya çıkarılması ve moral değer olarak meşguliyet… Hiç bir iş yapmayan, hobi olarak bile bir şeyle uğraşmayan bir insanın neler yaşadıklarını düşünebiliyormusunuz? “İşe yaramak” “ben varım” ile eş anlamlı. Ne iş yaparsanız yapın ama bir şeyler yapın. Eh, faydalı olursa daha güzel tabii. Askerde çukuru kazdırırlar ve arkasından aynı çukuru tekrar kapattırırlar. Amaç boş durarak düşüncede meydana gelebilecek sapmayı meşguliyetle önlemektir. Erken emeklilikle boş gezen yığınları bir düşünsenize. Halkı meşgul etmek zorundasınız. Cami, namaz ve cami arkadaşlıkları kısmen bir meşguliyet ve sohbet ortamı sağlar. Namaz kılmıyorsa gideceği yer kahvehanedir. Saatlerce oyun ve zararlı düşünceler. Batı bu sorunu hobi, spor ve bazı çalışma kulüpleri üyeliği ile çözmeye çalışıyor. Amaç meşguliyet ve işe yararlılık sağlayarak psikolojik sorunlardan kurtulmak. Bu anlamda spor, bütün dalları ile takım tutma anlamında seyirlik değil, uygulanır halde. Milyonlarca lisanslı oyuncu. Ama hiç biri meşhur olmak derdinde değil. Belki çok azı.

Öğrenmede okumak da çok önemli. Bu ülke okumuyor. Buna kısa dönemde yapılacak pek bir şey yok. Çok yazık… Seyrediyor. O halde bu seyretme fiilini değiştiremeyeceğimize göre bunu kullanmalıyız. Proğram içeriklerini eğlenceden, öğrenecek bir şeylere çevirmeliyiz. RTÜK biraz daha aktif olabilir. Yasal düzenlemelerle öğretici proğram mecburiyeti getirilebilir. Eğlence proğramları azaltılabilir. Eğitim kanalları olabilir.

Bu çalışma konusunda Bakanlık tereddütler yaşıyor. Belediyeler de işin içinde olmalı. Bize göre harika bir şey. Bakanlığa moral vermek gerekiyor…

 Ahmet Atik

Maliye Bakanlığı

Baş Hesap Uzmanı

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

Kurban kesmenin insan ve toplum davranışlarına etkisi ve kesmeyen toplumların oyunlarındaki dehşetler! Boks, Futbol, boğa güreşleri, pankreas, tayland boksu, otomobil yarışları, ateş, kan, ölüm, ve insanın hayvanlaşması…

Kurban’ın ilk insandan itibaren var olması onun bir dini hüküm olması yanında sebeplerinde anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Özellikle İbrahim (as) olayında bir insanın yerine bir koçun feda edilmiş olması adeta bir insan nüfusunun korunarak artmasının amaçlandığı şeklinde anlaşılabilir.
Kesilme filli kan akıtma tavrına dalalet eder. Bu noktada akacak kan önem kazanır. Bu akacak kan koçun kanı olduğunu göre akmayacak kan olan İsmail’in kanına yani ( insanın kanına) denk olmuş olur.

Bu durumda “Hz. İsmail hayata dönmüştür” önermesi mantıki açıdan şu önermeleri de beraberinde getirir.

-“Hz İsmail daha uzun seneler yaşamıştır”
-“Hz İsmail’in nesli devam etmişti”
- Hz İsmail tekemmür etmiş ve peygamber olmuştur”

Özet olarak kurban kesilmesi ile Hz İsmail uzun ömürlü olmuş nesli çoğalarak devam etmiş, uzun ömürlü olmakla manen tekamül etme imkanı bulmuştur.

Bunu tersinden düşünürsek İsmail (as) kurban edilmiş olsaydı genç yaşta ölecek, ondan gelecek nesiller de onunla beraber kurban edilmiş olacaktı ve Hz İbrahim’in bizzat oğlu İsmail den gelecek nesli yine onunla beraber yok olup gidecekti. İlave olarak çocuk yaşta öleceği için tekamül etme imkanı bulunmayacak, tekamül yarıda kalacak ve sonuç olarak da peygamberlik bahis konusu olmayacaktı.

Sonuç olarak insanlar uzun ömürlü olacaklar ve nesiller çoğalarak devam edeceklerdir. Nihai sonuç olarak bir cemiyette kurban kesilmesi o cemiyette nüfusun artmasına sebep olacaktır.

Nüfusun nasıl çoğalacağına ilişkin iki önerme şöyledir.

-Kişiler gerilime düşmezler
-İnsanlar, kan dökmekten sakınırlar.

Şayet cemiyet kişiye devamlı bir gerilim veriyorsa, bu gerilim kişiler arası ilişkilerde kendini gösterir. Nitekim cemiyet içerisinde çıkan kavgalar, dövüşler, vurmalar, kırmalar, cinayetler, intiharlar, her türlü suç işlemeler hepsi belirli bir gerilimin bir haddi aşması sonucudur.

Bunu aksine şayet cemiyet kişiye hayatı sürdürebilmek için lüzumlu olan makul bir gerilimin üstünde bir gerilim vermiyorsa böyle bir cemiyette kişiler arası ilişkilerde yumuşaklık ve esneklik sonucu öldürme yaralama vb vakalar azalacaktır.

Özellikle sevginin aktarımında toplumsal değer yargıları ile birebir temas dediğimiz tokalaşmak, yanakları değdirerek öpüşmek, arkadaşının koluna girmesi, sırtını sıvazlaması, küçüğün başını okşaması gibi fiziki temaslar sevgi aktarımının en önemli ögeleridirler. Japon toplumunda emir baskın bir yapı beraberinde fiziki teması da önlemekte ve örneğin; beş yıl Amerika da doktora yapan bir Japon kızı anne ve babasıyla karşı karşıya geçiyor üç metreden ellerini kavuşturup eğiliyor ve bir saygı sözcüğü ile iş bitiyor. Hiçbir temas yok.

İnsanın gerilim anında hedef olarak karşıdaki kişiye yönelemese kendini hedef seçer. Bu bir gerilimin hedef almasıdır. Bu yüzden Japonlarda emredici toplum olmanın yanında temassızlığın etkisizliğiyle insanın hedefi kendisi olarak seçmesiyle harakiri denen intiharlar çok büyük boyutlara ulaşmaktadır.

Kurbanın Prensipleri

Kurbanın başlangıçta iki prensibi dikkat çeker:

-“ Kan akıtmak vaciptir”
-“ Et dağıtmak sünnettir”

Bu tanıma göre bir kimse kurban kesse ve kurbanın eti elde olan veya olmayan sebeplerle zahi olsa ve böylece hiçbir canlının işine yaramasa bu takdirde kurbanı yeni kurbandır. Zira durumlar böyle bile olsa kurban ibadeti yerine gelmiş vacip ifa edilmiştir.

Yukarıdaki bu önemli tespitler iyi anlaşılınca; kümes hayvanlarını niçin ve neden kurban edilmedikleri daha iyi anlaşılacaktır. Kümes hayvanları kurban edilmezler çünkü onlardan akacak kan, insanda mevcut bu içgüdüye tatmin sağlamayacaktır. Yoksa onların cüsselerinin ufak ve dolayısıyla etlerin az olmasından değildir. Zira Et, kurbanın ilk ve daha sonraki hedefleri arasında değildir.

Halbuki günümüzde sosyal muhtevası öne çıkarılarak cemiyette sosyal dayanışmaya yönelik unsuru öne çıkarılmaktadır. Bu anlayış kurban kavramını daraltıcı sadece et yeme bayramı haline getirerek sınırlandırmaktadır ve asıl amacından uzaklaştırılmış olmaktadır. Kurbana ilişkin sorunların bu bakış açısıyla yorumlanmaya çalışması da içinde çıkılması zor ikinci bir yanlışlar zümresini ortaya çıkaracaktır. Eğer böyle olursa etten ziyade ilaca ihtiyacı olan bir kimseye ilaç alıp vermenin kurban yerine geçmesi icap edecektir. Halbuki ilaç bedeli asla kurban yerine geçmez. Bu sözlerimizle kurbanın infak yönü küçümseniyor zannedilmemelidir.

Bir diğer yönden iktisadi olarak meseleye bakıldığında ortaya çıkan para arzı ve devri küçümsenmeyecek önemli boyutlardadır. Bu tavır hayvan yetiştiriciliğini teşvik ve iyiye de prim anlamı taşır. Ancak kurbanı sadece bir iktisadi yönüyle tanımlamak da yanlış olur. Kurban, iktisadi bir tavır değildir.

Eğer böyle olsaydı kurban kesmek yerine fakire verilecek parayla bu fakirin kasaptan et alması suretiyle bu amaçlar gerçekleşmiş olabilirdi. Bununla da piyasaya para arz edilmiş olabilirdi pekala. Üretim ve tüketim de armış olurdu. O zaman sadece geriye bir kurban külfeti ortada kalırdı. Halbuki bütün bu et ve teferruat olan şeyler, gerçekleşmiş ulvi bir gayenin tahakkukunun sonrasında imkanların zayi olmaması içindir.

Kuran-ı Kerim bugünkü psikologların özellikle Freud insan konusundaki tespitinden bin üçyüz yıl önce tereddüte mahal bırakmayacak şekilde kendi veciz üslubu içinde beyan ediyordu:

“ (Ey habibim), o vakti hatırla ki Rabbin meleklere, – ben yeryüzünde ( hükümlerimi yerine getirecek) bir halife ( bir insan) yaratacağım, demişti. Melekler de – biz seni hamdinle tesbih ve noksanlardan tenzih etmekten olduğumuz halde, orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?, demişlerdi. Allah, – ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim, buyurdu .

Yukarıdaki ayette meleklerin insanlar için “ kanlar dökeceklerdir” tarzındaki hükümleri son derece önemlidir. Burada hüküm, hükmün iç yapısından gelmektedir. İkinci olarak “Kanlar” dökeceklerdir şeklindeki hükümde “Kanlar” kelimesi öznedir ve çoğuldur. Hüküm; “ Kan dökeceklerdir” şeklinde değil de “Kanlar dökeceklerdir” şeklinde gelmiştir. Yani özne çoğul olarak gelmiştir.

Burada ilk akla gelen ihtimal “Kanlar” çoğulunun “Çok kan dökecekler” manasına mübalağa ifade etmesidir.

İkinci olarak daha kapsamlı ve şümûlü mükemmel bir yorumu büyük alemlerden es-Seâlibî’de görüyoruz. Anılan eserin kanlarla ilgili (ed-Dima) adlı maddesinde şöyle demektedir. “Arap lisanında vücuttaki her uzuvdan (burun, iç organlar, sırt, vs.) akan kana başka başka adlar verilmiştir. Kanlar manasına gelen ed-Dima kelimesi, vücuttaki başka başka organlardan akan başka başka kanların hepsini birden şümûlü içine almaktadır”

Es-Seâlibî’nin bu muhteşem tespiti konuyu bütün yönleriyle izah etmektedir. Zira boks maçında burnundan akan kan, boğa güreşlerinde ve düelloda iç organdan akan kan, kırbaç darbeleriyle sırttan akan kan bir yerde aynı olmakla beraber bir yandan da insanlara farklı ve değişik tatminler sağlayacaktır.

Kurban Kesmeyen Medeniyetlerde Kan Dökme

1-Spor, Saldırganlık ve Kurban

Kurban kesmeyen medeniyetlerde kan akıtma ve can yakma tarzında tezahür eden sporlar ve bu istikamette şekillenen insan davranışları yaygın bir tablo oluşturur. Bu medeniyetlerde insan-hayvan ilişkisi olarak ortaya çıkan aşırı tavırlar kurbanın bir benzeri olarak ortaya çıkarlar.

2-Sonucu ateş, kan ölüm olan spor türleri :

a)Boğa güreşleri :

Boğa güreşleri asırlardır yapıla gelmekte ve bundan sonrada devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu güreş türü İspanyolların şiddet kültürü içerisinde önemli bir yer tutar. Boğalar dağlarda insan ayağı değmeyen yerlerde vahşi surette yetiştirilirler, zamanı gelince güreş yapılacak yere getirilir hantallaşmasın diye aç susuz bırakılır her vesileyle sık sık rahatsız edilerek sinirlendirilir ve kızdırılır. Güreşe çıkacağı esnada artık havyan çok tedirgin bir haldedir.

Matador yardımcıları hayvanı arenada bir uçtan bir ucu koşturup ellerinde ki pelerinle onları daha saldırgan hale getirip çekilip çıkarlar. Bu sefer gözleri sıkıca bağlı olduğu halde atlar ve ellerindeki kargıyla binicilerin arenaya gelirler. Ellerindeki kargıyla hayvanı delik deşik etmeye uğraşırlar. Son derece canı yanan kimseye kötülük yapmamış bu masum hayvan binicilerine gücü yetmeyince atlara hücum eder ve hırsını günahsız atlardan alır. Karnı parçalanan kan revan içindeki atlar toz toprak içinde debelenirken koruganların arkasında bekleyen yardımcılar bu hayvanları karınlarını çuvaldızla canlı canlı dikerek tekrar boğanın boynuzlarına gönderirler… ölünceye kadar…

Daha sonra bir inek getirilir. Boğanın bunu aşması beklenir bunu mütakip yeni tahrik edilir ve tekrar eski haline getirilir. Sonunda boğa bu halleyken arenaya matador çıkar ve güreş iki ihtimalden biriyle nihayet bulur.

Ya boğa ölür ve arka ayaklarından bağlanarak sürüklenip götürülür ki buda orta çağdaki ayaklarından sürüklenen öldürülmüş engizisyon mahkemeleri sanıklarına benzer.

Ya da az bir ihtimalle bir matador boğanın boynuzları altında can verir.

b)Boks :
Boks maçları da sonucu itibariyle boğa güreşlerinden hiç de az tehlikeli daha az dehşetli ve daha az ürkütücü değildir. Arenada ki hayvan kanı yerine ringlerde insan kanı dökülmektedir. Amerika da boks adeta bir sanayi dalını andırmaktadır. Bu maçlarda insanların daha çok para ödeyerek ringin en yakın etrafında bulunmak istemeleri gerçekten düşündürücüdür. Orada ne bir manzara seyri, ne bir musiki notalarına yakınlık, ne bir harikalar diyarı ne de bir sanat eseri seyredilecektir. Bu açık bir vahşete ve ondan zevk almaya bilet almaktır ve yakın olmaktır. Çünkü bilenmektedir ki bir kuvvetli bir zayıfın mutlaka ezecektir. Gittikçe zayfılamak tükenmek vücudun da daha çok darbenin net bir şekilde indiğinin görülmesi seyredenlerin zevkini artıracaktır. Neticede taze kan kokusu ve arkasından gelen beyin sarsıntısı onun arkasından kayan gözler ve donuk göz bebekleri ve çaresizliği görmek ve diz üstü çöküş sırasında kişinin kendini galip olanın yerinde hissetmesi doğrusu büyük bir zevk. İşte ringe yakın olmanın kutsal gerekçeleri.

Buradaki felsefe tamamiyle üstün insan kavramına uygun bir tanımlamaydı. Çünkü batı medeniyetinde zayıfa yer yoktu bütün hak kuvvetlinin ve bütün itibar kuvvetliye idi. Bütün gözler ve gönüller omuzlarda ki kahramana idi. Halbuki yolda ve başka bir yerde bir kimsenin bir başka kimseyi öldürmesi ceza alıyor fakat on birlerce kişi önünde insanı gurur ve haysiyetini on paralık edercesine bir saat eze eze, acı çektire çektire, döve döve, öldüren kişi kahraman oluyordu.

3-Diğer spor dalları :

Otomobil yarışları ateş, kan ve ölüm üçgeninden oluşur. Bu spor grek-roma medeniyetinde az çok farklarla benzeri tablolar daima tekrarlanır. İnsan davranışlarındaki kan akıtma, can yakma, vurma- kırma şeklinde tezahür edilen içgüdüler bulunur. Şekilden ziyade bu ifadelerin amaç olarak meydana gelmesi esastır. Grek medeniyetinde birde insan hayvan ilişkisi şeklinde aç bırakılmış hayvanların eline hiçbir şey verilmeyen insanları parçalamaları büyük bir zevkle seyirciler tarafından seyredilirdi.

Eski Roma’da birde yağlı mermer üzerinde yağlı güreşler tertip edilirdi. Güreşirken ayağı kayarak dengesini kaybedip düşen öbür esnada eli, ayağı, kolu, bileği kırılan güreşçiler olurdu. Bazen da güreşçilerden birisi diğerine kaldırıp beyin üstü vurarak kafa tası yağlı mermer üzerinde kan revan içinde parçalanırdı. Yani kan ceset ve insan ve bundan büyük bir zevk alan seyirciler, insanlar… insanlar.

Pankreas güreşçileri bu anlatılanın en önemli günümüzdeki temsilcileridir.

Çıplak yumruklarla yapılan Tayland boksu güreşin ve boksun bütün dehşetini üzerinde toplar.

Roma’da esirler ellerine silah verilerek birbirlerini öldürmek zorunda bırakılırlardı. Bundan başka altında ateş yanılan yağlı direkler üzerinde insanlar birbirlerini öldürmeye zorlanırlardı. Bunun devamlılığı için gladyatör okulları meydana getirildi.

Bir Roma vatandaşı sevdiği kadına kendinden bir şey vermek istediği zaman onunla bu okullardan birine gider, gladyatör tutar bunları dövüştürürdü. Bunlardan öleni sevgilisine kurban olarak adamış olurdu. Boğa güreşlerinde matadorun boğayı öldürdükten sonra kulağını kesip ithaf ettiği kimseye vermesi gibi.

Roma’da ayrıca araba yarışları yapılırdı. Kazanmak için her yol mübahtı.

– futbol, gergin takım, gergin seyirci, seyirci ulaşamayınca küfür hakaret, el kol , şişe, taş, ne varsa fırlat. futbolcu var gücüyle yüklenir, fileyi yırtmak ister, gittikçe kontrolden çıkar, sakatlamaya başlar, çaktırmadan serbest hareketlere yönelir, bunlar seyirciyi tahrik eder, seyirci kimseye vuramayıp ulaşamayınca setlerden dolayı, en yakınındakine sataşmaya başlar, maçtan sonra da suçlu suçsuz ayırmadan saldırı devam eder, takım tutmak aslında hangi cani guruptansın anlamına gelir. hakemin adaletsizliği bir tırmanışa vesile de olur. asıl amaç ezmektir. takımı galip gelirse üstün ırk kavramının prototipi yaşanır ve ezmakten sadistçe mutluluk duyulur. ezilenler kişil,ik kaybına uğrar. kesin bir suçlu bulunarak seyircinin taraftarlığının devamı sağlanır. bunu medya yapar. medya satacağı gazete için seyirciyi korumak ve gazeteyi satmak zorundadır. bu yüzden başarısızlık antrönöre, başkana, bir tek kaleciye, şeklinde somutlaştırılır. futbolda temel argüman vurmaktır. daha hızlı vurmak..

yukarıda sayılan oyunların hiç biri İslam’da yoktur. islamda yoktur, islamda yoktur..İSLAMDA YOKTUR…

bu yüzden ahi kul ahmed HİÇ BİR TAKIM TUTMAZ….

iyi oynayan kazansın demek bile bir suçun bir tarafından tutmakla eş anlamlıdır. bu dünyaya sizden önce futbol geldi diye illa birini tutmak zorunda hissetmek örneğin kendi şehriniz takımı ne kadar masum görünüyor değil mi.. asla doğru değil, suçun hafifi olmaz, içkinin azı gibi…

hiç kimse şu takım taraftarlığının kaç insanda şizofreniye yol açtığını araştırmıyor… kimbilir kaç kişi şizofren şizofren aramızda dolaşıyor??? doğası vur kır öldür olan bir oyunu islah etmek aslanları şehrin içine salıp birlikte otobüse binin demek gibidir.

Kuran’ı Kerim’de Firavun için o zulmediyordu ve halkı da o zulme rıza gösteriyordu diye ifade edilir. işte bu tür insan tabiatı ile bağdaşmayan adı spor olan bu işlerde her yenene oynayan firavun değildir elbette lakin onun hazzını duymadığını kimse söyleyemez.. her yanilen de devamlılık göstermesi ile orantılı olarak mazohist bir duyguyu gittikçe yaşar aslında.. bu ülkede üç tana takım sürekli galip getirilir ve her büyümekte olan çocuğun bu üç takımdan biri olması sağlanır. bu takımlar sürekli galip getirildiği için bu takımların galibiyetleri yenilgiye göre daha fazladır ve gençler adı konmadan SADİST YETİŞTİRİLMEKTEDİR denilebilir… işte bu duyguları baskın olan gençlik artık tutulamaz hale gelir ve fair play gibi artistik sloganlarla kendi vahşileştirdiği kaplanlara suhulet şarkısı söylemeye kalkarlar…

ilginç olan şu ki galip gelenin psikolojik bozulması mağluptan daha fazladır aslında. cenabı Hak insanı fıtrat olarak kardeşlik ve dayanışmaya uygun yarattı. dinin insana uygun bir fıtrat olması bundandır. işte her galibiyeti eğer Allah’ın bir rızasına bağlamazsanız bundan nefis hem de haddini abartarak aşarak pay almaya kalkar ki sonu karşıyı önce ezmek sonunda da öldürmektir. bunlar nefsin temel özelliğidir.

bu yüzden biz şiirimizde şöyle dedik.. “dost dosta değil, dosttan dosta bakar… alır rahmet döner halka nur saçar” dedik..

sorarım size hangi maça giderken Allah rızası için gidiyorsunuz??? bütün bu sayılanlar insan fıtratına aykırıdır.. kişinin dozu kaçırması halinde imanı bile zedelenebilir. çünkü iman kardeşliği gerektirir. “….. birbirinizi sevmedikçe hakkıyla iman etmiş olazsınız” buyuruldu Hadisi Şerifte…..

ahi kul ahmed hepinizi kardeş bildiği için ümmeti zedeleyen her şeyden kendini beri tutar. o sizi çok sever çok sever çoooook çok..

31 Ekim 2011
Okunma
bosluk

Seçkine(oğlum) Namaz Öğüdü

Peygamberim dersin kitabın yok
Selam istersin cevabın yok
Cennet istersin amelin yok
Allaha namazsız gidilmez koçum
**
Ne peygamber namazsız olur
Ne muhabbete namazsız varılır
Namazsız kalp kurak olur
Kurak toprakta gül bitmez gülüm
**
Ben seni Kasım’da buldum (7 kasımda doğdu)
Güz gülleri vardı o gün
On iki de namaz oyun (12 yaşında 3 sene sadece akşam namazına cemaat yaptık. sonra 2, 3, 4, 5′ledi)
Koyuverdin namazı neden gülüm (şimdi seyreltti. her sabah yüzüne su serpmiştim. şimdi sular karardı)
**
Peygamber varken şeyhin (şeyhlere pek düşkündür)
Doğru varken eğrinin
Dost varken ellerin
Hatırı sorulmaz gülüm

ahi kul ahmed

7 Ekim 2011
Okunma
bosluk

Yalıkavak da aşk ve ayrılık

Yalıkavak bu gün aşkımız bitti
Ne zaman başlamıştı bu güzel aşk
Bir asude zaman geçmişti yitti
Ne, zaman başlamıştı bu yiten aşk

*

Senin güzelliğini sorgulasam
Bir kitabın içinde saklasaydım
Hangi hattatın elinde kıvrıldın
Ne, zaman başlamıştı bu yazan aşk

*

Kaç güzel kıskandı seni tarifsiz
Koynunda kimleri saklıyorsunuz
Bir acı kahve ikram etmez miyiz
Ne, zaman başlamıştı bu lütfen aşk

*

Uzun bir yol sana uzanmıştı da
Yol boyu şiirlerimden bir damla
Çözüverdi günlümdeki bağı da
Ne, zaman başlamıştı bu zaman aşk

*

Bir mavi sultasıdır seninkisi
Güller senden buldu aşk meyvesini
Sen beğen güller salar sevgisini
Ne, zaman başlamıştı bu kurban aş

*

Onluk bir miğferle yararken seni
Yine bir seyirde kucağın beli
Bu şahane zamanlar kaç zaman ki
Ne, zaman başlamıştı bu gelen aşk

*

Ayaklarımda gıdıkladığın aşk
Serinlik senin sanatın mı şak şak
Kaç kişi benimle yarışır matrak
Ne, zaman başlamıştı bu yazın aşk

*

Rüzgara kılıçla resim çizersin
Dalgaların hışmı da senin suçun
Bir bahar görmemiş güzeller için
Ne, zaman başlamıştı bu yılgın aşk

*

Ankara çağırır bir kara kucak
Çaresiz dönülecek hayat ocak
Artık anılar gül şiir olacak
ne, zaman aşık olduk Yalıkavak

*

Not: Bu şiirimiz şu an Yalıkavak Belediyesinin internet sitesinin tarih ve kültür bölümünde yayınlanmaktadır…

*
ahi kul ahmed

7 Ekim 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma