BORSA CAİZ MİDİR?

Soru: Borsa caizmidir ?Cevap: Öncelikle Borsa hakkında net olarak şu cevabı verelim: Günümüz şartlarında borsa caiz değildir.

Maalesef borsa meselesi hemen hemen her radyo programımızda dile getirilmekte ve her defasında cevabımız aynı olduğu halde bu suâlde ısrar edilmektedir. Sanırım borsa meselesinde ısrarcı olanlar bizden şöyle bir cevap beklemektedirler:

“Borsada hissesi satışa arz edilen şirketlerin yaptıkları faaliyetler meşru ise bu firmaların hisse senetlerini borsada almak caiz, yok eğer faaliyetleri dinen meşru değilse bunların hisse senetlerini almak caiz değildir.”

Böyle bir cevap her ne kadar teorik olarak doğru olsa da uygulamada günümüz borsasıyla örtüşmediğinden bu şekilde verilecek cevap kanaatimizce doğru olmayacaktır.

Şunu ifade etmek isteriz ki borsa da sadece hisse senedi alınıp satılmamaktadır. Bunun için meseleye sadece bu yönden bakmak ( yani hisse senediyle herhangi bir şirkete ortak olma boyutuyla bakmak) doğru değildir.

Borsada alıp satılan kıymet ifade eden evraklar genel olarak 4 kısma ayrılmaktadır.

1-Devlet veya şirket tahvilleri.

2-Hazine bonoları.

3-İntifa senetleri.

4-Hisse senetleri.

Devlet veya Şirket tahvilleri: Bunlar genel olarak devletin yüksek faiz ve belli vadelerle kendi garantisinde piyasaya sürdüğü kıymet ifade eden evraklardır. Tahvil sahibinin alacağı yıllık faiz bu evrak vasıtasıyla belirtilmiştir. Bu evrakı satın alan kişi (şirket tahvilinde) şirketin genel kuruluna katılma veya şirket bilânçosunu tetkik etme gibi herhangi bir hakka sahip değildir. Sadece bu kişi, belirtilen aylık veya yıllık faizini alır.

Hazine bonosu: Bütçe açıklarını kapatmak için devletin kısa vadede vatandaşından borç para almasıdır. Bonoların satışında, tıpkı tahvillerde olduğu gibi 3ay, 6ay ve 1 sene sonra ne kadar faiz verileceği tayin edilir. Hazine bonosu ile tahvilarasındaki en belirgin fark şudur: Hazine bonosu en çok 1 yıl vadeli olurken, devlet tahvilleri ise 1 yıldan uzun vadeli de olabilir. Bunun yanı sıra hazine bonosunu satın alan kimse bu bonoyu herhangi bir resmi işte teminat olarak da kullanılabilir.

İslam Fıkhı açısından tahvil ve hazine bonolarına baktığımızda, sahibine önceden belirlenen miktarda sabit bir faiz geliri temin eden bir borç senedi olduğunu görürüz. Bunun için getirisi hangi oranda olursa olsun bu tip evrakları bir yatırım aracı olarak kullanmak dinimizin yasakladığı faiz olduğundan, caiz olmadığı bir gerçektir. Medyada din adına konuşan bazıları, her ne kadar bu tip evrakları, devletin alıp satmasından dolayı, devletin vatandaşına yardımı olarak telakki etseler de; mahiyetine baktığımızda bu görüşün doğru olmayıp İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu anlamaktayız. Zira faiz muamelesi ister devlet eliyle, ister şahıs eliyle, ister enflasyon oranında, isterse bu orandan fazla olsun faizdir, yani dinen yasaktır.

İntifa senedi: Bu tip senetler hakkında yapmış olduğumuz araştırmalarda, farklı tariflerin ve sonuçların olduğunu müşahede etmekteyiz. Ekonomistlerin bazıları intifa senedini şu şekilde tarif etmişlerdir: Şirket genel kurulunun alacağı kararla bazı kimselere çeşitli hizmetler sağlayan ve alacak karşılığı olarak kuruluştan sonra verilen ve sermaye payını temsil etmeyen hisse senetleridir.

Diğerlerinin tarifleri ise şu şekildedir: Ortaklığın devamı sırasında hisse senetlerinin ödenmesi, yani bedelinin geri verilmesi halinde, senet sahibi, senedin üzerinde yazılı olan değerini geri alır ve kendisine yeni bir senet verilir, işte bu senet intifa senedidir. Buna göre intifa senedi tıpkı sermayeyi temsil eden hisse senedi gibi sahibine ortaklık, genel kurul toplantılarına katılma hakkı verir. Kendisine sermaye payı geri verildiği için kâr payı isteyemez. Şu kadar var ki bu senet sahibi, sâfî kârın miktarına göre değişen temettü dağıtımında hak sahibidir. İntifa senetlerinin intifa hakları, sözleşme ile belli bir süre tespit edilerek kısıtlanmış ise, bu sure geçmekle intifa senetleri kendiliğinden hükümsüz olur.

Bu değerlendirmelere baktığımızda bu tip senet sahipleri, idda edildiği gibi kurumların ve şirketlerin hakiki manada ortakları değillerdir. Gelir amaçlı kurumlar aşırı kâr da etse, aşırı zarar da etse yine senette belirtildiği doğrultuda senet sahibinin alacağı nema yaklaşık olarak bellidir. Aynı şekilde zarara karşı da devlet güvencesi vardır ve devlet bu tür şirketlerden kâr güvencesi de ister. Hâlbuki dinimize göre ortaklılık kâr ve zarara olmalıdır. Yani parasını çalıştırması için verdiği tüccara kişinin; ben sadece kâra ortağım zarara karışmam verdiğim parayı alırım demesi caiz değildir. Ancak ortakların haricindeki üçüncü bir şahsın, parasını çalıştırmak için veren kimseye, (rabbu’l-mala) “sen paranı filancaya ver çalıştırsın, zarar ederse ben ödeyeceğim” demesi bu ortaklılığa zarar vermez. Meselemizde de zarara karşı güvence veren devlettir yani üçüncü şahıstır, firma değildir. Ancak devletin, firmadan garanti istemesi ve firmanın senet sahibine vereceği miktar, kâra endeksli olmaması bu işlemin dinen caiz kılmayan etkenlerdir. Zira fıkıhta yerleşmiş olan, “akitte itibar maksadadır, lafza değil” kaidesi doğrultusunda her ne kadar senet sahibine kâr veriliyor tabiri de kullanılsa, aslında bu intifa dinimizin yasak ettiği faiz muamelesidir. Bunun için caiz değildir.

Hisse senedi: Ortakların şirketteki paylarını temsil eden kıymetli evraktır. Diğer bir tabirle hisse senetleri anonim ve hisseli komandit şirketler tarafından çıkarılan ve belirli payları temsil etmek üzere, yasa ve sermaye piyasası kural ve şartlarına uygun olarak şirketçe düzenlenen kıymetli evrak niteliğindeki belgelerdir. Sahibine, şirket kârından pay alma, belli hisseye ulaşmak kaydıyla şirket yönetimine katılma, oy kullanma, tasfiyeden pay alma, şirket faaliyetleri hakkında bilgi edinme gibi ortaklık haklarından yararlanma imkânı verir.

Hisse senetleri iki ana guruba ayrılmaktadır. İmtiyazlı senetler ve âdi(normal) hisse senetleri. Bunlar içeriliğine göre sınıflandırılmışlardır. İmtiyazlı hisse senedi: Âdi (normal) hisse senedi ile tahvil karışımı bir özellik taşıyan ortaklık hakkıdır. Birçok ülkelerde kullanılmasıyla birlikte ülkemizde kullanılmadığından, bu kısım üzerinde durmayı faydasız buluyoruz. 

Âdi (normal)hisse senedi: Âdi senet türü İMKB’ de (İstanbul Menkul Kıymetler Borsasında) kullanılan ve genelde bilinen senet türüdür. Bu tip senet türü hamiline veya nâma yazılı olur. Yani tıpkı alacak senetlerinde veya çeklerde olduğu gibi sahibinin ismi üzerinde yazılır veya hamiline denerek herhangi bir kimlik bilgisi yazılmaz. Borsada işlem gören senetlerin hepsi hamiline yazılıdır. Nâma yazılı hisse senetlerinin borsada işlem görebilmesi, bu hisse senedinin borsaya “kote” dediğimiz kayıt altına alınmasıyladır. Bir senet için kote olmak demek, o senedin İMKB tarafından tanındığı ve alım satımının yapılmasına izin verildiği anlamına gelmesidir.

Hisse senetlerinin alım satımının dini hükmü:

Muasır İlim Adamlarından bazıları hisse senedinin alım satımını iki farklı yönden değerlendirmişlerdir.

1- Ticari işlemi caiz olan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Bu tip tasarruf da dinen bir sakınca yoktur. Hisse senedini alan kişi, şirketin mal varlılığına hissesi nispetince ortak olur, kâr ve zararına katılır. Dilediği zaman da hissesini bir başkasına satabilir.

2- Senedin temsil ettiği hakiki değerden bağımsız olarak değer kazanması. Ve bu tip senedi eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları takip ederek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alış verişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu ayırımı yapan muasır ilim adamları sonuç olarak şöyle demektedirler: Bu manada borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, benzemektedir. Senetlerin gerçek değerinin üstünde veya altında, pahalanıp ucuzlaması da bu görüşü teyit etmektedir. Bunun için borsa oynamak makbul bir ticaret görülmemektedir.

Hisse senedi fiyatlarının dalgalanışına baktığımızda yukarıda zikrettiğimiz görüşün doğruluğuna hak vermemek elde değildir. Şirket sahipleri bir sene hisse senedi fiyatlarının artmasına sebep olurken ikinci sene şirketi kötü durumda göstererek hisse senedi fiyatlarını düşürebilirler. Büyük yatırımcıların hisse senetlerinin borsada yükselip alçalmasına çok büyük etkenleri olduğu da yakın tarihimizde müşahede edilmiştir.

Diğer yandan borsada satışa arz edilen hisse senetleri, genelde Anonim Şirketlerinin hisse senetleridir. Bunun için anonim şirketinin dinimizce uygun bir şirket olup olmadığını bilmemiz bunların hisse senetlerini alıp almamanın hükmünü bilmemiz için de gereklidir.

Mevcut kanunlara göre şirketler iki kısma ayrılır: 1-Mal Şirketi 2-Şahıs Şirketi. Mal Şirketi sadece sermayeye dayanan, ortakların kendisinde rolü olmayan şirkettir. Bu şirket A.Ş şirketidir. Anonim şirket: Bir unvan ile esas sermayesi muayyen paylara bölünmüş ve borçlarından dolayı yalnız mevcut mala göre sorumlu olan bir şirkettir. Ortakların mesuliyeti, taahhüt etmiş oldukları sermaye payları ile sınırlıdır. Altı çizili satıra dikkat ettiğimizde fıkhen uygun olmayan şu sonucu görmekteyiz:

Şirket borcundan dolayı, ortakların şahsen dava edilmelerine kanunen imkân yoktur. Anonim şirketlerinin borçları, şirketi kuran kurucuların veya yönetim kurulunda olan kişilerin zimmetine taalluk etmeyip şirketin kasasındaki paraya ve şirket üzerine kayıtlı mala taalluk etmektedir. Hâlbuki fıkhen şirketin hakikatte bir şahsiyeti yoktur, şirketi oluşturan kişilerin zimmetleri vardır. Şirketin alacaklı olması veya borçlu olması, şirket sahiplerinin alacaklı veya borçlu olması demektir. Bunun manası şudur: Tasarrufa liyakatli olan kişinin zimmeti için belli bir limit yoktur. Bu kişinin borcu ne kadar çok olursa olsun zimmetine taalluk eder ve bu meblağ borcu yüklenmiş olur. Bu kişinin mensubu olduğu şirket, iflas etmesi veya piyasaya borçlanması durumunda alacaklılar kişiye gelerek: Bizim sizden  şu kadar meblağ alacağımız var. Dediğinde bu kişi “sizin benden alacağınız yok,  sizin x şirketinden alacağınız vardır, o şirketin mal variyeti de (mesela) on bin liradır. Sizin alacağınız ise (mesela) yirmi bin liradır. Bu nedenle on bin liralık alacağınızın karşılığı vardır. Diğer kalan on bin liranın karşılığı ise yoktur.” Demesi caiz değildir.

Üstadımız Halil Günenç Hoca efendi bu tip şirketler hakkında, şahıs şirketi olmadığı ve iflas halinde ortaklar, şirket borcundan sorumlu sayılmadıkları için İslam’a uygun bir şirket olmadığını kendi kitabında açık bir şekilde ifade etmiştir.

Cevabımızın başında dediğimiz gibi sonuç olarak günümüz şartlarında borsa oynamak caiz değildir. Allah en iyisini bilendir.

Borsa hakkında yazmış olduğumuz makalemizde bu sistemin tarihçesini, günümüzdeki işleyişini ve bu minvalde fıkhen uygun olup olmadığını uzunca beyan etmiştik. Bu konu hakkında geniş malumat isteyen dinleyicilerimiz varsa bu makalemize başvurmalarını tavsiye ederiz.  

Fatih Kalender

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

YAHUDİLER; BİLİNEN TARİHİN BİLİNMEYEN YANLARI

BİLİNEN TARİHİN BİLİNMEYEN YANLARI
KİTAP ÖZETİ

Hitler, dünya tarihindeki gelmiş geçmiş en faşist ve psikopat lider
olarak bilinir. Çoğu kişi Hitler’i şizofrenin eşiğinde olan, fanatik
Alman milliyetçisi psikopat biri olarak tanır…

Ancak gerçekte hiç kimse Hitler hakkında bildiklerinin kendilerine anlatılan

Batı’nın resmi tarih senaryosundan başka bir şey olmadığını bilmez.

Hitler, hakkında en çok komplo teorisi uydurulan tarihi liderlerden

(kuklalardan) birisidir.
ABD’de sivri çıkışları ve dürüst kişiliği ile tanınan Texas
Üniversitesi tarih profesörlerinden Texe Marrs’ın 2007 Mayıs’ında
çıkan kitabının adı Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları.

Kitaptaki Bölümler

1- Dünyayı yöneten Yahudi ailesi: Rotschild

2- Osmanlı devletinin planlı olarak nasıl dağıtıldığı

3- Arap birliğinin nasıl parçalara ayrıldığı

4- 1 .Dünya Savaşı

5- Kukla Diktatör Hitler

6- 2. Dünya Savaşı

7- İsrail devletinin kuruluşu

8- Kennedy Suikastı

9- MOSSAD suikastları

10-  11 Eylül saldırıları olmak üzere 10 bölüm yer alıyor.

Bu bölümlerde yazarın iddiaları kanıtlarla net bir biçimde
ortaya koyuluyor. Öncelikle, son yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan
Hitler hayranlığına ve “Türk Nasyonal Sosyalizmi” gibi kavramlara bir
cevap olarak Hitler’in tarihi kimliğinin ardında yatan karanlık
bağlantılar ana hatlarıyla şöyle:
DÜNYAYI YÖNETEN AİLE: ROTSCHILD AİLESİ

Çoğu kişi Rotschild ailesinin adını bile bilmez. Bu ailenin adı, ne
Forbes dergisinin düzenlediği ”Yılın Zenginleri” bölümünde yer alır,
ne de dünya jet-sosyetesinin partilerinde geçer. Ancak, birçok ülkenin
diplomatı bu ailenin adını duydukları zaman beş dakika durmak
zorundadır. Çünkü bu aile dünya tarihi sahnesinde 1590 yılından beri
vardır ve dünya, bu Yahudi ailesinin çok gizli faaliyetleri
neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Çoğu kişi dünyada hiçbir ailenin
böylesine bir gücü elinde tutabileceğine inanamaz. Çünkü bir ailenin
böylesine siyasi ve ekonomik bir gücü nasıl elde ettiğini bilmiyordur.
Öncelikle şunu belirtmeli ki, aile derken üç-beş kişilik çekirdek
bir aileden bahsetmiyorum. Rotschild ailesinin bugün 1000-1500
civarında ferdi olduğu bilinmektedir. Bu aile fertlerinin her biri,
dünyanın gelişmiş, ya da gelişecek olan ülkelerinde, çok derin
faaliyetler sürdürmek üzere dağılmışlardır. Dünyada olan her siyasi ve
ekonomik gelişmeyi, Yahudilerin ve İsrail devletinin çıkarlarına uygun

Düşecek şekilde düzenlemek en kutsal görevleridir.

Ailenin geçmişi 16. yüzyıla dayanıyor. Aile İngiliz Kraliyet
Saraylarında kralın yaverliğini yapan bir aile olarak ortaya çıkıyor
önceleri. Kralın izlemesi gereken siyaseti ve dış politika
stratejilerini bu aile belirliyor. Sadece bununla da yetinmeyip
kraliyet saraylarındaki tüm ihaleleri kazanarak bu ihaleleri başarıyla
sonuçlandırıp, hatırı sayılır bir servetin de sahibi oluyorlar.
İngiliz saraylarındaki kariyerleri sayesinde kolayca kazandıkları
astronomik paralarla tarihin ilk bankacılık faaliyetini gerçekleştirip,
İngiliz çiftçilerine de astronomik faizlerle tarım kredisi vermeye
başlıyorlar ve 50 sene geçmeden neredeyse İngiltere devletinden daha
zengin bir hale geliyorlar.

Faaliyet alanını iyice geliştirip derinleştiren Rotschild ailesi
Avrupa’daki tüm imparatorlukların saraylarında söz sahibi nasıl oldu?
Sadece İngiltere’de değil, Avrupa’nın dört bir yanında tarımla uğraşan
insanlara yüksek faizle kredi vererek, altın ve gümüş komisyonculuğu
yaparak servetlerini iyice büyütüyorlar. Ekonomik gücü, aklın ve
mantığın sınırlarını zorlamaya başlayan Rotschild ailesi, daha da
karanlık ve kârlı bir işe girişiyor.

İşin adı “Savaşa giren devletlere faizle borç vermek”

Bunun ilk icraatını İngiltere-Fransa savaşında
gerçekleştiriyorlar. İngiltere’ye savaşa girmesi için faizli borç
olarak 35 ton altın veriyorlar. İngiltere, Fransa karşısında yeniliyor
ve Rotschild ailesine olan borcunu ödeyemiyor. Borcun oluşturduğu
mükellefiyetten dolayı, İngiliz Merkez Bankası yani Bank of England
Rotschild ailesine devrediliyor. Rotschıld ailesi İngiliz devletinin
bu devretme işlemini bir şartla kabul ediyor:  İngiliz sterlinini
kendilerinin basması şartı… İngiliz hükümeti bu şartı o dönemde kabul
etmek zorunda kalıyor ve İngiliz sterlinini basma yetkisi bu Yahudi
ailesine veriliyor. Görünüşte ekonomi hakkında pek bilgisi olmayanlar
için bu durum pek bir şey ifade etmeyebilir. Para basma
yetkisini başka bir kuruluşa ya da şirkete vermek demek aynı zamanda
ülkenin bağımsızlığını da bu kuruluşa satmak demektir. Çünkü bir
ülkenin bankası o ülkenin parasını basarken bastığı para karşılığında

< BR>o ülkenin hazinesine değerli bir maden (altın) koymak zorundadır.

Örneğin Türkiye Merkez Bankası, devlet matbaasında 20 YTL basıyorsa

eğer, devlet hazinesine de 20 YTL değerindeki altını, elması ya da petrolü

koymak zorundadır. Aksi halde basılan para, kağıt parçasından başka bir

şey olmaz. İşte Rotschild ailesinin de yaptığı şey budur. Altınlarını koyup

İngiliz sterlinini basarak yeni paraları İngiliz hükümetine faizle borç olarak

vermiş ve karşılığında faiziyle altın ve elması almıştır. Bu şekilde bir yılda

12 ton altın kar ettiği ekonomi tarihçileri tarafından  belirtiliyor.

Rotschild ailesinin en büyük girişimi ise İngiltere ile Amerika’daki

Öömürgeleri arasındaki savaş olmuştur. Savaş sırasında Rotschild ailesi çok

gizli bir biçimde Amerikan sömürgelerini desteklemiştir. Amerika’nın

İngiltere’ye karşı direnişini yöneten kişilere yüklü miktarda silah yardımı
yapılmış, İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin sağlanacağı güvencesi
verilmiş ve karşılığında, kurulacak olan bağımsız Amerika Devletinin resmi

Para birimini basma yetkisi istenmiştir. İngiltere ile savaş konusunda çok
umutsuz olan başkanWashington ve takımı bu teklifi hiç düşünmeden kabul
etmiştir. Aile böylece günümüzde tüm dünyada çok gözde olan Amerikan
dolarını basma yetkisini elde etmiştir.

Savaşı Amerika’daki sömürgeler kazanmış ve İngiltere Amerika’dan elini
ayağını çekmek zorunda kalmıştır. Savaştan yenik çıkan İngiltere bu
sefer Amerika’dakilere savaşta yardım ettiği için Fransa’ya saldırmıştır.

İngiltere, Rotschild ailesinin kendilerine mali destekte bulunacağına
güvenerek bu savaşa girdiyse de Rotschild ailesinden umdukları desteği
bulamamışlardır. Rotschild ailesi el altından Fransa’yı destekleyerek
Amerika sömürgelerinin bağımsızlığını tam güvence altına almak istemiştir.

Bir taraftan da İngiliz borsası üzerinde spekülasyona girişmiştir.
İngiltere-Fransa Savaşı sırasında borsada müthiş bir hareketlenme
olmuş ve borsada oynayan halk, savaşı kazanacaklarını düşünerek
yatırımlarını arttırmıştır. Bunu fırsat bilen Rotschild ailesi
”İngilizlerin savaşı kazandığı” söylentisin ortaya atarak İngiliz
halkının her şeyini borsaya koymasını sağlamıştır. Ancak, generaller
ve ordudan geriye kalanlar yurda döndüğünde, İngiltere’nin savaşta
kaybettiği ortaya çıkmıştır. Borsa anormal derecede yükselmişti, tam o

sırada elindeki kağıtları satan Rotschild ailesi bu ticaretten en karlı
çıkan isim olmuştur. İngiliz tarihçilerin ”Kara Eylül” diye
nitelendirdiği bu olay ile Rotschild ailesi adeta İngiltere
devletinin mülkiyetini ele geçirmiştir.

Büyük mason teşkilatlarının kurucuları ve bunları karşılıklı olarak kullanan bu ailedir. Ailenin her bir üyesi Batı Avrupa devletlerinin tabiiyetine geçmiş ve aile desteğiyle o devletlerin merkez bankalarını ve devletlerini ele geçirmişlerdir. Diğer yandan savaşlar, Fransız İhtilali ve İngiliz – Fransız rekabeti nedeniyle Büyük Mason Locası ikiye bölünmüştür. Birinin merkezi Paris’te, birininiki Londra’dadır. Paris’teki laik, Londra’daki her üyenin bir kitaplı din inancı sahibi olmasını teşvik etmektedir. Ancak hepsinin temeli Tevrat olarak Kabul edilmektedir. Her ikisinin de en yüksek kademeleri Yahudi bankerlerin elinde bulunmaktadır. Birbirleri ile eşgüdüm içinde olduklarına ve İsrail’in amaçları konusunda taviz vermediklerine şüphe yoktur.  

Zamanla, İngilizlerin içindekilerle işbirliği yaparak Dünya hakimiyeti işine girmişlerdir. İngilizler ise, zamanla, üzerlerindeki kâbusu atmak için Yahudilerle işbirliği yapma ve onların enerjilerini dışarıya yönlendirerek alan kazanma yolunu tutmuşlardır.

İyice gelişen Rotschild ailesi, Kenan diyarında (Kudüs ve Filistin) Tanrı’nın

kendilerine vaad ettiği kutsal İsrail Devletini kurmak için hazırlığa başlamıştır. İngilizler zevkle bunu teşvik etmişler ve kendilerinden kurtulan Amerika’yı da bu işe ortak ederek onu yeniden Yahudilerle birlikte yönlendirmeye başlamışlardır.

OSMANLI  İMPARATORLUĞU’NU HEDEF  ALMA

Osmanlı Devleti’nin parçalanması için gerekli olan her şeyi yapmışlardır. Osmanlı Devleti’ne komşu olan ülkeleri finanse ederek Osmanlı’ya karşı savaşmaları için kışkırtmışlardır. Böylelikle sudan bahanelerle Osmanlı’ya saldıran Rusya, Avusturya, Macaristan, Mısır ve diğer komşu devletler Osmanlıyı askeri ve ekonomik güç olarak iyice yıpratırken, asıl sömürgeci devletler de misyonerlik ve kapitülasyonlarla azınlık unsurların ayaklanmasına katkıda bulunmuşlardır. Savaşlar sırasında bu sefer de Osmanlı’yı borçlandırma senaryosou devreye girmiştir. Osmanlı Devleti hangi cepheye koşacağını şaşırmış bir halde iken bu borçları yabancı ve azınlık bankerleri aracılığıyla almıştır. Neticede, isyan ettitilen azınlıkların ayrı devletler kurmalarına engel olamamıştır. Osmanlı’nın en çok dış borcu Rotschıld ailesinin sahibi olduğu Bank Of England bankasınadır.

Osmanlı Devleti, Rotschıld ailesine olan borcunu ödeyecek durumda olmadığından Rotschıld ailesi bunu fırsat bilmiş, Osmanlıya iğrenç bir teklifte bulunmuştur. Sultan 2. Abdülhamit ile görüşen Lord Baron Rotschıld, “Kudüs şehrinin, Filistin’in, Suriye’nin ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin, kendilerine verilmesi karşılığında, Osmanlı devletinin tüm dış borcunu silme ve Balkanlar’da ve Afrika’da kaybettikleri toprakları geri verme,” teklifinde bulunmuştur. Ancak Abdülhamit teklifi şiddetle reddetmiştir. Abdülhamit, dinen böyle bir tutum sergileyerek büyük bir sevaba girmişse de, Osmanlı devletinin yıkılma sürecini hızlandırmıştır. Abdülhamit’in şahsı başta olmak üzere Osmanlı Devleti’ne karşı korkunç bir yanıltıcı  propaganda başlatılmıştır. Bu konuda arkalarındaki devletler, onların basınları da kullanılmıştır.

Daha sonraları Enver Paşa, Abdülhamit’in bu tutumunu tarihi bir hata olarak değerlendirmiştir. Enver Paşa’ya göre Kudüs şehri ve Kenan diyarı Yahudilere geçici olarak verilmeli ve Osmanlı tekrar eski gücüne kavuştuktan sonra bu topraklar geri alınmalıydı. Atatürk’e göre ise Osmanlı devleti böyle bir şey yapsaydı bile yıkılmaktan kurtulamazdı.Çünkü Osmanlı üzerine korkunç oyunlar oynanıyordu.

Özetleyerek anlatılan bu süreçten sonra Rotschıld ailesi bütün gücüyle 1. Dünya Savaşının çıkmasını tezgahlamıştır. Rotshıld ailesinin hesaplarına göre 1. Dünya Savaşı ve Arabistanlı Lawrence’in faaliyetleri, Arapların birçok parçaya bölünmesi ve İsrail Devletinin kurulması için yeterliydi.

Savaş gerçekleşmiş, Almanların önderliğindeki İttifak Devletleri grubu savaşı kaybet

mişlerdi. Rotschild ailesinin hesapları tutmuş ve İsrail Devletinin resmi kuruluşunun ilan edilmesine ramak kalmıştı. Ancak t arihi rüyaya çeyrek kala Rotschild ailesi ayrıntılarda küçük bir hata yaptığını fark etti. İsrail Devleti kurulmaya hazırdı ama, dağ ve ovalardan ibaret olan İsrail topraklarında kim yaşayacaktı? Her ne kadar zengin Yahudilere buralarda topraklar satın aldırılmış idiyse de, Avrupa’nın gelişmiş kentlerindeki rahatlığa alışmış olan Yahudiler, İsrail’de yaşamaya nasıl ikna edilecekti ? Esas sorun buydu. Bu sorunun giderilmesi için Rotschild ailesi radikal kararlar aldı ve yeni bir savaş için gerekli olan ortam hazırlanmaya başlandı.

KUKLA  DİKTATÖR  HİTLER’İN ORTAYA ÇIKIŞI ve 2. DÜNYA SAVAŞI

Almanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan adeta bir enkaz halinde ve oldukça
maneviyatı çökmüş bir biçimde çıkmıştı. Devlet tüm ekonomik ve askeri gücünü
kaybetmişti. Ve çok ağır yaptırımlar içeren savaş tazminatı anlaşmalarına imza atmışlardı. Ancak, Almanya’nın borçlu olduğu ülkelerin merkez bankalarının %85′i Rotschild ailesine ait olduğundan Almanya nerdeyse sadece Yahudi Rotschild ailesine borçluydu. Rotschild< BR>ailesi, Almanya’nın, bu yüklü borcun onda birini dahi ödeyemeyeceğini biliyordu. Aile, Alman Merkez Bankasının kendilerine
devredilmesi karşılığında dış borçlarının silinmesini teklif etti ve Almanlar bu teklifi kabul etmek zorunda kaldılar. Aslında bu durum sonun başlangıcıydı.

Bırakınız savaşacak parayı ve silahı, askere alacak erkek vatandaşı bile kalmayan Almanya tekrar tüm dünyaya kafa tutacak gücü nereden ve nasıl bulabilirdi? Bunun için ancak Tanrı’nın yardımı gerekirdi. Ancak daha onlar intikam planını yapmadan önce, Rotschild ailesi onlar için çok gizli bir plan yapmıştı bile. Hristiyan tarihinin başından beri devam eden ve Avrupa’da çok yaygın Yahudi düşmanlığı kullanılacaktı. Bu plana göre sahte ama çok inandırıcı bir faşizm rüzgarı Avrupa’da esecek ve Yahudilere en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir şekilde şiddet ve baskı uygulanarak İsrail’e göç etmeye mecbur bırakılacaklardı . Bu planın ilk bölümü Almanya’nın ekonomisinin ayağa kaldırılması ve hızla silahlanmasını n sağlanmasıydı. Bu kadar kısa bir sürede muazzam bir ekonomik ve askeri güce kavuşan Almanya’nın başına 1. Dünya Savaşında er olarak savaşan Avusturyalı fanatik milliyetçi Hitler getirildi. İtalya ise Alman Faşizmi’nin etkisi altında kalmış ve iktidara Mussolini gelmiştir. Mussolini’nin iktidara gelmesi Rotschild ailesinin bir planı değil, kendiliğinden gelişmiş bir olaydı, ama bu durum Rotschıld ailesinin ekmeğine yağ sürmüştü.

Hitler, hitabet yeteneği ve ürkütücü karizması ile Alman halkını yediden yetmişe peşinden koşturmuştur. Hitler’in konuşmalarında ve toplantılarında ise şaşırtıcı bir biçimde ana hedef Yahudilerdir. Hitler’in iktidara gelmesinden önce kardeş gibi bir arada yaşayan Alman ve Yahudi halkları birbirlerine hiçbir zararlarının dokunmamasına rağmen oluşturulan yapay kaos ortamı yüzünden birbirleri ile kanlı bıçaklı hale gelmişlerdir. Savaştan önce Yahudi işadamlarına Nazi gençlerinin düzenlediği saldırılar, ev kundaklamalar ve cinayetler ortamı iyice germiştir.

Zengin olan Yahudiler bir yolunu bulup Almanya’yı terk etseler de, fakir olan zararsız Yahudilerin bir yere gidecek paraları olmadığından oldukları yerde kala kalmışlardı. O dönemler savaş dönemleri olduğundan Almanya’nın dışına çıkmak için büyük paralar ve bazı önemli bağlantılar şarttı. Hitler savaşı başlatmış ve Almanya’nın sahte intikam harekatı başlamıştı. Almanya savaşın ilk yıllarında başarı göstermiş ve Fransa, Yugoslavya, Çekoslovakya, Avusturya ve Belçika gibi ülkelerin tamamını çok kısa sürede ele geçirmişti. Özellikle, Paris’e 2 saatte giren Nazi orduları İngiltere ve İspanya’nın iyiceürkmesine neden olmuştur. İngiltere’yi hava saldırıları ile darmadağın
eden Nazi orduları bir taraftan da sözde Yahudi soykırımı yapmaya başlamıştır. Her nokta denetim altına alınamadığı için, İsrail’e nüfus diye gönderilecek Yahudiler bir bir katledilmeye başlanmış ve imha fırınlarında yakılıyordu. Ortada öyle korkunç bir ortam vardır ki, savaştan sonra bölgeyi teftişe gelen Amerikalı generaller bile uçaklarından iner inmez havadaki pis kokudan d olayı hava alanında kusmuşlardır. Havadaki pis kokunun nedeni ise sürekli olarak yakılan insan cesetleri ve çürümüş cesetlerdir.

Savaştan sonra tam bir korku ülkesine dönen Almanya’da ortaya atılan iddialara göre neredeyse hiç Yahudi bırakılmamıştı. Ancak, Sovyet araştırmacılar durumun hiç de öyle olmadığını savaşta katledilenlerin sadece %15′in Yahudi olduğunu net ve çarpıcı belgelerle kanıtlamışlardır. Bu belgelere göre savaşta öldürülenlerin çoğu Çingene ve Polonyalılardı. Geriye kalan zengin Yahudiler Rotscild ailesinin kurduğu paravan şirketler aracılığı ile ve Amerikan askerlerinin denetiminde, gizlice (Amerika’ya değil) İsrail’e kaçırılmışlardır. O günün nüfus sayımlarına göre Avrupa’da bu kadar Yahudi öldürüldükten sonra hem Amerika’ya kaçanlar, hem de İsrail’e getirilenlerin bu sayıda olmaması gerekirdi. Nereden çıkmıştı bu kadar nüfüs? İsrail’e getirildikleri dönemden İsrail devleti kuruluncaya kadar olan süreçte, tabiri caizse Allah’ın dağında, prefabrik yapılmış evlerde kalmışlar ve büyük zorluk çekmişlerdi.

Kaçmak için girişimlerde bulunanlar ise Tevrat’ın emrettiği bir biçimde idam edilmişlerdir. Neticede yaratılan sahte milliyetçi bir hava ile sözde Yahudi soykırımı yapılmış ve mağduriyete dayalı Yahudi milliyetçiliği güçlendirilmiş,  tüm dünyada Yahudilere yönelik şiddet eylemlerine girişilmiş ve Yahudiler İsrail’e göç etmek zorunda bırakılmışlardı. Yani, Rotschild ailesi 1. Dünya Savaşı’nda yarım bıraktığı işi 2. Dünya Savaşı’nda tamamlayabilmiştir. Aşırı dindar bir aile olan Rotschild ailesi, kendilerine göre, Tanrı’ya olan sözü yerine getirmiştir.

BAŞKAN  KENNEDY’NİN  ORTADAN  KALDIRILMASI

2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan İsrail Devleti’nde her şey 1960 yılında John Fitzgerald Kennedy’nin Amerikan Başkanı olmasından sonra değişmiştir. Kennedy Amerikan tarihinin en genç başkanıdır ve aynı zamanda ilk Katolik Başkan’dır. Kennedy’den önce Amerika’da Katolik bir Başkan hiçbir zaman olmamıştır. John F Kennedy’nin babası olan Joseph Kennedy de politikacı olup aynı zamanda İngiltere büyükelçiliği yapmıştı.

Ne babası, ne de Başkan Kennedy Yahudilerle iyi geçinemiyorlardı. Babası büyükelçilik yaptığı dönemde Londra’da Yahudilerin boy hedefi haline gelmiş ve çeşitli saldırılara maruz kalmıştı. Sigmund Rotschild, Kennedy’ye “Başkan seçildiğinde Ortadoğu’da İsrail tarafını tutan bir politika izlemesi karşılığında, milyonlarca doları bulan seçim kampanyası masraflarını karşılamayı,” teklif etmiştir. Ancak, Kennedy böyle bir teklifin bir daha yapılmamasını rica etmiş ve kendisini hakarete uğramış hissettiğini
belirttirmiştir. Kennedy, İsrail lobisinin Amerikan Devleti üzerindeki faaliyetlerinden son derece rahatsızdı. Kennedy’ye göre lobilerin faaliyetleri, Amerikan bağımsızlığına vurulmuş bir darbeydi.

KENNEDY ile İSRAİL BAŞKANI  BEN GURİON’UN  NÜKLEER KAVGASI

İsrail kurulduğu günden beri Ortadoğu’da süper güç olma hayali ile hareket etmiştir. Bu yüzden İsrail Devleti hızlı bir “nükleer silahlanma programı” izlemeye başlamıştır. İsrail’in Dimona Çölü’nde kurduğu nükleer santralinde peynir-ekmek gibi atom bombası ve nükleer başlıklı füzeler üretmesi Başkan Kennedy’yi çok rahatsız etmiştir.
İsrail’in nükleer füzelerinin Ankara, İstanbul, Şam, Tahran, Bağdat ve Riyad gibi şehirleri vuracak kapasitede ve menzilde olması Kennedy yönetimini önlem almaya mecbur bırakmıştır.

Kennedy, Ben Gurion’a yazdığı sert bir uyarı mektubunda ”İsrail’in nükleer programını durdurmaması durumunda Amerikan yönetiminin yaptırım uygulamaktan kaçınmayacağını belirtmiştir.”  Ben Gurion ise cevap olarak gönderdiği mektupta Kennedy’ye ”Genç Adam” diye hitap etmiş ve bazı ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu
mektuplaşmalar iyice çığırından çıkmış ve hakaretleşmeye dönüşmüştür. Bu durum üzerine tepki olarak Ben Gurion istifa etmiştir. Ünlü Yahudi politikacı Henry Kissinger ”İsrail’in nükleer programına son vermesi İsrail’e büyük zarar verir,” diyerek Kennedy’yi ikna etmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Kennedy bununla da yetinmemiş ve 4 Haziran 1963′te Amerikan Temsilciler Meclisi’ne danışarak çıkarttığı 11110 sayılı Kanunla Amerikan Dolar’ını basma yetkisini Rotschild ailesine
ait olan Federal Reserve Bank’ın elinden alarak Amerikan Merkez Bankası’na vermiştir  ve ”bir ülkenin parasının denetimin şahısların elinde olmasının büyük bir sorun olduğunu” belirterek kendi sonunu hazırlamıştır. Amerikan Federal Reserve Bank, İsrail’in en büyük gelir kaynağıdır, tabiri caizse şah damarıdır. Kennedy, dolar basma
yetkisini Federal Reserve Bank’ın elinden alarak adeta İsrail’in şah damarını kesmiştir. Neticede, İsrail için Kennedy’nin etkisiz hale getirilmesi farz olmuştur. Kennedy’nin seçimleri kaybetmesini beklemek boş bir umuttu, çünkü Kennedy halktan büyük destek görüyordu. Kennedy’ye seçimler kaybettirilse bile sonradan kazanması yüksek
ihtimaldi. Üstelik Kennedy’nin kardeşi de gelecek vaad eden bir politikacıydı. Tek bir çare gözüküyordu. O da suikast idi. Kennedy bir şekilde öldürülürse Amerikan yasaları gereği yerine yardımcısı getirilecekti. Kennedy’nin yanına konan yardımcısı Lyndon Johnson’du. Johnson tam bir İsrail taraftarıydı. Üstelik Kennedy ile hiç iyi geçinemiyordu, söylentilere göre Kennedy kendisini kovmaya çalışıyordu.

İsrail, suikast kararı alır ve bunu, Amerikan derin devleti içindeki  bağlantılarını kullanarak gizlice uygulamaya koyar. Kennedy’yi öldürmek için en uygun ortam seçim kampanyaları için geleceği Dallas’tır. Dallas’ta her zamanki gibi üstü açık araba ile halkı selamlayacak olan Kennedy’yi korumakla görevli CIA ajanları özel olarak ayarlanacak ve Başkan’ın güvenliği sabote edilecekti. Böylece, suikast çetesi Kennedy’yi rahatlıkla öldürebilecekti. Suikast çetesi için değişik rivayetler vardır. Kimileri Kennedy’yi Fransız suikast çetesinin öldürdüğünü, kimileri ise Kübalı sürgünlerin öldürdüğünü iddia eder. Ancak kesin olan bir şey var ki, Kennedy’yi öldürenler çok
profösyonel ve acımasız keskin nişancılardan oluşan bir suikast takımıdır. Kennedy’nin ziyaretinden önce, yani 21 Kasım 1963 akşamı Dallas’ta bardaktan boşalırcasına yağmur yağmıştır. Ancak şehir halkı buna rağmen başkanı en iyi şekilde karşılamak için elinden geleni yapmıştır. 22 Kasım 1963 sabahı Washington D.C.’den Air Force
One uçağı ile gelen Başkan Kennedy ve eşi, sabah 09′da şehir merkezinde Dallas valisi Connaly ile birlikte kahvaltı ettikten sonra üstü açık bir limuzine binerek halkı selamlamaya başlamışlardır. Tam 6 aracın olduğu kortejde en son arabada Başkan Kennedy ve Vali Connaly vardır. Önde motosikletli SS korumalar ve yanda CIA ajanlarının bulunduğu arabalarla Kennedy’nin arabası kortejle birlikte Elm
Caddesi’nden Houston’a doğru beklenmedik bir dönüş yapar. O sırada silah sesleri yükselmeye başlar. Polisler telsizle duyuru yapmaya başlar: ”Korteje ateş ediyorlar yere yatın,” diye. Tam 6 el silah sesi duyulur. Birinc i mermi arabayı  ıskalar ve alt geçitte bekleyen Edmund Harris adındaki taksi şoförünün kulağını parçalar. İkinci mermi
Kennedy’yi tam omuzundan vurur. Üçüncü mermi Kennedy’yi ıskalayıp ön koltuktaki vali Connaly’i omzundan vurur. Dördüncü mermi Kennedy’yi boynundan vurur, aynı mermi başkanın vücudundan çıkıp Vali Connaly’i sırtından vurur. Beşinci mermi arabayı ıskalayıp dikiz aynasını kırıp dışarı çıkar. Ve Altıncı mermi…  Altıncı mermi başkan Kennedy’yi tam kafasından vurur. Başkanın kafasını parçalayan mermi bulunamaz.
Suikasttan sonra yapılan araştırmalarda Kennedy’yi sözde komünistlerden vatan haini Lee Harvey Oswald’ın vurduğu iddia edilir. Ortada altı mermi olmasına rağmen Oswald’ın tek katil olduğu görüşüne varılır. İddialara göre Oswald, Texas okul kitapları bürosunun altıncı katındaki pencere dibinden İtalyan yapımı “Mannlicher Caracano” marka keskin nişan tüfeği ile altı kez ateş ederek Başkanı öldürmeyi başarmıştır. Lee
Harvey Oswald apar topar hapsi boylamıştır.

Deliller birden çok sayıda keskin nişancının olduğunu göstermesine rağmen, İsrail denetimindeki Amerikan derin devleti, suçu Lee Harvey Oswald’ın üzerine atarak diğer delilleri bir bir yok etmiştir. Suikastı gören 57 kişi ölü bulunmuş, ölümler kaza veya intihar ile açıklanmıştır.

Lee Harvey Oswald ise suikasttan iki gün sonra, mahkeme çıkışında yüzlerce FBI ajanı ve polisin arasında Yahudi bir bar işletmecisi olan Jack Ruby tarafından öldürülmüştür. Bu Amerikan milliyetçisi Yahudi, Lee Harvey Oswald’ı öldürmesinin nedenini ise “komünistlerden Amerika’nın aldığı intikam” olarak yorumlamıştır. Birden çok sayıda keskin nişancı tarafından vurulan Kennedy’nin otopsisini Amerikan
ordusundaki üst düzey amiral ve generaller yürütmüş ve otopsideki suikast delillerini bir bir yok etmişlerdi. Ailesi, Kennedy’nin kafasının kesilerek incelenmesini ve böylelikle gerçek suikastçıların bulunm asını istediğinde ise, Amerikan birimleri konuyu şiddetle reddetmişlerdir. Kennedy apar topar gömülerek konu örtbas edilmiştir. Başkan Kennedy’nin suikast sonucu öldürülmesinden sonra başkan adayı olan kardeşi senatör Robert Kennedy de bir basın toplantısı sırasında İsrail işbirlikçisi Filistinli bir genç tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.

KENNEDY  SUİKASTININ  SONUÇLARI

İsrail, Kennedy’nin kapattığı Dimona Çölü’ndeki nükleer santralini tekrar açmış ve nükleer silah üretimine eskisi gibi devam etmiştir. Başkan Kennedy’nin çıkarttığı, Federal Reserve Bank’ın elinden Amerikan dolarını basma yetkisini alan 11110 sayılı Kanun iptal edilmiş ve Amerikan dolarını basma yetkisi tekrar Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank’a verilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, NATO’yu kuran, komünizme karşı gizli hizmetleri ve Gladyo’u devreye sokan Amarika Birleşik Devletleri, özellikle Kennedy suikastından sonra Soğuk Savaş sürecini de başlatmıştır. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki Soğuk Savaş’tan tüm dünya devletleri çok olumsuz yönde etkilenmiştir. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki silahlanma rekabeti adeta bir sidik yarışına dönmüştür.

Amerika tüm dünya genelinde emperyalist faaliyetlerine hız  vermiş ve Vietnam’a saldırmıştır. Vietnam’da binlerce kişinin ölmesine ve birçok ülkenin bu savaştan dolaylı olarak zarar görmesine neden olmuştur.

CIA tüm dünyada ”komünizmle mücadele” doğrultusunda adına GLADIO denilen ve Beyrut’taki gerilla kamplarında eğitilen katillerden ve paralı askerlerden oluşan gizli bir ordu hazırlamış ve bu paralı katilleri maaşa bağlayarak dünyanın her yerinde komünistleri ve sol düşüncelileri öldürmekle görevlendirmiştir. Bu bağlamda
Türkiye’deki sağ-sol çatışmaları, siyasi amaçlar için işlenen cinayetler, katliamlar, terörist eylemler, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi ve 12 Eylül Darbesi hep Gladio’nun (o sırada Türkiye’deki adı kontr-gerilla) eserleridir.

Amerika’da İsrail lobisi ise iyice pervasızlaşmış ve yönetimde söz sahibi olmuştur. Amerika İsrail Devleti’nin yaptığı katliamlara sesini çıkaramaz hale gelmiş ve İsrail ile suç ortaklığı yapmaya başlamıştır. En basitinden örnek vermek gerekirse İsrail Devleti’nin çok gizlice yürüttüğü “Samuel Vanunu’yu kaçırma operasyonu”na istemeden şahit olan bir Amerikan fırkateynindeki 23 deniz piyadesi İsrail hücum botları tarafından açılan ateşle öldürülmüştür. Denize düşüp kaçmaya çalışan askerler bile İsrailliler tarafından öldürülmüştür. Olayın basına  sızmasına izin verilmemiş ve Yahudilerin denetimindeki Amerikan basını konuyu haber bile yapamamıştır.

Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi” başlamıştır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin diğer adı ise Büyük İsrail Devleti Projesi’dir. Kennedy suikastından sonra Büyük İsrail
Devleti Projesine hız verilmiştir. Büyük İsrail Devleti Tevrat’ta Tanrı Yehova’nın Yahudilere vaad ettiği topraklardan oluşmaktadır.

11Eylül saldırıları, Münih’teki eylemler ve daha birçok terörist eylem aslında Büyük İsrail Devleti Projesi’nin bir parçasından başka bir şey değildir. Bazı kimseler Büyük Ortadoğu Projesini sanki yeni bir şeymiş gibi algılıyorlar. Büyük Ortadoğu Projesi yeni birşey değildir. Yüzyıllardır var olan bir proje…  Osmanlıların yıkılması, Arapların parçalanarak bir sürü ülkeye bölünmesi, Türkiye’deki terör eylemleri ve istikrarsızlık politikası ve Irak, İran gibi ülkelerin belli aralıklarla, neredeyse her on yılda bir sorun çıkarması rastlantı olmasa gerek…

Bu yeni kitap – Texe Mars  – Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları –

(Timaş Yayınları), Illuminati adlı diğer bir kitap ile beraber okunursa,

dünyanın nasıl yönetildiği hakkında açıklayıcı bazı bilgilere daha ulaşaılabilir…
 

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AYDIN ENTELLEKTÜEL KİMDİR SOHBETİ

Finansal Sermayeden daha önemli entelektüel sermayesi güçlü olan toplumlar bilgi toplumu oluyor. Uzanların yazılımını “objektif” adlı Hintli firma yapmış. Fakat üçkağıtla..

“İnsan zübde-i alemdir”  Allah hiçbir yere sığmamış, insanın gönlüne sığmıştır.

Yahya Kemale sormuşlar.

Viyana’ya nasıl gittik? “Mesnevi okuyarak gittik” demiş. Finansal sermaye önde olmamalı. İç dünyanın mamur olması gerek.

Aydın; varolan ideolojilerin etrafındaki fikirleri savunur. Entelektüel ise; bunu aşar, üretip katkı yapar.

Liberal biri var olanı eleştirir ve yeniden üretirse entelektüel olur.

Liberalin içinde kalıyorsa aydındır.

Akademisyen entelektüel olmalı. Yaşadığın dünya ile alakalı olmalısınız. Çok iyi tarih, mezheb bilmek fayda vermez. Onu günümüze taşımalıdır.

İman nedir, ya günümüzde nasıl tanımlanır? Sekülerleşme nasıl bir iman zafiyeti ortaya koymaktadır. Buna çözüm üretebilmeli. İlahiyatçıların büyük bir zaafı var bu konuda.

Üretim, tüketim içindir. Tüketim amir, o halde  üretim tüketimin emrine girmiştir. Tersi olmalı. “arz talebi belirliyor”

Veren el olmak için üreten olmak gerek. Ufuk açıcı bilgi üretebilmek önemli.

Sabancı üniversiteyi ilk kurduğunda Şerif Mardin hocaya sormuş. Neler söylersiniz deyince Şerif Mardin hoca şöyle cevaplamış: “hocalar arasında bir iki sıra dışı uçuk birileri olsun” demiş.

Yeni bir boyut, doğruluk.

Şiir; güzel gerçektir.

Gerçek güzeldir denilir.

Hayatı kolaylaştırmak, sevdirmek amaç olmalı. Yunus bütün insanlığı aydınlatmış entelektüellerdendir. “Kavga için değil, sevi için geldim” diyor.

Günümüzde nefret, koruk üretiliyor.

İran, İslam dünyası hedef gösteriliyor.

Hıristiyan yöneticiler ve papazlar bu korkuları körüklüyor?

Korkuları atmak için İslam’ın yumuşak yüzü işlenmeli.  Entelektüel birisi insanı korumalı.

Bir insanı öldürmek,  bütün insanlığı öldürmek gibi, bir insanı yaşatmak da, bütün insanlığı yaşatmak gibi olmalı. Hayat kurtarmak amaç olmalı.

İntihar bombacılarının ruh hali incelenmeli. Terör olan yerde İslam olmaz. İslam olan yerde de terör olmaz. Cihadı bundan ayırmak gerek!. Entelektüel  yardımlaşma ortamını geliştirmek gerek.

Tüketmek için yaşamamalı. Arabanızdan daha kaliteli olamazsınız diyorlar.

Yanlış mesajlar bunlar. Reklam yasağı ya da sınırlaması önemli.

İç dünyayı zenginleştirmek gerek.

Hadis: “İç dünyası zenginse, dış dünyaya da yansır”.

Entellektüellik için muhalefet her şeye olursa bu kolay bir entelektüellik olur.

Var olanı iyi anlamak gerek ki, sonra karşı çıkabilsin. Anlama-savunma-karşı çıkma =aydın

Entellektüelde fazlası olmalı= üretmek.

Nihayetinde fikir doğacaktır. Eleştiri ile üretim gerek. Aydın olmadan entelektüel olunamaz. Önce öğrenecek, sonra aşacaksın.

Entelektüel ne yapar:

Problemleri çağın ve yerelin üzerinde söyleyip, çözüm üretebilmelidir.

Örneğin; Gelir dağılımı, ahlaki tefessür, açlık, sosyal problemler, suç, boşanma hakkında hem konuşmalı ve hem de çözüm üretmelidir.

Bazı ülkede bazı ahlaksızlıklar konuşulamıyor bile. Örgüt hastalıklarını, örneğin bıçak parasını söyleyebilmeli.

Demokratikleşme konusunda fikri olmalı. Entelektüel, akademisyenin üstünde olmalı. Millete rehberlik edebilmeli. Ulumadır halka yol gösteren.

Eskiden halkın sorunu ile dinin sorunu aynıydı. Şimdi öyle değil.

Görmediğime, denemediğime, inanmam diyor.

Aklın, bilimin her şeyi çözeceğine inanıyor.

Böylece her şey savaşa gidiyor.

Bir fıkıhcı sekülerleşmeyi tartışabilmelidir.

Olaylara dini oturtmaya çalışırsan basit bir fetvacı olursun.

Adın her şeyi biliyor?

Entelektüel bir alanda biliyor. Diğer alanlarda da bazı şeyleri biliyor olmalı ki üretebilsin. (Uzmanlaşmanın köreltici etkisinden kurtulabilmeli)(müctehid imamlar bütün dini ve dünyevi ilimleri tahsil ederlerdi)

Hazreti Geogle en büyük üniversite oldu.

Yunus, Mevlana, Gazali bir şey arzetmiş ve toplumdan karşılık bulmuş.

Mevlana “Eski şeyleri satmanın zamanı geçti. Şimdi yeni şeyler söyleme zamanı. Biz yeni şeyler satıyoruz. Biz adem oğluyuz. 72 dil bizdedir” diyor.

İki üç dil bilmek için çalışmalı. Bir dil öğretemiyoruz.

Entelektüel sermaye gerek.

Dini yaymak da küfrü yaymak da kolaylaştı. Çok çaba ve bilgiyi işlemek gerek. Kültür kanalları çok olmalı.

Entellektüel, karşı olması gerekene karşı olan kişidir.

Entelektüel kalıplara girmeli mi? Entelektüel, çıkış beklediğimiz insanlardır. Yeni düşüncelere ulaşmak entellektüel ile olur. Entelektüelde belli nakaratlar olmamalı. Var olan sloganın ötesine geçmeli ve temellendirmeli. Felsefesi ve teolojik bir bağlantısı olmalı. Bilgiden, düşünce olmalı ki fikir çıksın.

Ürütmede esas.

1- Endişe (müslüman kendi geleceğinden emin değildir.) Dünya ve ahiret endişeli olmalı. Dünyadaki probleme bana  ne diyemez. Benim işim var diyemez. Bu insanlığın bittiği yerdir. Yangını fikirse fikirle söndürmeli, fakirlikse parayla söndürmeli

Fikir yumuş oğlanıdır diyor. Düşünce ve emri.

Bu ahı vah aşk donudur.

Tahta oturan han ne imiş.

(yani gerçek sultan gerçek aşk imiş)

Endişe düşüncenin tetikleyicisidir.

Birikimi

1-     Zemininiz kendimizi tanımak olmalı

2-     Problemlerin kaynağı (modern dünya)

Necip Fazıl/ Konferansa gelenlere karizmayı takdir edenler ama samimiyetin arkasından giderler dermiş.

Çarıklı erkan =  halk erkanı. Bunlar seçimlerde gösterdiği seçme başarısına sahip insanlara denir.

Entellektüel – samimiyet ilişkisi

Söylediğine inanmalı.

İnandığını söylemeli.

Toplumun bozulmasında yönetenlerin yoldan çıkması etkendir.

Yönetenlerin yoldan çıkmasında aydınların yoldan çıkması etkilidir.

Aydınların yoldan çıkması ise makam ve paradan dolayı olur.

İnanılanın aşkla yapılabilenleri önemli.

Eylemle = düşünceyle bütünleştirmek gerek.

Samimiyet en büyük güç, en büyük kaynak.

Dağ zirveleri birbirini görürler. Onun için çatışmazlar. Yardımlaşırlar.

Sadece bilgi değil. Sezgi ve ilham, görünmeyen dünya da önemli.

Yunus;  Ölen beden imiş, ruhlar ölmez diyor.

Sevdiklerinden verenlerdir onlar.

Gül alırlar, gül satarlar, gülü gülle tartarlar.

Güzelliğin,

Dürüstlüğün,

İyiliğin,

Alınıp satıldığı bir dünya olmalı.

Bu gönül dünyasıdır.

Aydın, iğneyi de çuvaldızı da başkasına batırandır.

Entellektüel iğneyi kendine batırabilendir.

Cümleler doğrudur doru isen

Doğruluk bulunmaz sen eğri isen

Herkesi veli bilirseniz bu güzel olur.

Bir alim bundan zarar girmedim diyor.

Su-i zanda isabet etmektense,

Hüsn-ü zanda yanılmak daha iyidir.

Hiçbir elektronik ilişki insan sıcaklığını taşıyamaz.

Balık gölüne göre büyür.

Balığı öldüren neler var.

fikir hürriyeti.

Düşünce=düşünce hürriyetidir. İfadenin alanı

En büyük engeller, prangalar, tabular var. neler var neler?

Şunlar konuşulabilir, şunlar konuşulamaz demek yanlış. Sapıtan, hakikatin tezahürüne yardım eder. Yanlış olmalı ki doğru ortaya çıksın. Aristo, Sokrat, Platon zamanında ne vardı ki bu kadar etkiliyor, sırrı ne?

En önemli şey; düşünceye ve düşünmeye önem veriliyor. Onlar en önde.

Üniversitelerde ilahiyat, felsefe, tarih sürünüyor.

Tıp çok karlı. Kolay olan radyolojiyi tercih ediyor. Düşünce para getirmiyor.

“Gaye hedef olmazsa, insan kendi benliği etrafında döner.”

Adam gibi konuşur,

Adam gibi düşünce.

Düşüncelerin serüveni-ESER

Batı düşüncesi, Platon’a düşülmüş bir dipnot gibidir.

Ya yaratılışta kardeşleriz

Ya inanışta kardeşleriz.

İki gün eşit olmamalı. Üretkenlikte ileride olmak gerek.

Marks; “çatışma olmadan gelişme olma demiş.”

Biz demeliyiz ki “yarışma olmadan gelişme olmaz”

Entelektüel toplumdan ne alıyor ne veriyor bu önemli. Aldığından çok verebilmeli. Hayırda yarışma, rekabetsiz bir yarışma. Güneşin karşısında dururken bir kişi ile iki kişi fark etmez, birbirini etkilemez.

Nimet : Zahiri nimet, batını nimet. Bayrama yaklaştıkça sevinç artar. İnşirah: rahatlama, bakmakla nimet olur, sevinç artar,

…………..la tuhsuha = Allah’ın nimetlerini sayamazsınız.

Allah kalbe neler gösteriyor ki, Allahu Ekber diyoruz = Kudreti ve ilmi her şeyin fevkindedir. O korktuğunuz her şeyden daha büyüktür. Beşerin haşrı ve neşri bir tek nefsin haşri gibi ona kolay gelir.

İnsan hem cezbediliyor hem de kamçılanıyor. Allahı bulması için ….. Allah’ı bulamadığında her şey ona bela oluyor. İnsanın korkusu yalnızlıktan geliyor. Sonsuz ve sınırsız bir varlık içinde yalnızlık çekiyor. İnsan bu kadar varlık içinde, görünüşte yalnız değil, fakat ruhen yalnız. Herkesi menfaat için kendine yaklaşıyor biliyor. İnsan üç haslet içinde olur, inanınca;

-         Teselli

-         Kuvvet ve maksat

-         Nimetin devam etme arzusu

Bu yalnızlığa karşı Allahu Ekber demek nefes aldırıyor.

Namazın hakikatini tercüme için;     

-         Süphanallah

-         Elhamdülillah

-         Allahu Ekber

Heybet-i Rububiyet ancak Allahu Ekber ile teselli edilebilir. Kalbe açılanların dile açılması zor. Bütün tecelliler Allahu Ekberde. Kainatın ibadetini göremeyince insan boğuluyor. Allahu Ekber ile kainatın ibadetini tanıyor ve rahatlıyor.

Allahu Ekber ile ruhu istila eden hayret verici sualler cevaplanıyor. Allahu Ekber ahiret ile ilgili suali de cevaplıyor. Ahireti bilmeyen için akıl azap aleti olur. Ahirete  göre yaşamadığında ( dünyevileştiğinde) akıl müminide sıkıştırır. İnsanda vesvese bitmez.  Ondan Allaha sığınarak faydalanmayı bilmeli.

Namazdan sonra 150 defa Elhamdülillah deyince cennetteki nimetleri tatmış olur. Evdeki eşyalarda ebedi saadete ilişkin kullanılmazsa onlarda insanı sıkar.

-         Suphanallah

-         Elhamdülillah

-         Allahu Ekber

Erkanı imaniyenin hakikatıdırlar.  Kuran hakikatlerinin gerçeğidirler. Kuran, iman ve namazın çekirdekleridirler. Güneşin etrafındaki üçüncü gezegene kadar ulaşan büyüklükte yıldızlar var. Uzayın dehşet büyüklüklerinden sükûnet suphanallah ile bulunur. Elhamdülillah dediğinde nimetin devamı da istenmiş oluyor. Yani bu dünyadaki nimetler de cennettekilerin taklidi gibi. Bu yüzden elhamdülillah ile cennet teki nimetler de istenmiş oluyor.

Hukuka riayet, şirkten sonra anne baba hakkında olur. İsra süresinde “öf bile deme” buyuruluyor ve  akraba ve yakınlarını sevindiren, kendi kalbini sevindirir aslında.

Bizim sıkıntımız, diğer insanların sıkıntısının kalkmasına bağlanmış Allah, dünyayı esmai hüsna ile doldurur. Bundan insan istifa eder. Asıl Allah’tır fakat halifesi ise insandır. 

Mükerrem, misafirdir. İnsanın tezahürü Rububiyete karşı kulluktur.

Bu tezahür cemaatle kılınan namazda ve hac’da bulunur. Allahu Ekber diyen insanlar toptan deyince arz, insan gibi olur. Bu durum berzah alemine ulaşır.

Onun ilmi büyüktür. Hiç kimse onun gücünden kaçamaz. Kudreti her şeye yeter. 5 milyon hacının Allahu Ekber kelamı O’nun külli tecellisine bir mukabeledir.

İki tür insan doymayı bilmez.

-         İlim talep eden

-         Mal talep eden (Hadis)

Kul secdeden daha üstün hiçbir şey ile Allah’a yaklaşamaz. Cilt I, 407 (İhya)

Herkes yetkileri oranında davranıyor. Rüşvet veren hapiste, fakat Yargıtay’daki üye dışarda. Duyulması veya hapse gönderilmesi kurulu yıpratır diye bakılıyor. Bu yanlış bir tutum. Duyulmasın diyerek mi örgütü koruruz. Yoksa en ağır cezayı vererek mi koruruz.

Bu aidiyet duygusuna göre hareket etme hastalığıdır. Kaç kişi cemaat liderinin rüşvet yiyeceğine ya da zina yapabileceğine inanır?

Toplumsal yapı inşa edilirken tüketim kültürü gelişsin ki üretimde artsın, şirketler palazlansın diye düşünülüyor. En güçlü ülke en çok tüketen ülke. Ölçü tuvalet kağıdı. Kapitalizmde tüketimi sorgulamak yanlış. Mabetleri, AVM’lerdir.  Ankara’da AVM 50 tane oldu. İslam’da toplumsal örgütlemede ibadet merkezli yapı- cami ve medrese var.

Allah katında dua ve niyet var. Aç doyur, sevap falan. Kapitalist de kazanma niyetiyle doyuruyor. Zekat ve sadakada verilen para nedeniyle değil, Allah’ın emri doğrultusunda o malı dağıttığımız için bir anlam kazanıyor. Aynı parayı riya ile dağıttığında haram oluyor fakat yine dağıtan var ve karın doyuyor.

Dağıtma, üretme, tüketme eylemi başlı başına değerlendirildiğinde bir anlamı yok.

İslam’da tasarruf merkezi yok. Hayır şer, bereket merkezi var. Süleyman a.s. serveti artmış. Bunlar tasarrufla açıklanacak şeyler değil.

Disiplin cezaları etkin değil. Örneğin muhasebeciler odası, meslekten atma, dışlama gibi bir ceza vermiyor. Suçun üstü örtülüyor.

Afganistanlılar,  Sovyetler varken birlik içinde ve cihad ediyorlardı. Ama şimdi birbirine giriyor. Bunun tohumları daha önce atılmıştı.

Doğru yanlıştan önce grup içi aidiyet sorgulanıyor.

Bıçak parasını doktor doktorun yanında alırsa ona hoş bakıyor. Rüşveti yargı mensubu almışsa “ulan pezevenk” diyor. Grup içi hoş, grup dışı kötü görülüyor.

Ortak düşman çok ciddi bir birlik yaratıyor. Bu kaybolduğu zaman birbirine giriyor millet. Günümüzde rızka haram karıştığı için iki hurmayla oruç tutulmaz diyorlar.

Organizasyon davranışları

Bizim kastettiğimiz örgütsel değil toplumsal. Toplumsal eğitimin gerektiği müslümansa müslüman eğitimi almıyor.

Batıda örgütsel davranışlar = başarıya odaklı. Bunu iktisadi modele dönüştürüyor ve şirketlerde uyguluyor. Furkan yok, doğru yanlış kaygısı yok. Başarı ve iktisadi işletmenin devamı kaygısı var.

Temel değerlendirme kriteri kişide yok. Fakat bu örgüte yansıyor. Hesap Uzmanında yetiştirilme döneminde liyakat var fakat ilerleyen zamanda yanlışa bulaşan baskı altına alacak doğru mekanizmalar yok.

Eğitim Fakültesi ile görüşülebilir. Okul karneleri incelenmeli. Sosyologla konuşulmalı. Anket formu hazırlanmalı. İnsanlar iyilikte, bilginin paylaşımından, sohbete, maddi yardımlaşmaya, güzel ifadelere, saygı ve sevgiye kadar ulaşmalı. Olumsuzluk hiç yer almamalı. Sui zanda isabet etmektense hüsni zanda yanılmak tercih edilmeli.

Hesap Uzmanının başarısı sınav notu ile değerleniyor. Raporları bulunan fark çeşidi ve hukuka uygunluğu ile değerleniyor. Bunlar güzel fakat matrah farkının oluşumundaki yöntemlerin adil olup olmadığı sorgulanmıyor, yeterli delil araştırması var mı yokmu bakılmıyor.

Hesap Uzmanları promosyonu içinde bir ankete (sosyologla konuşup) yol verilmeli ve promosyonda (en iyi kişi) seçilmesi gelenek haline gelmeli hatta bu yönetmeliğe girmeli ve % 10 gibi bir ağırlığı olmalı ita amirleri hasis davranmamalı. Fikir üretimi ödüllenmeli.

Başarıyı denetime teslim etmek de tam doğru olmayabilir. Denetim gerekli fakat başarıya da ödül verilmeli diyebilmeli. İki taraflı bir denetleme olmalı. Performansı ita amiri ölçmeli, denetim sonucu da iki yönlü olmalı.

Bir tam incelemeden başarıyla çıkan bir işletme de ödül alabilmeli, idare bu cesareti gösterebilmeli. Sadece usulsüzlükle çıkan da ödül alabilmeli.

Bir Hesap Uzmanı nasıl olmalı diye bir makale oluşturulabilir.

Vergi oran ve dilimlerini gelir ihtiyacı belirliyor. Geliri de gider belirliyor. Bu yüzden Kamu Harcaması kavramı yeniden tanımlanmalı. Devlet küçülmeli, Askeri ve bürokratik harcamalara sınır getirilmeli.

Bütçe hazırlama tekniği değişmeli, bir önceki yıl kavramına bir sonraki yılı belirlemesi önlenmeli. Harcayan değil tasarruf eden ita amirine parasal ödül verilmeli. Şu anki sistemde çok harcayan, artırmayan ödüllenmiş  oluyor. Bu sistem sorgulanmalıdır. Yalnız artıran değil verimlilik, sosyal fayda, tasarruf, ucuz maliyet ve benzeri kavramlar ödüllendirilmeli. 657 değişmeli ya da çok iyi işletilmeli.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AKLI İFSAT EDEN ETKENLER

 

Konuşmacı heyecanlı bir ses tonuyla tezini sunuyordu:

“Allahımız bir!

Kitabımız bir!

Peygamberimiz bir!”

İşte tam da bu noktada durmak gerekiyor. Biraz düşünmek için sizi akleden kalbinizin nazik kollarına incitmeden bırakıyorum.

Ne kadar güzel temenniler bunlar. Gerçekten bir mi? Yaşanan gerçeğe tekabül ediyor mu? Bu temennilerin aktüel karşılığı var mı?

İnananların tümü aynı gerçeğe mi inanıyorlardı. Örneğin Allah’ı karşısında görse insan nasıl davranırdı? İnanıyorum fakat kafama göre yaşarım mı diyordu? Sınırlandırılmış bir Allah inancı mıydı bu?

Ya peygambere ne demeli? O da kabrinden kalkıp gelse kaç türlü tavır ortaya çıkardı? Bir tel alabilmek için saçına sakalına hücum edenlerin, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne olurdu? Ya onu hiç tanımayanlar veya İsrail oğulları gibi taşlayan kaç kişi çıkardı?  Veyahutta gerçekten onun misyonunu kabul edip davranışlarını ona göre ayarlayan kaç kişi çıkardı?

Bir şeyin gerçeği kaybolunca onun yerine imajı oluşturulur. Bu imaja “tasavvur” diyoruz.

İşte bu tasavvurun aslı ile olan doğruluk oranı, kişinin ona beslediği olumlu ya da olumsuz duygularla yakından ilintilidir.

Örneğin onu aşırı sevmeniz, onu aslından uzaklaştırıp farklı bir noktaya taşıyacak ve dolayısıyla aslını, yerinde kalsaydı yapması gereken görevlerinden de uzaklaştıracaktır. Ya da nefret etmeniz de aynı etkiyi doğuracaktır. Ya görevlerde bir azalma ya da tümden yok sayma.

Allah mutlak galip olduğu için onun herşeyi yapmasında bir sorun yaşanmaz.

Fakat Batı, Allah’ı, sınırlı ve şeytanla mücadele eder bir halde tasavvur eder. İşte bu bir tasavvur sapmasıdır.

Kitab’a gelince. Kişi Allah’tan geldiğine inanır fakat içindeki hükümler artık bugün uygulanamaz deyip çıkar. Gerçekte cevizin içine inanmamıştır. Bu sakat imanın onu nereye sürükleyeceğini hesaplamak zor olmasa gerekir.

Gelelim peygambere. O bir kul ve elçidir. Bu noktanın dışında onu Allah’ın bazı görevlerini yapabilecek şekilde görmek ve ona bu şekilde dua etmek, onu örnek olmaktan çıkarır ve Allah’ın işine ortak eder.Bu da bir sapmadır.

Kuran ve sünnet, birer bilgi kaynağı olarak ortada durmasına rağmen bu sapmalar neden meydana gelmektedir.

İşte bir bilginin öncelikle doğru olması kadar doğru da anlaşılması gerekir.

Ortada bir sapma varsa, o zaman bir anlama problemi var demektir. Bu problemi doğuran etkileyen etkenler nelerdir. Onların üzerinde duralım.

Aklı Selim

Sorumlu insan olmanın vazgeçilmez bir şartı olan akıl, genel olarak anlama, kavrama, kavramlar arasında bağlantılar kurma ve çıkarımlar yapma yetisi şeklinde tanımlanmıştır. Terim anlamı itibarıyla de duyu algılarını kavramlar altında toplamanın yanı sıra metafizik çıkarımlar da yapabilen çok işlevli bir yetidir.

İnsanlar olarak günlük hayatımızı bir yönüyle akıl yürütmeler yoluyla düzene koyarız. Akıl sayesinde düşüncelerimizi bilinçli, tutarlı ve amaçlı bir biçimde birbirine bağlarız. Hazır bilgi ya da önermelerden hareketle -onlardan ayrı- yeni bilgi ve önermelere ulaşırız. Bunun yanı sıra aklın, bir ölçüde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayırt etmemizi sağlayan ahlaki bir işlevi de vardır. Bunun içindir ki ilahî emirler karşısında insan yükümlülük sahibi kılınmıştır. İnsanı ilahî emirler karşısında muhatap kılan akıl, aklıselimdir. Bu fonksiyonları çerçevesinde iyiyle kötüyü ayırt etmek suretiyle insanı emniyet altına alan akıldır.

Aklı selimi hangi etkiler normal mecraından uzaklaştırır?

1.Aşırı sevgi ya da nefret

Bir şeyin normal ölçüler dışına çıkılarak aşırı sevilmesi kişiyi sevdiği şeylere karşı söylenecek eleştirilere karşı kör eder. Bir kızı sevmek, bir partiyi sevmek ya da bir takımı fanatik seviyede sevmek örnek olarak verilebilir. Bu nedenle sevmenin belli ölçüler içinde tutulması aklı selimin sağlıklı çalışması için gereklidir. Nefret de sözkonusu objeye karşı söylenecek iyi şeyleri kabulden uzaklaştırır. Kişiyi adaletsizliğe iter.

2.Tabi olmak

Kişinin herhangi bir tarikata üye olması, dolayısıyla şeyhine tabi olması, şeyhinin söylediği şeylere karşı onu düşünmekten alıkoyar. Bu tabi olmak gerçekte islam hukuku ve onun örnek olarak yaşayan Hz. Peygamber olması gerekir.

3.Nakille ilgili konularda akıl görev yapmaz.

Din bir nakildir, vahiy ve sünnete dayanır. Bu konularda akıl ileri çıkmamalıdır. Çünkü din bellidir. Ancak uyulması gerekir. Neden ve niçin soruları aklın şüpheye yönelmiş halidir ve kişiye zarar verir.

4.Henüz inanmamış birisinin ilk başvuracağı şey akıldır.

İnsan aklını kullanarak bütün kainata, insanlara ve olaylara bakarak çıkarsama yapmalı ve bir olan yaratıcıya ulaşmalıdır. Kişiye bu fıtratında verilmiştir. Nitekim Hz. İbrahim, yıldız ay ve güneşi batıyor görerek reddetmiş ve Allah’ı bulmuştur. Buradan hareketle vahyin ulaşmadığı bir yerde insanın sorumluluğu budur. Kuran’ı Kerim yaklaşık 200 yerde “akıl etmiyor musunuz? “ buyurarak ona önem verdiğini belirtir.

5.Bir şeyin hikmetinin araştırılmasında akıl devreye girebilir.

örneğin bir namaz ibadetinin hikmetinin araştırılmasında akıl gerekli kaynaklara da müracaat etmek suretiyle duyuların kendisine sunduğu bilgileri işleyerek tefekkür edebilir, anlayabilir.

6.Akıl yargılama yetisi işlevini de yürütmektedir.

Diğer anlamı ise insanın doğru karar vermesini sağlayan, herhangi bir olumsuzluktan veya ortamın kötülüğünden etkilenmeyen, yaratılışındaki temizliği koruyan akıldır ki bu da zihnimizde, Allah’ın insanın özüne yerleştirdiği fıtratı çağrıştırmaktadır.

7.Geleneğimizde aklıselim sahibi olmanın temel ölçütü Hak ve hakikate açık olmaktır.

Bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s.), “akıllı” anlamına gelen “keyyis” kelimesini kullanmış ve keyyisi “nefsini kontrol altına alıp ölümden sonrası için çalışan kimsedir” diye tanımlamıştır. (Tirmizi, Kıyamet, 25) Aynı kökten gelen “kîse”nin torba, kese anlamına geldiği düşünülürse, akıllı olmanın insanın ahirette yüzümüzü ağartacak ecir ve sevabı bu dünyada kazanıp manevi bir kesede toplamayı gerektirdiğini anlayabiliriz.

8.Yanıltıcı etkenler.

Sokrates, Eflatun ve Aristoteles de aklın, duyular yoluyla gelen eksik ve yanıltıcı bilgiye karşı, tam, doğru ve geçerli bilgi sağladığını ileri sürmüşlerdir. Onların bakışlarından da aklın, selim olmasının yanıltıcı etkenlerle perdelenmemesiyle mümkün olduğunu anlamaktayız.

8.Anne baba etkisi fıtratı bozar.

Hz. Peygamber de “her çocuk İslam fıtratı üzere doğar; sonra ebeveyni onu Yahudi, Hristiyan ya da Mecusiliğe sevk eder.” (Müslim, Kader, 22) buyurmak suretiyle insanların doğuştan aklıselim üzere doğduklarına, zamanla çevrenin insanlara olumsuz yönde tesir edebildiğine dikkat çekmiştir.

9.Aklı iyilik ve faziletin ölçütü saymak.

Bu, üç temel hususta hemfikir olmayı gerektirir. Bunlardan ilki, herkes için zaruri ve mecburi bir ahlak kanunu vardır. İkincisi, insan bu kanuna itaat edip etmemekte hürdür. Üçüncüsü ise insan mademki hürdür; o halde fiillerinden sorumludur.

10.Nefsi özellikler aklı selimi etkiler.

Her insan aklıselim sahibi olarak dünyaya gelir. Aklıselim bazı insanlarda Allah vergisi olarak doğuştan aktiflik gösterirken, bazılarında da, çoğunlukla his ve tutkuların etkisiyle körelir. Ancak nefsin terbiye edilmesi nispetinde aktiflik kazanır.

11.Basiret aklın üstün verimidir.

Basiret, görme, sezme, bir şeyin iç yüzüne vakıf olma anlamlarına gelmektedir. Bu sayede insan doğru yolu tanır ve doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği kazanır. Bu yetenekten mahrum olanlar da Kur’an’da manevi körlükle itham edilmişlerdir. (Hud, 24) Kuran İnsanların gerçekleri görmelerine ışık tutar.

Kur’an’da, kendilerinden Ulü’l-Elbâb, Ulü’n-Nüha ve Ulü’l-Ebsâr ifadeleriyle bahsi geçen ve Türkçemizde akıl sahipleri olarak vasıflandırabileceğimiz bu insanların ortak özellikleri, hayatlarını titizlikle sürdüren, nefislerini temiz tutan, tutkularına yenik düşmeyen, maddi ve manevi hakikatlerin kendilerindeki inkişafına açık kimseler olmalarıdır.

12.Aklıselim, dilimizde kavramlaşırken temelde sezgi gücüyle ihata edilebilen zihinsel ve duyusal faaliyetlerle bilinemeyen bilgileri kapsamı içine almıştır.

“Müminin firasetinden sakınınız. Zira o Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi, Tefsir, 16) hadisine baktığımızda müminler Allah’ın nuru ile bakma sorumluluğunu ancak akıllarını selim tutmakla üstlenebilirler. Nitekim Allah’ın kalplerini nurlandırdığı kişilerin, bakışlarında derinlik kazandıklarını, hakla batılı, iyiyle kötüyü maharetle birbirinden ayırabildiklerini görmekteyiz.

13.Allah Teala, aklını selim tutan, fıtratına yabancılaşmayan insanların, davranışlarında kendisinin koyduğu sınırlara riayet edeceklerini teminat altına almaktadır:

“Ey inananlar, eğer Allah’tan sakınırsanız o  size doğruyu eğriden ayıracak bir güç verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar.” (Enfal, 29), “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında dahi güzeldir.” (Ahmed b. Hanbel, I/379) Bu durumda Müslüman neyi güzel görüyorsa, onun Allah katında dahi güzel olup olmayacağını da düşünmelidir. Müslümanlar davranışlarına öyle ölçü koymalıdırlar ki bu, Allah katında da en güzel biçimde kabul görsün. Demek ki Müslümanların güzel gördüğü şey, aynı zamanda ahlaki ve zihni üstünlükleri de içinde barındırmalıdır. Bu hadis Müslümanların hayatında ilahî ölçülere karşı titizlik ve sadakati gerekli kılmaktadır. Bu sayede Müslümanlar insanlığa numune teşkil edeceklerdir. Bu aklıselimle ve nefsin terbiyesiyle kazanılabilecek bir derecedir. Bu takdirde Müslümanların güzel gördüğü şeyler, mutlaka bir üstünlüğü bünyesinde parıldatacaktır.

14. aklı selim daima bir uzlaşıdan yanadır.

Aklıselimin günlük dilde kazandığı bu tarz anlamlardan biri, kişiler ve olaylar karşısında ortalama bir tutum sergilemeyi ifade için kullanılmasıdır. “Aklıselim çağrısı” adı altında yapılan pek çok girişim insanları bir uzlaşı zemininde buluşturmayı esas almaktadır.

Aklıselimin bir mutabakat zemini oluşturmayı gerekli kıldığı yönündeki yaklaşım, insanları karşılıklı olarak birbirlerinin kusurlarını hoş görmek ve buna alışmak noktasına sürükler. Bu durumda insanlar yanılgılarına bağımlı hale gelirler. İyi insanlar selim akla talip iseler, ahlaken yükselmeyi kendilerine ödev saymalıdırlar. Zira selim, “silm”, “selam” kökünden gelmiş olmakla Yüce dinimiz İslam’la aynı kelime kökenine sahiptir. Bu da yalnızca hakikat karşısındaki teslimiyet sonucunda selamet, emniyet ve esenlik beklentisi içerisine girmek anlamına gelir. Bu durumda selim akıl, düşük bir ahlakla bağdaşmaz. Öte yandan İslam’ı kabul etmek kelime-i şahadetle başlar. Şahadet ise üst düzey bir akli seviyeyi ve zekâ keskinliğini gerekli kılar. Aklıselim sahibi olmak ahlaken iyi insan olmayı zorunlu kılar.

15.Aklıselim vicdani hükümleri takip etme eğilimindedir.

Vicdan ise temelde insan tabiatını iyiye sevk eden yetidir. İnsan, ahlaki doğruların genel ilkelerini ve hususi eylemlerinin iyilik ve kötülüğe bakan yönlerini sezer. Bu sayede aklıselim zorunlu olarak ve her zaman doğrulukla eylemde bulunmaya ve kötülükten sakınmaya muvaffak olur. Sahip olduğu ilahî nur vasıtasıyla aklıselim, adalete ve fazilete yönelme ilkelerini onaylar. Allah insanlara davranışlarını sevk ve idare ettirme gücü verirken aynı zamanda onlara, eyleme yönelik bazı ilkeler de vermiş ve bu gücün insanlar tarafından belli bir gaye doğrultusunda kullanmasına imkân tanımıştır.

16.Taklit

Taklit, kişiyi düşünmekten alıkoyar. İnsanlar önce taklit ederek öğrenirler. Daha sonra düşünerek hakiki nedenlere ulaşabilirler. Üç tip insandan sözedilir. Bir insana bakarak fikir ve hareketlerini düzenleyen insan. Eğer taklit edilen iyi ise kişi de iyi olur. Kötüyse kötü olur. İkincisi olaylara bakan insan. Olayları iyi yorumlarsa kişi iyi olur. Yanlış yorumlarsa kişi yanlış yola girer. Bir de fikirlerin orijinaline bakan insan var ki, o kişinin aklı seliminin önünde bir engel yok ve objektif düşünebiliyorsa o kişinin fikirler içinde an akla yatkın olanını bulması umulur. Bir yabancı yazar şöyle diyor. “Ben müslümanlara baktım 50 sene müslüman olmadım. Fakat Kuran’a baktım bir gecede müslüman oldum.”

17.İçki

İçki aklı gideren bir şeydir ve bu yüzden de yasaktır. Kişi içince kontrolünü kaybeder ve sağlıklı düşünemez.

18.Toplumsal olaylarında aklı selim kaybolur.

Toplum olaylarında aklı selim kaybolur ve herkes bir önündekine tabi olur. O ne yaparsa o da onu yapar. İnsan bu yönüyle koyuna benzer. Koyunları bir yerden atlatmak isteseniz önce atlamak istemezler. Fakat içlerinden biri, muhtemelen yaşlısı ilk önce bir şekilde atlar. Ondan sonra hepsi birden arka arkaya tak tak diye atlar. Sürü psikolojisi. Allah Teala her peygambere bir müddet de olsa çobanlık yaptırmıştır. Hz. Musa a.s., Peygamberimiz çobanlık yapmışlardır. Bu sayede koyunları gütmeyi öğrenmişler ve arkasından da insanlara çobanlık yapmışlardır. Polis dahi bu özelliği bilir ve ilk kim vurun dedi diye kameraları araştırır ve o kişiyi elebaşı olarak yakalar, diğerleri ile ilgilenmez.

19.Baskı

İnsanın baskı altında olması, örneğin tehdit, santaj gibi durumlarda kalması onu sağlıklı düşünceden uzaklaştırır. Bu tür hallerde danışmaya önem verilmelidir.

20.Gazap

İnsanın bir şekilde canına malına, ırzına, nesline yada değer verdiği ideallerine gelebilecek bir saldırıda kişi gazaplanabilir. Müdafa olarak adlandırılabilecek kısmı yine ölçülü olmak kaydıyla anlamak mümkündür. Fakat aşırılık aklın da fesadına yol açar ve kişi şeytanın kontrolüne girer. Bu yüzden ihtiyaç duyulmayan aşırı gazablanma dinen yasaklanmıştır. Ve bunu yenen pehlivana benzetilmiştir. Gazap anında aşırı söz söylemekten sakınmak, ayaktaysa oturmak, euzü besmele çekmek ve son olarak da iki rekat namaz kılmak önerilmektedir.

21. İşletme körlüğü

Uzun süre aynı işte çalışmak kişiyi tek yönlü düşünmeye sevkeder ve yani fikir üretemez. At gözlüğü de denir. Bu yüzden ya kişiyi zamanla başka işlerde de istihdam ederek onun olaylara çok yönlü bakmasını sağlıyacaksınız, ya da farklı iş kollarından gelen insanların oluşturduğu komisyonlar kurarak onların aynı meseleye nasıl baktıklarını öğreneceksiniz.

22. Akrabalık

Akrabalık bağları kişisel bir yakınlık hissettirir ve kişiyi aklı selimden uzaklaştırarak adaletten de alıkoyar. Kişi eş, evlat ve yakını için taraf tutar. Mahkemeler bile bu yakınlığı nedeniyle kişiyi şahit olarak kabul etmezler. Çok az insan yakınlarına karşı adil olabilir. Kuran’da bunlar övülmüştür.

23. İmansızlık

Kişinin imansızlığı yani küfürde olması onu, hakkı batıl, batılı hak görmeye iter. Bu Kuran’ın bir tesbitidir. Bu yüzden müslümanlar “ Ya Rabbi, bizi hakkı hak bilip hakka ittiba eden, batılı batıl bilip batıldan içtinab eden (kaçınan) kullarından eyle” diye dua ederler.

24. Şeytana tabi olanlar

Kuran’ı Kerimde bazı insanların şeytana tabi olmaları nedeniyle, şeytanın onlara yanlış olan bazı hareketlerini süslü göstererek, onların kendilerini doğru yolda olduklarını sanmalarını sağladığı belirtilir. İşte burada aklın doğru ile eğriyi ayırıcı özelliği kaybolmuştur. Bunlar mahşerde şeytanlarla beraber haşredilirler ve uyanıp onu yanında görünce aralarında doğu ile batı kadar mesafe olmasını istediği belirtilir. Bu yüzden şeytanın aldatmalarına dikkat etmek ve onu düşman kabul etmek gerekir.

25. Münafık

Münafık iyiliği kötülük olarak görür ve iyiliği yasaklar, kötülüğü emreder. Burada da aklın ayırıcı özelliği şaşırmıştır. Akıl imandan ya da imansızlıktan etkileniyor diyebiliriz.

26. Irk, kabile, hemşehrilik

Irk özellikle şoven bir hale dönüşmüşse, bu üstün görme, kişide, “diğerleri” kavramını güçlendirir ve kendi ırkını üstün görecek gerekçeler aramaya iter ve adaletten ayrılarak taraf tutar. Bu husus aşiret ve hemşehricilikte de taraf tutma olarak gerçekleşir ve toplumda yaratılan bu ayrıcalıklar huzursuzluğa yol açar. Yakınların özel sorunları ile ilgilenilebilir, dernekler kurulabilir, cenaze ve öğrenci bursları verilebilir ancak siyasette ehliyet veliyakat yerine bizim hemşehrimiz olsun denildi mi bu dinen yasaktır. İslam ırkçılığı kabul etmez, islam kardeşliğine değer verir ve mü’minler kardeştir buyurur.

27. Fakirlik

Fakirlik ve işsizlik kişiyi bunaltır ve isyan noktasına getirir. Zayıf bir inanç olursa kişi hırsızlık, dolandırıcılık ve   benzeri yollara sapabilir.

28. Stres

Stres kişinin sağlıklı düşünmesini etkiler ve mutsuz kılar. Aşırı çalışma ya da çözülemeyen sorunlar stresin kaynağı olup sorunların üzerine gidilerek onları çözmeye çalışmak kişiyi rahatlatır. 

29.Sorun olarak bırakmak

Bir olay hakkında insan beyni ikna olmadığı zaman veya takliden inandığı zaman, akıl onaylamadığı için o konu ucu açık bir yara gibi durur, mikrop kapar ve hastalık haline dönüşür. Halbuki o konu akla uygun bir hale getirildiği, mantıksal çözüm üretildiği zaman, o kişi izin vermediği müddetçe o dosyaya dışarıdan bir şey giremez.  Örneğin taklidi imandan tahkiki (hakiki ) imana geçiş çok önemlidir. Tahkiki iman beynin çalışma mekanizmasına en uygun modeldir. Akılla birlikte kalp ve duygularda ön plana çıkmalıdır. Tasavvufla uğraşanlar aklı geri planda tutup kalbi öne çıkarmışlardır. Bir toplumda aklı şaşırtacak vesveseler yoksa, kalbi metodla gitmek insanın daha hızlı ilerlemesine vesile olur. Eskiye göre modern hayatta insanı baştan çıkaracak şeytanın materyalleri çoğalmıştır.

Yukarıda belirtilen hususlarda kişilerin davranışlarını ona göre değerlendirmeleri, takım, parti, tarikat, akrabalık, hemşehrilik, aşiretçilik, ırkçılık ve benzeri konularda sevginin aklı örtmesine  izin verilmemeli ve daima bir durum sorgulaması yapılmalıdır.

Üstün olan Allah ve onun emirlerinin oluştuğu İslam hukukudur. Arkadaşlıklar dahi Allah için olmalıdır. Kişi kardeşini dahi müslüman olduğu için sevmelidir.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

EVLİLİKTE ÖĞRENECEKLERİMİZ -II

SEVGİ DİLLERİ

Sevgi, evliliği ayakta tutan temel duygulardan biridir. Eşlerin birbirlerine sevgi duymadığı evlilikler, ya sağlıklı yürümez ya da biter. Evlilikte sevginin olması kadar, eşler arası iletişimde karşılıklı olarak ifade edilmesi ve her iki tarafında da buna algılaması da önemlidir. Çünkü bütün duygular gibi sevginin de ifade edilişi ve algılanması kişilerin karakterine, kişiliğine, alışkanlıklarına, yetiştirilme tarzına vs. bağlıdır. Kısacası sevginin de kişiden kişiye değişen dilleri, renkleri vardır. Sevginin ve sevgi dillerinin tohumları küçük yaşlarda atıldığı için, çocuğa sevginin ve sevgiyi ifade etmenin de öğretilmesi gerekir.

Yapılan bir araştırmada, mutlu evliliklerin üç özelliği tespit edilmiştir. Bunlardan biri beraber zaman geçirmek, diğeri takdir, yani onay sözcüklerini yeterli düzeyde kullanmak, üçüncüsü ise hizmet davranışıdır. Hizmet davranışına kadının, erkeğin bir ihtiyacını görmesini ya da erkeğin hasta olduğunda eşiyle ilgilenmesini örnek verebiliriz. Araştırmada çıkan üç ortak sonuç da, bir biçimde sevgiyi  ifade etme dilidir.

Bir insanın, kendisine gösterilen sevgiyi algılayıp algılamadığını da, sevgi dili belirler. Mesela sevgi dili hediye almak olan bir kadın, eşine sevgisini ifade etmek için ona  hediye alır. Erkek ise eşini sevdiği halde ona hediye almazsa, kadın sevilmediğini zanneder. Aynı kadın, aslında eşinin sevgi ifadesi olan onay sözcüklerini ise, iltifat olarak değerlendirebilir. Annesi babası tarafından dokunularak sevilen bir kişi, evlendiğinde fiziksel temasla sevilmeyi ister. Bu onun sevgi dilidir.

Şheaksper’in bir diyoloğu şöyledir “Kocam beni seviyor mu?” sorusunun cevabı, “Senin için yaptığı fedakârlıklara bak” şeklindedir = sevgi dili. Eşler sadece eşinin kullanacağı bir hediye alarak, hem kendinden hem de hediyenin fonksiyonelliğinden fedakârlık yaparak sevgisini gösterebilmelidir.

Eşinizle sizin sevgi dilleriniz farklıysa…

Karşı tarafın sevgi dili, fiziksel temas, hediyeleşmek, beraber zaman geçirmek, açık iletişim kurmak vs’den hangisiyse o dili fark ederek, o yoldan ilerlemek gerekir. Seni seviyorum’la sonuç alamayan eş b planına geçmelidir. Evlilik yüz kapılı saray gibidir, biri kapalıysa diğerleri mutlaka denenmelidir. Sevgi bazan sözle ifade edilemiyorsa davranışlardan çıkarsama yapılmalıdır.

              Sevgi beyinsel bir ihtiyaçtır

Sevgiyi yaşama biçimi, kadın ve erkek fıtratına göre değişir. Erkek sevgisini cinsellikle birlikte yaşamak isterken, kadın cinsellikten ziyade göz temasına ya da fiziksel temasa öncelik verir. Erkeğin, cinsellik olmadan eşine sarılarak yatması, onunla göz teması kurması, “seni seviyorum” demesi, iltifat etmesi ve güzelliğini övmesi, kadınlar açısından önemli sevgi gösterme biçimleridir ve eşler iletişimde sevginin canlı tutulması için gereklidir. Çünkü insanın fıtratında bulunan sevgi beslenmezse, eşler arasındaki uyum ve iletişim ne kadar sağlıklı olursa olsun, zamanla körelir.

Nasıl ki bedenin giyeceklere ihtiyacı varsa, beynin de duyguları düzenleyen alanlarının sevgiye ihtiyacı vardır. Bu alanlar sevgiyle beslendiği için, sevgi olmadığı zaman beyinde bir boşluk hissi oluşur ve kişi sevilmediğini düşünür. Bu da kişinin yanlış adımlar atmasına, depresif bir ruh haline girmesine ve farklı arayışlara yönelmesine neden olur = duygusal ihmal. Erkek, eşini sevdiği halde ona sürekli ters davranıyor, bağırıp çağırıyorsa kadında sevilmediği şeklinde bir düşünce gelişir. Kadın sevildiğini bilse bile, kaçınılmaz olarak zamanla güvensizlik duymaya başlar.

KISKANÇLIK/GÜVEN/FEDAKÂRLIK

Sevgiden sonra, eşler arası iletişimi etkileyen en önemli duygular kıskançlık, güven ve fedakârlıktır. Bu duyguların iyi yönetilmesi gerekir.

Negatif bir duygu olan kıskançlığı yaşamak utandırıcıdır. Bu yüzden çok kıskanç kişiler, kıskanç olduklarını kabul etmek istemez ve bu duygularını karşı tarafa direkt olarak söyleyemez ve kişi devamlı eşini sorgular. Onun kendisini sevip sevmediğini test eder. Eşiyle arasında açık bir iletişim yoksa kadın, beyninde çeşitli senaryolar yazar ve kendisi de yavaş yavaş bunlara inanır. “Beni eskisi gibi sevmiyor, acaba hayatında başka biri mi var?” gibi düşünceler kadının psikolojisine hâkim olur. Sonuçta kadında eşine karşı güven duygusu zayıflar ve kıskançlık başlar. Böyle durumlarda eşteki ilgi azalmasını güven problemi haline getirmek yanlıştır. Bunun yerine “Eşim benimle eskisi kadar ilgilenmiyor, ilgisinin artması için ne yapmalıyım?” diye düşünerek çözüm yolları aranmalıdır. Karşı tarafın ilgisi yoğunlaştığı zaman sevgi de buna bağlı olarak artmaya başlayacaktır.

Kıskançlığa karşı açık ve net olun

Kıskançlık, eşleri, kardeşleri, arkadaşları birbirine düşüren önemli bir duygudur, ciddiye alınmalı ve akıllıca hareket edilmelidir.

Aşırı kıskanç eşe açık ve net davranmak gerekir. Örneğin, “Ben senin aklından geçen şüpheleri uyandıracak bir insan değilim. Bana güveniyorsan evliliğimiz devam etsin, güvenmiyorsan ayrılalım” şeklinde kararlı ve açık konuşulduğu ve davranıldığı zaman, bu tutum onda güven oluşturur. Yoksa, eşinin kendisine güven duymadığı bir evliliği sürdürmek her gün kızılcık şerbeti içmek gibidir.

Çatışmaya girmek yerine onunla sakin bir şekilde, ses tonunu yükseltmeden konuşmak gerekir. Kıskanç eşe “Sen beni sorguluyorsun ama bana güvenmiyorsan bunu ispatlaman gerekir” tarzında açık iletişim kurarak yaklaşılmalı ve kıskançlığının neden kaynaklandığı mutlaka öğrenilmelidir.

Kıskançlığın altından bazen cinsel açıdan kendine güvensizlik ve eşini tatmin edememe düşüncesi de çıkabilmektedir. Kişi aslında kendisini zayıf hissettiği için eşinin kendisini aldatacağı düşüncesine kapılarak basit bir mantık hatasıyla ‘eşim beni aldatıyor’ kanaatine gidebilmektedir.

Bir kıskançlığa bir iyilik

Kıskanç eş aslında karşısındakine “Bana önem ver, bana değer ver” mesajını aktarır. Sevgi dolu bir bakış, eşine değer verdiğini gösteren bir hareket, ufak bir hediye, kıskanan eşin kendisini sorgulayarak “Ben haksızlık yapıyorum galiba” diye düşünmesini kolaylaştırır. Yani açık iletişim ve net tavır koymak gibi, iyilik yapmak da kıskançlığı azaltır, inanç sistemimizdeki “Bir kötülük yaptığında zaman hemen arkasından iyilik yap. Kötülüğü gidermenin en güzel yolu budur” anlayışından hareketle yapılacak iyilikler, kıskanç eşin kendisindeki hataları fark etmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla eşlerin birbirlerine verebileceği en büyük hediye güven duygusudur. Güven duygusu ise fedakârlıktan ve sevginin canlı tutmasından beslenir…

Fedakârlığın da ölçüsü olmalı mı?

Fedakârlığın sınırı, fedakârlık yapılan tarafın kişiliğine göre ayarlanmalıdır. Karşımızdaki kişi nankör değilse, ona yapılacak fedakârlıkta sınır koymaya gerek yoktur. Bir kişi nankörse, küstahsa, hep kendi çıkarlarını düşünüyorsa, böyle bir kişiye yapılan fedakârlıkta mecburiyetin dışına çıkılmamalıdır. Çünkü bu kişiler hep kendilerine hayranlık uyandırmak ve almak isterler. Fedakârlık gördükleri zaman, bunu yapan kişiyi küçük ve saf gibi görmeye başlarlar. Böyle kişilere karşı fedakârlığa sınır koymazsak, o kişinin egosunu iyice şişirir ve kendini daha çok beğenmesine neden oluruz. Fakat genede kadın evliliğim devam etsin diye tek taraflı fedakarlığını biraz da çocukları için sürdürmek isteyecektir. Ancak bunlar Allah indinde de karşılığı olan şeylerdir. İnsan namazla almayacağı sevap ve makamı sabrı ile alır. Velilerden Beyazıt’ı Bistami hazretleri namaza dururken hem kendisi hem de cemaat kabe’yi görüp öyle namaza dururlarmış. Bir gün cemaat kabe’yi göremez olmuş. Sormuşlar, hocam ne oldu, bir şey mi var denilince, demiş ki, sormayın, eski bir hanımım vardı bana çok eziyet ediyordu, bende ona sabrediyordum, hem ben hem siz, kabeyi görüyorduk. Fakat şimdi o öldü. Yeni ve genç bir hanım aldım. Her sözümü tutuyor, bana da sabredecek bir şey kalmıyor, bu yüzden kabe de görünmüyor, demiş. Bir canlı örnek de bir akrabam olan eşimin teyzesinin beyi asker emeklisi Metin abiden. Metin abinin babası küçükken vefat eder ve beş kardeş ortada kalırlar. Anneleri büyük bir gayretle bu beş çocuğu büyütür meslek sahibi yapar ve evlendirir. Yaşlı teyze geçtiğimiz yıllarda öldü.aradan birkaç yıl geçince Metin abi rüyasında annesini görür. Rüyasında annesinin saçları up uzun olup yerlerde sürünmektedir ve diğer cennet kadınları onu ziyarete gelmişlerdir. Oğluna der ki, oğlum buraya namazsız gelinmiyor! İşte yetim yetiştirmenin Allah katındaki karşılığı cennettir. Eh, namaz da olursa daha garanti.  

İşte dinin sabra teşvik ve mükafatı olmasa evlilikler daha çabuk bitebilir. Günümüzde namaz ve iman noksanlığını, bencillik, kolay elde etme, mücadelesiz hayat sürme isteği, her şeyi hazır bulma, en ufak bir anlaşmazlıklarda kişiyi evliliği kurtarmak için çaba göstermek yerine hemen ayrılmaya götürmektedir. Kolay bulunan kız arkadaşlıkları da çekici olmaktadır. Fakat asıl darbeyi çocuklar yemektedir. Eşimin ilkokulundaki sınıfında 22 öğrenciden 6 sı ayrılma modunda. Eşim şahsi gayretiyle ikisini bir araya getirdi. Diğer öğretmenlerin tavrı şu. Canım sorunlu koca çekilir mi? Ayrılsın gitsin. Toplumun bu affedilmez tavrını anlamak mümkün değil. Din, iki kişi arasını bulmayı sevap saydığı gibi bu konudaki birleştirici bir yalanı da hoş görür.

İş mi aile mi?

Sağlıklı bir aile yapısını bozan unsurlardan biri de, eşlerin iş bayatında hırslı olmasıdır. Çağımızda bireylerin iki önemli hastalığı vardır. Biri bencillik, diğeri de lüks düşkünlüğüdür. Erkekler, kendilerini iş hayatına kaptırıp aileleriyle yeterince ilgilenmeyerek farkında olmadan bencillik yaparlar. Kadınlarda ise her şeyin en iyisine sahip olma hırsı vardır. Tüketimde ve iş hayatında hırs, hem aileyi hem de eşlerin ruh sağlığını olumsuz etkiler.

Hemen her insanda, daha hızlı yaşama, daha mutlu olma, daha iyisini elde etme, başkalarının yapamadığını yapabilme arzusu vardır. Bu eğilim, insanoğlunun her alanda ilerleyebilmesi ve gelişmesi için şarttır. Burada bütün mesele, ölçüyü iyi ayarlamaktır.

Erkeğin önceliklerini şaşırarak, iyi baba, iyi eş ile iyi iş adamı olma arasındaki dengeyi bozması hırs sınırları içerisindedir. Aynı cümleyi kadınlar için de kurabiliriz. İş hayatına odaklanmış bir erkeğin veya kadının önceliklerini iyi belirlemesi gerekir. Eşlerin hedef piramidinin en üst noktasında, var oluş amacına uygun soyut idealleri olmalıdır. Bu idealin altında ise mutlu bir aile hayatı, iş hayatında başarı, insanlara faydalı olma gibi hedefler yer almalıdır.

Kendisini iş hayatına kaptıran kişi, vicdanına sık sık “Birkaç fabrikaya sahip olmak mı önemli yoksa topluma faydalı çocuklar ve gençler yetiştirmek mi?” diye sormalıdır. Ve bilmelidir ki iyi evlat yetiştirmekten daha büyük servet yoktur.

İLETİŞİMİN GÜCÜ / AİLEDE KRİZ YÖNETİMİ

Eşler, birbirleriyle iletişim kuramıyorlarsa ya da sürekli çatışmak bir iletişim içindeyseler, yapmaları gereken ilk şey birbirlerinin iletişim dilini öğrenmektir. Bu da, iki tarafın da “Şu ana kadar uyguladığım iletişim dili başarılı olmadığına göre başka bir alternatif denemeliyim” şeklinde kendini sorgulamasına ve çözüm için kafa yormasına bağlıdır. Eşler hep böyle zihinsel sorgulama içerisinde olurlarsa, doğru iletişim yolunu bulacaklardır. Mesela erkek, ailede güç ve kontrolün kendisinde olduğunu hissetmek ister. Bunun için eşinin kendisine “iyi ki varsın” diyerek yaklaşmasını bekler. Bu duyguyu alamadığı zaman, “güç ve kontrol bende” diyebilmek için sürekli eşini eleştirir. Eşi, eleştirilerinde haksız olduğunu söylediği zaman da,  ”bu evde kimse beni ciddiye almıyor” yaklaşımını sergiler. Böyle bir durumda kadın, eşinin eleştirilerine “Haksızlık yapıyorsun eleştirilerin yanlış, sen de söylesin, böylesin” diye karşılık verdikçe, çalışmalı iletişimden kurtulmak mümkün olmaz. Bunun yerine, kadın, iletişim dilini değiştirerek, eşine önem verdiğini hissettirme yoluna giderse, erkek de eleştirilerini azaltacaktır.

Kadın, biraz Hürrem Sultan olmalı

Çatışma ve krizlerde taraflardan birinin biraz alttan alması ve diğer tarafı yönetmesi, yönlendirmesi çok önemlidir. Gerek kültürel yapımız, gerekse aile içindeki rol dağılımı bu konuda fedakârca davranmayı daha ziyade kadına yükler. Siyasi sonuçlarını bir kenara bırakırsak, Hürrem Sultan’ın Kanuni Sultan Süleyman gibi bir padişahı yönlendirebilmesini buna örnek verebiliriz. Bilindiği gibi Kanuni, Hürrem Sultan’dan doğan ve kendisine isyan eden oğullarından birinin idam edilmesine karar verir. Hürrem Sultan, oğlunu kurtarmak için Kanuni’ye “Sen ne biçim babasın, nasıl oğlunu öldürmeyi düşünürsün” demek yerine, “Yüksek ruhlarda kin barınmaz, sen yüksek ruhlu bir insansın, affet oğlunu” der. Kanuni de bu sözlerden etkilenerek oğlunu affeder. Yani Hürrem Sultan, Kanuni’nin olumlu özelliklerini ön plana çıkararak, beklenmedik bir şekilde onun kararını değiştirmeyi başarır.

Akşam sendromu

Tıpkı Hürrem Sultan gibi, eşler evlilikte yaşanan sorunları çözmek için sürekli çatışmaya girmek yerine; karşı tarafın olumsuz özelliklerini bir kenara bırakıp olumlu özelliklerine odaklanmalı ve duygularına hitap etmelidir. Birçok sorunu çözmek için, güzel söz söylemek bile yeterlidir. Çünkü güzel söz, sevgiyi artırır, insanın güzel konuşabilmesi için de önce güzel görmesi gerekir. Güzel gören güzel düşünür ve konuşur, güzel konuşan ise iyi ilişkiler kurar, çevresinde pozitif çekim oluşturur. İslam dininde de karı kocanın birbirine lütufkâr davranması esastır. Yani sadece kadının ya da erkeğin değil, ikisinin de birbirine lütufkâr davranması tavsiye edilir.

Dikkat eğitiminde kullanılan bir söz vardır; “Dur düşün, yap; dur, düşün, konuş.” Bazı insanlar düşünmeden konuşurlar. Önce söyler, sonra düşünürler. Böyle durumlarda karşı tarafın ruhu yaralanır. Ruhu yaralanan kişi sessiz kalmayı tercih eder, kimseyle konuşmaz.

Ailede krizler fırsattır

Çincede ‘kriz’ kelimesinin iki farklı anlamı vardır; tehlike ve fırsat. Bir çatışma yaşayan eşler kendilerine, “Bu bana ne öğretti? Ben nasıl bir hata yaptım da böyle bir çatışma oldu? Çatışmanın tekrarlanmaması için ne yapmalıyım?” gibi sorular sorarak olayı analiz ederlerse, krizi fırsata dönüştürebilirler. Çatışmalardan ders almaya yönelik bu tarz yaklaşımlar evlilik için faydalıdır. Bu yüzden eşlerin, çatışma olduğunda kriz yönetimi uygulamayı öğrenmesi gereklidir.

Kadın-erkek ilişkilerinde bir sorun olduğu zaman, kadın bunun hakkında konuşmayı, sorunları ifade etmeyi ister, erkek ise içine kapanarak düşünmeyi tercih eder.

Kilit nokta: Psikolojik ihtiyaçlar

Kadının önceliği çocuklarını iyi yetiştirmek ya da ev işleriyken, erkeğin önceliği ailenin ihtiyaçlarını karşılamaktır. Her ne kadar evliliğin ilk yıllarında romantik duygular ön planda olduğu için her iki taraf da ilgisini birbirine yöneltse de, çocuk olduktan sonra kadının ilgisi çocuğa, erkeğin ilgisi işine odaklanır. Eşlerin birbirine ilgisi zayıfladığı için, iki taraf da evliliklerinde sevginin azaldığını düşünmeye başlar. Bu da aile içi çatışmaların daha kolay yaşanmasına neden olur.

Evliliğin ilk yıllarından 40′lı yaşlara kadar olan dönemde iş hayatı, erkekler için bir güç ve statü göstergesidir. Erkek çalışarak egosunu tatmin eder. Ancak bir erkeğin mutlu olabilmesi için iş adamı, baba ve eş rollerini yaşaması ve uygulaması gerekir. En ufak bir çatışmada eşine, “Yediğin önünde, yemediğin arkanda, daha ne istiyorsun, sana rahat batıyor”  diye yaklaşan bir eş varsa, aslında bu, kadının ve erkeğin psikolojik ihtiyaçlarının çatışmasıdır. Kadının psikolojik ihtiyacı paylaşmaktır. Kadın-erkek ilişkilerinde sorun olduğu zaman, kadın bunun hakkında konuşmayı sorunları ifade etmeyi ister, erkek ise içine kapanarak düşünmeyi tercih eder. Erkek eve geldiği zaman eşine vakit ayırmıyorsa, onunla konuşmuyorsa, kadının psikolojik ihtiyaçlarının farkında değil demektir. Bu durumda kadın duygusal ihmal yaşar, zamanla duygusal travma ve ardından depresif durumlar gelebilir.

Siyaset ve iş hayatında eşle olan ilişki düzeyi önemlidir. Her başarışlı eşin arkasında ona mutluluk veren, onu destekleyen bir eş vardır. İslam’da danışma vardır ve eşlerle de yapılabilir. Hac yapmak isteyen Hz. Muhammed’e müşrikler izin vermemişler, bunun üzerine peygamberin geri dönüşe razı olmasına taraftar olmayan sahabi söz dinlemeyince eşi ona “Ya Rasulüllah sen kurbanını kes ve dön onlar seni takip edeceklerdir” demiş, bunun üzerine sahabi de uymak zorunda kalmıştır. Halk arasındaki eşine sor ve tersini yap anlayışının dinle bir alakası olmayıp tamamen safsatadır.

Danışarak ortak karar almak hem kararın uygulamasını kolaylaştırır, hem de fikrinin sorulması kişiye değer verildiğini gösterir, mutluluk kaynağı olur.

Sevgiyi çekim odağı yapmak

Erkeğin iş adamı rolünü, baba ve eş rollerinin önüne koymasının yanı sıra, ailesiyle vakit geçirmemesi de evlilikte psikolojik ihtiyaçların giderilmesine engel olur ve çatışmaları körükler, işten evine dönen erkeğin, ailesiyle vakit geçirmesini engelleyen en önemli faktörlerden gece geç saatlere kadar dışarıda vakit geçmeye sebep olan kahvehane kültürüdür.

Son yıllarda, televizyonun etkisi ile kahvehane kültürü biraz zayıflasa da, yine de canlılığını korumakta ve birçok erkek, bu alışkanlık yüzünden ailesini ihmal etmektedir. Kahvehane alışkanlığı olan erkeği bundan vazgeçirmek için kadının akıllıca hareket etmesi gerekir. Elbette erkeklerin bazıları sessizliği, yalnızlığı, bazıları ise muhabbeti, sohbeti sever. Kadın, eşinin neyi sevdiğini bilir ve ona göre hareket ederse; örneğin eşine “Sen ne biçim erkeksin, çocuklarınla ilgilen, kahvehaneye gitme” diyerek yüklenmek yerine, evi çekim odağı haline getirmenin yollarını ararsa başarılı olur. Önemli olan karşı tarafta “işim bitsin de bir an evvel evime gidebileyim” duygusunu uyandırabilmektir.

Burada da, kadın ve erkeğin biyolojik yapılarından kaynaklanan psikolojik ihtiyaçlarındaki farklılıklara göre hareket edilmelidir. Araştırmalar gösteriyor ki, kadın eşinin fiziksel güzelliğinden çok evinin güzel olmasını ister ve cinselliği değil de dostluğu arzular. Erkek için ise cinsellik ön plandadır ve ev ortamının fiziki görüntüsünden çok huzurlu bir yuvaya sahip olmak önemlidir, iki taraf da birbirine doğru adımlar atarak, yaradılıştan gelen farklılıkları bir noktada buluşturmayı başarmalıdır. Sürekli şikâyet ve iletişimsizlik, evi çekim merkezi olmaktan çıkarır. Unutmamak gerekir ki, en büyük çekim odağını sevgi oluşturur.

Eşler arasında ortak değerler ne kadar fazla olursa, paylaşım da o kadar sağlıklı olur. Bu nedenle iletişimi canlı tutmak isteyen taraf, eşinin değerlerini öğrenip kendi değerleriyle ortak olanlara odaklanabilir.

 

İlgi alanlarınızı tespit edin

Ailede eşlerden birinin iletişim kurmak istemesine karşın, diğerinin duyarsız davranması da krizlere neden olur. Bir bayan danışanım, kendisiyle konuşmadığı için eşine o kadar yüklenmişti ki, eşinden “Beni sağır ve dilsiz kabul et” cevabını almıştı.

Kadınlar yapıları gereği sorunları konuşarak çözmek isterler. Ortada bir sorun yoksa bile, eşleriyle sohbet ederek, paylaşma duygularını tatmin etme yoluna giderler Kadınların erkeklerden çok konuşmasının nedeni budur. Hatta anne karnında iken kız çocuklarının dudakları erkek çocuklara göre iki misli daha fazla hareket eder. Erkekler ise bir problem olduğunda daha çok kendi kabuklarına çekilip sessiz kalma eğilimi sergilerler. Bazı erkeklerde bu eğilim daha da belirgindir. Eşinin bu yönünü anlayamayan kadın ise kendisini yetersiz ve değersiz hisseder; kendine güvenini kaybeder.

Kadın, eşinin içine kapanma eğilimini çözmek istiyorsa, önce buna saygıyla yaklaşmalıdır. Eşiyle sözlü iletişim kurma ve paylaşma çabalarını frenlemeli, onun ilgi alanlarına dahil olmayı denemelidir. Bunun tersine, eşine kendi ilgi alanına çekmeye çalışırsa, onun savunmaya geçmesine neden olabilir. Dolayısıyla eşinin ilgi alanı neyse o konuda konuşmaya çalışmalı; örneğin eşi politikayla ilgiliyse, evin içindeki sorunlardan bahsetmek yerine güncel siyasi olaylar hakkında konuşmayı denemelidir.

Eşler arasında ortak değerler ne kadar fazla olursa paylaşım da o kadar sağlıklı olur. Bu nedenle iletişimi canlı tutmak isteyen taraf, eşinin değerlerini öğrenip kendi değerleriyle ortak olanlara odaklanabilir. Bu, eşleriyle iletişim kurmakta zorlanan erkekler için de sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Eşlerin ortak değerlerinin fazla olmadığı bir birliktelikte, konuşma ve iletişimin daha az, krizler daha çok yaşandığı unutulmamalıdır.

YAYGIN İLETİŞİM HATALARI

Tartışma olmayan, iletişim kazaları yaşanmayan evliliklerin olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Evlilikte eşler arası iletişim hataları ve krizler en çok romantik duyguların hâkim olduğu dönemden sonra gelen kişilik ve güç çatışmalarının kendini gösterdiği evrede yaşanır. Genellikle bu dönemdeki çatışmalar, eşlerin ilgilerinin birbirlerinden başka alanlara (çocuk, iş hayatı gibi) yönelmesiyle bağlantılıdır. Kadın ve erkekte kişiliğin üç ana özelliği olan düşünce kalıpları, iletişim tarzı ve iletişim yöntemindeki farklar, romantik dönemden sonra ortaya çıkarak güç çatışmaları şeklinde kendini gösterir. Çünkü herkesin çocukluğunda yazılmaya başlanan hayat senaryosu içerisindeki aktörler, evlilikle beraber yerini yeni aktörlere bırakır. Fakat aktörlerin rol modelleri, kişilikleri aynı değildir dolayısıyla farklı davranırlar. Bu yüzden eşler ezberlerindeki hayat senaryosunu değiştiremedikleri zaman “Eşim benim istediğim gibi davransın, benim kurallarıma ve şartlarıma uysun” şeklinde düşünmeye başlarlar. Bu da eşlerin birbirini değiştirmeye çalışmasına neden olur. Eşler arasındaki yaygın iletişim hatalarının temelinde bu tarz kişilik çatışmaları vardır.

Evlilikte eşler arası iletişim hataları ve kriter en çok romantik duyguların hâkim olduğu dönemden sonra gelen kişilik ve güç çatışmalarının kendini gösterdiği evrede yaşanır.

Eleştiri, sevginin düşmanıdır

Eşinin ihtiyacını, beklentilerini arayıp bulmak, orta noktada buluşmak yerine, kendi hayat senaryosunu karşı tarafa empoze edenler, suçlu ya da suçsuz olduğunu düşünmeden müvekkilini körü körüne savunan avukatlar gibi davranırlar. Oysa evlilikte hâkim gibi olmak, yani ortada bir problem olduğu zaman “Acaba eşim haklı mı?” diye düşünebilmek sağlıklı bir iletişim için şarttır, ilişkilerde “Seni seviyorum”dan daha güzel bir söz varsa o da “Sen haklısın” diyebilmektir. Eşlerin gerektiğinde sorunlar karşısında birbirlerine “Sen haklısın” diyememesi zıtlaşmayı körükler ve sorun ne olursa olsun, taraflar birbirinin kişiliğini sorgulamaya başlar.

Erkek ve kadının, kadın-erkek iletişiminden beklentisi birbirinden farklıdır. Erkek bir sorun olduğunda kabuğuna çekilerek, düşünür ve çözüm üretir, demiştik. Yani erkek çözüm odaklıdır. Kadın ise sorunu çözmeyi hedeflemez, onu eşiyle paylaşmak ister. Erkek iletişimin bilgi aktarımı; kadın ise yalnızlığı giderme ve paylaşma boyutunu önemser. Bir başka deyişle, iletişimde erkeği sonuç, kadını ise süreç ilgilendirir, iki taraf da birbirinin bu yönünü dikkate almazsa, ilişkide sürekli iletişim hataları meydana gelir. Örneğin erkeğin yaptığı sekiz işten üç tanesi yanlış ise, kadın yapısı gereği yanlış olanlara yönelir ve bunları eleştirir. Erkek ise hatalarının söylenmesinden, kendisiyle buyurgan bir edayla konuşulmasından rahatsız olur.

Kadının ise bir sorun olduğu zaman konuşarak rahatlaması adeta şarttır. Bu yüzden, evde bir sorun yaşandığı zaman erkek eşini mutlaka dinlemelidir. Sorun çözülmeyecekse bile, rahat rahat konuşabilmek kadının psikolojik ihtiyacının karşılanmasını sağlar.

Eşler arası iletişimde hatalara odaklanarak eleştirel bir dil kullanmak ve karşı tarafı yeterince dinlememek sevgiyi azaltır. Doğru yapılan işleri takdir etmek yani olumlu olana vurgu yapmak ise sevgiyi artırır.

Eşinizin kişiliğini hedef almayın

Eşler genellikle, eleştiriyi kişiliklerine yapılmış bir saldın olarak algılarlar. Eleştirilen taraf, “Eşim beni sevmiyor, aşağılıyor, küçük görüyor” diye düşünmek yerine, eleştirilen davranışı neyse onu düzeltmeye çalışmalıdır.

Eleştiride dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, karşıdaki insanın kişiliğini hedef almamaktır. Örneğin kadın, çocukları ihmal eden eşine “Sen gaddar bir babasın” diyerek onun kişiliğini hedef almak yerine, “Çocuğumuzla birlikte vakit geçirmen önemli, onu ihmal etmek doğru değil” tarzında yaklaşmalıdır.

Problemleri çözmeye çalışırken kullanılan dil de önemlidir. Eşinizle ‘sen diliyle konuşmak, onun savunmaya geçmesine neden olur. Bunun yerine ‘ben’ dili tercih edilmeli; “Şu durum beni incitiyor” ya da “Böyle davranman beni kırdı” gibi ifadeler kullanılarak çözüm aranmalıdır. ‘Sen’ dilini kullanarak eşinizi değiştirmeye çalışmak, hem onun savunmaya geçmesine sebep olur hem de sorunu kişilik çatışmasına dönüştürür.

Eşler karşı tarafı değiştirmeye çalışmak yerine, önce kendilerini değiştirmelidir. Sorunlar karşısında “eşim benim istediğim gibi olsun” yaklaşımıyla hareket etmek, onu değiştirmeye çalışmaktır ve insan, doğası gereği her zaman değiştirilmeye tepki verir. Bu da, problemleri içinden çıkılmaz hale getirir. “Bize vakit ayırmalısın, bu senin görevin” gibi zorunluluk ifade eden cümleler kullanmak, uzun vadede olumlu sonuç vermez. Bu  tarz bir hitaba maruz kalan kişi, sorun çıkmasın diye birkaç kere gönülsüz olarak eşinin istediğini yapar ama bunu devamlı hale getirmez. Eşinin değişmesini isteyen kişinin, “Birlikte nasıl vakit geçiririz?” diye düşünerek, buna uygun ortamlar hazırlaması yani önce kendisi şartları hazırlayıp ondan sonra karşı taraftan özveri beklemesi daha sağlıklı bir iletişim tarzıdır. Ortada bir sorun varsa, kişi önce kendisini değiştirmeli ardından da eşinin değişmesini beklemelidir. Özellikle erkekler, kendilerine bir şeyi yapmaları gerektiğinin söylenmesinden hoşlanmazlar. Bu yüzden kadın, eşine yol göstermek yerine zemin hazırlama yolunu seçmelidir.

Eşler genellikle, eleştiriyi kişiliklerine yapılmış bir saldırı olarak algılarlar. Eleştirilen taraf, “Eşim beni sevmiyor, aşağılıyor, küçük görüyor” diye düşünmek yerine, eleştirilen davranışı neyse onu düzeltmeye çalışmalıdır.

Keşke’ demek çözümsüzlüktür

Sık sık yaşanan sorunlar, kadında ya da erkekte zaman zaman pişmanlık duygusu doğurabilir, insanın ruh sağlığını bozan, problemler karşısında elini kolunu bağlayan duyguların başında pişmanlık gelir. Sürekli ‘keşke’ diyen bir insanın ruh sağlığının bozulmaması mümkün değildir. Bu kelime, insanın psikolojik enerjisini geçmişe dağıtarak boşa harcamasına neden olur. Sorun yaşanan evliliklerde özellikle kadınlar, pişmanlık duygusuna daha çok kapılırlar. Çünkü toplumsal nedenlerden dolayı evlilikten vazgeçmek onlar için daha zordur, bu da çaresizlik duygusuna ve beraberinde pişmanlığa yol açar. Ayrıca kadınlar yapıları gereği çözüm yerine sorun odaklı düşündükleri için, problemlerin düzelmeyeceği hissine kapılarak, evlendiklerine daha çabuk pişman olurlar. Sadece evlenme konusunda pişmanlık duymak değil, ortaya çıkan diğer sorunlara karşı da, “Keşke şöyle yapsaydım/yapsaydı, eşimle sorun yaşamaz, şimdi daha mutlu olurduk” diye düşünmek insanın enerjisini boşa harcamasına, sorunlar karşısında pasif kalmasına neden olur. Pişmanlık duyup ‘keşke’ demek yerine sorun ya da sorunların nedenini bulup adım atmak gerekir.

Evlilikte eşleri pişmanlık noktasına getiren sorunların temelinde, birbirlerine karşı sevgi, ilgi ve saygının (bunlara nezaket de eklenebilir) azalması yatar. Özellikle kadın için sevgi, ilgi ve incelikten yoksun bir evlilik adeta kabustur. Bu üç unsurun iyice zayıfladığı bir evlilikte, kadın ya da erkeğin atacağı adımlar önemlidir. Eşler “Ne yaparsam sevgiyi arttırırım?” sorusunun cevabını ne kadar çok düşünürlerse pişmanlıktan o kadar uzaklaşır, evliliği yoluna koymaya yaklaşırlar. Kişi istedikten sonra, eşinin psikolojik ihtiyaçlarını, ilgi alanlarını ve evdeki dengeleri gözeterek sağlıklı bir diyalog kurmanın yolunu bulur, insan olaylar karşısında çaresiz, güçsüz, aciz değildir. Eşlerin ‘keşke’ kelimesini çok kullanmaları kadar, sorunlar karşısında ümitsizliğe düşmeleri de tehlikelidir.

Evlilik test edilmez/Kendini gerçekleştiren kehanet kuralı

Eşlerin yaptığı en önemli iletişim hatalarının biri de, tartışmaları ve sorunları evlilik testlerine dönüştürmektir. Evlilikte her çatışmayı tartışmaya dökerek evliliği bitirme tehdidinde bulunmak ciddi şekilde kumar oynamaktır. Tartışmalarda taraflar dürtüleriyle hareket eder ve birbirlerinin sadakatini test etmek için boşanmayı gündeme getirirler. Tartışma esnasında taraflardan birinin, “Ben gidiyorum, evi terk ediyorum” ya da “O zaman ayrılalım” şeklinde bir tavra bürünmesi genelde onun gerçek niyetini temsil etmez. Bu sadece karşı tarafa, “ayağını denk al” ya “beni kaybedebilirsin” mesajını vermektir.

Tartışmalarda sürekli bu tarz bir yaklaşım sergilemek ‘kendini gerçekleştiren kehanet kuralı’nı işletmeye başlar. Bu kurala göre söylenen söz veya ifade edilen durum samimiyetle dile getirilmemiş olsa bile bir müddet sonra gerçekleşir, insanın söylediği söz ok gibidir, ağızdan bir kere çıktıktan sonra artık kontrol sahibinde değildir ve nereye gideceği kestirilemez. Bir söz beyinde üretildikten sonra sık sık tekrarlanırsa, beyin o söze uygun başka mesajlar da üretmeye başlar. Sonra da insanın kendisi, ilk başta gerçek amacı farklı olan o söze inanmaya başlar. Mesela çalışkan bir çocuğa sürekli tembel derseniz, bir müddet sonra o çocuk, buna gerçekten inanmaya ve tembel rolüne girmeye başlar. Bu yüzden bırakın tartışmaları, normal bir iletişim anında dahi şaka bile olsa “boşanalım, ayrılalım” gibi sözleri kullanmak doğru değildir.

Eşler “Ne yaparsam sevgiyi arttırırım?” sorusunun cevabını ne kadar çok düşünürlerse pişmanlıktan o kadar uzaklaşır, evliliği yoluna sokmaya yaklaşırlar.

Eşinizin sırdaşı mısınız?

Muhakkak eşlerin başka hiç kimsenin araya giremeyeceği, kendilerine özel bir alanlarının olması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de de eşlerin odasına çocukların bile izinsiz girmemesi, kapıların kapalı olması tavsiye edilir. Bu ilkeden, eşler arasında başkalarının hatta çocuklarının bilmeyeceği özel bir alanın olmasının gerekliliği şeklinde bir sonuç çıkarılabilir.

Oysa genç evliler, evliliklerinin ilk yıllarında: annelerine ya da yakın bir akrabalarına başkalarıyla; paylaşılmaması gereken meseleleri anlatabilirler. Bu  durum bir şekilde diğer eşin kulağına giderse, bu kez oda  eşine karşı doğal davranamaz hale gelebiliyor.

Ev, bir eş için psikolojik olarak rahatlayabileceği, doğal davranacağı bir sığmak olmazsa, diğer eşle kurulacak iletişim de sağlıklı olmaz. Bu nedenle özellikle evliliğin ilk yıllarında, karşılıklı güven duygusu üzerine kurulu, sadece eşlerine mahsus özel bir alan oluşturmak ve onu korumak gerekir.

Bir âlim iyi bir evlilik için “Cennet bahçelerinden bir bahçe olur” der. Evliliği güzel bir bahçe haline getirmek demek, ilk yıllarından itibaren hayata, olaylara, sorunlara benzer bakışla bakmayı başarmak demektir. Bu ise öğrenilerek kazanılır, iyi eş olmak, insanın genlerinden gelen bir özellik olmayabilir. Eşleşme/cinsellik biyolojiktir ama evlilik kültürel bir olgudur. Dolayısıyla sorunlar yaşayan eşler, evliliklerini nasıl sağlıklı yürütebileceklerini öğrenebilirler. Sorunlu çiftler mutlaka bu konuda tecrübeli kişilerden ya da profesyonel danışmanlardan evliliklerini nasıl güzel bir bahçeye dönüştürebilecekleri konusunda destek alabilirler. Evliliğe kafa yormamış, iyi bir eşin nasıl olması gerektiğini düşünmemiş bir insanın, evlilikte mutlu olmasını beklemek, kişinin bilmediği bir alanda ticaret yapıp başarı olmasını beklemesi gibidir.

Aşkın, sevginin amacı iki kişinin bir olmasıdır. Aslında varoluşun amacı da, bu ‘bir olma’yı gerçekleştirmek yani insanın Yaratıcısı’yla kendisi arasındaki sınırları ortadan kaldırmasıdır. Kişilik sınırlarının ortadan kalktığı, evrenle bütünleştiği düşüncesini taşıyan kişiler üzerinde yapılan araştırmalarda bu kişilerin beyinlerinde normalden daha fazla mutluluk kimyasalı salgılandığı ortaya çıkmıştır. Bunun için inançlı insanlar, evliliklerinde karşılaştıkları sorunlar karşısında Yaratıcı’ya yönelir ve en kötü durumlar­da bile ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmezler.

Dördüncü  Bolüm

EVLİLİKTE ZOR ANLAR

MANTIĞI  DUYGULARIN ÖNÜNE KOYACAK

Eskiler eşler arasındaki kavgaları “evliliğin tuzu biberi” olarak görür ve ilişki için gerekli olduğunu söylerlerdi. Bir bakıma, kavgası gürültüsü olmayan evlilikler pek hayra alamet yorumlanmazdı. Günümüzde ise evliklerin geneli fazlaca tuzlu” ya da “biberli.” Eşlerin birbirine “Artık bu iş burada biter” dediği, kavgaların, tartışmaların yaşanmadığı evlilik­lerin olmadığını söylersek abartmış olmayız.

Ekonomik şartlar, şehir hayatının olumsuzlukları, sosyal nedenler, bireyin toplumda yalnızlaşması gibi nedenler evliliklerde derin krizlerin yaşanma sıklığını artırdı. Bu aynı zamanda çiftleri kriz anlarına hazırlıklı olmaya ya da ilişkideki sorunları krize dönüştürmeden önleme yollarını öğrenmeye mecbur bıraktı.

İnsanlar olaylar karşısında çoğu zaman hisleriyle tepki verirler. Evlilikte yaşanan sorunların, krizlerin en önemli nedeni de eşlerin birbirine olması gerektiği gibi değil de hissettikleri gibi davranmasıdır. Bunu özellikle doğu toplumlarında görmek mümkündür. Doğu kültürünün insanları genelde fazla duygusal oldukları için olaylara objektif bakamaz ve duygusal davranırlar.

Lokman Hekim’e “ilminin hikmetini neye borçlusun nereden öğrendin?” diye sorduklarında, “Körlerden öğrendim. Körler elleriyle yoklamadan hiçbir şeyi kabul etmezler ve kontrol etmeden adım atmazlar” demiş. Yani Lokman Hekim, sorgulayarak, muhakeme ederek, kontrol yaparak ilmini geliştirmiş. Aile içi ilişkilerde de kişinin düsturu bu olmalıdır. Kişi her olay karşısında zihinsel sorgulama yapmalı, olayın nedenine bakarak hareket etmelidir. Evliliklerinde zor anlar yaşayan eşler, duygusallığın olayları objektif bir bakış açısıyla değerlendirmeye engel olduğu unutulmamalıdır. Bu yapılmadığı zaman, en küçük sorunun bile krize dönüşmesi kaçınılmazdır…

İnsanlar olaylar karşısında çoğu zaman hisleriyle tepki verirler. Evlilikte yaşanan sorunların, krizlerin en önemli nedeni de eşlerin birbirine olması gerektiği gibi değil de hissettikleri gibi davranmasıdır.

 

ALDATMA

Evliliklerde eşleri birbirine bağlayan en önemli etken sadakattir. Eşler, evlenirken ömür boyu her konuda birbirlerine sadık kalacaklarına dair söz verirler. Buna karşın evliliklerde sadakati ortadan kaldıran veya zayıflatan durumlar her toplumda yaşanabilir. Bunların başında ise cinsel aldatma gelir. Cinsellik insan için özel biriyle paylaşılacak bir durumdur. Çünkü sosyal bir varlık olan insanın, hayvanlar gibi üreme dürtüsüyle rastgele cinsel ilişkiye girmesi doğasına aykırıdır. Bu yüzden evlilikte cinsel ilişki eşler için son derece özel, özel olduğu kadar da önemlidir. Eşlerden birinin diğerini aldatması, bu özel ve önemli birlikteliğe vurulan bir darbedir. Tüm toplumlarda cinsel aldatmanın, evliliğin anayasasına aykırı bir davranış olarak kabul edilmesinin nedeni de budur.

Cinsel aldatmayı önemsemeyen birinin hiç evlenmemesi daha iyidir. “Hem evlenirim hem de başkalarıyla cinsel ilişkiye girerim” tarzında bir yaklaşım sergileyen kişinin evliliğini sürdürmesi imkânsızdır.

Günümüzde cinsel aldatma çoğu toplum için sosyal bir sorun haline gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde eşlerin birbirini aldatması, modern dünyadaki kadar yaygın olmamıştır. Örneğin Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre evli her 100 kadından 25′i en az bir kere başka bir erkekle cinsel ilişkiye giriyor. Yine evli her 100 erkekten 70′i de başka bir kadınla eşini aldatıyor. Cinsel aldatmanın bu kadar yaygın olması elbette boşanma oranlarına da yansıyor. ABD’de 1955′te boşanma oranları % 10 iken, 1995′te bu oran yüzde 52′ye çıkmıştır. ABD’de ve bazı Batılı ülkelerde son yıllarda kadın ve erkeğin istediği kişiyle cinsel ilişkiye girmesi şeklinde tanımlaman ‘açık evlilik’ler giderek yaygınlaşıyor. Tarafların evliyken başka birileriyle cinsel ilişkiye girmeyi kabullenmesi aslında bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü bu durum, evliliğin anlamına, genetik yapısına terstir. “Evlilikte duygusal bağ daha önemli, duygusal aldatma olmadığı sürece cinsel aldatma önemli değil” yaklaşımının geçerli olması mümkün değildir. Çünkü cinsel aldatma, duygusal bağlılığa zarar verir ve bunun duygusal aldatmadan bağımsız olduğu düşünülemez. Sevgilisi olan erkek ya da kadın giderek ailesinden uzaklaşır, fatura da çocuklara dolayısıyla topluma çıkar.

Cinsel aldatmayı önemsemeyen birinin hiç evlenmemesi daha iyidir. “Hem evlenirim hem de başkalarıyla cinsel ilişkiye girerim” tarzında bir yaklaşım sergileyen kişinin evliliğini sürdürmesi imkânsızdır.

Erkektir aldatır

Birçok toplumda erkeğin eşini aldatması daha yaygındır. Ancak Batı toplumlarında, giderek kadınların erkeği aldatması da yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de ise erkeklerin eşlerini aldatması aile kurumu için önemli bir sorundur. Bunun temelinde geleneksel aile anlayışımızın erkeğe adeta aldatma özgürlüğü vermesi yatar. “Erkektir, elinin kiridir, yapar ama döneceği yer yine evidir” düşüncesinin geleneksel aile modelinde hâlâ geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Ancak eğitim seviyesinin giderek yükselmesi ve çekirdek aileye geçişle birlikte erkeğin eşini aldatması da artık boşanma nedeni olarak daha sık karşımıza çıkmaktadır. Yani erkeğin eşini aldatması artık kadın tarafından eskisi gibi kabullenilmemektedir.

Aslında erkeğin aldatmaya meyilli olması onun doğasından yani biyolojik yapısından kaynaklanır. Erkekte neslini devam ettirebilmek için en iyi avantajı/eşi bulma eğilimi kadına göre güçlüdür. Bu da çok sayıda üreme hücresi (sperm) demektir. Kadının vücudunda bulunan yumurta sayısı dört-beş bin arasındadır ve hayatı boyunca kullandığı yumurta sayısı yaklaşık dört yüzdür. Ancak erkekte sadece bir santimetreküp menide beş ila on milyon arasında sperm hücresi bulunur. Bu da erkeğin, neslinin devamı için kadına göre daha fazla cinsel beraberliğe girme eğiliminde olduğu anlamına gelir. Korkuya direnci nispeten daha zayıf olan kadında ise, annelik ve şefkat duygusu ön plandadır. Dolayısıyla kadının anneliği iyi yapabilme ve kendi genlerini aktarabilme eğilimi daha güçlüdür. Bu yüzden kadın, eş seçiminde biyolojik olarak en iyi avantajı yakalayabilmek için cinselliği ikinci planda tutma eğilimindedir.

Aldatma gibi ciddi bir konuda zanla, ihtimalle hareket edilemezi somut delillerin olması gerekir. Somut bir durum varsa, oturup soğukkanlı bir şekilde sorunu masaya yatırmak Katta üçüncü bir kişiden yardım almak lazımdır.

Duygusal aldatma/cinsel aldatma

Biyolojik olarak erkeğin kadına nispeten cinsel ilişkiyi ön planda tutması, elbette aldatmanın tek nedeni değildir. Çünkü evlilik sadece cinsel ilişki üzerine kurulmaz. Bu yüzden, erkeğin eşini aldatmasının nedenleri arasında biyolojik eğilim dolaylı bir etken olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda bahsettiğimiz geleneksel “erkektir yapar” anlayışının yanı sıra, modern hayatın cinselliğe bakışı da erkeği hatta kadını aldatmaya teşvik etmektedir.

Cinsel mutluluğu hayatın merkezine koyan anlayış, bireyi cinsel mutluluğu sınırsız yaşamaya teşvik ederken, bireyleri özellikle de erkekleri bu konuda kontrolsüz davranmaya itmektedir. “Dünyaya bir kez geldim, istediğim gibi yaşayacağım” anlayışı, soyut hedefi, inancı olmayanlar için mantıklı ve cazip görünebilir. Cinsel öğelerin ilgili ilgisiz her alanda, özellikle de reklam sektörü ve medyada kullanılması da bu anlayışı güçlendirmektedir. Duygusal aldatma ile cinsel aldatma arasında önemlilik-önemsizlik sıralaması yapmak da cinsel aldatmanın kılıfı olarak kullanılmaktadır. Bu anlayış cinsel özgürlüğü sevginin önüne koymakta, eşler arasındaki bağların yok sayılmasına izin vermektedir. Erkeğin cinsel anlamda özgürce hareket etmesi kadını sadece cinsel bir obje olarak görmesi demektir. Üstelik yukarıda da belirttiğimiz gibi kadın erkek ilişkilerinde cinsel aldatma-duygusal aldatma ayrımı yapmak mümkün değildir. Tek gecelik cinsel ilişkilerde bile, erkek ertesi gün yaşananları unuturken, kadın en azından bir telefon bekler…

Aldatmaya karşı kadın ne yapmalı?

Evlilikte erkeğin eşini aldatmasına biyolojik özelliklerinden daha çok, eşiyle yaşadığı sorunlar, “Ben erkeğim, ” aldatırım” bakış açısı ya da cinselliğe duyulan zaaf neden olmaktadır.

İş hayatında, bakımlı ve kozmetik sanayinin desteğiyle bir şekilde sevimli görünen kadınlarla karşılaşan erkeğin, evde kendisine ilgi göstermeyen bir eşi varsa, evlilikte olumsuz hava oluşur. Böyle bir durumda erkeğin, inancı da zayıfsa, cinsel sadakatini devam ettirmesi güçleşebilir. Evde sürekli gerilime neden olan sorunların yaşanması, eşlerin çocuklar konusunda sürekli tartışması ya da kişilik çatışmaları erkeği evden ve eşinden uzaklaştırır. Sorunlar karşısında gösterdiği, sığınacak güvenli bir liman arama özelliği, onu farklı arayışlara iter. Kadının erkeği kendisinden uzaklaştıracak böyle durumların farkında olması gerekir. Bu açıdan kadının, evin içindeki farklı sahalarda üstlendiği roller çok önemlidir.

Kadının rollerinden birini fazlaca önemseyip, eşine karşı duyarsızlaşması da aldatma nedeni olabilmektedir. Genellikle evlilikte bu durum çocuklar olduktan sonra çok yaşanır. Anne olan kadının öncelikleri, biyolojik özelliklerinin etkisiyle değişir. Kadın bütün dikkatini çocuklarına ya da ev işlerine verir, eskisi gibi ilgilenemediği, sevgisini veremediği ya da sevgisine karşılık gösteremediği eşini ihmal etmeye başlar. Elbette ki bu durum erkeğin yeni arayışlara girmesini haklı göstermez. Bu durumda erkeğin yapması gereken, sorunu çözmeye çalışmak, kendi hatalarını ve eşinin eksikliklerini analiz etmek ve bunların düzelmesini sağlayacak adımlar atmaktır. Ama birçok erkek doğru olanı yapmak yerine, kendini anneliğe kaptırmış eşini kendi haline bırakıp, yeni arayışlara girmeye, eksik kalan duygularını aldatma yoluyla tatmin etmeye çalışmaktadır. Bu yüzden kadının anne ve eş rolleri arasındaki dengeyi gözetmesi önemlidir.

Evlilikte erkeğin eşini aldatmasına biyolojik özelliklerinden daha çok, eşiyle yaşadığı sorunlar, “Ben erkeğim, aldatırım” bakış açısı ya da cinselliğe duyulan zaaf neden olmaktadır.

Cinsel sadakatsizlik geliyorum der!

Aldatmanın ilk belirtisinin tarafların birbirine duyduğu ilgisinin azalması olduğu düşünülür. Eşler, ilginin azalmasını en kötü ihtimale yorarlar, ilgi azalması durumunda, “Eşim benimle ilgilenmiyor, demek ki hayatında başka biri var” gibi bir senaryo yazılır ve bu senaryoya göre hareket edilmeye başlanır. Bu son derece yanlıştır. Çünkü aldatma gibi ciddi bir konuda zanla, ihtimalle hareket edilemez; somut delillerin olması gerekir. Somut bir durum varsa, oturup soğukkanlı bir şekilde sorunu masaya yatırmak hatta üçüncü bir kişiden yardım almak lazımdır. Bunu yaparken de, aldatılan taraf sadece eşini suçlamak yerine, sorunun kendisine değen, kendisinden kaynaklanan yanları olup olmadığını anlamalıdır.

İlgi azalması yanı sıra, eşini seven bir insan aldatıldığını ya da aldatılacağım mutlaka anlar. Çünkü evlilikte sevgi önemli bir güçtür. Dolayısıyla eğer somut bazı belirtiler varsa, aldatılan taraf durumu öngörüp bunun önüne geçebilir. Çünkü cinsel aldatma bir süreçtir; genelde birdenbire gerçekleşmez ve ne kadar çabuk fark edilirse geri dönüşü o kadar kolay olur.

Cinsel aldatma üç aşamalı bir süreçtir. Birinci aşama hoşlanma duygusu, ikinci aşama sevgililik, üçüncü aşama ise cinselliktir. Uyanık ve mantıklı davranan kişi, henüz hoşlanma aşamasındayken eşinin durumunu fark edip aldatmasını engelleyebilir. Ancak bunu yaparken kıskançlık duygusuyla hareket edip, pire yüzünden yorgan yakmaya varacak tarzda davranmamak gerekir. Örneğin bir erkek, gerek olmadığı halde işyerindeki kadın çalışma arkadaşlarıyla sık sık yemeğe çıkıyorsa, eşi bu durumdan hoşlanmadığını ona net bir şekilde hissettirmeli ama bunu bir sopa gibi kullanıp evliliği yaşanmaz hale getirecek biçimde de davranmamalıdır. Kadın eşine, “Benim bu duruma alışmamı bekleme, zaten alışmam da doğru değil. Evliliğimiz bu durumdan zarar görür. Kendini benim yerime koy ve aynı şeyi ben yapsam, sürekli erkeklerle yemeğe çıksam sen bunu nasıl karşılarsın bir düşün” diyerek duruma müdahale etmelidir. Yani eşini düşünmeye, empati kurmaya sevk edecek şeyler söylemeli, “Senin hissettiğin hoşlanma duygusunu ben de hissedebilirim” mesajını vermelidir.

Aldatan eş, yere düşen mücevher gibidir

Aldatmanın cinsellik konusundaki zafiyetten kaynaklandığı durumlarda, aldatan kişi ciddi manada pişmanlık duyar. Bir erkeğin, özellikle iş hayatında ve sosyal çevresinde bir araya geldiği kadınlarla eşini aldatması, çoğunlukla onun bu konudaki zaaflarından kaynaklanmaktadır. Bu tür aldatmalarda erkek pişman olduğu halde, kadın, en ufak bir tartışmada ya da herhangi bir sorunda kinayeli konuşarak, laf atarak evvelce yaşanan aldatmayı sürekli sopa gibi kullanırsa ya da o konuyla ilgili ayrıntıların üzerine giderse, eşinin kendisini aldattığı kadının ekmeğine yağ sürmüş olur. Aldatan eşini affeden kadınların en çok yaptıkları hata, sürekli geçmişi deşmektir.

Kadınlar genellikle aldatmayı affeder ama unutamazlar. Zaten aldatılan kadının kendisine yaşatılan sadakatsizliği unutmasını beklemek doğru değildir. Ancak kadının sürekli aldatıldığını düşünmesi, hem depresyona girerek kendisinin mutsuz olmasına hem de bu durumun yansıdığı eşinin “Bu kadın değişti, artık beni mutlu edemez” düşüncesine kapılarak başka arayışlara yönelmesine neden olur.

Eğer eşi gerçekten pişman olmuşsa, kadın da “Aramızdaki sevgi bağını arttırmak için ne yapmalıyım?” diye düşünülmelidir, insan değerli bir şey kaybettiği zaman onu hemen unutmaz, tekrar bulmaya çalışır. Evlilik de böyledir. Aldatan eş, yere düşen mücevher gibidir. Mücevheri yere düştü diye çöpe atmak yerine, yerden alıp temizlemekte fayda vardır.

Ancak kadın, aldatan eşini affederken ona mutlaka “Bir daha yaparsan sonuçları evliliğimiz için kötü olacak” mesajını vermelidir. Çünkü aldatan erkeğin hemen affedilmesi, hiçbir şey olmamış gibi davranılması, onun bu olayı “bir şey olmadı” şeklinde yorumlamasına ve aynı hatayı tekrarlamasına neden olur.

Aldatmanın cinsellik konusundaki zafiyetten kaynaklandığı durumlarda, aldatan kişi ciddi manada pişmanlık duyar.

Aldatılanın ve aldatmanın psikolojisi

Depresyona etki eden olaylar arasında aldatmanın zannedilenden daha büyük yeri vardır. Hatta depresyona sebep olan en önemli olayların başında cinsel sadakatsizliğin geldiğini söyleyebiliriz. Ondan sonra ise eşin ölümü gelmektedir. Yani eşin aldatması, onun ölümünden daha çok psikolojik yaralanmaya neden olmaktadır. Aldatılıp da depresyona girmeyen az sayıda insan vardır.

Eşinin başka birine ilgi duyduğunu ya da kendisini aldattığını öğrenen kişi, çok öfkelenir, kendini değersiz ve sevgiye layık olmayan biri gibi hisseder. Bu ruh hali, onun misilleme yapmasına neden olabilir. Cinsel aldatma yaşayan kişilerin en çok yaptıkları hata budur. Aldatılan kişinin “Madem sen beni aldattın, ben de seni aldatırım” düşüncesiyle hareket etmesi, yanlışı düzeltmek değil, bilakis başka bir yanlış daha yapmaktır. Geleneksel aile yapımızda aldatılan kişinin, ki bu genellikle kadındır, bu şekilde intikam aldığı pek görülmez. Genelde kadınlarımız aldatmaya karşı duygularını bastırır ve olayı sineye çeker ya da evliliği bitirirler. Erkeğin pişman olduğu ve evliliğin sürdüğü durumlarda bile, kadın, kendisini beğenilmez hisseder ve eşinin diğer kadında ne bulduğunu sorgular.

Aldatma için sevgi azalması, yani kişinin eşine eskisi gibi ilgi duymaması bir bahane olarak dile getirilebilir. Eşini aldatan birçok erkek, “Ben artık sana karşı bir şey hissetmi­yorum, onu seviyorum” gerekçesiyle hareket eder. Halbuki sevgi değişkendir, bir dönem hayat arkadaşına karşı bir şey hissetmemek, ömür boyu bu şekilde gidecek anlamına gelmez. Ayrıca insanın hoşlandığı kişiye yönelmesi, yani “Çıkarıma olan şey iyidir, doğrudur” düşüncesiyle hareket etmesi, bir anlamda çocukluktur. Zevklerinin peşinde koşan insan olgunlaşmamıştır ve mutlu olamaz. İnsan gerçek mutluluğa eriştirecek olan soyut ideallerinin gerçekleşmesidir. Somut ve gündelik zevklerin yanı sıra, soyut idealleri de dikkate alarak yaşayan insan, hata yapsa da bundan pişman olur. Bu nedenle evlenecek kişilerin hayat felsefelerinin, kültürlerinin ve hayat piramitlerindeki ideallerin birbiriyle örtüşmesi çok önemlidir.

Yaşam felsefesi sadece dünyevi zevklere odaklı insanların evliliklerinde aldatmalara daha çok rastlanılır. Bu tür evliliklerde iş hayatı ve bireysel zevkler ailenin önündedir. Kırklı yaşlara doğru biraz da maddi birikime ve çevreye sahip olununca “Dünyaya bir daha mı geleceğim, bir çiçekle bahar olmaz” düşüncesiyle cinsel zevkin peşine düşülür. Daha çok erkeklerde görülen bu tip davranışların sonucunda, kadının tepkisine göre, evlilik ya devam eder ya da biter. Halbuki insan, evliliğin sadece cinsel beraberlik anlamına gelmediğini, kutsal bir yönünün olduğunu da düşünüyorsa zaten aldatmaya yönelmez. Zaaflarına yenilip buna yönelse bile, hata yaptığını anlayıp evliliğini kurtarmak için kendini yeniden toparlar.

Chat’te aldatma: Sevginin sanal tatmini

Son yıllarda internette masum arkadaşlıklar şeklinde başlayan, ancak sonu fiziksel aldatmaya ve ailelerin dağılmasına varan ilişkilerin bir hayli yaygınlaştığını görü’ yoruz. Internetteki sohbet ortamları, evlilikte iki önemli psikolojik ihtiyaç olan beğenilme ve sevilme ihtiyacı karşılanmayan kadın ya da erkeğin sığınacağı limanlardan biri haline geldi. Chat arkadaşlığının neden cazip olduğunu gösteren güzel bir örnek var: Ürdün’de boşanan bir çift, farkında olmadan internette chatleşmeye başlıyor ve sanal ortamdaki ilişkileri ilerleyince birbirlerine uygun kişiler olduklarını düşünüp yüz yüze görüşmeye karar veriyor. Tabii buluştuklarında şaşırıp kalıyorlar. Bu örnekte de görüldüğü gibi, birbirlerini daha önceden çok iyi tanıyan kişiler bile, chat odalarında gerçek yüzlerini gizleyip kendilerini farklı biri olarak tanıtabiliyorlar.

İnsanlar, sanal ortamda, olmak istedikleri kişiliği yansıtır ve karşı tarafla sadece yazı ya da görüntü yoluyla iletişim kurdukları için, kendilerini olduklarından daha farklı biçimde anlatırlar. Bunun nedeni, chat anında insanın içindeki düşünce ve duygu obsesyonlarına kolaylıkla kendini kaptırmasıdır. Düşünce obsesyonu, beynimizin bir bölgesinin istem dışı yanlış düşünce üretmesidir. Bir ablanın kardeşini gezdirirken, onu bir arabanın önüne iteceğini, kısa süreli olarak düşünmesi gibi. Bu düşüncenin bir veya iki kere akla gelmesinin bir zararı yoktur ancak bunlar sık sık tekrarlanır ve abla kardeşini sokağa çıkarmaktan korkmaya başlarsa bu bir obsesyon halini alır. Bir erkek, izlediği bir filmde gördüğü ya da sokakta karşılaştığı bir kadını eşinden daha fazla sevi-yormuş gibi hissedebilir. Bu da bir çeşit duygusal obsesyondur. İnsanda bu ve benzeri ani düşünce ve duyguların oluşması doğaldır. Önemli olan, insanın mantığının ve vicdanının bu düşünceleri onaylayıp onaylamadığıdır.

İnsanın içindeki düşünce ve duygu obsesyonları, chat-leşme esnasında kontrolden çıkar. Kişi o anda hiç düşünmeden, süzgeçten geçirmeden aklına gelen her şeyi yazı ya da ses yoluyla karşı tarafa aktarır. Arzular ve dürtüler ile mantık ve kurallar arasındaki denge, arzular ve dürtülerden yana bozulur. Ayrıca chatleşmede, kişiler karşı tarafa kendilerini istedikleri şekilde, yani olumsuz yönlerini bastırarak ya da olmadıkları bir kişilik portesi çizerek tanıtırlar. Bu nedenle chat ortamı, aldatmanın birinci safhası olan ‘hoşlanma’ için iyi bir zemin oluşturur. Cinsel aldatma gerçekleşmese bile, chat yaptığı kişiye âşık olma, daha doğrusu âşık olduğunu zannetme gibi duygusal aldatma durumları yaşanır.

İnternetteki sohbet ortamları, evlilikte iki önemli psikolojik ihtiyaç olan beğenilme ve sevilme ihtiyacı karşılanmayan kadın ya da erkeğin sığınacağı limanlardan biri haline geldi.

Başta da belirttiğimiz gibi chatleşme ihtiyacı, kişinin beğenilme ve sevilme duygularının tatmin edilmemesinden kaynaklanır. Eğer eşlerden birinde chat yapma bağımlılık haline gelmişse, diğeri, “Yanlış yapıyorsun, sen ne yaptığını zannediyorsun?” diyerek onun üzerine gitmek yerine, eşinin bunu neden yaptığını, bu ihtiyacın arkasında hangi duygu­ların olduğunu anlamaya çalışmalıdır. Eşi chat bağımlısı olan kişinin, onun beğenilme ve sevilme ihtiyacını karşılayacak adımlar atması gerekir.

ikinci eş ya da ‘kendini aldatma’

Son yıllarda, dini açıdan cinsel aldatmayı yasak kabul eden muhafazakâr kesimde de, çok eşli erkekler sık sık gündeme gelmektedir. Çok eşliliği, muhafazakâr kesimdeki erkeklerin ekonomik olarak daha iyi duruma gelmesine bağlamak ya da çağ dışılık, kadın haklarını hiçe saymak gibi argümanlarla tartışmak yerine, dini, sosyal ve psikolojik açıdan ele almak daha doğru olacaktır.

Bilindiği gibi, islam dininde ikinci evliliğe ruhsat vardır. Ancak islam, çok evlilik için eşler arasında adaletli davranmak gibi -ki bu oldukça güçtür- bazı şartlar getirir. Dinimizde erkeğin poligami yani çok eşlilik eğilimi göz önüne alınarak, cinsel duygularını kontrol edemeyen erkekler için ikinci evliliğe izin verilmiştir. Ancak bu izin ruhsattır, teşvik değildir, islam’ın tavsiyesi tek eşliliktir. Mesela Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin ikinci evlilik yapmasını istememiştir. Bütün islam âlimleri, tek eşlilikte sadakati teşvik etmiş, çok eşlilik durumunu ise bir izin olarak görmüşlerdir. Günümüzde ise, dinine bağlı bazı erkekler biraz para kazanınca, cinsel isteklerine aldanarak “Bu hayat benim değil mi, istediğimi yaparım” düşüncesiyle hemen ikinci evliliğe girişmektedirler. Halbuki bu dünyada, insanın bütün duygularını istediği şekilde tatmin etmesi mümkün değildir. Üstelik, cinsellik gibi sadece dakikalar süren bir zevkin, insanın hayatına yön vermemesi gerekir. Cinsellik insanı yönlendirmemeli; insan bu duyguyu yön­lendirmelidir. Bunu yapamayan erkekler, ikinci evliliğe yönelmektedirler. Yani bir manada uzun vadeli düşünmeden, cinsel duygularına aldanarak, ikinci evlilik kararını almaktadırlar.

Aslında ekonomik açıdan rahatı yerinde olup da ikinci evliliği yapan birinin, hayal ettiği mutluluğa ulaşması neredeyse imkânsızdır. Çünkü ikinci eş, ister istemez kendi sorunlarıyla birlikte erkeğin hayatına girmekte, erkek ise “Hayatım daha güzel, daha renkli olacak” diye düşünürken, bir ailenin daha sorumluluğunu omuzlarına aldığını hesap etmemektedir.

İkinci eşle mutlu olan yoktur

Erkek, maddi imkânlarını vs. kullanarak, bir şekilde ilk eşini ikinci evliliğe ikna edebilir, ilk eş de, çocuklarını düşünerek, evliliği bozulmasın diye buna razı olabilir. Ancak bu, bütün sorunların çözüldüğü anlamına gelmez.

İkinci eş ister istemez, erkeğin ilk eşini tamamen aradan çıkarıp, eşini sadece kendisine ait kılmaya çalışır. Çünkü kendisi ‘ikincil’ konumda hissetmektedir. Bundan duyduğu rahatsızlığı ve ezikliği ev eşyaları, giyim kuşam gibi konularda aşırı tüketimle gidermeye çalışır. Erkek ise, çocuklarının annesi ve onca yıllık hayat arkadaşı olan ilk eşini silip atamaz. Bir müddet sonra, “Benimle az vakit geçiriyorsun, ona çok gittin, bana şunu almadın, ona bunu aldın, benim resmi nikâhım yok…” şeklinde şikâyetler peş peşe gelir. Sonuçta ne erkek, ne ilk eş, ne de ikinci eş mutlu olabilir, iki eşli olup da bedel ödemeyen, huzuru kaçmayan, acı çekmeyen birini bulmak pek mümkün değildir.

Cinsellik gibi sadece dakikalar süren bir zevkin, insanın hayatına yön vermemesi gerekir. Cinsel’ lik insanı yönlendirmemeli; insan bu duyguyu yönlendirmelidir.

BOŞANMA

Eşler arasındaki sorunların boşanmayla sonuçlanmasının çok çeşitli nedenleri vardır. Ancak en çok bilineni ‘şiddetli geçimsizliktir.’ Şiddetli geçimsizlik, eskiden pek sık zikredilen bir boşanma nedeni değildi. Bugün şiddetli geçimsizliğin boşanmaların en başta gelen nedeni olması, eşlerdeki aile bilincinin zayıflamasından ve evli çiftlerin yaşadıkları sorunlarda çevreden yardım görememelerinden kaynaklanır. Büyük aile yapılarının hâkim olduğu eski zamanlarda, eşler anne ve babalarından yardım alabiliyor ya da akrabaları sorunlar karşısında onları bir arada tutmak için gayret sarf ediyor, yol gösteriyordu. Yani aile içinde tecrübeli, yol gösterecek, sorun olduğu zaman müdahale edecek bireyler olduğu gibi, akrabalık ilişkileri de eşlere yardımcı olacak kadar güçlüydü. Büyükler danışmanlık yaparak eşleri yönlendiriyorlardı. Böylece eşler arasındaki problemlere büyümeden çözüm üretiliyordu.

Zamanla modem hayat, rekabetçi ortam, maddi kaygılar gibi nedenler aileleri bağımsız yaşamaya itti. Bugün anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek ailelerde çıkan sorunlarda, akrabaların ya da aile büyüklerinin pek yardımı görülememektedir. Kendi sorunlarını kendileri çözmek durumunda kalan eşlerin psikolojik yardım almaları seçeneği ise maalesef göz ardı edilmektedir. Bu yardım alınabilse, özellikle birbirini seven ve iyi niyetli olduğu halde geçinemeyen çiftlerin sorunları problem küçükken çözülebilir ve boşanma büyük oranda engellenebilir.

Boşanmaların bedelini en çok çocuklar öder. Boşanmış ailelerin sayısının artması ile çocuklar arasında suç işleme oranlarının yükselmesi ve uyuşturucu madde kullanımında artış yaşanması gibi olumsuz gelişmeler arasında önemli bir bağ vardır. Elbette ki boşanma tek başına bu olayların nedeni olarak gösterilemez, ancak boşanma sonucunda çocukların ya anne ya da baba ilgisinden büyük oranda mahrum kaldıkları da bir gerçektir.

Ailede yaşanan sorunların boşanma ile noktalanmaması için bireylere aile olma bilincinin kazandırılması, sorunların neden kaynaklandığı, nasıl çözüleceği, ailede kriz yönetimi gibi konularda eğitim verilmesi çok önemlidir. Çünkü eşleri boşanma aşamasına getiren tek bir nedenden bahsetmek mümkün değildir. Boşanma, bir sürecin sonunda gelinen noktadır. Bu süreçte ilişkiyi olumsuz yönde etkileyen unsurlar birikir ve bardağı taşıran son damla boşanmanın nedeni olarak karşımıza çıkar. Eşler arası iletişimde ‘son’ damlanın ne olacağını kestirmek güçtür. Bu yüzden çiftlerin, boşanma aşamasına gelmeden sorunlarını çözmeyi öğrenmesi, boşanmaya neden olacak iletişim hatalarının farkına varması gerekir.

Tahammül ve ‘altın orta nokta’

Günümüzde ‘kolay yoldan en iyiyi elde etme’ anlayışıyla yetişen gençler, tahammül etmeyi öğrenmeden hayata atılıyorlar. Emek vererek kazanmak yerine, toplumda kabul gördüğü ve onaylandığı şekliyle ‘köşeyi dönme’yi düşünüyorlar. Sadece hedeflerine ulaşma noktasında değil, sorunlarla karşılaştıkları zaman da mücadele etmek yerine vazgeçmeyi tercih ediyorlar. Bu düşüncede olan gençler evlendikleri zaman da, sorunlar karşısında mücadele etmek yerine kolay yolu seçip boşanmayı çözüm olarak görüyorlar. Halbuki hayatın gizli kanunlarından biri emek vermeden, yorulmadan, çile çekmeden güzel şeylerin elde edilemeyeceğidir. Bu sadece maddi şeyler için geçerli bir kural değildir, ilişkiler için de geçerlidir. Evliliğin sorunsuz olması için, zor zamanlarda eşlerin gayret göstermesi şarttır. Emek verilmeyen bir evlilik, tıpkı bakımı yapılmamış bir bahçenin yabani otların istilasına uğraması gibi her geçen gün güzelliğini kaybeder ve sonunda kurur.

Elbette eşlerin sorunlar karşısında birbirlerine taharri’ mül göstererek evlilikleri namına emek sarf etmeleri için, eşler arası iletişimin kurallarını bilmeleri, kadın ve erkek psikolojisi hakkında az çok bilgi sahibi olmaları gerekir. Zaten eşlerin, aralarında sorun olsun ya da olmasın, bu konularda bilgi sahibi olmaya çalışmaları, sağlıklı ilişki için gayret göstermenin yarısıdır.

Boşanma, bir sürecin sonunda gelinen noktadır. Bu süreçte ilişkiyi olumsuz yönde etkileyen unsurlar birikir ve bardağı taşıran son damla boşanmanın nedeni olarak karşımıza çıkar.

Daha önce de değindiğimiz ve eşler arası iletişimde vazgeçilmez bir yeri olan ‘altın orta nokta kuralı’, boşanma sürecine girmiş çiftlerin evliliklerini kurtarmada önemli bir rol üstlenebilir. ‘Altın orta nokta kuralı’ eşlerin iletişimlerinde kriz ya da sorun yaşadıkları anlarda, birbirlerine doğru birer adım atarak orta noktada buluşması şeklinde tarif edilebilir. Örneğin, erkeğin hemen her gece arkadaşlarıyla zaman geçirerek eve geç saatlerde gelmesi, eşine ve çocuklarına yeterince zaman ayırmaması evlilik için önemli bir sorundur. Kadın, erkeğe çıkışarak onun bu alışkanlığını tamamen bitirmeyi denemek yerine,

“Çocuklar seni özlüyor. Haftanın üç dört günü eve erken gelip onlarla vakit geçirirsen çok mutlu olurlar” şeklinde yaklaşırsa, bu öneri erkeğe de mantıklı gelecek ve ikisinin de çıkarı ‘altın orta nokta’da buluşmuş olacaktır. Eşler, kriz anlarında altın orta nokta kuralını uygularlarsa, hem evliliklerini bitirme noktasından uzaklaştırır hem de birbirlerine tahammül etmeyi öğrenirler. Nasıl ki bina yaparken tuğlaları üst üste koymak aynı şeyi tekrarlamak değil, binayı sağlamlaştırmaksa, bu kural da tekrarlandıkça evliliği sağlamlaştırır.

Emek verilmeyen bir evlilik, tıpkı bakımı yapılmamış bir bahçenin yabani otların istilasına uğraması gibi her geçen gün güzelliğini kaybeder ve sonunda kurur.

Boşanma kararı almadan önce

Eşler evliliğin sürmesi için gösterdikleri bütün çabalara rağmen boşanma kararı alma aşamasına geldilerse, bu aşamada da mantıklı hareket etmelidirler. Boşanma kararı insanın hayatındaki kırılma noktalarından birisi olduğu için, bir anlık heyecanla evliliği sonlandırmak seçeneğini hemen düşünmemek gerekir. Boşanma kararından önce taraflar şu kritik soruları kendilerine sormalıdırlar:

l- Evliliği kurtarmak için elimden geleni yaptım mı? Bu soruyu sormadan alınan ayrılık kararı, insana sonradan “keşke” dedirtir.

2- Mutsuzluğumun sebebi gerçekten evliliğim mi, yoksa kendimden kaynaklanan sebepler de var mı? Günümüzde hâkim olan yaşam şartları nedeniyle, insanlar genellikle mutsuz ve depresif durumdadırlar. Başka nedenlerle yaşamdan zevk almayan insanlar, zaman zaman “Evliliğim biterse mutlu olurum” düşüncesine kapılabilirler. Bu nedenle boşanma kararı almadan önce, kişinin mutsuzluğunun nedenini iyice analiz etmesi gerekir.

3-Ayrıldıktan sonra ortaya çıkacak sorunlarla baş edebilir miyim? Boşanma kadın ve erkek için yeni bir başlangıç demektir. Eşler boşandıktan sonra, tek başına hayatın üstesinden gelip gelmeyeceklerini hesap etmelidirler. Uzun yıllar süren evlilikler de boşanma kararı alınmadan önce, bu soruyu tekrar tekrar düşünülmelidir. Çünkü yıllardır birbirlerine alışkın eşler, boşanmanın ardından yalnız kalacaklardır.

4-Boşanma kararı çocukları nasıl etkileyecek? Çocuklar boşanmanın kendisinden çok, boşanma esnasında yaşananlardan etkilenirler. Bu da çocuğun ruhsal gelişimine zarar verir. Ayrıca boşanma kararı, özellikle küçük yaştaki çocuklar için anne ya da babadan birinin olmadığı bir evde büyümek demektir ki bu durumda çocukların sağlıklı gelişim göstermeleri için daha çok dikkat sarf etmek gerekir.

Kâr-zarar hesabının doğru yapıldığı durumlarda boşanma iyi bir çözüm gibi gözükebilir. Ancak bilinmelidir ki bu, geri dönülmeyecek bir karardır ve ‘keşke’ denilmeyecek şekilde bir karar alınmalıdır.

Dostça boşanmak mümkün mü?

Boşanmanın kendisinden çok, boşanma aşamasına gelene kadar yaşananlar eşleri yıpratır. Boşanma öncesi yaşananları hem erkek hem de kadın kolay kolay unutmaz. Ama çocukların iyiliği için, boşanma aşamasında anne ve babanın bazı duygularından fedakârlık yapmasından ve mantıklı hareket etmesinden başka çözüm yoktur. Genelde eşler boşandıktan sonra öç alma duygusu yaşarlar. Çoğu zaman da, bu öç alma duygusu ile çocukları kendi taraflarına çekmeye çalışır ve onlara birbirlerini kötülerler. Kadın ya da erkeğin bu psikolojiye girmemesi için, boşandıktan sonra kendisini yalnız hissetmemesi çok önemlidir.

Kâr-zarar hesabının doğru yapıldığı durumlarda boşanma iyi bir çözüm gibi gözükebilir. Ancak bilinmelidir ki bu, geri dönülmeyecek bir karardır ve ‘keşke’ denilmeyecek şekilde bir karar alınmalıdır.

Ayrılık en çok kadını yıpratır

Boşanmada, çocuklardan sonra en büyük bedeli ödeyen taraf kadındır. Hem annelik duygusu, hem sosyal nedenler hem de psikolojik yapısı nedeniyle, boşanma kadını erkekten daha çok yıpratır. Boşanma sonrası yaşanan en belirgin psikolojik rahatsızlık olan depresyon, kadınlarda erkeklere göre iki üç kat daha fazla görülür. Depresyon kadınlarda doğrudan, erkeklerde ise kendini içkiye sigaraya verme, sinirlilik, unutkanlık gibi dolaylı yani örtülü biçimde yaşanır.

Toplumun boşanmış bir kadına ve erkeğe bakışı farklıdır ve bu yanlış bakış da kadını yorar. Çoğu zaman boşanmış bir kadın olmak, toplum tarafından ayıplı bir etiket gibi algılanır ve sorgulanır. Bu durum, kadın üzerinde baskı oluşturur. Erkek içinse böyle bir sorun yoktur. Bu nedenle erkekler boşanmadan sonra daha rahat hareket eder ve boşanmanın olumsuz etkilerinden çabuk kurtulurlar.

Boşanmanın erkek ve kadında farklı yaşanmasında, beynin çalışma özellikleri de belirleyicidir. Erkeklerin beyni sorunları takıntı haline getirmeme eğilimindedir ve bunda da başarılıdır. Bu avantaj sayesinde, boşanma sonrasında erkekler duygularından çok mantıklarıyla hareket eder ve yaşananları kolay unuturlar. Kadınların beyni ise sorunların üzerinde tekrar tekrar düşünmeye meyillidir. Bu yüzden kadınlar yaşadıkları sorunlar üzerine düşünmeyi bırakıp hayatlarına devam etmekte zorlanırlar. Ayrıca çocukların durumu da, annelik duygularıyla hareket eden kadını daha çok etkiler. Kadının bu iki özelliği, boşanmaya duygusal bakmasına neden olur çünkü kadın için duyguların yerine mantıkla hareket etmek daha zordur. Boşanma sonrasında duygusal ihmal yaşayan kadın, bu meseleyi tarn olarak zihninden çıkarmakta güçlük çeker ama sorunu hallettikten sonra yine güçlü bir şekilde hayatına devam edebilir. Erkek boşanma acısını aşmak için bir birim, kadın ise iki ya da daha çok birim çaba harcar, dersek durumu özetlemiş oluruz.

Eşler birbirlerinden boşanabilir ama annelikten, babalıktan boşanamazlar. Çocuğun bu gerçeği anlaması için, anne babanın ona hayatı boyunca yanında olacaklarını hissettirmesi gerekir.

Anne babalıktan boşanılmaz

Kimi zaman çok zor olsa da, her iki taraf da önünde sonunda boşanmanın etkilerinden kurtulup yeni bir hayata başlar. Ancak anne baba arasında olan biteni anlayacak yaşta bir çocuk, boşanma ve boşanma sürecinde yaşananlardan ömür boyu etkilenir. Çünkü çocuğun sevgi, nefret, acı, endişe gibi duyguları depolayan duygusal hafızası, boşanma sürecinde yaşananları da -ki bunlar genelde olumlu duygular değildir- kaydeder. Anne babanın olan biten konusunda yeterince açıklama yapmaması, çocuğun kişilik gelişimini olumsuz etkileyebilir. Bu yüzden, çocukların anne babalarının boşanmasını duygusal travmaya neden olmayacak şekilde atlatması gerekir. Çocuk ailede yaşananları anlayacak yaşta ise, anne baba boşanmayı saklamak yerine, gerçekleri uygun bir dille ona anlatmalı ve aradaki gerginliği mümkün olduğu kadar çocuğa yansıtmamaya özen göstermelidir. Eğer bu yapılmazsa, çocuk, anne babasının ayrılmasının nedeni olarak kendisini görecek ve “Boşanmaya ben sebep oldum” diye düşünecektir. Boşanma sürecinde anne babanın, çocuğa karşı kullanacağı dil ve yaklaşım şu şekilde olmalıdır:

“Ortada bir problem var ve bu problemin kaynağı sen değilsin, biziz. Sen canını sıkma, biz bir yolun bulup bu problemi çözeceğiz. Belki ileride bir arada yaşamayabiliriz ama her zaman ikimiz de senin yanında olacağız… Şu anda üzülebilirsin ama önünde kocaman bir hayat var. Bu tür olaylar uzun vadede insanı güçlendirir…”

Boşanma sürecinde, çocuklar güvende olmadıkları hisseder ve gelecek korkusu yaşarlar. Bir de anne babanın, olumsuz duygularını çocuğa yansıtarak, ona ümitsizlik ve karamsarlık vermesi halinde çocuk depresyona girebilir. Bu nedenle ebeveynlerin, ne yapıp edip uzlaşarak ayrılma yolunu bulması, çocuğun sağlıklı ruhsal gelişimi için çok önemlidir. Eşler birbirlerinden boşanabilir ama annelikten, babalıktan boşanamazlar. Çocuğun bu gerçeği anlaması için, anne babanın ona hayatı boyunca yanında olacaklarını hissettirmesi gerekir. Anne babanın ayrılmasında bedel ödemeyen çocuk yoktur. Bunu iyi bilmek gerekir.

Hem boşanma sürecinde hem de boşanmadan sonra, ebeveynlerin yaptığı en büyük yanlışlardan biri, çocuğu kendi tarafına çekmeye çalışmaktır. Çocuğu kendi taraflarına çekmek için ona rüşvetle yaklaşan anne babalar, boşanmanın gündeme gelmesiyle bir anda eşini kötülemeye başlayan kişiler bilmelidirler ki bu yaptıklarının bedelini yine çocuklar öder.

Çocuğa güven duygusu verilmeli

Toplumumuzda boşanma sürecinde aile büyükleri genellikle çocuklar için devreye girerler. Anneanneler, babaanneler ya çocukların bakımını üstlenir ya da en azından bir süre için onlarla ilgilenirler. Bu sayede çocuklar boşanmanın olumsuz etkilerini en az zararla atlatırlar. Bu önemli bir avantajdır. Aslına bakılırsa, şu anda anneanne ve babaanne olanlar, zamanında çile çekmiş bir neslin üyeleridir. Çocuklarını güçlükle yetiştirmiş, şimdi de torunlarına bakımını, çocuklarının ailesinin yükünü omuzlamalardır. Onlar bir bakıma bireyselleşmeye kurban gitmiş toplumun üzerindeki yükü hafifletmektedirler.

Boşanma sonrasında çocuklarda görülen en büyük problem, duygusal ihmale uğramış olmalarıdır. Çocuklar çoğunlukla kendilerine değer verilmediğini, önemsiz olduklarını hissederler. Boşanma sürecinde veya sonrasında çocuklarda bu duyguların ortaya çıkmasını anne ya da babanın engellemesi güçtür. Çünkü zaten onların kendilerinin yardıma ihtiyacı vardır ve çoğu zaman çocuklarının içinde bulunduğu durumun farkına varamazlar. Dolayısıyla anneanne, babaanne, dede gibi yakın akrabalar çocukta bu duygunun ortaya çıkmaması için özen göstermelidir. Boşanma sonrasında çocuğa kendisine değer verildiğini, güvenildiğini, en önemlisi de sevildiğini hissettirmek gerekir. Çocuğa bu duygular ve bazı sorumluluklar verilerek onun sağlıklı bir kişilik geliştirmesi sağlanabilir. “Annenle baban ayrıldı, bu istenmeyen bir şey ama bir arada yaşasalardı sürekli tartışacaklar, birbirlerini inciteceklerdi. Böyle bir beraberliğin sürmesi daha kötü olacaktı. Bu nedenle ayrılmaya karar verdiler. Ancak biz senin yanındayız, sana güveni- yoruz ve senin sorumluluk sahibi bir yetişkin olacağına inanıyoruz” şeklinde bir yaklaşım onun duygusal açıdan çökmesini engelleyeceği gibi, boşanmayı mantıklı bir biçimde değerlendirmesini ve hayata gerçekçi bakmasını sağlayacaktır.

GELİN – KAYINVALİDE İLİŞKİLERİ

Özellikle geleneksel aile yapısına sahip çiftlerin evliliklerinde kritik anlar yaşamasına neden olan en önemli etkenlerden biri gelin ve kayınvalide arasındaki gerginliklerdir. Gelin-kayınvalide ilişkisi üzerine söylenmiş atasözleri, deyimler, fıkralar ve kinayeli sözler; kadının, kayınvalidesi ile iletişiminin eşiyle ilişkisi için ne kadar önemli olduğunu anlatan göstergelerdir. Birçok evliliğin, gelin-kayınvalide ilişkisinde sudan sebeplerle çıkan tartışmalar yüzünden boşanmayla sonuçlandığı hatta bu ilişkinin kimi zaman aile içi cinayetlere veya yaralamalara neden olduğu düşünülürse, meselenin önemini daha iyi görülecektir.

Gelin-kayınvalide ilişkisinin temelinde, her iki tarafın birbirlerine önyargıyla yaklaşması yatar. Eşler arasındaki iletişim hataları bölümünde bahsettiğimiz “kendini gerçekleştiren kehanet kuralı” gelin ve kayınvalide arasında da çok yaşanır. Oğlunu evlendiren kayınvalide, “Gözüm gibi büyüttüğüm çocuğumu bir genç kadın elimden alıyor”, gelin ise “Bir kalpte iki kadın olmaz, annesinden koparamazsam eşime sahip olamamam” düşüncesiyle hareket ederse, kendini gerçekleştiren kehanet işlemeye başlar. Bunun gibi duyguların her iki tarafta da olması doğaldır. Ancak bunların zamanla davranışlara yansıması, gerçekleşmelerine neden olur. Çünkü düşünceler dile getirilmese bile beden diline yansır, iletişimde davranış dilinin etkisi sözel dilden daha fazladır ve insanın davranışlarını bilinçli beyin değil, bilinçaltı yönetir. Yani bir kimsenin beden dili, onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini ele verir. Mesela oğlunun elinden alınacağını düşünen kayınvalidenin bunu bakışlarına yansıtması çok kuvvetli bir ihtimaldir. Bu bakışları algılayan gelinde de, “Kayınvalidem bana hain hain bakıyor” hissi uyanır. Bunun gibi davranışlar, gelinin eşini annesinden uzaklaştırma çabalarını körükler ve ortada hiçbir sebep yokken tartışmalar çıkar. Sonuçta da kayınvalidenin istemediği olur ve erkek annesine karşı tavır alır.

Her konuda olduğu gibi aile içi iletişimde de püf nokta, tarafların niyetidir, ilişkilerde esas olan, tarafların birbirlerine hüsnü zanla yaklaşmasıdır. Gelin kayınvalide ilişkisinde problemlerin olmaması için, en azından birinin iyi zanla, art niyetsiz hareket etmeye başlaması gerekir. Gelin iyi zanla hareket ederse, davranış dili kayınvalidesini de olumlu yönde etkiler ve o da daha pozitif davranmaya başlar, iyi zan kuralını kayınvalide başlatırsa, bu kez de gelin ona uyum sağlar. Unutmamalı ki kaygı ve korkunun arttığı yerde güven zayıflar, güvenin zayıflaması ise iyi niyeti ortadan kaldırır.

‘Dostumun dostu, dostumdur’

Şüphesiz insanın önyargılarından kurtularak karşısındaki kişi için iyi zanda bulunması kolay değildir. Önyargıların değişmesi için bazı somut nedenler gerekir. Söz konusu nedenler de karşı tarafa iyi davranarak sağlanabilir. Örneğin imkânı olduğu halde hep eski giysilerle dolaşan bir arkadaşınızın cimri olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, ancak bu arkadaşınızın size birkaç kez yemek ısmarlaması, onun hakkındaki önyargınızı değiştirir. Gelin-kayınvalide ilişkisinde de önyargıları ortadan kaldırabilecek davranışları doğru yorumlamak gerekir. Mesela gelin, kayınvalidesinin kendisinin eşiyle baş başa kalmasına izin vermediğini düşünüyorsa, yanlarına gelmediği bir gün kendilerini rahat bıraktığını değil de küstüğünü ya da naz yaptığını düşünebilir.

Gelin-kayınvalide ilişkisinde önyargıları ortadan kaldıracak en önemli neden ortak menfaatlerdir. O da gelin için eşinin, kayınvalide içinse oğlunun mutluluğu ve öncelikleridir.

İlişkilerde esas olan, tarafların birbirlerine hüsnü zanla yaklaşmasıdır. Çetin kayınvalide ilişkisinde problemlerin olmaması için, en azından birinin iyi zanla, art niyetsiz hareket etmeye başlaması gerekir

Gelin, kayınvalidesinden hoşlanmıyor olabilir ama ona “Eşimin annesi, eşime emek vermiş, onu yetiştirmiş. Eşimi seviyorsam, onun sevdiği insanlara da/ annesine de değer vermem gerekir” şeklinde düşünmelidir. Bu saygı duyma, kendini ezdirmeme-karşı tarafı ezmeme dengesine oturmalıdır. Aynı şey kayınvalide için de geçerlidir. O da oğlunun sevdiği ve tercih ettiği kişiye yani gelinine saygı duyması ve değer vermesi gerektiğini hatırından çıkarmamalıdır. “Oğlumu ben büyüttüm ama o bana ait bir varlık değil. Çocuğumun mutlu olması için eşinin de mutlu olması lazım. Ben de buna katkı sağlamalıyım” düşüncesiyle hareket etmelidir. Oğlunun mutlu olmasını isteyen kayınvalide, gelinini mutlu etmeye çalışmalıdır.

Erkek herkesin iyiliği için objektif olmalı

Önyargıların yıkılmadığı ilişkilerde, kayınvalide genellikle kinayeli konuşmalarla gelini maniple etmeye çalışır. Bunlar ilkel, olgun olmayan tepkilerdir. Bu tepkilere gelinin de karşılık vermesi ise aile içinde krizlere davetiye çıkarır.

Sık sık yaşanan krizlerde, olan iki kadın arasında kalan erkeğe olur.

Gelin-kayınvalide arasındaki zıtlaşmalarda, genellikle erkek de rolünün gereğini objektif bir şekilde yerine getiremez ve annesini eşine karşı körü körüne savunur. Kimi zaman da bunun tam tersi olur. Erkek eşine, “Annem iyi biri ama zayıf yanlan var. Bu yaştan sonra onu değiştirmek zor. Onu incitmeyelim” mesajıyla yaklaşmalıdır. Böyle yaklaşması, eşini, “Kayınvalidem bana kötü davranıyor ama hiç olmazsa eşim beni anlıyor” noktasına getirir. Erkek, eşine bu şekilde yaklaşmayıp, doğrudan annesini savunursa, eşi iyice gerilir ve anlaşılmadığını düşünür.

Erkek böyle durumlarda objektif olmadığı takdirde, her kriz bir bumerang gibi dönüp dolaşıp kendisini bulur. Mutlu olmak isteyen erkek, annesi ve eşiyle ilişkisini dengede tutmalıdır.

Önyargıların yıkılmadığı ilişkilerde, kayınvalide genellikle kinayeli konuşmalarla gelini maniple etmeye çalışır. Bunlar ilkel, olgun olmayan tepkilerdir

Gelin, şartlarını dayatmamalı

Hepimizin çocukluk dönemlerinde yaşadığımız olaylar, hayat senaryoları vardır. Bir genç kız evlenene kadar, babası ya da ağabeyiyle kurduğu ilişkiler yoluyla, beynine erkek modeline dair bazı davranış ve düşünce kalıpları yazılır. Evlendiği kişiden de, buna benzer düşünce kalıpları bekler. Annesiyle kurduğu iletişim şeklinin beyninde oluşturduğu düşünce ve davranış kalıbını da kayınvalidesinden bekler. Böyle bir beklenti gerçekçi olmadığı gibi, mümkün de değildir. Çünkü gelin de kayınvalide de iki farklı ortamda yetişmiş, ayrı kişilik yapılarına sahip bireylerdir. Yeni evlenen genç hanımlar bu gerçeği genellikle göz ardı ederek, kayınvalidelerini kendi şartlarına, kendi standartlarına uydurmaya çalışıyorlar. “Ben evlendim, eş benim eşim, kayınvalidem benim standartlarıma uymak zorunda” düşüncesiyle hareket etmek, evlilik adına yapılan en büyük hatadır. Bu anlayışın kişilik ve güç çatışmasına neden olmaması mümkün değildir. Zaten gelininin oğlunu elinden aldığını düşünen, duruma böyle yaklaşan bir kayınvalide, gelininden de yukarıdaki gibi bir yaklaşım görürse, ona tepki olarak negatif düşünmeye ve davranmaya başlar. Halbuki sağlıklı bir ilişki için karşı tarafı değiştirmek yerine onu anlamaya çalışmak gerekir.

idare eden, ‘idare’lik olur

Bir de huzursuzluk olmasın diye kayınvalidesinin her istediğini sorgulamadan yapan, her çıkışını alttan alan gelinler vardır. Bu tip insanlar kendilerine zarar verirler.

Geleneksel yapıya sahip ailelerin kız çocukları “idareci ol, aman alttan al, fedakâr ol, kızlar fedakâr olur” tavsiyeleriyle yetiştirilirler. Bu mesajları alan genç kız da evlendiği zaman ezilir ve ruhsal sarsıntı yaşar. Buna örnek olacak bir danışanım vardı, çok ağır depresyonla gelmişti. Kadının üç çocuğu vardı ve kayınvalidesi de onlarda kalıyordu. Başta danışanın depresyonuna bir neden bulamadık. Kayınvalidesiyle problem yaşayıp yaşamadığını sorduğumuzda “Hayır, hiç şikâyetim yok, çok iyi biri” cevabını veriyordu. Sonra hastaneye yatırıldı, tedavi başlayınca gelinin bastırdığı duygular ortaya çıktı. Kayınvalide kontrolcü yapıdaydı ve gelini üzerinde psikolojik baskı kuruyordu. Danışanımız çocuklarını bile kayınvalidesinin yanında sevemiyordu. “Aman kızım idare et, iyi geçin, alttan al, kayınvalidene karşı çıkma, fedakâr ol” gibi tavsiyelerle yetiştirilen kadın, ilişkinin zaten böyle olması gerektiğini düşündüğü için, bize kayınvalidesinin tutumunu anlatma gereği bile duymamıştı. Halbuki bu kişiye, “Kayınvalidene saygısızlık etme ama kendini de ezdirme” tarzında eğitim verilmiş olsaydı, bu durumlar yaşanmayacaktı.

Kayınvalide yanlış bir şey yaptığı ya da söylediği zaman “Ben böyle düşünmüyorum, benim için doğrusu budur” diyerek sınırları koyabilmek, doğru duruş gösterebilmek gerekir. Bunu yaparken üslup, seçilen kelimeler, ses tonu, beden hareketleri çok önemlidir. Eğer bir insan, karşı tarafı incitmeden kendi kişilik sınırlarını çizmeyi başarırsa, iki taraf da birbirini daha rahat tanır. Duygulan bastırıp biriktirmek ise, örneğimizdeki gibi kişinin psikolojik rahatsızlıklar yaşamasına neden olur. Bu nedenle, sorun olduğu zaman açık açık konuşulursa, hatası olan kendisini düzeltmeye çalışır. Eğer ortada bir hata yoksa da, iki taraf birbirini daha iyi tanımış olur.

Geleneksel yapıya sahip ailelerin kız çocukları “İdareci ol, aman alttan al, fedakâr ol, kızlar fedakâr olur” tavsiyeleriyle yetiştirilirler. Bu mesajları alan genç kız da evlendiği zaman ezilir ve ruhsal sarsıntı yasar.

Fiziksel olarak ayrı, duygusal olarak bağlı

Türk toplumunda aile bağları Batı toplumlarındakinden daha güçlüdür, İngilizcede amca ile dayı ve teyze ile hala tek kelimeyle ifade edilirken, bizde bu hitaplar oldukça zengindir. Bir toplum neye önem verdiyse onunla ilgili terimleri daha çok üretir. Örneğin Arapların yirmiye yakın deve tarifi vardır. Kızılderililer de kanla ilgili çok terim kullanmışlardır…

Aile bağları bizler için önemli olmasına karşın, son iki yüzyıldır Batılı kültür değerleri ve şehirleşmenin etkisiyle değişime uğradı. Bu süreçte, bir tarafta anne babaya ‘of bile dememeyi öğütleyen anlayış sürerken, diğer tarafta anneanneyi, babaanneyi, büyükbabayı dışlayan aile modelleri ortaya çıktı. Yani aileler, ne Batıdaki gibi bağımsız ayrı bir birime dönüştü, ne de Doğudaki gibi geniş bir yapıda kaldı.

Dolayısıyla özgür ve bağımsız olmak isteyen gençler, ailelerinden de tamamen kopamadılar. Böyle iki arada bir derede kalan ailelerde gelin-kayınvalide çatışmalarının daha çok yaşandığı gözlenmektedir. Bu türden ailelerde herkesin mutlu olabileceği en iyi çözüm, büyüklerden fiziksel olarak kopmak ama duygusal bağları sürdürmektir. Tabii anne babaların da çocuklarını uzaktan sevmeyi başarması, evlenen iki gencin kendilerinden ayrı özel bir hayatlarının olduğunu kabul etmesi gerekir.

AİLE İÇİ ŞİDDET

Eşlerin birbirine sözel ya da fiziksel şiddet uygulaması, evlilikte zor anlar olarak değerlendirebileceğimiz krizlerin en önemlisidir. Şiddeti kısaca bir insanın hak aramak için veya bir sorunu çözmek için fiziksel veya duygusal zorlamalara başvurması olarak tarif edebiliriz. Şiddet deyince insanların aklına sadece fiziksel zorlama gelir. Halbuki duygusal ihmal, çalışan bir insanın maaşını vermemek, birine sinirlenip bir eşyayı kırmak, kadının eşi tarafından cinsel ilişkiye zorlanması gibi davranışlar da bir tür şiddet uygulamasıdır. En ağır şiddet ise, bedene yapılan zorlamadır. Fiziksel şiddetten sonra eşyaya ve hayvana yapılan şiddet ile ekonomik ve duygusal şiddet şeklinde bir derecelendirme yapılabilir. Bir kişinin eşine sevgi göstermemesi, onu ihmal etmesi de kimi tanımlamalara göre şiddettir.

Günümüz toplumları için aile içi şiddet önlemeyen önemli bir sorundur. Sadece Türkiye gibi ülkeler değil, eğitim seviyesi ve yaşam standardı yüksek ABD, Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde de aile içi şiddet vakaları giderek artmaktadır. Bütün dünyada şiddete maruz kalan kadın sayısı içinde eğitimli kadınların ve şiddet uygulayan erkek oranlarının yüksek olması, konunun Türkiye’de algılandığı gibi sadece eğitim seviyesi ve gelişmişlikle ilgili olmadığını göstermektedir. Üstelik Türkiye’de resmi rakamlara yansıyan şiddet olayları hiçbir zaman Batılı ülkelerdeki rakamlara ulaşmamıştır. Bu görüşe, “Türkiye’de kadınların haklarını arama bilincinin gelişmemiş olması, şiddet vakalarıyla ilgili istatistikleri aşağı düşürüyor” şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak burada asıl mesele, konuya ideolojik bakış açılarıyla yaklaşmadan, aile içi şiddetle mücadele etmektir.

Araştırmalar aile içi şiddetin en önemli nedenlerinden birinin alkol olduğunu göstermektedir. Toplumdaki genel şiddet olaylarında, alkol kullanımı % 67 oranında etkilidir. Alkol, otokontrolü zayıflattığı için, kişinin agresifleşerek dürtüleriyle hareket etmesine, depresyon puanının yükselmesine neden olur. Sadist eğilimleri olan yani acı çektirmekten zevk duyan biri, alkol kullanırsa, o kişinin şiddet uygulama ihtimali çok yükselir.

Şiddete karşı öfkenizi eğitin

Ailede şiddet uygulayan kişinin bu eğilimi psikolojik bozukluklardan kaynaklanıyorsa mutlaka tedavi görmesi gerekir. Ancak aile içi şiddetin nedeni psikolojik olmaktan daha çok, sorun çözmeyi bilmemek, iş hayatındaki stresle başa çıkamamak sonucu ortaya çıkan öfkeye hâkim olamamaktır. Öfke insanın içindeki vahşi bir köpek gibidir. Onu eğitirseniz, o size bekçilik, koruyuculuk yapar ama eğitmezseniz kendinize de zarar verir.

Öfke, erkeklerde kalp krizini özellikle üç kat arttırmaktadır. Kontrol edilemeyen öfke sadece kişinin sağlığını değil, insanlarla, eşiyle ve çocuklarıyla olan ilişkisini de etkiler.

Fiziksel ya da duygusal şiddeti arttıran etken, eşler arasındaki önyargılardır. Şiddeti engellemenin çözümü diyalog ve hoşgörüdür. Eşler arasında şiddet yaşanıyorsa, ortada bir problem var demektir ve bu problemi çözmek için kullanılan yöntemlerin de doğru olması gerekir. Eşlerin, kullanacakları yöntemler içinde şiddetin asla yeri olmadığını kabul etmeleri, şiddetin hiçbir türünü bir seçenek olarak düşünmemeyi öğrenmeleri gerekir.

Toplum olarak sorunlara yaklaşım tarzımız çözüm odaklı değil, tartışma odaklıdır. Bu özelliğimizi anlatan güzel bir fıkra vardır: Bir Alman, bir Fransız, bir Amerikalı ve bir Türk’ten filler konusunda tez hazırlamaları istenir. Alman, ‘fil ilmine giriş’ adlı bir tez hazırlar. Fransız, ‘fillerde cinsel yaşam’ konusunu işler. Amerikalı, ‘filler ve kapitalizm’ üzerine çalışır. Türk ise ‘Ne olacak bu fillerin hali?’ konusunu seçer. Eşlerin problemlere yaklaşım tarzı bu fıkradaki Türk gibi olursa, sorunlarına çözüm bulamazlar. Şiddete başvuran erkek ve şiddet gören kadın tartışmak yerine, çözüm odaklı davranışlarda bulunursa, mutlaka bir çıkış yolu bulunur.

Araştırmalar aile içi şiddetin en önemli nedenlerinden birinin alkol olduğunu göstermektedir. Toplumdaki genel şiddet olaylarında, alkol kullanımı % 67 oranında etkilidir.

Şiddet çocuğa nasıl anlatılmalı?

Hayvanlara şiddet uygulayan çocuklar veya kendisini yaralayan yetişkinler üzerinde yapılan araştırmalar, bu kişilerin anne babaları arasında şiddetin daha çok yaşandığını göstermektedir. Aile içinde şiddet; sorun çözme, hak arama aracı olarak kullanıldığında öğrenilmiş bir davranışa ve alışkanlığa dönüşür. Anne baba şiddet uygulama eğilimindeyse, çocuk (5-6 yaşında veya daha büyükse) bunu doğal kabul eder ve ailesinden öğrendiği bu ‘doğal çözüm yöntemi’ni ileride uygulamaya başlar. Çünkü hayatı tanımayan çocuk, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavramları çevresini gözlemleyerek öğrenir.

Anne baba asla şiddete başvurmamalıdır. Ancak öfkesini yenemeyip bu tür bir davranış gösterdiğinde, bunu çocuğa “Yaptığım doğru değil ama kendime hâkim olamadım” diyerek anlatırsa, o zaman çocuk en azından ortaya konan davranışın doğru model olmadığını anlayabilir, şiddete meyletse bile bir süre sonra davranışını değiştirebilir. Burada çocuk açısından önemli olan, anne babanın şiddeti yöntem olarak benimsememesidir.

Önemli olan, çocuğun şiddeti bir yöntem olarak benimsememesi için önlem almaktır. Çocuk şiddetin ne olduğunu, sonuçlarını, yanlış yönlerini öğrenirse, ileride isteklerini gerçekleştirmek için onu bir yöntem olarak benimsemeyecektir.

Maalesef bir ailede şiddet yaşanabiliyor, bazen kapılar çarpılıyor, bazen bir eşya fırlatılıyor, bazen sağa sola tekme atılıyor. Ancak anne baba, kavga ve şiddeti bir yöntem olarak benimserse, sürekli gerilim ve sözlü ya da fiziksel şiddet evde bir iletişim tarzı olarak benimsenirse, çocuk bundan olumsuz etkilenir. Bununla birlikte, “Aman çocuğumuz, kavga ettiğimizi görmesin, bağırmayalım bundan kötü etkilenir” düşüncesiyle fazla korumacı bir yaklaşım benimsemek de doğru değildir. Çocuğun, kavga ve gerilimden sonra, anne babasının yeniden barıştığını görmesi, hayatın gerçeklerini öğrenmesi bakımından önemlidir. Nasihatlerden ziyade yaşadıklarından etkilenen çocuk, anne babanın barışmasından uzlaşmayı öğrenir. Zaten doğru olan da, ona nasihat vermekten çok model olmaktır. Başka bir ifade ile çocuğa emir vermek yerine fikir vermek gerekir.

Anne baba, çocuğun çevresinden etkilenerek şiddete yönelmesi durumunda da benzer bir tutum sergilemelidir. Günümüzde, çocuğu bir yetişkin olana kadar şiddetten uzak tutmaya çalışmak mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Çünkü şiddet hayatın bir gerçeğidir. Anne baba ne kadar korumacı olursa olsun çocuk bu gerçekle yüzleşecektir. Burada önemli olan çocuğun şiddeti bir yöntem olarak benimsememesi için önlem almaktır. Çocuk şiddetin ne olduğunu, sonuçlarını, yanlış yönlerini öğrenirse, ileride isteklerini gerçekleştirmek için onu bir yöntem olarak benimsemeyecektir. Bunun için insan odaklı düşünerek, şiddetin öğrenilen bir yöntem olduğunu, kimi zaman da istenilmeden benimsendiğini kavramak gerekir.

AİLE TERAPİSİ

Eşler arasında yaşanan sorunların ve krizlerin temel nedeni, evlilik hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaktır. Eğitim sistemimiz de bu konuyu ailelere bırakmıştır. Fakat bugünkü toplum yapısında, aileler eskiden olduğu gibi evliliğe katkıda bulunamamakta ve hakemlik görevini üstlenememektedir. Eskiden bir sorun olduğu zaman, aile büyükleri yeni evlenen gençlere yardım ederdi. Çünkü babaanne, büyükbaba, anne, baba ve yeni evli çift arasındaki ilişkiler çok daha yakındı. En azından bir mekân ortaklığı vardı ve aile fertleri birbirlerine destek oluyorlardı. Oysa bugün, sevecen ve şefkatli anneanneler, babaannelerle olan iletişim yok denecek kadar azaldı.

Eşler arası iletişimde doğru yöntemlerin neler olduğu ve bunların nasıl kullanılacağı, eşlerin kişilik yapılarının ve iletişim tarzlarının tespit edilmesine bağlıdır. Bunları en iyi şekilde tespit edecek olan da bir ummandır.

Kısacası, günümüzde evli çiftler, yaşadıkları aile içi sorunlarda uzmanlardan yardım almak yolunu seçmektedirler. Aile terapistliği alanında profesyonelleşmiş uzmanların çalıştığı merkezler de bu ihtiyacı karşılamaktadır. Aile terapisi denilince, akla sadece sorun olduğunda çözüm üretmek gelmemeli. Aileye rehberlik ederek muhtemel sorunların çıkmasını engellemek de, aile terapisi ya da danışmanlığı içindedir. Aile terapisinin bilimsel adı ‘çift terapisi’dir ve sadece eşlerden biriyle değil, her ikisinin de katılımıyla yapılır.

Daha önceki bölümlerimizde değindiğimiz gibi, eşler arası iletişim kendine has bazı teknikler gerektirir. Bir insanın ne söylediği kadar bunu nasıl söylediği de önemlidir. Hatta bazı durumlarda, bir şeyin nasıl söylendiği kendisinden de önemli olmaktadır. Sağlıklı bir iletişim için sözün ya da davranışın nasıl olması gerektiği, iletişimcilerin uzmanlık alanına girer. Eşler arası iletişimde de, bir doğruyu farklı şekillerde söyleyebilmeyi başarmak gerekir. Eşler genellikle “Benim kalbim temiz, dobra dobra konuşuyorum” diye düşünür ve nasıl konuştuklarının önemli olmadığını zannederler. Gerçekten de bu yaklaşım, ilk anda insana doğru gibi gelebilir ancak üslubu göz ardı eden bir iletişimin ilişkiye zararı yoksa bile -ki çoğu zaman vardır- faydasını görmek mümkün değildir. Bu, kalçadan yapılması-gereken bir iğneyi ağızdan almak gibidir, insan iyi niyetli olsa bile, isteklerini ve beklentilerini karşı tarafa doğru yolla aktaramazsa sonuç alamaz. Bu, iyi niyetin tek başına yeterli olmadığı anlamına gelir. Eşler arası iletişimde doğru yöntemlerin neler olduğu ve bunların nasıl kullanılacağı, eşlerin kişilik yapılarının ve iletişim tarzlarının tespit edilmesine bağlıdır. Bunları en iyi şekilde tespit edecek olan da bir uzmandır.

Aile Terapisi Nasıl Uygulanır

Aile terapisti eşlerin kişiliklerinin analiz eder; güçlü zayıf, olumlu-olumsuz taraflarını, sorun çözme stillerini iletişim stillerini, olaylara bakış açılarını, duygu düşünce ve davranış kalıplarını ortaya koyarak kişilik profillerini çıkarır. Ailede sorun kaynaklarının neler olduğunu belirler. Örneğin, birbirini seven ama sürekli tartışan bir çift, aile te­rapisine geldiğinde, önce yaşadıkları sorunun ana nedeni araştırılır, ilk seanslar, terapiyi uygulayan kişinin tarafları tanımasıyla geçer. Her iki tarafın kişilik profilini çıkaran te­rapist, sorunu tespit ettikten sonra, eşlerin çözüme yönelik farklı bakış açılarını ortaya koyar. Örneğin evde tartışmaya sebep olan konuların listesini çıkarır. Danışanlara, eşinin hangi davranışlarının kendisini sinirlendirdiğini madde madde yazdırır. Genelde ilk seanslarda üç-beş madde zor yazılır. Ama ilerleyen seanslarda eşler birbirlerinin farkına varmaya, birbirlerini gözlemlemeye başladıkça, liste yirmi-otuz maddeye kadar uzar. Bir problem çıktığında, olayı analiz etmeden hisleriyle tepki veren eşlere, sorunlara nasıl daha farklı bakabilecekleri gösterilir.

Eşler arası iletişimi bozan unsurlar düzeldikten sonra, ailenin dinamikleri ele alınır. Hatta birçok durumda çocuk­ları da terapiye katmak gerekir. Mesela ‘aile içinde koalis­yonlar var mı’, ‘eşler arası ilişkiye çocukların veya aile büyüklerinin müdahale düzeyi ne kadar’ gibi sorulara cevap aranır. Bunların sonucuna göre de terapiye yön verilir ve tedavi planı yapılır. Ailenin özelliklerine göre kimi durum­larda stres azaltma odaklı çalışmalar yapılır, kimi durumlarda da olumsuz düşünce kalıplarını yok etmek için kognitif (bilişsel) çalışmalar yapılır.

Tavsiye değil, yol gösterme

Eşlere “Şunu yapın, bunu yapmayın” tarzında tavsiye­lerde bulunmak, doğru bir terapötik yaklaşım değildir. Te­rapide akla kapılar açılır ama eşlerin iradesi ellerinden alınmaz. “Şu kapıdan girerseniz muhtemel sonuçlar budur. Başka bir kapıdan girerseniz sonuçlar şunlar olur…” şeklinde, izlenebilecek yollar ve bunların ortaya çıkaracağı sonuçlar sıralanır ama hangi yolun seçileceği eşlerin kendi­lerine bırakılır. Terapistin ‘evlenme’, ‘boşan’, ‘bir süre ayrı yaşayın’ gibi tavsiyelerde bulunup üzerine sorumluluk alması profesyonelce değildir. Terapistin nötr olması gerekir. Zaten terapi sadece evliliği kurtarmak için yapılmaz. Aile te­rapisinin asıl amacı, evlilikte iki tarafın doğru karar vermesi­ni sağlamaktır. Bazen boşanmak üzere olan çiftler aile terapi­sine gelir, terapiden sonra birbirlerini yanlış tanıdıklarını kabul ederek yollarına devam ederler. Bazen de “Bir arada yaşayamayacağımızı anladık” der ve en iyisinin ayrılmak olduğuna karar verirler. Bu da aile terapisinin sonuçlan arasındadır ama terapist ailenin bütünlüğünü ön planda tut­malıdır. Klasik Batı yaklaşımında “Eşler anlaşamıyorsa, herkes kendi hayatını yaşasın, evliliği yürütmek gerekmez” şeklinde bir anlayış vardı. Hatta ABD’de boşanmaların artma sebeplerinden birisinin aile terapistleri olduğu söylen­mektedir. Bir terapistin, evliliklerdeki başarı oranının düşük olmasından hareketle çiftlere evliliklerine yatırım yapma­mayı tavsiye etmesi, kendini inkâr etmesi demektir. Aile te­rapisinde iki tarafın da birbirini doğru tanıyarak anlamasını, sağlıklı kararlar vermesini sağlamak amaçlanır.

Eşlere “Şunu yapın, bunu yapmayın” tarçında tavsiyelerde bulunmak, doğru bir terapötik yaklaşım değildir. Terapide akla kapılar açılır ama eşlerin iradesi ellerinden alınmaz.

Terapist seçerken…

Çiftler aile terapistini seçerken kültürel uyumu önemsemelidirler. Aslında profesyonel bir terapist sahip olduğu kültürü, aile kurumuna ve hayata bakışını uygula­malarına yansıtmamayı başarmalıdır. Buna rağmen, kendi­leriyle aynı kültüre sahip terapistlerle görüşen danışanlar, daha iyi ve daha çabuk sonuç alırlar. Çünkü eşlerin kültürüne yakın olan bir terapist, onların sorunlarını daha iyi anlar ve daha etkili çözümler üretir. Bir arkadaşımın yaşadıkları, bu konunun önemini iyi anlatacaktır. Bir arkadaşım, Batılı hayat tarzına sahip ve orada eğitim almış bir aile terapistine gitmiş ve eşiyle arasındaki problemleri anlatmış. Terapist, arkadaşımın eşini tanıdığı için, “Onunla ” yaşamak zordur, sen en iyisi ayrıl” tavsiyesinde bulunmuş. Arkadaşım buna çok sinirlenmiş… Bana geldi ve “Ben eşimin zor birisi olduğunu biliyorum ama terapistim bana çözüm yerine boşanmayı önerdi” diyerek dert yandı. Arka­daşım ve eşi daha sonra kendi kültürlerine yakın bir uzman­dan çift terapisi aldı, bir süre sonra evlilikleri yoluna girdi.

Psikolojinin tanımı üç ayaklıdır; akıl, beyin ve kültür. Kültür ayağı olmayan bir psikolojik yaklaşım eksiktir. Bir insan için en doğru bakış açısını, onun yetiştiği ortamı, toplumu bilen bir uzman ortaya koyabilir.

Bazen boşanmak üzere olan çiftler aile terapisine gelir, terapiden sonra birbirlerini yanlış tanıdıklarını kabul ederek yollarına devam ederler.

Terapiden kaçan erkek

Ailede yaşanan sorunları ilk algılayan ve bundan rahatsızlık duyan kişi genellikle kadındır. Çünkü kadınlar genetik olarak korkuya karşı daha hassastırlar, insan neslinin devamı için annenin çocuğunu koruyabilmesi gerekir, bu da onun erkeğe nispeten daha tetikte olmasına yani daha çok şeyden korkmasına, endişe duymasına yol açar. Erkeğin dikkati ise ailenin ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanmıştır. Başka bir anlatımla, evdeki iç gerçeklik -iç hâkimiyet kadının kontrolünde, dış gerçeklik ise erkeğin kontrolündedir. Bu genetik bir rol paylaşımıdır. Yapılan araştırmalarda da, çocukların iyi yetişmesi konusunda kadınların daha çok kaygı duydukları saptanır.

Aile içi sorunlara karşı da daha dikkatli ve duyarlı olan kadın, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu zaman, bunu erkekten önce fark eder. Bu yüzden de aile terapistine gitme ihtiyacını da ilk önce kadın dile getirir. Erkek, kadının bu isteğine genelde “Evham yapıyorsun”, “Ne gerek var?” gibi tepkiler verir. Çünkü birçok erkek tedaviye gitmeyi zayıflık olarak algılar.

Erkeğin terapiyi reddettiği durumlarda, önce sadece kadınla tedaviye başlanır ve ortaya konan verilerle erkeğin de, eşiyle kendisi arasındaki iletişimin sorunlu yanlarını fark etmesi sağlanır. Örneğin erkeğe, eşinin beyin görüntülemesi, test sonuçlan gösterilir; kadının ilaç kullanması gerekiyorsa, eşi de bu durumdan haberdar edilir, varsa ilaçların yan etki­leri olduğu anlatılır. Bunun gibi adımlarla, erkek, eşinin durumunun daha iyi olması için aile içindeki sorunların çözülmesi gerektiğine ikna edilir. Yani erkeğin, durumun farkına varması sağlanır. Böylece o da, eşine değer vermekle tedaviye katılma arasında bağ kurarak ikna olur.

Beşinci    Bölüm

AİLEDE YENİ BİR DÖNEM:

HAMİLELİK VE ÇOCUK SAHİBİ OLMAK

ÇOCUK AMA NE ZAMAN?

Geleneksel aile anlayışımızda çocuk sahibi olmak, bir bakıma evliliği tamamlayan bir aşamadır. Eskiden yeni evle­nen çiftler, çocuk sahibi olmak için zaman ayarlaması yapma ihtiyacı hissetmezlerdi. Ama annenin çalışması, ekonomik şartlar gibi nedenlerden dolayı, çiftler artık plan­lanmış zamanlarda çocuk sahibi olmayı tercih ediyorlar.

Çocuk ruh sağlığında, bir çocuğun özgeçmişi öğrenilirken, gebeliğin planlı olup olmadığı özellikle soru­lur. Çünkü çocuğun isteyerek ya da istenmeden dünyaya getirilmiş olması onun ruh sağlığını etkilemektedir. Anne baba için sürpriz olan çocuklarda, ebeveynlerin çocukla ilgili yaklaşımlarına önyargılar daha çok hâkim olur. Eğer anne baba planlayarak çocuk sahibi olmuşsa, anne babalık olgunluğu daha fazla gerçekleşir. Bu nedenle gebeliğin planlı olması idealdir. Elbette istenmeyen gebeliklerde çocuk aldırılmalı demek istemiyoruz. Kastettiğimiz, anne babanın çocuk isteyip istemediklerini, kendileri için çocuğun uygun olup olmadığını hesap etmeleridir. Zaman planlaması yapmadan çocuk sahibi olacaksalar, birtakım risklerle karşılaşacaklarını bilmelidirler. Bunun farkında olan anne babalar, istemeden çocuk sahibi olmanın deza­vantajlarını daha kolay ortadan kaldırabilirler.

Çocuk ruh sağlığında, bir çocuğun özgeçmişi öğrenilirken, gebeliğin planlı olup olmadığı özel­likle sorulur. Çünkü çocuğun isteyerek ya da istenmeden dünyaya getirilmiş olması onun ruh sağlığını etkilemektedir.

Çocuk kötü giden ilişkiyi kurtarmaz

Kimi zaman eşler, farklı nedenlerle çocuk sahibi olmaya karar verebilirler. Bu nedenlerin başında ise kötü giden evliliği kurtarmak gelir. Genelde birbirleriyle geçinemeyen çiftlere, çevreleri tarafından “Çocuğunuz olduğunda ilişkiniz düzelir” ya da “Çocuk evin neşesidir, çocuk yapın” şeklinde tavsiyelerde bulunulur.

İyi gitmeyen bir evliliğin düzelmesi için çocuk yapmak adeta kumar oynamak gibidir. Evlilikte yaşanan sorunun kaynağını ve nedenini bilmeden çocuğu bir kurtarıcı gibi görmek o sorunu daha da büyütebilir. Çünkü çocuk aileye sorunlarıyla gelir ve yeni sorumluluklar yükler. Evet, bir bebek evliliği daha hoş, daha sevimli ve güzel hale getirir ama ilişki kurmayı becerememiş çiftlerde, çocuğun ağlaması ya da bakımı gibi konular bile başlı başına bir sorun ve tartışma konusu olur.

Ayrıca sorunları olan evlilikte, çocuk, kadının ilgisinin eşinden çocuğa yönelmesine neden olacağı için, mevcut sorunlarla birlikte erkeği daha çok rahatsız eden bir duruma yol açabilir. Erkek bunu düzeltmek için girişimde bulunur fakat başarılı olamazsa, o zaman kendisini işe verir. Zamanla da eşiyle arasında psikolojik bir duvar örülmeye başlar. Böyle bir durumda, eşlerin ortak zaman geçirmesi ve paylaşımları arttırması gerekir, ilgisini çocuğu yönelten kadın, “Eşimle biraz zaman geçireyim, onunla olumlu ya da olumsuz yönleriyle hayatı paylaşayım” düşüncesiyle hareket etmelidir. Kadın eşiyle ortak paylaşım alanlarını açık tutuğu müddetçe, çocuk yapmak da dahil, her şeyi fırsat haline dönüşebilir.

Eşler ilişki kurma becerisini geliştiremedikten sonra, birbirlerini sevseler bile aralarında çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. Sevginin bile engel olamadığı bir çatışmayı, sorunlarıyla birlikte aileye katılan bir bebeğin engellemesini düşünmek mantıklı değildir. Bu nedenle çocuk evlilikte sorun çözen bir unsur olarak düşünülmemelidir.

Anne baba olma isteği içgüdüsel olduğu kadar, düşünülerek verilecek bir karar olmalıdır. Eşler mutlaka bu kararı ortaklaşa vermeli, yeni bir insan ve yeni bir hayat için gerekli sorumluluğu en doğru şekilde taşıyıp taşıyamayacak­larını hesap etmelidirler. Planlı bir şekilde çocuk sahibi olmak, hem hamilelik döneminde hem de sonrasında eşlerin muhtemel zorluklara hazırlıklı olmalarını sağlar.

Bebek istenmediğini anlar

Gebeliğin planlı olup olmaması çocuğun ruh sağlığının nasıl olacağı ile de yakından ilişkilidir. Çünkü çocuğun psikolojik sağlığını, annenin onu isteyip istememesi önemli ölçüde belirlemektedir. Genel kanının aksine çocuk­ta duygusal hafıza daha anne karnındayken, kalbinin atmasıyla oluşmaya başlar. Bebek anne tarafından istenip istenmediğini, sevilip sevilmediğini duygusal hafızasına kaydeder. Annenin bebeği istememesinden dolayı duygu­larında meydana gelecek yoğun değişimler (pişmanlık, üzün­tü, yüksek kaygı gibi), kan kimyasındaki değişimlerle çocuğun sinir sistemini de etkiler. Böylece dünyaya gelecek çocuğun zihinsel gelişimi normal bir hamileliğe göre sağlıklı olmayacağı gibi, çocuğun ileride güven sorunu gibi problem­ler yaşamasına da neden olabilir. Annesinden pozitif duygu­lar alan bebek ise, hem bedenen hem de zihnen sağlıklı ge­lişir. Dolayısıyla anne istemeden hamile kaldıysa, “bebeği is­temiyordum” duygusunu bir kenara bırakmalı ve artık bebeği bir sorun olarak değil bir birey olarak kabullenmelidir.

İstenmeyen gebelik yaşayan bazı anneler, çocuk dünyaya geldikten sonra onu sevseler de zaman zaman çocuğa “Zaten seni istememiştim” duygusunu yaşatırlar. Özellikle çocuğu kariyeri için bir engel olarak gören kişilerde bu düşünce ister istemez çocuğa yansır. Böyle bir durumda çocuk sevilmediği düşünür ve içe kapanıklık, güvensizlik gibi davranış sorunları yaşar.

Annenin bebeği istememesinden dolayı duygularında meydana gelecek yoğun değişimler kan kimyasındaki değişimlerle çocuğun sinir sistemini de etkiler.

HAMİLELİK PSİKOLOJİSİ

Anne adayının, hem fiziksel hem de psikolojik açıdan sorunsuz bir hamilelik geçirmek ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirmek için yaşayacağı değişimler hakkında önceden bilgi edinmesi önemlidir. Tabii baba adayının da bu süreçte eşine destek olması için, eşinin yaşadığı psikolojik ve fizyolojik değişikler hakkında fikir sahibi olması gerekir. Bu nedenle eşlerin uzman yardımı alması sürecin sağlıklı atlatılmasını kolaylaştıracaktır.

Birçok kadın hamilelik döneminde psikolojik sorunlar yaşar. Anne olma ve doğacak çocuğun sağlıklı olup olmayacağı kaygısı anneyi ister istemez strese sokar. Hamilelikte stresin boyutu kişiden kişiye ve koşullara göre değişse de, bazen ciddi tedavi gerektirecek psikolojik sorunlara da neden olabilir. Gebeliğin ilk üç aylık döneminde, anne adayı bir dizi psikolojik ve fiziksel değişiklik yaşar. Anne adayında yorgunluk, bulantı-kusma gibi fizyolojik belirtilerin ve depresif (inişli çıkışlı) bir ruh halinin olması doğaldır. Hamilelikte etkili bir rol oynayan östrojen ve progesteron hormonları anne adayının büyük sevinç ve üzüntü halleri arasında gidip gelmesine neden olur. Anne adayı küçücük bir nedenle gözyaşlarına boğulur ya da nedensiz yere mutlu olur. Bu dönemde çocuğun sinir hücrelerinin gelişimi gerçekleştiği için, annenin ruh sağlığında problem olmaması çok önemlidir. Hamilelikte, bebeğe zararlı olabilecek gıdalara karşı beyinde de bir tepki programlanmıştır. Vücut, anne adayı farkında olmadan kusma duygusu ile bazı gıdaların alınmasını önler. Bu, beyinde genetik olarak kodlanmış bir bilgidir. Bazen çay gibi her zaman tüketilen gıdalara karşı bile kusma tepkisi verilir.

İstenen bir gebelikte kadının psikolojisini bozan başka olumsuz etkenler yoksa, mutluluk hormonu diğer zamanlardakinden daha fazla salgılanır. Hamile kalan kadınlar bu nedenle kendilerini rahat ve mutlu hissederler. Kadının ailesi ile ilişkisi, iş durumu, hamileliğin yaratacağı beklenti ve stres gibi etkenler sürecin nasıl yaşanacağını belirler. Örneğin ikinci ve üçüncü ayda kusma devam ederse anne adayının psikolojik yapısı bundan mutlaka etkilenir. Bu tür durumlarda, kadının çocuksu bir kişiliğe sahip olması ya da eşiyle arasında belirgin kültür farklılıklarının olması gibi nedenlerin de belirleyici olduğu bilinmektedir.

Anne adayında yorgunluk, bulantı-kusma gibi fizyolojik belirtilerin ve depresif (inişli çıkışlı) bir ruh halinin olması doğaldır.

Her anne adayı, az ya da çok, hamilelik ve doğum sırasında bir şeylerin ters gitmesinden korkar ve endişe duyar. Bu, süreçle ilgili bilgi sahibi olan ya da ikinci-üçüncü çocuğunu dünyaya getirecek anne adayları için bile geçerlidir. Annenin karnındaki bebekle konuşması, ona müzik dinletmesi, kitap okuması gibi davranışlar, hem anne ile çocuk arasında duygusal bağ kurulması hem de annenin endişe ve korku seviyesini indirmesi açısından faydalıdır. Ayrıca bu tür davranışlar çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimine de katkıda bulunur.

Hamilelikte depresyon ve unutkanlık

Anne adayının geçmişinde depresyon vakası varsa, bu durum hamilelikle tekrar ortaya çıkabilir. Bu riski taşıyan annelerin mutlaka doktor kontrolünde olması gerekir. Çünkü depresyon yaşayan anne adayının beyninde bazı kimyasal maddeler ortaya çıkar ve bu maddeler çocuğa zarar verir. Önceleri tıpta, gebelik döneminde anneye depresyon ilaçları vermeme eğilimi vardı. Ancak beyinde üretilen bu maddelerin, çocuktaki büyüme hormonunun salgılanmasını bile etkilediği ortaya çıktı. Depresyon ilacı verilmediğinde ortaya çıkan risk, verildiği zamankinden daha fazla ise, gebelik döneminde bazı anti-depresan ilaçların kullanılması söz konusu olabilir. Ancak bu ilaçlar muhakkak doktor kontrolünde kullanılmalıdır.

Anne adaylarının yaşadığı en önemli problemlerden biri de aşırı unutkanlıktır. Bu durum birçok anne adayının hayatını olumsuz etkiler ve sıkıntılara neden olur. Önemli randevuların, tanınan kişilerin isimlerinin unutulması, unutkanlıktan dolayı işyerinde performansın düşmesi, gidilecek yönü şaşırmak ve sokakta kaybolmak gibi durumlar anne adaylarının hayatını olumsuz etkiler. Unutkanlığa neyin yol açtığı tam olarak bilinmemekle beraber, bu duruma hormonlardaki değişimin neden olduğu düşünülmektedir. Hamile kadınlar unutkanlıkla; zihinsel egzersizler yaparak, durumun geçici olduğuna dair kendilerine telkinde bulunup üzülmeyerek, arkadaşlarıyla bol bol sohbet ederek, randevu ve yapılacak işleri not alarak baş edebilirler.

Biyolojik değişikliklerin yanı sıra, gebelik psikolojini belirleyen önemli etkenlerden biri de beslenmedir. Bebek, annesinin mineral ve vitaminlerini adeta emer. Mesela annede kansızlık ortaya çıksa bile, bebekte bu sorun yaşanmaz. Anne adayının hamilelikte dengesiz beslenmeden dolayı sağlık sorunları yaşaması psikolojisini de etkileyecektir. Bu nedenle hamilelikte dengeli beslenme çok önemlidir.

‘Hamile’ babalar

Hamilelik dönemi kadın için olduğu kadar erkek içinde kritik bir süreçtir. En sorunsuz hamilelikte bile, anne adayının yaşadığı fiziksel ve psikolojik değişimlerin eşler arasındaki ilişkiye yansımaması mümkün değildir. Baba adayı, eşinin hamileliği sırasında mümkün olduğu kadar ona destek olmalı, eşinin ruh sağlığını bozacak davranışlardan kaçınmalı ve iletişim hatalarını en aza indirmenin yollarını aramalıdır. Erkek, eşine karşı sorun çıkaran değil onu rahatlatan, güven ve imkân sağlayan bir rol üstlenmeli, anne adayının güven duygusunu hissetmesinin çocuğun rahat gelişimi için önemli olduğunu unutmamalıdır.

Baba adayları, özellikle ilk çocukta, hamileliğin ilk üç ayında anne adayının yaşadığı duygusal değişimleri pek anlamazlar. Kadının duygusal çalkantılar, hamilelik stresi ya da endişesi yaşaması karşısında ne yapacaklarını bilemedikleri için genelde geri çekilip olan biteni izlemeyi tercih ederler. Sürekli olarak sevgi ve ilgiye ihtiyaç duyan anne adayı ise kendisini boşlukta hisseder ve içine kapanır. Oysa eşin vereceği destek ve güven, kadının bu durumdan rahatça çıkmasına yardımcı olacaktır. Hamilelikte çiftler diğer zamanlardan daha fazla birbirleriyle konuşmalı ve duygularını paylaşmalıdırlar. Bu, eşleri bebek üzerinde kaynaştıracağından, aile içindeki huzura da tesir eder ve anne karnındaki bebek, oluşan pozitif ortamdan olumlu yönde etkilenir.

Baba adayı, eşinin hamileliği sırasında mümkün olduğu kadar ona destek olmak, esinin ruh sağlığını bozacak davranışlardan kaçınmalı ve iletişim hatalarını en aza indirmenin yollarını aramalıdır.

‘Couvade Sendromu’

Hamilelik sürecinin koşullarından etkilenen baba adayları, bazen eşlerinin yaşadığı gebelik belirtilerini, yani fiziksel ve duygusal değişimleri doğrudan hissedebilirler. Baba adayında aş erme, mide bulantısı, baş dönmesi, bacak ve belde ağrılar, yorgunluk gibi belirtiler görülebilir. Tıp dilinde bu duruma ‘Couvade Sendromu’ denir. Hamileliğin 3. ayına doğru ya da doğumun yaklaştığı dönemde, baba adaylarının yaklaşık % 10 ile % 65′inde Couvade Sendromu görülebilmektedir. Anne adayıyla özdeşleşme isteği, kıskançlık, baba olmaktan ve eşinin duygularının değişmesinden endişe etmek, ekonomik nedenlerden kaynaklanan stres gibi etkenler, baba adayının eşinin yaşadıklarına benzer belirtiler göstermesine neden olabilir. Bu sendromu yaşayan baba adayı için, eşini dışarıdan gözlemlemek yerine onunla birlikte bu süreci yaşamaya çalışması çözüm olabilir. Bununla birlikte hamilelik süreci ve bebek bakımı ile ilgili kitaplar okumak, bilgi sahibi olmak da tavsiye edilebilir.

Anne adayıyla özdeşleşme isteği, kıskançlık, baba olmaktan ve eşinin duygularının değişmesinden endişe etmek, ekonomik nedenlerden kaynaklanan stres gibi etkenler, baba adayının eşinin yaşadıklarına benzer belirtiler göstermesine neden olabilir.

LOĞUSA PSİKOLOJİSİ

Zorlu bir süreç olan hamilelik, çocuğun dünyaya gelmesi ile birlikte yerini mutluğa bırakır. Ancak zorluklar anne için tamamen bitmemiştir. Çünkü loğusalık dönemi, kadının hem fiziksel açıdan hem de psikolojik açıdan en zayıf olduğu dönemdir. Nedeni tam olarak bilinmese de, araştırmalar loğusa kadınların beyinlerinde ciddi değişikliklerin olduğunu göstermektedir.

Loğusalık depresyonu

Bu dönemde, mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin azaldığı, dopamin maddesinin ise çoğaldığına dair bulgular vardır. Ayrıca doğumdan sonra öströjen ve progesteron hormonlarında düşüş görülmesi de duygusal dalgalanmalara neden olur. Her kadında farklı yaşanan bu biyolojik değişiklikler, annenin depresyon yaşamasına neden olabilir. ‘Loğusalık sonrası (puerperal) depresyon’ denilen bu tabloda, anne gelip geçici ağlama nöbetleri, güçsüzlük, halsizlik, sıkıntı, üzüntü yaşayabilir. Bazen de bebeğe karşı ilgisizlik gösterir. Yeni doğum yapmış kadınların % 80′inde benzer duygusal değişimler, az ya da çok, kısa süreli olarak yaşanır.

Loğusaların % 10 ila 25′inde olduğu gibi, doğumdan sonra l ila 3 ay içinde karamsarlık, üzüntü, yetersizlik, hiçbir şeyden zevk alamama, çocuğa, ev işlerine bakamama gibi haller yaşanırsa, bu durum loğusalık depresyonuna işaret eder ve tedavi gerektirir.

Loğusalık depresyonuna yukarıda bahsettiğimiz biyolojik nedenlerin yanı sıra, genetik faktörler, kişilik özellikleri, daha önce yaşanan depresyon, istenmeyen hamilelik, kariyer endişesi, çocuğa bakamama korkusu gibi etkenler de eşlik eder. Daha önce depresyon yaşamış bir kadının doğum sonrası depresyon yaşama ihtimali yüksektir. Bu nedenle doğum sonrası için önceden tedbir almak gerekir.

Anne fazla mükemmeliyetçi ise “Çocuğuma bakamayacağım”, “Annelik yapamayacağım” korkusuna kapılır ve birçok şeyi takıntı haline getirir. Mesela çocuk ağladıkça paniğe kapılır ve “Çocuğuma bir şey olacak, ben hata yapacağım” düşüncesiyle suçluluk duymaya başlar. Bu da depresyonu tetikler. Çalışan kadının, çocuğunu kariyerine engel olarak görmesi de depresyona neden olan bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın kariyer endişesiyle, istemediği bir hamilelik yaşadıysa, doğum sonrası depresyon yaşama riski de artar.

Doğumdan sonra öströjen ve progesteron hormonlarında düşüş görülmesi de duygusal dalgalanmalara neden olur. Her kadında farklı yaşanan bu biyolojik değişiklikler, annenin depresyon yaşamasına yol açabilir.

Doğum sonrası anne yalnız kalmamalı

Doğum sonrasında anne, hem fiziksel olarak güçsüz kaldığı için hem de yukarıda bahsettiğimiz psikolojik nedenlerden dolayı yalnız bırakılmamalıdır. Özellikle ilk çocuğunu dünyaya getiren genç hanımlar, tecrübesiz oldukları için, bu dönemde mutlaka bir aile büyüğünden yardım almalıdırlar.

Çünkü anne ne kadar deneyimli ve kendine güvenen biri olursa olsun bebek bakımı çok meşakkatli bir iştir. Böylesine yoğun günler yaşayan anne için kalkıp bir bardak su almak bile büyük bir külfettir. Ya da evdeki basit günlük işleri yapmak için her zamankinden daha fazla enerji ve zaman harcamak zorunda kalır. Tabii evdeki rutin işleri yapayım derken çocuğuyla gerektiği gibi ilgilenmesi mümkün değildir. Bunu yapan çok güçlü kadınlar vardır ama onlar istisnadır ve kendilerinden ciddi anlamda fedakârlık ederek bu işlerle başa çıkmaktadır.

Geleneksel anlayışımızda, yeni doğum yapmış anne, aile büyükleri tarafından yalnız bırakılmaz. Ancak anneye refakat eden kişi ile anne arasındaki bu genelde kendi annesi ya da kayınvalidesidir- çocuk bakımı ve ev işlerinin nasıl yapılacağı konusunda (loğusalık psikolojisinin etkisiyle de) tartışmalar, gerginlikler yaranabilmektedir. Anne, kendisine refakat eden kişiye hata yapma hakkı tanımalıdır. O kişi için, “işini gücünü bırakmış, bana yardım etmeye gelmiş, destek olmak istiyor” diye düşünmelidir. “Çocuk benim çocuğum” diyerek başkalarını dışlamak, olgunlaşmamış bir ruh halinin işaretidir. Yeni anne, bu süreçte kendisine yardım etmeye çalışan kişilere karşı anlayışlı olması gerektiğinin farkında olmalı; ona destek verenler de, loğusalık psikolojisinin kişiyi zaman zaman kırılganlaştırabileceğini unutmamalıdırlar.

Doğum sonrasında anne, hem fiziksel olarak güçsüz kaldığı için hem de yukarıda bahsettiğimiz psikolojik nedenlerden dolayı yalnız bırakılmamalıdır.

ÇALIŞAN ANNELER

Nasıl ki yemek içmek insan bedeni için vazgeçilmez bir ihtiyaçsa, insan ruhunun da bazı gıdalara ihtiyacı vardır. Bunlardan biri, bağlılık duygusu yani aile içerisinde birlikte yaşama ihtiyacıdır. Çocuk için de, evde anne babayla birlikte olmak onun en büyük psikolojik gıdasıdır. Çocuklar sevgi, saygı ve güven bağını aile ile birlikte yaşamadıkları zaman eksiklik hissederler. Günümüzde hâkim olan yaşam biçimi ve ekonomik şartlar kadını çalışmaya mecbur bıraktığı için, kadının annelik kimliği daha zorlu bir hale gelmekte ve bazen çocuk bu gıdadan mahrum kalabilmektedir.

Doğumdan önce ilgi ve sevgiye ihtiyaç duyan, istenip istenmediğini algılayan çocuk için 3-4 yaşına kadar anneyle teke tek ilişki kurmak, onun kişiliği ve ruhsal ve zihinsel gelişimi açısından çok önemlidir.

Çocuk, doğduktan sonra kendisini annesiyle özdeşleştirir. Önceleri onun için sadece “annem ve ben” varken daha sonraları “annem, ben ve diğerleri” kavramı şekillenir. Bu dönemde çocuğun beyninde kişiliği ile ilgili tohumlar atılmakta, adeta ileride göstereceği kişilik yapısını belirleyecek bir network ağı oluşmaktadır. Bu süreç, 4-5 yaşına kadar büyük oranda tamamlanır. Bu kritik dönemde çocuğun annenin ilgisini, şefkatini hissetmesi, onunla duygusal alışveriş ve paylaşım içinde olması, özgüven sahibi bir kişilik geliştirmesi için gereklidir. Eğer ilk başta atılan sevgi tohumları iyi ve güzelse, bunlar ilerleyen yaşlarda gelişerek daha da mükemmel hale gelir.

Eskiden 40 gün olan doğum izinlerinin bugün dört aya, ücretsiz iznin ise altı aya çıkarılmasının nedeni, çocuğun gelişiminde annenin rolünün anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.

Anne çalıştığı halde çocuğa yeterli sevgi, şefkat ve ilgi gösterebiliyorsa çocuğun gelişiminde önemli bir problem yaşanmaz. Ama genellikle çalışan anneler, çocuklarını ihmal ettiklerini düşündükleri için suçluluk hissederler. Bunu telafi etmek için de akşam eve gelirken ona birçok şey alır, her dediğini yaparlar. Çocuğu şımartmaya yönelik bu tür yaklaşımlar, çocuk açısından faydadan ziyade zarara sebep olabilir, çocuk çift kişilik geliştirebilir.

Bakıcı tanıdık olmalı ve sık sık değişmemeli

Anne çalışmak zorundaysa, onun yerine geçecek bakıcının kararlı, tutarlı ve annenin yerini doldurmaya yakın birisi olması gerekir. Bizim toplumumuzda, çalışan anneler bakıcı açısından Batıdakilerden biraz daha şanslıdır. Anne çalışıyorsa çocuğa genellikle babaanne, anneanne, teyze gibi akrabalar bakabildiği için, bu yönde bir tercih, çocuğun anneye olan ihtiyacının daha kolay telafi edilmesini sağlar. Bir anneanne torununa annesi gibi sevgi ve şefkatle yaklaşır, bakıcı ise ne kadar iyi niyetli ve tecrübeli olursa olsun bu duygulan çocuğa vermekte zorlanabilir. Ancak burada önemli bir noktanın altını çizmekte fayda vardır:

Büyükanne ve büyükbabalar, torunlarına duydukları yoğun sevgiden ötürü sevgi-disiplin dengesini, disiplin aleyhine bozabilirler. Oysa bir çocuğun kişilik gelişiminde disiplin de önem taşır. Çocuk, büyükanne ve büyükbabasının yanında kalacaksa, annenin bu kişilerle disiplin anlayışından taviz verilmemesi konusunda anlaşması yerinde olacaktır.

Yakın akraba alternatifi yoksa ya da profesyonel bakıcı veya yuva tercih edilecekse de çocukla ilgilenecek kişinin sık sık değişmemesine özen gösterilmelidir. Bakıcının sık sık değişmesi çocuğun duygu alışverişinde bulunacağı, teke tek ilişki kuracağı belirli birinin olmaması demektir. Bu durum çocukta depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilmektedir.

Çocuğuna 3-4 yaşlarına kadar bakan annenin çalışmaya başlaması, çocuk için yeni ve alışılması zor bir durum olabilir. Çocuk bu yeni durumu annesinin kendisini terk ettiği şeklinde yorumlayabileceği gibi, suçluluk hissine de kapılabilir. Bu yüzden anne, yetişkin bir insanla konuşuyormuş gibi, neden çalışmaya başlaması gerektiğini açık ve anlayabileceği bir dille izah etmelidir. Çocuğun suçluluk duymaması için de, çalışmaya başlamasının ondan kaynaklanmadığını özellikle vurgulamalıdır.

Anne, yetişkin bir insanla konuşuyormuş gibi neden çalışmaya başlaması gerektiğini açık ve anlayabileceği bir dille izah çocuğa etmelidir.

Akıllı erkek eşini mutlu eder

Evlilik bir hayat ortaklığıdır ve bu ortaklığın en güzel hediyesi çocuktur. Çocuk üzerinde eşlerin ortak karar verme yetkisi vardır. Geleneksel anlayışımızda, evlilikte iç hakimiyet yani çocukların bakımı, eğitimi ve ev idaresi kadının, maddi konular ise erkeğin sorumluluk alanındadır. Ancak bugün, söz konusu görev paylaşımının aynen devam etmekte olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Bizim bu kitaptaki konumuz, kadının çalışma hayatının içinde olduğu gerçeğinden hareketle, bu durumu aile içi iletişim bağlamında değerlendirmektir. Günümüz koşullarında erkeğin, eşinin çalışmakta olduğu gerçeğini kabul edip, ona destek olması gerekir. Çünkü çalışmak zorunda olan kadının evdeki rolü değişmez. Gündüz işte çalışır, akşam evde yine çocuklarına annelik yapar ve ev işleriyle ilgilenir. Bir anlamda çift kariyer yapan kadın, belli bir süre sonra yaşının getirdiğinden fazlaca yıpranır. Genelde kadının yıprandığı dönemde erkek de orta yaş krizine girer ve evlilik çatırdamaya başlar. Bunun önüne geçmenin en iyi yolu, erkeğin kadının ev işlerinde ve çocuk bakımındaki sorumluluğunu paylaşmasıdır. Erkek, annenin çalışmasından kaynaklanan boşluğu doldurmak için ve çocuğun yeni aile düzenine uyum sağlaması için çaba harcamalıdır. Babanın da çocuğun sorumluluğunu hissetmesi, en azından annenin bu dönemi daha rahat atlatması için emek vermesi gerekir. Unutmamak gerekir ki akıllı erkekte eşini mutlu etmenin yollarını bulur.

Çalışsın ya da çalışmasın, kadının ekonomik olarak özgür olması psikolojisi açısından yararlıdır. Kendini ekonomik olarak özgür hisseden kadının kaygıları olmaz. Özellikle boşanmanın arttığı, manevi değerlere sahip erkeklerin bile eşlerine karşı yanlışlar yapabildiği düşünülürse, ekonomik bağımsızlığa sahip olmamak, ister istemez kadının aklında soru işaretleri oluşmasına yol açmaktadır. Bu da, kadını kendini garantiye alma arayışına sokar. Erkeğin bu boşluğu doldurma imkânı varsa, eşinin ekonomik özgürlüğünü sağlamasına katkıda bulunması aile mutluluğu için önemlidir, imkânları yoksa da, ailesini ihmal etmeyen bir kadının çalışmasına engel çıkarmaması gerekir. Zaten ailedeki mutluluğun olmazsa olmazlarından biri, kadının evde kendini ekonomik olarak da mutlu ve özgür hissetmesidir.

Erkek, annenin çalışmasından kaynaklanan boşluğu doldurmak ve çocuğun yeni aile düzenine uyum sağlaması için çaba harcamalıdır.

 

————————————————

 

Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..

 

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İNSAN VE YÖNETİMİ – II

 I- GİRİŞ

İnsan, en anlaşılmaz fakat çok kutsal ilahi yapıdır. İnsan yönetimi ise, konusunun insan olması nedeniyle son derece girift bir yapı göstermektedir. Hızla ilerleyen teknik ve beraberinde getirdiği kültürü, öğrenmenin bir ömür boyu uygulanması gerçeğini, bir uyum süreci olarak zorunlu kılmaktadır. Uyumda isteklilik, ilimde ahlak, yönetimde adalet ve hakça paylaşım, moral değerlerin dikkate alınması, inanç ve fıtratına hürmet duyulması gereken temel hususlardır. Yönetimde strateji ve planlama da önemlidir. İnsan yönetiminde iki görüş bulunmaktadır. Birinci görüş, insanı bir hizmet aracı olarak gören, onun insan olma unsurlarını hiçe sayan, ideallerini, ihtiraslarını, beklentilerini kabul etmeyen, havuç ve sopa (ödül ve ceza- Pavlov’un köpeklere yaptığı – şartlı refleks) yoluyla en çok faydayı almayı amaçlayan bir sistemdir. İkinci görüş ise; insandan beklenen davranışları isteme sanatıdır ki, bu görüşe göre; insan önce insandır. Onun idealleri, inancı, beklentileri, iradesi, hırsı, özel sorunları v.s. daima bir eğitim ve yardım konusunun içindedir. Bu, adalet ve arkasından gelecek, ahlak ile verim sağlamanın ve insanlığın gereğidir.

Yönetim felsefesi ise uygulanan dünya görüşü ile ilgilidir. Devletin ya da şirketlerin, çalışanlarının inançlarına saygı göstermesi, onun verimliliğini artırıcı bir unsur olarak görünmektedir. Bir ülkede ya da şirkette lider; Otokratik değil katılımcı olmalı, kendisi geride kalmalı, insanlar hissetmemeli. Liderlik fikir üretmede değil, karar verme ve risk almada olmalı. Karar vermek ve riski birinin alması için yukarıda kalmak, etkilemek ve gayrete getirmek için aşağılara inmek gerekmektedir. Sonuç olarak çok öğüt yerine örnek olmak gerekmektedir. İnanış ise insan olmanın gereğidir.

II- USTA BİR YÖNETİM ANLAYIŞI

Bizim ülkemiz kurumsallaşmada oldukça geri.

Olayları ya da işletmeleri yalnızca mali olarak örneğin, yalnızca bilançolara bakarak değerlendirmek doğru ve yeterli değil.

Strateji ve planlama da çok önemli.

Yönetim trendi; etik ve sosyal sorumluluklar çerçevesinde yön verici ve yol gösterici olarak daha fazla sorumluluk almaya dayalı olmalı.

Patron zihniyetinden çıkılarak kurumsal yönetim denen profesyonel yönetim anlayışı iyice yerleştirilmeli.

Şeffaflık rekabette olumsuz gibi görünse de, ortaklara şeffaf olmak, uzun dönemde geri dönebilmektedir. Çünkü insanlar yalnızca bilançoya değil, ne düşündüğünüze de bakmaktadırlar.

Bir şirketin aile şirketi veya halka açık olmasından ziyade nasıl yönetildiği önemli. Çalıştırılan işçi sayısı ve üretilen ürünün sağladığı sosyal fayda da artı bir değer olarak görünmeyen hesaplara dahil olmalı. Neden bir övünç kaynağı olmasın? Karşılıklar yalnız dünyalık olarak düşünülmemeli. İyilikler de terazinin bir diğer kefesine girmeli.

Ve uzun dönem…

Gerek ülke ve gerekse şirket yaşamında iyi ve kötü şeyler gelir geçer, önemli olan uzun dönemi korumaktır.

İnsan için de aynı şey geçerli değil mi?
 

III-  İNSAN YÖNETİMİ

İnsanı tarif edemeyen, yönetimini tarif edebilir mi?

Bir soru ile cevap arayalım:

Size göre yönetim;

- İnsanlardan istediğin davranışı alma sanatı mı?

yoksa;

- İnsanlardan beklenen davranışları isteme sanatı mı?

Bu önemli konuyu biraz açalım:

Birinci görüş, insanı bir hizmet aracı olarak gören, onun insan olma unsurlarını hiçe sayan, ideallerini, ihtiraslarını, beklentilerini kabul etmeyen, havuç ve sopa (ödül ve ceza- Pavlov’un köpeklere yaptığı – şartlı refleks) yoluyla en çok faydayı almayı amaçlayan bir sistemdir. Bazı eğitim kurumlarında (örn. Dersanelerde ve anne babalarda çocuk ya da öğrencinin erdemli-erdemsiz ayrımından, başarılı-başarısız ayrımına sürüklenmesi) ve bazı askeri ve kurumsal uygulamalarda, bu temel felsefi argümana rastlamak mümkündür.

İkinci görüş ise; insandan beklenen davranışları isteme sanatıdır ki, bu görüşe göre; insan önce insandır. Onun idealleri, inancı, beklentileri, iradesi, hırsı, özel sorunları v.s. daima bir eğitim ve yardım konusunun içindedir. Çalışanlar, her şeyiyle ilgilenilerek insanlığın ortak değerlerine ulaştırılmalıdırlar. Bu, yönetim için bir sorumluluktur. İşte bundan sonra kişinin en faydalı çalışmayı yapmasını bekleyebilirsiniz! Çalışanlarının moral değerlerinden, bütün sorunlarıyla, evliliğinden ev edinmesine kadar her şeyiyle ilgilenen bazı kuruluşlar mevcuttur. Bu anlayış ortakların hem merhamet duygularından ve hem de profesyonel yönetim anlayışının harmanlanmasından kaynaklanabilmektedir. Çünkü, ilgi, moral değerleri güçlendirerek benimsemeyi ve beraberinde verimi de getirmektedir.

Yapılan araştırmalara göre, şirket yönetiminde kurumsal sadakat oluşumunda birinci sırada insanların işyerlerini sevmeleri gelmektedir. İkinci sırada geleceğini güvende hissetme, üçüncü sırada ise aldıkları ücret yer almaktadır. Kişinin geleceğini güvende hissetmesi ve işyerini sevmesi için kendisine değer verildiğini, fikirlerine saygı duyulduğunu hissetmesi gerekir.

Bunu sağlamak için şirket yönetimi nasıl hareket etmelidir?

Şirket yönetiminin diyalog ve hoşgörüde, doğru tartışma usulüne uyması gerekir. Nasıl ki bir hekim hastaya değil hastalığa düşman olur ve o hastalığı yok etmeye çalışırsa insanın  da karşı tarafın kişiliğine değil, onun kötü alışkanlıklarına düşman olması gerekir. Karşı taraf  kişiliğinin benimsendiğini hissedince sağlıklı diyalog kurulur. Kişiye, kendisinin iyi bir insan olduğu fakat bazı konuların tartışılması gerektiği söylenirse uyumlu bir diyalog kurulabilir.

Diyalog olabilmesi için çalışanların tanıdık olmayan düşünce ve ihtiyaçlarına açık olmak gerekir.  Çözümlenmemiş farklılıklara saygı duyulmalı ve reddedilmemelidir.

Şirket yönetimlerinde de bu metot çok önemlidir. Buyurgan ve otoriter bir tarzla yaklaşıldığında karşı taraf şirketin yönetiminde yardımda bulunmaz ve işbirliğine açık olmaz. İşbirliğine açık olabilmeleri için onlara “Bu şirketi birlikte yöneteceğiz, ortak faydamız var”şeklinde yaklaşıldığında sonuç alınır.

Diyalog ve hoşgörünün sonucunda katılımcılık ortaya çıkar. Katılımcılık çoğulculuğun sonucudur. Katılımcılığın sonunda da verim artar. İki kişi 11 kişi gibi olur. Küçük bir pil çok dar bir alanı aydınlatır. Çünkü fotonlar dağınık olarak etrafa yayılır. Halbuki ışık lazer haline geldiğinde fotonların hepsi aynı yönde, aynı hedefe, benzer hareketle giderse bir km. uzağa kadar ışık gidebilir. Aynı amaç, benzer hareket senkronizasyonuna sebep olmuştur. Böylece üretkenlik ve verim artmıştır.   

Yani hem aklın yolu, hem hoşgörünün ve hem çıkarın  yolu birlikte verime çıkmaktadır. Bazı uluslararası kuruluşlar bu gerçeği farketmişler ve işçiyi işletmeyle bütünleştirmek için her türlü prim, sosyal aktivite, maaş seviyesinde yetkiyle gelen iyileşme, sorunlarıyla ilgilenmek, inancına saygı göstermek şeklinde davranışsal bir uyum göstermektedirler. Amaç merhamet olarak gözükse de çıkar birliği daha baskın görünmektedir. Bundan her iki tarafta istifade etmektedir = ortak fayda.

IV- YÖNETİM FELSEFESİ

Yukarıda iki maddede özetlediğimiz yönetim anlayışı, eğitim, sağlık, sanat ve benzeri alanlarda, o toplumda geçerli olan dünya görüşünden daima etkilenir.

Örneğin materyalist bir felsefenin geçerli olduğu toplumlarda ilişkiler de ona göre düzenlenir. Devlet halka kendi görüşünü anlatır ve ondan, buna uygun davranışlar sergilemesini ister. Devlet en büyük organdır ve her şeyi düzenler, kontrol eder ve dağıtır. Uyulmadığı takdirde zor kullanması, bir hak değil, hürriyetin gelişmediği bir yerde halk adına halk için dikta anlamına gelir.

Yönetim felsefesi olarak en geniş anlamıyla Liberalizmin yaklaşımını da kritize edelim.

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith, devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. İnsanı “homo economicus” olarak tanımlar ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç er geç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.

Yukarıda temel felsefesini kısaca belirttiğimiz Liberalizm, temelde bireysel hak ve hürriyetler yanında mülkiyet fikrini kabul eder ve mutlak bir serbestiyetten yanadır. İnanca karışmaz ve serbest bırakır.

İnsanın, mülkiyetin üzerine inşa edilmiş menfaatinin peşinde koşmasının hür bir ortamda gereken refah ve sosyal faydayı beraberinde getireceğini, oluşacak rekabetin de kaynakların optimal kullanımını da sağlayacağını iddia eder. Ancak sermaye sahiblerine bir sınır getirilmemesi onları devamlı yatırım ve yüksek kazanç sağlamaya ve bu arada faktör değerlerini, bu arada işçi ücretlerini düşük tutmaya itmiştir. Paylaşımdaki bu eşitsizlik ve sermaye sahipliğinin iş gücüne göre göreceli üstünlüğü, servetlerin belli ellerde toplanmasına yol açmış ve refah sanıldığı gibi dengeli paylaşılamamıştır. 

Ahilik Bir Kalkınma Modelidir

Ancak insan yönetiminde yine de tam olarak verim alınabilmesi için, Amerika ve Batı, Selçuklu ve Osmanlı’dan gördüğü ve keşfettiği AHİ’liğin çırak – kalfa – usta- ve iş sahibi olma sistemini adapte ederek işçiyi yirmi yıl aynı civatayı sıkmaktan kurtararak ona işyerinde aşama aşama makam ve parasal artış sağlama, hatta bazı işleri dışarıda ona küçük işyeri açmasını sağlayarak onun sahiblenme ve dolayısıyla ondan yüksek verim elde etmeyi amaçlamış ve bunu da sağlamıştır.

İşte insan yönetimi olarak kişinin sahiplenme duygusu ve moral değer olarak daha fazla ücret alma ve makam ilerlemesiyle iş, yetki ve sorumluluk alması olumlu sonuçlar vermiştir. Burada tek eksik kalan nokta AHİ’liğin bütün bunlara ilave olarak ahlaki değerler bütününü de içermesidir. Yani batı bu ahlaki değerleri almamıştır, alamamıştır. Ahlak insanda kültür, vicdan ve dengeli bir ekonomi ile kontrol edilebilir bir devlet yapısının çabasına bırakılmıştır. Onlardaki bozulmuş da olsa dinlerinin ahlaki özelliklerinin bulunduğunu etkin olmasa da söylemek mümkündür.

İnsan ve İnanışı

İslam ülkelerinde işçi sınıfının gelişmiş olduğu bir ülke henüz yoktur. Şüphesiz bunun tarihsel ve ekonomik nedenleri vardır. Dikkat çekmek istediğimiz nokta: medeniyetin zaman içinde daima yer değiştiriyor olması gerçeğidir. Roma, Emeviler, Selçuklu, Osmanlı ve daha niceleri canlı bir organizma gibi kuruldular, geliştiler, gerilediler ve öldüler.[2]

Son bir kaç yüzyıla damgasını vuran Avrupa ise, nüfusunun yaşlanması, yeni teknoloji üretememe, gelişmenin geri kalma dinamiklerini de zamanla içermesi ve daha bir çok sosyolojik nedenle, geri kalma moduna girmiş bulunmaktadır. Buna birleşerek karşı koymak ve birleşmenin sinerjisinden yararlanmak istemektedirler. Ancak ölüm aspirinle önlenemez. Sosyologlara göre, bu geri kalmanın iç dinamikleri, gereğini yapacaktır.

G-20 içindeki çevre ülkeler, artık ipleri ele almak üzeredir. Çin, nüfus ve Mao’nun kültür değişim politikasına karşı koyarak, havzalarda yaşayarak bozulmayan kültür, kapitalizmin artılarıyla birleşerek süper bir güç olma yolunda hızla ilerliyor. Hindistan’da öyle. Brezilya sırada.

Bunun gibi idealist diyebileceğimiz bir felsefenin benimsendiği toplumlar ile bu parelelde dini esas alan toplumlarda da insan-insan, insan- Allah, insan-devlet ilişkileri hep birbirini etkilemiştir.

İslam da ise, devlet ve halk arasındaki ilişkiler eşit, yani %50 – %50’dir. Üstünlük sözkonusu değildir. Yönetim için ehil olunması münasebetiyle yetki verilmiştir, fakat kontrol yine halkta mevcuttur. Devlet sadece hizmet için vardır ve küçüktür. Taraflardan birine herhangi bir imtiyaz yoktur. Herkes kendi yaptığı işinden sorumludur. Özel sektör sürükleyicidir. Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[3] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: “Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler.” İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.

İşçi ücretinin nasıl belirleneceği konusu devlet ve işverene bir sorumluluk olarak yüklenir ve hemen verilmelidir. Ölçü olarak da bir hadiste; “evlenebilmesi, ev alabilmesi ve binit edinebilmesine yetecek kadar bir ücrettir. Bundan daha fazlasını isterse ya hırsızdır ya da hain” şeklinde tanımlanır. Bunu, bu günkü asgari ücretle kıyaslamanızı rica ederim!

Para bir değişim aracıdır, mal değildir. Alışveriş serbest, fakat paranın kirası olan faiz yasaktır. Risk parayı kullanandan zayıftan, güçlü sermaye sahibine yüklenmiştir. Vadeli satış ve vade farkı alimlere göre olabilir. Sermaye veya emek- sermaye ortaklıklarını teşvik ederek sermayeyi tabana yaymak ister. Servetin belli ellerde toplanmasını hoş görmez, bütün toplumun üretimden hakça pay almasının tedbirlerini alır emtiada %2,5, üründe masraflıda %10 ve masrafsızda % 20 oranında yüksek bir zekatı emreder. Bununla fakirin fakirlikten kurtularak kendine bir iş kurması amaçlanmıştır. Geçiştirme değildir.

İnsan yönetimi konusunda AHİ’liğin ayrı bir ünü var. Ahiliğin bir kalkınma modeli olduğunu düşünüyoruz. Ahlak, sonuçta “üretimde azamiliği tüketimde israftan kaçındırarak asgari tüketimi” ve dolayısıyla arz talep dengesini bulmaya yönelik bir çaba olarak da yorumlanabilir. İş kalitesi ve tüketici hakları ise en üst seviyededir. Onun; çırak, kalfa, usta ve iş sahibi olma özelliği, insan yönetimini kolaylaştırmış ve çizgi dışılığı ağır toplumsal baskı altına alarak fiat, miktar ve mal kalitesi kontrol edilebilir bir ekonomi ihdas etmiştir.

Doğal hukuk denen ve herkesçe yanlışlığı veya doğruluğu kabul edilen, hırsızlık, adam öldürme gibi fiiller bugün artık tartışılmamaktadır. Ancak bunun sorun olan tarafı, sizin uygulayacağınız cezanın gerçekten caydırıcı olup olmadığı ile kimi koruma anlamına geleceği noktasındadır. Örneğin, az bir ceza veya getirilecek aflar, zulme uğrayan tarafı tatmin etmeyecek ve adalet gerçekleşmedi diyerek kendisi ceza vermeye kalkacak ve kan davaları da bu yüzden sürüp gidecektir. Yani cezanın önce gerçekten caydırıcı olmasından sonra, arkasından tam adalet uygulamak veya karşı tarafın affına izin vermek, devletin hakkı olmadan affetmesi yerine, canı yananın affetmesine izin vermek, toplumu rahatlatacak, sokakta yürüyen masum insanların canına kast eden birisi tabancayı eline alıca, onu bu işten caydıracak ve eli titreyecektir. Sonuç olarak “ne yapalım canım olmuş bir kere” deyip suçluyu korumak, yeni suçluları piyasaya çıkarmaktadır ve sokakta yürüyen masum insanların canı tehlikeye atılmaktadır. Şüphesiz affa yetkili, devlet değil, mağdur taraf olmalıdır. 

Sonuç olarak insan yönetimi, o ülkenin dünya görüşü ile yakından ilgilidir. Doğal hukuk ve insan hakları ile demokrasilerdeki ileri sayılabilecek hak ve hürriyetlerin insan ilişkilerinde de bir iyileşme getirmesi muhtemelse de, moral değer olarak refahı nasıl paylaştığınız hususu bu ilişkinin temeline oturacaktır. Kısaca karın doymadan ahlak ve verim beklemek yanlış bir beklenti olur. Onun için hükümetlerin büyümeye odaklandıkları kadar paylaşımla ilgili tedbirleri de almak, gelir dağılımını iyileştirmek ve sermayeyi tabana yaymanın çarelerini aramak ve bulmak durumundadırlar. Bugün KOBİ’ler toplam gayri safi milli hasılanın %90’nını üretmektedirler. Büyük sermaye oluşumu, toplumu rahatsız eden adaletsiz uygulamalarla değil, ortaklıkları geliştirerek daha çok ticaretin canlı tutulmasıyla sağlanmalıdır. Örneğin SONY firması bir çok ortaklı kuruluştur.

Sonuç: Adalet, hakça paylaşım, inanç, ahlak ve diğer moral değerler, insan yönetiminin temel taşlarıdır.

V- AHLAK VE MİHENK TAŞI

Bu arada günümüzde bir çok mesleki ahlak yasaları çıkarılmaya çalışılıyor. Ancak ahlakın mihenk taşında ne var, insanlar hangi saikle ahlaklı olur diye bir sorgulama yapıp o konuları düzeltmek kimsenin aklına gelmiyor.

Her insan az ya da çok neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir.

Bu nedenle ahlak yasasından ziyade o yasalara uymayı sağlayacak tedbirleri almak gerekir.

Ahlakı sağlayan ve sağlam temellere oturtan; toplumun o anki ulaştığı kültür seviyesi, kişinin vicdanı, inanışını yaşayış derecesi, kazancının onun ihtiyaçlarını karşılama derecesi, ve mesleki tatmin düzeyidir.

Artık, kişilerin verimli bir çalışma ve ahlaki prensiplere uymasını bekleyebilirsiniz.

Sonuç olarak kişinin ortamını hazırlayacak, karnını doyuracak, umutlarını sağlayacak ve ahlaklı olmasını isteyeceksiniz. Arkasından verim gelecektir.

Aslında bu noktada sorulacak temel soru şudur: İnsanlar neden doğru olurlar?

Menfaatinize dayalı bir cevap vermediğinizi ümit ederim.

İnsan vicdanı ile bir yere kadar ahlaklı olabilir. Yurttaşlık bilinci, iyi bir eğitim ve kişilik özellikleri de kişiyi doğru olmak gerektiğine inandırabilir. İnançsız birisi de kişilik yapısı, ülke sevgisi, aldığı iyi bir eğitim ve nihayet asılı duran ceza kılıcı yüzünden ahlaklı davranabilir. Fakat bu bir yere kadardır. Ahlak, menfaatle çatışmaya girdiği anda hakem de görmüyorsa terkedilir. Çünkü neden doğru olduğuna ilişkin mihengi sağlam değildir.  

Gelişmiş ülkelerde maddi tatmin düzeyi yüksek olmasına rağmen gelir dağılımındaki adaletsizlik orada da vardır. Onların dini inanışlarının hala ahlaki özelliklerini koruduğu ve toplumlara yön verdiği, yardımlaşmayı teşvik ve tavsiye ettiği de söylenebilir aslında. Gelişmiş bu ülkelerde, okullarda oluşturulan yurttaşlık bilinci – ülke sevgisi ve milliyetçi duygular – ileri düzeyde bir eğitim, iyi  işleyen ve kontrol eden bir idari yapı, fiziki ve sosyal ihtiyaçları karşılayabilen bir gelir düzeyi, ekonomide dengeye oturmuş bir arz-talep dengesi, fakir ve işsize yardım eden bir sosyal devlet ve hala dürüst değilseniz karşılaşacağınız ağır cezalar. Artık davranışınıza siz karar verin.

Fakat Japonların yaptığı gibi, Fuji dağının eteklerinde satış elemanlarını toplayıp yüzlerine tükürerek onların gururunu kırmak adına tevazulu insanlar yapamazsınız. Bu, insanın kutsallığına aykırıdır bir kere.

Ankara, Etlik, Aşağı Eğlence’de köhne, güneş görmez, bodrum, tek odada oturur, doksan beşlik maliye emeklisiyken Hakkın Rahmetine kavuşan, Arap Hızır Amca’dan kulağımızda kalan Ziya Paşa’nın iki mısrası ile cevap verelim:

“Asafın mikdarını bilmez, Süleyman olmayan.

Bilmez insan kadrini, alemde insan olmayan.”
 

VI- LİDER TİPLEMESİ

Bir ülkede ya da şirkette lider;

- Otokratik değil katılımcı olmalı,

- Kendisi geride kalmalı, insanlar hissetmemeli.

- Liderlik fikir üretmede değil, karar verme ve risk almada olmalı.

Bugünlerde yeni bir lider tiplemesinden bahsedilmektedir; “hizmetkar lider tiplemesi.”

Aslında bu liderlik anlayışı pek de yeni sayılmaz. İnsanların bunu ne kadar fark ettikleri bilinmez ama bize göre bu tiplemenin dini nitelikli olduğudur.

Bunun sloganı şudur: “Yönetici halka hizmet edendir” (Hz. Muhammed)

Burada iki nokta var.

Birincisi; “ben” kelimesinin geçmemesi.

İkincisi ise “yöneticiliğin halka hizmetten başka bir şey olmadığı”. İnsanın hizmet için efendilik makamında olduğu.

Maliye Kursuna gelen üniversite mezunu 4 sınıftaki yönetici olacak 100 kişiye yazılıda sorduk. “Yönetici halka hizmet edendir” sözünden ne anlıyorsunuz? Her kes bir şeyler yazdı. Bir kişi cevap verdi: Bu bir ilahi iştir. Günümüzde yönetici halkın efendisidir!”

İnsanlar öğüt kabul etmek yerine örnek olana bakmaktadırlar. O halde siz, yaparak ya da çalışarak hizmetkar konumunda tevazu ile o insanlara yaklaşmalı, aranızdaki farklılıkları kaldırarak yakınlaşmalı ve örnek olmalısınız. İnsanlar akranlarından daha çok etkilenirler ve önce taklit ederek öğrenirler.

Ancak birilerinin karar vermesi ve risk üstlenmesi gerekmektedir. İşte bu nedenle seçilenler, hizmet ve sorumluluk için efendilik rütbesindedirler. O halde efendilik, hizmetkarlıktan başka bir şey değildir.

- Karar vermek ve riski birinin alması için yukarıda kalmak,

- Etkilemek ve gayrete getirmek için aşağılara inmek gerekmektedir.

Halk daima yöneticiyi örnek alır. Bu, bazen bir baba, bazen bir öğretmen, bazen bir komutan, bazen bir sanatçı ve bazen de siyasi bir kişi olabilir. Bu yüzden; çok öğüt yerine, örnek olunuz.

Benim gibi olmalı, benim gibi yaşamalısınız.

Siz de damdan düşmelisiniz.

O zaman sizi kendim gibi hisseder ve kendim gibi sever ve uyarım.

 VII-  SONUÇ

İnsan, en kutsal ilahi yapıdır. Onu anlamayan ve dikkate almayan hiç bir siyasi veya iktisadi görüş veya şirket yönetimi başarılı olamaz.

İnsan yönetimi:

- İnsanlardan beklenen davranışları isteme sanatıdır.

İlim, adalet, hakça paylaşım, moral değerler ve ahlak bunun anahtar kelimeleridir.

Yönetim trendi; etik ve sosyal sorumluluklar çerçevesinde yön verici ve yol gösterici olarak daha fazla sorumluluk almaya dayalı olmalı.

Yönetimde strateji ve planlama da önemlidir. Şeffaflık uzun dönemde geri dönebilir.

İnsanlar öğüt kabul etmek yerine örnek olana bakmaktadırlar.

O halde örnek olunuz.

Yöneticinin rehberi “Yönetici halka hizmet edendir” olabilir. Fikirler kaynağı ile değil, ifade ettiği değeri ile ölçülürler. Bu takdirde her şey göreceli değerini kaybeder, araca dönüşür ve insana yönelir.

Gördük ki her şey insan için.

İnsan da bir şey için olmalı…

                                                                                               Ahmet Atik

                                                                                          Baş Hesap Uzmanı

 

 

 

 


[1] Maliye Bakanlığı, Baş Hesap Uzmanı

[2]  Milletlerin canlı organizmalara benzediği kurulup, gelişip, zayıflayarak yıkıldıkları görüşü, ünlü İslam alimi İbni Haldün’ün, ünlü eseri Mukaddime’de ileri sürdüğü bir görüştür.

[3] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.

Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle İspanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Şam’da Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İNSAN VE YÖNETİMİ – I

I- GİRİŞ

İnsan yönetimi, konusunun insan olması nedeniyle çok karmaşık bir yapı gösterir. Bu yüzden insanın bütün istek ve eğilimlerinin dikkate alan bir sistemin başarılı bir yönetimi de göstereceği umulur. Bu, bütün dünya görüşleri, iktisadi ve siyasi sistemler, ülke yönetimi, şirket yönetimi ve hatta aile yönetiminde dahi geçerlidir.

Öğrenmenin bir ömür boyu uygulanması gerçeği, insanın uyum süreci ile ilgili bir parametredir. Bu engellerin aşılması bu yazıda belirtilen hususlara dikkatle mümkündür. Öğrenmede ilim ve ahlak, birlikte iki temel unsurdur.

Aşağıda öğrenme, tartışma konusu yapılmış, insan konusu kadar, ilimde de, ahlak olmadan onun hizmete dönüşmesinin mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Günümüzdeki hızlı teknik gelişmeler ve beraberinde getirdiği kültür değişmeleri, bu değişime, kişi ve kuruluşların ayak uydurmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak bunun amaç sorgulaması yapılarak, hareket gücünü geliştirmek şeklinde öğrenmeyi isteyerek dönüşüme çevirmeleri daha uygun görünmektedir. Bu yüzden;

Batılıların dediği gibi:

- Time is money – zaman paradır-

Demek yetmemektedir. İnananların dediği gibi:

- Time is my life –zaman benim bütün hayatımdır.

Demek gerekmektedir. Aksi halde zamanın hüsrana dönüşmesi mukadderdir.

II- BAŞARI MI?    ERDEM Mİ?

Değişim, dönüşüm, teknik ilerleme, ilimde sonsuzluk, ar-ge harcaması, bir hayatta kalma mücadelesinin temel taşlarıdır. Değişemeyen, dönüşemeyen, yeni bir şeyler bulamayan, verimli çalışmayan, bu öldürücü rekabette hayatta kalamaz.

Hitler İkinci Dünya Savaşı sırasında halkı alıştırmak için kendi askerlerine “Berlin’i bombalayın” diyor. Askerler itiraz edince “ başarılı olamayanın hayatta kalmaya hakkı da yoktur” der.

Gerçekleşen, başarılı – başarısız ayrımında hayatta kalma mücadelesi önemli. Fakat fiatları yükselt, hep sen kazan, o halde neden diğeri alışveriş yapsın ki. Başarı yalnızca karla ölçülmemeli. İstihdam ve sosyal fayda da bilançonun bir yerine sıkışmalı. Kazan – kazan olmalı.

Ama bizim ümit ettiğimiz erdemli – erdemsiz ayrımıdır.

Erdem, kişi ya da kuruluşa mutlaka geri döner. Örneğin makul fiat, az kar, sürüme dönüşebilir ve bu ahlak sınırları içinde sayılabilir. İşçilerine anlayışla davranan ve onun bütün sorunlarıyla ilgilenen bir işletme yönetimi, işçi ile işletmeyi özdeşleştirerek başarılı bir verim alabilir. Bunlar da erdemin verim ve başarıya dönüşmesi demektir.

Yüksek fiat, firsatçılık, tekelci eğilimler toplumda tepki ile de karşılanabilir. Tekellerin vakıf ve derneklere yardım yaparak kendini kabul ettirmeye çalışması bundandır. Kalite, en güzel reklamdır ve bir erdem kabul edilebilir. Müşteri memnuniyeti de daha sonra satışa dönüşebilir ve geri döner.

Ya eğitimde ailenin, kendi çocuğunu erdemli –erdemsiz ayrımından başarılı – başarısız ayrımına yöneltmesine ne demeli? İnsanı da erdemden ve ahlaktan “kesin başarı” ölçüsüne getirmek.. Dersanelerin yaptığı bu. En çok puan alan en başarılı. Çıta yüksek, yer dar, bir çoğu mecburen kapı dışarı. Şimdi diğerleri başarısız mı? Çıta 84’te. 83 alan başarısız mı? Kim haklı, kim suçlu? Çocuğun suçu ne? Serbest fikirlerin derinlik kazanması gereken ortamlar yerine, testte kim daha üçkağıtçı, kim daha kestirmeden sonuca gidiyor, o başarılı sayılıyor. Bu yüzden de sınav, fikri öldürüyor ve mütefekkir yetişmiyor. Başarının başarısızlığı…

Sonuç olarak ticarette, ilimde, eğitimde, her yerde ahlak ve erdemin bir geri dönüşü vardır. Ancak bunun; devlet yönetimi, şirket yönetimi, anne baba ve diğer herkes tarafından irade edilerek ona göre davranış ya da politika geliştirilmesi gerekir. Biraz uzun vadeli olması insanı kararlılığından caydırmamalıdır. İlahi ikramı ise ekstradır.

III- ÖĞRENMEK VE ÖMÜR

1. Var olmak ve öğrenmek eşanlamlıdır.

Güney Afrika’nın Katal bölgesinde yerli halk karşılıklı olarak şöyle selam veriyor ve alıyor:

Savbona (anlamı : seni gördüm )-selam veren-

Skiuona (anlamı : ben burdayım )-selam alan-

İnsanlar birbirlerini gördükçe orada olduklarını anlarlar. Yani var olduklarını hissederler. Siz görüldüğünüz kadar toplumda var olduğunuz anlaşılır.

Var olmak ise öğrenmekle eş anlamlıdır denilebilir.

Öğrenme olduğunda değişim vardır. Öğrenmenin tersi ise ölümdür.

2. Dünyada her şey bir ömür üzeredir.

Shell şirketinin yaptırdığı bir araştırma sonucuna göre dünyadaki büyük şirketlerin ömürlerinin ortalaması 40 yıl.

Fortune dergisinin bir araştırması ise, dünyada ilk 500’e giren şirketlerin % 90’ının 10 yıl sonra listede olmadığını gösteriyor!

Bu gerçeği kabul eden, insan, toplum ya da kuruluşların hayatlarında çok önemli değişiklikler olabilmektedir. Anahtar kelimeler şunlardır: değiş, dönüş, yenilen, ayak uydur, erdemle başarıyı yakala, kazan-kazan, işçi, ücret, iyi davranış ve verim, makul fiatlar ve müşteri memnuniyeti, sosyal fayda, planlama ve strateji, şeffaflık ve ne düşündüklerinizin bilinmesi.

IV-  JAPONLAR VE ÖMÜR BOYU ÇALIŞMA

Bu konuda Japonlar gerçekten ilginç bir toplum.

Onların ilginç olmaları temelde, toplumsal bakış açılarında oluşturdukları farklılıklardan kaynaklanıyor.

Bugün ulaştıkları ilerleme de diğer ülkeleri silahsız olarak yeneceklerine olan inançlarından geliyor.

Bu çerçevede geliştirdikleri “ömür boyu çalışma” diye bir uygulamaları var. Bir kişinin ömür boyu çalışmasını düşünebiliyor musunuz?

Bu düşüncenin insan davranışları üzerinde yapacağı son derece önemli etkiler var.

Bir kere sürekli çalışması gereken bir insan, işi ile ilgili gelişmeleri de adım adım takip etmek zorunda. Bu onu her yeni gelişme karşısında daha duyarlı olmaya ve uyum sağlamaya itiyor.

Bunun adına “öğrenme” diyebiliriz. O halde öğrenmeyi bir yaşam olarak tanımlamak mümkün.

 

V- ÖĞRENMENİN KONUSU: İLİM VE AHLAK

Öğrenmenin konusu kainattaki her şeydir. İnsan beş duyusu ile önce algılar sonra aklı ile o bilgiyi anlar ve anlamlandırır. Yani işler. İyi kötü, güzel çirkin ayrımında tercih yapar. Bilgi deposu olan bilgisayardan onu ayıran da bu öğrenme ve tercih yeteneğidir. Onun için hür irade ile seçim serbestisi, ilmin götüreceği yer ve ilmin anlamı ve kaynağı üzerinde düşünülmesi gerekir.

İlmin ne kadar araştırma ve tecrübeye dayandığı, insanlar tarafından bulunduğu iddia edilirse edilsin, ilahi kitapların da önden yol göstermekte olduğu kabul edilmelidir.

İlim sonsuzdur. Kutsaldır. Ahlakla bütünleşir.

İlimde “verilme” esası, kişiyi tevazuya iter, teşekkür gerektirir, paylaşmaya ve insanlara hizmete vesile olur, inanca gider.

Humaniter düşünce ise, insana bilgi elde et, güçlenirsin hakimiyet sağlar diye emreder. Bilgiyi “ben” buldum der, saklar, karşı kullanır. Bilgi arttıkça kibir artar. İnkara gider.

Devlette kurum çıkarlarının, şirketlerde birim çıkarlarının öne çıktığı durumlarda paylaşmama ve ortak bir amaç etrafında dizilmeme, amaçlarda bir sapmaya yol açar ve topluma ya da şirkete zarar verir.

Eğitimin Maksadı: Bilgi ve Ahlakın Birlikteliği

Eğitilebilir olmak yetmez. Müfredatın da iyi olması gerek = Munbit toprak.

İlim irtibat kurmaktır. Akıl bağdır. Eşyayı anlamlı bir bütün halinde görmedir.

Bu bağı kurmaya hikmet denir.

İlmin konusu bütün kainattır.

Kainat öğrenmeye konudur. Öğrenilen her şey de kainat gibi mucize demektir. O zaman kainatta mucize olmayan şey yok demektir.

 (Daha geniş bilgi için bknz. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yay; Zamanın Kısa Tarihi, Taşkın Tuna; Kara Delik Evrenin Sonu mu?, John Taylor; Karadelikler ve Bebek Evrenler, Stephans Hawkings)

İlim bugün başdöndürücü bir hızla ilerlemektedir. “İlmin sonsuz” olduğunu idrak edenler her an yeni bir buluşun onları piyasadan sileceği korkusu içinde ar-ge araştırmalarına büyük paralar harcamaktadırlar. Adeta var olma yarışı…

Bu, ilim ve teknolojinin ticari boyutuydu. Yukarıda bahsettiğimiz ilmin felsefi boyutu ise bir üstün gücün varlığını işaret ediyordu.

 

Bilmenin kutsal bir eylem olduğu, bilginin ahlaktan ayrılmaması gerektiği, bunun amacının fayda (insana hizmet) ve ahlak olduğu, kaynağının da kutsal olduğu ve ahlakıyla birlikte alınması gerektiği söylenebilir.

Hammadde bilgi ise, mamul; fayda ve ahlak olacak. Yoksa faydasız bilgi oluyor.

VI- UYUM SAĞLAMAK MI?  YOKSA İSTEYEREK DÖNÜŞMEK Mİ?

Yaşamda ise sürekli bir değişim var. O zaman yaşamak için sürekli olan değişime de öğrenerek cevap vermeniz gerekiyor.

Ancak bunun;

- Uyum sağlama olarak değil de,

- Değişimi sizin yönlendirmeniz, yani “dönüşmek” olarak algılanması gerekir.

Bu noktadaki temel sorunlardan birisi; değişimin hızının yavaş olmasının onun anlaşılmasında yarattığı hata payı veya tehlikedir[2].

O halde sorun, değişimi erken fark etmek ve aktif olarak değişimi sizin dönüşmeniz olarak sağlamanızdır.

Bunun için iki noktaya dikkat etmelisiniz.

- Birincisi amaç sorgulaması yaparak varmak istediğiniz hedefleri devamlı olarak gözönünde bulundurmanız gerekir.

- İkincisi ise bu amaç doğrultusunda hareket edebilme gücünüzü sürekli geliştirmek gerektiğidir.

Müşteri memnuniyeti konusunda yapılan bir araştırmanın ilginç sonucu şöyle: Eskiden müşteri memnuniyeti % 80 oranında mal ile, % 20 oranında da sağlanan diğer hizmetlerle karşılanırken, bugün bu oran ters bir şekilde % 80 oranında hizmet % 20 oranında da mal ile karşılanır hale gelmiş durumda. Bir şirket yöneticisi olarak nasıl hareket etmeniz gerektiğine siz karar verin.

VII- ŞİRKET İÇİ REKABETİN SINIRLARI

Şirketlerde ya da bürokratik devlet kuruluşlarında rastlanan ana hastalıklardan birisi de; kurumların ya da bir şirketin alt bölümlerinin, ülkenin ya da şirketin varlığı içinde kendi kişiliklerini gereğinden fazla öne çıkararak asıl amaçların dışında bir yere doğru yönelerek topluma veya şirkete zarar verir hale gelmeleridir. Bu tür durumlarda toplam zeka ve toplamda olması gereken başarı, aşağılara inmektedir. Halbuki toplam zekanın iyi bir takım çalışması ve ortak bir amaç uğrunda dizilme ile fert zekasının üstüne çıkarılması mümkündür.

Bu çerçevede, birey fikirleri şirket politikalarına, birey eylemleri de operasyonlara uyumlu bir şekilde, artarak, birbirini nötürleştirmeden dönüşebilmelidir.

Örneğin, büyük firmaların alt bölümleri arasında (ya da devlet kuruluşları arasında) öylesine büyük kavgalar yaşanmaktadır ki; her bölüm kendi haklılığını savunmaktadır. Adeta firma içinde ayrı birer kişilik oluşturmuşlardır. Ancak bölümler arasındaki kavgadan müşterinin haberi bile yoktur. Her bölüm, sorunları belirleyerek çözümlemeye çalışmak yerine, kendi haklılığını savunarak düşmanı dışarıda aramaktadır. Bu nedenle sorunlar daha da artarak içinden çıkılmaz bir hal alabilmektedir.

İşte bu yüzden şirketlerde ya da devlette bazı hizmetlerin dışardan satın alınması ya da şirketin ya da devletin bazı bölümlerinin parçalanarak ayrı bir şirket veya yapı halinde yeniden yapılandırılmaları etkinlik açısından denenmelidir.
 

VIII- ÖĞRENMENİN ENGELLERİ

İnsanlar ihtiyaç duydukları zaman öğrenmede daha istekli olmaktadırlar.

Bir adam uzun sakalı ile yıllar geçirmiştir. Bir gün bir çocuk: amca bu sakalı gece yatarken yorganın altına mı koyuyorsun, yoksa üstüne mi? der. Adam düşünür; alta koyar olmaz, üste koyar olmaz.

İşte;

İnsana ihtiyacını hissettirmek gerekiyor.

Bir başarısızlığı ülke koşullarına bağlamaya çalışan bir konuşmacı ya da yazı sahibini, hiç korkmadan öğrenme yetersizliği ile suçlamanızda mahzur yok. Başarısızlığı anlamaya çalışmak yerine kabahati ülke koşullarına bağlamak bunun tipik göstergesi.

Öğrenme engeli olarak toplumun doğru ve yanlış kavramına bakış açısı da önemlidir;

Örneğin,

- Yanlış kötüdür,

- Doğruysam haklıyım,

- Yanlışsan hatalısın,

gibi soru sorma engelleri, öğrenmenin de engelini oluşturur.

Bunun gibi kişisel olarak;

- Riske ne gerek var?

- Birisi doğru yanıtı biliyor olmalı,

- Öğrenme iş değildir,

- Başkalarının bizi takdir edeceği başarıları ortaya koymak için öğrenme anlayışı,

Kişinin öğrenme çabasının en önemli engelleridir.
 

G) ÖĞRENME YETERSİZLİĞİ

- Durumum neyse ben oyum,

- Düşmanı hep dışarıda arama alışkanlığı,

- Sorumluluk üstlenmekten kaçınması,

- Resmin bütününü görmek yerine olaylara takılıp kalması,

- Yavaş ve uzun süreli değişimlerin fark edilememiş olması (haşlanmış kurbağa misali)

- Ben tecrübe ederek öğrenirim hayali,

- Yönetici takım miti oluşturmadaki zorluklar

ise öğrenme yetersizliği olarak ortaya çıkar.

IX- ÖĞRENME YETERSİZLİĞİNİN ÇARESİ

- Ormanı gören bir sistem düşüncesine sahip olabilmek,

- Ortak bir vizyon etrafında ortak bir değerler bütünü oluşturabilmek,

- Kişisel yetkinliklerimizi sürekli olarak artırmak,

- Takım olarak öğrenme ile ortak zekanın geliştirilmesi (sinerji etkisi oluşturmak)

- Düşünce modellerinin altında yatan varsayımların farkına varılarak sorgulanması ve tartışılması yoluyla iletişimin derinleştirilmesi

gerekir.

Bir sorgulama örneği;

- Nefes almadan yaşanabilir mi?

- Hayır,

- O halde amacınız nefes almak mı?

Bu sorgulama kişiyi asıl amacının ne olduğunu hatırlama ve ona odaklanma konusunda daima düzeltici bir etki yapacaktır.

X- SONUÇ

Albert Einstain şöyle diyor:

“Karşılaştığımız önemli problemler, onları yaratan düzeydeki düşünme ile çözümlenemez.”

İnsanın, kendisi ve yaşamı bir sanattır. Zenaat değil.

Başarı istenir, fakat ona kilitlenmek yanlıştır.  Ahlak ise, ilmin, eğitimin, iş hayatının, ticaretin, bütün insan ilişkilerinin yoğurdunun mayasıdır. Onsuz olmaz. Uzun dönemde mutlaka geri döner.

Sorun sizin ihtiyacınızı hissetmemenizde.

İşte, insana ihtiyacını hissettirmek gerekiyor.


[1] Maliye Bakanlığı, Baş Hesap Uzmanı

[2] Bu konuda haşlanmış kurbağa örneği diye bir örnek verilmektedir; Değişim ani olursa farkına varılıp önlem alınabilmektedir. Örneğin kurbağayı sıcak suya aniden attığınızda sıçrayıp çıkabilmektedir. Ancak değişim çok uzun bir süre içinde yavaş yavaş gerçekleşirse farkedilmesi güç olmaktadır. Oda sıcaklığındaki suda yavaş yavaş ısıtılan bir kurbağanın su kaynamaya başladığında kaçamayacak kadar sersemlemiş olup haşlanması örnek verilmektedir.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

AB, İSLAM İKTİSADINA DOĞRU MU KAYIYOR?

Aslında Avrupa’nın merkez ülkelerinin tartıştığı şey tam da bu noktada şuydu: Kamu harcamaları fazlaydı ve bu yüzden bütçe açıkları ortada bir likit fazlalığını da işaret ediyordu.

Bankalarda  ve sermaye piyasalarındaki likit rahat durmuyordu. Ortada bir ürün fazlası olmamasına rağmen pirincin tonu 200 dolardan 700 dolara, petrolün varili 100 dolardan 145 dolara çıkabiliyordu. Gerekçeler arasında Çin ve Hindistan’ın artan talebi vardı ama terörist faaliyetler, savaşlar, teknik sıkıntılar yanında spekülatif hareketler ise gözden kaçmıyordu. Bu durum, “kumarhane kapitalizmi” olarak adlandırılıyordu. Asıl sorun ürün miktarı ile finansın eşit olmaması idi. Bu yüzden finansa bazı kısıtlamalar getirilmeliydi. Bu çerçevede Almanya, sermaye piyasasında açıktan satışları yasaklamak ve bankalara da bir sürü kısıtlayıcı tedbir almak, bu çerçevede sermaye yükümlülüğü getirmek ve onları biraz daha vergilendirmek gereği duydu.

Yapılan iş deneme yanılma yoluyla mal = para eşitliği noktasında düğümleniyordu. Gerçekte fazla likit bir yatırım imkanı da sunmuş, istihdam artışı gerçekleştirmiş idi. Fakat iktisatta marjinal değer kavramı diye bir kavram vardı. Bu, son gelen değerin etkisinin ne olduğunu ifade ediyordu. İşte likitteki son fazla daima mal talebinin aşıldığını, ve dolayısıyla enflasyon benzeri hastalıkları işaret ediyordu. İlginç olan ise, bazı iktisatçıların “en iyi ekonominin sıfır faizli bir ekonomi” olduğunu açıktan söylemeleri idi. Faiz, riski tek tarafa yüklüyor ve maliyetlerde ve dolayısıyla fiatlarda bir artışın da kaynağı oluyordu.

İşin ilginç yanı İslam’ın bazı iktisadi unsurları dikkatle incelendiğinde, yapılan tespit ve alınan kararların İslam’a doğru bir kayış anlamına geldiği anlaşılıyor. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızaya dayanan, meşru bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnadır.[1] Allah alış-verişi helâl, ribayı (faizi) ise haram kılmıştır.[2] Buradan anladığımız iki husus var. Alış verişin serbest olduğu. İkincisi ise paranın bir mal gibi alınmasının dolayısıyla kullanımının kirası olan faizin yasaklanmasıdır. Durum böyle olunca kimse sizin elinize para tutuşturmayacak fakat bir mal veya makina alımınız, vadeli olarak da olsa finanse edilebilecektir. Bugün finans kurumlarının da yaptığı budur. Burada vade farkını faiz gibi düşünmemek gerek. Vade farkı kişinin ticaret yapılsaydı edilecek karın karşılığı anlamına gelen bir farktır ve İslam alimlerince makuliyet şartlarında meşru olduğu ifade edilmektedir.

Faizin yasaklanmasının karşısına getirilen alternatif çözüm ortaklık yapmaktır. Bu, sermayelerin bir araya gelmesiyle olabileceği gibi mudaraba denilen emek – sermaye ortaklığı şeklinde de olabilir. Nitekim finans kurumları böyle çalışır. Siz sermayeniz olan mevduatınızı finans kurumunuza yatırırsınız, o da işleterek %80’e 20 gibi bir oranla payınız oranında kar olarak dağıtır. Başlangıçta size ne kadar kar payı verileceği söylenmemiştir, ancak geçen ay ki oranlarımız şuydu, bu ay da muhtemelen buna yakın bir rakam olabilir derler. Arızı bir durumda hiç kar payı almamanız da muhtemeldir.

Mudaraba ortaklığının bir diğer uygulama alanı, örneğin ihracat yapacak bir kuruluşun hammadde ihtiyacının finans kurumu tarafından sağlanarak imal ve arkasından ihracattan elde edilecek kazancı paylaşılması şeklinde olabilir. İslâm’da Mudârabe ortaklığı uzun veya kısa vadeli herçeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklık çeşididir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, Mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir, ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Bunun için tek sorun karşılıklı güvendir. Bu ise İslam’ın sağlam bir iman, Allah korkusu ve kul hakkının geri ödeme yeri olan ahiret inancıdır. Şüphesiz devlet de ortakların haklarını koruyucu yasal güvenceleri sağlamalıdır.

Bankalar kredi olarak para vereceklerine sanayi kuruluşlarına iştirak ederek de yardımcı olabilirler. Özellikle İş Bankası’nın bu konuda pek çok iştiraki bulunmaktadır. Bu iştirakin bir başka çeşidi ise sermaye piyasasına açılmak ve halka arz yoluyla finansman temin etmektir.

AB’nin geldiği bir başka husus; teslim yapılmadan yeni bir satışa izin verilmemesidir = İslam’ın kabzdan önce satış yasağı. Yani bir kimse satın aldığı bir malı teslim almadan tekrar satamaz.  Allah elçisi; “Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe başkasına satmasın”[3] buyurmuştur. Batı borsalarında (Almanya’da) şimdi yasaklanan hususlardan birisi “açıktan satışlardır” Açıktan satış; elinde ne bir malı ne de parası olan birinin geleceğe ilişkin bir taahhütte bulunarak örneğin iki ay sonra gelecek bir malı şimdi satmasıdır. Bunu bir nevi kumar olarak da düşünebilirsiniz. Almanya işte bunları yasaklamış bulunuyor. Ortada olmayan bir mal satışınının yasaklanması. Bunun temel etkisi hayali mal arz ve talebi yapılarak gerçek fiat oluşumunun engellenmesinin önüne geçmektir.

 

İslam’da stokculuk yasaktır ve ihtikar olarak adlandırılır. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur. “Kim – insan ve hayvana yem olabilecek – yemeği, kırk gecede stok ederse, gerçekte Allah Teala’dan beri olmuştur. Ve Allah Teala’da, onun hakkındaki güveni kaldırmıştır. Herhangi bir mahalle ahalisi arasında aç bir kimse uyuyorsa, gerçekte Allah Teala’nın  zimmet ve güveni, onlardan beri olmuştur.” İşte böyle yapan hadisi şerifin tehdidi altına girmiştir. Buradan bizim çıkardığımız sonuç; fiatın belirlenmesindeki etkiye karşı çıkarak, fiatın serbestçe oluşmasına imkan tanımaktır. Ayrıca da halkın genel yararı da ön plana alınmış olmaktadır. Bu, yiyecekte olabileceği gibi, çimento ya da demirde de aynı şeyler geçerlidir. Batı’ da aynı konudan muzdaribtir ve yukarıda sözünü ettiğimiz Küresel Balans Vergisi bununla ilgilidir.  

İslam’da mal emanettir ve toplum yararına satışa sunulmalıdır. Batıda ise malın mülkiyet olarak değerlendirilmesi kişiye istediği gibi hareket etme imkanı verir ve fiatlar düşüyor diye malı denize döker. İslam ise israfı yasaklayarak malın halkın yararına sunulmasını emreder. İşte siz malı mülkiyet olarak gören birine israfı anlatamazsınız! İsraftan sakınmanın emredilmesi aynı zamanda batının tüketim toplumu oluşturma fikrine zıt bir anlam ifade eder. İslam’a göre ihtiyaçlar sınırsız değil, tam tersine sınırlıdır. Hz. Peygamber İslam’ın genişleyerek ganimetlerin çoğaldığı bir sırada eşlerinin yeni taleplerine karşı çıkmış ve vahiy de eşlerini azarlayarak dilerse Allah’ın ona daha temiz eşler verebileceğini bildirmiş ve Peygamber efendimiz sade yaşamını ölümüne kadar sürdürmüştür. Ancak bugünkü müslümanın hali içler acısı olup malın, paranın emanet olduğunu istediği gibi harcayamayacağını unutmuş ve dünyevileşmiştir? Herşeyi, oğulları, mal ve mülkü, parayı  mülkiyet olarak görmektedir. Bu onun hayır yapmasını da engellemekte, oğlunu kazada kaybeden bir baba ağır buhrana düşmekte, ya da zarar veya iflas eden bir ticaret erbabı sinir krizleri geçirmektedir. Halbuki emanet bilme anlayışı her şeyi kolaylaştıracak ve hayatın zorluklarına göğüs germeyi sağlıyacaktır. Söylenecek ifade şudur: “Allah verdi. Allah Aldı”

İslam rızkın Allah’tan olduğunu, malı, mülkü Allah’ın verdiğini bildirir. İlim de öyledir. Verilmiştir. Bu anlayış kişiyi şükre götürür, tevazuya iter, ve paylaşımı, işleri uzlaşma ile halletmeyi beraberinde getirir. İşcinin hakları konusunda işverene hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiğini bildirir. Buradaki iki nokta; birincisi, bir hakkın hakkaniyet ölçü alınarak tesbit edilmesi, ikincisi ise bunun acele olarak verilmesidir. Bir İslâm toplumunda emeği ile geçimini sağlayanlar için öngörülen hayat standardı bir hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir: “Kim bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o hilekârdır yahut hırsız.”[4] Buna göre, işçi ve memurlar maaşlarından yapacağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlenebilmeli, sosyal çevresi hizmetçi istihdamını gerektiren bir meslekte çalışıyorsa hizmetçi edinebilmeli ve gerektiğinde bir araç satın alabilmelidir. İşçilerin bu belirtilenler dışında aşırı istekte bulunması, ya işverenleri iflâsa sürükler veya piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açar. Bu ise uzun vadede emeği ile geçimini sağlayanların da aleyhine olur. Batının işci ücretleri konusundaki görüşü çatışmacıdır. Bir iş gücü arz ve talebi olmakla beraber işçi sınıfı vardır ve örgütlü olarak haklarını aramalıdırlar = grev hakkı. İslam’i toplumlarda işci sınıfı oluşmamıştır. Bu yüzden emeğin değerini belirlemek önce işverene, sonra da bu konudaki haksızlıkları önlemek devlete ait bir hak ve görevdir.

Burada amacımız İslam’ı bütün unsurları ile anlatmak değil. Bu yüzden zekat müessesesine değinmedik. Şüphesiz zekat sermayeyi törpüleyerek gelir adaleti sağlamasının yanında fakirlerin piyasaya alıcı olarak girmesi yine zenginlerin malının satışını artıracağı ve piyasayı canlandıracağı söylenebilir. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkelere borç verirken “benim malımı almalısın” taahhütü ile yapmaları, yardım yaparken de “yüksek gelir seviyesine gelsinler ve bizim pahalı teknolojik ürünlerimizi alsınlar” saptaması ilginçtir.

İslâm toplumunda piyasa normal işlediği, arz-talep dengesi kurulabildiği ve fiyatlar serbest rekabetle güvenli bir ortamda oluştuğu sürece devlet müdahaleci olmamalıdır. Ancak tröst ve kartel benzeri tekelcilikler oluşur ve toplum bunlardan zarar görmeye başlarsa, devlet bunların üzerine cesaretle gitmeli ve tabii piyasa şartları oluşuncaya kadar esnaf, tüccar ve sanayici üzerinde varlığını hissettirmelidir. Devlet bunu yaparken İslâm’ın “iyiliği emir ve kötülükten nehiy”[5] prensibini uygulamış olur.

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[6] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.[7]

Sonuç olarak İslam, insanı batıya göre farklı tanımlayarak ahlak, hukuk ve ekonomiyi bir bütün olarak ele alır ve buna göre farklı normlar geliştirir. Bu yüzden batı ile karşılaştırma yaparken aynı lisanın kullanılmaması uygun olur. Kapitalist ekonominin sürekli kriz geçirmesi, onları deneme yanılma yoluyla yeni kararlar almaya itmektedir. İşte burada gelinen  noktanın İslami prensibleri göstermesi ilginçtir. Birilerinin bunu çıkıp söylemesi gerekiyordu. Arzu ederdik ki Sayın Başbakan bu konuda bir kaç kelam etsin. Laik sistem herşeyi laikleştirmiyor. Madem ki akılla yol bulmaya çalışıyor. İşte burada olduğu gibi deneme yanılma ve aklı selim, dinle aynı noktayı gösterebiliyor. Bu vurgunun yapılması gerek.


[1] Nisa, 29.

[2] Bakara, 275.

[3] Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Nesâî

[4] Ebu Davud, imare, 10; A. b. Hanbel, Müsned, IV, 229.

[5] bk. el-Maide, 54,105; Ali İmran,110; A’raf, 181; Tevbe, 71, Hacc, 41; İbrahim, 19,20

[6] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.

Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle ispanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Samda Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.

[7] Ergin, a.g.e, s. 40.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DİN SİYASET VE HEMŞEHRİCİLİK

Sevgili Okurlar,

6 şubat 2011 Pazar günü Mamak Belediye Meclis üyesi ve iş adamı Çayağzı’lı hemşehrimiz Kani Araz, Ankara’daki 100 kadar Kırşehir’li iş adamı, bürokrat, siyasetçi ve kanaat önderlerine Boğaziçi’ndeki Plaza’sında bir yemek verdi. Siyasi ve istişari bir toplantı olan bu buluşmada bir konuşma yapan ev sahibi Kani bey, hemşehrilerimizin sayesinde AK Parti’den iki dönemdir meclis üyeliği yaptığını ve bir kadirşinaslık örneği olarak bu toplantıyı düzenlediğini belirtti.

Daha sonra söz alan Kırşehir Federasyon Başkan Yardımcısı Hüseyin Ata, TRT’de üst düzeyde bürokrat olarak görev yaptığını, AK Parti’den Kırşehir aday adayı olmak istediğini belirterek Kırşehir’in Ankara’dan kalkınacağını, siyasetin kalbinin Ankara olduğunu, Kırşehir’de gitmediği köy ve mezra kalmadığını, kendisinin Temirli’li olduğunu ve hemşehrilerinin desteğini beklediğini ifade etti.

Federasyon Başkanı Hilmi Gökçınar ise, kanaat önderi olarak belirttiği Yusuf Tıraş ağabeyinin görmüş geçirmiş bir insan olduğunu ve iyi iş yaptığını, Mamak Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Müfit Yıldırım’ında iyi örneklerden biri olduğunu söyledi. Seyirci değil sahaya inip oyuncu olmak gerektiğini belirten Gökçınar Ahi Evran Sigorta’yı kurduklarını, Belediye Başkan adayı Şükrü Şahin’in seçilemese de verilen destekle oyunun 40 000’den 140 000’e çıktığını, ANFA Genel Müdürlüğü döneminde ise 800 Kırşehir’liyi işe aldığını da ilave etti.

Kösefakılı’dan olan Mamak Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Müfit Yıldırım, Ömer Doğan, Deniz Cam’ın sahibi iş adamı Ali Deniz, Zafer Sadıkoğlu, TEDAŞ ‘ta Daire Başkanı olan Osman Kurt, Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müşaviri Mustafa Konuk, Başköy Dernek Başkanı Ömer Çöklü, Uzunpınar Dernek Başkanı Bayram Ünlü de konuşmalarında birlik beraberlik ve hayır dileklerini belirttiler. Kanaat önderi Yusuf Traş ise aday olan arkadaşların centilmenlik dışı rekabete girmeye kalktıklarını ve bunun siyasi gücümüzü zedelediğini belirtti.

Daha sonra söz alan Nevzat İbişoğlu, Av. Arif Kaplan, MEB’de Gn. Md. Yardımcısı Nuri Cantürk’de birlik ve başarı dileklerini sunarken Maliye Bakanlığı’ında Daire Başkanı olan Veysel Karani Aksungur da ailesinin 1968’de Erzurum’dan göç ederek Kırşehir’e geldiğini, Kırşehir’de 5 yıl Müze Müdürlüğü yaptığını, halen Ankara’da Erzurum’lular Vakfı’nın Başkanı olduğunu ve Ankara’dan AK Parti 1. Bölge olan Mamak, Çankaya, Sincan’dan aday adayı olmak istediğini belirterek hemşehrilerden destek istedi.

Biz de yaptığımız konuşmada önce birlik, tebrik ve teşekkür dileklerimizden sonra Kırşehir’le ilgili iki hususu dile getirmeye çalıştık. Bunlardan birincisinde Kırşehir’in bir imar sorunu olduğunu, daha önce %25 olan inşaat alanı oranının eski Belediye Başkanı Halim Çakır tarafından siyasi menfaat temin etmek amacıyle %40’a çıkarıldığını, bunun Kırşehir’in güzelliğine darbe vurduğunu ve yeni bir imar planı ile düzeltilmesi gerektiğini belittik. İkinci olarak ise Kırşehir’in en değerli, çağlara ışık tutan hazinesinin AHİLİK olduğunu, bunu duyurabilmesi için isminin de AHİŞEHİR, AHİŞEHRİ veya AHİ KIRŞEHİR’den biri olarak halka sorulmak suretiyle değiştirilmesi gerektiğini belirterek, şanlılar, gaziler, kahramanlar varken neden AHİ’ler olmasın dedik. Bu görüşümüz hemşehrilerimiz arasında ilgi ile karşılandı.

ÇANTACI – YERLİ ANLAŞMAZLIĞI

Şehrimizde bir çantacı-yerli kavgasıdır gidiyor. Bazı basın mensubu arkadaşlar da bu işi biraz körüklüyorlar. Malum olduğu üzere Ankara gibi şehir dışından aday olmak isteyen arkadaşlara çantacı diye bir lakap uyduruluyor. Onların Kırşehir’in sorunlarını bilmedikleri, Kırşehir’e gelip gitmedikleri gibi itirazlar bu görüşün altyapısını oluşturuyor.

Bir kere hizmette sınır yoktur.

İkinci olarak Kırşehir’lilerin hukukunu yalnız Kırşehir’dekiler koruyamaz.

Üçüncü olarak hizmette serbest yarış olmalıdır.

Hizmette bir yere yükselemeyeceksem neden şimdi hizmet ediyorum ki?

“İyilikte yarışınız” (ayettir)

“Sen Çantacısın, sen gelme” demek centilmenliğe aykırıdır. Sonra Kırşehir’den gelenlerin siyaseti ve bürokrasiyi tanımama ve bocalama gibi bir riskini de unutmamak gerekir. Herkes serbestçe adaylığını ilan etmeli ve halk ya da parti yönetimleri gerekli değerlendirmeyi yapmalıdır. Belden aşağı vurup yıpratma politikası yapmak en kibarcası uygun bir davranış sayılamaz. Topluma fikirleriyle yön verenlerin de dikkatli olmaları icabeder. Biz yerli ya da Kırşehir dışında olup hizmete talip olan bütün kardeşlerimizi ehil olmaları hasebiyle kucaklar ve ayrım yapmaksızın başarılar dileriz. Umarız partiler de biraz daha demokratik davranırlar ve halkın ya da partinin meylini dikkate alıp ehil ve beğenilenleri milletin önüne koyarlar.

DİN VE SİYASET

İslam, temel olarak şurayı esas alır. Danışma esastır. Bu da halkın iradesine dayanan bir meclisin varlığını gerekli kılar. Bu noktada Cumhuriyetin İslam’a uygun bir rejim olduğu söylenebilir. İslam, bu belirlemenin dışında yöntemlerden ziyade ehil olanı iş başına getirmek, tevhid ve adaletin sağlanması, dar sayıda Kuran’da geçen belli nasların gerçekleşmesi gibi temel bazı durumların dışında çok fazla yöntem belirlemesi yapmaz.

İnsanların dini ve dünyevi ihtiyaçlarına ilişkin olarak daha önce fakih denilen alimler görüş serdederlerdi. Örneğin İmam-ı Azam 6500 konuda hukuki soruna çözüm getirdiği söyleniyor. İşte o günkü fukahanın yaptığını bugün halk iradesini temsil eden şura meclisi olarak parlementolar yapmaktadır. Demokrasilerde iki yönlülük olup laiklik de devrede olduğu için şer’i hükümler yerine aklın öne geçtiği söylenebilir. Buradaki sorun “siz nesiniz?” Sorusudur. Yani siz müslümansanız iktidarın da müslüman bir hükümet olması beklenir. İslam ve demokrasi konusunu ayrıca işleyeceğiz inşallah.

İslam, seçim sisteminde sahabi uygulaması olarak dört halife döneminde de seçimi yani ehil olanın seçilmesini esas aldı. Ancak Muaviye herşeyi berbat edip saltanatı getirdi ve İslam alemi ilk 30 yılın sonunda farklı bir yöne gitti ve Hz. Hüseyin’den başlayarak her kıyam eden imamı idam etti.

Hz. Ebubekir efendimiz iki yıl süren halifeliği döneminde hiç bir akrabasını devlet işine almadı ve atamadı. Hep ehilleri seçip atadı. Hz. Osman Efendimiz ise süt kardeşine varıncaya kadar hep yakınlarını vali ve benzeri önemli görevlere atadı. İşte bu kendisinin de şehadetiyle sonuçlanan karışıklıkların temel nedeniydi.

DİN VE HEMŞEHRİCİLİK

İslam’da; milliyetçilik, hemşehricilik, kavmiyetçilik, aşiretçilik, ailecilik, şunculuk, bunculuk gibi şeylerin siyasette ve menfaat temin etmek için insanların bir araya gelmesinin yeri yoktur. Peygamber Efendimiz bir hadisinde asabiyeti kesinlikle yasaklamış ancak bir kimsenin asabiyetinden olanlarla, karnının doyurulması, sorunlarıyla ve cenazesiyle ilgilenilmesi gibi günlük işleriyle ilgilenebileceğini belirtmiştir.

Buradan hareketle bu aday benim köylüm, ya da hemşehrim diye ehil kişi ortada dururken ona oy vermeniz dinen büyük bir vebaldir. Ayet açık bir şekilde “işi ehline veriniz” diye emretmektedir. Ehliyet ve liyakat birlikte aranmalıdır. İşte bu emir ülkenin ehil ellere teslimi yanında onların adaletli olmalarıyla da sonuçlanması umulur. Tanıdığımız diye zayıf ve kişiliksiz kişilere oy verilmesi ya da partilerin de bana yakın diye zayıfları aday göstermesi büyük vebaldir. Bir muhafazakar; namaz kılan, dürüst, ehil ve güzel ahlaklı bir adaya oy verecek ve ayette emredildiği üzere kendinden olan idarecilere itaat edecektir. Bir bakanın iki yıldır vekaleten üst düzeyde görev yapan ve atama isteyen son derece dürüst ve ehil kişiye söylediği şu söze dikkat ediniz. “Biliyorum siz çok dürüst ve ehil bir kişisiniz. Ancak sizi atayamam. Etrafımdaki insanları memnun etmek zorundayım!?”

AK Parti’nin biraz daha demokrat olarak halkın tercihlerine riayet etmesini ve bürokraside de “yakın, hemşehri ya da etraftakiler” tercihlerini terketmesini diliyoruz. Bütün muhafazakarlar; ehliyet, dürüstlük, liyakat, adalet, özgürlük ve iyi işleyen bir idare bekliyor. Siyaset veballi bir iştir.

2 Kasım 2011
Yorumlar Kapalı
Okunma
bosluk

GÜNÜMÜZ İNSANINA YAŞAM SORULARI

Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir.

Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir.

“nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim”

-Cep telefonu kullanımında Avrupa’da üçüncüyüz. Neden?

-Namazın ve haccın  insan davranışlarında meydana getirdiği davranış değişikliği sizce nedir?

-İnanan ve inanmayan neden farklı düşünür?

-Çok tüketmek size göre mutluluk getirir mi?

-Bilgi, güç ya da servet bir üstünlük sağlar mı? Siz de dayatmacılık yapıyor musunuz, yoksa gerçekten eşitlikçi misiniz? Toplumda eşitlik fikrinin yaygın olarak uygulanması barış getirir mi? Yetkili olsaydınız akraba ya da hemşehrilerinize torpil yapar mıydınız? Üstün olması gereken şey sizce nedir? Makul kelimesinden ne anlıyorsunuz?

-İlimde uzmanlık mı önemli, yoksa genel bilgi mi? Maddi ilimler yanında manevi ilimler verilmeli mi? Bunun yararı nedir?

-Sanatkarın işi yapıp yapmadığı mı önemli yoksa meşgul olduğu için parayı hakeder mi?

-Canınınzı sıkan bir tavırla karşılaştığınızda bile hala güler yüzlü olmaya devam edebiliyor musunuz?

-Menfaatinizle çatışma olduğunda yalana başvurduğunuz oluyor mu? Sizce yalan gerekli mi?

-Sizce inanmak mı kolay yoksa inanmamak mı? Somut ve soyut ayrımında ne düşünüyorsunuz? Fıtrat diye bir şey var mı? Komünizmin ve Kapitalizmin insan tanımı yanlış mıydı?

-Tüketicinin aklının ifsat olduğu doğru mu, yoksa tanıtım mı, gelişme için gerekli mi?

-İnsana mı, olaylara mı yoksa fikirlerin kaynağına mı bakmalı? Neden örnekler hep aranır?

-Ötekileştirme bir idare etme yöntemi olarak doğrumu? Şeytan niye var?

-Neden Mu’tezile Eşariye yenik düştü? Akıl mı nakil mi sizce daha önemli. İslam akli bir din olarak da düşünülemez mi? Aristo, Eflatun ve Sokrat’ın aklı ile İslam’ın fıtri aklı farklı şeyler midir?

-İslam’ın bilimle çelişmediği bilindiği halde neden 12. yüzyılda gelişmeler durdu?

-Size göre sebepler sonuçları belirler mi? İbni Haldün’ü ne kadar tanıyorsunuz? O bir materyalist mi acaba? İnsan inanırken de şirke düşemez mi? Ne kadar inşallah’cısınız?Bilim ideoloji ayrımını nasıl yapacaksınız?

-“Ümmetim yanlışta birleşmez(ittifak etmez)” –hadis- bundan ne anlıyorsunuz?

-Anlamak, sevmek, özenmek ve uymak bir formül olabilir mi? Allah ve Rasülü, Kuran ve Sünnet sevişmesinde siz neredesiniz? Sünnet uymamak dalga geçmek sayılabilir mi?

-Musa gibi konuşup Firavun gibi davranmak ne demek?

-Müslüman kendinden nefret eden bir toplumla geçinebilir mi? Her şeye rağmen müslüman etkili olmaya devam edebilir mi? Neden Hz. Peygamber İbrahim a.s. gibi putları kırmadı? “Kıyametin kopacağını da görseniz elinizdeki fidanı dikiniz” hadisinden ne anlıyorsunuz?

-622 medine sözleşmesi hakkında ne biliyorsunuz? Günümüze ışık tutabilir mi? Çoğulcu toplum ne demek? Sabır ve geçinme- vefa ve uyumlu olma- yardımlaşma-adaletli davranma- bu dört evre size neyi hatırlatıyor?

-Hz. Peygamber neden münafıkları açığa çıkarmadı?

-Farklı yaşam farklı düşünceye yol açar mı? Düşüncenin güzelleşmesi için damdan düşmek gerekir mi?

-Bela umumi gelir, içimizdeki beyinsizler, dilsiz şeytan sözünden ne anlıyorsunuz?

-Dinsiz ahlak olabilir mi? Ahlakın kaynağı nedir? Bireysel mi olmalı yoksa yaygınlaşmalı mı? İyiliği emretmek demokrasi ve bireysel hürriyetlerle çelişmez mi? Diğergam olmak ne demek? Sahabe muhacir ilişkisi nasıldı?

-Sizce önce iyilik sonra adalet mi olmalı yoksa önce adalet sonra iyilik mi olmalı? Erdemleri kazanmada dervişvari hareket ne demek? Etkili olur mu?

-İslamın ekonomik bir model olarak görülmesi sizce yanlış mı? “Din açısından meşruiyeti sağlayan yöntem değil sonuçlarıdır” sözü sizce doğru mu?

-Değişmek mi değiştirmek mi? Hırs kazancı artırır mı? Hırsı ne azaltır?

-Allah der döneriz, Allah der bir daha dönmeyiz, ve Allah der çalışırız kimlerin sözüdür ve nasıl bir anlayışı ifade eder?

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma