Eskimeyen bir haber; Said-i Nursi TBMM’de Atatürk’e bağırmıştı; “Paşa! Paşa! İslamiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur (= dinden çıkmış) ”

Said-i Nursi TBMM’de Atatürk’e bağırmıştı

Erdoğan’ın açılım konuşmasında andığı SAİD NURSİ, TBMM’de Atatürk’e bağırmıştı: PAŞA PAŞA namaz kılmayan haindir..

05.10.2009 – 22: 00

 

ENSONHABER.com / ÖZEL Başbakan , 3. Olağan Kurultayı’nda yaptığı birlik konuşmasında,Nazım’lı, Ahmet Kaya’lı, Said -i Nursi’li birlik mesajı verdi.SAİD-İ NURSİ’SİZ TÜRKİYE’NİN MANEVİYATI NOKSAN KALIR
Erdoğan, “Bu ülkenin tarihinden, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Pir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi çıkartmaya kalkarsanız, onları görmezden gelirseniz, onları yok sayarsanız bu ülke öksüz, yetim, köksüz kalır. Yunus Emre’siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlana’sız bir Türkiye ruhsuz kalır. Sabahat Akkiraz’a kulak vermeyen, dinlemeyen bir Türkiye türküsüz kalır. Tatsoy Efendi’yi yok sayan Türkiye’nin besteleri yarım kalır. Cem Karaca bu ülkenin hasretini çektiği kadar, bu ülke de Cem Karaca’nın hasretini çekti. ‘Hoşçakalın İki Gözüm’ diyen Ahmet Kaya’ya vefa göstermeyen bir Türkiye’nin şarkıları eksik kalır. Nasıl Mehmet Akif’siz bir Türkiye tahayyül edilemezse, Nazım Hikmet’siz bir Türkiye eksik sayılır. Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz, beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz, etmezsiniz Ama Ahmedi Hani’siz, Bitlisli Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır. Biz bu ülkenin tüm renkleriyle, bütün çiçekleriyle, bütün kokularıyla, dağları, taşları, ırmaklarıyla Türkiye’yiz. ” dedi.
ATATÜRK’E BAĞIRDI: PAŞA PAŞA
Peki Erdoğan’ın açılım konuşmasında adını andığı isimlerden biri olan Bitlisli Said-i Nursi kimdi? 1876 yılında Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya gelen Said-i Nursi’nin Atatürkle yaptığı konuşma Türk siyasal hayatına damga vuracak cinstendir. Said-i Nursi Atatürk tarafında ‘ya davet edildi. 1922′de ‘ya giden Said Nursi için Millet Meclisi’nde ‘hoş geldiniz’ töreni yapıldı. M. Kemal Atatürk çok sayıda Milletvekilinin hazır olduğu bir ortamda Said-i Nursi’ye dönerek “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” der. Onun bu sözlerine karşı Bediüzzaman, daha şiddetli ve daha kararlı bir ses tonuyla şu cevabı verir: “Paşa! Paşa! İslamiyette , imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”
MUSTAFA KEMAL ODASINA ÇAĞIRIR
Pek çok şahidin huzurunda M. Kemal’in bilahere onu odasına çağırması ve orada üstadın ona üç saat nasihat etmesiyle münakaşa son bulur. Bu ders ve özür olayını Said-i Nursi şöyle anlatır: “Bir zaman dünyanın büyük bir makamını işgal eden bir küçük adama bu dersi verdim. Fakat ben enaniyetten nefsimi kurtaramadığım içindir ki, çok sarstı; fakat intibaha gelmedi. Mektubattaki Desise-i şeytaniyeyi ona ders vermiş, konuşmamız üç saatten fazla sürmüştür. Bana ilişemedi ve tarziye vermeye mecbur kaldı..”

 

BENİMLE ÇALIŞ dediler
Bu olaydan sonra ‘dan ayrılır. “Gittim, gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle beraber çalış’ dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz.” diyerek Van’a doğru yola çıkar..

 

30 Mayıs 2012
Okunma
bosluk

Ahiler ölümü hayatın içinde yaşatırlardı. Modern insan ölümü öldürmek istiyor..

Ölümü satırlardan değil sadırlardan konuşalım.

-  Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürülecek­siniz. (ENBİYA/35)

-  Resulullah (sav) buyurdular ki: “Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet veya cehennemdeki) yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş ehlin­den ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine: “Allah seni kıya­met günü diriltinceye kadar senin yerin işte budur!” denilir.

 

Resulullah (sav) buyurdular ki: “Ölüyü, (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri dö­ner, biri baki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle baki kalır.”

 

Ne demişler; “Sen geldiğinde sen ağlarken eller gülsün, sen öldüğünde sen gülerken eller ağlasın”

 

Bir gün bir bedevi kabilesinin lideri adamını göndererek Hz. Peygamberden bir sahabenin vaiz olarak kendilerine gön­derilmesini ister. Hz. Peygamber der ki; “sizin kabilenizde hiç ölen yok mu?” “var”‘ denilince “o size vaiz olarak yeter”‘ der adamı eli boş gönderir.

 

Hz. Ömer bir adam tutar ve her işinde “ya Ömer ölüm var” demesini ister. Aradan zaman geçer ve bir gün adamın işi­ne son verir. Sorulduğunda der ki; Rabbim benim saçlarımı ağartmakla bana ölümü hatırlatıyor. Artık ona ihti­yacım kalmadı”

 

Cenab-ı Hak, insan topluluklarının koyuna benzemeleri ne­deniyle hemen hemen bütün peygamberlere bir müddet ço­banlık yaptırmış ve böylece onlara insanları nasıl idare ede­ceklerini talim ettirmiştir.

 

İnsanlar gerçekten koyuna benzer. İki tane koyun alıp birini diğerinin yanında kessen diğeri anlamaz. İşte bu özellik yü­zünden insan kendi arkadaşını, akrabasını, hemşehrisini def­neder, üstüne toprak atar, dua eder ve döner gelir aynı hayata devam eder. Ders almaz.

 

Ölüm Psikolojisi

Ölüm varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. Mademki doğ­dunuz o halde öleceksiniz de. Ölüme ilişkin sorgula­ma, yaşamın anlamlandırılmasında önemlidir. Ölü­mün düşünülmesi ve araştırılması manevi değerlerin oluşturulmasında da oldukça etkili olabilmektedir. .

 

Stoacılar “İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğ­renmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektif di-yerekölümüyaşamınmerkezine, Çağdaş VaroluşçulardanKarl Jasper ise “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” diyerek Stoa-cılarınölümeilişkin bakış açılarınıbiradımdahaöteye taşımıştır.

 

Heidegger’e göre ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır.

 

Ölüm, insanların içinde bulunduğu en büyük ikilemdir. İnsan­da ölümsüzlük duygusu baskın bir gendir. Ancak ölüm bunu kesintiye uğratmaktadır. İşte ölümden sonraki yaşama inan­ma isteği, kendisinin ölümsüzleşmesi ile eşdeğerdir denilebilir. Ölüm korkusunu azaltmada ise dinlerin önemli bir görevi var­dır. Kişinin uğradığı haksızlıkların tam karşılığını alamaması veya çözemediği veya gücünün yetmediği olaylarda ahiretteki ilahi adalet duygusunun varlığı kişiyi rahatlatır ve kişisel ve toplumsal bir uzlaşı oluşturur. Ancak ilahi mahkeme ve cehennem korkusu da tedirgin eder. Bu duygunun teslimiyet çerçevesine sokulması ve canlı tutulması kişinin dünya hayatında dikkatli olmasını sağlayan ve onu sürekli kontrol eden en etkili yöntemdir.

 

İslamiyet ölümü, “Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönme­si olarak” kabul ederken Hristiyanlıkta bazı düşünürler -Aziz Augustine başta olmak üzere- insana verilmiş bir ceza olarak görürler. Onlara göre Hz. Adem’in işlediği günah, insanoğluna ölümü getirmiştir. Yeni doğmuş çocuğun vaftiz edilerek yıkan­masının nedeni budur: Suçluluktan yıkanmak. Halbuki İslam insanın temiz ve İslam fıtratı üzere doğduğunu söyler.

 

Ahilerin ölümü hoş bakmalarının nedeni..

 

Ahiler ölüme karşı son derece olağan bir olay olarak bakı­yorlardı. Tevekkülleri çok yüksekti. Hali hazırda çalışılan bir işin olması ve bunun devamlılık göstermesi dünya kazancı konusunda onları makul kardan tutun sınırsız cömertliğe ka­dar götürüp hatta para toplam yüksekliği bugünkü parayla 50 000 lirayı geçmezdi. Zaten her işletmede bir usta çalıştırılır ve ilave bir mal üretimine ihtiyaç olursa yeni bir atölye açılmasına izin verilirdi. Bu tekelleşmeyi, ve kitle üretimini ve aşırı zengin olmayı engelliyordu. İşte bu durum kişiyi dünyaya yönelmek­ten alıkoyuyordu otomatik olarak. Zaten kefenleri başlarının üstünde sarık olarak da sarılı idi ki bu ölümü hiç unutmamayı gerektiriyordu. Her gün zaviyelerde dini eğitim ve sohbetlerin de olduğunu düşünürseniz hem dini bilgi, namaz, yukarıda anlatılan dünya garantileri istenen sonucu sağlıyordu denile­bilir…

 

Bugünkü kitle üretime Ahilik uygun değil diyen birisine ahili­ğin kooperatif sistemleri geliştirdiğini ticaret kanununa küçük ortak paylarına ilişkin daha fazla garanti verilerek ortaklık ve vakıf anlayışının birleştirilmesiyle çok modern anlayışlar aynı fikrin içinden geliştirilebilir diye düşünüyoruz.

 

Ölümle İlgili Ritüeller

 

Ölüm sırasında kişiye “la ilahe illallah” zikrini ona söyletmeye çalışmak hadisle tavsiye edilmiştir. Kişi terler, bu yüzden du­daklarına biraz su değdirmek yararlı olur. Hadisle Yasin sure­sinin ölümü kolaylaştırdığı ifade edilmiştir.

 

Ben imamlık yaptığım zaman cemaate dua ettirerek “sağımız­da Kuran, göğsümüzde iman, karşımızda rasulüllah olduğu halde buyrun “kelimeyi şahadet…” okuyarak çene kapamayı nasip eyle ya Rabbi” diye söyletirim. Muhabbetiniz varsa Pey­gamberiniz size duaya gelecektir.

 

Ölümün tadı, kişinin Allah’a yakınlık derecesine göre değişir. Normal olarak bir çalının yünün içinden yırtarak çıkması gi­bidir ve zordur. Alim, cihad ve muhabbet ehli iseniz iki kişinin gelip kolunuzdan tutarak sizi bahçeye çıkarması gibidir(İmamı Gazali böyle olmuş)

 

Kabir azabı konusu alimlerce tartışmalıdır. Ancak mümine seyrettirilen cennet bahçelerinden bir bahçe, kafire seyrettiri­len cehennem çukurlarında bir çukurdur.

 

Kabirde ruh tekrar bedene yaklaşır ve sual başlar. Rabbin kim, Peygamberin kim.. diye sorulur. Hoca talkın verdiğinde onu duyar ve bu, onun cevabına yardımcı olur. Ancak esas olan yaşayıştır ve son nefes çok önemlidir. Ben, Aşıkpaşada Tekke sokağında oturur, deli Kadir’in karısı rahmetli Kezban halanın öleceğini iki gün önce rüyada görmüş ve talkınını bir de ben vereyim demiştim. Usul bilmiyordum ve dedim ki “Kezban Hala la ilahe illallah” de diye içimden söyledim. Baş­ka yerdeymiş kabre geldi ve “te hey, ben cuvabı verdim, la ila­he illallah, muhammedür resulüllah dedim” dedi ve ben bunu hem gördüm hem işittim.

 

Bundan sonraki sorgu namazdır. Namazın cevabı verilebilirse diğerleri kolaylaşır, aksi halde Allah
yardım etsin..

 

 

Ölü, kendi ailesinin düğün, hastalık gibi durumlarda yakınları­nı görmeye gelir. Rahmetli Erhan Kendirli eniştem vardı. Onu çıplak gözle on metre yakınımda gördüm ve oğlu mustafaya dua istedi. Avukat Osman Dağtekin’in eşi rahmetli Ayten yen­geyi oğlunun düğününü seyrederken görmüştüm. Rahmetli Albay Ali Kendirli ve eşini, eşi öldüğünde evlerinde namaz kılarken karşımda tavanda iki kuş olup evlerinde namaz kı­lındığı için sevinirken görmüş, ancak önümde durmayın diye küşelemiştim. Etlikte cemaatten bir abinin eşi ölmüş ve evde kırkında ilahi okunuyordu. Kadın gelmiş odada ilahi dinliyordu ben onu o beni gözlüyordu.

 

Modern Hayat Ölümü Öldürüyor

 

Modern insan ölümü öldürmek istiyor. Onu teğet geçiyor. Ölümle iç içe geçmiyor. Köyde ölen birisine geleneksel insan “ömrü bu kadarmış” deyip geçebiliyor. İnsana bu hayatta ölüm hissettirilebilirse diğergamlık gündeme gelebilir’. Çamaşır ma-kinasının kullanımı ile insanın tevazusu, bir sosyal sorumluluk projesinde yer alması, şükrü, yardım etmesi aynı anlamı taşır. Halbuki elde kalan sadece bencillik ve dini şeyleri de bencillik içinde izah etmeye çalışıyoruz. İnsanın basitliklerini, hatalarını düşünmesi bir tamir vesilesi olabilir.

 

Modern kültür haset üretiyor.(Reklamlar) Eskiden evler hep birbirine benzer ve konakla dam yanyanaydı ve içine girme­den zengin mi fakir mi anlayamıyordun. Biri alıyor, biri ala­mıyor ve böylece haset kültürü ve sui zan oluşuyor. İnternet ise kötülük üretiyor. İnsanlar sui zanla “Tunus ve Mısır’lılarda internet vardı, Yemende yok o halde orada devrim olmaz” diyerek sebeplere gereğinden fazla önem verebiliyor.

 

Telefon kullananların vücut dili şiddete yöneliyor. Birisi çarpınca “görmemiştir” veya “Allah’a havale” yerine iki misli cevaba dönüşüyor.

 

Siyasette ise önemli memleket sorunu yerine “kim kime ne dedi” ya da spor konuşuluyor.

 

Bizim toplumumuz gününü sürekli ayakta geçiriyor. Halbuki Akdeniz geleneğinde öğle uykusu denen bir şey var. Araplar-da Yunanlı’larda öğle uykusu var. İslam’da da gece namazına kalkmak isteyenler öğleyin bir miktar uyurlar. Sürekli uyanık kalmak ve geç yatışlar vücutta gerginlik ve tavırlarda sertliğe neden oluyor. Amerikalılar ise öğleyin sırayla atıştırıyorlar ve saat 3,5′ta işi bitirip hemen partilere, eğlencelere koşuyorlar. Onlar için çok yemek ve bunu boşaltacak günlük bir sevgili bulup saatli bir otelde beraber olmak ya da kızın evine bir haf­talığına yerleşmek olağan işlerden. Malum sorun ise obezlik ve aids.

 

Bir yazar, ekranla bütünleşmiş ve başparmağıyla sürekli me­saj yazan, toplumdan kopmuş gençler için “başparmağı bü­yük nesil” diyor.

 

Hüsnü zan için zamanı yavaşlatmak zorundayız. Hastalıkta tevekkül, teslimiyet ve eski günlerdeki iyi zamanları hatırlaya­rak şükretmek yerine “niye ben” diyor.

 

Eskiden seyahatte yanınızdakiyle güzel güzel konuşmak var­dı. Şimdi TV ekranı sobeti, diyalogu kesiyor. MP dinlemekten karşıdan karşıya geçerken arabayı görmüyor.

 

Ölümü konuşabilmeli ve kabullenebilmeliyiz. “Nasıl yaşarsa­nız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” hadisinin anlamı: İnsan şuur altına göre yaşar ve şuur altına göre dirilir demektir. Böylece zamanın ruhunu kavrayarak bir nasihat dili oluşturmak gerek. Şu hadise bakınız: “ölmeden önce ölünüz” bunun anlamı da ölümü öldürmek değil, ölümü diriltmek de­mektir. Ölümle içli dışlı olabilmek, onu sevecen görebilmek bir olgunluk ve kemal isteyen bir şey. Ölüm sonra­sından da olumlu sinyaller alabilmeli insan. Fakat bunları neden konuşamıyoruz? Çünkü hep başkası ölecek diye bekliyoruz. Yani barışık değiliz. Mevlana ölü­mü “şeb’i aruz” -düğün gecesi- olarak laf olsun diye demiyor herhalde.

 

Bunu bir dudak servisi ya da ağız kalabalığı olarak görmeme­li, yettiğince uyarmalı. İnsanlarda ibret almalı. Benimle alakası yok anlayışı tam bir felaket.

 

Modern hayat nasibi “koparıp aldığındır” diye tarif edip risk alma üzerine davranış kurgusu yapıyor. Böylece “rızık” ile “risk” yer değiştiriyor. Halbuki rızık yaratmayla yaratılır. Kul ça­bayla verilene ulaşmaya çalışır. İş, kazanmak istiyorsan risk alacaksınla eşdeğer olunca hayat bütünüyle risk alarak yürür hale geliyor ve kazanılan yetmemeye başlıyor. Risk alın işinizi büyütün, büyümezse rızık olmaz” mesajı veriliyor. Daha fazla kazanmak, daha fazla başarmak, çocuklarına “benim çocu­ğum” diyerek marka yaratmak ve onları da erdemlerine göre değil başarılarına göre değerlemek ve buna uygun materya­list tavır geliştirmek yoluna gidiyor. Başarı halinde “ben başar­dım” deyip Allah’ı unutuyor, kibirleniyor ve cimrileşiyor, kay­bettiklerinde önce sebeplere küfrediyor ya da kurtlaşıp zorla almaya ya da tilkileşip ayak oyunu çekme yoluna gidiyor.

 

Nasib düşüncesini çocuklarımıza da veremiyoruz. Sınavda midesi bulanıp çıkan bir çocuğa “bunda da bir hayır var”mı diyoruz yoksa “dı, dı, dı “mı diyoruz.

 

Böbreğini satanları, zor durumda olanları düşünmek gerek. “Allah’ım bu günümüzü aratma” duası ve “camiye gelebiliyo-rum, kimseye de muhtaç değilim elhamdülillah” duaları çok önemli. Nasibi küstürme kavramı da önemli. Birbirine ters iki eşin yıllar geçirdiğini bir düşünün. Sorulduğunda “nasibimiz buymuş, geçindik gittik” diyor eskiler. Ama şimdikiler başka­larına anlatılabilir ve gösterebilir bir eş istiyor. Halbuki “ya bu olmasaydı” demeli. “ev, ekmek, suyumuz var el­hamdülillah” diyebilmek ne kadar önemli.

 

Ahireti düşünmek, oradaki Allah’ın yanındaki nimetleri dü­şünmek insanda umudu artırıyor. Nasib ise şükre çıkıyor. Bu çalışmayıp “nasıl olsa nasibim gelir” anlamında bir tembellik değil. Ancak sebeplere sarılıp çalışmayla verilen nasibi birleş­tirme ve elde etme olarak doğru anlaşılması gereken ince bir husustur.

 

Bu fakir bir gün özel sektöre ayrılacaktı da, holdingin müşa­virini şirketleri birbirine birleştirirken yönetimdeki iki ortağın diğer ortaklara kazık attığını, işçi şirketini kasten zarar ettirip işçilerin elinden hisse senetlerini yok pahasına aldığını görün­ce “aman ahiretimizi yakmayalım burası bize yaramaz” diye 13 milyarlık maaşı reddetmişti.

 

Allah hayırlı uzun ömürler versin hepinize efendim…

 

 

aşık ahi kul ahmet

 

25 Mayıs 2012
Okunma
bosluk

İhsan = Estetik = Güzellik = Anlayışlılık = Ahlaki İyileşme = Hoşgörü = Edep Şuuru Üzerine

Estetik  İslam’da ibadetle başlamış görünüyor. Ancak estetik fıtridir. Kişi yetişkin olunca ya gelişir ya das üstü örtülür. Bir ayette “..her şeyi en güzel yaratan Allah’tır” buyuruldu.  Sanat felsefesi ahlakın bir parçasıdır. Ahlak da değer olarak norm oluşturur.

Buradaki tartışma estetiğin Allah’ın zatından mı, yoksa, insanlar mı atfediyor tartışmasıdır.

Allah insanı bir sanat eseri gibi yarattı.

Allah ademi kendi suretinde yarattı =bu benzetme esmai Hüsna açısındandır.

Tevhid = Bu noktada Hakk ile mahluku ayırmak gerek. Benzetmemek gerek.

Tenzih = Allah ve peygamberi birbirine benzetme yapılmamalı. Görevleri ayrışmalı ve peygamberin sınırı belirlenmeli.

Helal-haram dairesinde Müslümanlar ölçüye dikkat ettiler. Örneğin sinemada tiyatroda, hat sanatında.

Cibril hadisinde temel üç soru var.

İman nedir?

İslam nedir?

İhsan nedir? = Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir…..

İbadetteki bu tavrı günlük hayatın içinde de düşünmeliyiz. Bir şeyi güzel yapmak da bir ihsan şuurudur.

İyi  =  yapma

=  olma

=  duyma

=  muamele     ‘nin hepsi ihsan şuurunu oluşturuyor denilebilir.

Kötü davranışta da ihsan şuuru gerek. Amele yağmelü.  Öyle iş yapın ki Allah görüyor, peygamber görüyor, ümmet görüyor.=İYİ

İTKAN=sapasağlam.

Peygamber efendimiz oğlu ibrahimi kaybedince mezara bir sahabe iniyor. Efendimiz şu deliği düzelt deyince “bunun ölüye bir zararı yok ya Rasulüllah”  diye cevap alınca “hayır, göze hoş gelsin” buyuruyor. Arkasından da “Allah, kulunun yaptığı işi iyi ve güzel yapmasından hoşnut olur”  hadisini buyuruyorlar.

Bazı haller var ki onun da estetiğine dikkat edilmesi gerekir. Örneğin “ameli başa kakmayın ki bir estetiği olsun” “sağ elinin verdiğini sol el görmemeli ” “başkasının aldığını görmemesi” bunlar birer ihsan şuuru.

Gazali

1-     Kusursuzluk  (onlar semaya bakmıyorlar mı?   ….. düzensizlik görebiliyorlar mı?

Çatı      gök

Sergi    yer

Lamba  yıldız

Mavi

Yıldız

(Turkuaz) mavi   …..teskiye

yeşil    ….telkin

2-Amaç olacak (biz yeri ve göğü boşuna yaratmadık,…-insan başıboş yaratılmadı..)

3-Uyum olacak. (ölçülülük olacak.. insan,varlık,otlar, simetri)

4- Nizam olacak.(andolsun saf saf duranlara, lezzetül ayn=gözlerin hoşlandığı)

Bu dört unsur olmazsa güzellik değişken olur.  Estetik tecrübeden yararlanmak da mümkündür.

Bir Türkün Alman hapisanesinde HAT çalıştığını düşünün.

Sıdık ve Salihler kusurları an aza indirilmiş insan en faydalı insandır. Ruh güzelliği yüsektir ve ahseni takvim olarak adlandırılır bu kişiler.

Aristoya göre duyuların algısı anlamındadır. Halbuki asıl olan ahlak güzelliğidir.

“Allah güzeldir, güzel olanı sever”

Bir adam saçı sakalı karışmış fakat yediği haram, içtiği haramdır. Nasıl kabul olur bunun duası….

Güzellik hem maddi ve hem de manevi olmalıdır. Güzellik güçtür, etkiler. Estetik islama davet aracıdır= giyim, çevre, hareket…

Gaye için var olmak, insan-ı kamil’de estetik var.

Kusurlar bile söylenirken estetik olmalı. Kırmadan dökmeden.

Peygamber efendimiz kusuru umuma söylerdi.

Müslümanın namazı estetik olmalı, yem yer gibi olursa rahatsız eder. Yani tadili erkan üzere olmalı.

Ahlaki davranışlarımız da estetik olmalı. İlişki, alış-veriş, aile hayatı = estetik olmalı.

İslam savaşa bile kadın, yaşlı, çocuk, ağaç, ekinler yakılmamalı, eli eziyet etmemeli, burnu, kulağı kesmemeli…

İyi bir söz sadaka verip başa kakmadan iyidir.

Sözü süz de söyle

Yaz da söyle kışta söyle

Ağzını büz de söyle

Gazali

Tenzih

İbadet

Hukuk

 

İman

İbadet

Ahlak

Azaların güzelleştirilmesi

Çatal, kab, bedesten, camii

Hem kullanışlı hem göz zevkine uygun olmalı

Sanatın büyüleyiciliği

Estetik –sevgi var –bilmek de gerek

İlim, bilirse – muhabbet hasıl olur

Hal üzre olmak- değer bilmek

Rabbena ma halekteha batıla  =  sen boşa yaratmadın ya Rabbi

Camiler Allah’la ilişkileri olumlu etkiliyor.

Osmanlı = mabed medeniyeti

Taşların duası,

Allah’ın celal sıfatı camilerdir. İçinde ise Cemal sıfatı müşahhas hale getirilmiş.

Hadis:”Kuran’ı sesinizle süsleyiniz”  Kuran’ın özel ciltlerle ciltlenmesi ve tezhib le süsleme yapılması estetiktir.

İstanbul beyefendisi” tavırların estetiğini güzelliğini hatırlatır.

Her Müslüman İslam’ın temsilcisidir. Yaşamında estetik olmazsa kaba saba olur ve tebliğ mesajı veremez.

Hat çalışan bir öğrenci yaptığını kendinden bilmemeli, Allah’ın güzelliğini hatta aksettiriyorum” demeli.  Okuyan kişi , Allah’ın lütfuyla okudum demeli. Hazır bulup kullanan ses tellerini kendi yaratmadı elbette.

BATI’ya göre ne kadar tanrıya isyan ederse o kadar iyi sanatkar olur.

Tecelligah, lütuf, aktarıyorsa, yansıma olarak aktarır

Ayet “Allah yaratanların en güzeli değil midir?”

Burada Halıkla Mahluka dikkat edip karıştırmamak gerek.

Oruç : “size biri kötü söz söylerse “ben oruçluyum” desin”  ==  estetik var.

Hacc: “Hacc yapan kötü söz söylemesin, incitmesin== ahlaki dönüşüm var.

Malkom X: (Amerikalı Müslüman Lider olup Hacc yapınca gerçek İslamı anlalıyor. 36 sene beyaz düşmanlığı yapıyor şeyhinin etkisiyle. Hacc yapıp ciddeye gelince herkesin kendini kucakladığını görüyor ve evrensel bir din olduğunu anlayınca dönüşte şeyhini terk ediyor. Mısırda sabah ezanları okunurken firavunların sesinin kesildiğini görüyor. Müthiş bir sahne müthiş.. –Bu filmi bu fakir de izledi–

Camideki namazın hidayete vesile olması: “soyut bir varlığın karşısında bir sesle birlikte hareket ediyorlar. Bundan çok etkilendim” diyor bir batılı yazar.

Oruç tutup da gereğini yapmayanlar için efendimiz: “yanına sadece açlık ve susuzluk kalır” diyor.

Mevlana ise denizi kullanır ve der ki:

Bu denizde ölmek yok

Bu denizde muhabbet var

 .

 

 

aşık ahi kul ahmede nasibdir

11 Nisan 2012
Okunma
bosluk

Yalnız Büyük Çarşıda mı Din Yere Düştü: ak sarıklı ins (insan), ak varaklı (yapraklı-Kuran-) din perişan (Taşlama)

Çıktım yüğseğine seyran eyledim

Gördüm ki ak sarıklı ins perişan

Bir ataş vurdu da yandım ağladım

Erdim ki ak varaklı din perişan

 

Hayal oldu cübbe sarık bilinmez

Giyer isen kaldır bunu denilmez

İmam deyu cehle sala verilmez

Sordum ki beş direkli din perişan

 

Yıkılmış mana Mushaflar öpülür

Muhammed ölmüş ümmeti şaşırır

Başolmuş şeytan cahiller sarılır

Baktım ki nur beşikli din perişan

 

Susmuş alim ölsün daha beklerler

İlim ölmüş para düşler esnaflar

Cehli yol eylemiş şeytan kılıklar

Yazdım ki kıç baştalı din perişan

 

Dağılmış zülüfler tarak geçirmez

Yareler azıtmış mehlem yetişmez

Arifler göçetmiş şeytan kaçırmaz

Yordum ki Hakk düşeli din perişan

 

Yarimin güllerini soğuk almış

Sadrıma sardığım alim ölürmüş

Ölen kim cahiller bayram edermiş

Kurban ki kes alimi din perişan

 

Sorarım dağları  bağrın açar mı

Cahilden kaçarım beni basar mı

Yar ile sohbetim cana düşer mi

Devran ki kin saralı din perişan

 

Benim gördüğümü körler görürmüş

Benim inancıma ahraz gelirmiş

Bağ-ı irfanımı cehle yazarmış

Etek ki şer saralı din perişan

 

Ahi kul ahmedim ağlar ümmetim

Güzele ümmet der çiğdem sayarım

İslam oldum Hakk’a canan düşerim

Canan ki od saralı din perişan

 

 

Not: bu şiir Büyük Çarşıdaki camiden kovulmamız üzerine yazdığımız ikinci taşlamadır. sorun daha derinde görünmektedir dostlar derinde…

Yüreğim yaralı dostlar yüreğim yaralı. Rahman’ın huzuruna vardığımızda onun dinini nasıl ve ne kadar savunduğumuzu, müslümanları ümmet teknesinde ne kadar yüzdürdüğümüzü ve sevdiğimizi, onlara ne kadar fedakarlık yaptığımızı hangi yüzle anlatacağız dostlar.. söyleyin bana söyleyin.. malımdan zaten geçmiştim canımdan vereyim.. etimin hangi dilimini hangi ümmet ister vereyim.. siz kasap olun..

 

aşık ahi kul ahmede nasibdir

1 Mart 2012
Okunma
bosluk

İslam, Ahiler, Batı, İletişim ve Hayatı anlayabilmekte sünnetin önemi….

Adı iletişim denen fakat iletişimsizliğin yaşandığı bir dünya yaşıyoruz. İletişim araçları gerçekte çok gelişmiş ve yaygınlaşmış olmasına rağmen iletişimler mekanik düzeyden öteye geçmiyor. Bu kargaşa içerisinde insana “hakikati unutturuyor” ve ilave olarak “unutmayı da unutturuyor” ve

 

İnsan gittikçe yabancılaşıyor. Önce doğaya karşı sonra insana karşı bu yabancılık artıyor. Bu yabancılaşma insanı her şeye düşman hale getiriyor. Adeta bir istenmeyen yöne doğru sürüklenme söz konusudur denilebilir.

 

Hıristiyanlık değer olarak tüketilmiş bir din. İnsana bir değer katkısı yapamıyor. Ancak Ahilik ve onun dayandığı İslam, belki insanlara tabiatla ilgili veya insanla ilgili ve yaşadığımız evrenle ilgili bir şeyler fısıldayabilir belki. Böylece varlığa, tabiata dönmemiz mümkün olabilir. Sıkıntı olan şey “erdemi varlıktan gevşemiş olan bir insanda” aramakta yatıyor.

 

İnsan büyük iyiliklerle donandığı zaman bunu idrakine olağan şey olarak yerleştiriyor ve başkalarına anlatmıyor. Çünkü Ahiler için cömertlik çok önemli idi ve 50 000 liradan fazla servet biriktiren dağıtmadığı varsayılarak cimri addedilir ve kınanırdı. Bu cömertlik artık doğal olarak görülmeye başlanıyordu. İşte beklenen yapı bu olmalı. Cömertlik ve Tevazu..

 

Günümüz sinemasına göre  eğer toplum gerçek anlamda bir aşk yaşamıyorsa sinemadaki aşk ütopik olarak kalacaktır. Bir diğer bakışla toplum ahlaki olarak çöküyorsa sinemanın buna yapacak bir şeyi yoktur  ve anlamsız kalır. Bugünkü sinema batının iyi ve kötü bütün yönlerini barındırıyor. Ontolojik varlığı ters yüz yapan en ahlaksız program ise haber programlarıdır. Bunlar Darwinist bir hayat çizgisi sunar ve insanda travma yaratır. Bir bomba işitirsiniz fakat hergün şu kadar bomba patlıyor zannedersiniz. Bir hırsız veya habere konu olur fakat milyonların elini uzatmadığını düşünmezsiniz bile. Ya bir caninin bir ay habere konu olduğunu düşünün. Bütün toplum travmada denilebilir.. Medya, yaşayanı öldürerek parasını da alma operasyonu??

 

Ahilerde gıybetin zina ile eşdeğer olup sıfıra yaklaştığını düşündüğünüzde toplum nasıl korunmuş oluyor bir hesab edin?? 

 

İlk siyer kitabını İbn-i İshak diye biri Abbasi saraylarındaki Prenslerin anlayacağı şekle göre Hicret ve Hazreti Rasulüllah’ın savaşlarını öne çıkarmış ancak vahye çok az yer vermiştir. Halbuki vahiy daima Peygamber efendimizin hayatı ile birlikte yürümüştür. 10 yıllık Medine hayatında savaşta geçen süre sadece 53 gündür. Gerisi hayat ve vahiydir. İşte tarihçi anlayışlar herşeyi bitiriyor. Halbuki Hazreti Peygamber’in hayatını vahyin izdüşümü olarak okumak gerekiyor

 

Aynı olay bugün Ahi ve Ahilik kitaplarının başında. Sürekli tarihçiler ahi kitabı yazıyorlar. Savaştan kavgadan geçilmiyor. Bu yanlış değil lakin yarı yarıya eksik addedilmeli. Bizim çıkardığımız ahi kitabının adı “AHİLER; SANATI İNSAN OLAN SANATKARLAR” şeklinde ve yarı tarih, yarı sohbet, yarı sosyolojik ve psikolojik, ve canlı yaşamla günümüzde neler yapılabilirle birlikte bir değerlendirme şeklinde. İnşaallah bu kitabın ikinci baskısını 600 sahife olarak yaşam içinde yaşayan bir ahilik olarak çıkarmayı planlıyoruz.

 

Form geliştiremeyen toplumların norm’ları da bitmiş demektir. Adeta bir niceliğin egemenliği söz konusudur. Hollywood kültür aktarımında bir araç olarak kullanılıyor. Öyle ki temel argümanı eğlenceye hizmet etmek olarak görünse de Amerika’lılar olmayan kültürlerini kutsayarak Almanların üstün ırkını bunlar da üstün kültür olarak kabul ettirmek istiyorlar denilebilir. (Amerika’da Wanderbilt Üniversite’sinde iki filme gittik. Seyirci, düşen ve aciz kalan ve aldatılan kişiye kahkahalarla gülerken biz üzüntü duyuyorduk. Aşağılamaktan zevk almak bir hastalık değil mi?)  Halbuki Batı sinemaları kısmen konu odaklı olduğu için biraz daha erdemli sağlayabilir.

 

İslam öncesi cahiliye döneminde şiiri bir form olarak nitelendirebiliriz. Batıda Rönesansta ise resim aynı görevi form olarak ifade eder. Ahilikte ise dürüst ve kaliteli üretim bir ideal olarak oluştu denilebilir. Bunun aksi ise pabucun dama atılması olarak simgeleşti.

 

160 yıldır modernlik bir kriz yaşıyor. Bu nedenle de 30-40 yıldır da postmodernizim’den bahsediyoruz. Modern sanatçılar gidilen noktanın insanlığı batağa götürdüğünü söylüyorlar aslında. İnsan kulluğu yitirince her şeyi tanrılaştırmaya başlıyor. Kulluğu anlayan bir insan ancak eşyayı da anlayabilir. Hz. Peygamber Efendimizin kulluğu elçiliğinden daha önce gelir. Önce Abduhu sonra veresüluhü.

 

Geçmiş dönemlerde felsefe vardı. İnsanlar doğrudan okuyor ve doğrudan düşünüyorlardı. Sinema onun yerini almaya başlayınca sinemanın içerdiği belli bir yüzde kurgu ve varsayımlarla doğruları sapıtır hale geldi.

 

Ahiler ise zaviyelerde yemekten sonra kuran, tefsir, hadis, alim kişi sohbeti, usta sohbeti, sazlı halk sanatçıları, yaran sohbetleri ve içindeki oynanan şaka ve hiciv ağırlıklı oyunlar tam bir aydınlanma ve edep dairesinde herkesi aktif olarak içine alan eğlencelerle toplum rahatlıyor ve bütünleşiyordu. Kulluk içinde eşyayı tanıyor ve “seyru sülüki afaki” dediğimiz “Türkmen’in kendi yaşadığı doğada eserden müessire” yöntemi ile Rabb’ini idrak ediyor ve ertesi gün nasıl cömert olabilirim diyebiliyordu. Demek ki insanı inşa etmeden ondan fedakarlık beklemek (ahlak beklemek) yanlış olmaz mı? Bugünün ahlak yazarlarının anlayamadığı şey bu işte.. Fukiyama dahi “önce iyilik sonra adalet” diyerek Kuran’ın “önce adalet sonra iyilik”(Nahl 90) fikrini okumadığını gösteriyordu.

Soruyorum size; işçinizin ücretini ödemeye ödemeye ondan güleryüz ve iyi çalışma veya iyilik bekleyebilir misiniz? Bir işçi bize “Şuna bir akis kestiremedim” diyordu?

 

Sünneti seniyeyi iyi anlayan bir insan kesinlikle doğru yolu bulur. Sünneti seniyenin temel kavramları;

 

-         Kavil (söz) ………… Akıl…………… Bilmek…………. İlme-l yakin    

-         Fiil  …………………… Göz…………… Görmek ……….. Ayne-l yakin

-         İkrar ………………….. Öz…………….. Yaşamak ……… Hakke-l yakin’dir.

 

Bu unsurlar arasındaki kemale doğru giden tenasüp son derece önemlidir. Bu üçlü bağlamın beraber olarak kullanılması halinde gerçekten insanın inanç boyutu olsun veya başka bir iş boyutu olsun sağlıkla ele alması mümkün ve muhtemel en önemli sistemdir. Bu üçlü sistem daima birbirini destekleyen ve besleyen özellikler içerir. Adeta kişi bu bağlama uyarak kemale ulaşmanın yollarını bulur. Ve hiç bir işi el ucuyla artık tutması mümkün değildir. Durum böyle olunca düşünmede sağlık, görülene itibar ve kabul edilmiş gerçekleri yaşama cesaret, azim ve kararlılığı artık o şeyin kişinin kendisine mal olmasını sağlayacaktır. İşte Ahiler her zaviyede arı bir tarikatın usulleri ve adapları uygulansa da burada izah ettiğimiz kavramlar alevi veya sünni bütün zaviyelerde öğretilir ve işlenirdi. Artık yoldan gelmiş bir misafiri ağırlamak için birbirleri ile kavga ederlerdi. Güne bugünkü maddeci anlayışın yaptığı “kazanmak ya da kaybetmek korkusu” ile değil “haram ya da helal korkusu” ile güne başlarlardı. Bir selamı bile “selamün aleyküm ey ehli şeriat… tarikat.. hakikat…marifet..” şeklinde dörtlü olarak verirlerdi. Bir kişiye durarak dört defa selam vermek neredeyse kişileri akraba yapar diyebiliriz.

 

 

Formlar evrensel olmazlar. Öz ile form arasında daima bir ilişki vardır. İslam’da,  İslam-i hakikatin ifade biçimidir form. Yunus’un bir şiiri 10 ciltle açıklanamaz fakat bir köylü çok rahatlıkla onu bilir ve anlar. Ahilikte ise fütüvvetnamelerle belirlenen usul ve adaplar tamamen ayet veya hadislere dayanırlar ve kısmen de icma dediğimiz halkın uygun yaşayışı kendini belli ederdi. Pabucu dama atmak da etkin bir form olarak düşünülebilir belki.

 

Avrupa da ki filmlerde daima bir umutsuzluk söz konusu olup kavramsal bir beslenme, din veya kültür olarak gelmediği için örneğin aşk filmlerinin sonu daima hüsranla biter.

 

Oysa Yusuf suresinde;

 

- Teveffeni müslimen ve el hikni bis salihin (Ya Rabbi bizi müslüman olarak canımızı al ve bizi salihler arasına kat- yani ölümden mutluluk beklemek)

 

Şeklindedir son ümitler.

 

Batıda kahramanlık önemli olduğu için güç kutsanır ve güçlü olan haklı çıkarılır.

 

Tasfiri hakikatte, varlık hesabından baktığı için ya ezer ya da tapar.

 

Kulluk meselesi öne çıkınca hakikatin kaynağı sünnet olarak görünüyor;

 

Rububiyet………………… Akıl

Ubudiyet………………….. Duygu ( göz)………. İdrak

Hilafet ……………………… Kalp

 

 

Vücut………………… Mekke

Vicdan………………. Medine

Vecd………………….. Mekke

 

İnsanca yaşanabilmesi için bu sıralamaların korunabilmesi zorunludur.

 

Enfüs…………………. Tekvini (önce) ayetler

Afak…………………… Tenzili (sonra) ayetler

 

İslam düşünce geleneği, kendi düşünce kodlarını koymuş ve yerleştirmiştir. Ruhi coşkunluk için oldukça zengin menkıbe kültürü bulunmaktadır. Ahilikte de zengin bir menkıbe kültürü vardır. Tarikat şeyhi aynı zamanda bir Ahibaba’dır. Halbuki sinemada sahicilik kayboluyor, bir sanallık ve gerçeklikten kopma baş gösteriyor ve senaryoyu teke indiriyor. Halbuki herkes okumakla farklı bir senaryo yapar zihninde. İslam’ın ilk emrinin OKU olması da boşuna değildir. Canım o zaman zaten sinema yoktu demek bu ilahi emri haksız yere küçümsemek anlamına gelir. Ahilerin zaviye muallimleri yoluyla talipten başlayarak daha işe başlamadan önce dini bir eğitimi, okuma eşliğinde vermesi oldukça manidardır.

 

Sinema ise bunu tek forma indirger. Bu amaçla olması gereken şey;

 

1-     Hakikatle bağlantınız olmalı

2-     Gerçeğin tasviri serbest olmalı

 

Sünnet olan selamda, kişiyi doğrudan karşıya almak sözlü=kültürel=diyolojiktir. Halbuki yalnızca yazılı olan kültür monolojik bir yapı sergiler. Kuran dili üzerinden dönüşüm tek düze değildir. Zira kıssaların dili “ahsenül kassas” (En güzel hikayeler) olarak nitelendirilir. Ve çok farklı olan bir çok şeyi bir arada söyler. Bu yöntem yaşayan gerçek bir hikayeyi söyleyeceklerinizi içine dahil ederek söyleme biçimidir. Amerikalı’lar buna “case study” diyorlar. Yani gerçek olaylarla örtüşük anlatma biçimi denilebilir. Bütün oradaki 3400 üniversite giriş reklamlarında öğretimlerinde bu yöntemi uygulayacaklarını belirterek öğrenci topluyorlar. Bizimkiler de uyanır da saçları dökülmüş hoca resimlerinden ilmi yöntem ve metedolojilere kayarlar inşaallah.  

 

Eşyada ise yaşayan bir Kuran ve sünneti seniyye her zaman birlikte bir zenginlik olarak görülmesi gereken unsurlardır. Bu noktada yaşamış örnek olarak Hz Peygamber Efendimize birincil olarak çağdaş kılmamız gerektiği gibi bizi de ona çağdaş kılmamız gerekir.

 

Sonuç olarak bir şeyin örnek alınabilmesi için aynı düzlemde birimleri bir araya getirmek zorunludur. Bunun için aslını bozmadan örnek alınması gerektiği şeyin kodlarını günümüze uyarlamak zorunludur. Buna ilişkin bir varsayım belki şu olabilir. Örneğin; nasları açık olmayan şu konuda Peygamber Efendimiz olsaydı ne yapardı? denilebilir. Öyle ki bu varsayım usulü zaten iman içinde de gizlidir. Kişi aslında bu kadar büyük kainatın bir yaratıcısı olmalı diye bir varsayım yapmış ve Allah’a öyle inanmıştır. Onun teferruatını da zaten Peygamberler getirmiş olmaktadır. Böylece iman, bir varsayıma dayalı olarak oluşmuş olmaktadır. Yeryüzündeki varsayıma dayalı tek inanç yapan varlık insandır ve bu bir üst akıl ifade eder. Bir başka örnek vermek gerekirse, Einstein dahi ünlü izafiyet teorisini bulurken “haşa ben Allah’ın yerinde olsaydım kainatı nasıl yaratırdım” demiş ve bu varsayımdan yararlanarak izafiyet teorisini bulmuştur. 

 

 ahi kul ahmed’e nasib

 

31 Aralık 2011
Okunma
bosluk

Ahiliğin ilahi kaynağı; Allah’ın kendine duyduğu AŞK ve bunun için kainatı yaratması İŞ…

Değerli Ahiler, Yarenler!

Cenab-ı Hak bir Hadis-i Kudsi’de bilinmeyi murad ettiğini (ahbeptu-muhabbet etmek) bunun için de kainatı yarattığını belirtiyor. Bu hadiste iki unsur göze çarpıyor. Birincisi muhabbet, yani aşk.. İkincisi ise bu aşkın hayat bulması için gereğini yaptığı yaratma fiili. Yani, iş..

İşte Cenab-ı Allah aşka uygun iş yaparken öylesine merhametli davrandı ki, suların tatlılığı, denizlerin orantısı, mevsimleri meydana getiren  dünyanın eğimi gibi binlerce şeyi rahman sıfatı ile bezedi denilebilir. İşte bu Allah’ın merhameti ve yiğitliği sayılmalıdır. Bütün evrenin düzeninde büyük bir merhamet gizlidir ve mücadele diyenlerin aksine yardımlaşma mevcuttur mahlukat arasında. Dalgıçlık yaparken yaraladığım balığa diğer balığın gelip onu itikleyerek taşın altına sokmasını hiç unutmuyorum. Allah merhametle yarattığı dünyada insandan yine merhametli olmasını istemektedir aslında. Hadis’te bile “din merhamettir” buyrulmadı mı? Demek ki istediği yiğitliği dinin yani İslam’ın içine koydu ve bekledi.

İşte siz de sevdiğiniz birine bu sevgiyi bildirmek istediğinizde yapmanız gereken şey;  fedakarlık ölçüsünde bir şey olmalıdır. Bir çiçek almak, yahut onun işine yardım etmek, fedakarlık derecesinde elbisesini temizlemek, çocuksa gece kalkıp ilgilenmek. Yani bir emek sarfetmek. Yani sevgi aslında bir emek denilemez mi?

İşte Ahi Evran-ı Veli’ye (1171-1261) atfedilen ancak onun bu sözü söylediğine dair bir kanıtın elimizde bulunmadığı “ALLAH DER ÇALIŞIRIZ” sözü aslında aşk ve iş kavramlarını bütünüyle barındırıyor denilebilir.

Konuya bu açıdan bakıldığında aşk kavramının kaynağının ilahi olduğu düşünülmelidir. Ancak insan Cenab-ı Hakk’a karşı saygı bazlı ve edepli bir sevgi duyabileceği gibi, insan olarak yahut eş olarak da, cinsiyet bazlı sevgiler duyabilir. İşte bu sevginin de üst seviyeye çıkabilmesi için “Allah için” kavramına dayanması ya da dayandırılması gerekir bir şekilde.. Aksi halde cinsi bir sevgiden öteye geçmez. İşte ilahi sevginin kaynağı, onun gönderdiği sınırlarla belirlenmiş bir dinin içinde onun istediği gibi olmalıdır.= din, yani İSLAM’dır.

Ortada, açıkta yanan bir ateş düşünün. Bu ateşin her an çevreye sıçraması ve ekinleri, evleri yakması mümkündür. Ama ahiler şöyle yaparlar. O ateşin etrafını küçük taşlarla çevirirler, üzerine iki demir atar ve bir toprak kap koyup içine de bir şeyler koyarak bir şeyler pişirirler. Bunun anlamı ilahi veya cinsi her ne ise sevginin taşlarla kontrol altına alınması ve üzerine konulan yemekle de yararlı hale getirilmesidir. Kontrolden mana edeptir. Hazreti Rasülüllah miraca çıktığında Cenab-ı Hakk’ın “yaklaş” nidasına karşılık yaklaşmış, ancak “bir yay aralığı” kalınca durmuştur. (Necm Suresi)  İşte bu edeptir. Kulluktır. Arkasından verilen hediye ise 5 vakit namazdır. İşte bu üç şey olan aşk, kulluk, ve namaz, aynı anda ve aynı yerde miraçta, huzurda verilen ve üçü de birbiriyle bağlantılı ana unsurlardır.
Bunun arkasından Cenab-ı Allah’ın olarak kendine edinip altı günde yarattığı kainata insanı gönderişiyle ilgili olarak baktığımızda; insanın dünyaya gönderilişinde hanginizin daha iyi amel işleyeceğini sınamak olduğu belirtilir Mülk suresinde (2.ayet)  Bunun anlamı şudur: Amel ederek sevginin ispatlanması sorgulanmak istenmektedir aslında. Şöyle de düşünebilirsiniz bunu: Birisi sizi sevdiğini söyleyip duruyor fakat bunu ispat edecek hiç bir şey yapmıyor. Ne dersiniz ona. “Defol başımdan” demez misiniz? Bir çocuğu seviyorum diyeceğinize onun yanına çömelmek ve elinden tutmak daha anlamlı bir sevgi aktarımı olmaz mı sizce? Ya da babasının yüzüne çıplak olarak yatıvermiş çocuk sevgiyi güveni nasıl hisseder? İngiliz oyun yazarı Sheaksper bir oyununda oyuncuyu şöyle konuşturur. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak”  Burada sözkonusu olan fedakarlığın sevme fiiline dayandığıdır. Aşk ya da sevme fiili bir bütün olup parçalanamaz ve fiille de ispatlanması gerekir.

İşte insanlık binlerce yıldır iyi, güzel ve doğrunun peşinde koşmaktadır. Onu buna iten neden aslında Allah’ın yiğitlik ve merhamet ederek yarattığı kainatı insana halife olarak vererek aynı yiğitlik ve merhameti insandan beklemesidir. Bu beklemenin anlamı, insanın Allah’a ilahi aşk duymasının beklenmesi ve bunu da eyleme geçerek ispat etmesini istemesidir. Kuran ayetlerinde önce imandan ve hemen sonrasında da salih amel’den bahsedilmesi boşuna değildir. Salih amel adeta bir ispat vesilesidir denilebilir.

İşte insanlık bu çizgiden her sapışında kendisi de mutlu olamamış ve ahlaki ve çalışma ile ilgili sorunları beraber yaşamıştır. İşte ahirette Allah’ın kendisini ödüllendirmeyeceği bir insan canını neden feda etsin ki? Demek ki Ahlak’ın merkezinde doğru inanç (İslam) var olmalıdır. Batı “ben eğitirim“ dedi lakin suç oranları düşmüyor. Bütün dünya küresel bir vicdan sorunu demek istemem lakin inanç sorunu yaşıyor aslında. İnsanlar ahlaklı ol ya da vicdanlı demekle vicdanlı olmazlar. İşte Ahiliğin temelinde sağlam bir inanç, doğru kurallar, iktisadi denge ve doğru ahlak dediğimiz vahyin ahlak anlayışı vardır.

 

Uluslararası piyasalardaki 2007 mali krizi ile petrol ve diğer emtia fiatlarındaki aşırı artışların kaynağındaki nedenlere şöyle bir bakalım. Ortak yönlerinin önce kuralların yanlışlığını (K), sonra da ahlak eksikliğini (A) kendiniz görün:

 

Düşük faizle de olsa ortaya çıkan kontrolsüz serseri para, fazla emisyon, hedge ve emeklilik fonlarından oluşmuş, nereyi yıkacağı belli olmayan aşırı likit seli (K)

 

Banka ve fon yöneticilerinin daha fazla prim kazanmak için, aşırı hırs ve risk alma iştahı (A)

 

Spekülasyondan para kazanmaya çalışılması (K)

 

Muhasebede bilanço makyaj ve maskeleri (A)

 

Tasarruf yerine devlet ve halkın borçlanarak tüketime (ve bütçe açıklarına) teşvik edilmesi (K)

 

Emtia fiatlarının, beklentilerin ve olmayan para ve olmayan malın alınıp satıldığı borsa’nın future piyasalarında belirlenmesi (K)

 

Küreselleşmenin kuralsızlık olarak algılanması (A)

 

Merak etmeyin herşey kendi kendine düzelir diyen saf Adam Smith’in “gizli el”inin hiç bir şeyi düzeltemeyip kumarhane kapitalizmine dönüşmesi (K)

 

Derecelendirme kuruluşlarının ülkelere verdiği taraflı raporlar? (A)

 

Bunlar meselenin yalnızca ahlak olmadığını kuralların da doğru olması gerektiğini göstermiyor mu? Yorum yok..

 

 ahi kul ahmed’e nasib

 

 

29 Aralık 2011
Okunma
bosluk

İSLAM ( İslam’ın bir hayat tarzı olduğu hatırlanmalı ve batı’nın ferdi dininden tamamen ayrı olarak, İslam’ın hayatın her alanına ilişkin söyleyecek sözü olan cihanşumul bir din olduğu kolaylıkla tahmin edilmelidir.

İslam’ın hayatın bütün alanlarını kuşatan kapsamlı bir program, bir yol haritası, bir dünya görüşü ve bir hayat tarzı olduğu tekrar hatırlanacak olursa, sosyal hayatın hemen her alanına ilişkin söyleyecek sözü olacağı da kolaylıkla tahmin edilebilir. Gerçekten de, hayatın hemen her alanına nüfuz etmiş “entegre” bir program olması, yani hayatın hemen hiçbir alanını dışarıda bırakmamış olması itibarıyla, İslam’ın dinler arasında “en dünyevi” din olduğu şeklindeki değerlendirmelere bilhassa Batı’da sık sık rastlanmaktadır. Bu tür değerlendirmelere daha ziyade Batı’da rastlanması, Batı’da dinin (religion) tamamen bireyi ilgilendiren ferdi bir olay olarak algılanmasından dolayı son derece tabiidir.

Nitekim başta Aliya İzzetbegoviç olmak üzere bazı çağdaş İslam mütefekkirlerinin religion-İslam ayrımına gitmeleri ve İslam’ın Batı’nm anladığı anlamda bir “religion (din)” olmadığını vurgulamaları da bu sebeptendir. Kısacası İslam hayatın bütün alanlarına yönelik talepleri olan, hayatın bütün meydan okumalarıyla yüzleşmekten asla çekinmeyen, kaçınmayan, hayatın bütün alanlarında insanoğluna yol gösterme iddiasında bulunan, bu sebeple de bireysel yönü kadar toplumsal yönü de bulunan eşsiz bir karaktere sahiptir. Onun bu eşsizliği, buraya kadarki bölümlerde olduğu gibi, bu bölümde de görülecek, bu özelliğinin günümüze ne şekilde yansıdığı ve yansıması gerektiği bütün detaylarıyla gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.

Genellikle insan hayatının bu dünyada doğumla başladığı düşünülürse de, aslında İslam nazarında insanların hayatı Allah ile bir misakm (anlaşma) yapıl¬dığı farklı bir varoluş düzeninde başlar (7/el-A’râf, 172). Bu dünyadaki hayatı ise, doğmadan önce daha ana karnında iken başlar. İslam ana-baba (ebeveyn) bir çocuk dünyaya getirmeye karar verdiklerinde, onlara dünyaya getirmek istedikleri çocuğa yönelik olarak birtakım sorumluluklar yükler, tavsiyelerde bulunur. Ebeveyn için en öncelikli ve önemli husus ise, sadece bir çocuk dün¬yaya getirmek değil, “salih(a) bir evlat” dünyaya getirmek niyetiyle yola çıkıl¬masıdır. Bu suretle insan neslinin devamı için şart olan bu adım, çocuk yapma karan alan Müslüman bir anne-baba için aynı zamanda bir ibadet niteliğine bürünür. Çünkü Müslüman ana-baba için önemli olan sadece insan neslinin yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlamak kadar, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olan “Müslüman nesiller”in devamını da sağlamaktır

Evet Müslüman anne-babanın dünyaya getireceği çocuk(lar), aynı zamanda onlann “Salih amel” hanelerine kaydedilecek bir kulluk görevi, bir ibadettir. Bu amacı hiçbir zaman aklından çıkarmayan Müslüman anne-baba, anne karnın¬daki çocuklarını, o hâlde iken bile haram lokmadan, içkiden, uyuşturucudan, sigaradan, hâsılı çocuklanna madden-manen zarar verecek bütün davranışlar¬dan da uzak tutmak ve korumakla mükelleftir. Bu sebeple hamilelik dönemle¬rinde dinen ve tıbben zararlı olan hususlardan kaçınma konusunda Müslüman annelere ve babalara büyük bir görev düşmektedir. Çocukların daha ana karnından iken dış dünyadaki birçok şeyden etkilendiğine dair modern tıbbın verilerine bakılacak olursa, meselenin ciddiyeti de kendiliğinden ortaya çıkar, Müslüman ana babaların bu konudaki sorumluluklarının da hafife alınamaya¬cak kadar ağır olduğu anlaşılır. Özellikle sağlıklı bir çocuk dünyaya getirmek ve ileride telafisi mümkün olmayan durumlarla karşılaşmamak için, bu konu¬da Müslüman ana-babanm dinen olduğu kadar, bir insan olarak vicdanen de ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya bulunduğunu ise herhalde belirtmeye dahi gerek yoktur. Maddi ve manevi manada sağlıklı Müslüman nesiller yetiştirmek için, annelere düşen bir başka görev ise, bebeklerini anne sütü ile beslemeye özen göstermeleridir. Günümüz tıbbının da ısrarla önemini vurguladığı bu hususun, bundan on dört asır önce Kur’an-ı Kerim tarafından açık bir dille tavsiye edilmiş olması ise (2/el-Bakara, 233; 31/Lukmân, 14; 46/el-Ahkâf, 15) fevkalade dikkat çekici bir husus olsa gerektir.

Gerek madden gerek manen sağlıklı nesiller yetiştirmek niyetiyle anne- baba olmaya karar veren çift, imkânlar nispetinde kendilerini bu büyük sorumluluk için hazırlamalı, bu amaçla kendilerini yetiştirmeye çalışmalı, gerekirse bu konuda eğitim veren kurum ve kuruluşlardan yararlanmayı asla ihmal etmemelidirler. (Çocuğun gerek maddi, gerek manevi açıdan sağlıklı bir yapıda dünyaya getirilebilmesi için, halk arasında dolaşan söylentilerden, kulaktan duyma bilgilerden, kocakarı inanç ve uygulamalarından, şifacı, üfürükçü vb. şarlatanlardan uzak durmak, gerek dini gerek tıbbi konularda bilimsel bilgiden asla ayrılmamak gerektiğini de bu vesileyle hatırlatmakta yarar vardır. Mamafih dünyaya getirilecek çocuk(lar)la ilgili olarak, Kur’an’a ve sahih sünnete uygun bir biçimde yapılacak her türlü dua ve niyazın, veri¬lecek sadakaların bu uyarının dışında kaldığını da ilave etmek gerekir).

Çocuğun dünyaya gelişi Müslüman anne-baba ve aileleri için hayatın en mesut anlarının başında gelir. Ancak sağlıklı bir evlat dünyaya getirmenin mutluluğu sadece aile fertleri arasında paylaşılmakla kalmaz, bu mutluluğu bahşeden Cenab-ı Hakk’a karşı duyulan minnetin bir ifadesi olarak, -Hz. Peygamber’e kadar götürülen tatbikat uyarınca- kız olsun erkek olsun, doğan çocuğun sağ kulağına ezan okunur, sol kulağına ise kamet getirilir. Böylelikle daha ana karnında iken dış dünyadaki seslere karşı duyarlı hâle gelen bebe¬ğin, bu dünyaya gelince ilk duyduğu şey imana şahadet ve Allah’a kulluk etmeye davet demek olan ezan ve kamet olmuş olur. Daha doğmadan kulluk ile ilgisi kurulan bebeğin, doğduktan sonra da kulluk ile olan ilgisi tekrar herkes tarafından hatırlanmış olur. Bu suretle böylesi mutlu bir başlangıç, aynı anda bir ibadete de dönüşmüş olur. Çocuğun kulaklarına ezan ve kamet okunmasının belli bir zamanı ve şekli yoktur. Mamafih örf âdet uyarınca fazla geciktirmeden, bebeğin doğumunun ilk günlerinde ve haftalarında okunması şeklindeki uygulamanın isabetli olduğunu da belirtmek yerinde olur.

Aynen çocuğun kulaklarına ezan ve kamet okumak gibi, geciktirilme¬den yerine getirilmesi gereken bir diğer görev ise çocuk(lar)a güzel bir isim verilmesidir. Ancak burada güzellikten maksat, kulağa hoş gelip gelmeme¬sinden ziyade manasının güzel olmasıdır. Bu anlamda İslam medeniyet ve kültüründe, İslam toplumlarında yaygın olan isimler tercih edilebileceği gibi, farklı isimler de tercih edilebilir. Fakat isimlerin İslami öğretiye aykırı veya bir Müslümana yakışmayacak anlamlar taşıması durumunda, Hz. Peygamber’in de bu konuda gösterdiği hassasiyeti örnek alarak, bu gibi isimlerin çocuklara verilmesinden kaçınmak gerekir. Keza pedagojik açıdan ileride çocuk açı¬sından sıkıntı doğurabilecek, telaffuzu zor, toplumda garip karşılanabilecek isimleri seçmemeye de itina göstermek gerektiğini burada ilave edebiliriz.

Yine ilk Müslüman nesillerden beri devam eden gelenekler uyarınca, çocu¬ğun saçı ilk olarak tıraş edildiğinde, maddi imkânlara göre, kesilmiş olan saçın ağırlığı kadar -veya daha fazla da olabilir- gümüş ya da altının tutarı kadar para fakir fukaraya dağıtılır; ya da bir hayvan kurban edilerek (akika) fakir fukaraya, eş dosta dağıtılır. Daha doğrusu yine Allah’a olan minnet borcumu¬zun bir ifadesi olarak doğmuş olan çocuk(lar) vesilesiyle hayır hasenat yapılır, fakir fukara ve eş dost ile bu mutluluk paylaşılır. Görüldüğü gibi burada da bir bebeğin dünyaya gelişi gibi ilk bakışta biyolojik olarak görünen bir olay, aynı zamanda ibadet kavramıyla iç içe girer ve dinî bir merasime dönüşür.

Erkek çocuk(lar) biraz büyüdüğü zaman ana-babanm yerine getirmesi gereken bir diğer görev ise onların “sünnet ettirilmesi”dir (el-hıtân). Bunun için belirlenmiş bir yaş olmamakla beraber, genellikle bunun çocukluk çağında yapılması cihetine gidilmektedir. Bu konuda uygun yaşın belirlen¬mesinde çocuk(lar)m bedenen ve psikolojik olarak hazır ve uygun olduğu bir zamanın tercih edilmesinde yarar vardır. Sünnet olmak İslam toplumlarında adeta Müslüman olmanın bir alâmet-i farikası olarak kabul edilmekle bera¬ber, bunun dinde yerine getirilmesi zorunlu (farz) bir görev olmadığını ifade etmek de dürüstlüğün bir gereğidir.

Çocuklar ergenlik yaşma geldiğinde, mümkün ise onların ayrı yatak oda¬larında kalmaları, ayrıca ergenlik çağma ilişkin olarak onlara anne-baba veya pedagoglar tarafından bilgilendirilmeleri sağlanmalıdır.

Gerek ülkemizde, gerekse bazı İslam ülkelerinde, anne-babanın çocuk¬larını büyükanne ve babanın veya diğer aile büyüklerinin yanında kucağına almasına, onları öpüp okşamasına ve sevmesine olumsuz bakılması, İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan, hatta İslam’a tamamen aykırı olan uygu¬lamalardır.

İyiyi kötüden ayırabilecek yaşa, yani temyiz çağma geldikleri andan itiba¬ren, onlara İslam ve Müslümanlık hakkında gereken bilgiler, algılayabilecek¬leri tarzda tedricen verilmeye başlanmalıdır. Öte yandan gündelik hayattaki İslami uygulamalara ilişkin olarak ezan, abdest, gusül, tuvalet adabı, yemek adabı (besmele (Bismillah) ile başlamak ve elhamdülillah diyerek bitirmek) beş vakit namaz, Cuma namazı, Bayram namazları, mescid, cami, Kâbe, Mescid-i Nebevi, Kuds-i Şerif, cemaat, imam, dua, Kur’an/Mushaf, sadaka, oruç, mukaddesata saygı, helal olmayan yiyecek ve içecekler (domuz eti ve her tür domuz ürünleri, her tür alkollü içecekler, sigara, uyuşturucu, bağımlılık yapan maddeler, vb.), helal ve caiz olmayan davranışlar (her türüyle kumar, şans oyunları, yalan, gıybet, dedikodu, koğuculuk, haset, hile, aldatma, kan¬dırma, vb.) konularında alıştırmaya yönelik olarak, olabildiğince uygulamalı eğitim vermeye çalışılmalı, bilhassa aile içerisinde İslami bir atmosferin canlı tutulmasına ve bu suretle canlı bir örnek oluşturulmasına çalışılmalı bu konuda anne-baba başta olmak üzere aile fertlerinin, akraba ve yakın dost çevresinin çocuklara örnek olması için gereken hassasiyet gösterilmelidir. Ayrıca çocukların arkadaş çevresini iyi seçmesi için, onlara rehberlik edilmeli, bu amaçla uygun ortamlara hazırlanmasına çalışılmalı, nerede kimlerle arka¬daşlık ettiği takip edilmeli, yanlış ortamlarda yanlış kişilerle bulunmasına fır¬sat verilmemelidir. Bu şekilde gelecek Müslüman nesillerin yetişmesi için çaba gösterilirken, kız çocuklarına annelerin, erkek çocuklara babaların rehberlik etmeleri gereken özel konulann mevcudiyeti göz ardı edilmemeli, çocukların karşı cinsleriyle olan ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken kurallar ve ahlaki esaslar onlara açıkça anlatılmalı, bu konuda da gereken hassasiyet gösterilme¬lidir. Kısacası İslam’ın emirleriyle tamamen mükellef olacağı yaşa gelmeden önce, gerek konuyla ilgili bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmek, gerekse uygu¬lamaların detayları konusunda bocalamasının, sıkıntılarla karşılaşmasının önüne geçmek için, pedagojik kuralları da ihmal etmeksizin, örnekleme ve sevdirme yoluyla çocuklarımızın Müslümanlığa hazırlanmasının, anne- baba’nm çocuklarına karşı belki de en önemli görev ve sorumlulukları olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

İnsanlık tarihi boyunca aile denildiğinde anne-baba, çocuklar, bazen de büyük anne ve büyük babanın yer aldığı, toplumların en küçük birimi söz konusu olagelmiştir. İslami Dünya görüşünde de ailenin kapsamı farklı değildir. Tabiatıyla toplumlardaki değişmelere paralel olarak aile kurumunun da, geniş aile tipinden çekirdek aile (anne-baba ve çocuklar) tipine doğru evril- diği ve bunun kaçınılmaz bir süreç olduğu şeklindeki pozitivist-determinist iddiaların bilim çevrelerinde bile yaygın olarak dile getirildiği, bazen bir dayatmaya bile dönüştüğü malumdur. İslami perspektiften bakıldığında ideal aile tipinin geniş aile mi, çekirdek aile mi olduğu konusunda ne Kur’an’da ne de Sünnet’te açık bir tercih olmamakla beraber, geniş aile tipinin veya büyük anne ve büyük babanın da sürekli olmasa da belli sürelerle ailede yer aldığı “yarı geniş aile” tipinin tamamen gözden çıkarılmaması gerektiği ileri sürülebilir.

Bilhassa anne-babanm çalıştığı, çocuklann ise bakıcılara ve kreşlere terk edildiği, dolayısıyla anne-babanm ilgi ve şefkatinden yeterince nasibini alamadığı “modern/çağdaş(!) aile yapısının, İslam ve Müslümanlık açısından bir başka zayıf noktası daha söz konusudur: İslami pratikleri, örf ve âdetleri, gelenek ve görenekleri, İslam kültürünü genç nesillere aktarma konusundaki boşluk. Bırakın birtakım değerleri çocuklarına aktarmayı, onların bakımını ve fiziki ihtiyaçlarının yerine getirilmesini bile bakıcılara ve kreşlere havale eden. Ailede yer alacak olan büyük anne ve büyükbabaların, torunlarına bu konuda fevkalade önemli ve değerli katkılarda bulunabileceğini, “değerlerimizin” yeni kuşaklara aktarılmasında canlı bir örnek ve rehber olarak, fevkalade ciddi bir boşluğu doldurabileceklerini göz ardı etmemekte yarar olsa gerektir.

İlk bakışta İslami öğretide erkek aile reisi olarak görünse de, bu reisliğin mutlak ve efendi-köle ilişkisini andıran bir ilişki olmadığı kesindir. İslam’daki karı-koca ilişkisinin, hiyerarşik bir ilişki olmaktan ziyade, karşılıklı saygı ve sevgi ilişkisi olduğunu, ama hepsinden önemlisi Allah’ın kulları arasında tesis etmiş olduğu “İslam kardeşliği” temelinde bir ilişki olduğunu bilhassa vurgulamakta yarar var¬dır.

Bu tespitin en açık şahidi ise, Hz. Peygamber ve eşleri arasındaki ilişkilerde görülebilir. İslam’ın kurucu metni olan Kur’an’m en yetkili uygulayıcısı olarak, onun eşler arasındaki ilişkiye dair çizdiği tablo kesinlikle ataerkil/erkek egemen ve hiyerar¬şik bir ilişki değildir. Bu ve başka gerekçelerden dolayıdır ki Klasik dönem İslam geleneğinde, şartlar gereği olarak, ailenin geçimini sağlama, aile fertlerinin bakım ve sorumluluklarım üstlenme, aile ilgili kararlar alma durumunda bulunan bir kadının, kadın olarak aile reisi rolünü üstlenebile¬ceği yönünde yorumların varlığı da bilinen bir şey¬dir. Mamafih eşlerin her ikisinin aileyle ilgili olarak ortak karar alma şeklinde bir yol izlemesinin, yani aile reisliğini paylaşmalarının, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna aykırılığından ziyade uygunluğundan söz edilebileceğim de vurgulamakta yarar vardır. Kaldı ki aileyi ilgilendiren konularda, sadece eşlerin değil, çocukların ve büyük anne ve büyük baba¬nın da katıldığı bir istişare süreci sonunda karar almanın -İslam’ın istişare öğretisi uyarınca- en isabetli yol olduğundan da asla kuşku duyulma¬ması gerekir.

Evlilik meselesine gelince, eşlerin birbirini kendi hür iradeleriyle seçmeleri esastır. Bu mese¬lede de, her iki tarafın ailelerine de söz hakkı tanımak, onların görüş ve kanaatlerini göz ardı etmemek, tecrübelerinden yararlanmak fevkala¬de önemli ise de, yine de nihai kararı verecek olan eşlerin kendileridir. Ailelerin çocuklarını, onlann istemedikleri kişilerle zorla, hele küçük yaşlarda evlendirmeye hakları yoktur. Evlenecek çiftlerin birbirlerinde arayacakları kişisel özellikler yanında, İslami değerleri de göz önünde bulun¬durmaları gerektiği Hz. Peygamber’e izafe edilen birtakım hadis rivayetlerinde de dile getirilmek¬tedir. Mamafih Müslüman erkeklerin Müslüman olmayan -Yahudi, Hıristiyan- hanımlarla (kitabi¬ye) evlenebileceği de unutulmamalıdır. Müslüman kadınların Müslüman olmayan erkeklerle evlen¬mesine ise İslam’da sıcak bakılmamıştır.

Diğer din ve kültürlerde olduğu gibi İslam’da da evlilik için “nikâh akdi” esastır. Ayrıca bu akdin aleni ve kamuya ilan edilmek suretiyle, şahitler huzurunda yapılması da şarttır. Danışıklı şahitler huzurunda yapılsa bile, resmi tescil ve ilan olma¬dığı sürece yapılacak nikâh akitlerini şüphe ile kar¬şılamak gerekir. Zira bu gibi durumlarda genellikle mağdur edilen kadın olduğundan, kadının hak ve hukukunu korumak için, mutlaka bağlayıcılığı ve yaptırımı olan bir “nikâh akdi” ile evliliğin tesis edilmesi gerekir.

Bu vesileyle, halk arasında “din! nikâh” veya “imam nikâhı” adı verilen şeyin gerçek bir nikâh olup olmadığına açıklık getirmekte fevkalade yarar vardır. Bilhassa nişanlılık döneminde tarafların
sevdiği açığa çıkar ve sürtüşmeler başlar tabii.

Üç-dört yıl flört edip birbiriyle çok iyi anlaşan, ama evlenince birkaç ayda hayal kırıklığı yaşayan nice insanlar görüyoruz. Evlilik hayatı başlayınca “Reklamları izlediniz, şimdi haberler” anonsu yapılmış gibi olur. “Peki, flört bile olmadan evlenilecek kişi nasıl seçilebilir?” diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız bir insanın, karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman resmi kaydı, belgesi dolayısıyla resmi bir değeri veya hukuki bağlayıcılığı yoktur. Üstelik meselenin ahlaka aykırılığı da söz konusudur, zira bu tür nikâha başvuranlar, sık sık İslami açıdan mahzurlu birtakım durumlara İslami bir kılıf geçirmek için resmi nikâhı bırakıp bu tür uygulamaları tercih etmektedirler. Hatta nikâhsız birlikteliklerin zina ile damgalanmasının önüne geçmek için pek çok gencin bu yola başvurdukları da bilinen bir husustur. İslami çevrelerdeki bazı kötü niyetli kimselerin de mevcut nikâhı, İslam’a aykırılığını ima ederek “rejimin nikâhı” şeklinde nitelendirerek, dinî nikâh veya imam nikâhı denen uygulamayı meşrulaştırmaya çalıştıkları sık sık görülen, bilinen bir husustur. Hele yoldan geçen bir-iki kişiyi şahit tutup, aileden ve toplumdan gizli saklı kıyılan nikâhların, İslam’ın “nikâh”ı ile uzaktan yakından alakası yoktur; bunlar nefsani ve şehvani duygularının İslam’a aykırı bir biçimde tatminini, dinî kılıf geçirerek meşrulaştırmak isteyenlerin gayr-i ahlaki ve gayri İslami girişimleri olarak nitelendirmek gerekir.

*
ahi kul ahmed

15 Aralık 2011
Okunma
bosluk

TEVHİD’in aileye umulmadık katkısı..

İnsanlığın Allah’ın iradesini yeryüzünde yerine getirebilmesi, nesillerin devamını ve beraber yaşamayı, bu suretle de ilahi iradenin ahlaki boyutunun, insanın kendi kararı ve eylemiyle gerçekleştirilebileceği bir ilişkiler ağının varlığını gerektirdiği için, insanların evlenmesi ve çoluk çocuk sahibi olmaları da bir gerekliliktir. Söz konusu ilişkiler ağı, fert, aile, kabile (veya ulus ya da ırk) ve evrensel ümmet’i içerir. Birinci düzeyde kişi kendi kendine yeterlidir ve kendi ahlaki kararlarım kendisi alabilir. Kişinin kabile, ırk veya ulus ile olan ilişkisi bir bakıma Ümmet ile olan ilişkisine benzemekle beraber, Ümmet ile olan ilişkisine yeni bir şey eklemediğinden, hatta çoğunlukla kabile, ırk veya ulus düzeyi sınırlayıcı olduğundan, İslam bu ilişki boyutunu dışta bırakmış ve yerine evrensel Ümmet boyutunu ikame etmiştir. Zira Ümmet ilişkiyi dine dayandırdığından; dil, renk, ırk gibi doğumdan gelen ya da sosyal farklı¬lıklardan beslenen farkları dikkate almaksızın bu ilişkiyi daha insancıl bir biçimde bütün fertlere yayar. Bu bakımdan kabilecilik, kavmiyetçilik, ırkçılık, etnik ayrımcılık, İslamiyet öncesi Cahiliye döneminden kalma değerler olarak daima mahkûm edilmiştir.

Bu değerlendirme, bireyi bir yana, evrensel Ümmet’i diğer yana koymak suretiyle, aslında ortada bölünmez sosyal birim olarak sadece aileyi bırakır. Bu yüzdendir ki Kur’an’da ailenin kozmik düzendeki önemi konusunda birtakım ifadeler de yer almıştır: Sizin için, ısınıp kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratmış olması ve aranıza bir sevgi ve merhamet koyması da O’nun [varlığını gösteren] delillerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için nice dersler ve ibretler vardır (30/er-Rûm, 21).

İslam cinselliği kınayıp dışlamaz, sadece onun disiplin ve kontrol altına alınmasını ister. Hatta onu masum, gerekli ve iyi bir şey olarak kabul eder ve olumlar. Ancak sadece cinsellik veya romantizm üzerine bina edilen evli¬likleri de kusurlu ve hatalı bulur. Bilakis evliliğin, ahlaki emirlerin büyük bir kısmının konusu olan insan ilişkileri ağının geniş bir bölümünü oluşturdu¬ğunu kabul eder. Çocuk dünyaya getirme, onları büyütüp yetiştirme, sevme, dayanışma, yardım etme, danışma, rehberlik, eğitim, dostluk gibi görevler, kişinin ilk önce aile fertlerine karşı yerine getirmesi gereken hususlardır. Evlilik sebebiyle ortaya çıkan akrabalık ve hısımlık bağlarına riayetin önemi, Kur’an’daki sosyal emirler arasında büyük bir önemle vurgulanır (2/el-Bakara, 83, 177; 4/en-Nisâ, 8, 36; 5/el-Mâide, 106; 6/el-En’âm, 152; 8/el-Enfâl, 41; 9/ et-Tevbe, 113; 16/en-Nahl, 90; 17/el-İsrâ, 26; 24/en-Nûr, 22; 30/er-Rûm, 38; 35/Fâtır, 18; 42/eş-Şûrâ, 23; 59/el-Haşr, 7). Kısacası İslam’ın aileyi, ilahi iradenin yerine getirilmesinde vazgeçilmez bir kurum olarak gördüğünü, dolayı¬sıyla bu alanda da İslam’ın ilkelerine tabi olmadıkça Tevhid’den söz etmenin mümkün olamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Allah’ı Bir ve Tek ilah ve Rab olarak kabul etmek demek, O’nun iradesinin ve emirlerinin, tavsiyelerinin insan için gerekli, iyi ve amaç olduğunu kavramak anlamına gelir. Tevhid’i kabul etmek demek, Allah’ın emirlerini yaşamak ve O’nun emirlerinde mevcut değerleri açığa çıkarma, gerçekten var olanları da fark etme arayışı demektir. Üstelik Allah’ın önemine işaret ettiği aile ve akrabalık müessesesinin gerekliliğinin, akla uygun bir yorumunu yapmak da imkânsız değildir. Zaten Allah’ın aile ve akrabalık kategorilerine verdiği bu önem de, onların aklen de gerekli olduğunun bir göstergesidir.

İslam’da aile meselesinin ayrılmaz parçası olan “anne olarak kadın” konu¬sundaki günümüzdeki menfi yaklaşımlar göz önüne alınacak olursa, özetle söylenmesi gereken şudur: İslam’da kadın meselesi varsa, bu meselenin çözü¬münün adı da “anne”dir. İslam’ın aileye, bilhassa kadına bakışıyla ilgili olarak, kadının “anneciğinin merkezi rolüne yönelik itirazlara, bu çözümü beğenme¬yenlere şu cevabı vermek gerekir: “İslam kadını aşağılamamış, dışlamamıştır, bilakis sizler anneyi ve anneliği aşağılıyorsunuz!”
Aslında kadın için, her insani kanundan, hatta bizzat İslam’dan önce, üstün ve öncelikli seçim olarak annelik kanununu doğa tespit etmiştir. İslam ise, hayatın gelişiminde yer alan insanlık merdiveninde sadece doğanın deva¬mından ibarettir. Bu sebepledir ki, ne yaratılış açısından, ne de İslami bakım¬dan annelik kadın için asla aşağılayıcı değildir.

Kadının özgürlüğü bahanesiyle onu “anne kadın” olmaktan uzaklaştırıp “çalışan kadın” hâline getirmek isteyenlerin asıl niyetinin kadını özgürleştirmek mi, yoksa dünyanın en bol ve ucuz işgücü olarak kadını sömürmek ve istismar etmek mi olduğu sorusu da gözden uzak tutulmamalıdır.

Kaldı ki, kendi evindeki kadın, anne olduğu kadar, aynı zamanda bir eş, ardından da aşçı, sağlıkçı, hijyenist, pedagog, pediyatrist, diyetisyen, ev eko¬nomisti, terzi, çiçekçi ve dekoratördür. Bazıları ona “ev mühendisi” de derler. Kadının ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını önerenlerin, bir kadın işçinin fabrikada çalışmasının, ev kadınının evdeki çalışmalarından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu iddiaları da aşırı bir genellemedir. Bir fabrikada sürekli aynı işi bir robot gibi ömür boyu tekrarlamak durumundaki bir kadı¬nın bir ev hanımından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu ne kadar gerçekçi bir iddia olabilir ki? Kaldı ki, çalışan bir kadın olarak, başkalarına ait çocukların terbiyesiyle (öğretmen, mürebbiye, çocuk bakıcısı vb. olarak) ilgilenmeyi yaratıcı, ama kadının kendi çocuklarını yetiştirmesini aşağılayıcı, bıktırıcı, değersiz ve önemsiz bulmanın ne kadar objektif ve tutarlı bir değer¬lendirme olduğunu da tartışmak gerekir. Hülasa kadın, sadece anne olarak yeri doldurulamaz ve mutlak bir değere sahiptir. Kadını anne olarak yıkan hiç kimse onun daha fazla saygı görmesi ve önemsenmesine katkıda bulunamaz. Çünkü annelik hakkı sadece dokunulmaz değil, aynı zamanda insanlığın bildiği en eski haktır.

Diğer yandan, ailenin, Kur’ani vahyin, genel prensiplerle olduğu kadar, evlenme, boşanma ve miras gibi detaylı emirlerle de düzenlemeyi gerekli gör¬düğü tek alan olduğu söylense yeridir. Hâlbuki başka (siyasi, ekonomik, vb.) alanlarda Kur’an’m, ya hiçbir ayrıntıya girmeden veya çok az girerek, sadece genel ilkeler sunmakla yetindiği malumdur.

Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da insanların, iş aramak için büyük şehirlere akm etmeleri, herkesi anonimleştirmiş; cinsiyetlerin ortadan adeta kalkması, ahlakın kaybolması, kadınların ekonomik bağımsızlığı, güçlü bir bireycilik akımı; öte yanda komünizm ideolojisinin aile karşıtlığının doğur¬duğu tahribat, aile bağlarının erozyona uğramasına yol açmıştır. Bu yüz¬yılın ikinci yarısında güçlenen ve günümüzde başıboş bir hâlde dizginden boşanmışçasma yoluna devam eden ve bilhassa ülkemizde birtakım yazılı- görüntülü medya tarafından bilinçli olarak zihinlere enjekte edilen “Cinsel başıboşluk ve kontrolsüz cinsellik”, aile kurumunun nasıl bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu açıklamaya yeter de artar bile. Bu noktada, aile kurumu dışında başka birlikteliklerin de mümkün olduğunu savunan ve bu düşünce¬nin propagandasını yapan antropologlar ve sosyologların da, aile birlikteliğini anormal göstererek bu süreci adeta teşvik ettikleri söylenebilir. Bu bakımdan Batı’daki ailenin ölüm döşeğinde olduğu artık kimseye gizli değildir.

Şu hâlde İslam dünyası ve diğer üçüncü dünya ülkeleri, kendilerini gerek Doğunun Komünizm ideolojisi gibi ideolojilerden, bilhassa diğer modern Batı ideolojilerinden -sekülerizm, egoizme varan abartılı bireycilik, nihilizm, küresel kapitalizm, neo-liberalizm, hedonizm vb – korudukları nispette, aile¬ye en yüksek şeref payesi veren İslam’ın ilkelerine yakınlaşmış olmalarından dolayı, aile kurumunu ayakta tutma ve bu suretle insanlığın geleceği açısından hayati önemi haiz evrensel değerlerin gelecek nesillere intikalini sağlama konusunda daha şanslı durumda olacaklardır

*
ahi kul ahmed

15 Aralık 2011
Okunma
bosluk

TEVHİD (Allah’ı yanlış ve eksik tanımak toplumda bölünmeye mi yol açıyor?)

TEVHİD Dar anlamda Allah’ın bir olduğunu kabul etmek anlamına gelen tevhid, genel anlamda metafizik anlamın tamamına işaret etmek için de kullanılır. Her şeyin bir tek yaratıcısının Allah olduğunu kabullenmek ve buna inanmak tevhidin en basit anlamını teşkil eder. Konuya bu yönüyle de bakıldığında müşriklerin putlarının Allah katında şefaatçi olacağına inanmaları da üstün bir yaratıcının varlığının kabulü anlamını aslında taşır. Nitekim bu üstün yaratıcı onlara göre yerleri ve gökleri yaratan, gökten yağmur yağdıran ve yeryüzüne hayat veren, güneş ve ayı hareket ettiren ve hizmete yönlendiren putlar değil bu üstün yaratıcının kendisi olduğunu da açıkça ifade etmektedirler. Ancak, bütün bunlara rağmen arada bir aracının olması şirk doğurmaktan ve onların bütün bu Allah inançlarına rağmen Müslüman olmalarını engellemektedir. Zira İslam da tevhid’ten kasıt her şeyin tek ve bir olan yaratıcısı olduğuna dair ön kabul yeterli olmayıp beraberinde Cenabı Hakkın bir değer koyucu veya bir otorite olarak kabul ve ona boyun eğmiş olunması gerektiğidir.

Burada kastedilen otoriteden maksat O’nun (Allah’ın) peygamberler aracılıyla gönderdiği mesajlara da o insanların boyun eğmesi anlamına gelmektedir ki; asıl sıkıntı veren de budur. Zira Mekke müşrikleri yaratıcı olarak Allah’a iman ettikleri halde, Allah’ın otoritesinin insanlara iletilmesinin aracı olan Hz Peygamber ve onunla gelen vahyi reddettikleri için tevhidin dışına düşmüşlerdir. Demek ki, sonuç olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek yetmemekte; tevhid olarak; vahiy ve Peygamberliğin de kabulü şart olarak görülmektedir. Bu yönüyle tevhid yalnız Allah’ın varlığının kabulü değil, buna ek olarak bir eylem ve bir hareketi de ifade etmiş olmasıdır. Bu; bir anlamda Allah’ın gösterdiği yolda yürüyeceğine dair bir taahhüttür veya sözleşmedir. Yani Allah’ın birliğine inanmak kadar, bozulan dünyada Allah yolunda mücadele vererek bu imanı ispatlamak da gerekmektedir. Elbette ki bu ispat hareketi, siyasetten ahlaka, ahlaktan bilime kadar her alanda olmalıdır. Bu bir eylem ahlakı, ahlak isyanı ve insanı Allah’ın iradesi doğrultusunda dönüştürmeye bir davettir.

Diğer taraftan evren ve insanlık yönünden düşünüldüğü zaman, varlığın bir tek ilahi gücün yaratmasının eseri olduğu, canlı cansız her varlığa tek ve bir gücün egemen olduğu, ondan başka hiçbir gücün etkin olmadığı, her nesnenin, her insanın, her renk, her tür ve her şeyin bir yaratıcının eseri olduğu gerçeği mantıki olarak “insanlığın birliğini” bize düşündürttürür. Böylece tevhid bütün yaratılmış cümle alemin tek bir egemenlik alanı olduğunu ve tekbir gücün elinde olduğunu, yani söz konusu ilahi iradenin yol göstereceğine ihtiyacı bulunduğunu, bütün insanların aynı türden aynı Allah’ın yarattığı eşitler olduğunu da söyler. Böylece bütünüyle beşeri güçler, diller, ırklar, değerler, simgeler, statüler Allah karşısında tamamen kaybolur ve tevhide inanan benlik bütün insanlığı bir bütün olarak algılamaya başlar. Bu şekilde Allah’ın birliğine, yani tevhide inanmak, evrendeki tevhide, evrendeki tevhid ile insanlığın tevhidine, yani birliğine bizi götürür. Sonuç olarak denilebilir ki; tevhid sadece Allah’ın varlığı ve birliği olmayıp, evrenin ve insanlığın da birliği anlamına gelir. Yukarda izah ettiğimiz bakış açısıyla İslam’a bakacak olursak; İslam medeniyeti, İslam’ı; İslam’ın özü de tevhidi; tevhidin özü de Allah’ın birliği yani Allah’ın tek ve mutlak yüce yaratıcı ve her şeyin sahibi ve yöneticisi, nihai değerlerin kaynağı olduğu düşüncesine bizi götürür. İslam’ı bütün unsurlarını bir araya getirerek onu medeniyet kavramına taşıyan ve organik yapı haline getiren şey tevhid’tir denilebilir.

İslam medeniyeti böylece tevhidin bir ürünü olduğundan dolayı farklı; ırk, renk, bölge, din ve kültürden bütün insanları tek bir potada eritmiş olmaktadır. Bütün İnsanlığı dahi bir bütün olarak gören, bunu, tevhidin bir sonucu olarak kabul eden ve buna bağlı olarak da Hz Âdem’den, Hz Muhammed’e kadar gelen bütün peygamberler zincirlerine sahip çıkan İslam’ın bu sayılanlardan dolayı bütün dinlerin en evrenseli olduğu aşikârdır. Ehli kitap, birbirlerinin ve İslam’ın Peygamberini kabul etmezken İslamiyet ise bütün Peygamberlere Allah’ın elçisi olarak görür ve Müslümanların onların Peygamberlerine iman etmelerini ister. Cenab-ı Hakk’ın sadece bir yaratıcı olarak değil de, aynı zamanda göndermiş olduğu mutlak değerlere itaat edilmesi gereken nihai otorite olarak görmek, bütün dinlerin ortak paydası olarak “Allah’a boyun eğmenin”, evrensel bir bakışla anlaşılması, yeni ilişkiler düzeni oluşturmayı da mümkün ve muhtemel hale getirecektir.

Allah (c.c) insanı yeryüzünde halife yapmakla, onu insan ilişkilerinde adalet kadar tabiatın dengelerinden de sorumlu tutar. İnsanlarla kurulacak olan yeni ilişki biçimleri ise Müslüman’a bireyciliğin aksine olmak üzere, kendisinin diğer bütün insanlardan kişisel olarak da sorumlu olduğu bilincini aşılar ve böyle bir toplum anlayışına yol verir. Allah ile olan ilişkilerde ise özel ve sosyal hayatın bütününde de bu bilinç etkin olur. Bu suretle Allah’ın birliği olarak tanımladığımız tevhid inancı günlük hayattaki ekonomik, sosyal ve politik olmak üzere bütün insani ilişkilerimize belirgin bir yol ve yöntem verir. Sonuç olarak; böylesine bir kapsama ulaşmış tevhid inancı; saldırgan; milletler, toplumlar, topluluklar, gruplar, aşiretler, uluslar veya saldırgan bencillikler gibi bütün bölünme ve ayrılık şekillerine karşı bir birleştirme, birlik, beraberlik ve tevhid anlayışı zerkeder.

Bir müslüman; hiç bir zaman ümmeti tevhidden koparacak alt bir bölünmenin içinde yer alamaz. Sorulduğunda Allah’ın ona verdiği isim olan “Müslümanım” deyip geçmek zorundadır. “Ümmetim yanlışta ittifak etmez” hadisi de ancak tevhid halinde gerçekleşir. Yukarıda defalarca ifade edildiği üzere “Allah’a boyun eğme” olarak ifade edilen otorite varlığını zaman zaman bir müslüman dahi ihlal edebilmektedir. Açık bir şekilde nass bulunan konularda dahi insanlar bildiğini okumakta müslümanlığı sadece namaz, oruç, hacc gibi formel ibadetlerde uymakla iktifa etmektedirler. Bunda biraz da din adamlarının da rolü bulunmaktadır. Siz tercüme ederken İslamın şartı 5 deyip durursanız insanlar da bu beş içinde dini aramak yoluna gidiyorlar. Halbuki 5 unsur deseniz altıncısı var mı diye belki sorabilir. Gerçekte İslam bu beş şart ya da unsura sığmayacak kadar geniş bir yaşam biçimidir. Her sınırlama İslamı öldürür. Bazı hadislerde verilen sayılar genellikle en az olarak kurtulmaya matuf şartlardır. Böyle olsa bile iş bitmiş olmaz.

Bu anlatılan nedenlerden dolayı insanlar İslamı, sınırlandırılmış bir din olarak algılıyorlar ve öyle de algılamak da istiyorlar denilebilir nefsi nedenlerden dolayı. Bu durumda günlük hayatta gelişen yüzlerce olay karşısında sınırlı dine inanan insan bu kez boşluğu kendi kendine doldurmağa çalışıyor denilebilir. Bu doldurmada en önde gelen etken gelenek, töre ve adetler olarak karşımıza çıkıyor. Bu saydıklarımız öyle ki zaman zaman nassların bile önüne geçebiliyor. Halbuki halkın dine aykırı olmayan yaşayış biçimi olan icma bile normalde 4. sırada olmasına rağmen daha üst sıralara çıkabiliyor. Buradaki temel sorun TEVHİD’in eksik anlaşılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Zira tevhidin doğru anlaşılabilmesinin temel şartı onun bir yaşam biçimi olduğu bilincinden meydana gelen sapmadır. Özet olarak islamın yaşam biçimi olarak algılanması onun tevhid olarak algılanmasıyla eş anlamlıdır denilebilir. Tevhidin en dar biçimi olan Allahın varlığı ve birliğine iman etmek bu sınırlamadaki en dar tabanı oluşturmaktadır. Din adamlarının da bu iki şartı fazla zorlar görünmemeleri müslümanların bu iki şartta yoğunlaşarak birikmelerine yol açmaktadır. Böylece bu iki şartın dışında kalan çok geniş bir yaşam alanında insanlar akılları ile yol almaya kalkınca, nefisleri, çıkarları, korkuları, beğenileri, adetleri, gelenekleri devreye girince bölünme kaçınılmaz oluyor ve ümmet birliği diye bir şey kalmıyor. Artık kimi kendini Liberal, kimi demokrat, kimi laik, kimi sosyal demokrat, kimi kemalist, kimi milliyetçi, kimi hemşehrici, ……. aşiretçi, kimi tarikatçı, v.s. olarak parçalanmışlığın içinde bir alt bölünmede birlik aramaya çalışıyor. Aidiyet insan psikolojisinde önemli bir paya sahip şüphesiz. ancak bu aidiyet yukarıda söylediğimiz gibi alt bölünmelerin içinde olunca toplumsal problemler doğuyor. Cenabı hakkın farklılık olarak yarattığı şeylerin bir bölünme vasıtası olması temelde TEVHİD’in doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor denilebilir. İşte tevhiddeki bir sorun, toplumsal algılamada bir hata ve parçalanmaya gidiyor demek hatalı olmaz.

Tarikat uygulamaları Peygamber efendimiz zamanında hatta uzunca bir süre sonuna kadar uygulamada görülmedi. İnsanların daha dar cemaatler olarak birbirini tanıyan kişilerden oluşması kavim ve aşiret uygulamalarından gelen bir birbirine yanaşma tarzı olarak başladı. Bir başka adım olarak insanların daha az kimseyle daha samimi olma isteği de sevginin parçalanmaması isteğinden gelen bir yaklaşımdır. Bir buçuk milyara kardeş gözüyle bakıp Malatyalı ile Kırşehirli’yi ayırmadan tam bir tarafsızlık içinde kaldığınızda geriye sadece karşınızdaki kişilerin ehil olup olmamaları kalıveriyor aslında. Demek ki tam bir ümmetçilik sizi ehliyete ve adalete götürüyor ister istemez. Ancak tarikatımdan, şehrimden, dediğiniz anda diğerlerini satıyorsunuz demektir adaletsizlik kapıya dayanmış demektir.

Öyle ki kızımın evleneceği oğlan da bizim tarikattan olsun demek de aynı ayrımcılığın bir başka yönüdür. Zira oğlanın diğer tarikatta olarak namazını düzgün kılıp kötü işi olmaması ve bir mesleği olması halinde onun da kızınıza adil davranmayacağı, yani ümmet olma bilincinde olmadığı düşüncesi sizde yer ediyorsa bunun aslı sizin kendi tarikatınızı farklı görmenizden ve sonucu olarak onu zorlamanızdan kaynaklanmaktadır denilebilir. İşte bunlar da adı konmamış olarak TEVHİD’den meydana gelen müslümanların sapmalarıdır. En nihayetinde kızınızın evliliği için İslam’ın koyduğu üç beş şarta sizin de peygamber gibi yeni şartlar ileri sürmeniz demektir.
Burada vurgulanması gereken temel mesele İslam adı altında hangi tarikat ya da kuruluş olursa olsun ümmeti parçalayıcı bir amacı amaç edinmemesi ve ilişkilerde Ümmet bütünlüğü içinde kaybolması yani ümmetin bütününe birden hizmet etmesi gerekir.

Bu noktada yapılması gereken bir başka temel şey de İslamı doğru anlamaktır. Yalnızca Allah’ın varlığı ve birliği ile yol almaya çalışan kişi önündeki çukurlara düşmekten asla kurtulamaz. Eğer gerçekten vahye ihtiyaç olmasaydı insanların Allah’ın varlığı ve birliğini verilen akılla eserden müessire yoluyla bulmaları pekala mümkün olabilirdi. Vahyin devamlı olarak toplumsal bozulmalara denk geldiğini de hesaba katarsanız onun ihtiyaç olduğu ne kadar açıksa vahyi dışlamış birinin de o kadar perişan olacağı aşikardır.

Bir başka yönden bakıldığında ibadetlerin şekli olarak algılanması, aynı zamanda onların içinin doldurulmasını da engeller denilebilir. Örneğin emri bil mağruf nehyi anil münkeri hiç yapmayan boş veren, zulme rıza gösteren birinin aşk ile namaz kılması şüphelidir. Dolayısıyla şekli unsurlarla yetinmek dahi tevhidin içinin dolmasını olumsuz etkilediği söylenebilir. Çünkü bu sefer ihlas ve samimiyet ve sorumluluklar İslam bütünlüğü içinde zedelenmiş olmaktadır.. Sonuç olarak her hal ve takdirde TEVHİD’in inanç ve vahyin kabulü ve tam itaati (boyun eğme) sözkonusu olmadığı sürece alt tarafa inildiğinde toplumsal parçalanmalara yol açmaktadır.
Psikologlar şimdilerde mutlu olabilecek evliliği “iki tarafın da aynı yöne bakması” olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanım adeta İslam’dan dahi etkilenmiş görünüyor. Biz de bir şiirimizde şöyle demiştik. “dost dosta değil, dosttan dosta bakar” demiştik. İşte toplum da doğru bir Tevhid inancında Allah’a ve vahye doğru bakacak ve bu ortak tanım insanları koltuk koltuğa ya da yan yana, ya da omuz omuza yapacak, aynı ülkü etrafında birleşirken aynı kaynaktan beslenirken Allah’ın rahmeti de etki olacaktır birleştirmede…

Bir müslümanın sorması gereken şey şudur. Acaba benim şu işimde Allah ve Rasülü ne diyor? demelidir. Ben namazımı kılarım evimde istediğim gibi mum tuttururum edebiyatı Tevhidden tam bir sapmadır. Bunlar toplumda bir araya geldikçe toplumsal huzursuzluklar ve parçalanmalara kadar gider. Dinin herhangi bir alanda eksik yaşanması ihlas ve samimiyeti götürdüğü gibi şekli ibadetlerdeki dereceyi de düşürür..

Bütün bu açıklamalara ek olarak son bir basit ihmalden de biraz söz edelim. İşinde bütün sebepleri hazır ve yeterli olursa olsun, örn, yeterli parası, yeterli gücü,v.s. kişi daima “İnşaallah” diyerek Allah’tan izin almak ve sonucu O’ndan beklemek zorundadır. Benim param var binayı yaparım demek şirke kadar gidebilir. Bir müslüman Yusuf a.s. inşaallah demediği için 7 sene daha hapiste kaldığını unutmamalıdır. İnsan, her durumda Allah’ı anmalı, anması da Onun iznini ve yardımını istemek ve sonucu O’ndan beklemek şeklinde esasa ilişkin olmalıdır. Kendi işini kendi yapan ve Allah’a hiç dua ve istekte bulunmayan insan tevhidden uzaklaşarak tehlikeli sulara yönelmiş demektir Allah muhafaza. Benim her işim kurulu, tıkır tıkır gider diyen insan Allah’ı unutmuş demektir. Diğer taraftan Örneğin ilacı içmek gereklidir fakat beraberinde (şifa ver Ya Rabbi) diye dua da etmelidir.

*
ahi kul ahmed

14 Aralık 2011
Okunma
bosluk

TAKVA

Takva:
Kuran nazil olmazdan önce Arapça da Takva (fiil halinde ittika) insan veya hayvan gibi canlı varlığın dışardan gelebilecek tehlikeye karşı savunması anlamına geliyordu. Kuran-ı Kerim geldikten sonra bu kavramı genişletti ve maddi tehlikeden ziyade manevi azaptan ve buna götürecek kötü işlerden korunmak kaçınmak anlamlarını yükledi.

Örnek olarak;
- Şirkin her çeşidinden yüz çevirmek ( kurban bayramı süresince getirilen teşrik tekbirlerini bu anlamda değerlendirebiliriz .
- İslam’a girdikten sonra büyük ve küçük günahlardan kaçınmak
- Kalbi Allah’ı zikretmekten alıkoyacak her türlü meşguliyetten arındırmak
- Hayatın tümünü Allah için yaşamak

Ebu Hureyre (ra)nin rivayetine göre peygamber efendimize soruldu:
“İnsanları cennete en çok hangi amel sokar?”. Buyurdu ki
-“ Allah’tan ittika etmek ve güzel ahlak”
-“ İnsanları cehenneme en çok hangi şeyler götürür?” diye sordular.
Buyurdu ki;
– “Ağız ve edep yeri ( şehvet)”

Ebu Ümame (ra)nın rivayetine göre peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“ Müminin faydalandığı en iyi nimet Takvadır”

Takva sorumluluk bilinci oluşturulduğu zaman ancak gerçekleşir.
Bir miktar korku duygusu Takva’yı etkin hale getirir. Ancak karşı etki olarak ümit ve sevgi ise onun isteyerek yapılmasını sağlar ve derecesini yükseltir. Böylece imanın ümit ve korku arasında gerçekleşmesi sağlanmış olur.

Takva en hayırlı ve koruyucu elbise olarak tanımlanmaktadır Kuran-ı Kerimde

Rüyalarda da Takva bir cübbe olarak görülmektedir zaman zaman. Nitekim Hz Ömer rüyasında kendini uzun bir cübbe içinde görmüş ve ertesi gün bunu Hz peygambere sorduğunda o da “ Ya Ömer bu cübbe ve onun uzunluğu senin dininin (Takvanın) derecesidir” buyurmuştur.

“ Fücur dediğimiz şey ise bu Takva elbisesi yırtan şey olarak değerlendirilir ve kişinin nefsine aşırı derecede tabii olması anlamına gelir”

İman insandaki deruni (iç) yaşantıyı,
İslam ise Allah’nın kanununa teslim olarak yaşamayı,
Takva ise hem imanı hem de teslim olmayı (islam’ı) kapsar.
Nitekim Kuran’ı Kerim’in Bakara suresi 177. ayetinde “birr” (iyiliği) anlatırken imanın gönüllerde kök salmasını gerektiğinin ve zahiri davranışlarının tek başlarına yeterli olmayacağının altı çiziliyor.

Allah için kesilen kurbanların etlerinin değil, mü’minlerin Takvasıyla Allah’a ulaşılacağını Allah’ın ölçülerine uymanın da kalplerin Takvasında olduğu belirtiliyor. Kur’an, namaz, zekat, cihat gibi ibadetlerinin, kalbin takvasın olmadan birer mekanik hareketler olacağını tekrar tekrar vurguluyor

Takva imanı bir görevdir.
Allah’a karşı takvalı olmak gerekir.
Korkulmaya layık olan yalnızca Allah’dır.
Allah’a kulun ancak takvası ulaşır.
Takva Allah’ın açık emridir.
Allah’ın emirleri ve hükümleri ancak takva bilinciyle anlaşılır ve uygulanabilir.
Takva Hz peygamberin tavsiyesidir.
Bütün peygamberlerin ortak daveti takvadır.
Bütün selef takvaya önem vermiştir.
Bir kul gücü yettiği kadar takva üzere olmalıdır.
Takva en hayırlı azıktır.
En güzel elbise takva elbisesidir.
Takva kerametin sebebidir.
Müttakiler insanların en keremlisidirler.

Müslim isen zarar kılma komşuna
Mü’min olup güven eyle her kime
Müttaki dur sakındığın şüpheye
Dost bilip de Muhsin kulda sır ister

ahi kul ahmed
ahikirsehir.com

Mü’minler takva hususunda yardımlaşırlar.
Takvaya yeterli bir İslami bilgi ve bilinen şeyle amel etmek ulaştırır.
Takva; Allah’ın kuluna bir hediyesidir.
Takva bir miktar murakabe ile elde edilir.
Takva ma’siyet (günah) yollarını gösterir.
Takva nefsin hevasına uymamaktır.
Takva her insanda farklı farklı derecede gerçekleşir.
Allah’ın yeryüzünde ve gökyüzündeki ayetleri müttakiler içindir
Allah kalpleri takva bilinci ile sınar.

Takva Allah’ın Rabliğini idrak etme, şiarını yüceltme, Allah’ı hesaba katma, Allah hakkıyla ibadet, birr (iyilik) ile ilişkili, ihsandan beslenen, sabırla beraber gelişen, infak ile ilerleyen, af, sıdk ve adalet ile güzelleşen veli olmanın şartı, tebliğ vasfı ile kişiyi önder kılar.

İman, ibadet, ihsan, ancak ve ancak takva bilinci ile gerçekleşir. Dolayısıyla takvası zayıf olan bir Müslüman’ın imanı da zayıftır ve muhtemeldir ki beş vakit yerine Cuma namazıyla iktifa ediyor ve namazlarında ihsan seviyesini de büyük olasılıkla bulamıyor denilebilir. Yalnız beş vakit kılıp da takva eksikliği nedeniyle tadili erkânda bir bozukluk nedeniyle ihlâs ve ihsanda da eksiklikler olabilir.

*

ahi kul ahmed

26 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma