Doğru Soru ( Öykü )

Mehmet lisede çok çalışkan bir çocuktu. Üniversite sınavında da başarılı oldu ve tıp fakültesini kazandı. Aynı çalışkanlığı hala devam ediyordu. O arkadaşlıklarına da çok sadık birisiydi. Hiçbir okul arkadaşını zayi etmez ve hatırını sormaktan geri kalmazdı. Arkadaşları onun başarılarını gördükçe bir miktar kıskandıkları da olurdu.

 

Mehmet’in başarısı daima dersi sınıfta dinleyerek ve soru sorarak gerçekleşirdi. Fakat onun sınıftaki çabasını arkadaşları pek anlamazdı. Ona göre dersi derste dinlemek öğrenmenin en temel kuralıydı. Doğru soru sormak ise kişinin aptal olmadığının gösteren en temel ögeydi. Annesinin ona söylediği en doğru şey “Oğlum bugün doğru soru sordun mu?” şeklindeydi.

 

Doğru soru sormak işin aslı bilmenin işaretiydi. Yani bilenler doğru soru sorabilirdi. Bir annenin oğluna verebileceği en kıymetli hazine bu olabilirdi belki. Her yerde doğru soru soran bir çocuk olmak bir ayrıcalıktı. Tıp fakültesinde de aynı soru sorma alışkanlığını devam ettiriyordu, Mehmet. Onun korktuğu şey hocayı denemek için sorulabilecek yanlış bir soruydu. İnsan ihlaslı olduğu sürece her sorusu doğru kabul edilmeliydi.

 

Ailesi başka bir kentte olduğu için zaman zaman parasal sıkıntılar yaşıyordu. Bir gün okulda bir güzel yazı yarışması düzenlendi. Bu yarışmaya bütün öğrenciler katılıyordu. Mehmet de katılmak istedi. Akşam oturup biraz karalama yaptı. Yazısı başarı üzerineydi. Ve şöyle bir yol izliyordu: “Benim annem bana hep bu günde en doğru soruları sen sordun mu?” der dururdu. Benim başarım bu söz üzerine itaatla oldu.

 

Çünkü bilmeden soru sormak mümkün olmuyordu. Bu yüzden düşünen bir insan olmak için çalışıyor ve doğru soruyu soruyordum. Bu soru sorma alışkanlığı benim başarımda kilit rol oynadı. Sonra bütün her şeyin neden sorgulanmadığını düşünmeye başladım. Karşıma önce kâinat geldi. Onun hem büyük hem de faydalı olduğunu görünce o müthiş iradenin ne kadar kudretli olduğunu anladım.

 

Yolda giderken iki insanın kavga ettiğini gördüm. İkisi de birbirinin yüzüne vurmak istiyordu. Hâlbuki insanın yüzü en güzel yeriydi ve Allah’ın eseriydi.

 

Yıllar sonra kendi dalımda profesör oldum. Röportaj için gelen gazeteciler bizim nasıl başarılı olduğumuzu soruyorlardı. Benim cevabım ise gayet basitti.

 

Annem bana “Oğlum bugün en doğru soruyu sen sordun mu?” derdi. Bu soruyu hem dersim de hem de ders alacağım yerde sorunca, hem Dünya işlerim hem de ahiret işlerim kolaylaştı. Ve uçmaya başladım.

 

ahi kul ahmede nasib olmuştur

31 Mart 2014
Okunma
bosluk

Kerem’in Balıkları (Öykü)

 

 

Kerem on yaşlarında hareketli bir çocuktu. Oyun oynamayı çok severdi. Bir de evde yaşayan kuşları balıkları…

-anne,

-ne var oğlum?

-spor ayakkabılarım nerde bulamıyorum.

-senin boyunun hizasında olmalılar

-tamam buldum sağol anneciğim.

-!?

Annesi bir şey daha söyleyecekti ama ona küçük bir ders vermek daha iyi olabilirdi.

Kerem o günün nasıl geçtiğini bilemedi. Şu akşam da ne çabuk oluyordu. Daha yeni ısınmıştı oyuna. Ona top oynamak kadar heyecan veren bir şey yoktu. O bitmek bilmeyen bir nefese sahipti. Çok da hırslı bir çocuktu. Onun takımı asla yenilmemeliydi. Her hata yapanın zılgıtını da o verirdi. Akşam olduğunda o da babasını hatırlardı. Yine öyle oldu. Tam eve girmişti ki babası, oturma odasından oğluna bir çift söz yetiştirdi.

-Kerim oğlum yeterince yoruldun mu? yoksa yeterince oyuna doymadın mı?

-Baba ya, her ikisi de olmadı desem

-Oğlum tatlı çoktur ama ihtiyacın kadar yemelisin. Çünkü bu sefer başka görev ve sorumluluklarını ihmal edersin sonra.

-Etmem baba, sen merak etrme.

Kerem içeri geçer geçmez üstünü başını çıkarıp çamaşır sepetine atmayı ihmal etmedi. Yeni tşörtünü giyip odasına geçti. Gözüne ilk ilişen kitaba uzanmıştı ki, birden masasında olması gereken fanus içindeki balıklarının yerinde olmadığını fark etti. Bunu olsa olsa annem yapar diye düşündü. Hemen bağırmaya başladı.

-Anne..! Anne..!

-Ne var oğlum.

-Anne balıklarım nere gitti Allah aşkına.

-Çok mu merak ettin.

-Evet

-O zaman gel şöyle evimizi bir dolaşalım bakalım.

Kerem kısa bir dolaşmanın ardından balıklarının mutfakta olduğunu gördü ve sordu.

-Anne, neden onları buraya getirdin?

-Öyle mi? Şöyle bir hatırla bakalım. Kaç öğün bu balıkların yem saatlerini unuttun. Son hafta da sularını değiştirmeyi unuttun. Bütün bunlar senin yükümlülüğünde değil miydi? Neden ihmal ettin. Sen her acıktığında bağırarak yemek masasına koştun ama onları düşünmedin..! bu yüzden bir hafta burada kalacaklar. Sana küçük bir ceza olsun. Bir daha görev ve sorumluluıklarını ihmal etmemeyi öğrenmelisin.

Seven sevdiğini unutmaz.

(İnsan sevdiği ile beraberdir.. Hadis)  

 

 

ahi kul ahmede nasib oldu

25 Mart 2014
Okunma
bosluk

Nasıl isterdin? (Öykü)

-Gel seninle bir oyun oynayalım mı?

-Neden olmasın? Ne oynayacağız?

-Ne mi? Ha hatırladım?

-Neyi?

-Nasıl isterdin diye bir oyun bu.

-ne yapacağım?

-bir zaman tut içinden ve anlat.

-Tuttum; Öyle bir zaman ki, ben ne yaşlıyım ne de çok toy. Hayatımın baharı. Dışarıda insanlar cıvıl cıvıl. Herkes birilerine yardım etmeğe çalışıyor. Kötülükler azalmış ve toplum huzur içinde. Fitne uykuda. Onu uyandırana kötülük olsun. Kazancım yetiyor olsun. Ben işimi seveyim.

-içinden bir ev tut.

-tuttum. Benim ilk oturduğum ev. Yeni evlenmiştim. Kiraydı fakat huzur güvenlik ve bereket vardı o evde. Ona evim diye gelir, geleceğim diye giderdim. Her kusurumu ve sırrımı gizlerdi.

- Şimdi bir ağaç tut.

-Amerika’da bir zenci komşumuz evini inşa ederken ağacın dallarını kesmemiş fakat çatısını onu kesmemek için çökertmişti. O ağacın diğer dalları ise sanki bir teşekkür eder gibi evin penceresinden içeri girer gibiydi. Diğer dalları da göğe meydan okur gibi ulu bir ağaçtı. Ne kadar şanslı bir ağaç dedim yüzüne doğru.

-bir fakir tut içinden.

-en ucuz satın alınacak şey hayaldir. Hemen hemen hiç bedeli yoktur. İşte hayal edemediğim gün bittim demektir. hayal en büyük zenginliktir.

Güven kazanmak da zenginlik getirir. Etrafında hatırı olmayan insanın fakir olduğunu söyleyebiliriz.

Allaha kul olmak da bir çok Allahtan kurtarır insanı. Bir Allaha bağlar beni. Bu da insana huzur verir. Huzur en büyük zenginliktir. Hayalim öyle zenginliktir ki her sıkıntıyı çözmek herkese yardım etmek ister. Işığım her yeri kaplasın isterim.

-Şimdi bir yer tut.

-Tamam tuttum. O yer çok ama çok uzakta. Taa kaf dağının ardında. Ulaşılması güç. Ama çok heyecan veriyor. Çünkü orada kurallar yok. Kuralsız sevgiler var. Kimse kimseyi gözüyle cezalandırmıyor. Herkes gülümsüyor. Haydi sen de gülümse. Gülümse. Sakın unutma hep gülümse. Bunun hiç bedeli yok. Ya beni bekleyen peri güzeline ne dersin? Onun gönlünü kazanmak ne kadar güzel. Ve birlikte böyle bir yerde yaşamak ne kadar iyi.

-Şimdi bir bahçe tut.      

-Tamam tuttum. Bu bir gül bahçesi. Ne kadar çok gül var. Acaba bu kadar çok gül usandırır mı diyorum ama işin aslı öyle değil. Bülbül onun dikenine  de razı oluyorsa benim sıkılmam da neyin nesi? Birini seven hepsini sever.

-Bir gün gideriz seninle. Şimdi bir renk tut.

-Tuttum. Sarı olsun. Sarı uyarı için trafikte kullanılıyor. Dikkat rengi. Yok  yok kırmızı olsun. Bu bir aşk rengi ve insanı canlı tutuyor. Fazla olunca biraz da kavga ettiriyor diyebiliriz. Bu yüzden bundan da vazgeçtim. Siyaha ne dersin. O asil bir renk. Fakat kasveti de ifade eden o. Mavi ise hayal ve sadakat için vazgeçilmez bir renk. Ne kadar güzel. Son şansım yeşil olsun. O ne kadar koyuysa o kadar cennet rengi ve gözlerim onunla dinleniyor. Bahar kadar canlı ve taze ve mutluluk veriyor.

-Şimdi bir mevsim tut.

-Tamam. Güz gibi bereketli, bahar gibi canlı, kış gibi bembeyaz olsun fakat üşütmesin.

-haydi bir yıldız tut şimdi.

-Tuttum ama ulaşabileyim, karanlıklarda yoluma çerağ olsun, aktığında bir dilek dileyeyim.

-Bu kez bir arkadaş tut.

-Tuttum. O benim hep yanımda olsun. Bana iyi vakit geçirtsin, korktuğumda yanımda olsun istemiyorum artık.. çünkü ben büyüdüm gari. Kendime yeter oldum. Kararlarımı artık kendim alıyorum. Sırtına yaslanan dik dururmuş. Kendime güvendiğimde paylaşabilirim de. O benden uzakta olduğunda bile beni hatırlasın.

Bu kadar yeter mi? Şimdi de sen söyle bakalım.

-bunu istersen sonraya bırakalım. Zaman geçtikçe insan farklı şeyler isteyecektir. O zaman benim de farklı şeyler söylemem mümkün olacaktır.

-Tamam anlaştık…

 

ahi kul ahmede nasib oldu

25 Mart 2014
Okunma
bosluk

Yunus Çocuk ( Hikaye ve Masal Kitabımız..! )

 

YUNUS KARDEŞ

Elini, sofranı, kapını açık tut.

 

MEVLANA  HÜDAVENDİGAR İLE NAZAR (Bir Yunus Hikayesi-Devam)

 

İlden ile, Hak aşkından yanarak dolaşan Yunus Emre’nin yolu, bir gün, Konya’da Mevlânâ Celâleddin Rû­mî’ye de uğrar. Onun sohbet meclislerine katılır. Mevlânâ’ya karşı büyük bir sevgi ve derin saygı duyar. Bu hissi­ni de şiirinde şöyle dile getirir:

“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı

Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.”

 

Yunus  Emre, Mevlânâ’nın sohbetlerinde bulunduğu süre içinde ondan feyz almıştır.

Mevlânâ, Yunus’a ışık vermiş, onun Yunus Emre olmasında katkıları olmuştur. Mevlânâ, yaşça Yunus’tan oldukça büyüktür.

Ama mane­vî dünyaları bir ve beraberdir. İkisinde de ilâhi aşka bağlı olarak insan sevgisi ön plandadır.

Mevlânâ’nın “Güzel na­zarını gönlünün aynası” ve Mevlânâ’yı da “cihan kutbu” olarak gören Yunus Emre’nin Mevlânâ’yı çok sevmiştir. Onun Mesnevisini hemen okumaya dalmıştır. Bir miktar okuduktan sonra Mevlana ile tekrar karşılaştığında şöyle bir söz etmiş;

“Ya şeyhim, bu Mesneviyi çok uzun etmişsin. Halbuki:

Ete kemiğe büründüm,

Adem diye göründüm

deseydin aynı noktaya gelirdi. Ne diye bu kadar zahmet ettin?” demiş.

 

 

ARİF ÇOCUK

Arif çok güçlü bir çocukmuş. Kış için gerekli olan odunları o kırar ve yakmak için hazır hale getirirmiş. Bir gün evlerinin önünde odun kırarken yanına bir sincap gelmiş. Çok tatlıymış. Zaten Arif sincapları çok severmiş. Onu yakalamak istemiş ama sincap çok atikmiş. Sincap kaçmış, Arif kovalamış. Çok yorulmuş ama yakalamak için elinden geleni yapıyormuş.

Sincabın peşine takılıp ne kadar uzaklaştığının farkına varamamış. Durumu anladığında ormanın içinde kaybolduğunu anlamış. Birden bir korku sarmış içini… Avazı çıktığı kadar bağırmaya bir o yana bir bu yana koşmaya başlamış. Ama evin yolunu bulamamış. Havada kararmaya başlamış. Derken karşısına bir kulübe çıkmış. Kapısını çalmış. Birde bakmış ki kapı açık. Tereddütle içeri girmiş.

 “Kimse yok mu?” diye bağırmış. Çok yorgunmuş ve orada uyuya kalmış.

Sabah kalkınca şaşkınlıkla etrafına bakmış. Sonra olanları hatırlamış. Hemen kulübeden çıkarak evini aramaya başlamış. Sonunda bulmuş. Annesi onu tekrar bulduğu için çok mutlu olmuş. Babası ise hemen odunları kesmeye başlamasını istemiş. Arif birkaç odun kesmiş, onlarda kaybolmuş. Annesi Arif’e kızmış. Arif çıkıp yine odun kesmeye başlamış. Avuçlarını içi kıpkırmızı olmuş.

Bir süre sonra ellerini yıkamak için eve girdiğinde yine o sincabı görmüş. Arif şaşırmış. Bu çok garip bir durmuş. Sincaba dokunmadan mutfağa girmiş, ellerini yıkamış. Acıktığını fark edince buzdolabından bir şeyler alarak yemiş.

Arif’in babası çok cimri ve kötü bir adammış. Arif’in kestiği odunları satıp, aldığı para ile kumar oynuyormuş. Arif çok yoruluyormuş, ama nankör babası onu para için çok çalıştırıyormuş. Bir gün Arif çalışmam diye itiraz edince babası çok sinirlenerek onu dövmüş. O günden sonra Arif babasını pek görmemiş. Babası eve çok geç geliyor, Arif’in parasını alıp gidiyormuş.

Arif bu duruma daha fazla dayanamayarak evden kaçmış. Bir iş bulmayı düşünüyormuş. Gittiği yerde bir bakkalda iş bulmuş. Bakkal Mülayim Usta’nın çırağı olmuş. Mülayim Usta herkes tarafından tanınan, sevilen iyi kalpli bir insanmış. Arif şanslı sayılırmış.

Bu iş hoşuna gitmiş. Odun keserken gibi elleri kızarmıyormuş. Yerleri süpürüyor, tezgahı siliyor, malları yerleştiriyormuş. Ama hala kalacak bir yeri yokmuş. Bu durumu Mülayim Usta’ya açmış. Oda kendisiyle beraber kalabileceğini söylemiş. Mülayim usta zaten yalnız başına yaşayan biriymiş.

Akşam olunca Mülayim Usta’nın evine gittiler. Ev çok bakımsız ve kirliydi. Bu yüzden burada yatmak istemedi, ama başka bir yeri de yoktu.

Annesi Arif için çok endişeleniyormuş. Babası ise kaçtığı için çok sinirlenmiş, onu bulduğu zaman öldüreceğini söylüyormuş. Tabi Arif’in bunlardan haberi yokmuş.

Her neyse sabah olmuş Arif işe gitmek için üstünü giyinmiş. Mülayim Usta onu bekliyormuş. Evden dışarı çıkınca şaşırmış. Birde ne görsün ormanda kaybolduğunda kaldığı ev karşısındaymış.

“Usta burası senin evin mi?”

“Evet oğlum benim evim.”

“Peki senin bir sincabın da var mı?”

“Var ya. Hem çok sevimli, hem de çok hızlı bir sincap.”

Yolda yürürlerken Arif başından geçenleri Mülayim Usta’ya anlatmış. Mülayim Usta kendi evinde kalabileceğini söylemiş. Arif heyecanlanmış ve bu teklifi kabul etmiş. Sincap Arif’e iyice alışmış, artık yanından ayrılmıyormuş. Sincaba “Şirin” adını takmışlar. Arif Mülayim Usta ile konuşup annesini de yanına getirmiş. Hep beraber mutlu bir şekilde yaşamışlar.

Sevgili arkadaşlar; burada size söylemek istediğim mesaj şu ki küçük de olsanız zaman zaman büyüklerinizden şiddet görebilirsiniz. Burada ki hikayede ormancı çocuk evinden kaçmış görünüyor, fakat doğrusu sevgiyi ve ilgiyi evde bulmak için daha çok gayret etmek gerekir. Çünkü evden kaçmak şuan bizim bilemediğimiz birçok riski de beraberinden taşır.

Ancak yetiştikten sonra bir mesleğimiz olunca evimizden ayrılarak yeni bir ev kurmamızda elbette mahsur yok. Yanımıza böylesi durumlarda yakınlarımızı da alabiliriz. Ancak evden kaçmak hiç bir zaman çare olmaz ve sorunları daha da büyütür.

Öykünün kahramanı kimdir?…………………………………………..

Hangi kahramanın yerinde olmak isterdin?…………………………

Sen olsaydın öykünün adını ne koymak isterdin?……………….

Öyküde geçen temel olaylar nelerdir…………………………

 

 

ZENGİNE İTİBAR

 

Efendimiz bir arkadaşına, bu geçen kimdir diye sorar. “önde gelen biridir. Kimi isterse evlendirirler. Sonra bir başkası geçer. Bu kez onu sorar. “o fakirdir, ne kız verirler ne yardım ederler” der. Efendimiz “ama bu fakir yeryüzü dolusunca ötekinden hayırlıdır.

 

 

 

DÜŞÜNELİM DOĞRU DAVRANALIM

 

Camide teravih kılınacak, bahçesine hasır sermek gerekiyor,

 

a)Gidip bir tane alıp mı serersiniz?

 

b)Yoksa kucak kucak getirip her tarafın sergisini serermisiniz?

Bir tane sermek size göre pasif bir ahlaksızlık  sayılır mı?

 

 

-Asansöre bindiniz. Sizden başka 4 kişi daha var. Siz kendi katınız olan 3. Kata bastınız. Daha sonra ne yaparsınız?

 

a)Elimi çekerim herkes kendi katına bassın

b)Herkesin katını sorar ve onların katına da basarım

 

-İnsanlar bedelsiz iyilik yapmaya daha yatkındırlar

a)Doğru

b)Yanlış

 

-Otobüse ilk durakta bindiniz.

 

  1. Gideceğim yere kadar  oturmaya devam ederim
  2. Adalet için yarı yolda kalkarım. Çocuk bile olsa gelsin otursun hakkıdır diye.

     

     

    -Başkasının canı çeker diye terk ettiğiniz bir şey oldu mu?

     

    a)oldu

    b)olmadı

     

    -Bir çocuk geldi ve evinizin mutfağını istedi. Ne yaparsınız?

     

    a)Veririm

    b)Henüz kullanıyorum

     

    -Genç ve kalıplı bir adam elindeki yazıda “açım” yazdığı  halde dileniyorsa ne yaparsınız?

     

  1. Kör mü çalış derim
  2. Mutlaka bir şeyler getirir veririm

     

    -Kapınıza bir Çingene geldi ve “Allah rızası için” dedi ne yaparsınız?

  1. Allah adı diye bir şeyler verir gönül hoşluğu ile gönderirim.
  2. Git çalış der kapıyı sertçe kapatırı.

     

    -İşyeri sahibisiniz. Dışarıdan geldiniz. Odanızda birisi namaz kılıyor.Ne yaparsınız?

  1. Odaya girmez o kişinin namazını bitirmesini beklerim
  2. Geçer masama oturur o kişinin ilk selamında başka yere gitmesini söylerim

     

    -Gazetecisiniz. Bir savaşta kişi ağır yaralanmış ve yalnızca siz varısınız. Ne yaparsınız?

  1. Önce resmini çeker sonra yardım ederim

    b)Hemen yardım ederim. Belki sonra müsait olduğunda fotoğrafını çekebilirim

     

    -Evinizde yemekte önce çorba sunuluyor. Nasıl yersiniz?

     

           a)Herkesle tek tasta çorbayı beraber içmek isterim.

           b)Ben başkasıyla aynı kaptan yemem. Benim tabağım ayrı olmalı

     

    -Tek kaptan yemek yerken birisi sofradan geçici olarak kalkarsa,

     

             a)Elim havadaysa öylece kalır, hakkı geçmesin diye beklerim

              b)Yemek yemeye devam ederim

     

     

    -Toplumda  her şeyde eşitlik olsaydı iyilikler olur muydu?

     

    a)Olurdu

    b)Olmazdı

     

    -O halde Allah zenginliği hak olarak mı verdi yoksa iyilik yapsın diye mi? “Akar suda dahi abdest alırken suyu israf etmeyin” derken Peygamberimiz zengin olsanız bile çok harcamayın mı dedi acaba?

     

  1. Zengin çalışmıştır hakkıdır.
  2. Her zengin çalışmadan da kazanabilir. Rızkı Allah verir.  Çok parası olsa da kişi harcayamaz. Önce zekatını sonra sadakasını vermek zorundadır. İşte iyilik böyle olur.

     

     

    -Sulu yemek yerken.

     

             a)Şimşir tahta kaşıkla mı yemek istersiniz?

             b)Demir kaşıkla mı?

     

     

    Tahta kaşığın sağlıklı demir kaşığın dişlere çarpınca metalik iyon bıraktığını biliyor muydunuz?

     

    Acaba b- ise biraz bencil misiniz?

    Acaba a- iseniz hem bağışıklığınız gelişir hem dostluğunuz değil mi?

     

 

 

SAKİN OL

Yeni Müslüman olmuş bir arap heyecendan titremektedir. Efendimiz “sakin ol” der. “ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.”der.

 

 

ALLAH’A İMANIN GEREĞİ

İSLAMDA ALLAHA iman demek onun kudretini de kabul etmek demektir. Kişi eğer “ben yalnız başıma çalışır sınavı kazanırım, sonucu alırım, param var binayı dikerim, v.s derse bu KÜFÜRDÜR. ALLAH’ı UNUTMAKTIR.

Fakat Allah böyleyken de affeder ve kişiye istediğini (Çalışmasının karşılığını, apartmanı dikmesini v.s. verir.)

Allah’ın koyduğu kanunun adı SÜNNETULLAH’dır. Fiziki kanunlar buna göre çalışır.

Yalnızca çalışmaya güvenmek küfür ve kibri artırır. Başarınca “ben kazandım” der, fiatım da şudur der ve her gelen hastadan 300 – 500 kağıt alır. sonra 15 gün sonra gel der, bir 300 – 500  kağıt daha alır.. İşte sonuç zulme gider böylece..

Halbuki çalıştım ama ALLAH kazandırıp NASİP etti elhamdülillah dese, o ilmi “Allah’tan verilmiştir” diye bilecek, ona teşekkür edecek ve sonra dönecek halka o bilgiyi paylaşacak dağıtacak ve insanlara merhamet etmeye başlayacak. Her şeyi para olarak görmediği için parası olmayanın ücretini almayacağı gibi üzerine otel parası ve yiyecek parası da verir artık..

İşte kendini aşma budur ve bu imanın hayatın her anına nüfuz etmesiyle sağlanır..

 

 

YAŞAMDAKİ İLGİNÇLİKLER

 

Ne kadar ilginç değil mi? İnsan her adımı mezardan uzaklaşmak için atar. Fakat yine de bir adım daha mezara yaklaşır.

 

Yine insan her nefesi ölmeden yaşamak için alır. Fakat her nefes sayısıyla zamanını daraltır.

Eğer dünya iyi olsaydı gelirken ağlamazdık. Ve burada temiz kalsaydık ölürken yıkanmazdık.

 

 

MUZUR İNSANLAR

Ülkelerin birinde içinde birçok dere akan ve bu derelerin oluşturdu bataklıklar olan güzel ve şirin bir kasaba varmış. Bataklıklardan birinin kenarında küçük mor renkte çiçekler açarmış. Bu çiçekler güneş doğuca yapraklarını açarak güne gülümseyerek başlarlarmış. Akşam olunca da yapraklarını kapatırlarmış. Kasabadaki insanlar bu çiçekleri çok ama pak çok severmiş.

Bu insanlar geçimlerini pirinç tarlalarından sağlıyorlarmış. Pirinç tarlalarının olduğu yerde de sivrisinekler çok olurmuş. Çünkü bu sinekler insanları, hatta hayvanları bile ısırarak onların kanları ile beslenirmiş. Dolayısıyla insanlar kaşınır, bazılarında alerji olduğu için vücutlarında kabarıklıklar çıkarmış. Hatta bu yüzden sıtma olup hastaneye giderek tedavi olanlar bile varmış.

Büyük mücadeleler vermelerine rağmen sivrisineklerden bir türlü kurtulamamışlar. Sivrisinekler durmadan sokar sokar dururmuş. Mor çiçek ise bu duruma çok üzülürmüş. Bunu engellemek için elinden hiçbir şey gelmiyormuş.

Bir gün sivrisinek, bataklıktaki mor çiçeğin yanına giderek:

“Senden çiçek tozunu alarak bal yapacağım,” demiş. Çiçek sivrisineğin bu lafına gülerek karşılık vermiş:

“Sen arı mısın da bal yapacaksın? Balı sadece arılar yapar.”

Fakat sivrisinek çiçeğin lafını dinlememiş ve üzerine konarak tozunu almış. Aradan 5-10 dakika geçmiş. Sivrisineğin birden karnı ağrımaya başlamış. Sürekli “vız vız” diye sesler çıkartıyor, bu arada da çiçeğin üzerinde uçuyormuş. Oradan geçen arılar sivrisineği görünce:

“Ne oldu sivrisinek kardeş? Niye böyle şaşkın şaşkın uçuyorsun?” demişler.

Sivrisinek cevap vermiş:

“Bal yapacaktım. Çiçeğin üzerine konup tozunu aldım. Ondan sonra böyle oldu. Şimdi karnım çok ağrıyor,” diyerek ağlamaya başlamış.

Bunu duyan arılar bir anda kahkahaya boğulmuşlar. Sivrisinek kendisine güldükleri için çok üzülmüş. Arılar çiçeklere konarak tozlarını alıp kovanlarına doğru giderken sivrisineğe seslenmişler:

“Çok komiksin sivri kardeş. Bal yapmak kim, sen kimsin?”

Sivrisinek arıların bu sözlerinin doğru olduğunu düşünmüş ve onlara hak vermiş. İçinden “Niye boyumdan büyük işlere kalkıştım ki?” demiş.

Bu arada kasabaya gelip dere kenarlarına çadır kuran turistlerde sivrisineklerden şikayetçilermiş.

“Bizler tatile mi geldik, eziyet çekmeye mi?” diyorlarmış. İçlerinden birkaçı kasabanın belediyesine gitmiş.

“Bu ne ya? Sivrisinekler yüzünden rahat rahat tatil yapamıyoruz.” Diyerek. Şikayette bulunmuş. Görevli cevap vermiş.

“Birçok şey denedik ama kurtulamadık. Ne yapabileceğimizi bilemiyoruz. Sizin bir fikriniz varsa söyleyin yapalım.”

Bunun üzerine turistler çadırlarına geri dönmüşler

Bu arada arılardan biri geri gelerek mor çiçekle konuşmaya başlamış.

“Merhaba mor çiçek, şu bizim palyaço sivriyi gördün mü? Başta onunla dalga geçmiştim ama şimdi merak ediyorum.” Demiş. Mor çiçek ister istemez gülümseyerek cevap vermiş:

“Hayır görmedim. Herhalde bataklıktadır.” Demiş. Arı kararmakta olan havaya bakarak konuşmuş:

“Artık geç oldu. Benim kovanıma gitmem gerek. Arkadaşlarım merak eder sonra.

Sana iyi geceler mor çiçek diyerek oradan uzaklaşmış.

Ertesi gün turistlerden bir belediye başkanına gitmiş. Beraberce biraz dolaşıp konuşalım demiş. Belediye başkanı onun teklifini kabul etmiş. İkisi gezip konuşurken mor çiçeklerin olduğu yere gelmişler. Belediye başkanı:

“Bizi çok iyi gözlemlemişsiniz. Ve çok haklısınız. Bu sivrisinekler hem bizlere hem de hayvanlarımıza çok zararlılar. Biz her türlü canlıyı çok severiz ama bu sineklerden kurtulmakta istiyoruz. Tabi ki diğer canlılara hiçbir zarar gelmeden…

“Size söylediğim gibi. Araştırma Enstitüsünde bulunan yeni zehrin insanlar ve hayvanlar üzerinde bir etkisi yok. Ancak diğer böcekler ve küçük hayvanlar üzerinde ne tür etkisi olduğunu daha bilemiyoruz. Biraz önce şu çiçekler üzerinde birkaç arı gördüm mesela. Onlara da bir şey olursa çok üzülürüm doğrusu.”

Belediye başkanı biraz düşündükten sonra:

“Bu zehri önce şurada deneyebiliriz. Sivrisineklerin en yoğun olduğu yer orasıdır. Bu arada diğer canlılar üzerindeki etkisini de gözleyebilirsiniz,” demiş.

Mor çiçek duyduklarını önce arılara anlatmış. Arılar bir yandan bal toplarken, bir yandan da diğer böcekleri uyarıyorlar, o bölgeden uzak durmalarını söylüyorlarmış. Sivrisinekler ortadaki hareketlilikten şüphelenerek mor çiçeklere gitmişler. Aslında diğer canlılar gibi bitkilerde sivrisinekleri hiç sevmiyorlarmış. Çünkü yumurtalarını onların üzerine bırakıyorlarmış. Ayrıca çok ses çıkartarak şamata yapıyorlarmış.

“Bakın sivriler!” diyerek söze başlamış mor çiçek. “İnsanlar sizden kurtulmak için yeni bir ilaç sıkacaklarmış. Bunu benim yanımda konuştukları için duydum. Diğer canlılar bu ilaçtan etkilenmemek için ya kaçıyorlar, ya da kendilerine göre tedbirler alıyorlar,” demiş. Sivrisinekler gülerek:

“Çok denediler ama başaramadılar. Yine başarısız olacaklar,” diyerek uçup gitmişler.

Bir süre sonra görevliler gelerek belirlenen alanı ilaçlamışlar. O bölgedeki bütün sivrisinekler ölmüş. Ama bana bir şey olmaz diyerek saklanmayan bazı böceklerde yok olmuş. Bunu gören sivrisinekler bölgeyi terk etmişler. Böylece herkes onlardan kurtulmuş. Onlar gidince her yer daha güzel ve mutlu olmuş.

Sevgili arkadaşlar; bu parçada anlatılmak istenilen fikir herkesin kendi yaratılış kabiliyetine göre ne özelliği varsa onlar üzerinde gayret etmesi gerekir. Bir de farklı türlerle de olsa iyi geçinmek fayda sağlayabilir. Elbette Allah bazı hayvanlara muzurluk görevi vermiş olabilir.

İnsanın bu huyunu da iyiye yöneltmesi uygun düşer. Aksi halde sürekli sorun yaratan insanlara karşı diğer yöneticiler ya da insanların bu insanlara karşı köklü çözüm almak zorunda kalabilirler. Bu ise sürekli sıkıntı yaratan kişinin sonu demektir.

 

Öykünün kahramanı kimdir?…………………………………………..

Hangi kahramanın yerinde olmak isterdin?…………………………

Sen olsaydın öykünün adını ne koymak isterdin?……………….

Öyküde geçen temel olaylar nelerdir…………………………

 

İKİ ZALİM

Yeryüzünde iki zalim vardır. Biri alan. Biri satan. İkisi de kendi lehine alış veriş yapsın ister. Fakat takvaya ermiş insanlar malın değeri düşükse rayiç bedele kadar fazla verirler..

 

 

 

 

CADININ SONU

Küçük kız dışarıda arkadaşları ile oynarken, oyundan sıkılmış. Arkadaşlarına biraz parka doğru gideceğini söylemiş. Parka doğru tek başına giderken, yanına bir teyze gelmiş. Ama teyze kötü niyetli bir cadıymış. Ona dondurma almış. Küçük kız dondurmayı yemeye başlamış. Ama dondurmanın içinde kötü bir ilaç varmış.

Küçük kız dondurmayı yer yemez teyzenin kollarına bayılmış. Teyze kimse görmeden onu evine götürerek saklamış. Küçük kız akşama kadar evine gelememiş. Annesi çok merak etmiş. Dışarıya çıkmış ve kızını aramaya başlamış.

Küçük kız gözlerini açınca kendini tanımadığı bir yerde bağlı olarak bulmuş. Ağlamaya başlamış. Bunun üzerine cadı onun ağzını da bağlamış. Kız çok korkuyormuş. Kız ağlamasını kesip kaçmayacağını söz verince onu çözmüş. Elma vermiş. Kız elmayı yemiş.

Kızın annesi polise haber vermiş. Her yerde onu arıyorlarmış. Cadı başka kızlar bulmak için dışarı çıkmış. Küçük kızı eve kilitlemiş. Ama küçük kız bir yolunu bulup kaçarak kendi evine gitmiş. Annesine sarılmış. Annesi:

“Nerelere kayboldun kızım. Seni çok aradık,” demiş. Polisi arayarak kızının geldiğini söylemiş. Bu arada evine gelen cadı kızı göremeyince çok sinirlenmiş. Hemen sihirli küresine bakarak onun nerede olabileceğini öğrenmek istemiş. Kızın evine gittiğini, polislerin ise kendi evine geldiğini görmüş. Hemen kaçmış.

Cadı küçük kıza çok kinlenmiş. Onu tekrar yakalamak için planlar kuruyormuş. Yaptığı büyülerle kızın rüyalarına girip, onu korkutuyormuş. Kız artık evden dışarı çıkamaz olmuş. Polis onu bir türlü yakalayamıyormuş. Çünkü ormandaki gizli mağarasında yaşıyormuş. Arada sırada kılık değiştirerek şehirdeki ikinci evine gidiyormuş.

Polisler burayı da bulmuş, ama cadıyı yakalayamamışlar. Kaçmış. Cadı küçük kıza iksirli elma bırakmış. Hemen anlamışlar. Polisler çok kızmış. Cadıda anladıkları için çok kızmış. Ama polislerin onu boş yere aramalarına da kahkahalarla gülüyormuş.

Küçük kızın annesi de artık çok korkuyormuş. Polislere giderek koruma istemiş. Onlarda kabul etmişler. Kötü cadı bu olaya çok sinirlenmiş. Bir iksir hazırlayarak polislerin içmesini sağlamış. Polisler kurbağaya dönüşmüş. Cadı buna çok gülmüş. Cadı küçük kız ile annesinin evine girecekken evdeki köpekler cadıya saldırmış.

Cadı korkarak kaçmış. Kız köpeklere ödül olarak kemik vermiş. Köpekler kemikleri yemiş. Kendileri de yemek hazırlayarak karınlarını doyurmuşlar. Sonrada yatmışlar. Cadı yine küçük kızın rüyasına girmiş. Annesi onu uyandırmış. Su vererek sakinleştirmiş. Birlikte yatmışlar. Köpekler bir süre havladıktan sonra susmuşlar. Elektrikler kesilmiş.

Uyandıkları zaman sabah olmuş. Çok yağışlı bir günmüş. Şimşekler çakıyormuş. Çok korkuyorlarmış. Cadı babaannesini kılığına girerek eve gelmiş. Kızı rehin almış. Annesi kapının önündeki polislere haber vermiş ama cadı kızı öldürmekle tehdit etmiş. Polisler destek çağırmışlar. Cadıdan teslim olmasını istemişler. Cadı direnmiş. Kızla beraber kaçmayı denemiş. Bakmış olmayacak teslim olmak zorunda kalmış.

Küçük kız ve annesi rahatlamışlar. Mutlu ve güzel günler geçirmişler.

Sevgili arkadaşlar buradan da anladığımız gibi asla tanımadığımız insanlardan bir şeyler kabul etmemeliyiz. Tabi ki bu hikaye de ki gibi cadı olmaz, ama kötü niyetli insanlar olabilir. Bize zarar verebilirler. Arkadaşlarımızla oynarken evimizden çok uzaklaşmamalı ve tanımadığımız insanlar ile konuşmamalıyız

 

 

YAŞ BUĞDAYLAR

Efendimiz çarşıyı gezerken bir buğday çuvalına elini daldırır. İçi yaştır. Kaşlarını çatar. Adam böyle yapmazsam satamam der. Efendimiz “bizi aldatan bizden değildir” deyip ıslak buğdayların üste çıkarılmasını emreder.

 

 

 

HAYALLER ÜLKESİ

Eski zamanlarda farklı bir boyutlar vardı. Bu boyutlarda birçok farklı ülke vardı. Bunlardan bir tanesinin adı Hayaller ülkesiydi. Esrarengiz bir ülkeydi. Bu ülkede Marco isimli bir genç yaşardı. Bu genç on dokuz yaşına yeni girmişti. Bu çocuğun büyük bir sıkıntısı vardı. Annesi hastanede yatıyordu. Marco annesi için para kazanıp hastane masraflarını karşılamayı çok istiyordu. Bunun için yaşının küçük ya da büyük olmasının pek bir önemi yoktu çünkü Hayaller ülkesinde imkansız diye bir şey yoktu. Marco bir gün annesine şöyle dedi:

“Ana sen çok hastasın. Zaten babamda öldü. Evde hiç yiyecek yok. Bunun için şehre inip para kazanacağım. Belki de kısmetim olursa evlenirim. Sen kararını ver olur mu ana? Böyle boş boş oturmakla…”

Anası:

“Tamamda her yerde tehlike var. Ben onun için korkuyorum.”

“Ana ben yarın yola koyulurum. Bir iki yıl çalışırım. Sonra seni almaya gelirim. Güzelce yaşarız.”

Gece çoktan olmuştu. Kurtlar köye inmişti. Geceler dışarı çıkmak çok tehlikeliydi. Çıkanların yanında silah vardı.

Sabah oldu. Marco valizini hazırladı. Anasını öptü ve çıktı.

Marco durakta bekliyordu. Otobüs gelmişti. Hazırlandı ve yola çıktılar. Marco otobüsü çok sevmişti.

Sonunda şehre gelmişlerdi. Marco şehri az çok biliyordu. Şehrin en büyük evinin önünden geçerken bir kız çıkar. Kız çok güzele ve iyilik severe benzer. Marco:

“Merhaba”

“Merhaba”

“Ben burada bir iş arıyorum da. Bildiğiniz bir iş var mı?”

“Şey, aslında bu eve bir güvenlikçi aranıyor. Hem maaşı da güzel…”

“Aslında olur.”

“İyi düşün.”

“Ben düşünürüm.”

“Sen nereden geliyorsun?”

“Köyden”

“Tamam”

“Neyse bay bay.”

“Bay bay.”

Marco bu evin adresini aldı. Yürümeye başladı. Kendine uygun iş bulamıyordu. Yine o eve gitti. Çok ıssız ve ürperticiydi. Zaten o yüzden güvenlikçi arıyorlardı.

Marco ertesi gün işe başladı. Gece olunca bir hışırtı duydu. Silahını alarak dışarı çıktı. Bir kurt üzerine yürümeye başladı. Marco kurta iki el ateş etti ve kurt öldü. Kız gürültüler üzerine koşarak geldi:

“Ne oluyor burada?”

“Yok bir şey.”

“Bu kurtta neyin nesi?”

“Bana saldırdı. Bende tabi…”

“Hadi yatıcağız.”

“Tamam geliyorum.”

Marco kendi kulübesinde sabahladı.

Aradan üç yıl geçmişti. Marco bir telefonla uyandı.

“Merhaba.”

“Merhaba.”

“Ben köylü İsmail…”

“Tanıdım İsmail emmi.”

“Annen çok hasta… Paran varsa ilacını alıp köye gel, olur mu?”

“Tamam geliyorum.”

Marco köye gittiğinde herkes onun evindeydi. Marco hemen annesinin yanına gitti. O konuşamayacak kadar hasta idi. Marco annesin şifalı otlar ve ilaçları verdi. Köylüler dağılmıştı.

Marco’nun annesi iyileşince şehre gittiler. Marco’nun annesi kulübede kalıyordu. Kızla Marco’da evlenmişlerdi.

Yani hayaller ülkesinde her şey güzel olmuştu. Ta ki Marco’nun annesi ölene kadar. Marco acısını hiç belli etmiyordu. Mezara da Cuma günleri gidiyordu.

Sevgili arkadaşlar, sevdiğimiz insanları kaybetmek çok üzücü ve derinden yaralayan bir duygudur. Eğer ki birde kaybettiğimiz insanın kıymetini sağken bilemediysek durum çok daha zor olur bizim için. Siz siz olun sevdiklerinizin kıymetini sağken bilin. Kimsenin kalbini kırmamaya da özen gösterin.

Öykünün kahramanı kimdir?…………………………………………..

Hangi kahramanın yerinde olmak isterdin?…………………………

Sen olsaydın öykünün adını ne koymak isterdin?……………….

Öyküde geçen temel olaylar nelerdir…………………………

 

YAHUDİNİN ZEKATI

Medinede bir Yahudi efendimize gelerek “ben de zekat versem malım korunur mu” diye sorar. Efendimiz de “korunur” der. Yahudi iki sene zekat vermesinin ardında sürüsü çalınır. Hemen efendimize gelir ve durumu anlatır. Efendimiz kısa bir düşüncenin ardından der kiş; “sürün filanca yaylada. Git al” der.

 

 

 

MÜCADELE VE BAŞARI

Kalabalık bir aile varmış. Bu ailede bir baba, bir anne ve altı kardeş yaşarmış. Bu aile köyde yaşıyormuş. Altı kardeşten en büyüklerinin adı İsa’ymış. İsa’nın babası bu köyün çobanıymış. Babasının işi gerçekten çok zormuş. Hem köyün şartları, hem geçim sıkıntısı çekiyormuş. Çobanın eşide çok çalışkan biriymiş.

Eşine yardım ediyor hayvanlara bakıyormuş. Bahçe işleri ve ev işleri de ona bakıyormuş. Altı kardeş anne ve babalarına yardımcı olmak için seferber olmuşlar. Maddi olarak çok sıkıntılar çekmelerine rağmen ufak şeylerle de mutlu olabilmeyi bilen kocaman bir yürekleri varmış bu güzel ailenin..

İsa on dört yaşında idi. Orta üçe gidiyordu. Esmer, uzun boylu ve çalışkan bir çocuktu. Dersleri çok iyiydi. Öğretmenleri onu çok seviyordu. Anadolu Lisesi Sınavı için başvurular başlamıştı. Herkes başvurmasına rağmen İsa’dan ses seda yoktu. Öğretmenleri biliyordu ki bu sınavı İsa çok başarılı bir şekilde verebilirdi. Çünkü çok çalışkan biriydi.

Başvuruların bitmesine yakın Müdür yardımcısı Hulusi Bey İsa’yı odasına çağırdı:

“İsa oğlum, neden sınav için başvuruda bulunmadın. Bak zamanı doluyor,” dedi. İsa başını önüne eğdi. Kısık bir sesle birazda utanarak cevap verdi:

“Babam sınav parasını veremedi, öğretmenim. Paramız yoktu. O yüzden ben de başvuramadım,” İsa’nın gözleri dolmuş ağlamamak için kendini zor tutmuştu. Hulusi Bey bu durumu çok üzülmüştü.

“Tamam İsa. Sen üzülme. Bir çaresine bakacağız. Sen bu sınava girecek, okuyup büyük adam olacaksın,” dedi. İsa sınıfına giderken Hulusi Bey Milli Eğitim Müdürünü aramıştı bile. Yaptığı birkaç görüşmeden sonra İsa’nın bütün okul masraflarının karşılanmasını sağlamıştı.

İsa durumu öğrenince Hulusi Bey’e çok teşekkür etmişti. Onun yüzünü kara çıkartmamak için daha çok çalışıyordu.

En sonunda sınav günü gelmişti. Kendine güvenmesine rağmen çok heyecanlıydı. Sonunda sınav başladı. İsa ilk soruyu çözdükten sonra üzerindeki heyecanı attı. Sınavdan çıktıktan sonra önce Hulusi Bey’in yanına gitti. Ona tekrar teşekkür ettikten sonra başardığından emin olarak evine gitti.

Üç-dört hafta sonra sınav sonuçları açıklandı. İsa çok yüksek puan alarak Anadolu Öğretmen Lisesi’ni kazanmıştı. Ailesi, öğretmenleri ve arkadaşları çok sevinmişti. Burslu okuduğu için ailesine yük de olmuyordu.

Yıllar birbirini kovaladı ve İsa okulunu birincilikle bitirdi. Üniversite sınavlarında ise en çok istediği bölümü, matematik öğretmenliğini kazandı. Ankara’da okuyacak, ilk defa ailesinden bayağı uzakta yaşayacaktı. Ailesi çok sevinçliydi ama uzak bir yere gideceği için de üzülüyorlardı. En küçük kardeşi Fatma:

“Ne olur gitme ağabeycim. Ben seni çok seviyorum,” diyordu ağlayarak.

Okulumu bitireyim, hemen geri geleceğim. Sen hiç üzülme kardeşim,” diye teselli etti Fatma’yı ağabeyi.

Sonunda İsa üniversiteyi de büyük bir başarıyla bitirerek öğretmen oldu. Puanları çok yüksekti. Tayini Ankara’ya çıkmıştı. Ama o köyünü istiyordu. Kimse köylere gidip öğretmenlik yapmak istemiyordu. İsa başvurarak tayinini kendi köyüne aldırttı. Artık çok mutluydu.

İsa hem istediği mesleği yapacaktı, hem ailesine katkıda bulunacaktı, hem de kendisinin bu günlere gelmesinde emeği olan öğretmenlerine vefa borcunu ödeyecekti. Artık o bir öğretmendi.

Sevgili arkadaşlar görüyoruz ki şartlar ne kadar zor olursa olsun, imkanlar ne kadar kısıtlı olursa olsun, bir insan bir şeyi başarmayı kafasına koyduğunda ve bunun için emek verdiğinde karşılığını er ya da geç mutlaka alıyor. Bu yüzden önce hedeflerimizi belirlemeli sonra bu hedefler doğrultusunda var gücümüzle çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki yenildiğimizde değil vazgeçtiğimizde kaybederiz.

 

 

Yersen rızkındır

Yahudinin bir elinde bir ekmekle kalabalığın içinde efendimize sorar. Bu ekmek benim rızkım mı değil mi? Tuzak bellidir. Evet derse ekmeği atacak. Hayır derse yiyecektir. Efendimiz bir peygamber gibi şöyle der. “Eğer yersen rızkındır” Yahudi’nin kaçacağı yer kalmamıştır..

 

 

 

AKLIN ZORU

Sevgili arkadaşlar,

Bugün sizlerle bir hikayeyi paylaşacağız. Karara karar vermeği ise size bırakacağız. Günlük hayatta  o kadar çok şey arka arkaya cereyan ediyor ki, insanın bu devamlılıkta bir kesitle karar verme ihtiyacı aynı zamanda aklı da durduruyor. Akıl durduğu anda kararın akıbeti yeni gelişmeler dolayısıyla felce uğruyor. O zaman nasıl düşünmek gerektiğini, objektif kıstaslar ile sabrın ve acele etmeden Allah’a yeni bir pay daha vermenin ne kadar önemli olduğunu gelin hep beraber görelim..

 

 Bir Çinli düşünür şu aşağıdaki hikayeyi çok sevdiği için etrafına da çokca anlatırmış. Çinde bir köyde yaşlı bir adam varmış. Fakir olmasına fakirmiş ama bizim Köroğlu gibi beyaz bir atı varmış. Kral bu ata adeta bir servet teklif etmişsede kabul etmemiş. Şöyle dermiş hep.  “bu at bir at değil benim için.. bir dost.. insan dostunu satar mı…”

 

Bir sabah kalkmış ki at yok… köylü ihtiyarın başına toplanmış. “bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne atın” demişler. İhtiyar “karar vermek için acele etmeyin” demiş.  Sadece “at kayıp deyin, atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez”

 

Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. “atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.

Şimdi bir at sürün var”  “karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.  Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz”  Bir hafta geçmeden, vahşi hatları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçi,mini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.  

 

Köylüler gene gelmiş ihtiyara. “bir kez daha haklı çıktın “ demişler. “bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak, çalışamayacak ve fakirleşeceksiniz” ihtiyar” siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Sonra neler olacağı size asla bildirilmez”

 

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

 

Köylüler gene ihtiyara gelmişler. “gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler” “siz erken karar vermeğe devam edin” demiş, ihtiyar. Oysa bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şansızlık olduğunu zamanla göreceksiniz…

 

                                                    ***

 

Çinli düşünürün yorumu ise şöyle:

“acele karar vermeyin. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi,akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Bazı kararlar tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Karar vermek bilgelik gerektirir, unutmayın”

 

İki laf da biz edelim.

-Acele karar vermek yok. Sakin ve sabırlı olmalı.

-Önü arkası iyi hesaplanmalı

-Fizibilite yapılmalı

-Sebeplere sarılınmalı.

-İşin ehli ile danışılmalı (Ehil: hem bilgili hem imanlı namazlı olmalı, doktora gidiyorsanız namazlı bir doktor olmalı, çünkü kesbi bilgilerin Vehbi olarak da yaşanması gerekir, kıskanç ve haset kimselere danışılmaz)

-Artık bir şekilde karar verip

-Bu kararın  hakkımızda hayırlısı olması için dua edilmeli,

-Karadan artık dönülmemeli.

-Artık tevekkül edilmeli. Allah’tan yardım istenmeli.

-Bir hadis ilave edelim: “ümmetim yanlışta ittifak etmez”

 

BABAN OLAYIM

Uhud’da şehit düşen bir sahabenin oğlu gelip efendimize babasını sorar. Onun şehit olduğunu öğrenince ağlar. Efendimiz onun başını okşarken “ister misin ben baban olayım ayşe de annen olsun?”der.

 

KALE EFSANESİ

Asırlar önce Kırşehir’de bir bey yaşarmış. Beyliği konusunda kesin bilgiler yok, ama tüm babalar gibi evlat düşkünü bir babaymış. Allah, ona bir tek oğul ve bir beylik vermiş, Beyliği Kırşehir’de, babalığı evinde hüküm sürermiş. Allah’ın verdiği evladın iyisi, kötüsü, çirkini, güzeli olmaz. Eğer bir babanın, bir tek çocuğu olursa, tüm sevgileri ve ilgisi de elbette onun üzerine olur.

 

Aradan yıllar geçmiş. Bey’in oğlu gelişip büyürken, Bey ihtiyarlamışlığına, kocamışlığına, ölümün yaklaşmışlığına bile aldırış etmez, “nasıl olsa aslan gibi oğium var. Yerime o geçer, ocağımı tüttürür, Beyliğimi sürdürür, adımı yaşatır, neslimi devam ettirir” der, gönlünü rahat tutarmış.

 

Bey’in, bu düşüncelerini koruduğu günlerden birinde, oğlan, her zaman yaptığı gibi atına binip dağ, dere, tepe demeden, kırların güzelim kokusunu çekmiş burnuna. Doldurmuş ciğerine o temiz havayı. Av avlamış, oturmuş bir suyun başına.

Avladığı hayvanların taze, leziz etlerinden doya doya yemiş. Artantnı da almış yanına tekrar çıkmış yola. Hava kararıncaya kadar rüzgarla ya-rışmış, kuşlarla gakımış, doğayla haşır neşir olmuş. Akşam yaklaşırken, tutmuş evinin yolunu. “Annem beni bekler, babam merak eder” diye koşturmuş atmı.

Tam kente yaklaşıp, baba ocağını görmeye başladığı yerde birden atının ayaklan bataklığa saplanmış. Çırpındıkça batmış, battfkça çırptınmış. Atın ayaklan iyiden iyiye gömülmüş balçığa. Yüzîerce binlerce kez çırpınmiş kurtulmak için. Her çırpınışı, her telaşı, onu biraz daha çekmiş balçığın içine. Beyin biricik oğlu, bağıra bağıra ölümün koynuna gitmiş.

 

Acı haber tez duyulur. Oğlunun acı sonu da Bey’e hemen ulaşmış. Zavalh Bey, ne yapsın, ne etsin. Çaresizlik içindeki Bey, gözyaşlannı içine akıta akıta başını kaldirmış, etrafındakilere donuk gözlerle bakmış. Hiç olmazsa, gelecek nesiller, böyle felaketler yaşamasın diye açıklamış emrini:

 

“Tüm bölgeye tez haber salın. Herkes atını, arabasını, öküzünü, kağnısını koşsun. İçine kuru yerlerden, kuru topraklar doldursun, bataklığa boşaltsın. Şu sözüm bir emir oiarak herkese duyulsun. Buyruğuma uymayanın başı vurulsun. Bu bataklığın yerinde bir kale yükselsin ki, bir daha kimse boğulup ölmesin. Benim yüreğim yandı, başka babaların yanmasın. Başka yiğitler ölmesin.”

 

Tüm ihtişamıyla bugün Kırgehir’in ortasında yükseten Kale’ye bakarsanız ya da üzerinden §ehri seyrederseniz, bu öyküyü anımsar, Kale’nin oluşmasından sonra Bey’in oğlu gibi yiğitlerin 0 alandaki bataklığa saplanıp, yürekler yanmadiğı için Bey’i rahmetle anarsınız,

 

AYRINTIDAKİ SIR

Hoca, doktor çıkacak öğrencilerine kadavra (ölü cesedi) üzerinde örnekler gösteriyordu. “bakın dedi. İşin sırrı ayrıntıda gizlidir” dedi. “Eğer ayrıntıya dikkat etmezseniz boku yersiniz çocuklar” dedi. “Şimdi, ben ne yaparsam siz de aynısını yapacaksınız” dedi. Ve ölünün kıçına orta parmağını sokup çekti ve parmağını yalamağa başladı. Bütün talebeler iğrenmişti. Bu nasıl olacaktı? Hoca “haydi sıradan bakalım” demişti.

En nihayet orta parmağı ölüye atan boklu elini yalamaya başladı. Çaresiz iğrenerek bu işlemi yaptılar. Tamamı bu işi yaptıktan sonra hoca konuşmağa başladı.” Bakın çocuklar sizin gibi kuşlar dikkat etmediği için bok yaladınız. Halbuki ben de sizin gibi orta parmağımı atim fakat başka parmağımı yani işaret parmağımı yaladım. Yani boklu parmağımı yalamadım der.

 

 

 

İLİM VE ÖĞRENCİ

En önemli emir çalışmadır. tevekkül onun üstündeki kaymağıdır: çalışma olmazsa tevekkül teekküle (ekmek yiyiciliğine )döner.)

İslam’da allaha iman demek onun kudretini de kabul etmek demektir. kişi eğer “ben yalnız başıma çalışır sınavı kazanırım, sonucu alırım, param var binayı dikerim,” v.s derse bu küfürdür. allahı unutmaktır.

Koyduğu kanunun adı sünnetullah’dır. Fiziki kanunlar buna göre çalışır.

Çalışmaya güvenmek küfür ve kibri artırır. başarınca “ben kazandım” der fiatım da şudur der ve her gelen hastadan 500  lira alır,  15 gün sonra bir daha gel der ve bir 500 kağıt daha. alır. işte böylece sonuç zulme gider..

Halbuki çalıştım ama allah kazandırıp nasip etti elhamdülillah dese, o ilmi “allah’an verilmiştir” diye bilecek ona teşekkür edecek sonra dönecek halka o bilgiyi paylaşacak, dağıtacak ve insanlara merhamet etmeye başlayacak. her şeyi para olarak görmediği için parası olmayanın ücretini almayacağı gibi üzerine otel parası ve yiyecek parası da verir artık..

Allahsız ilim küfre gider: ilim allahı işaret etmelidir: müslüman bir öğrenci de allah ila beraber sınava girmelidir: vesselam.

 

KOK KOK KOK

 

Sevgili arkadaşlar. Amerika’da bulunduğum yıllardı. Güney doğuda Tenesse denen eyaletin Nashvill  şehrindeki Vanderbilt üniversitesinde derslere katılıyorduk.  Okulun yanı başında yurtları vardı ve bizi de bu yurda yerleştirmişlerdi. İki odalı bir yeri iki kişi kullanmak zorundaydık. O business yapıyordu. 

 

Önceleri kız arkadaşını getiremeyeceği için bana hoş bakmamıştı. Fakat daha sonraları birbirimize iyice alışmıştık. Bir gün elimin fotokopisini çekip onun odasının kapı kulpuna takmıştım. Bundan çok hoşlanmıştı. Çocuklarımı sık aramamı söylerdi. Oysa o bekardı.

 

Ailesi  kuzeydeydi ve onu kendi istedikleri, bir kızla evlendirmek istiyordu. O ise yakın bir kasabadaki kızı seviyordu. Bana sürekli “staf, staf” (ailem ailem sorun” derdi.  Bir sınıf arkadaşı vardı. Çok zengindi. Max’a bir bilgisayar almıştı. Yıl 1988 idi ve bu teknoloji yeni yeni yaygınlaşıyordu. Bana bilgisayarı anlatırken ülkesi için kıvanç duyuyordu.

 

Max her gün yaklaşık iki litrelik bir coca cola bitiriyordu. Bana göre bu miktar çok fazlaydı. Mutfak penceresi dışarı açılıyordu. Tam dışarıdan gelirken max’ı de orada cola şişesinin yanında görünce what about max, kok kok kok (coca coca coca) dedim. Yani sen sürekli cola içiyorsun demek istemiştim. Çok hazır cevap bir çocuktu. Anında cevap verdi. What about Turkey, bread, bread, bread (ekmek ekmek ekmek) dedi. Yani siz de sürekli ekmek yersiniz demek istiyordu. Diyecek bir şeyim kalmamıştı. Gerçekten biz çok ekmek yiyorduk.

 

 

 

 

AİLELER, ÖĞRETMENLERLE İŞBİRLİĞİ YAPMALI

 

1. Aile, okul ve dersane öğretmenleriyle diyalog halinde olmalıdır. Evde öğrenciye nasıl davranması gerektiği konusunda öğretmenlerle istişare etmelidir. Öğrencinin çalışma programı, ne kadar ve nasıl çalışması gerektiği bilinmelidir.

2.Aile ve öğretmenler öğrenciden potansiyelinin üstünde bir beklentiye girmemelidir. Aşırı beklentiler öğrenci üzerinde baskıya, baskı da çalışma isteksizliğine yol açacaktır. Aile ve öğretmenler bu yüzden öğrenciyi iyi tanımalı, zeka kapasitesini, ilgi ve yeteneklerini objektif olarak değerlendirmelidir.

 

3. Aile, öğrencinin ağız ve diş sağlığına, temizliğine, uyku düzenine ve beslenmesine dikkat etmelidir. Hastalıklardan bir kısmı, öğrencinin hayat enerjisini önemli ölçüde azaltarak onu dermansız bırakır. Bir kısmı ise; doğurdukları devamlı acı ve ağrılar yüzünden çocuğun ilgi ve dikkatini ders konuları üzerinde toplamasına engel olur. Öğrenci sağlıklı olursa ders çalışmak için kendisinde bir güç bulacaktır.

4. Aile, elindeki imkânları sonuna kadar değerlendirmelidir. Dersane, kitap, etüt merkezi, dergi, bilgisayar, özel ders gibi imkanlardan gerekenleri “elden geldiğince, imkanlar ölçüsünde” öğrencinin istifadesine sunmalıdır.

5. Aile ve öğretmenler öğrenci hakkında ümitli olmalıdır. Bunu da öğrenciye söylemelidir. Ancak ümitli olmalarının gerekçelerini de öğrenciye açıklamadır.

 

TU METER İP

 

İngiltere’deydik. Güneyde şirin  bir kasabadaydık. Bulunduğumuz kasabadaki okullarda kaymakam adayları da vardı. Bir gün hırdavatçıdan ihtiyacımız olan birkaç şeyi almak istiyorduk. Eşim de yanımdaydı. Derken iki tane Türkçe konuşan kaymakam adayı geldi. Bizi tanımıyorlardı. Bbir kaç çeşit ip baktıular. Sonra dükkan sahibine dönerek: two meter ip dediler. Hırdavatçı anlamamıştı.

 

Cümlenin yarısı Türkçe yarısı İngilizce’ydi. Bunu birkaç kez tekrarladılar. İki taraf da birbirine bakıp duruyordu. En nihayetinde ben müdahale ettim. Two meter rope dedim. Adam bir şeyler anladı ve istenen ipi vermeğe başladı. O arada bir de İngiliz müşteri vardı. Çıkarken şöyle dedi.  Robe kalın ipe denir. İnce ipin adı başkadır dedi. İşin aslı ben sorunu çözmüş olsam da ben de yanlış basmıştım.

 

 

 

 

BİR DOKTORUN ANILARI (“YAKÎN OLMASA YAKIN OLMAZ”)

 

Annesi kaldırmaya uğraşıyordu. Okul saati gelmişti. Her zaman kalkmak bir sorundu bu evde. Annesi oğlum ders çalışsın diye televizyon bile seyretmiyordu. Babası emekli bir maden işçisiydi. Ucu ucuna getiriyordu ay sonunu. Bir de dersane ücretleri binmişti sırtına. Onun da oğlu için yapamayacağı yoktu.

Tuğrul işin aslı derslerinde başarılı bir çocuktu. Fakat ailesinin durumunu toplumdan biliyordu. Herkes eşit paylaşsa biz böyle olmazdık diyordu. Sınıfta kendisi gibi düşünen 5 kişi daha vardı. Bir taraftan da niye herkes benim gibi düşünmüyor diye de kendini zaman zaman sorguluyordu. Böyle düşünmek inancımı götürür mü diye de korkuyordu.

Dersanenin sınavlarında ilk üçe giriyordu. Bu iyi bir sonuçtu. Belki iyi bir yere girebilirdi.  Rehberlikçi hoca bize son öğütlerini veriyordu. Bakın dedi. sakin olan sınavı kazanır diyordu. Sakin olmak için iman gerekir diyordu. İman Allah’a güveni getirir. Allah’a güven kişide suküneti sağlar.

 

Ben hemen atıldım. Desene hocam bu sınavı inananlar kazanacak değil mi? Hayır dedi. İnanmak sınav ortamını kişiye kolaylaştırıyor dememiz daha uygun olur dedi. Allah yanında çalışma esastır. Normalde Allah çalışana verir. Sonra mesela bir eve misafir gitseniz orada ikram görmez misiniz? Allah’ın inananları sevdiği de bir gerçektir. Sonra iman ile bazı buluşların bulunduğunu da biliyoruz. Örneğin Einstain görecelilik teorisini bulurken önce “ben Allah’ın yerinde olsaydım kainatı nasıl yaratırdım” demiş ve bu buluşunu bulmuştur.

 

Ben hemen atıldım. Peki hocam bu söylediklerinizi ispatlayan bir bilimsel deney var mı dedim. Hoca önce bir durdu. Ve ilave etti. “Eğitimde bilimsel deneylerin yapılmasına ve yayınlanmasına Tıp örgütleri karşı çıkıyor ve dava açıyorlar. Bu yüzden biraz çekinerek söylüyoruz” dedi. ben de hocam rahatlıkla söyleyin, rahat olun, bizden sır çıkmaz” dedim. Yanımda başka arkadaşlar da vardı. Onlar da lütfen anlatın hocam deyince hoca rahatladı ve başladı tekrar anlatmaya.

 

Amerika’da yapılan bir deneyde sabah okula gelen çocuklara önce birer tane lokum verilir. Sonra “eğer 15 dakika daha beklersen bir lokum daha vereceğiz” denir. Bazı çocuklar bekler bazıları beklemez. Sonra bunları 20 yıl boyunca ayrı ayrı takibetmişler. Görülmüş ki 15 dakika bekleyenler diğerlerinden %20 daha zeki olmuşlar. Yani bekleyenler sabırlı insanlar olarak değerlendirilmiş. Din ise sabrı artırdığı için inançlı olanlar öne çıkıyor demektir.

 

Filistin’de geçen sene liseyi bitirenlerden ilk ona girenler eşit puandan dolayı 28 kişi olmuşlar ve hepsi hafızlardan oluşuyor.

 

 Çocuklar eğer anne babanız çok inançlı, namaz kılan, takva insanlarsa onların hatırına 2 veya 3 soru fazla yapmanıza müsade edilebilir belki.

 

İnançlı bir genci rahatlatan bir başka unsur da Allah’a itimadıdır. Bu itimadı canlı tutmanın bir yolu da sınavdan önce farz bir namaz kılmaktır. Güvenecek bir dalı olmayan çocuk ya kaybedersem der ve telaşa kapılır ve soruyu anlaması bile güçleşir. Tanıdığım bir öğrenci ben dersane sınavlarında başarılıyım. Benim öğüde ihtiyacım yok diyerek kibirlenmişti de sınavı panikleyip terk etmişti.

 

Benim yerime annem namaz kılmıştı. Sınavdan başarı ile çıktım ve tercihimi tıp olarak yapmıştım. Günler çabucak geçiyordu. Bir, iki, üç, derken dört ve beşinci sınıfı göğüsledim. Ailem de çok yorulmuştu. Sonra tıpda uzmanlık sınavını da aşmıştım. İki yıl da uzmanlık çalışması sürdü.

Ankara’daki bir hastanede görev almıştım. İnsan vucudunu gittikçe anlamaya başlıyordum.  Zaman zaman bizim lisedeki rehberlikçi hoca aklıma geliyordu. Benim incelediğim insan bedeni soyut bir imanla nasıl olur da daha çok etkili olabilirdi? Bunu sık sık düşünür olmuştum. Ya annemin dualarına ne demeli.

Ağızdan çıkan birkaç kelime insanda şifaya yol açıyordu. Halbuki biz mutlaka bir maddi ilaç tavsiye ediyorduk.  Mana vücutta maddi bir etki yapıyordu. Madde ile mana anlaşamıyorduk. Ben her şeyde maddi ilaçlar yeterlidir diyordum. Fakat o hoca hala beni mahvediyordu. Ne inanabiliyordum ne inkar edebiliyordum.

 

Çalıştığımız hastaneye bir cami çok yakındı. Ezanı işitiyorduk. Gittikçe ezan dinlemeğe başlamıştım. Arada bir de annemi arardım. Aslında yalnız onun hatırını sormak değildi maksadım. Onun inanç dolu sevecen sesinden medet umuyordum. Birgün telefonda şöyle bir laf etti annem. “oğlum yakîn olmadan yakın olmaz”demişti. Bu ne demekti? Şimdiye kadar hiçbir hastama “Allah şifa versin” gibi bir söz söylememiştim.

 

Annemin sözünü hastanedeki kendi odama yazıp asmaya karar verdim. “Yakîn olmadan yakın olmaz” mutlaka manası derin olmalıydı. Aklıma lisedeki hocam geldi. Acaba hala aynı yerde miydi? Belki ona sorabilirdim. O bize bazı sırları verecek kadar samimi bir insandı. Önce okulu arayıp hocaya ulaşmak istedim. 

Hoca hasta dediler. Yattığı hastaneyi öğrenip Zonguldak’a gitmeğe karar verdim. Hastanenin en kötü odasında yatıyordu. Önce kendimi tanıtıp sessizce hasta dosyasını görmek istedim. Kanser hastalığı görünüyordu. Vaziyet üzücü idi. Hocam tedavi de kabul etmiyordu. Dosyasında bunlar vardı.

 

İlk defa tedavi kabul etmeyen bir hastaya rastlıyordum. Herkes daima bir tedaviyle de olsa daha uzun yaşamak istiyordu aslında. İşin gerçeği ise kanserin tedavisi yoktu. Sadece ilaç firmaları yüksek paralar kazanıyordu. Doktorlar da elimizden geleni yaptık diye altı boş öğünüyorlardı. Sonuç daima mezarlıktı.

 

Hocamı ilaca yöneltmek istemiyordum. Bu kutsal insanın kararına saygı duymalıydım. Yine aklıma annemin  “yakîn olmadan yakın olmaz” sözü geldi. Böyle acıklı bir durumda nasıl soracaktım? Sükunetle odasına geldim. Uyuyordu. Sandalye bile almadan uyumasını beklemek istedim. Belki bir vefa örneği sayılır mı diye?

Bir saat kadar sonra sakince uyandı. Onu kurban gibi görüyordum. O ise çok sevgi ile etrafa bakıyordu. Sanki bize sınav öncesi sözlerini şimdi kendine söyler gibiydi. “tanıdınız mı hocam” dedim. “Yakînler yakın olur” demez mi? Sanki annemle sözleşmiş gibi..  Bir anda üzerine atıldım ve döşünden sarıldım.

Öylece ne kadar kaldık hatırlamıyorum. En sonunda belki rahatsız olur diye usulca geri çekildim. İşin aslı ben de yakîn olmuştum. Birdenbire kalbimde Allah sevgisinin yükseldiğini hissettim. Sanırım asıl yakînlik şimdi başlıyordu. Sorularım da çözümlenmişti.

Annem de inançlıydı ama onun inancı işaret kadarlık bir güce sahipti. Ancak imana bilgi ve kuvveti eklediğimizde bir çok kişiyi götürebiliyordu. O halde inanmak yetmiyordu. İmanınızı okuyarak kuvvetlendirmeniz gerekiyordu.

Çalıştığım yerden izin alıp hocamın yanında güzel saatler geçiriyordum. İşime döndükten 2 ay sonra acı haber bir zarf içinde geldi. Gönderen kendisiydi. “Davet geldi dosttan, gitmemek olmaz. Yakîn yakın oldu, eylenmek olmaz”diyordu. Ölmeden iki gün önce attırmıştı.  Hemen koştum. Namazında bir fazlalık görüyordum.

Sanki fark edemediğimiz bir çok insan daha namaza katılmış gibiydi.  Yoldan gelen geçen herkes dönüp namaza iştirak ediyordu. Allah dostuna dostlarını gönderiyordu. Sonra kabristana götürdük. Her yerde bir olağanüstü şey yaşıyorduk. Bedenini şöyle bir kaldırdım. Çok hafifti. Kabre indirdiğimde müthiş güzel bir koku yayıldı. Toprak attıktan sonra herkes usul usul uzaklaşıyordu.

Ben ayrılmak istemedim. Bir hoca kaldı bir de ben. Sevgimden dolayı ayrılamadım ama Yakîn ne olacaktı. Asıl onu merak ediyordum. İçimden hocama “la ilahe illallah”de diye söyleyip bunu bir müddet tekrar ettim. Ne göreyim? Kabirin içinde hocam bütün hastalıklarından kurtulmuş olarak normal elbiseleriyle oturuyordu. Bu sefer öncekinin tersine şöyle dedi. “Yakın olmasa Yakîn olmaz”  dedi. bu sefer bilmediğim ikiye çıkmıştı.

 

“Yakîn olmasa yakın olmaz” =

Allah imanı vermezse O’na yaklaşamazsın.

 

“Yakın olmasa Yakîn olmaz”=

Sen Allah’a yakın durmazsan ahrette Allah’ın yakın dostı olamazsın. Ben bunu böyle anladım. Siz böyle anlamak zorunda değilsiniz.

 

 

GÜVENİLEN DAĞLAR

 

Adam hız seven biriydi. Her zaman olduğu gibi yine hız yapıyordu. Fakat bu sefer hava yağışlıydı. Gece geç saatti. Bir den önüne iki gözü de cam gibi yanan bir kedi yavrusu çıktı. O kadar da kötü kalpli değildi. Aniden direksiyonu kırdı ve yol kenarındaki ağaçlara çarparak durabildi. Araba hem takla atmış hem ağaca çarpmıştı. Ne kadar arabada sıkışıp kaldığını hatırlamıyordu.

 

Derken bir ara kendine geldi. Arabadan çıkmaya çalıştı. Fakat ne mümkün?  Biraz bağırmak istedi. Fakat sersi çıkmıyordu. Etrafta da kimsecikler yoktu. Üstübaşı kan revan içindeydi. Gittiği yol bir ana yoldu. Aslında geçip giden arabalar olmalıydı. Halbuki hiçbir araba sesi gelmiyordu.

 

Tam kendinden geçmişti ki birden bire iki adam belirdi. “sana yardım etmemizi ister misin” diyorlardı. Ben “evet”deyince. “güvendiğin bir şeyler var mı” dediler. “var elbette” dedim. “neymiş o”dediler.

 

Sonra “telefonla bir ambulans çağırın” dedi. “Telefon burda çekmez” dediler. “Bagajda çantada kredi kartlarım ve çok param var, bana bir helikopter çağırabilirsiniz ” dedi. “buralarda helikopter bulunmaz”dediler. “o halde bagajda ilk yardım çantası var, onu alın”dedim.

 

“Bagaj açılmıyor dediler” Benim cep telefonum öndeydi, onu alın ve telefon edin”dedi. Kapı açılmıyor dediler. Sonra “sizin bildiğiniz güvenilir bir şey yok nmu?” dedi. “Var dediler” “neymiş o”dedi. “ALLAH” dediler. “Peki ben de Allah’a yönelsem olmaz mı?” “Olur” “Ne yapmam gerek” “şimdiye kadar yediğin yemeklerin hesabını önce bir öde, belki ondan sonra” “ne demek istiyorsunuz” “sen artık öldün.

 

Şimdi hesap zamanı. Gördüğün üzere güvendiğin şeyler seni kurtarmadı. Bir kez daha dünyaya dönsen aynı katır yüküyle geri gelirsin. Sen düşüncesiz bir adamsın. Halbuki sana 60 sene avans verilmişti. Sen iyi niyetleri hep kötüye kullandın. Bunları dünyadayken düşünecektin.”

 

 

 

 

İNSAN VE …

Sevgili arkadaşlar,

Şimdi size 17 Ağustos 1999 da İzmit ve Adapazarı’nda yaşadığımız acı deprem anılarımdan bir demet sunmak isterim.

Deprem olduktan sonra akıl makaramı geriye doğru sardım.  Önceden ne olmuştu diye.

Haziran ayında Ankara’dan Adapazarı’na oradaki şirketlerin hesaplarını incelemeye gitmiştik. Bize hizmet eden daktilo ve eşi depremde ölmüş ve iki süper zekalı oğulları kalmıştı. Onların okumasına yardım etmek bize düşmüştü. Her ay çağırır, yemek yedirir ve cebimden maaşımdan ona ayırdığım bursunu verirdim. Bülent ve Alper çok tatlı çocuklardı. Büyük olan Bülent Gazi Elektronikte okuyorlardı. İyi bölümdü.

 

Adapazarı’ndaki bir otelde Japonlar da kalıyordu. Deprem sırasında Japon’lar çatıya, bizimkiler aşağı doğru kaçmıştı. Tecrübesiz bizimkiler ölmüş, Japonlar ise kurtulmuştu.

Adapazarı’ndaki bir hırsız maliyeci bizi yemeğe davet etmiş ve yemek parasını ödememişti. Ertesi gün gizlice biz yemeğin parasını ödemiştik. Anladık ki toplumda hırsızlık var.

 

Bir lokantada yemek yerken yan masada bir adam “Benim işlerim tıkır tıkır yürür” diyordu övünerek. Allah’ı hatırlamadan konuştuğu için çok kızmıştım. Depremde bu kendini beğenen adamın yemek yediği masa havaya fırlamıştı. Allah unutulmayı affetmemişti.

 

Bir yemeğe davet edilmiştik. Yemekte bir cüz Kur’an okunduktan sonra rüya tabiri başladı. Bir genç şöyle diyordu. “Rüyamda Peygamber efendimizi gördüm. Bana “Siz daha önce iyi bir topluluktunuz. Şimdi ise biraz bozuldunuz” dedi. Depremden 2 ay önceki bu söz bir uyarıydı adeta. Toplumsal bir bozulmaya işaret ediyordu.

 

Depremden on gün önce İstanbul’da idik. Bir hafta daha kalsak dönerken İzmit’e uğrayacaktık ve depremde orada olacaktık. Duvarlar manevi olarak üstüme üstüme geliyordu. Ben Ankara’ya dönüyorum dedim ve çocuklarımla erkenden İzmit’teki akrabalarıma uğradık. Yön sorduğumuzda iki polis konuşuırken “Bu belediye başkanı hırsız” diyordu. Adresi bulamıyorduk bir türlü.

Deprem öncesi her şey karma karışıktı. Orada iki gün kalıp yola çıktık. Akrabamın kapısını ak sakallı bir ihtiyar örttü. “Haydi buradan git” dedi. Yalnız ben gördüm. Arabamın arka tarafı pislik görünüyordu. Ankara tarafı pırıl pırıl yanıyordu. Araba çok az bir gazla adeta uçuyordu. Biz bir hafta erken yola düştüğümüz için depreme yakalanmadan Ankara’ya geldik. İstanbul’da duvarların manevi yıkılması bizi erken yola düşürmüştü. Bu açık bir şekilde Allah’tan korumaydı.

 

İzmit ve Adapazarı İstanbul’un her türlü pis işini yapan fedailerle doluydu. Oradaki Toplum çok günaha batmıştı. Zaten peygamberimiz de söylemişti rüya gören genç vasıtasıyla. İster fay hattı olsun ister günah kiri olsun tetiği çeken elbette Allah’tı. Allah ise sebepsiz zulüm yapmazdı.

 

BUNUN SUYU NERDEN GELİR

 

 

Bir adam bir adama hararetle yel değirmenlerini anlatıyordu. İşte dedi, bu büyük yelkenlere rüzgar çarpar ve eğri durdukları için onu dönderir. Yelkenler dönünce onun bağlı olduğu ortadaki mil döner. O da aşağıdaki iki taştan birini dönderir. İki taşın arasına da buğday akıtılınca sürtünmeden dolayı buğday  öğütülür ve un olur demiş.

 

Dinleyen adam gayet sakin ve emin şu soruyu sormuş. “anladık kardeşi,m anladık da bunun suyu nerden gelir “demiş.

 

BİR KEZBAN HALA VARDI

 

Kezban hala, hem bağ, hem şehir komşumuzdu. Bizim atalarımız da aynıydı. Yani Akrabalığımızda vardı. Atalarımız Horasan’dan önce Şam’a gelip yerleşmişler.  Sonra oraya yapılacak Hasaneyn adlı cami için yerlerini bırakarak önce Kayseri’ye gelmişler. Oradan da Kırşehir’e gelip yerleşmişler. Kırşehir’de Ökse suyu diye bilinen suyu çıkarmışlar. Üzerine de fazla taşmasın diye büyük bir taş kapatmışlardı. Şehrin kenarında tuttukları yerler ile şehrin 4 km dışında yerleştikleri bağ evleri hep iç içeydi.

Kezban hala hemen hemen her akşam bize eteğinde fasulyeler veya eğireceği başka şeylerle gelirdi. Kapı dibindeki sekiye oturmak onun vazgeçilmeziydi. Kocası kumarcıydı. Adı da Deli Kadir derler biriydi. Kumar parası için Kezban halaya etmediğini bırakmazdı. Ceplerini yoklamak, kulağındaki ucuz altın küpeleri yolmak olağan işleriydi.

Çoğu zaman da dayaktan kaçıp bize sığınırdı. Dedem, kendi akrabam diye sarılır onu vermezdi. Büyük kızı kör lambanın ışığında komşu  kızına matematik dersi verirdi. Kendisi lisedeydi. Kurs verdiği de orta ikide. Daha sonra tıp fakültesini kazanmıştı. Ankara’daki dayısından yanında okumak için rica etti. Fakat işin içinde el kızı vardı ve kabul etmeyince bu zeka zayi oldu gitti.

Öğretmen oğlunu kulak iltihabından dolayı kaybetti. İltihap beyne kadar dayanmıştı.

Diğer iki oğlandan biri olan Kara Mehmet, kavgacı biri idi. Takla kuşlar uçururdu. Sonra toparlayıp iyi bir baba oldu. Ama kuş uçurmaktan asla vazgeçmedi. Kezban hala her zaman “ya Rabbi iki gün yatak, üçüncü gün toprak” diye dua ederdi. Deli Kadir’i bağdan şehre giderken arkadan bir otobüs vurup öldürmüştü. Kezban hala Deli Kadir’siz uzun ve mutlu yıllar geçirdi. Bazen fasulye satar, bazen elma, erik, Malatya, bazen de süt satarak geçinmeye çalışırdı. Şehre süt götürürken bizim arabanın gidişini denklerdi.

 

Sütün kaymağını ayırır ve beni gizlice mutfağa çağırıp yedirirdi. Beni çok severdi. O daha çok okuyanı ve namaz kılanı severdi. 6 çocuğunu da yokluk içinde evlendirdi. Artık yaşlanmıştı. Bağ evini de şehir evini de kardeşleri miras yoluyla almışlar ve bunun kullanımına vermişlerdi. Onlara ne kadar teşekkür etse azdı.

Bir gün bir rüya görmüştüm. Evlerimiz karşı karşıya ve aynı  sokaktaydı. Tekke sokak ve sokağın hemen altında Tekke Çeşme’miz vardı. Çeşmemizin’de çifte havuzu vardı. Rüyamda, su, önce birinci havuza akıyor ve oradan da ikinci havuza konmuş, altında da tüp yanan bir kazana doluyordu. Kazanın dolmasına ise bir parmaklık boşluk kalmıştı. Kazanın içinde de uzun kulplu bir tas bulunuyordu. O sırada yanıma bir kişi daha geldi. Fakat tası o değil ben aldım. Sonra bizim sokak bir nur içinde parladı geldi.

 

Eyvah bu sokaktan biri gidecek galiba dedim. Neden kendimi hesaba katmıyorum diye kendime kızmış ve hiç kimseye ölümü pay biçmemiştim. Çok geçmedi iki gün sonra Kayseri’den gelirken telefon çaldı. Telefondaki ses “Kezban Hala öldü” diyordu. Dua ettiği gibi abdest alırken tansiyondan yıkılmış ve iki gün hastanede yattıktan sonra Rahmeti Rahmana kavuşmuştu.

 

Makarayı geriye sarınca gördüğüm rüyanın Kezban Hala ile ilgili olduğunu anladım. Apar topar cenazeye yetiştik. Bütün akrabalar birlikte defnettik. Toprak attıktan sonra herkes usul usul çekilince imamla ben yalnız kaldık. İmam talkın denen ölen kişinin sorusuna yardım edecek dualar ve cevaplar söylüyordu. Ben de mezarın öbür yanındaydım. Bir anda mezarın içini görüyordum. İmam boşu boşuna söylüyordu. Çünkü Kezban hala mezarda yoktu. Bunu görüyordum. İmam ezberlediği şeyleri söyledi, söyledi gitti.

Ben bu kez tek kalmıştım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Birden aklıma “La ilahe illallah” demek geldi. “Kezban hala, la ilahe illallah de diye üç defa tekrar ettim içimden. İmamın çağrısına gelmeyen kadın benim çağrıma gelmişti. Üstünde günlük hayatta giydiği elbiseler olduğu halde geldi ve kendi ayak ucuna geçip oturdu. Sonra yönünü bana dönüp şöyle hitabetti “Te hey, ben cuvabu verdim” dedi.

 

Ben de baktım ki sorun hallolmuş, artık tatlı tatlı gülümsedim ona. Bir kez daha. Bir kez daha….. Ayrılmadan kavuşmanın tadını çıkarıyordum. O da bana gülümsüyordu… Tekrar gülümsüyordu. Dünya’dan ahrete, ahretten dünyaya mesaj gelip gidiyordu. Fakat iki taraf da birbirini davet etmiyordu. Çünkü davet Hakk’tan olmalıydı. Bu yaşananlar ise Allah’tan küçük ikramlardı. Ve kimin imam olduğu hiç belli değildi. Çünkü kepçeyi ben almıştım.

 

MEVLANA’NIN SESİNİ DUYURMAK

 

Sevgili arkadaşlar,

 

Bir gün HAT kursumuzda arkadaşlara şiirlerimden dağıtmıştım. Ertesi hafta arkadaşlardan birisi bizi rüyasında gördüğünü söyledi.  “nasıl gördünüz”dedim. Dedi ki: insanlar etrafınızda  çember oluşturmuşlar ve siz onların tam ortasında bir sandalyeye oturmuş ney üflüyordunuz. Dedi. Önce bunun ne anlama geldiğini anlamamıştım. Hemen hangi şiiri verdiğim aklıma geldi. Açtım baktım. Şu dizeler baskındı.

 

On yaşımda Mevlana verdi selam

Hak Mustafa emanetin armağan

Aşk ile zikre vardım halim tamam

Nefis yılıp “la mekanı” gördüm

 

Ertesi gün Etlik’te yine şiirlerimden dağıtıyordum. Bir genç kendinden emin bir tarzda yanıma gelip “abi sen şu kuponsuz bileti al ve Konya’ya Mevlana’ya git” demez mi? Bu iki olay birleşince dedim ki bu bir işaret olmalı. Hemen ertesi günü Konya’ya gittim. Konuşmacı Mesneviden bahsediyordu. Ya benim içim. Kıpır kıpır kıpırdıyordu. Ben “neden bir ilahi aşk kitabı yazmayayım” dedim.

Biraz da konuşmacıyı sıkıştırdım doğrusu.

 

Dönüp gelince anladım ki insanların ortasına oturup ney üflemek, Mevlana’nın sesini insanlara duyurmak olarak yorumladık. Ve şimdi bu kitap için hazırlıklarımızı sürdürüyoruz. İnşlallah başarabiliriz…

 

 

BERK’İN DÜŞLERİ

(Bilim kurgu)

 

Berk Küçüklüğünden beri farklı bir çocuktu. Herkesin doğru dediğine o eğri derdi. Arkasından da felsefi bir izaha girişirdi. Sizin doğru dediğiniz insanlar çoğunlukla bilgili insanlardır. Bilgili insan bir başak gibi ağır gelir ve yatar. Hatta Buna Allah bile Kuranda Fetih suresinin sonunda hitab ediyor.

Bunu bize Din ve Ahlak Bilgisi öğretmenimiz söylemişti. “Dolu insanlar tevazulu olurlar ve eğilirler derdi. Onlar bilmediğine bilmiyorum diyebilen ender insanlardır. Onların bilgisi bir balonun şişmesi gibidir. İçerdeki bilgi arttıkça dış yüzey olan bilmedikleri artar” Derdi.

Arkadaşı Şafak bir gün “Ya sen kendini nasıl hissediyorsun” dedi. Berk “Cahillerin okumuşu olarak” dedi. Şafak bunda bir dokundurma olduğunu anlamıştı. Bu sözün benim cahilliğimi arttırdı” dedi. Şafak bunda bir dokundurma olduğunu anlamıştı. “Sözün benim cahilliğimi artardı.” Dedi.

Berk: “Cahillerin en temel özelliği cehalettir. İleriyi düşünemezler. Ben sadece ileriyi düşünen bir cahilim diye tevazulu olmak istemiştim.” Dedi. “Çünkü benim gelecek için planlarım var. Onları hayata geçirmek istiyorum” dedi.

Şafak Berk’in projelerinin ne olduğunu merak etmişti. İkisi çocukluk arkadaşıydı. Ondan saklaması imkansızdı. Şafağın babası Berk’in babasına göre daha zengindi. Berk’in projeleri için çok paraya ihtiyacı vardı.

Çizimler için Şafak’ı da evine davet etti. Düşündüklerini Şafağa anlattı. Berk’in eleştirel bir göze ihtiyacı vardı. Fakat Şafak çok zeki bir çocuk değildi. Biraz saftı. Berkin onu kendi projesine ikna etmesi yeterliydi.

Berk’in kafasında ODTÜ’de teknoloji geliştiren bir bölüm vardı. Oraya gitmeyi planlıyordu. Yapmak istediği alet bir zaman aletiydi ve iki kısımdan oluşuyordu. Birinci bölümü geçmişteki seslerin günümüze getirilmesiydi. Çünkü, seslerin genişleyen dalgalar halinde yayıldığını ve evrende hiç kaybolmadığını duymuştu. Var olan şey nasıl gidiyorsa öyle de geri gelebilirdi.

 

Örneğin bir göle taş atsak tek noktada başlayan dalga halkası gittikçe genişleyerek kıyıya kadar geliyordu. Fakat evrende sınır yoktu. O halde sesler gitmeğe devam ediyordu. Sürekli gideni nasıl geri getirecekti? Aklına kızıl ötesi ışınları kullanmak geldi. Fakat tek yönlü olduğu için vazgeçti.

 

Ses dalgası çember olarak dağıldığı için Berk’in de göndereceği sinyallerin çember olarak gönderilmesi iyi olurdu. Şimdi sıra hangi sinyalin kullanılmasına gelmişti. Kullanılması gereken sinyal ses hızından çok hızlı olması gerekiyordu. Hemen aklına bir gazete haberi gelmişti. Uzay merkezleri evreni dinlerken düzenli radyo sinyalleri gönderiyorlardı.

 

Fakat Berk göndereceği sinyali geri almak zorundaydı. Geri almak için de bir şeye çarptırıp geri alması gerekiyordu. Ses halkaları gittikçe büyüyordu. Zamanı ve mesafeleri ayarlayarak gidişi tespit edebilirdi. Ses saniyede 330 metre/saniye hızla gidiyordu. Bu çok büyük bir sürat sayılamazdı. Projesini ODTÜ Teknoloji Geliştirme merkezine getirdi. Kendisi henüz lise 1’de bir çocuktu. Oradaki ağabeyler Berk’in projesini makul buldular. Kendisinin bu proje için bir miktar para bulmasını önerdiler.

 

Berk hemen Şafak’a koştu. Önce ana projesini anlattı. Şafak saftı ama çıkarını da çok düşünen bir çocuktu. Berke “Peki, bu işten benim ne kazancım olacak? “ demeyi ihmal etmemişti. Berk ise daha akıllı bir çocuktu. Bunu önceden hesaplamıştı zaten. Şafağa şöyle dedi. Bak dedi. Önce senin geçmişteki seslerini getireceğim. Sonra da Fatih Sultan Mehmet’in tamam mı?

 

Şafak’ın bu işe pek aklı ermemişti ama peki derse daha sonra başka şeyler de talep edebilirdi. Gidip babasının iyi bir saatini kolladı ve durumu ona anlattı. Babası da yaş yere yatan bir adam değildi. O da gençliğindeki iş yerini soyan hırsızların sesini istiyordu. Bu şartla on bin lira vermeyi kabul etti. Şafak elinde para dolu bir çantayla kapıda bekliyordu.

Yine hemen ODTÜ’deki ağabeylerine gitti Berk. Şafak’ı götürmüyordu. Çünkü her şeyi berbat edebilirdi. Para konusunda hasis olduğu için harcamalara tavır koyabilirdi. Berk, ağabeylerinden hangi alet ve cihazları nereden alacağına ilişkin bir liste alıp yollara düştü. Üç gün uğraşıp cihazları almıştı. Para da eh anca yetişmişti. Birkaç gün de aletlerin kurulumu sürmüştü.

 

İlk denemelerde her şey karışıyordu. Zaman ayarları bazı formüller gerektiriyordu. Formüller üzerinde de bir hayli çalıştı. Artık her şey hazırdı. Önce Şafak’ın işini yapmalıydı. Çünkü her an para için kapıya dayanabilirdi. Şafak’ı çağırıp özel bilgilerini istedi. Sonra anılarını sordu. Hangi anında çok bağırdın dedi. Şafak’ın hayatı sürekli bağırmakla geçmişti. Bunlar iyi verilerdi. Yaşanan noktaya odaklanıp sistemi harekete geçirdi.

 

Sağlıklı gönderilen radyo verileri sağlıklı dönüşler de veriyordu. Elde ettiği verileri bilgisayardaki programa aktararak çözümleme yaptı. Son çıktılarda Şafak’ın kavga ederek küfürler ettiği duyuluyordu. Buna Şafak da üzülmüştü. Şöyle dedi Berk’e. İnsanın hayatta gurur duyduğu kadar unutmak istediği şeyler de varmış meğer.

 

Sıra gelmişti Şafak’ın babasının hırsızlarına. Berk aletlerle Şafak’ın babasının işyerine zor da olsa gitti. İşyerinin içine kurulum yapıldı. Veriler sakince izlenip çıktıların analizi yapıldı. Berk elde ettiği sesleri bir CD’ye kaydedip teslim etti. Artık bundan sonrası polislerin işiydi.

 

Sıra gelmişti Fatih Sultan Mehmet Han’a. Bunun için İstanbul’a gitmeliydi. Şafak’a iyi bir dost olduğunu göstermelisin dedi. Bir miktar seyahat parası Şafak’ın babasından ulaşmıştı. İstanbul’da surların gerisine cihazları yerleştirdiler. Gelen veriler gayet netti. Verileri bilgisayarda analiz ettikten sonra iki kişinin sözü açıklık kazandı. Yaşlı bir adam şöyle diyordu. “Bize bu fethi nasib eden Allah’ımıza hamdolsun”  hemen arkasından daha genç bir ses (muhtemelen Padişah Fatih Sultan Mehmet olmalı) : “Hoca hoca, kılıcın hakkı yok mu?” diyordu.

 

Akıllı insanların düşleri de makul’dür diyordu Berk.

 

 

 

 

İHTİRASLI CAHİLLER ÖNE Mİ ÇIKIYOR?

 

Televizyon izlerken birilerine bakıp da “Ya bu adam bu beceriksizlikle  nasıl buralara kadar gelebilmiş” diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

 

 “Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”mı?

 

Bitmedi…

Cornell Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik “Nasıl geçti?” sorusuna öğrencilerin yanıt vermeleri  istendi…

 

Soruların yüzde 10′una bile yanıt veremeyen başarısızların  “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların “testin yüzde 60′ına doğru yanıt verdiklerini” düşündükleri; hatta “iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları” ortaya çıktı.

 

Soruların yüzde 90′ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; Soruların yüzde 70′ ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

 

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi.

 

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyordu! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünüyordu!

 

Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturuyordu. ‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşüyordu.

 

Sonuçta, ‘yeteneksiz ihtiraslılar’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükseliyordu…

 

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü’ davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler… Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler… Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar…”

Rahmetli babaannem derdi.

 

Kırıldı ağalar paşalar

Kellere kaldı köşeler

 

 

GÖNÜLSÜZLÜK

Hızlı büyüyen nüfus, büyüyen nüfusla birlikte artan ihtiyaçlar, artan ihtiyaçların karşısında doğanın kaynaklarının sınırlı olması, sınırlı olan kaynakların adaletli bir paylaşımla dağılmaması, insanlığa sunulan nimetlerin, aç gözlülükle, hunharca ziyan ve israf edilmesi, mevcuttan razı olmama hali, sahip olduğunun kıymetini bilmek yerine, başkalarının sahip olduğuna göz dikilmesi, insanoğlunu amansız bir kavganın kucağına itmiştir. Halbuki bu dünya herkese yetecek şekilde yaratılmıştır.

Kavga yerine uzlaşınıuz

Kanaatsizlik yerine paylaşın

Yok etmek yerine yaşatın

Yaşatmak için gönüllü olun.

Karşılıksız, beklentisiz, şartsız, önyargısız, sadece faydalı olmak adına gönül verin,.

 

SOFRA ADABI

Sofraya besmele ile başlamalı, elhamdülillah ile bitirmelidir. Yemek öncesi ve sonrası eller yıkanmalıdır. Hadiste “ ben kulum kullar gibi yere oturup yerim” buyuruldu. Yerde sağ ayağı dikip sol ayak üstüne oturmak sünnettir ve mideyi küçülterek azla doymayı sağlar. Yine hadiste “sağ el ile yeyiniz, sağ el ile içiniz” buyruldu.

Yemek öncesinde “ fel yenzuril insani ila taamihi” ayetini okuyup, yemeğin yada meyvenin Allah’tan verildiği (rezzak sıfatı), rengi, kokusu, tadı ve helal olup olmadığı konusunda kısa bir tefekkür güzel olur, şükrün uygulaması sayılır. İbadette kuvvet kastı ile yemek de güzeldir.

 

Katı yiyecekleri elle yeme konusuna insanlar tepki veriyorlar, zorlamamak uygun olur. Fakat tek kaptan birlikte yemenin ağız mikroplarının kişiden kişiye geçerek bağışıklık sağladığı ifade edilmektedir. Yani modern olmak her zaman faydalı olmayabiliyor. Masada oturmak da midenin genişlemesine ve çok yemeye yol açtığı hesaba katılmalıdır. “Hastalıkların evi midedir; perhiz ise baş ilaçtır”  buyuruldu.

Sofrada neşeli şeyler konuşulabilir. Hadiste çok yiyeni içeni Allah Teala sevmez buyruldu. Hadisi şerifte “Midenin üçte biri yemeğin için, üçte biri içeceğin için, üçte biri de teneffüs içindir” buyruldu. Ayette “…Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”” buyruldu. Avamın doyduktan sonra yemesi, havvasın doyuncaya kadar yemesi haramdır. Sirke ne güzel yemektir buyruldu.

 

Günahı çok olan su dağıtsın sözü de hadislerde yer aldı. Cebrail Allayhisselama sormuşlar dünyaya kul olarak gelseydin ne iş yapardın demişler. Demiş ki, hayrıma su dağıtırdım. Eşimin babaannesi Eşe Hala da bir testiyi anayolun kenarına koyar ve gelene geçene su ikram edermiş. Kadın bununla takvaya erişmiş.

 

Çeşme yaptırmak sadaka-i cariyeden sayılır.Bir hikaye daha. Halkı bir sofraya oturtup ellerine uzun uzun kaşık vermişler, hadi yiyin demişler. Fakat kolları kaşıkları birbirine çarptığı dönmediği için bir türlü yiyememişler. Bu kez aynı sofraya ahileri oturtup aynı uzun kaşıkları onlara da vermişler. Onlar ise yemeği almış karşısındakinin ağzına uzatmış.

 

MODERN EĞİTİMİN ÜÇ ZAYIF TARAFI

Modern eğitim;

- Bilgi ile bilgi ahlakının arasını ayırdı.

Akılla kalbin,

Duygu ile düşüncenin,

Eylemle bilginin arasını ayırdı.

- Bilenle bilginin arasını ayırdı.

Bu, bilginin üstadsız aşırılabileceğini,

Bilgi ile bilenin arasındaki bağı kopardı.

- Alim ile ahlakın arasını ayırdı.

Alim; ahlak ile bilgiyi sindirmiş olana denir.

Hayata uygulayandan alınır = İlmi ile amil olmak.

 

 

YAŞASIN CEHENNEM

 

Müslüman hikâyesi de şöyle; bir Müslüman bir delikten iki kez ısırılmaz.

 

Bir başka hikaye ise şöyle; dervişin biri eline bir testi su alır ve cehennemi söndürmeye yola koyulur. Derken bir melek elinde bir kamçı ile karşısına çıkar ve sorgusuz sualsiz şaklatır dervişe kamçıyı. Derviş yandım anam der. Ne oldu, ne yaptım ben sana dediyse de bir kamçı daha, arkasından bir kamçı daha deyince derviş dayanamaz ve geri dönüp, yaşasın zalimler için cehennem der.

İşte zalime acımıyorsanız mesele yok. Gerçi onu bile zulmünden alıkoymak da vardır dolaylı olarak.

Konudan konuya geçiyoruz fakat merhametle ilgili olarak şunu da belirtelim. Allah’ın kanunları hep merhamet doludur fakat zalime değil, mazlumadır.  Allah’ın asıl amacı, çoğunluğu düşünmek, hayatı sağlıklı devam ettirmektir. İşte birini diğerine rızık yapmak hayvanların, kısasa kısas insanların dengesidir.

 

Öğrenci arkadaşından dayağı yer, öğretmene şikâyet eder. O da “sen de onu dövseydin ya” der. Meşru müdafa hali neden ceza almaz? Çünkü bal gibi kısasa kısastır aslında. Adam seni vursun, sen daha sonra şikâyet etsene. Böyle şey olur mu? Eline tabancayı alan önüne geleni vursun, sen de devlet olarak onu affedip hafifçe geçiştir. Bunu gören yeni suçlular  devreye girsin. Toplumu duman etsin. Bu nasıl merhamet Allahaşkına?

Batı’lı ülkelerin  fikirlerinin mihenk taşları sakattır. Onların kanununu alırken sorgulamak, bir parola sormak  ve farklılıklarını gündeme getirmek gerekir. Zaten onlar belli farklılıkları kabul de ediyor ve zenginlik sayıyorlar. Fakat nazarımızda putlaşan Batı’ya yaranma isteği çok zarar veriyor. Hadisi Şerifte zikredilen keler (hayvanın)  girdiği delikten girdiği gibi sizde girerek onları taklit edip benzeyeceksiniz öngörüsü çok kötü bir taklit olarak kendi değerlerimizi aşındırmaktadır.

 

RAMAZAN GÖSTERİLERİ

 

Seyircilerin içinde bu hoşur karıya meftuniyet salyalarını akıtan hödükler eksik değil… Kalem efendilerinden çerağ edilmiş eski redingotların uzun kolları içinde parmaklan kaybolmuş, yeni kalıplanmış feslerim kaşlarının üzerine eğmiş, kol kola iki genç odacı yamağı beyninde:

-Ulan İrecep ne bahiyon öyle?

-Senin nene gerek ki. Birah ki baham.

-Ulan eşehliğin lüzumu yoh… Bahacahsan içerde bu karının canlısı var. Gireh te ona bahah…

-O da böyle tombul mu ki?

-İle tombul ki, seninle ikimiz ahan yan yana gelseh yine kucahlayamıyıh.

-Bu karı içerde ne yapıyır ki?

-O, yüksek tahtalığm üstüne çıkıp ta ile zıplıyı, ile bağın ki…

-O, ile zıplarkene senin yüregün hiç depreşmi mi ki?

-Ulan dur ki diyem… Gece uryama giri, beni günaha soki…

 

 

Yollu kırmızı alaca mintanlı, saltalı iki ümmî Anadolulu ağızlar ikişer parmak açık, gözler resme, kulaklar etraftan facia hakkında işitilen tefsirata matuf… Öyle alıklaşıp kalmışlar. Fakat kestirme bir şey anlayamadıklarından gittikçe merakları derinleşiyor. Bu iki Anadoluludan biri nihayet dayanama­yarak kalabalıktan bir zata soruyor:

 

-Bağa bah hemşeri..

- Ne var?

Anadolulu eliyle ilândaki maktul kadın resmini göstererek:

-Bu garıyı bu ahşam burada öldürçehler mi?

-Öldürecekler.

-Seyri gaç para?

-Beş kuruş.

-Üçlüğe göstürtme mi?

Muhatabı bir kahkaha kopararak:

-Belki gösterir, git sor.

 

 

RABBİC’ALNİ DUASI ANLAMI
Rabbi-c’alnî

Mukîmes salâtî

Ve min zürriyyetî.

Rabbenâ ve tekabbel duâ

Rabbimiz! Beni

Namaz kılanlardan eyle

Ve soyumu da.

Rabbimiz dualarımızı kabul et

KUNUT DUALARI ANLAMI
Allahümme innâ nesteıynüke.

Ve nestağfiruke ve nestehdîk.

Ve nü’minü bike ve netûbü ileyk.

Ve netevekkelü aleyk.

Ve nüsnî aleyke’l hayra.

Küllehû neşkürük.

Ve lâ nekfürük.

Ve nahleu ve netrukü

Men yefcürük

Allahım! Bize yardım et,

Bizi affet,doğruluğa ilet,

Sana inanır,Sana tövbe eder,

Sana güveniriz.

Her hayrı Senden bilir,överiz

Sana şükrederiz.

Nankörlük etmeyiz.

Sana isyan edeni terk eder,

Onlara katılmayız.

Allahümme iyyâke na’büdü.

Ve leke nusalli ve nescüdü.

Ve ileyke nes’â.

Ve nahfidü nercû rahmeteke.

Ve nahşâ azâbek.

İnne azâbeke bilküffâri mülhık.

Allahım!Yalnız Sana ibadet eder,

Sana namaz kılar ve secde ederiz.

Sana koşarız.

Senin rahmetini ümit eder,

Azabından korkarız.

Azabın inkarcılara ulaşır.

 

 

 

Allahümme iyyâke na’büdü.

Ve leke nusalli ve nescüdü.

Ve ileyke nes’â.

Ve nahfidü nercû rahmeteke.

Ve nahşâ azâbek.

İnne azâbeke bilküffâri mülhık.

Allahım!Yalnız Sana ibadet eder,

Sana namaz kılar ve secde ederiz.

Sana koşarız.

Senin rahmetini ümit eder,

Azabından korkarız.

Azabın inkarcılara ulaşır.

 

 

ALLAH’TAN KORKMAYAN VALİLER

 

500 tane fakire Valilikteki vakıftan sadece adam başı 150 lira bayram harçlığı verip kendine 3 tirilyona vali konağı yapan ……… Valisine de aynı benzetmeyi yaparak yazıp göndermiştik! Lüks bir otel gibi yapılan vali konağı yasal kurallara tabi olarak yapılmıyor mu? Ödeneği kontrol edilmiyor mu? Bütçede israf yasakken her şey nasıl oluyor da bu şekle bürünüyor?

 

İnsanlar gerçekten Allah’tan korkmuyorlar. İnsanları da takmıyorlar. Kendilerini yüksek görüyorlar.  Fakat onların da başlarını eğeceği bir gün ve yer gelecektir eminim.

 

EKİNLER BU BOYDU

Kırşehir’li eski politikacılardan Osman Bölükbaşı Adana’dan ekibiyle yola çıkmış ve Kırşehir istikametine doğru gelmektedir. Tekir yaylasında bir mola vermişlerdir.  Mola sahibi onun hazır cevap olduğunu duymuştur. Şöyle bir de denemek ister. Ayranları tepsi içinde sunar. Osman bölükbaşı tam ayranları almak üzereyken tepsiyi geri çekiverir. Osman Bölükbaşı’nın eli havada kalır. O da dar ki: “Biz Adana’dan çıktığımızda ekinler bu boydu” der.  Onun gerçekten hazır cevap olduğunu anlar ve özür diler.

 

KİLİSENİN HAÇINA SIKIŞMIŞ MARTI

 

İstanbul’da Tophanede, çalıştığım işyerinin beşinci katında yemekhanede yemek kuyruğundayken yan taraftaki kilisenin tepesine bir martı sıkışmış çıkamıyordu. Arkadaşlara bunu söyledim şunu haber verelim dedim. Kimse oralı olmadı. Kendim kiliseye gittim, kilise kapalıydı.

 

Ertesi gün hayvan aynı yerde çırpınıyordu. Bu kez kilisenin bahçesine girdim. Kimse yoktu. Kimseye sesimi duyuramadım. Üçüncü gün o hayvan orada ölmüştü. Çok üzüldüm. Ankara’ya dönüşte rüyama girdi.

 

Çok suya yanmış bir haldeyken kalkıp su içmeye giderken bana su içirdi ve ben geri döndüm. Daha sonra gagasıyla bağırsaklarımdan günahlarımı tek tek çıkarmaya başladı. Bu işlem günlerce sürdü. Bunu ayni olarak yaşıyordum. O zamanlar Rahmetli Necip Fazıl gibi yeni tevbekar olmuştum ve levvame makamında olduğumu müşahede ediyordum.

 

 

ACI BİBER YİYEN HOROZ

Efendim, eski tarihlerde Bayburtlu ile İspirliler arasında arazi anlaşmazlığı varmış. İki de bir tarla sınırı yüzünden tarla sahipleri kavga edermiş. Tüfeği almadan tarlasına gidemezmiş çiftçiler.

İki tarafın büyükleri ön ayak olmuşlar ve bu işi bir tatlıya bağlayalım demişler. Önce karşılıklı olarak iki tane hakem tespit etmişler. Buranın hakemi karşıya, karşının hakemi buraya gelmiş. Büyükler her iki tarafa da birer horoz görevlendirmişler. Sonra herkes yatacak ve sabah erkenden horoz ötünce hakem yola çıkaracak ulağı demişler.

Aynı hakem o da oradaki horoz ötünce de ulağı yola çıkaracak demişler. Ve iki hakem nerede karşılaşırlarsa orası sınır olacak demişler. Her şey tamamken İspirli akşamdan horoza acı biber yedirmiş. Acı biber yiyen horoz erken ötermiş. Amacı hakemi erken yola çıkarıp daha çok toprak kazanmakmış. Nitekim öyle de olmuş.

İspirdeki horoz acı biber yediği için erkenden ötmüş. Diğer hakemler biraz şüphelendilerse de horozun açıkça öttüğünü gördükleri için bir şey demeden yol ulağını yola çıkarmışlar. İspirli ulak o kadar çok gitmiş ki neredeyse Bayburt’un ışıkları görünür olmuş. Artık ayıp olmasın durayım bari demiş. Zaten her taraf soğuk ve buzmuş. Biraz işemek istemiş. Tam işerken donmuş düşmüş.

En nihayetinde Bayburt’ta horoz ötmüş ve yol ulağını yola çıkarmışlar. O da ne? Bir de ne görsün. Daha Bayburt’tan çıkmadan karşıdan gelen yol ulağının donmuş cesediyle karşılaşmasın mı? Hem de işerken? Çok kızmış ve inadına üstüne işemek istemiş. Üstüne işer işemez sıcaktan İspirli ulağın buzu çözülmüş. Uyanmış.

İspirli Bayburtluya kızsın mı teşekkür mü etsin bilememiş. Bayburtlu İspirliyi sıkıştırmış. Çabuk doğruyu söyle demiş. O da her şeyi anlatmış. Horoza acı biber yedirdiklerini de. Fakat şimdi İspire veya Bayburt’a gidip anlatsalar evvela kendileri rezil olurlarmış. Bu yüzden eski sınır neresi ise orası aynen kalsın demişler. Ve İspire vardıklarında bunu şöyle anlatmışlar.

  • İspirlinin ölüsü ile Bayburtlunun dirisi çizdi bu sınırı.

 

HIRKA

 

Efendimize bir Müslüman hırka örüp hediye eder. Mescide sırtında gören bir başka Müslüman ise beğendiğini söyleyip bana hediye eder misin” der. Efendimiz suratını dahi ekşitmeden sessizce çıkarıp verir.

 

 

BİR BUD

 

Haz. Aişe anlatıyor. “bir gün koyun kesmiş ve bir bud dışında bütün eti dağıtmıştık. Allah’ın elçisi “koyunu ne yaptınız” diye sordu. Ben de bir bud dışında hepsini dağıttığımızı söyledim. “Ey Aişe, demek ki bir bud dışında hepsi bizim oldu” dedi.

 

 

                                                   KİME İNANIYORSUN ?

 

ADAM: Dağdan odun taşımak için bir eşek bulmam lazım… Ama kimse bana eşeğini vermez belki Nasrettin Hoca’nın eşeğini alırım.

KADIN: Kapı çalınıyor hoca efendi. Gidip baksana

HOCA: Kapıya ben bakacakmışım.. bu kadın ne işe yarar bilmem ki ?

ADAM: Merhaba hocam, senden bir isteğim vardı.

HOCA: Çekinme komşu isteğin nedir,söyle.

ADAM: Dağdan odun, taşıyacağım hocam , bugünlük eşeğini bana ver işimi göreyim.

  • Hoca kötü komşusuna ne cevap vereceğini düşünürken kapı aralığından karısının sesini duyar.

    KADIN: Efendi , o yalancının tekidir ,sakın eşeği verme ha.!

    HOCA: Benim eşek burada değil komşu. Değirmene buğdaya gönderdim. Ne zaman gelir belli olmaz.

    - Tam o sıra da eşşek ;     … Aiiii Aiii

    ADAM: Hani eşek burada değildi hocam. Bak işte sesi geliyor.

    HOCA: Ne münasebetsiz adamsın komşum, bana mı inanıyorsun yoksa, eşşeğe mi ?

     

     

                                                 BEN DE KAYBOLURDUM

    Hoca birgün eşeğini yanına alıp ormana odun toplamaya gitti.

    HOCA: Dur bakalım bozoğlan , burası tam aradığım gibi… Ben odun keserken sende güzelce otlan ama buradan ayrılma tamam mı…

    HOCA: İşte şu kuru dallar işime yarar.

  • Yalnız , kalan eşek otlanırken gözleri bir sincaba takılır. Onun peşinden koşup gider.

     

    HOCA: Bu kadar odun yeter artık geri döneyim.

  • Hoca eşeğini bıraktığı yere gelince ,onu görememez.

    HOCA: Bozoğlan ortada yok, nereye gitti bu ?

    HOCA: Bozoğlaaaan neredesin !? çık ortaya Allah… Allah.. Bu eşek nereye kayboldu yahu! Burada beni beklemesini söylemiştim ona…

  • Hoca yalnız başına köye döner.

    ADAM1: Şuraya bakın Nasrettin Hoca ormandan eli boş dönüyor.

     

    ADAM2: Çok da telaşlı bir hali var…

    ADAM1: Hayrola hocam , nedir bu halin ? Yoksa bir şey mi oldu ?

    HOCA: Sormayın dostlar, ormanda eşeğimi kaybettim… Ama buna da şükür…

    ADAM1: Hem eşşeğin kayboldu, hem şükrediyorsun.. Bu nasıl iş hocam ?

    HOCA: A benim akılsız komşum, ya ben de eşeğin sırtında olsaydım , halim nice olurdu düşünsene , ben de kaybolmaz mıydım ?

     

     

                                                                 GÖÇ

    Güzel bir yaz gecesi.. Nasrettin Hoca’ nın hanımı, annesinin evine gitmiş. O da ev de yalnız kalmıştı.

    HOCA: Hanım yokken şöyle rahat bir uyku çekeyim.

  • Hoca, tam uykuya dalacaktı ki  duyduğu gürültü ile yerinden doğruldu.

    HOCA: Allah… Allah… Bu seslerde ne ola ki ? Aşağıda birileri var galiba , gidip bir bakayım

  • Hoca ayaklarının ucuna basarak sessizce aşağı iner.

    HOCA: Amanın!.. Eve hırsızlar dolmuş… ne var ne yok topluyorlar…

    HIRSIZ1: Yavaş olsana hoca’ yı uyandırcaksın..

    HIRSIZ2: Ortalıkta ne varsa topladık, artık gidelim.

    HIRSIZ1: Dur hele, bir de yukarı bakalım.

    HOCA: Anlaşılan bunların evde hiçbir şey bırakmaya niyeti yok… Onlara karışmayayımda işlerini rahatca yapsınlar…

    HOCA: İşini biliyor hınzır..

  • Hırsız , hocanın uyuduğu yataktan başka , odada ne varsa topladı.

    HIRSIZ1: Artık burada işim kalmadı, hadi eyvallah hoca, sana iyi uykular.

    HOCA: İşini bitirdi gidiyor , onlar fazla uzaklaşmadan ben de acele edeyim…

     

  • Hoca hemen yatağını toplayıp denk yaptı.

    HOCA: Tamam oldu işte şimdi hırsızlara yetişeyim. Dengi omuzuna attığı gibi hırsızların peşine düştü.

  • Hırsızlar önde hoca arkada bir süre yürürler. Nihayet hırsızlar bir kapı önünde dururlar, içeri girecekleri sırada hoca’ da onlara yetişir.

    HIRSIZ2: Hayrola hocam, burada ne işin var ?

    HOCA: Ne işim olacak canım biz bu eve taşınmadık mı? Son eşyayı da ben getirdim işte, yalnız haberiniz olsun , size verecek hamal param yok…

     

     

     

                                                           TARİFİ BENDE

    KADIN: Hoca efendi, bir çiğer al da güzel bir yahni yapayım…

    HOCA: İyi de hanım sen yahni yapmasını bilmezsin ki…

    KADIN: Ahçıya uğra, yahninin tarifini al…

  • Hoca kasaba gider bir ciğer alır…

    KASAP: Buyur hocam.

    HOCA: Ciğeri aldım. Gidip tarifini de ahçıdan alayım…

    HOCA: Ahçı başı, bu ciğer yahnisi nasıl pişer, bana tarifini versene…

    AHÇI: Olur hocam…

    HOCA: Bu iş tamam , ahçıdan tarifi de aldım , artık iş hanıma kaldı. Bunları ona götüreyim de akşam güzel bir yahni yapsın…

  • Fakat bir caylak hoca’ nın elindeki ciğeri kaptığı gibi havalandı.

    HOCA: Vay hınzır kuş vay !. Başka av bulamadın mı ? uğursuz çaylak çaldığın ciğer ne işe yarar, ağız tadıyla yiyemezsin ki… Nasıl olsa yahninin tarifesi ben de…

     

GÜZEL VE GÜZELİM SÖZLER

(Tecrübe yakut kadar kıymetli olduğu halde hiç de o kadar pahalıya satılmaz.. işte ayağınıza döktük binlercesini ve bedavaya..)

 

Çok gülmek kalbi öldürür ve yoksulluğa sebep olur. Hz. Muhammed

Gençleri bırakınız dünyayı hayal ettikleri gibi görsünler, büyüyünce nasıl olsa olduğu gibi
göreceklerdir. Voltarie

Gerçeğe ancak tek yoldan gidilir, ama ondan uzaklaştıran binlerce yol vardır.

La Bruyere

Tanrı size bir yüz vermiş, bir tane de siz eklemeyin. William Shakespeare

Gülerek günah işleyen ağlayarak cehenneme girer. Hz. Muhammed

Günahtan sakınmak tövbe ile uğraşmaktan daha kolaydır. Hz. Ömer

Güzellik müthiş bir kudret, gülümseme ise onun kılıcıdır. Charles Reade

Güzelle iyinin arasında bir fark vardır. İyinin ispatlanmaya ihtiyacı vardır.Güzel ise
güzeldir. Ninon De Lenclas

Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir. Balliers

 

ÖRNEK ÖĞRENCİ KİŞİLİKLERİ

Birinci sınıftan beri beraberiz. Biraz konuşmakta zorlansa da çok güzel türkü söylüyor. Çok çalışıyor ve kendine güveniyor. Yardım sever, şakacı, birazda asabi. Sınıfın hepsi onu seviyor. Hasan’ı türküleriyle baş başa bırakıp, hayatta başarılı olmasını diliyoruz.

 

ÖĞRENCİ SLOGANLARI

BENİM SLOGANIM:Kimseden kopya çekme aklını kullan.

BENİM SLOGANIM:Kimseden kopya çekme, geleceğini rahatla bekle

BENİM SLOGANIM: Bugünün tohumu, yarının ağacıdır.

 

ŞİİR

Sen  Vardın

Seni sevdim

Bir vakit gider dedim

Sardı bedenim

Herşeyim

Herşeyim dedim

Herşeyimle sevdim

Ben bittim

Beni attım

Seni andım

Seni buldum

Seninle oldum

Herşeyim sen oldun

Ben yoktum

Sen kaldın

Zaten hep

Sen vardın…

 

 

BİLMECELER   BULMACALAR Filler yolda nasıl giderler?

  • Büyükten küçüğe

     

  • Fil manken olursa ne yapar?
  • Defile podyumunu çökertir

     

  • Fil nasıl avlanır?
  • Dişleri ile

     

  • Fil müzisyen olunca nerede çalışır?
  • Timur’un ordusunun önünde

     

  • Fil düşerse ne olur?
  • Düşmüş olur

     

  • Fil akılsızı ne yapar?
  • Yatacağı yere işer

     

  • Filler uçsalardı nasıl uçarlardı?
  • Otuz tane paraşütle

     

  • Yeşil file ne derler?
  • Filli boya

     

  • Fil hangi dansı sever?
  • Fille dans olmaz

     

  • Fil etinin en güzel yeri neresidir?
  • Fil eti yenmez

     

  • Asker Temel’e tren istasyonunu kullanılmaz hale getir emri vermiş. Temel ne yapmış?
  • Bütün koltuklara işemiş.

 

 

ahi kul ahmed

 

 

5 Mart 2014
Okunma
bosluk

Kunduradaki altınlar ( Tarihi Bir Hikaye )

 

 

Ali , 10-12 yaşlarında fakir bir çocuktu. Kadıköy’de bir Bulgar tüccarın yanında çırak olarak çalışıyordu. Zemherinin en soğuk günlerinden biriydi. Küçük Ali  buz üstünde hem de yalın ayak eve su taşıyordu. Onun bu halini seyreden dul ve fakir bir kadının içi cızz etti. Kocasından kalan hatıra bir çift eski kundurayı çocuğa verdi ve evladım giy bunları da ayakların üşümesin dedi.

 

 

Aradan yıllar geçti. Küçük Ali büyüdü, eğitim gördü ve iyi bir mesleğe sahip oldu. Günlerden bir gün artık çok  yaşlanmış olan o dul kadının kapısı çalındı. Kapıyı açtığında eşiğe bir paketin bırakıldığını gördü. Kadın paketi açtığında gözlerine inanamadı. Pakette o bir çift eski kundura vardı ama içi altın doluydu ve bir de küçük bir kağıt parçası:

 

 

“Anacığım! Bir zamanlar acıyıp da buzdan donmuş çıplak ayaklarına giydirdiğin kunduralarla sahip çıktığın, merhamet ettiğin çocuk sana borcunu ödemeye çalışıyor. Lütfen kabul ediniz.”

 

 

Yazıda imza yoktu. Fakat, imzasız yazının Osmanlı devlet-i aliyesinin kaptanı-deryası (Deniz kuvvetleri komutanı) Hanya Fatihi Silahtar Yusuf Paşa’ya ait olduğunu yıllar sonra tarihçiler arşiv belgelerinden ortaya çıkaracaktı.

 

 

“  buğday eken arpa biçmez”

5 Mart 2014
Okunma
bosluk

Yavuz Sultan Selim Han’ın Lokumları ( Tarihi bir Hikaye )

 

 

Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın günü pek çokmuş. Vara vara varmak, varınca tebessüm etmek, ele güne güzel görünmek ve dahi girerken destur eylemek adaptanmış.

 

Osmanlı ülkesinin başında Yavuz Selim Han adlı bir padişahı varmış. Mizacı sert mi sertmiş. Ona vezir dayanmazmış. Harbe giderken kar yağarken bile yakasını kapatmazmış. O kapatmayınca asker de kapatmazmış. Askerler bu yaka kapatma meselesini padişaha söylemesi için veziri azamdan istemişler. Veziri azamın kellesi anında gitmiş.

 

Bir de İran ülkesi varmış. İran ülkesinin şahı varmış ki Osmanlı ile sürekli rekabet edermiş. Bir taraftan da kendi ülkesinin dini inanışını Osmanlı ülkesine yaymak istermiş. Şia denilen mezhebleri İslam’a aykırı çok şeyi bünyesinde barındırıyormuş. İşin aslı şah İsmail’de Türk asıllıymış. İki Türkün rekabeti üzülerek gittikçe artıyormuş. Osmanlı’nın dini tarikatı Hanefi mezhebi imiş ki İslam’a uygun 4 mezhepten biriymiş. Uygulaması da çok kolaymış.

 

Bu tarikatlar savaşı gittikçe kızışıyormuş. Neredeyse doğu Anadolu elden gidecekmiş. Çünkü insanlar devletten önce tarikat liderlerini dinlerlermiş. Yavuz Sultan Selim Han artık doğu üzerine sefer yapmaya karar vermiş. Amacı bu yanlış tarikatın etkisini azaltmak imiş. Bunun için de bu devletin başı olan Şah İsmail’i ortadan kaldırması gerekiyormuş. Tam yola çıkarken Şah İsmail’den bir mektup ve bir sandık hediye gelmiş. Padişahın huzurunda sandığı açmışlar. İçinde onlarca kat sargı varmış.

 

Artık en son sargıya kadar açmışlar. Bir de ne görsünler en son sargıda bir pislik ve yanında bir mektup var. Mektupta şöyle yazıyormuş “bunu ye”.  Padişah bu pisliği ve yazıyı görüp duyunca gayet sakin sakin etrafındakilere şöyle demiş. Sizde bir sandık hazırlayın ve en tabanına bir paket lokum koyun ve yanına da “Herkes yediğinden ikram eder” diye yazılı bir mektup koyun der. Derken bu mektup ulaştığında Şah İsmail küplere biner. Morali bozulmuştur. Artık yürüyüş vaktidir. Herkese bağırıp çağırmaktadır. Gerginlik orduya yansımıştır.

 

Yavuz Sultan Selim Han kış kıyamet dememiş doğudaki tabii sınırlara kadar varmıştır. Şah İsmail ise kazanacağından emin olarak eşlerinin ve tahtini da savaş alanına getirmiştir. Derken savaş başlar. Asker padişahlarını yanında görürse morali yüksek olmaktadır. Yavuz Sultan Selim gerçek bir askerdir. Savaşta ön saflarda o da çarpışmaktadır. Askere şu taktiği vermiştir.

 

“Merkezden saldırıyor gibi yapıp sonra geri çekilin. Sağ ve sol kanatlarla da sararak çembere alıp derslerini verin.” Der. Çok geçmeden çembere girmekte olduğunu gören Şah İsmail bütün tahtını tacını bırakıp kaçar. Akşam olduğunda iki Türkün savaşının galibi Yavuz Sultan Selimdir. Savaş ganimetleri arasında İran Şahının tahtı, tacı, hazinesi de vardır. Bu hazineler ve tahtlar taçlar halen İstanbul’daki Topkapı müzesinde sergilenmektedir.

 

Yavuz Sultan Selim Han asıl amacı şia mezhebini Anadolu’dan uzak tutmaktır ve bunu başarmıştır. Fakat buna rağmen İran’ın Tebriz bölgesinde çok sayıda Türk yaşamaktadır.

 

 

aşık ahi kul ahmede nasib oldu.

25 Şubat 2014
Okunma
bosluk

Bitmeyen aşk ( İnsan sevince beraberdir ) ( Öykü )

 

 

Sema küçük bir çocuktu. Henüz 10 yaşındaydı. Sınıf arkadaşı Mehmetin kendine ilgi duyduğunu görüyor ve hissediyordu. Fakat bir gün nasıl olsa beni sevdiğini söyler diye bekliyordu. Derken yıllar birbirinii kovalıyordu. Liseye geçmişlerdi. Hala Mehmet’den bir kıpraşma yoktu. Gelir ders notlarını benden alır uzun uzun gözlerime bakardı. İçimden haydi söyle, şimdi söyle diye haykırır dururdum. Fakat nafile. O sürekli yeni bir konuya geçerek konuşmayı uzatmak isterdi. Aslında bu çok güzel bir davranıştı. İlgisi de giderek artıyordu. Fakat bazen ayrılırken gözlerinin dolduğunu hissederdim.

 

Bir gün onu kıskandırmaya karar verdim. Sınıftan başka bir arkadaşa ilgi duyduğumu ona da hissettirdim. Fakat o birdenbire ilgisini kesti. Hiçbir ders notu almaz oldu. Konuşurken de birkaç cümle ile cevap verip kaçmaya çalışır oldu. Bu tavır hiç de fena değildi. Kıskandığını belli etmişti. Fakat yine bir atak yapmıyordu. Oysa ilgi duyduğum çocuk peşimi bırakmıyordu bu kez. Onun adı Safa idi. Derken lise bitti ve Üniversite hayatı başladı. Aynı zamanda komşu da olmamıza rağmen hala beni sevdiğini ve istediğini söyleyemiyordu.

 

Bir gün yalnız kaldığımız bir anda öptüm onu. Bir anda çocuklar gibi oldu ve gözlerinin içi parladı. Hala aşkıma cevap vermiyordu. Üniversite biter bitmez Safa bana evlenme teklif etti. Bu teklifi Mehmet’e duyurup ondan son bir sevme cevabı bekliyordum. Ama nafile o yine benim onu öpmemi bekliyordu. Ama bu doğru bir yaklaşım değildi. Onun beni sevdiğini biliyordum ama evlenme teklifini de ben yapacak değildim ya.

 

Fakat o, benden habersiz Safa’ya gidip onun beni sevip sevmediğini sormuş. Safa da ona: “O beni sevdiği için bende onu seviyorum” demiş. Aslında bu Mehmet için iki türlü anlaşılması gereken bir cevap gibi görünüyordu. Birincisi benim sevmemin öncelikli olmasıydı. Ben, sevgimi en çok Mehmet’e de gösteriyordum zaten. Fakat o, bundan bir sonuç çıkarmıyordu Safa gibi. Neden böyleydi diye çok düşündüm. En son şöyle bir kanıya vardım. O evlenirse beni mutlu edemem diye korkacak kadar fazla seviyordu. Bu korku onu bana karşı bir atak yapmaktan alıkoyuyordu. Ben de bu istekliliği devam ettiremeyince her şey olduğu gibi kalıyordu.

 

İkinci olarak Safa’nın beni sevmesinden onun yerinde olmak istemesi de beni mutluluk ve gururla önemsemesinden geliyordu. Sanıyorum benim Safa ile mutlu olacağıma inanmış olmalı ki bu Sefa’nın evlenme teklifine fazla itiraz etmemişti.

 

Aradan yıllar geçti. İki oğlum olmuştu. Derken onları da tam evlendirmiştim ki Mehmet’in hiç evlenmediği haberini aldım. Hemencecik de onun evini bulup konuşmaya karar verdim. Elimdeki adres doğruydu. Büyük oğlum Murat beni bu adrese uçarak götüreceğini söylüyordu. Neden “uçarak” demişti hiç anlamamıştım. Sanki oğlum durumu biliyor gibiydi. Giderken de çok hızlı sürüyordu arabasını. Çok sürmedi bir kaza yaptık.

 

Sadece ben ağır yaralı idim. Hemen ambulans geldi ve yakın bir hastaneye taşıdı beni. Hastane de yatarken eşim Safa ziyaret sırasında bana o elimdeki adresi sordu. Kağıtta adres vardı ama isim yoktu. O da merak etmişti bu adrese neden hızlı gittiğimizi. Artık saklamanın bir anlamı yoktu. “Mehmet’in adresi “ deyiverdim.

 

Ertesi gün ziyaret saatinde Mehmet ziyaretime gelmişti. Fakat her gün gelen Safa bu kez yoktu. Sonra Mehmet nasıl duymuştu benim kaza yapıp hastanede yattığımı. Bunu anlamak zor değildi. Bu durumu Mehmet’in adresine giderek ona durumu söylemiş ve nasıl olsa Mehmet ziyaretime gelir diye Safa gelmemiş olmalıydı.

 

Gerçekten bu asil bir davranıştı. Mehmet geldiğinde yine o eskisi gibi gözlerini içi parlıyordu. Gelir gelmez bana sarılmış hatta yanaklarımdan şapır şapır öpmüştü. Daha bir iki hal hatır sormaya kalmamıştı ki “Biliyor musun seni çok seviyorum” deyivermişti. Şaşırmakla beraber “Biraz geç olmadı mı?” demek zorunda kaldım. O tekrar şöyle dedi. “Hayır geç olmadı. Anca seni mutlu edebileceğime inandım. Ve seni Allah’dan istedim. O da göndermedi ama getirdi. Gerçekten sana gelmem gerekiyordu. Ama gelemedim. Ve seni seviyorum diyemedim. Şimdi geldim yani seni sevdiğimi gelerek söyledim.”

 

Aradan bir ay geçer. Mehmet her gün ziyarete gelmiştir. Safa ise o ikisine görünmemek için ziyaret saati dışında kaçamak yaparak geliyordu.    

 

Müzmin bekar Mehmet’in getirdiği yemekler bir harikaydı. O bunları yaparken bile beni sevdiğini söyleyerek yaptığını söylüyordu. Bu bir ay su gibi geçti. Durumum hiç de iyi değildi. Vadem yetmek üzereydi. Artık ahiret hayatı başlamıştı. Dışarıdan beni kimse hissetmiyordu ama ben her şeyi görüyordum. Mezara indikten sonra herkes dua ederek ve toprak atarak gitmişti. Fakat Mehmet hala oradaydı. İmam ona artık buradan ayrılıp dünya hayatına dönmesi gerektiğini söylüyordu. Mehmet ise “biliyor musunuz onu çok seviyordum” diyordu. Gözyaşıyla geçen şu yeni bir ay bitiminde ise Mehmet abdest alırken yüksek tansiyon nedeniyle yüz üstü düşmüştü.

 

Artık oğullar eşler ve torunlar iki yan yana mezarı ziyaret ederken dualarını ikisinden de eksik etmiyorlardı.

Safa da…

 

25 Şubat 2014
Okunma
bosluk

İki dirhem bir çekirdek ( Bir demirci çırağının öyküsü )

 

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır  sallar iken, babamın kaptı maşayı, anam kaptı kaşağıyı, şu köşe yazı köşesi, bu köşe kış köşesi derken sabah oldu erken, bir demirci çırağı gün ışığında ilk yola çıkanlardanmış.

 

Bu çırağın adı Çerağ imiş. O erken kalkar ve “Ya Nasib” dermiş. Kimseler bilmezmiş ya nasib ne demekmiş. Erkenden işinin başında olurmuş olmasına ama sabah namazını kılmayı da hiç ihmal etmezmiş. Özellikle sabah namazındaki duası: “Allahım Rahmanım, Sübhanım, Sultanım, Zül Celalim Ya Rabbi Ümmeti Muhammed” diye dua edermiş. Kendine ise hiç dua etmezmiş. O duadan, yani bir buçuk milyar Müslümana ulaşandan kendine ne düşerse ona razı olurmuş. Bu yalnızca Çerağ çırakın kalbine verilmiş bir dua imiş. Ama o bu duayı her akşam 100 adet zikir olarak çekermiş. Bu onun ümmeti Muhammedi çok sevmesindenmiş. Bu merhameti yine Allahtan bilerek kibirli olmamak için her yüzde “Ya Rabbi, bu merhamet sendendir” dermiş ve bir miktar da estağfirullah dermiş. tevazu için.

 

O ibadeti kadar işine de çok düşkünmüş. Sabah erken dükkanı açar açmaz yapılacak işlerin demirlerini hazırlar, ocağa kömürü yerleştirir, ortalığı süpürür, camları siler dükkanın önüne tozmasın diye su serperek süpürürmüş.

 

Eski zamanın atları ve eşeklerini yerini artık şehir hayatı alıyormuş. Bu yüzden demircilerin işleri gittikçe azalıyormuş. O güzelim meyve bahçelereninin yerini iki katlı konaklar alıyormuş. Bu yüzden ağaç budama makasına bile ihtiyaç duyulmaz olmuş. Bir taraftan da atlara ve eşeklere nal yapmaz olmuşlar. Bu yüzden ustası, çerağ’a çok az bir ücret verebiliyormuş. Ustası onun harçlığını verirken “al bakalım, iki dirhem bir çekirdek” dermiş. İşin aslı bir dirhem 5 kuruşa denkmiş. O da iki dirhemin 10 kuruş olduğunu anlıyormuş ama bir çekirdek ne demek bunu bilmiyormuş.

 

Onların işleri azaldığı için Çerağ artan demirlerden küçük atlar, kızlara oyuncaklar yapar olmuş. Her işi olana da bunlardan birer tane hediye eder olmuş.

 

Bir gün veziri azamın yolu bu taraflara düşmüş. Tam geçerken pencerede dizili maketleri görmüş. Hemen içeri girip beğendiklerini fiyatını sorunca Çerağ cevap verir.

-Efendim bunların fiyatı yoktur. Değeri vardır. Kim değerini bilirse onundur. Vezir sorar.

-Peki değerini nasıl bilebilirim?

-İhtiyacınıza çok bedel ödeyerek

-Nasıl yani?

-Mesela evinizde bir çocuğunuz olmalı ve onu dövmeden çok sevmelisiniz. Eğer böyle olursa fiyatı iki dirhem bir çekirdek olur.

-İki dirhem belli ama bir çekirdek ne demek.

-Onu ustam bilir

-Usta, sen ne dersin bu işe.

-Ben çırağıma haftalık iki dirhem bir çekirdek veririm. Bir çekirdeğin anlamı berekettir. Yani aldığı ücretin bereketini beraberinde vermek içindir. Çekirdeğin yuvarlak oluşu Allah’ın cennette ay gibi parlayacağının, çekirdekler yaratılan mahlukatın çokluğunu ifade eder. İşte çırağım da sizden bereketini beraberinde istiyor. Eğer bir çekirdeğiniz yoksa bir iyilik dileğinde ona dua edin. Bu da yeter.

 

Vezir bu anlatılanlardan çok duygulanır ve ordunun bir kısım kılıç ihtiyacını yapmaları içi rıza eder. Usta da Çerağ’da yine bir çekirdek derler. Çünkü iki şirk olur.

 

Çerağ bir gün gelir rüyasında göklere çıkarılır. Ellerini kaldırır ve yay gibi olur. Tam o sırada karşısına bir kuşak gelir. Nurdandır ve o da yay gibi olmuştur. O ona o ona bakışırlar. Kuşağın iradesi vardır adeta konuşur gibi durmaktadır. Kuşak birden bire hızla Çerağ’a doğru gelir ve ayak tırnaklarından girip ellerinin ucundan ve saçlarının telinden çıkar. Hemen arkasından her taraftan gelen bir sesle melekler “Bu sağlıktı” derler. Çünkü o her gün ümmeti Muhammede dua etmektedir. Hem de kendine dua etmeden. Şimdi ise bu kılıç siparişleri için sağlığa ihtiyaç vardır.

 

 

Böylece anlaşıldı ki bu dünyada iş yaparken bu dünyanın sahibini de hesaba katmak gerekiyor.

Ve dahi kıçınızı kurtarmak için başkasını önce düşünmeniz gerekiyor.

Ve dahi, bir eşeğimiz olsun istiyorsanız komşumuza iki eşeği olsun diye dua etmeniz gerekiyor. Vesselam.

 

 

aşık ahi kul ahmede nasib oldu

25 Şubat 2014
Okunma
bosluk

Vaz geçtim (Nasrettin hoca fıkrası)

YÜK BORCU

                                       BEN YÜKTEN VAZ GEÇTİM

-Nasrettin Hoca bir gün pazardan alış veriş yapar.

Hoca : Bu yük bizim eve gidecek. Haydi sırtlan da peşimden gel…

-Nasrettin Hoca önde hamal arkasında, evin yolunu tutarlar.

Bu arada hırsız, hocaya çaktırmadan küfeyi kaçırır.

Hoca : Bak işte geldik. Bizim ev burası. Artık yükü bırakabilirsin. hoca arkasına bakınca hırsızın kaçtığını anlar.-Aaa! hamal ortalıktan kaybolmuş.

-Hocanın  hanımı pencereden seslenir.

Hocanın Hanımı : Ne oldu efendi? Orada ne aranıp duruyorsun?

-Hoca pencereye doğru bakarak

Hoca :  Hamalla buraya yük getiriyordum. Ama adam ortalıktan kayboldu. Onu arıyorum.

-On beş gün sonra…Hoca o eski hamalla arkadaşıyla konuşurken karşılaşır.

Hoca : -Aaa! bu bizim hamal sırtında da hala benim yük var…

-Hoca bir anda hamaldan ve adamdan kaçmaya başlar.

-Ahbabı hocanın peşinden yetişip sorar.

Ahbabı : Mademki hamalı buldun hoca, ne diye yükünü istemedin neden kaçtın?

Hoca : Bırak Allah aşkına! Ben yükten falan vaz geçtim. Ya, on beş gündür senin yükünü taşıyorum ver bakalım paramı deseydi, ne yapardım?

21 Şubat 2014
Okunma
bosluk

Aşkın Dalı (Öykü)

Delikanlı her gün bir mektup ya da kart atıyordu sevgilisine. Oysa o da bu genci seviyordu. O göndermese de bir şey, genç adam göndermeye hala devam ediyordu. Her gün bir küçük çiçek alır ve sahilde iki kişi olarak sevinçle yürürdü.

 

Her günü böyle başlardı. Maaşının neredeyse yarısını çiçekçiyle postaya veriyordu.

 

Her gün sahildeki banka gelir ve beklerdi. Beş dakika, on dakika, yarım saat, artık işini bile umursamıyordu. Neden gelmiyordu sevgilisi. Olsun, o bu aşka sadakatle bağlıydı. Sevgilisi gelmeyince de artık o beklemekten zevk alır hale gelmişti.

 

Randevu saati yaklaştıkça kalbi daha çok atar olmuştu. Bu onun sevgisinin hiç azalmadığını gösteriyordu. Ama sevgili bir türlü de gelmiyordu. Aldığı güllerin üstü ıslak ıslaktı. Sanki onlar da bu aşka ağlıyorlardı. Her sabah denizi buğulu buğulu gözlerdi. Bir taraftan da bu buğunun neden her gün olduğunu düşünmek bile istemezdi. O, burada oturduğunda ancak gözlüklerinin buğulandığını fark eder ve silmesem mi acaba diye kendi kendine sorardı. Çünkü her silmede mazisi silinmiş gibi oluyor ve sevgisinin de azalacağından korkuyordu.

 

Derken “Biliyorum bu gene gelmeyecek” dedi ve artık ona gitmeye karar verdi. Artık sahile sırtını döndü ve karaya doğru yürüdü. Doğru muydu bu. Bir kucaklaşmak mıydı deniz kıyısında dalgaların karaya kavuşması gibi.  Toprakla sahil her dalgada kucaklaşıyorlardı ona göre. Yıllardır sahilde  yürümesi bu kavuşmaya şahit olmasındandı. Ne büyük bir güzellikti. Kucak kucağa… Ne hasretlik ne randevu hep ama hep beraber yaşamak.Kucak kucağa.. Biz de böyle olur muyuz derken önüne çıkan ilk çeşmeden bir abdest alıp Rabbini de hatırlamak istedi.

 

Tam ayaklarını yıkarken tansiyonu fırladı ve yüz üstü biriken sulara yapıştı. Her şey oracıkta olup bitmişti. Hem sevgilisine hem de Rabbine birlikte kavuşmuştu. Üzerinde kimlik yoktu. Kimse onun kim olduğunu bilmiyordu.

 

Sadece oranın bekçisi belediye yetkilisine şunları söyledi. “Bu şahıs şu mezarı, her ay yeni çıktığında gelir ziyaret ederdi. Bu yaklaşık 10 yıldır böyle dedi.” Belediye yetkilileri her ikisini de araştırırlarsa da bulamadılar izlerini. Ve bu mezarın yanına bu şahsı defnetmeyi uygun göndüler. Yan yana. Bekçi her ikisinin üstüne gül dikmeyi ihmal etmedi.

 

Ve bu bekçinin duaları hep ikisine birden oldu. Emekli oluncaya kadar bu böyle sürdü gitti. Artık kimsesi kalmayanlara Müslümanların ettiği dualardan bir kısmet geliyordu. Tanımak ya da tanımamak fark etmiyordu. Bitmeyen aşk gerçek dosttan âri devam eder olmuştu…Bu dost aşkın dalı idi. Kesretten vahdete…

 

Dost dosta değil dosttan dosta bakar

Alır rahmet döner halka nur saçar

Yad ellerde sallanır da dost arar

Dost bilip de gördüğünden kul ister

 

 

aşık ahi kul ahmede nasibdir.

21 Şubat 2014
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma