Allah der çalışırız (Başsöz)

Güllerim
Ahi güllerim
Sizleri çok özlerim
Yanımda hep
Bir ahi beklerim
Güllerim güllerim
Ben hep
Hakka gül derenim
Ahilerim
Canlarım
Güllerim

BAŞSÖZ

Allah’ın (cc.) adıyla, Hz. Muhammed (a.s)’a salatü selam olsun.

Değerli Okuyucu,

Elinizde bulunan bu küçük kitapçık Kırşehir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği’nin Ahiliğe küçük bir hizmet sağlamak amacıyla talebi üzerine acizane Kırşehir, Aşıkpaşa Mahallesi Tekke Sokak’ta yetişmiş bir kardeşiniz olarak tarafımızdan hazırlanmıştır. Fikri çalışma bu acizden, maliyetlerini karşılamak da anılan birlikten olmuştur.

Bu satırları yazmaya başlarken, bir yandan Müslümanların terörist olmadıkları, onların da diğer insanlar gibi barıştan yana oldukları yolundaki, bildik/alışılmış yorumların -iyi niyet¬li- bir yenisini dinliyordum görsel basında. Öte yandan da seni, onu ve beni yani bizi nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüyor, gelecekte neler yapılması gerektiği sorusunu -hemen her gün sorduğum bu soruyu- kendime bir defa daha soruyordum.

Düşündükçe gördüm ki, -11 Eylül’ün, yeryüzünün gerçek şer odaklarının maskelerini düşürmesi ve insanlığın onları daha yakından tanımış olması gibi son derece müspet rolü yanında- İslam dünyası için de, tarihinin önemli bir dönüm noktasını teşkil etmesi de mümkündür. Zira İslam bir yandan 11 Eylül sürecinde Batı tarafından terör ile eşanlamlı hâle getirilmeye -kasıtlı olarak- çalışılmakta, buna mukabil İslam dünyası çok farklı tepkiler vermekte, daha doğrusu ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bocalamaktadır. Bu durumun tek kelimeyle manası İslam dünyasının tarihin dışında kalmasıdır.

Bir başka ifadeyle İslam dünyası tarihin öznesi değil, nesnesi durumundadır. Tarihin şu andaki öznesi olan Batı -Kıta Avrupası ve Amerikasıyla Batı- ise, insanlığı son derece vahim gelişmelerin eşiğine getirmiş bulunmaktadır. Batı, yeryüzünün beşeri-maddi bütün imkânlarını kendi egoizmi ve çıkarcılığı uğruna vahşice, hoyratça
zalimce, adaletsizce, müsrifçe talan etmeye devam etmekte ve bu düzeni “Globalizasyon” “Küreselleşme”
“yeni dünya düzeni” etiketi altında kendi dışındaki dünyaya dayatmaya ve kalıcı hâle getirmeye çalışmaktadır. İslami terminoloji ile ifade edecek olursak “şer odakları” her çeşidiyle “munker”i yay(gınlaştır)makta; “hayır odaklan” ise. her çeşidiyle “ma’rûf’u yeryüzünde egemen kılmakta başarısız kalmaktadırlar. Bu denklemde İslam dünyasının olması gereken yeri elbette ki “hayr”ın safında olmak, hatta öncülük rolü oynamaktır:

İşte böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahit olasınız, peygam¬ber de size karşı şahit olsun. (2/el-Bakara, 143)

Siz insanlar için [tarih sahnesine] çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği (ma’ruf) emreder kötülüğü (munker) yasaklar/engeller, Allah’a iman edersiniz. (3/ Âlu İmrân, 110)

Ne var ki İslam dünyası şu anda böyle bir rolü yerine getirebilecek durum¬da değildir, zira bunun için gerekli donanıma sahip değildir. Burada söz konusu olan “donanım” sadece madde planında “kalkınmışlık-gelişmişlik”ten ibaret değildir, Bilakis asıl donanım eksikliği hiç düşünmediğimiz bir alanla, yani “Müslümanlığımız” ile ilgilidir. Bu noktada “İslam dünyası İslam’dan uzaklaştığı için geri kalmıştır, tekrar İslam’a dönerse bütün problemler çözü¬lür” şeklindeki yüzeysel ve yaygın yaklaşımdan bir farkımızın olup olmadığı akla gelebilir.

İki söylem arasındaki zahiri benzerliğe rağmen, özde çok derin bir fark vardır. Bu derin fark yaygın söylemdeki “İslam’ın geçmişteki yorumlardan ibaret, geleneksel yaklaşımların tekrarı niteliğindeki geleneksel/taklidî bir “İslam” olması; her şeyin hazır İslami çözümlerinin elde mevcut olduğunun “varsayılması”; buna mukabil bizim işaret ettiğimiz “Müslümanlık”ın yeniden inşa edilmesi gereken bir “dünya görüşü” olmasıdır. Daha açık bir ifade ile İslam dünyası problemin sadece verili bir İslam’a dönmek kadar basit olmadığını; bilakis dönmeye ve ihya¬ya çalıştığı verili “İslam”ın birçok iç problemle karşı karşıya bulunduğunu, dolayısıyla kendi “İslam’ımızı kendimiz inşa etmekte mükellef olduğumuzu” bilmesi gerekir.

Yine bilmesi gerekir ki, bu yeniden inşa süreci parçacı ve yüzeysel değil, kapsamlı ve köklü bir çaba olmak zorundadır. Zira artık İslam sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık göz önüne alınarak ve gezegen ölçeğindeki gelişmelere merkezi bir önem verilerek yeniden formüle edilmek durumundadır. Bu yeni formülasyonu, “İslam’ı bir “dünya görüşü” olarak sunmak” şeklinde özetlemek mümkündür.
İşte elinizdeki bu küçük eserin temel hedefi İslam’ı bir “dünya görüşü” olarak sunabilmek için onun içinde ürettiği ve tamamen onun normlarına göre geliştirerek Türk gelenek ve görenekleriyle bezenerek akli bir usta (Ahi Evren) tarafından inşa edilerek piyasaya sürülen ve insana uygunluğu nedeniyle yaygınlaşan ve pislikleri arasına almayarak ve kesip atarak uzaklaştırmak suretiyle uzun bir yaşam sürme şansı elde eden AHİLİK anlatılmayaca fakat tanıtılıp sohbet şeklinde sevdirilmeye çalışılacaktır.

Bunun bir amacı da, bu suretle İslam dün¬yasının tarihe müdahil olmasını sağlamaya yönelik bir katkıda bulunmaktır.

Elinizdeki bu küçük çalışma dine dayandığı halde dinİ boyutu anlatılmamış bir Ahi kitapçığından, ya da siyasi ve ideolojik, ya da tarikat veya parti mülahazasıyla yazılmış ve aslından koparılmış bir Ahi kitabından farklı olacaktır. Öyle ki insanlar itikatlarındaki sapmalardan dolayı hemşericilik dinine yada ahi dinine tapmak istemektedirler. Allah’ın yücelmesi ve peygamberin örnek alınması gerekir ve bütün müslümanların ümmet ve kardeş olarak görülmesi gerekirken, hemşeriler, yada hemşerilerin içinde dar bir alanda ahilik için çalışmak istemektedirler. Bir üst paranteldeki bir başka sara hastalığı ise Milliyetçiliktir. Milliyetçilik, İslam’ı ve ümmeti parçalayan afazi bir hastalıktır.

Işte bu saydığımız hastalıklar Ahiliğin de bu tür insanlar tarafında kendi bakış açılarına göre yorumlamak istemeleriyle yeni bir afaziye yol açmaktadır. Tarafsızlıklar yitirilmektedir. Hatta Dr ünvanıyla yazanlar bile “aman İslam’ını anlatmayalım da Batılılar örnek alsınlar” dalalet veya gafletine düşebilmektedirler. Böylece Ahiliği İslamın bir başarısı olmaktan uzaklaştırıp İslam’ın tebliğ gücünü zayıflattığının farkında bile olmamaktadfırlar. Allah iman ve idrak versin onlara.bu, elma var ağacı yok demeye benzemektedir.

Bu noktada yapılması gereken şey şu olabilir.. Kırşehirdeki Ahilik Araştırma merkezi önce Enstitüye dönüştürülmelidir bir..bu dönüşüm yapılsın yapılmasın piyasaya çıkmak isteyen her Ahi kitabı bu merkezin onayından geçmesi teşvik ve sağlanabilir. Basılacak kitabın kapağına bu merkezin tasdikinden geçtiğine ilişkin bir logo ve ibare yazılırsa bu iş olur. Insanlar da adeta kalite kontrolden geçmiş gibi bu kitapları almaya yönelirler ve dışardakilerin satışı düşer. Ilgili merkeze duyurulur..

Bu küçük çalışma bu yönde bir kırılma ve yeni bir anlayışın yerleşmesi yönünde atılmış bir ilk adım olabilirse amacına ulaşmış olacaktır.

Bu vesileyle, bu çalışmanın, imkânsızı mümkün kılan imanın davasını yüklenecek olan “Âsım’ın Nesli”ne küçük bir öğüt olmasını diler, bu neslin yetişme¬sine de vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.

10 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Bilim ve din

Din ve bilim insanlık kültürünün iki temel kaynağını oluştururlar. Tarihe baktığımızda her iki disiplinde bağnazlıklar, güvensizlikler, zıtlaşmalar ortaya çıkmıştır.

İyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-hayal kavgası ilk insandan beri hep olmuş ve dünyanın sonuna kadar da olacaktır.

Dinin ve bilimin kavramaları, tanımlamaları ve metodolojisi farklar oluşturuyor.

Bilim bilimsel kuşkuculuğu ele alır. Metodolojisinde doğrulanmayan veya yanlışlanmayan şeyleri kabul etmez. Ancak metodoliji ile ölçüp test edemediği konularda nötr kalır. Deneyüstü gerçeklerin varlığını reddetmez. En önemli metotları deney, gözlem, akıl yürütmedir. Cevap veremediği sorularda hükme varmaz. Bir bilim adamı laboratuara girdiğinde bütün önyargı ve kabullerini vestiyere asarak girerse gerçeğe ulaşır. Evrenin nasıl var olduğu, nasıl işlediği, gelecekte muhtemelen neler olacağı pozitif bilimin ilgi alanı ve sorularıdır. Aklı ve deneyi yücelten rastyonolistler pozitif bilimin gelişmesine böyle katkı sağladılar. Ancak Tanrı fikrine direnç gösteren Hümanistler ise bilimi din gibi doğma haline getirdiler ve inanç sistemlerini oluşturdular. Bu noktada Hümanizm yeryüzü dini oldu ve pozitif bilimden ayrıldı.

Bilim ve Din sınır sorunu

Din iyi, doğru, güzel ve gerçeği araştırırken, bilimin metodolijisini ve kavramlarını reddettiğinde çatışma ortaya çıktı.

Çağımızda insanlar entelektüel bütünlüğü koruyarak sorulan her türlü pragmatik sorulara cevap almak istemektedirler. Tanrı’nın varlığını bana kanıtla, neden ibadet etmeliyim, öldükten sonra hayat var mı, Tanrı’nın sıfatları nelerdir? gibi sorular geçmiş çağlardan çok fazla soruluyor. Geçtiğimiz çağlarda bu sorular bilgisizlik kaynaklı sorulardı. Ama bugün pozitif bilim adına bu sorular soruluyor. Eğer günümüzün inanç sistemleri Tanrı’nın varlığı tartışılmaz, ibadetin gerçekleri tartışılmaz ön kabulü ile hareket ederlerse pozitif bilim tarafından reddedilirler.

Bir din adamı dini verilerini pozitif bilimin metolojisine açar, yanlışlanan görüşlerini değiştirebilmeye hazır olursa bilimle arasında sorun kalmaz.

Bir pozitif bilim insanı bilimsel yöntemleri dini değerlere uygular kanıtlanan dini bilgileri kabul eder akla en yakın açıklamayı benimserse dinler arasında sınır ihlali oluşmaz.

Aslında bilim evrenin nasıl yaratıldığı ile, din ise neden yaratıldığı ile ilgilenir. Bu sınırlarda kalan ilişki çatışmaz, birbirini tamamlar.

Örnek vermek gerekirse, bilim DNA’daki şifrelerin nasıl olduğu, ne yazıldığı ile ilgilenir. Din ise DNA’daki şifrelerin neden yaratıldığı ile ilgilenir. Eğer bilim DNA’daki şifreler amaçsız bir araya geldi derse sınırını aşmış olur. Eğer Din DNA’daki şifrelerle oynamak, ilgilenmek gereksizdir ve lüzumsuzdur derse sınırını aşmış olur.
Pozitif bilim “Evrenin nasıl yaratıldığı benim ilgi alanım, neden yaratıldığı benim yöntemlerimin sınırını aşar” diyebiliyorsa dinle çatışmaz. Eğer Din “Evrenin nasıl yaratıldığı ile uğraşıp Tanrı’nın yarattığı yöntemleri ortaya çıkarmanızı destekliyorum. En mahrem yaratılış sorularını sorabilirsiniz, Tanrı ve ölümden sonra yaşamla ilgili sorular sorabilirsiniz. Kanıtlayamadığınız durumda nötr kalırsanız benim için sorun olmaz. Ama kanıtlayamadığınız bilgileri savunursanız bilimi din haline getirmiş olursunuz” derse pozitif bilim buna itiraz edemez.

Farklı sayıda din ve farklı sayıda bilim metodolijisi mevcuttur. Bu zihinsel tartışma en güçlü fikirlerin kabulünü doğuracaktır. Yanlış dinlerin anlaşılması veya pozitif bilimin yer yüzü dini olması böyle önlenecektir.
Evreni bir kitap olarak kabul edersek bu kitabın nasıl yazıldığı, kalemi, mürekkebi ve kağıdı ile pozitif bilim ilgilenir. Evren kitabının neden yazıldığı ve bütünsel anlamı ile din ilgilenir.

DNA’daki şifrelerle oynamaya karşı çıkmak dini bilimden uzaklaştırır. DNA’daki şifrelerin insanlığın zararına kullanılması bilimi dinden uzaklaştırır.

Bilim kendi ahlak sistemini oluşturamamıştır. Dinden ödünç aldığı ahlak sistemini değiştirdiği zaman pozitif bilim insanlığın zararına kullanılmış olur. Örnek vermek gerekirse atom çekirdeğindeki dizilere müdahale etmek ve enerji üretmek pozitif bilimin başarısı idi. Ahlaki standardı bozulduğunda atom bombası oluşturarak insanlığa zarar verdi.

Bugün aynı tehlike DNA için geçerlidir. DNA zincirine müdahale edilerek bitkilerde köklü değişiklikler yapılıyor, üretim arttırılıyor. Eğer insan geni ile oynanırsa insan-hayvan arası canlılar ortaya çıkabilecektir. Yahut maymun geni ile oynayarak insana benzer canlılar oluşturulabilecek. Maymun genlerinden insan görünümlü ama maymun davranışlı canlılar ortaya çıkabilecek. İnsanlığı öğrenemeyen insan görünümlü canlılara insan denilemez fakat bugün pozitif bilimde bu artık akla yakın gözüküyor.

Evrime kökten karşı çıkanlar din adına karşı çıkmamalılar. DNA’nın değiştirilebilirliği mümkün. İlk insan topraktan yaratılmıştır. DNA’da toprakta oluşan inorganik ve organik maddelerin dizilimidir. Kuran’ı Kerim’de ışınsal varlıklardan insanı ayırt etmek için Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığının söylenmesi bilime ters düşmez ki.

Allah’ın mutlak gücünün maymun DNA’sına ihtiyacı yoktur. Bu maymun DNA’sı insan DNA’sı haline getirilmesi laboratuarda mümkün olursa dinin yorumu ne olmalı? Yorum bulmazsa, reddederse akla bilime ters düşmez. Dinin bunda duruşu “DNA’yı insanlığın zararına kullanmayın, insan suretindeki maymunlara insan denilmez. İnsan aklına sahip maymunlar ortaya çıkarsa insanlığın yararına olmaz, yaratıcısının işine karışmış olursunuz. Böyle bir şey yaparsanız da sonucuna katlanırsınız, tıpkı nükleer enerjide olduğu gibi” olmalıdır. DNA araştırmalarına din adına karşı çıkmak dinin sınırlarını aşmak anlamına gelir.

Din ve pozitif bilimin sürtüşme içerisinde olduğu evrim konusuna bu şekilde yaklaşıldığında iki disiplin birbirini tamamlamış olur.

Pozitif bilim pragmatiktir

Yanlışlanamayan sorulardan bilimsel cevaplar üretilemez. Pozitif bilim doğal dünyaya ilişkin hipotezler üretir, formüle eder. Doğa üstü sebepleri tamamıyla reddetmez, ama verimsiz olduğunu düşünür. Son seçenek açıklama olarak ele alır.
Pozitif bilim bilimsel araştırmaların yüksek standartları ile paranormali, normal dışını, mistizmi, soyut gerçekliği bu bilimsel standartlarla ölçer. Pozitif bilimin yüksek standartları gerçekliği sadece maddesel, somut gerçekliğe indirgemeyi terk etti. Soyut gerçeklik sanat gerçeklik gibidir. Maddesel keskinlikle hareket edilmez. Tıpkı internet ortamı gibi sanal bir ortamda banka hesabınızdan bir milyon doları başka banka hesabına havale etmeniz gibi. Ortaya çıkan durum somut ama standardı sanaldır ve bilimsel gerçekliktir. “Görmediğim şeye inanmam” diye aklı görselliğe indirgeyen yaklaşım materyalist indirgecilik gibi tarihin çöp sepetinde kalmıştır.

Kanıta dayalı DİN

Pozitif bilim evrendeki gerçekler karşında kibir ve üstünlük güdemez. Doğaya hakim değildir. Doğaya hakim olmak iddiası, damar tansiyonuna hakim olamayan bir insan için sınırını bilmemektir. Kibir ve üstünlük yanılgısıdır. Bilim dünyadaki yerimizi doğru tanımlayamazsak bilimsel kisveye bürünmüş yeryüzü tanrıcılığı yapmış bilim oluşur. Bu durumda bağnazlığın bir türüdür.

Bilim otorite veya doğa üstü güce dayanarak hareket etmez. Kanıta dayanarak hareket eder. Ama doğa üstü gerçekliği bilimsel bir olgu olarak seçenekleri içerisinde düşünür. Dini görüşleri olgu olarak almayan bilimsel yöntem önyargılı bir yöntemdir.

Eğer din kendi bilgilerinin sorgulanmasına karşı çıkarsa akla ve bilime ters düşer. Vahiy bilgilerini kanıta dayalı sorgulamaya açmayan dinler mevcuttur. Hıristiyanlığın teslis inancı veya Budizm’in ruh inancı gibi. Bilim imanla uğraşmaz pozitif bilime rağmen yanlış bilgiye inanan kanıta dayalı olmayan bir dine inanan insan yanlış yapıyorsun der yoluna devam eder. Akla ve bilime uymayan inanç sistemleri tarihin çöp sepetinde kalırlar. Sorgulanmadan kaçan inanç sistemleri hayatiyetlerini sürdüremezler. Kendine güvenen din ve inanç sistemleri bilimin sorgulamasından kaçmaz tartışır. Sınırlarını koruyan din ve bilim ilişkisi insanlığın geleceğini aydınlatacaktır. Dinin hayata anlam katma özelliği, teselli etme gücü ve ölümden sonrasını açıklama kapasitesine bilimin ihtiyacı vardır. Aynı şekilde dininde bilimin yöntemlerine, metodolijisine gerçekleri ortaya çıkarmak için ihtiyacı vardır.

Kendine güvenen din bilimi pozitif bilimler tarafından test edilmekten korkmaz ve çekinmez. Aynı şekilde çıkan gerçeklerin bilimin özgürlük alanını sınırlandırma ihtimalide gerçek bilim adamlarını tedirgin etmez.
Bu bakış din ve pozitif bilimin birbirini tamamlaması ve eşgüdümüne neden olur. Eğer amaç gerçeğe ve evrensel doğrulara ulaşmaksa en kolay, en verimli ve en ideal yöntemin bu olduğunu objektif bakış açısı olan her birey onaylayacaktır.

9 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Ey Ahiler Kendi kendimize saz çalalım, bacılara sofra düzdürelim biraz

Ahilerde yemek yeme adabı diye bir adab vardı. Eller önceden yıkanırdı. Hane sahibi buyur etmeden kimse sofraya oturamazdı. Aksi adaba mugayir sayılılrdı. Herkes kendi önünden sağa sola bakmadan ağzını şapırdatmadan sessizce sakince, başkasının da o kaptan eşit yemesine fırsat vererek yemeliydi. Yemekler ayrı ayrı tabaklara konmazdı. Tek ve büyük bir kalaylı bakır veya toprak çanak/çömlekten birlikte yenirdi. Tek kaptan yemenin manası ahi kardeşiyle bir şeyi paylaşabilmeyi öğrenmek ve bunda hakkaniyete dikkat edebilmesini sağlamaktı. Kaşıklar tahta şimşir gürgen veya dut kaşıklardan olurdu. Yerken bu kaşıkların sizden tarafından ağzınıza götürmeniz ters tarafından ise yemek ya da çorbaya batırmanız gerekir idi. Böylece ağzınızdan bir miktar bulaşığın yemeğe girmesi de önlenmiş olurdu. “ye kürküm ye” benzetmesi Ahi Evren’in Letaif’inde de geçiyor. Yani sofrada bile adamına göre muamele etmeyeceksin demek istiyordu. Ve etmezlerdi. Aşırı yemek yememek gerekiyordu ve iştahı varken çekilmek gerekliydi. Ekkel (obur) olmamalıydı ahi.. Havvasların doyana kadar, avamın doyduktan sonra yemesi haramdı. Fakat ahiler havvastan sayılırdı.

Yemekten sonra hane başkanı dua ederdi. Onların geleneksel duaları şöyleydi:

“Rabbim Teala yedirsin içirsin. Yahşilarla tanıştırsın, yamanlardan uzaklaştırsın (kötülerden), yiyenlerin yedirenlerin üstünden belaları aştırsın, cennet nimetleriyle tanıştırsın, cehennemden uzaklaştırsın, kabeyi dolaştırsın, zemzeme kavuştursun, artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin”

Ahi ocakları bugünkü köy odaları şeklideydi. Ramazanda oralar da şenlenirdi. Oralarda da ahi edep ve usulleri uygulanırdı. Bazı oyunlar oynanırdı. Halk şairleri elde sazla köy köy gezerler türkü çığırırlardı.

Zaviyelerde yemekten sonra dua edilir. Ortalık temizlendikten sonra bir güzel sesi olan kuran okurdu. Daha sonra kısa bir süre tefsir dersi başlardı. Arkasından hadis izahı yapılırdı. Daha sonra kadı veya bir müderris belli bir konuda sohbete başlardı. Daha sonra ustalar kendi çırak ve kalfalarına meslekin inceliklerini anlatımlarda bulunurlardı. Artık vakit ilerleyince yaşlı ve ustalar çekilir evlerine giderlerdi. Gençler geç saatte yaran sohbetine geçerlerdi. Artık oyunlar oynanır, şakalar yapılır, hem de ne eşşek şakaları. Bugün bile hala Çankırı bölgesinde devam ettiğini haber almaktayız. Biz de şu iki dörtlüğü karalayıverdik yarısı eşek şakası olmak üzere.

Birisi bize dost olmak istemiş. Biz de onun hakiki güvenilir bir dost olup olmayacağını öğrenmek için önce çok güzel bir şiir gönderdik.

Nemrud kim İbrahime

Bostan yap ateşine

Hakkın gül didarına

Halilim diyen menem

***

Kırdım nefsin çerisin

Giydim takva libasın

Pak eyledim odasın

Gel gönlü yuyan menem

***

Adıma “kul”u takdım

Sırrı aleme çaktım

Levhi kalemden yazdım

Dilde söylenen menem

***

Bunlar senin kulların

Günahı çok bunların

Sal bunları Ahilerim

Postta oturan menem

***

Bırak beni yanayım

Kül olup savrulayım

Muhammed’e post olayım

Var bak tebaan menem

Bu şiir çok güzel bir karşılık buldu ve gözlerinden öperim diye bir mesaj geldi. Arkasından şu şiiri yolladık:

Olmaz bu kadar ucuz olmaz

Hak kelamı elbet satılmaz

Keşke yüküm himmet olaydı

Bu sekleme eşşek bulunmaz

***

Vardım at pazarına eşşek diye

Eşşek osurturlar bana at diye

Gördüm ademini kır eşşek diye

Bu seklemi ademe eşşek dayanmaz

Bu kez tık yok. böyle olunca anladık ki bundan bize mürid çıkmayacak. Zira iyime de iyi kötüme de iyi demeliydi…İzahı bunun şöyle: Bir buçuk (bir erkek bir kadın) müridi olan bir zat varmış Ankara ilinde. Müridleri bir gün demişler ki “hocam bir keramet gösterseniz de müridleriniz artsa demişler. Hoca gerek yok dediyse de dinletememiş ve bir gün Pazar yerinde bir karganın başını kopardıktan sonra tekrar yapıştırmış ve uç demiş o da uçmuş. Bunu gören ahali o zata mürid olmak için akın etmiş. Evler almamış yeni müridleri. Fakat bunları bir gün imtihan etmek kaç tanesi gerçek ihlaslı mürid olabilir diye kavara denen kuru bağırsağı beline dolayıp cemaat olarak namaza durmuşlar. Hoca rukuya eğildikçe bağırsaktan ossuruk sesleri çıkınca yeni müridler “bu abdestsisiz arkasında namaz kılınmaz deyip hepsi de müridliği terketmiş. Aynı eski birbuçuk müridi kalmış geriye. Onlar şöyle düşünmüş: “bir bildiği olmalı”demişler. Hoca onları yanına çağırıp demiş ki: gördünüz mü kargayla toplanan kavarayla dağılır demiş. Bizimkisi de o hesap işte..

Zaviyelerde bazan halk oyunları niteliğinde ya da ortaoyunları da oynarlardı. Örneğin bir değirmenci ortaoyunu vardı ki kırar geçirirdi. Şöyle: köylü eşeğine biner gelir. Yastıklar sırtta ya da adam adamın sırtında. Değirmenci bunlara git sonra gel der. Bir daha bir daha tekrar takrar gelir giderler. Değirmenin çalıştığını göstermek için sopalarla birbirine vurarak insanların önlerinden geçer. Değirmencinin dediği sıra çok diyerek aslında rüşvet istemektedir. Birisi birinin kıçının altından bir sopa vurur ve elini uzatır avucuna örnek un düşürüp kontrol etmek istemiştir aslında. Derken kadıya şikayete giderler. Kadı yaşlı biri olur. Fakat kadı namazdadır ve namaz bir türlü bitmemektedir. Çünkü kadı da rüşvet istemektedir. Derken oradan da eli boş dönerler. Sonrasında bu düzenin bozukluğuna ilişkin taşlama mahiyetinde şeyler söylerler. Zaviyelerde geleneklerin etkisi olarak halk şairleri de gelirdi. Halk türküleri söylerler, saz çalarlar, şairlerin atışmaları olur, yahut acı bir ölme veya öldürme olayı ağıt şeklinde anlatılırdı. Bu ağıtlar Pazar yerlerinde de bir taşın üstüne çıkıp anlatıldığı olurdu.

Bir Türkmen olan Pir Sultan Abdal’a bir yol verelim..

Bu yıl yaylanın karı erimez

Eser badı saba yol bozuk bozuk

Türkmen çıkıp yaylasına yürümez

Bozulmuş aşiret el bozuk bozuk

***

Elim varmaz güllerini dermeye

Dilim varmaz hasta halin sormaya

Dört kitabın manasını yormaya

Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk

***

Pir Sultanım yaratıldım kul diye

Zalimlerin elinde mi öl diye

Dost name göndermiş durma gel diye

Gideceğim amma yol bozuk bozuk

Kırşehir’in adının;

AHİ KIRŞEHİR

AHİŞEHİR

AHİŞEHRİ

‘den birisi olmasını teklif ediyoruz. Ancak bize AHİ KIRŞEHİR daha cazip geliyor. Çünkü Kırşehir ismini oraya Türkmenler verdi. Bu ismin korunması uygun olur. Bu yolla Kırşehir’in Ahiliğe daha güzel hizmetler yapması umulur. Tabbi sizin ahiliği anlatabilecek yetişmiş ve fedakar adamınız varsa.

Türkmen Mutasavvıfları ile Mevlana ve diğer tarikatların anlayışı arasındaki farklar.

Sofi anlayışı dönme, raks, cezbe ile Allah’a ulaşma, seyri sülüki enfüsi, kendi benliklerini ne kadar iyi tanırsa Allah’ı da o kadar iyi tanır. İnsan ruhunun derinliklerine nufus etmek onları keşfetmeye dayanır. Bunlarda tabiatı tasavvur eden hiç bir şey yoktur. İnsan ruhunun kötü eğilimlerini iyiye yönlendirmeye çalışır.

Türkmen Mutasavvıfları ise seyru süluki afaki’dir. Tabiata yönelir. Neden? Çünkü Türkmen tabiatta yaşıyor. Yağmurla, davarla, yaylayla, çimenlerle, dağlarla, güneşle, gecede ayla, soğukla, sıcakla birlikte yaşıyor. O eşyaya tabiat kanunlarını nasıl yarattığını ve insanın nasıl yaratıldığını, onun yaratılışındaki azameti düşünüyor ve tabiatı keşfederek Allah’a ulaşmaya çalışıyorlar. Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Veli Türkmendir. İşte Ahi Evren’in aynı zamanda bir şeyh olmasına rağmen akşam ders gösterip sabahleyin iş başı yapması, fikirlerinde eşari mezhebini taklid etmesine rağmen anlattığımız şekilde yine farklı bir yol izlemesi, onun bir şeyhten ziyade filozof olması gibi bir çok neden hayatla iç içe bir din ve ahlak ve çalışma anlayışının doğup gelişmesine yol açmıştır. Bu tenasub ahiliğin kısa sürede köylere kadar yaygınlaşmasındaki ana amil olduğu gibi aylakları ve suçluları içine almamasının da etkisiyle 800 sene uzun bir hayat sürdürebilmiştir. Hayvanlar aleminde bile güçlü olandan ziyade uyum sağlayabilen hayatta kalır. aynı hikaye…

Ahiler bir dua ederlerdi. Bu dua bir hadistir ve Ahi Evren’in Letaifi Gıyasiye kitabında da yer almaktadır. Bu duaya Kırşehir’liler olarak çok ihtiyacımız var diye düşünüyorum? İlme değer vermiyoruz ve hakkı bilip yanlışta toplaşıyoruz gibi geliyor? Şöyle ki: Hadis dua:

“Allahümme erinel hakka hakkani, verzukna ittibaehü. (Allah’ım bize hakkı göster (tanıt) ve o hakka uymayı da nasib et)

Allahümme erinel batıle batılen, verzukna ictinabehü (Allah’ım bize batılı tanıt ve o batıldan uzak olmayı da nasib et.)

Ve erinel eşyae kema hiye hakkahü (Eşyayı da nasıl ise öylece bize tanıt)”. Amin…

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Peygamberimizin (sav) Hayatı Nasıl Geçti?

Allah’ın insanlığa son elçisi, kâinatı ve ahireti kendisi için yarattığı habibi Hz. Muhammed (sav) in hayatı Allah’ın koruması ve terbiyesi altında istikamet ve ihlâs dairesinde geçti. Yüce Allah insanlığa örnek olsun diye gönderdiği son elçisi hakkında Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur: “Ey Resulüm, ben seni çok güzel ahlak üzere yarattım.” Kulları olan insanlara da “Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed (as) da sizin için çok güzel örnekler vardır.” “Öyle ise o size ne emrederse onu alın ve uygulayın, neyi de yasaklarsa ondan kesinlikle kaçının” buyurmuştur. Bunun için peygamberimizin ahlakı hakkında en yakını olan Hz. Aişe (ra) “Onun ahlakı Kur’an idi” buyurmaktadır.

Kur’anı anlamak ve Allah’ın rızasını kazanmak isteyen peygamberin hayatını çok iyi öğrenerek onun sünnetine en güzel şekilde uyması gerekir. Çünkü Yüce Allah “Allah’ın resulüne itaat Allah’a itaattir” derken ayrıca “Allah’ı seviyorsanız resulüne uyun ki Allah da sizi sevsin. Şayet Resulüne uymuyor ve sünneti ile amel etmiyorsanız bilin ki Allah’a muhabbetiniz yoktur” buyurmuştur. Öyle ise Allah sevgisi ve rızasını kazanmanın Allah’ın rahmetine ermenin yolu “Rahmeten-lil Âlemin” olan Hz. Muhammed’e (sav) uymaktan geçmektedir.

Peygamberimiz (sav) yaşayan Kur’an idi. Kur’an-ı Kerimin tebliğcisi olduğu gibi tatbikçisi de idi. Bunun için “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın” “Ben nasıl hac yapıyorsam siz de öyle yapın” buyururdu. Muallimi Hz. Cebrail (as) idi. Cebrail (as) dan öğrenir ve sahabelerine öğretirdi. Doğruluk ve istikamet, emanet ve ehliyet, akıl ve zekâ, takva ve vera, tebliğ ve tatbik, cihad ve mücahede, ahlak-ı hasenesi idi.

Çocukluğunda ve gençliğinde iffet ve hayâ, edep ve itaat üzere, gençliğinde akıl ve zekâ, tedbir ve istikametle yaşadı. Peygamberlik döneminde ise kendisini Allah’a teslim etti. Ne emredilirse onu yaptı ve hiç kimseden korkmayarak ve çekinmeyerek emr-i ilahiyi tebliğ ve tatbik etti.

Onun en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerimden sonra hayatının Kur’an-ı Kerimin gösterdiği istikamet üzere olmasıdır. İstikamet ise “Sırat-ı Müstakim” üzere hiç taviz vermeden yürümektir. Hiçbir tedbir ve maslahat istikametine zarar verememiştir. İstikamet ise Fatiha suresinde istenen “Kendilerine nimet verilen peygamberlerin yolu olan İmanda tevhit, İslamda ibadet ve takva, ihsanda Allah’ı görüyor gibi ibadet etmektir. Bütün peygamberlerin yolunu tamamlamıştır. Bütün işlerinde ve ibadetlerinde ifrat ve tefritten azade, kâinattaki câri olan kanunlara muvafık, itidalli, istikametli, vasat, orta ve doğru yolu takip etmiştir. Adalet ve iktisadı netice veren yol ve davranışların tümünü kendi zatında göstermiştir. Hikmet, iffet ve şecaatin neticesi olan adl ve adalet üzere ömrünü geçirmiştir. Bunun için hayatında hiçbir kusur, noksanlık ve eksiklik yoktur ve en büyük düşmanları dahi istikamet ve ahlakında bir eksiklik bulamamışlardır. “Fazilet odur ki düşmanları dahi tasdik ede!” Bunun içindir ki hayatı ile gösterdiği bu yolda kendisinden sonra gidenler “Sıddıklar, şehitler, evliyalar ve Salihler zümresine” dâhil olarak insanlığın medar-ı iftiharı olmuşlardır.

Peygamberimiz (sav) çocuklara karşı çok şefkatli, gençlere karşı anlayışlı, kadınlara karşı iffetli, büyüklere karşı saygılı, arkadaşlarına karşı haklarını koruyacak şekilde davranırdı. Komşularına karşı hakperest, dostlarına karşı vefalı, düşmanlarına karşı adaletli davranırdı. Hukukullaha ve hukuk-u ibada çok dikkat ederdi.

Geceleri Allah’a ibadetle geçirir; ama ailesini ve hanımlarını asla ihmal etmezdi. O kadar ince ruhlu idi ki gece ibadeti için bile hanımlarından izin ve müsaade alırdı. Davetlere yalnız gitmez hanımları için de müsaade alır ve beraber giderdi. Seferlerine bile hanımlarını götürmeyi ihmal etmedi. Birçok hanımını bir arada ve adilane idare eder, hiçbir dedikoduya fırsat vermezdi. Bununla beraber ilk hanımı Hz. Hatice’yi unutmaz ve vefakârlık gösterirdi. Bu vefakârlığını onun dostlarına karşı davranışları ile belli ederdi. Gündüzleri planlı ve programlı geçirir ne zaman ne yapacağını planlar ve hiçbir zaman boş vakit geçirmezdi. Tedbir ve planlamada üzerine yoktu. Ne zaman ne yapacağını ve nasıl davranacağını bilir asla yanlış adım atmazdı.

İnsanları çok iyi tanır ve herkese durumuna göre davranır ve sorularına onun isteğine ve durumuna göre cevap verirdi. Kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemezdi.

En büyük davası “İman Davası” idi. Peygamberlik hayatı olan 23 sene boyunca Tevhit davasını savundu ve Tevhidi insanlığa anlattı. Mücadelesi de “Tevhit Mücadelesi” idi. Mekke’de müşriklere Tevhidi ders vererek putperestliği yıktı. Medine de ise Allah’a inandıkları halde şirke düşen Yahudi ve Hıristiyan’lara Tevhit hakikatini bir başka yönden anlatarak şirklerini iptal etti ve “Aramızdaki müsavi olan kelimeye, bir olan Allah’a imana ve ibadete” davet etti. “Allah’a şirk koşmadan Tevhit inancı ile vefat edenlerin ehl-i necat ve ehl-i cennet olacağını müjdeledi.” Kur’anın tabiatçılığa ve maddeciliğe karşı verdiği Tevhit dersini de sahabelere anlatarak ahirete irtihal etti.

Allah bizleri sünnetinden ayırmasın. Ahirette şefaatine mazhar etsin. Amin!

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Neden Mezopotamya yada Arap Yarımadasına inen peygamberleri biliyoruz? Başka yerlere gelen peygamberler var mı? İsimlerini söyler misiniz?

Cevap:
Sultan-ı kâinatın insan için yarattığı şu mükemmel memleketine bir muallim ve muarrif üstat, ışığın güneşe ihtiyacı gibi lazım ve zaruridir. Güneş ışıksız olmadığı gibi, Ulûhiyet de nübüvvetsiz olmaz. Nübüvvet olmazsa Uluhiyet bilinmez. O zaman kainatın yaratılış amacı gerçekleşmez. Çünkü güzellik görünmek ve takdir edilmek ister. Sanat ise nazarları kendine celbetmekle teşhir edilmeyi gerektirir. Bu da dellal vasıtası ile teşhir ister.

Yüce Allah dünyayı bir okul olarak yaratmıştır. Öğrencisi insandır. Kitabı Kur’an-ı Kerimdir ve Onun diğer asırlarda temsilcisi olan mukaddes kitaplardır. Öğretmenleri peygamberlerdir. Okulun amacı öğretmen ile gerçekleşir. Öğretmen olmazsa öğrenciler kitapların ne anlama geldiğini bilemez. Anlaşılmayan bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kağıttan ibaret kalır. Bunun için öğretmen okuldan daha önemlidir. İşte “Peygamberimiz olmasaydı Allah kainatı yaratmazdı” gerçeği böylece hakikat olduğu bilinir.

Kainatı yaratmakla kendini tanıtmayı, pek çok nimetleri insanın istifadesine sunması ile kendini sevdirmeyi amaç edindiği anlaşılmaktadır. Öyle ise insanın “Nereden? Nereye? Necisin?” suallerinin sırlarını açıp bir elçi vasıtası ile bildirmesi rahmetin ve hikmetin gereğidir. Bunun gibi pek çok nübüvvet görevleri katiyen ifade eder ki “Uluhiyet risaletsiz olamaz.”

Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâli beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur. Enbiyay-ı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt etmiştir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde: Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde onları Allah azabıyla korkutan bir peygamber gelip geçmiş olmasın” Her milletin bir peygamberi vardır” buyurmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim: “Deyiniz ki biz Allah’a, bizlere indirilen Kur’an’a; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ’ya verilenlere iman ettik. Onları biribirinden ayırmayız” buyrulmaktadır. Ayette geçen “nebiyyûn” kelimesi ile, daha önce gönderilen diğer peygamberlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.

Peygamberlerin sayısı konusunda ise yüce Allah Kur’anda “Biz sizden önce de peygamberler gönderdik. Onların bir kısmının kıssalarını size anlattık, pek çoğunu da anlatmadık” buyurur. Peygamberimiz (sav) ise kendisinden önce 124.000 peygamber geçtiğini hadislerinde haber vermiştir. Diğer bir rivayette ise 224.000 denilmiştir. Bu peygamberlerin 315 tanesi Resuldür. Kendilerine kitap ve şeriat verilmiştir. Geri kalanı Nebidir. Bediüzzaman hazretleri de 124.000 peygamberden bahsetmektedir.

Kur’anda 25 peygamber ve üç de evliyanın adı geçmektedir. Veli olanlar ise Hz. Zülkarneyn, Lokman, Üzeyir (as) dır. Hz. Meryem’in kadın olarak peygamber olup olmadığı konusunda da ihtilaf vardır. Eş’ari mezhebine göre o da nebi sayılabilir. Çünkü kendisine vahiy geldiği ayetle sabittir. Ayrıca Kehf Suresinde Hz. Hızır’dan isimsiz bahsedilmekte, Musa (as) ile olan maceraları anlatılmaktadır. Hz. İsa (as) dan sonra yaşamış olan Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud ve Yasin suresinde ise Hz. İsa (as) ın elçisi olarak Habib-i Neccar’dan isim verilmeden bahsedilmektedir.

Bu bakımdan, her müslüman icmâlî olarak; başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere, daha önce gönderilen bütün peygamberlere; tafsili olarak da, Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı iman etmeleri, ayrıca, Allah tarafından önceki milletlere gönderilen ve adları bildirilmeyen bütün peygamberlere toplu olarak iman etmeleri gerekir.

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

peygamberlerin vasıfları

Peygamberlerin Vasıfları:
Peygamberlerin tümünün beş temel vasfı vardır. Bunlar: “Sıdk, Emanet, Fetanet, Tebliğ ve İsmet”tir. Bu vasıfları üzerinde taşımayan peygamber olamaz; peygamberlik iddia ediyorsa bu sahte olur.

Sıdk: Doğruluk ve asla yalan söylememektir. Bu vasfı peygamberliğinden önce de sonra da devamlı olmalıdır. İnsanlara yalan söyleyen Allah hakkında da söyleyebilir. Allah adına yalan söylemek ise günahların en büyüğüdür. Sıdk sadece sözle olmaz; davranış ve tutumda, hal ve hareketlerinde de doğru olması demektir. Tüm peygamberler her şeyleri ile doğrudurlar.

Emanet: Herkesin güvenini kazanması demektir. Güvenilmeyen insan peygamber olamaz. Toplumda kendisine itimat edilen ve güvenilen biri olması ve bu vasıfları ile öne çıkması ve meşhur olması gerekir. Peygamberimize “Muhammedü’l-Emin” denilmesi bunu ispat eder. Diğer peygamberler de böyledir.

Fetanet: Akıllı ve zeki olmak demektir. Akıl ve zekânın olması yetmez; aklını ve zekâsını mükemmel şekilde doğru olarak kullanmak daha önemlidir. Peygamberler akıl ve zekâları ile tebliğ ve davette, insanları idare etmedeki siyaseti ile bunu ispat ederek insanlara kendilerini kabul ettirmiş olmaları gerekir. Tüm peygamberler böyledir.

Tebliğ: Bu Allah’ın vahyini insanlara sadece duyurmak demek değildir. Eksiksiz duyurmak ile beraber insanların anlayacağı şekilde ve yanlış anlamalara fırsat vermeyecek tarzda muhataba göre açıklamak ve doğru olarak yorumlayıp uygulamak anlamlarını içeren bir vasıftır. Bazılarının zannı gibi peygamber (hâşâ) bir postacı değildir. Zaten Arap müşrikleri de bunu istiyorlardı. Siz Allah’ın emrini duyurun biz istediğimiz gibi anlayalım ve yorumlayalım diyorlardı. Peygambere itaat etmek istemiyorlardı. “Bize bunu bir melek getirseydi itaat ederdik” diyorlardı. Tebliğ, vahyin doğru şekilde anlaşılması ve doğru uygulanması anlamlarını içerir. Yoksa Allah bir melek ile kitabını gönderir ve gerisini insanlara bırakırdı.

İsmet: Günah işlememek, tüm kusur ve hatalardan uzak durmak demektir. Bu kusur ahlaktan ibaret değildir. Düşünce ve inançta, ibadet ve tebliğde, insani ve beşeri münasebetlerde istikamet ve doğruluk üzere olmak anlamlarını içerir. Peygamberler bunların tümünde hata ve günahtan, yanlış davranış ve hareketten uzaktırlar ve beridirler, her yaptıkları doğrudur. Yine peygamberler vahyi izahtaki hatalardan beridir demektir.

Bunların dışında ahir zaman peygamberi olan peygamberimiz’e (sav) has olan ve “Hasâis-i Nübüvvet-i Muhammediye” denilen vasıfları da vardır. Bunlar ise: “Son peygamber olması, Kur’anın, ahkâmının ve dininin kıyamete kadar devam etmesi ve tüm insanlara gönderilmiş olması” gibi üç temel vasfıdır.

Son Peygamber Olması: Hz. Muhammed (sav) son peygamberdir. Her şeyin bir sonu vardır. Peygamberlik müessesesinin sonu da Hz. Muhammed (sav) ile son bulmuştur. Bunun için peygamberimiz (sav) “Hatemu’l-Enbiya”dır. Bundan sonra peygamber yoktur. Çünkü sonunda kıyamet kopacaktır.

Dini Kıyamete Kadar Geçerlidir: Sondur, en mükemmeldir ve tüm insanların tüm zamanlardaki ihtiyacına kâfidir. İnsanlığın dünya ve ahiret saadeti için daha mükemmeli yoktur ve olamaz. Daha mükemmeli olamayacağı için yenisine ihtiyaç yoktur. “İnsan mükemmel yaratılmıştır. Daha mükemmeli olamaz” gibi bir durumdur bu. Bundan daha mükemmelini akl-ı beşer düşünemez. Bilmemek ve kabul etmemekle gerçekler değişmez. İnsan aklının görevi itiraz etmek değil anlamaya çalışmaktır. Yani akıl itiraz aleti değil; anlama aletidir.

Tüm İnsanlığa Gönderilmiştir: Kur’an ve Hz. Muhammed (sav) tüm insanlığın peygamberidir. Arapların ve müslümanların peygamberidir denemez. Peygamberimizin ümmeti tüm insanlıktır. İngiliz, Rus, Çin, Japon, Kızılderili, Zenci ve Eskimo’ların ve şu anda yeryüzünde bulunan Hindu, Şinto, Hıristiyan ve Yahudilerin peygamberi Hz. Muhammed (sav) dir. Hepsi peygamberimizin (sav) ümmetidir. Ancak onlar kabul etmemektedirler. Bu Arap müşriklerinin peygamberimizin peygamberliğini kabul etmemeleri gibi bir durumdur.

Ümmet ikiye ayrılır: Ümmet-i Da’ve ve Ümmet-i İcabe. Bir peygamberin davet ile mükellef olduğu tüm insanlara “Ümmet-i Dave” denir. Peygamberin davetini kabul edenlere ise “Ümmet-i İcâbe” denir. Bizler “Elhamdülillah” daveti kabul edenlerdeniz. Kabul etmeyenlerin tümü de “Davete” muhatap olanlardır. Bunun için “Ümmet-i Dâ’ve” dirler. Daveti kabul edenlerin görevi ise kabul etmeyenlere daveti duyurmak ve tebliğe devam etmektir.

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Güller ona düştü diken bana düştü

Şeyhimle erleri halinden bölüştük

Derviş ona düştü şeytan bana düştü

Rasülün hatırına varıp anlaştık

Güller ona düştü diken bana düştü

                         *** 

Sevgilimle canımı candan bölüştük

Canan ona düştü bu can dara düştü

Halim sormaz çare yok onmaz yareler

Canan güle düştü bu can ele düştü

                          ***

Dağlar ferhat ile gönül şirin ile

Bağlar gülşen diye bülbül gülün dile

Söyler kalpten göze canı sırrın bile

Canan yada düştü bu can hara düştü

                       ***

Şeytanla kulları kalbinden üleştik

Mü’min bana düştü kafir ona döşek

Hak ile pazar eyledim gönlümdür köşk

Zikir bana düştü lütuf ona düştü

                         ***

Yoktan yarattım dedi varım yoğ kıldı

Yoğ ile varlığı ol maydana saldı

Adem dedi ruhundan üfleyip ol’du

Cennet ona düştü dünya bana düştü

                            ***

Şeytan sultası havva ile gel oldu

Sonsuz ömür adem için düş oldu

Elma yemek isyan ile derc oldu

Hata ona düştü günah bana düştü

                           ***

Ayrı ayrı yere savruldu bir gece

Adem bakmaz göğe suçundan hallice

Kırk yıl tövbe etti gözünden aktıkça

Affı ona düştü sabır bana düştü

                          ***

Düşman oldu kullar dahi hayvanat

Kabille habil niza etti öl hayat

Habilin ahiliği hakka seranat

Feta  ona düştü katil bana düştü

                         ***

Daim latif oldu cömert feta dendi

Kim ki zaif oldu feta yada koştu

Ali derler hazret etek ile örttü

Gizi ona düştü sala bana düştü

                    *** 

İbrahim, yuşa, yusuf, kehf kuran feta

İbrahim ol putların babasın kıra

Yuşa Musa ile etti kula vefa

Sefa ona düştü cefa bana düştü

                          ***

Kul ahmedim ahilik sana mı kaldı

Darlıkta cömert ol baha can mı aldı

Zaman hızlandı afet ki candır yahşi

Canan hara düştü ahmed dara düştü

                                                                ahi kul ahmed

7 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Her seherde dua ister

Bir güzele gönül verdim

Yaz bahara ayva ister

Bir huyuna kail oldum

Her seherde dua ister

                 ***

 Ben ömrümü yele verdim

Şu gönlümü yare yaktım

Güz baharda derde düştüm

Bir bakarda sada ister

                 ***

Ben yanarım yane yane

Hem dönerim soldan sağa

Kah  ağlarım dünü güne

Bir güzelce safa ister

                  ***

Bu günlerim bahar yazı

Gün gelecek yazı kışı

Kim çalacak ömür sazı

Bu ömüre sala ister

                 ***

Ben mihnete kail olmam

El sözünde vefa bulmam

Ol güzele nadim olmam

Bir başına nida ister

              ***

Şu sazım da düzen tutmaz

Al yazmada teel olmaz

Bir bakarım kail olmaz

Şu şaşkına bela ister

                     ***

Kır çiçekli ala dağlar

Şu güzeli sara rüzgar

Gün yüzüne çıka lebler

Bu aşığa baha ister

                  ***

Naz eylersin bağlar senin

Gül deresin gülşen senin

Gel kokasın güller neyin

Al yazmaya tela ister

              ***

Ah ömrümde bilmem safa

Ah gönlümde dinmez cefa

Ah desemde bitmez heva

Ah ölmeye sara ister

              ***

Var selamın almaz döner

Kul vardığım bilmez kaçar

Gül veririm sevmez naçar

Sen ellere kala ister

            ***

Bir darlanır döker saçar

Bir söyleşir diller içer

Bir sanırsın gökte uçar

Arş alaya çıka ister

              ***

Ey rahmanım kimdir kulun

Kul dediğin bildir halin

Şu yokluğum senin varın

Kul demeye baha ister

                ***

Er olmazsa zikir düşmez

Er seherde uyku tutmaz

Er odur ki şer’i sapmaz

Bir erene vera ister

               ***

Her kuluna davet kıldın

Ol rasule Kuran verdin

Kim çağrıma uydu dedin

Bir Allah’a feda ister

              ***

Ben dökerim günah kiri

Ar tövbemin göze kaşı

Kim sevilir ülfet kişi

Kul Kerimde sevi ister

                  ***

Hem severim eller gülü

Hem küserim diller suçu

Bir olurum ümmet kaşı

Ol rasule sala ister

               ***

Kaç güzele türkü dizdim

Kim gönlüme gire öldüm

En sonunda bire düştüm

Ol hakime bela ister

                  ***

Kul ahisin ahmed paşa

Bir sürmesin göze kaşa

El horlasın dert mi bana

Ol belaya düşe ister

                                                ahi kul ahmed

7 Eylül 2011
Okunma
bosluk

ahiler ve ahilik hakkında çeşitlemeler

Her sabah beslemeyle açılır dükkanımız Hakka iman ederiz müslümandır şanımız Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin, Hiylesi, hurdası yok, helalinden malımız Müşterimiz velinimet, yâranımız, yânmiz Ziyadesi zarar verir, kanaattir kârımız.

Kızına talip olan delikanlıya kız babası damadı olacak erkeğin yâran meclisine katılıp, o dostluğu, kardeşliği tadıp tatmadığını, o terbiyeyi alıp almadığını sorarmış.

Bundan dolayı da:

Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi

Oğlan babadan öğrenir sohbet gezmeyi

Sözü darb-ı mesel haline gelmiş..

Osmanlıda para vakıfları vardı. Bunlar hakkında biraz söz edelim.

Osmanlı’da vakıfların vakfetme nedenleri çok kapsamlı idi. Örneğin parayı ihtiyacı olana faizsiz bir müddet sıkıntısını gidermek için vakfeden vakıflar vardı. Bugün esnaf sandıkları var fakat güçsüz ve yeterli değil. Büyük işletmeler için ayrı ve etkin bir sandık hiç yok. doğrudan bankaların kucağına.. ve bedeliyle..

Fakirler için parasını vakfeden kimseler vardı.

Yalnızca dul kadınlar için parasını vakfedenler vardı.

Varlığını vakfetmek isteyen kişiler Kadı’ya giderlerdi. Kadı bir vakıfname hazırlardı. Ayrıca bir de tüzüğü olurdu.

Fatih döneminde bazı para vakıfları kendi kaynaklarını hem nemalandırmaya ve hem de ondan bir kısmını  hayır işine kullanmaya başladılar.

Sıkıntıya düşenler için kurulan vakıflardan para alıp da işini bitirdikten sonra geri ödemeyenler için tazir cezası uygulanırdı.

Selçuklu ve özellikle Osmanlı’da temel toplum birimi aileden sonra ikinci siırada mahalle idi. Toplumda az çok birbirini tanıyan insanların oluşturduğu bu temel ikinci birim de bir bilinç oluşturulması düşüncesine dayanırdı. Batı bunu bugün yeni keşfediyor. Biz ise gittikçe kaybediyoruz. Örneğin mahallenin namusu, mahalle baskısı, mahallenin kabadayısı, mahallemizin zengini, mahallemizin dulları ve benzeri kavramlar bu düşünceden kaynaklanarak oluştu. Devlet bu konuda  çok akıllı davranarak kendi fakirinizi kendiniz doyurun, kendi hırsızınızı kendiniz yakalayın, kendi ahlaksızınızı kendiniz barındırmayın gibi adı konmamış bir politika izledi. Bunlar zaten din temelli argümanlardı. Elbette mahallenin bir bekçisi, şehirde bir kadısı , şehir emini vardı.

  • Ahilerde ise mahalle yerleşimleri de benzer sanat kollarının belli mahallelere temerküz etmeleriyle oluşuyordu. Her mahallede tekke vardı. Bunlar zaviyeye göre biraz daha küçük tarikat uygulamaları şeklindeki dini ağırlıklı yerlerdi denilebilirdi.

 

  • Mahallelerde muhtesiplar vardı. Bu muhtesipler mahalledeki sorunları tespit ve çözmekle görevliydi. Büyük sorunlar konusunda kadı bu muhtesiplerin tespitlerinden yaralanırlardı.

 

Konya Şer’iyye Sicilinden elimize geçen bir kaydı size aktaralım örnek olay olarak.

Hicri 1117 yılı yani 1700’lü yıllar ediyor. bir mahallede sarhoşun biri bir zimminin (ehli kitap fakat müslüman hakimiyeti altında yaşıyor) evini gece yarısı bağırarak kapıyı kırarcasına tokmaklıyor. Kapıya çıkan ev sahibini başlıyor dövmeye. Adama bu arada diyor ki “getir karını bu gece senin karınla yatacağım” diyor. Boğuşma esnasında adamı da bıçak darbesiyle öldürünce, kadın evin bir odasına kaçıp kapıyı arkadan kilitliyor. Sarhoş içeri girip o kilitli kapıyı kırmaya çalışırken o arada mahalleli bu bağırtıları duyup yetişiyorlar. Derken o sarhoşu yakalayıp önce zabitana ertesi günde kadının huzuruna çıkarıyorlar. Bu adamın eski suçları da oldukça kabarık olduğu ortaya çıkınca sarhoşun asılmasına karar veriyorlar ve asıyorlar. Buradaki ilginç olan şey mahallelinin olaya geç de olsa müdahalesidir. Bu yüzden her şeyi devletten beklemek insanlardaki sorumluluk duygularını öldürüyor, yardımlaşma duygularını öldürüyor. Fakiri belediye doyursun, kömürü devlet versin, versin versin versin, oldu olacak çocuğu da devlet yapsın, vergiyi de devlet versin, denizde boğulanı da devlet kurtarsın, kavga edenleri de devlet ayırsın.. uzat gitsin. Devletin önemli konularda müdahil olması anlaşılabilir bir şey olabilir. Ancak zamana dayalı işlerde, hayırlarda da insanların güçlerini bu yöne kanalize etmek gerekir. Merhamet, hayır yapılınca insan üzerinde etki gösterir. Merhamet eden merhamet bulur hadisinin manası budur. Yani hayır yapmanızdan sonra merhametli olursunuz.

Bacıyan-ı Rum

Bacıyan-ı Rum’un kurucusu Ahi Evren’in hanımı Fatma bacı (kadın ana, kadıncık ana)dır. Ahilerin ilk ciddi yerleşimleri ve sanayi sitesi kurmaları Kayseri’de olduğu için Bacıyan-ı Rum’un kuruluşu da o tarihlere rastlar. Temel felsefeyi Ahi Evren verdiği için aynı prensipler onlar için de geçerlidir. Din ahlak ve çalışma ve hizmet…

Bacıların asıl işleri örgücülük, dokuma ve benzeri keçecilik gibi el sanatları ağırlıklıdır ve sanayi sitesinin ayrı bir bölümünde toplu çalışma şeklindedir. Bir ustadan el almadan bu iş yapılamazdı. Dini eğitim zorunlu idi.

Bacıların askeri faaliyetlerde de önde olduğu görülüyor. Ravendi, Harezmlilerle  Irak’lılar arasındaki savaşı anlatırken 1197 (594) “Harezmli kadınlar zırhları giydi ve her kadın elli Irak’lıyı önüne katıp sürüyordu” diye bahsediyor.

Moğolların Kayseri muhasarasında da önemli görevler ifa etmişlerdir.(1243) ancak kadıncık ana bu savaşta esir düşmüş ve uzun yıllar moğolların elinde esir olarak kalmıştır.

Osmanlı Beyliğinin genişlemesi sırasında bazı Bizans kalelerinin için askerleri sokmak için küfelerin içine askeri koyup erzak getiren köylü kılığında savaştıkları bilinmektedir.

Bacıların misafir ağırlama işleri de vardı…sürekli gelen göçler bir çok insanı zaten misafir konumuna düşürüyordu. Bu sebepler zaten ahi teşkilatını hazırlayan sebeplerden biriydi.

Hacı Bektaş-ı Veli Menakıb-name’sinde fatma bacının o tarihlerde genç kız olduğunu erenler meclisine yemek pişirmek ve sofra düzmekle meşgul olduğunu haber vermektedir.

İbn-i Batuta da gezdiği bu illerde ahilerin misafirperverliğine şahit olduğunu, misafir-hanelerde Türkmen kadınların hizmet, izzet ve ikramlarda bululnduğunu yazıyor. Yoksulların barındırılması, misafirlerin ağırlanması kızlarla imece usulü bazı işlerin yürütülmesi de buna dahildi diyor Batuta.

Bacıların bir de dini tasavvufi boyutu vardı.kendilerini tam bir tarikat olarak nitelemek zor olsa da genellikle onlar Evhadiye tarikatına mensubtular. Fatma bacı ve kız kardeşi Amine Hatun birer mürşide idiler. Babaları şeyh Evhadüttin-i Kirmani’nin tarikatını temsil ediyorlardı. Hatta 16 asrın başlarında İstanbul’da “Ayşe Bacılar” diye bir tasavvufi kadınlar cemaatini Rus bilgini Gordlovsky’nin tespit ettiği biliniyor. Bu bir Bacıyanı Rum teşkilatıdır ve başı da Ayşe Bacı’dır. Bu tarikat şeyhlerinin hanımlarına Anadolu’da “Ana-bacı” denirdi.

Hanımların kurduğu vakıflar ve zaviyeler de vardı. Mesela Mihrimah Sultan, Mihrimah Camiini kendi kurduğu vakıf arcılığı ile yaptırmıştır.

İran, İslam orduları tarafından fethedildiğinde Medai kendtindeki erkekler ta Hindistan içlerine kadar kaçtılar. Fakat kadınlar ve çocuklar orada kaldı ve müslümanların eline düştü. Komutan Sad İbn-i Ebi Vakkas bir mektup yazarak Hz. Ömer’e sordu. Hz. Ömer’de verdiği cevapta “o dulları ve genç kızları müslümanlarla evlendir ve ganimetten da paylarını ver “dedi. Böylece varlıklı birer hanım oluyorlardı. Müslümanlar müslüman olmayanlarla evlenebilirlerdi.

Bacılar bugünkü mutfaka Matbah diyorlardı. Evlenme işlerini çok rahat konuşabiliyorlardı. Bazen şeyhler ya da ustalar “sen şu kızını şuna ver” diyebiliyordu. Bazen de kız babaları benim kızım var. Gel senin oğlanla bunları evlendirelim diyebiliyorlardı.

Köy hayatındaki Türkmenlerin komşu erkeklerle konuşması ve yarenlik etmesi şakalaşması şehre göre daha farklı ve rahattı. Belki de köyde konuşacak insan sayısının azlığı bunu onlara mecbur bırakıyordu.

Gelin elbisesi

Onların elbiseleri tarlada çalışmaya göre daha elverişliydi. Her tarafı kapalı feraceler giymezlerdi. Bindallılar çok yaygındı. Nişan ve düğünlerde gelinler bindallı giyerlerdi. Bugünkü moda pahalı ve milyarları bulan beyaz gelinlikler batıdan bize geçmedir ve ta bir israftır. Bir kayınbaba gelinine rahatlıkla şunu diyebilmelidir.”kızım senin beyaz gelinliğin kaç paraysa bu parayı olduğu gibi sana vereceğim. Fakat senden ricam kendine düğün için en iyisinden bir bindallı alacaksın ve onunla düğününü yapacaksın ve geriye kalan parayla da fakirleri giydireceksin” diyebilmelidir. Gelinlik 1,5 milyar, bindallının en iyisi 400 lira. Fark 1 milyar fakire. Ne kadar güzel olmaz mı?

Ahi müesseselerinde ilk girişe Talip deniyor. Ahi Evran’ın Ağaz Encam (başlangıç ve sonuç) ve Metailül İman adlı eserlerinde çocuklarla ilgili bölümler var. Buna göre 10 yaşına gelmiş bir çocuğu hemen ustaya teslim etmek diye bir şey yoktu. Önce o talipin dini bir eğitimden geçmesi gerekiyordu. Bu ahlaki ve dini bir formasyon eğitimi idi ve bunu zaviyelerde Ahi Muallimleri gerçekleştiriyorlardı. Bunun süresi 3-5 aydan az olamazdı. Ancak bundan sonra sanata başlayabilirdi.

Şed kuşatmada “bu insanı nasıl bilirsiniz”diye sorulunca “Salahına şehadet ederiz” derlerdi. Bunun anlamı ahlaki olgunluğun tasdik edilmesi olması ilginçtir.

Yemek yeme adabı

Yemek yeme adabı diye bir adab vardı. Eller önceden yıkanırdı. Hane sahibi buyur etmeden kimse sofraya oturamazdı. Aksi adaba mugayir sayılılrdı. Herkes kendi önünden sağa sola bakmadan ağzını şapırdatmadan sessizce sakince, başkasının da o kaptan eşit yemesine fırsat vererek yemeliydi. Yemekler ayrı ayrı tabaklar konmazdı. Tek ve büyük bir bakır veya toprak çömlekten yenirdi. Tek kaptan yemenin manası ahi kardeşiyle bir şeyi paylaşabilmeyi öğrenmek ve bunda hakkaniyete dikkat edebilmesini sağlamaktı. Kaşıklar tahta şimşir kaşıklardan olurdu. Yerken bu kaşıkların sizden tarafından ağzınıza götürmeniz ters tarafından ise yemek ya da çorbaya batırmanız gerekir idi. Böylece ağzınızdan bir miktar bulaşığın yemeğe girmesi de önlenmiş olurdu. “ye kürküm ye” benzetmesi Ahi Evren’in Letaif’inde de geçiyor. Yani sofrada bile adamına göre muamele etmeyeceksin demek istiyordu. Aşırı yemek yememek gerekiyor ve iştahı varken  çekilmek gerkliydi. Ekkel (obur) olmamalıydı ahi..

Yemekten sonra hane başkanı dua ederdi. Onların geleneksel duaları şöyleydi:

“Rabbim Teala yedirsin içirsin. Yahşilarla tanıştırsın, yamanlardan uzaklaştırsın (kötülerden), yiyenlerin yedirenlerin üstünden belaları aştırsın, cennet nimetleriyle tanıştırsın, cehennemden uzaklaştırsın, kabeyi dolaştırsın, zemzeme kavuştursun, artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin”

Ahi ocakları bugünkü köy odaları şeklideydi. Ramazanda oralar da şenlenirdi. Oralarda da ahi edep ve usulleri uygulanırdı.

Zaviyelerde yemekten sonra dua edilir. Ortalık temizlendikten sonra bir güzel sesi olan kuran okurdu. Daha sonra kısa bir süre tefsir dersi başlardı. Arkasından hadis izahı yapılırdı. Daha sonra kadı veya bir müderris belli bir konuda sohbete başlardı. Daha sonra ustalar kendi çırak ve kalfalarına meslekin inceliklerini anlatımlarda bulunurlardı. Sohbetlerden sonra sazlı sözlü türküler söylenirdi. Zaman zaman kassas denen kişilerin bir olayı abartılı bir şekilde anlatarak oradakileri duygulandırdığı olurdu. Artık vakit ilerleyince yaşlı ve ustalar çekilir evlerine giderlerdi. Gençler geç saatte yaran sohbetine geçerlerdi. Artık oyunlar oynanır, şakalar yapılırdı. Yaran odalarının ayrı yerlerde olduğu da olurdu. Bugün bile hala Çankırı bölgesinde devam ettiğini haber almaktayız. Yaran odalarında bir başağa olurdu. Herkes onu dinler ve kahveyi nasıl tutar ve içerse herkes da öyle içerdi. Biz de bir yaran şakası olarak şu iki dörtlüğü karalayıverdik ve uygulamaya koyduk..

Birisi bize dost olmak istemiş. Biz de onun hakiki güvenilir bir dost olup olmayacağını öğrenmek için önce çok güzel bir şiir gönderdik.

               ***

Nemrud kim İbrahime

Bostan yap ateşine

Hakkın gül didarına

Halilim diyen menem

            ***

Kırdım nefsin çerisin

Giydim takva libasın

Pak eyledim odasın

Gel gönlü yuyan menem

               ***

Adıma “kul”u takdım

Sırrı aleme çaktım

Levhi kalemden yazdım

Dilde söylenen menem

                 *** 

Bunlar senin kulların

Günahı çok bunların

Sal bunları Ahilerim

Postta oturan menem

           ***

Bırak beni yanayım

Kül olup savrulayım

Muhammed’e post olayım

Var bak tebaan menem

 ………………………….

Yazıldı çizildi pek çok

Kalanı sen anla bak

Libası muska ettim

Ahilerim kalbe tak

               ***

Ceset değil kalp gülü

Gökte muska cübbesi

Takva olur giyesi

Ahilerim güldür bak.

Bu şiir çok güzel bir karşılık buldu ve “gözlerinden öperim” diye bir mesaj geldi. Arkasından şu şiiri yolladık:

Olmaz bu kadar ucuz olmaz

Hak kelamı elbet satılmaz

Keşke yüküm himmet olaydı

Bu sekleme eşşek bulunmaz

                   ***

Vardım at pazarına eşşek diye

Eşşek osurturlar bana at diye

Gördüm ademini kır eşşek diye

Bu seklemi ademe eşşek dayanmaz

                  ***

Bu okkayı çekmediyse sıklet

Unut bizi hasan oku lanet

Selamün en güzel aleyküm

Bu kez tık yok. böyle olunca anladık ki bundan bize mürid çıkmayacak. Nitekim aynı kişi 20 gün sonra önemli bir sözünden çarkederek kendini belli etti.

Kargayla toplanan kavarayla dağılır

Bu denemenin asıl izahı şöyle: Bir buçuk (bir erkek bir kadın) müridi olan bir zat varmış Ankara ilinde. Müridler bir gün  demişler ki “hocam bir keramet gösterseniz de müridlerniz artsa demişler. Hoca gerek yok dediyse de dinletememiş ve bir gün Pazar yerinde bir karganın başını kopardıktan sonra tekrar yapıştırmış ve uç demiş o da uçmuş. Bunu gören ahali o zata mürüd olmak için akın etmiş. Evler almamış yeni mürüdleri. Fakat bunları bir gün imtihan etmek kaç tanesi gerçek ihlaslı mürid olabilir diye kavara denen kuru bağırsağı beline dolayıp cemaat olarak namaza durmuşlar. Hoca rukuya eğildikçe bağırsaktan ossuruk sesleri çıkınca yeni müridler “bu abdestsisiz arkasında namaz kılınmaz deyip hepsi de müridliği terketmiş. Aynı eski birbuçuk müridi kalmış geriye. Onlar şöyle düşünmüş: “bir bildiği olmalı”demişler. Hoca onları yanına çağırıp demiş ki: gördünüz mü kargayla toplanan kavarayla dağılır demiş. Bizimkisi de o hesap işte..

Zaviyelerde geleneklerin etkisi olarak halk şairleri de gelirdi. Halk türküleri söylerler, saz çalarlar, şairlerin atışmaları olur, yahut acı bir ölme veya öldürme olayı ağıt şeklinde anlatılırdı. Bu ağıtlar Pazar yerlerinde de bir taşın üstüne çıkıp anlatıldığı olurdu. Son zamanlarda bile örneğin benim simitçi ahmet emmi ahirmen mahallesindeki konağına ziyarete gittiğimizde Aşık Veysel’ in iki yaprak dört sahifelik şiirlerini çarşıdan bu adamlaradan satın alır ve bana okuttururdu. Ben ilkokuldaydım o zamanlar. Sene 1962 falan.

Değirmenci oyunu

 

Zaviyelerde bazan halk tiyatro niteliğinde ortaoyunu da oynarlardı. Örneğin bir değirmenci ortaoyunu vardı ki kırar geçirirdi. Şöyle: köylü eşeğine biner gelir. Yastıklar sırtta ya da adam adamın sırtında. Değirmenci bunlara git sonra gel der. Bir daha bir daha tekrar takrar gelir  giderler. Değirmenin çalıştığını göstermek için sopalarla birbirine vurarak insanların önlerinden geçer. Değirmencinin dediği sıra çok diyerek aslında rüşvet istemektedir. Birisi birinin kıçının altından bir sopa vurur ve elini uzatır avucuna örnek un düşürüp kontrol etmek  istemiştir aslında. Derken kadıya şikayete giderler. Kadı yaşlı biri olur. Fakat kadı namazdadır ve namaz bir türlü bitmemektedir. Çünkü kadı da rüşvet istemektedir. Derken oradan da eli boş dönerler. Sonrasında bu düzenin bozukluğuna ilişkin taşlama mahiyetinde şeyler söylerler.

Fuzuli’nin bir sözünü hatırımıza geldi. Diyor ki:“dert çok, derman yok, düşman kavi, talih zebun”

Baki ise önce ahi ocaklarına katılmış. Daha sonra zeki bir çocuk olduğu fark edilince medreseye gönderilmiş ve okuması sağlanmış. Harçlığını da ahiler vermişler.

Bazı padişahlar da şiir severdi. Örneğin halife Muktedir her şaire yazdıkları güzel şiirler karşılığında kese kese altın verirdi. Onun çok akıllı bir cariyesi vardı ve perde arkasından huzurda okunan şiirleri dinlerdi. Bir gün bir şairin “bunu daha dün yazdım” dediği şiiri okuyunca “nasıl olur bu şiiri bana da dün cariyem okumuştu” der. Adam şaşırır. Hele bir daha oku şu şiiri der ve tekrar okuttururur. İki defa okunan şiiri anında ezberleyen cariyeyi hemen çağırır. Mahpeyker oku şu dünkü okuduğun şiiri der. Ve cariye de ezberden hemen okur. Şair şaşırır kalır. daha sonra halife bunun şaka olduğunu anlatır ve bahşişlerle yollar.

Zekat konusunda bilindiği üzere Muaviye ile zekatın devlet tarafından toplanması olayı bitti. Sahabi korkusundan konuşamadı bile. Başınızın çaresine bakın der gibi konuşan sahabiler oldu ve herkes kendi zekatını bulunduğu yer ağırlıklı olarak vermeye çalıştı. Disiplinli olmadığı için birçoğu vermedi ve fakirlerin hakları kaybolup gitti. Toplumun köprüleri yıkıldı barış ortamı gelmedi. Sonuçta herkes kendi yöresinde kendi zekatını versin diye icma oldu diyenler var ama biz buna katılmıyoruz. Ortada Kuran’ın emrettiği nas’ın olduğu bir durumu icma ile farklılaştıramazsınız. Bu yük devleti yönetenlerin sırtında bir günah olarak daima devam eder. Fakat fert olarak zekatınızı doğru hesap edip de doğru  yere verdiyseniz başka sorumluluğunuz kalmaz inşallahü alem. En doğrusunu Allah bilir.

Fakat buna rağmen bazı vakıfların zekat toplama ve yerine ulaştırma işini yaptıklarını görüyoruz. Tabii ki ihtiyari olarak kendi zekatını vermek isteyenlerden topluyorlardı. Yardımlaşmalarda ferdi olarak sadaka taşları vardı her mahallede. Ve fakir de sadece ihtiyacı kadarını alır geri kalanını bırakırdı. Fakirin kanaati daha başka oluyor değil mi. sonra örneğin bir mes satıcısı zengine farklı fakire farklı orta halliye farklı fiat uygulardı. Öncelikle fiat arz ve talebe göre belilrlenmezdi. Gerçi Ahi Evren “nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim” demişti aslında. Fakat bunu kanaat ve fiat kontrolü yanında ihtiyaçların tespit edilerek o miktara göre atölye açılması sağlanıyordu.. mes satan zengine 5 akçeye verdiği malı orta halliye maliyetine 1 akçeye ve fakire de bedava veriyordu. Zengin ödediği farkın fakire gideceğinden  çok emindi. Sormazdı bile.

İslami anlamdaki sigorta Muhammed Hamidullah tarafıından pakistanda uygulanmış. Fakat İngiliz’ler bunu ortadan kaldırmışlar. O bunu “İslam Ekonomisi ve İktisadı” adlı eserinde anlatıyor. Aslında bu sigortayı bu ülkede kurabiliriz. Sadece katılım ortaklığı şeklinde olacak. Gelirleri faizsiz olarak ahlaki bir şekilde nemalandırılacak, kimse kar payı almayacak, bunun getirisi 1’e 4 oranında ve müthiş. Sen şirketten karı alıp götürürsen ne kalır geriye. Bunu inşallah bu fakir ilerleyen yıllarda yapmaya çalışacak.

Bir Türkmen olan Pir Sultan Abdal’a bir yol verelim..

                    ***

Bu yıl yaylanın karı erimez

Eser badı saba yol bozuk bozuk

Türkmen çıkıp yaylasına yürümez

Bozulmuş aşiret el bozuk bozuk

                       ***

Elim varmaz güllerini dermeye

Dilim varmaz hasta halin sormaya

Dört kitabın manasını yormaya

Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk

                        ***

Pir Sultanım yaratıldım kul diye

Zalimlerin elinde mi öl diye

Dost name göndermiş durma gel diye

Gideceğim amma yol bozuk bozuk

                          ***

Türkmen Mutasavvıfları ile Mevlana ve diğer tarikatların anlayışı arasındaki farklar.

Sofi anlayışı dönme, raks, cezbe ile Allah’a ulaşma, seyri sülüki enfüsi, kendi benliklerini ne kadar iyi tanırsa Allah’ı da o kadar iyi tanır. İnsan ruhunun derinliklerine nufus etmek onları keşfetmeye dayanır. Bunlarda tabiatı tasavvur eden hiç bir şey yoktur. İnsan ruhunun kötü eğilimlerini iyiye yönlendirmeye çalışır.

Türkmen Mutasavvıfları ise seyru süluki afaki’dir. Tabiata yönelir. Neden? Çünkü Türkmen tabiatta yaşıyor. Yağmurla, davarla, yaylayla, çimenlerle, dağlarla, güneşle, gecede ayla, soğukla, sıcakla birlikte yaşıyor.  O eşyaya tabiat kanunlarını nasıl yarattığını ve insanın nasıl yaratıldığını, onun yaratılışındaki azameti düşünüyor ve tabiatı keşfederek Allah’a ulaşmaya çalışıyorlar. Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Veli Türkmendir. İşte Ahi Evren’in aynı zamanda bir şeyh olmasına rağmen akşam ders gösterip sabahlayin iş başı yapması, fikirlerinde eşari mezhebini taklid etmesine rağmmen anlattığımız şekilde yine farklı bir yol izlemesi, onun bir şeyhten ziyade filozof olması gibi bir çok neden hayatla iç içe bir din ve ahlak ve çalışma anlayışının doğup gelişmesine yol açmıştır. Bu tenasub ahiliğin kısa sürede köylere kadar yaygınlaşmasındaki ana amil olduğu gibi aylakları ve suçluları içine almamasının da etkisiyle 800 sene uzun bir hayat sürdürebilmiştir. Hayvanlar aleminde bile güçlü olandan ziyade uyum sağlayabilen hayatta kalır. aynı hikaye…

Biraz yaraları deşelim..

 

Alaattin Keykubat’ın Mevlana’nın babasını geldiğinde davet etmediğini görüyoruz ilginç olarak. Hatta bu adamlar kimdir, gidip bir soruşturun der ve adamlarını gönderir. Kanuni devrinde Mevlana’nın babasının ayağa kalktığı rivayetiyle sandukası ayağa kaldırılır. Böyle bir olayın vuku bulduğu varid değildir. Çok sevilen insanlara halk uydurma hikayeler düzer. Örneğin Yunus 50 yerde ölmüştür ve 50 mezarı vardır. Bunlar kısmen anlayışla karşılanabilecek tatlı hezeyanlaradır. Fakat kendi kendine 50 yerde ölen birisinin bu hali kimseye yadırganmış bir hava vermez. Lakin baba saygısı şeriatla kuranla sabitken böyle bir uydurmaya insanların sokulması insanların dini duygularındaki sıralamayı tehdit eder niteliktedir. Bu hususu biz sağlam kaynaklardan araştırarak bu iddiayı söylüyoruz. Yorum değildir. Ayrıca Mevla kelimesi Cenab-ı Hak için söylenen bir kelimedir. Bu kelimenin rastgele kullanılması da uygun olur mu size bırakıyorum.

Şemsi Tebrizi İranlı ve mecusidir. Onlarda da Allah inancı ve sevgisi vardır. Kitabları Avesta’dır (Zerdüştün kutsal kitabı) Pehlevi kültürüyle geldi ve Mevlana’yı teslilm aldı. Onu çok etkiledi. Allah aşkı baskındı. Melana da zaten o kültürden gelme olduğu için yadırgamadı.. fakat daha sınra ilerleyen yıllarda bunların ilişkileri yönünden yaygın dedikoduların çıktığı ve Mevlana’nın ailesini ihmal ettiği bir zamanda Şems kendi genç karısını öldürdü ve Şam’a kaçtı. Bir yıl oralarda saklandı. Mevlananın oğlu ile yaptığı yazılı davete binaen gizlice geri döndü. Hala saklanıyordu. O sırada Ahi Evren Konya’da vezirdi . katlin katli kısas olarak şeriat gereğince ölüm olduğu için Ahi Evren ve adalet nazırı Nusredüttin Ahmet emir verdi ve şehrin muhafızı Ahi Bedrettin Gühertaş  icra etti. kaçmaya çalışan Şems’i hançerlediler ve bahçesindeki kuyuya attılar. Bu durum önce Mevlana ile Ahi Evren’in arasının açılmasına yol açtı. Ayrıca bu durum Moğolları da rahatsız etti. Zira Şems onların ajanıydı. Bir süre sonra Moğollar o kuyuyu türbe yaptılar. Adamı olmasa yapar mı?

Moğolların Naibi Sultan Celalettin Karatay’ın icazetiyle Ahi Evreni görevde aldırmaları üzerine Mevlana’nın oğlu Allaeddin Çelebinin de bu öldürme olayında payı olduğu için bir yerlere gitmeleri artık zorunluluk haline geldi. O sıralarda Kırşehir’de Seyfetin Tuğrul adlı Türkmen bir vali vardı. O bunları duyunca bu ikisini Kırşehir’e davet etti. Yaklaşık ömrünün ahir 15 senesini burada geçirdi. Bu süre içinde bu vefakar valiye bir hediye olmak üzere Men Ahice Seyfi (Seyfettin Tuğrulun yolu) adlı bir kitap yazdı. Şimdilik bu kadar yeter…

Mevlevi ayini yaparken yakalanan Mevlevi Tahir hakim sorunca “Mevleviydik döndük” demiş. Hakim de artık bıraktı zannıyla affetmiş…

Kırşehir’in adının;

AHİ KIRŞEHİR

AHİŞEHİR

AHİŞEHRİ

‘den birisi olmasını teklif ediyoruz. Ancak bize AHİ KIRŞEHİR daha cazip geliyor. Çünkü Kırşehir ismini oraya Türkmenler verdi. Bu ismin korunması uygun olur. Bu yolla Kırşehir’in Ahiliğe daha güzel hizmetler yapması umulur.

EVRAN mı EVREN mi? çatallaması hala sürüyor. Osmanlıcada ra harfi yanına elif alır fakat ra okunmaz. Re okunur. Mesela gelan yazılır fakat gelen okunur. Gidan yazılır fakat giden okunur. Sonra EVRAN lügat karşılığı olmayan anlamsız bir kelimedir. Halbuki EVREN kıvrılan demektir. Yani yılanı ejderhayı tarif ediyor. Zaten bu ismi de bundan geliyor. Bizim Ahi Evran Mahallesi dememiz bir galatı meşhur olsa gerek. Laki ilim galata uymaz vesselam…

Aki mi ahi mi?

Türklerde akinin iyilik cömertlik anlamlarında kullanıldığı ahilik gelmeden önce bu tür fedakar kişilerin bu isimle anıldığı doğrudur. Ancak ahilik teşkilatı kurulup da fütüvet teşkilatı elemanları birbirine kardeş gibi yakın olunca aki gitti yerine ahi geldi. Herkes aki’yi terketti.

Bunun gibi alp de gazi oldu. Eren de ahi oldu. Ahilik bu mana da 4 kolla ifade edildi.

Ahiyan-ı Rum

Gaziyan-ı Rum

Abdalan-ı Rum

Bacıyan-ı Rum

Bugünkü halkların doğruları bulup yanlışlar üzerinde toplandıklarını yanlışa destek verdiklerini söylesek yanlış olur mu acaba? Örneğin yemek yiyelim diyoruz geliyor ilim yapalım diyoruz kaçıyor. Şu kadar adam öldürülmüş bunu şunlar öldürmüş diyorum. Gidip onlara oy veriyor onlar olmazsa ülkemiz perişan olur diyor memlekette başka adam yok gibi kişide geleceğini arıyor, zalimleri savunuyor ve Allah’ı unutuyor. Halbuki islamda kişinin putlaşması yasaktır.

Mısır’ın fethine gidilecektir. Ve halk arasında Halid Bin Velid olmadan bu fetih olmaz diye bir şayia çıkar. Herkes halidin ordusuna yaz beni demeye başlamıştır. Hz. Ömer bunu duyar duymaz hemen Halid Bin Velid’i görevde alir ve yerine peygamber efendimizin azadlı kölesinin oğlu Ubeyde bin Zeyd’i atar. Halid Bin Velid de bir er olarak onun yanında o sefere katılır ve fetih tamamlanır. Zaferi Allah’tan bilmek için buna ihtiyaç vardır..

İnsanda bir sevme tapınma ihtiyacı daima yaratılıştan vardır. Bu duyguyu tam manasıyla bütünüyle ve şeri sınırlar içinde Allah’a yöneltecek bir imanla kişiyi mücehhez kılamazsanız benim idolüm şu kişidir şu artistir şu yazardır gibi abuk subuk adamların partilerin başkanların peşinden koşar durur. Tabii olarak da Allah onları onlarla beraber haşredecektir.  Allah muhafaza. Bu yüzden kimi seveceğinize iyi karar verin. Hadiste “kişi sevdiği ile beraberdir” denmesi boşuna değildir…

İşte bu beladan korunmak için ahiler bir dua ederlerdi. Bu dua bir hadistir ve Ahi Evren’in Letaifi Gıyasiye kitabında da yer almaktadır. Şöyle ki:

Hadis dua:

“Allahümme erinel hakka hakkani,  verzukna ittibaehü. (Allah’ım bize hakkı göster (tanıt) ve o hakka uymayı da nasib et)

 

Allahümme erinel batıle batılen, verzukna ictinabehü (Allah’ım bize batılı tanıt ve o batıldan uzak olmayı da nasib et.)

 

Ve erinel eşyae kema hiye hakkahü (Eşyayı da nasıl ise öylece bize tanıt”. Amin…

Ahilere ve ahiliğe büyük önem veren ve sed kuşanan destek veren devlet eliyle sanayi sitesi kuran ahiliğin köylere kadar yayıllmasında büyük emeği olan Selçuklu Sultanı Alaettin Keykubat akliyeci bir Sultandır. Zaten bu yüzden ahiliği aklıyeci bulmuş ve desteklemiştir. Ayrıca rasyonalist akılcı alimleri de etrafında toplamış ve onların toplumu bu görüş çerevesinde etkilemesini istemiştir. Ahi zaviyelerinde sokaklarında dergahlarında evlerinde mekteplerinde tekkelerinde hep halk türkçesi konuşulurdu. Ancak İran üzerinden gelen alim takımının da etkisiyle farsça saray dili olma yolunda bir hayli yol katetti. Mevlana dahil bir çok ilim adamı eserlerini Farsça olarak verdi. Ancak daha sonra gelen Kırşehir’deki Aşıkpaşa, Ahmed-i Gülşehri gibi alimler ise Türkçe’de israr ettiler. Garipname ve felekname zor şartlarda bir israr sayılmalıdır. Bir süre de olsa Karamandan gelip Konya’yı ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey yayınladığı bir fermanla “bundan böyle dergahlarda, mekteplerde, sokaklarda, meydanlarda, çarşılarda, pazarlarda, hanlarda, hamamlarda, çadırlarda Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır” deyince bir hayli düzelme oldu. Onun hayırla yad etmek gerekir.

Ahiler ünivesiteye kadar olan bir alt yetiştirme okullarında zimmileri de müslüman edip bu okullarda yetiştiriyorlardı. Hanikahlardan sonra Gulemhaneler gelirdi. Örneğin Konya Gulemhanesi üniversite seviyesinde subay yetiştiriyordu. Ahi Evren bir Gulemhane müderrisi idi. Celalettin Karatay bir devşirmedir ve gulemhanede yetiştirilmiştir. Her iki yerde de müsbet ilimler bir miktar dini ilimlerle birlikte verilirdi. Ahlaki olgunluk çok önemliydi. Ders bir alimin dizinden alınmalıydı. O zaman o ilim alim tarafından amel edilerek onun nefesiyle birlikte verilince alan kişi de onu hem iyi anlayabilir nüfuz edebilir ve amele dönüştürebilirdi. İlmi fikri sorulardaki serbestiyetler çok yüksekte idi.Her mahallede olan tekkeler ise genelde mahallelinin buluşma yeri idi. Ancak orada ise tasavvufi bir eğitim de yapılırdı. Zaviyelerin ahi muallimleri buralara da zaman zaman gelirdi. Anadoluda bir çok kadiri nakşi melamilik ve benzeri tarikatlar vardı ve halk içinde çok yaygın bir hürmet görüyorlardı. Osmanlı döneminde ise tarikatların bir güç olarak ortaya çıkıp yaygınlık kazanması padişahları ürkütmüyor değildi. Tarikat şeyhinden bir talep geldiği zaman padişah “her istediğu verile lakin gözden ırak edilmeye” der ve kontrolü elden bırakmak istemezdi. Öyle ki zaman zaman tarikatları birbirine karşı kullanmaktan da çekinmez, ağaların kontrolünü de onlar eliyle yaptığı olurdu..

Osmanlı fethettiği topraklarda da benzer usulleri uygular ve Katolik halka Ortadoks vali atardı. Böylece onun onu kontrol etmesini otomatik olarak sağlardı. Kişiyi düşmanına kontrol ettirmek…

Savaşlara tarikat şeyhlerinin vekillerinin müridleri ile katıldığı da olurdu. Yolda bile tarikat usulleri uygulanır gaza için sohbetler teşvikler yapılırdı. Yahya Kemal Beyatlı’ya “Biz Viyana’ya nasıl gittik”diye sorulduğunda. “mesnevi okuyarak gittik” diye cevap vermiştir. Yahya Kemal şiirinde de “bin atlı o gün çocuklar gibi şendik / bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diyecektir Mohaç için..

Ahilerin savaşçı koluna Gaziyan-ı Rum denir. Alpler İslam’dan sonra “gazi” olmuşlardır. Osmanlı’nın kuruluşundan tutun Fatih’e kadar ahilerin etkinliği su götürmez bir gerçektir. Osman gazi, bey olmadan önce onlar bir kaç kardeşken ahiler ve Şeyh Edebali dahil düşünürler ve derler ki “diğer kardeş çok bilgili. Bu kadar derin bilgi onu ani ve sert karar almaktan alıkoyabilir. Bu yüzden daha az bilgili ancak daha atak olan Osman’ı seçelim” derler. İlginç değil mi? Makul bigi ve cesaret birlikteliği…

Konya’nın kalkınması

Konya’nın iktisadi gelişmesini biraz merak etttik de şu sonuçlara vardık.

Konya’nın gelişmesinde vakıfların büyük önemi var denilebilir. Zengin inandığı zaman, o şey bir hayırlı işe hizmet ediyorsa keseyi açtığını müşahede ettik. Yeter ki samimi ve sadık bir müteşebbis iş başında oldun. Kişiler hem vakfın mütevelli heyetine giriyor ve hem de o vakıfın yaptığı işe ortak oluyor hatta gerekirse başka işleri varsa müşteri de oluyor. Yani iç içe geçme yöntemi. Bu hem kontrolü sağlıyor ve hem de üyelerin karını artırıyor desteklerini birbirine çeviriyor. Örneğin Ticaret Odası’nın Karatay Üniversitesi’ni kurduğunu görüyoruz.

Biz bu vakıf işinin asgari limiti olan 50 000 liranın tümden ortadan kaldırılarak her mahallede o mahallenin vakfının kurulmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Mahalleler küçültülmeli. Muhtar geleni tanımıyor bu nasıl iş. Her mahalle kendi fakirini doyurmalı giydirmeli. Her işi belediyeye devlete havale etmek çok yanlış. Halkın sinerjisinden de yararlanmak gerek. Merhamet bireysel bir duygudur. Bu duygunun gelişmesi iyiliği yaptıktan sonra oluşur. Halk bakıyor sonra bana da bak artık demeye başlıyor. İş veriyorsun gitmiyor. Çünkü aldığı mesajlar çalışmaya yönelik değil.

   ahi kul ahmed

6 Eylül 2011
Okunma
bosluk
  • Page 2 of 2
  • <
  • 1
  • 2
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Dili Seç

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma